Mevlâna Ve Şems Bir Menzilde Birleşiyorlardı
Bugün, ortada Şems yoktu ama, O'nun tutuşturduğu bir ilâhi âşk vardı. Bu âşk. surette değil, asıldadır, özdedir.
Mevlâna, şöyle der:
"Gerçek sevgilide suret yoktur. Güneş ışıkları duvara vurunca, duvar parlaktır, güzeldir. Fakat bu güzellik, bu parlıklık, duvarda, duvarın üstünde değil güneştedir. Duvar yıkılırsa dahi, güzellik güneşte bakidir. Şu halde, kerpiç değil, güneşe gönül vermek gerek.."
İste Mevlâna'nın Şems'e olan sevgisi .
Hak'kın ışıkları Şems'e vurmuştu.
Mevlâna bu ışığa âşıktır. Şems'in beden duvarı göçmüşse. ışık yine ışık olarak aslına yönelmiştir. O halde, âşıklar, âşka esasdır.
Bu kadar âyan-beyân gerçeği idrak edemeyen, tasavvuf zevki almamış, ham ruhlu gafiller, gerek Mevlâna'nın devrinde, gerekse sonradan olsun. Mevlâna ve Şems'in pek yakı ı dostluğuna, bir anlam verememiş, türlü dedikodularla saf zihinleri bulandırmışlardır. Bunlar güneşe ok atarak, güneşi yaralamaya çalışanlar kadar zavallı kişilerdir.
Bir mesele daha var burada. Bu karşılıklı sohbetlerde kim kimi yetiştirdi? Kim kime müriddi? Şems mi Mevlâna'ya. Mevlâna mı Şems'e mürşidlik etti. Bu müşkül gibi görünen, aslında hiç de öyle olmayan mesele, birçoklarının çenesini ve kalemini yordu.
Şems'le Mevlâna... Kim kimden feyz aldı? Bu bir tartışma konusu oldu. durdu.
Konu. hiç te sanıldığı kadar çapraşık değildi.
Mevlâna'nın yolu şeyhlik, dervişlik, mürşidlik yolu da değildi. Onun yolu aydınlık, apaçık, aşk yoluydu. Âşk ve cezbe yolu..
Bu yolda ne şeyh, ne mürid vardı. Şeyh ve derviş, âşık ve maşuktu. Seven ve sevilen..
An olur ki, âşık maşuk oluverir, maşuk ise, âşık.. Biri diğerini irşad ederken ilâhî âşk yolunda, aşkta fâni olmakta.
Onun içindir ki. Şems, "Makalât" adlı eserinde "Memleketimden çıkalı, Mevlâna'dan başka şeyh görmedim "diyerek onu ululuk burcunda seyreder. Mevlâna da onu Divân'ında, "Tebrizli Şems gerçek şeyhimizdir. Biz onun ayaklarının tozuyuz" diye taltif eder.
Bu öyle bir yoldur ki. bu yolun erleri, biri diğerine kılavazluk eder. Aslında, kılavuz da, yol da. yolcu da bir menzilde birleşir.
Şems, Mevlâna'ya aşk yoluda kılavuzluk etmiş, onu âşıklıktan mâşukluk durağına iletmiştir. Şems olmasaydı Mevlâna. Mevlâna olmasaydı Şems olmayacaktı elbet..
Her ikisi de olunca gerçek âşk doğdu..
Mevlâna, şöyle der:
"Gerçek sevgilide suret yoktur. Güneş ışıkları duvara vurunca, duvar parlaktır, güzeldir. Fakat bu güzellik, bu parlıklık, duvarda, duvarın üstünde değil güneştedir. Duvar yıkılırsa dahi, güzellik güneşte bakidir. Şu halde, kerpiç değil, güneşe gönül vermek gerek.."
İste Mevlâna'nın Şems'e olan sevgisi .
Hak'kın ışıkları Şems'e vurmuştu.
Mevlâna bu ışığa âşıktır. Şems'in beden duvarı göçmüşse. ışık yine ışık olarak aslına yönelmiştir. O halde, âşıklar, âşka esasdır.
Bu kadar âyan-beyân gerçeği idrak edemeyen, tasavvuf zevki almamış, ham ruhlu gafiller, gerek Mevlâna'nın devrinde, gerekse sonradan olsun. Mevlâna ve Şems'in pek yakı ı dostluğuna, bir anlam verememiş, türlü dedikodularla saf zihinleri bulandırmışlardır. Bunlar güneşe ok atarak, güneşi yaralamaya çalışanlar kadar zavallı kişilerdir.
