Dünyaya dair tespitler ve Kuran’a dayalı çözümler…
Cemile BayraktarToplum, İslam
Nasihatlerin muhataba ulaşması kolay, ulaştığında anlamını bulması zor şeydir. Zaten nasihat etme niyetinde de değilim ancak insan gördüğüne susamıyor, hele gözüne sokuluyorsa, biraz biraz sorumlu da hissediyorsa, iki kelam edeyim istiyor.
İnsanların ne yediği, ne giydiği, nerede yaşadığı gibi konuları sorgulamak üzerime vazife değil. Dahası bunları belirli bir kalıba uydurmaya çalışmak ödevim değil.
Dünyaya dair tespitler…
Son zamanlarda İslami kesimden gençlerin birçok konuya el attığını görüyorum… Felsefeden edebiyata, müzikten görsel sanatlara, sergilere kadar birçok alanda faaliyet gösteren, başarılı gençleri görüyorum, bu memnuniyet verici. Bir anlamda bu çıkışta baskıcı ve laik sistemin etkisi olduğunu düşünüyorum; “öyle bastırırsanız, böyle fışkırırlar” demek istiyorum.
Tüm bu olumlu sonuçların yanında olumsuz şeylere de tanık oluyorum. Özellikle sosyal ağlarda başörtülü kadınların kullandığı fotoğraflar, giyimleri ve makyajları dikkatimi çekiyor. Bazen öyle iddialı renkler, dekolteler görüyorum ki, fotoğrafın gerçek değil photo shop falan olduğunu düşünüyorum. Zira platform denilen çok yüksek topuklu rugan ayakkabılardan, parlak kırmızı rujlara kadar, aşırı dikkat çekici şeyler görüyorum.
Başörtülü kadınlar yıllar boyu Türkiye’de ikinci sınıf insan muamelesine maruz kaldı. Genellikle “cahil” sıfatıyla yan yana getirilmeye çalışıldı. Açık ifade edeyim, tüm bu baskı sonunda bazı başörtülü kadınların bir çeşit kompleks edinmesini gayet normal ve insani buluyorum. Kendisine sürekli “yoksun” denilen bir insanın “varım” demesi kadar normal bir şey olamaz, bunun en kolay yolu olarak görselliğin (görünebilirliğin) seçilmesi yine anlaşılabilir durum. Ama ama…
Daha çok Doğulu toplumların ve gelenekle karışmış İslam anlayışının mevcut olduğu toplumların kodlarında “nefs” dediğimiz şey, yani sürekli isteyen tarafımız, enemiz, egomuz erkek üzerinden okunurken “erkeğin nefsi vardır, hakkıdır, bunu kabul edelim, sınırlandırmayalım” şeklindedir. Buna mukabil “kadının nefsi yoktur, eften püften alış veriş gibi arzuları vardır, sınırlandıralım” şeklinde kodlanmıştır. Misal, “cip kullanımı” mütedeyyin erkeğe, başörtüsüz kadına haram değil sadece başörtülü kadına haramdır, bu örnek yanlış kodların bariz bir şekilde dışa vurumudur.
Dünyada bunca zulüm, bunca zalim varken, 28 Şubat’tan bu yana tam 14 yıl yasaklanmış, halen yasaklı olan başörtülü kadınları hizaya sokma derdinde değilim ancak yolun sonu pek parlak görünmediği için naçizane dikkat çekmek istiyorum. Bu sıkıntılı hâl Hesna ve Âlâ gibi “tesettür moda dergilerine” ve hatta bu dergi adına konuşan bazı insanların “Biz görsel cihad yapıyoruz” nevinden tutarsız ve gerçeği yansıtmayan açıklamalarına varıyor. Bununla kalmıyor, ulusal kanallardan birinde yapılan “giyim-kuşam” yarışmasına başörtülü kadınlar katılıyor ve çok ironik bir biçimde oradaki jüri üyesi kişi tarafından “daha sade, daha tesettürlü” giyinmesi konusunda uyarılmasına kadar varıyor.
Ancak elimizdeki mevcutlar bazı başörtülülerin giyim-kuşamıyla sınırlı değil… Dilim varıp dile getirememiştim ancak bir arkadaşımın açıkça ifadesinden de güç alarak yazmayı uygun buldum; mütedeyyin erkekler… Nasıl bir dilse o dil, küfür, hem nasıl küfür? Özellikle internet üzerinden yazışmalarda kullanılan açık, aşikâr, çirkin küfürler… Bu dile zulümdür, okuyana zulümdür… Ve dahası o göbeğe kadar yakası iliklenmemiş gömlekler, arada sohbet etmek durumunda kalıyoruz, vallahi utanıyoruz, vallahi… Olacak şey mi?
Mütedeyyin erkeklerin ve başörtülü mütedeyyin kadınların yığınları temsil ettiğini, aman efendim şöyle böyle davranmaları gerektiğini düşünmüyorum. Bir insana bunca ağır bir yük yüklenmez, herkes kendini temsil eder, kimse kimsenin yükünü taşıyacak değil, gereği de yok, sorun zaten bu değil, sorun bu gidişin, gidiş olmadığı gerçeği. Ve artık kendimize bir çeki düzen vermemiz gerektiği.