Bir mesele daha var burada. Bu karşılıklı sohbetlerde kim kimi yetiştirdi? Kim kime müriddi? Şems mi Mevlâna'ya. Mevlâna mı Şems'e mürşidlik etti. Bu müşkül gibi görünen, aslında hiç de öyle olmayan mesele, birçoklarının çenesini ve kalemini yordu.
Şems'le Mevlâna... Kim kimden feyz aldı? Bu bir tartışma konusu oldu. durdu.
Konu. hiç te sanıldığı kadar çapraşık değildi.
Mevlâna'nın yolu şeyhlik, dervişlik, mürşidlik yolu da değildi. Onun yolu aydınlık, apaçık, aşk yoluydu. Âşk ve cezbe yolu..
Bu yolda ne şeyh, ne mürid vardı. Şeyh ve derviş, âşık ve maşuktu. Seven ve sevilen..
An olur ki, âşık maşuk oluverir, maşuk ise, âşık.. Biri diğerini irşad ederken ilâhî âşk yolunda, aşkta fâni olmakta.
Onun içindir ki. Şems, "Makalât" adlı eserinde "Memleketimden çıkalı, Mevlâna'dan başka şeyh görmedim "diyerek onu ululuk burcunda seyreder. Mevlâna da onu Divân'ında, "Tebrizli Şems gerçek şeyhimizdir. Biz onun ayaklarının tozuyuz" diye taltif eder.
Bu öyle bir yoldur ki. bu yolun erleri, biri diğerine kılavazluk eder. Aslında, kılavuz da, yol da. yolcu da bir menzilde birleşir.
Şems, Mevlâna'ya aşk yoluda kılavuzluk etmiş, onu âşıklıktan mâşukluk durağına iletmiştir. Şems olmasaydı Mevlâna. Mevlâna olmasaydı Şems olmayacaktı elbet..
Her ikisi de olunca gerçek âşk doğdu..
Haber Doğru Olsaydı, Canımı Verirdim
Derler ki, Mevlâna aslında yanmaya hazır bir kandildi. Şems geldi, çerağı ile bu kandili tutuşturdu.
Bu teşbihi yapanlar, doğru söyler ama. yanan kandil, hem kendini. hem çerağı yaktı. Ortada ne kandil, ne cerağ kaldı. Bir âşk meş'alesi oldu ki, ezelden ebede bütün gönülleri aydınlattı, ışıklarıyla yaktı kavurdu. Onu sevenler pervaneler gibi çevresinde döndüler, dönerken de yandılar.. Şairin:
"Döndükçe etekler yelpazelenir.
Döndükçe gönülde âşk tazelenir," dediği gibi.
Şimdi Mevlâna, Şems'in yokluğu içinde, tesellisiz, eriyip inliyordu. Başına dumanı renk bir destar sarmış, sırtına da alacadan önü yırtmaçlı bir ferace giymişti.
Ucan kus, açan çiçek, düsen yaprak, ağlayan gökyüzü, gülen, neşelenen insanlar, her şey Mevlâna'ya Şems'i hatırlatıyordu. Hele hâtıralar bitmez tükenmez hâtıralar, her köşede Şems'ten bir parça, her yanık ses Şems'ten bir nefes... Gazel üstüne gazel, ağıt üstüne ağıt... Yanık mısralara içini döküyordu, hep.. Bir gazelinde şöyle sesleniyordu:
"Ey yüzlerce gül bahçesinin canı, yaseminden gizlendin. Ey canımın canının canı nasıl oldu da benden gizlendin sen?
Gökyüzü seninle aydınlanmada, öyle olduğu halde neden gizlenirsin. Bu beden seninle diri. Ne diye gizlendin?..
Ey erenler sultanı.. Bizden ve iki âlemden gizlenirsen caiz. fakat şaşılacak şey şu ki. sen ey kendinden, varlığından geçmiş olan ay, kendinden de gizlendin.
Ey canlara aşikâr olan, öyle bir gizlendin ki, apaçık meydandasın da kendini gizledin."
Bir süre sonra. Şems'in gitmesi muhtemel olan ülkelere adamlar göndermişti. Her tarafta onu sorduruyor, aratıyordu. Bunlar boş teselliydi; ama bunsuz yapılamıyordu. Yollar daima gözleniyor, daima bir müjdeciye hasret çekiliyordu. Bazen ona:
— Şems'i filan yerde gördüm, gibi yalan haberler getiriyorlardı. O zaman Mevlâna, üzerinde başında ne varsa haberciye bağışlıyordu.
— Bu haber yalandı, dedikleri zaman, hiç üzülmüyor.
— Ben yalan habere sarığımı, feracemi verdim. Haber doğru olsaydı canımı verirdim! diyordu.
Bu aşkla şem'a şem'a yanan Mevlâna. bazı geceler sabahlara dek, iç âlemiye haşır neşir oluyor, her seferinde yedi sekiz gazel birden yazıyordu. Gazellerinde evvelce "hâmûş" mahlasını kullanmıştı. Şimdi Şems'in adını söylemekteydi. Zaten her şey ona Şems'ten bir parçaydı, söyleten oydu. Söyleyen de O olmuştu. O. Mevlânâ'nın bütün mevcudiyetinde idi. Şems, bir bahane, bir vasıta, bir sembol, bir addı.
Bu teşbihi yapanlar, doğru söyler ama. yanan kandil, hem kendini. hem çerağı yaktı. Ortada ne kandil, ne cerağ kaldı. Bir âşk meş'alesi oldu ki, ezelden ebede bütün gönülleri aydınlattı, ışıklarıyla yaktı kavurdu. Onu sevenler pervaneler gibi çevresinde döndüler, dönerken de yandılar.. Şairin:
"Döndükçe etekler yelpazelenir.
Döndükçe gönülde âşk tazelenir," dediği gibi.
Şimdi Mevlâna, Şems'in yokluğu içinde, tesellisiz, eriyip inliyordu. Başına dumanı renk bir destar sarmış, sırtına da alacadan önü yırtmaçlı bir ferace giymişti.
Ucan kus, açan çiçek, düsen yaprak, ağlayan gökyüzü, gülen, neşelenen insanlar, her şey Mevlâna'ya Şems'i hatırlatıyordu. Hele hâtıralar bitmez tükenmez hâtıralar, her köşede Şems'ten bir parça, her yanık ses Şems'ten bir nefes... Gazel üstüne gazel, ağıt üstüne ağıt... Yanık mısralara içini döküyordu, hep.. Bir gazelinde şöyle sesleniyordu:
"Ey yüzlerce gül bahçesinin canı, yaseminden gizlendin. Ey canımın canının canı nasıl oldu da benden gizlendin sen?
Gökyüzü seninle aydınlanmada, öyle olduğu halde neden gizlenirsin. Bu beden seninle diri. Ne diye gizlendin?..
Ey erenler sultanı.. Bizden ve iki âlemden gizlenirsen caiz. fakat şaşılacak şey şu ki. sen ey kendinden, varlığından geçmiş olan ay, kendinden de gizlendin.
Ey canlara aşikâr olan, öyle bir gizlendin ki, apaçık meydandasın da kendini gizledin."
Bir süre sonra. Şems'in gitmesi muhtemel olan ülkelere adamlar göndermişti. Her tarafta onu sorduruyor, aratıyordu. Bunlar boş teselliydi; ama bunsuz yapılamıyordu. Yollar daima gözleniyor, daima bir müjdeciye hasret çekiliyordu. Bazen ona:
— Şems'i filan yerde gördüm, gibi yalan haberler getiriyorlardı. O zaman Mevlâna, üzerinde başında ne varsa haberciye bağışlıyordu.
— Bu haber yalandı, dedikleri zaman, hiç üzülmüyor.
— Ben yalan habere sarığımı, feracemi verdim. Haber doğru olsaydı canımı verirdim! diyordu.
Bu aşkla şem'a şem'a yanan Mevlâna. bazı geceler sabahlara dek, iç âlemiye haşır neşir oluyor, her seferinde yedi sekiz gazel birden yazıyordu. Gazellerinde evvelce "hâmûş" mahlasını kullanmıştı. Şimdi Şems'in adını söylemekteydi. Zaten her şey ona Şems'ten bir parçaydı, söyleten oydu. Söyleyen de O olmuştu. O. Mevlânâ'nın bütün mevcudiyetinde idi. Şems, bir bahane, bir vasıta, bir sembol, bir addı.
Dr. Mehmet ÖNDER