İmam Hatip Lisesinde okurken sıra dışı sayılacak bir öğrenciydim. İlahi dinlemez, metal müzik dinler, alışılmadık şekilde okula wolkman falan götürürdüm, gençlik işte, spor ve marka şeyleri severdim, bu nedenle biraz sivrilirdim, kınanırdım. Hatta “kader” konusunda zihninde soru oluşan bir arkadaşıma cevaplar vermem, bol pardesü ve büyük başörtüsü taktığı için benden çok daha kıdemli olduğunu düşünen arkadaşım tarafından engellenmişti. Yıllar sonra rastladım o arkadaşıma, yukarıda verdiğim örnekler gibi giyinir görünce şaşırdım. Kınadım mı? Asla. Ancak çokça kınandım, tüm o kınanmaları ciddiye almadım, zaten kınamanın da yanlış bir yöntem olduğunu düşünüyorum, niyetim kınamak da değil zaten.
İsteklerimiz ve Nedenlerimiz…
İstekler ve arzular kişiden kişiye değişir. Bir kişi iyi bir eğitim almak, bir diğeri son model bir araç, bir ötekisi lüks bir ev yahut ideal kiloya inmeyi isteyebilir… Bu isteklerden dolayı kimseyi sorgulayamayız ancak isteklerine dair “neden istiyorum?” sorusunu sormasını telkin verebiliriz, değil mi? İstiyorum ama neden istiyorum, bir Müslüman olarak isteklerimin kaynağı nedir?
Birinin göğsüme bakmasını istiyor muyum? Bir başkasının dikkatini dudaklarımın çekmesi tuhaf değil mi? Ağzımdan çıkan bu küfrü ettiğim kişi benim kardeşim değil mi? Son model aracın bana ne kârı olabilir? Lüks bir evi kime hizmet için istiyorum?
Bu tür sorularımız üzerine tefekkür etmek, kendimizi tespit etmek, dünyalıklar arasında kaybettiğimiz “ben”i bulmak, çözümler açısından elzem metotlar, zira başkasının kafamıza bir şey dayaması, dışarından içimize girmesi, bizi bilmesi hiçbir şekilde mümkün değil.
Kuran’a dayalı çözümler…
Hayat içerisinde yaşarken “ben”i memnun etmeye öyle odaklanıyoruz ki, aslında tüm memnuniyetsizliklerimizin kaynağının “ben”i memnun etmek olduğunu anlayamıyoruz, bu kısır döngü içinde öğütülen yine biz oluyoruz. Peki, bir üst basamağa geçilemez mi? Kendimizi razı etmenin yanı sıra Allah’ı razı etmenin yolunu da düşünsek?
Allah bizden ne istiyor?
Emin olun hiçbir şey istemiyor, “bizim ne kurbanlarımız, ne namazlarımız, ne zekâtlarımızın Allah’a bir faydası yok, haşa Allah muhtaç değil ki! Ancak biz muhtacız, tüm bunlar biz Müslümanların ihtiyacı olduğu için var, ihtiyacımız olduğu için farz kılınmış.
Allah’ın bizden istedikleri var elbet, Kur’an-ı Kerim “cimrilik etmemekten, bir evin kapısını çalmadan içeri girmemekten, sosyal sorumluluktan, sözü yumuşak söylemekten, adil olmaktan, cana kıymamaktan, merhametten, helâl kazanmak gereğinden, zan ve iftiradan kaçınmaktan, yetim hakkından, yeme içme adabından, ölçülü davranışlardan, komşu-akraba ilişkilerinden” ve bunun gibi dünyaya ait adab-ı muaşeret esaslarına dayalı kaidelerden defaatle bahseden bir kitap. Yani hani o çok yüzeysel bir şekilde değinilen “İslam’ın beş şartı” kaidesinin çok üstünde, geniş bir alanda da “insanların dünyadaki huzuru açısından” tavsiyelerde, emirlerde bulunan bir kitap. Peki, bunlara muhtaç olan Allah mı, yoksa biz dünyalılar mı?
Daha özel ve konuyla ilgili bir ayet verecek olursam:
“30. (Resûlüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.
31. Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler… Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah’a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”
Nur Suresinin alıntıladığım ayetleri bize yeter! Hasbünallahü ve ni’mel vekil! Allah bize yeter, o ne güzel vekildir. Öyle değil mi?
İnsanız, nefsimiz var, melek değiliz, istiyoruz, dünya ve ahiret arasında sıkışıyoruz, bazen yolumuzdan kayıyoruz, oluyor, olacak da… Ancak düştüğümüz yerden de kalkacağız, ayet ile, Allah ile kalkacağız.
Ezcümle, az daha dikkat edeceğiz, az daha kendimize çeki düzen vereceğiz, vesselam.
… Daha fazla okumak için…
Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz.
Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak? Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı.