09 Şubat 2012

Altın Dovucunun Örsünden Gönül Sesleri Geliyordu

Altın Dovucunun Örsünden Gönül Sesleri Geliyordu
    Pırıl pırıl bir ikindi serinliğinde Mevlâna Celâleddin, Konya çarşısından geçiyordu. Başı önüne eğik, elleri cübbesinin yenlerinde, ağır ağır yürüyordu, geçtiği yerlerde halk, ayağa kalkarak kendisini selâmlıyorlardı. Bir ara, kuyumcular çarşısının bulunduğu bir sokağa sapmıştı. Bu sırada kulağına örs üzerinde altın döğen, altını kâğıt gibi yaprak yaprak incelten işçilerin, muttarit çekiç sesleri gelmeye başladı. Çekicin ahenkle, tempolu vuruşundan öyle ilâhî bir musiki meydana gelmişti ki. bu tatlı ses, birdenbire oradan geçmekte olan Mevlânâ'nın ruhundaki kederi şevke çevirdi. Mevlâna duraladı. Bir müddet derin akisler yapan bu tatlı sesleri dinledi. Gözlerinin önünde kâinat nizamı âdeta canlandı. Bir güneş etrafında dönen seyyareler, peykler, güneşin karşı konamaz cazibesiyle, ilâhî âşk ve cezbeyle mest, dönüyorlardı. Sağ elini feracesinin yakasına götürdü. Gözleri vecdle kapalı, başı mazlum bir teslimiyetle sağ omuzu üzerine düşüvermişti. Çekiç sesleri gönül sesleri olarak geliyor, tatlı bir ahenkle çın çın ötüyordu. İlk çarkı attı sağ ayağıyla. Sonra da dönmeye başladı. Durmadan dönüyordu cadde ortasında.. Çekiç darbelerinin ahengine uyarak döndükçe içindeki gam neşeye çevriliyor, ferahlıyor huzur buluyordu.. Herkes işini gücünü bırakmış, caddeye dökülmüştü. Çepeçevre çevirmişlerdi Mevlânâ'nın etrafını.. Bu coşkunluğa kimse bir anlam vermeden hayran hayran seyrediyordu. Çekiç sesleri karşıki dükkândan geliyordu, hem de daha kuvvetli geliyordu.. Dükkân sahibi kuyumcu Selâhaddin, Mevlânâ'nın kendi çekiç sesleriyle semâ ettiğini görünce heyecanlanmış, âşka gelmiş, çıraklarına:
    — Elinizi çekiç vurmaktan alıkoymayınız. Altın varaklar telef olacak diye hiç korkmayınız, vurunuz daha hızlı vurunuz, emrini vermiş, bir an yerinde duramayarak. caddeye fırlamış. Mevlâna ile birlikte semâ'a başlamıştı. Bir süre sonra çekiç sallayan işçilerin kollan yorulmuş, tempoları durmuştu. Mevlâna yavaş yavaş kendine gelmiş, karşısında kuyumcu Şelâhaddin'in o an gözü Mevlâna'dan başka hiçbirşeyi görmüyor, ilâhî hazinelere kavuşmanın heyecanını yaşıyordu.
    Mevlâna'nın çekiç seslerine ayak uydurarak cadde ortasında kuyumcu Selâhaddinle birlikte semâ edişini şaşkın şaşkın seyreden halka bir ara Selâhaddin şöyle seslenmişti:
    — Hey. niye öyle şaşkın şaşkın bakıp duruyorsunuz. Sizler altın aramıyor, altın için birbirinizi yemiyor musunuz? İşte benim dükkânım, altın varaklarla dolu, haydi durmayın, yağma edin dükkânımı, hepsi sizin olsun. Bana artık altın lâzım değil. Ben gerçek madenimi buldum.

Kuyumcu Selâhaddin Temiz Yürekli, Saf Bir İnsandı
    Mevlâna o gün. Selâhaddinle birlikte Medresesine dönmüştü. Artık bundan sonra, "Zerkubî" unvanıyla tanınan kuyumcu Selâhaddin, Mevlâna'mızın has müridleri arasında yer alacaktır.
    Selâhaddin-i Zerkubî, Beyşehir gölü sahillerinde bulunan "Kâmile" adlı bir köyde doğmuştu. Babası, Yağıbasan adında, saf, temiz yürekli bir köylüydü. Ailesi gölde balık avlamak, bunları satmak, çiftçilik yapmakla geçinip gitmekteydi. Bir fırsatını bularak Konya'ya gelen ve Konya'da bir kuyumcunun yanında birkaç yıl çırak olarak çalışan Selâhaddin bu yıllarda, Mevlâna'nm üstadı Tirmizli Seyyid Burhaned-din'i tanımış, onun sohbetlerinden hoşlanarak, derslerine devam etmişti. Seyyid Burhaneddin'in Kayseri'ye gitmesinden sonra da köyüne dönmüş, evlenip, çoluk çocuk sahibi olmuştu.
    Bir zaman sonra, tekrar Konya'ya geldi. O gün Cuma namazını kılmak üzere Ebulfazl Carnii denen Alaeddin Camiine gitti. Minberde Mevlâna'yı gördü. Çok güzel vaaz ediyor. Seyyid Burhaneddin'in üstün hikmetlerini sayıp döküyor. O'nun ulu sözlerini açıklıyordu. Selâhaddin, Mevlâna'nın şahsında bir zamanlar rahlesi önünde diz çöktüğü şeyhi Seyyid Burhaneddin'i görmüş, heyecanlanmıştı. Vaazdan sonra, Mevlâna eski şeyhi olan Seyyid Burhaneddin'in sadık müridi Selâhaddin'i tanımıştı. İltifat ederek:
    — Nerelerde idin? diye hatırını sordu. Selâhaddin boynunu bükerek:
    — Evlendim, çoluk çocuğa karıştım. Belki bu yüzden sohbetinizden uzak düştüm.
    — Hayır, hayır Selâhaddin, sen daime bizimle berabersin, bundan sonra da öyle olacak.
    Birkaç gün içinde Selâhaddin köyden şehire göçerek, Kuyumcular Çarşısı'nda bir dükkân kiralamış, altın varak yaparak bunları "müzehhiplere, mücellitlere" satmak suretiyle geçimini sağlamaya çalışmıştı.
    Ve işte o gün, çekicinin sesleri, coşkun ve cezbeli Mevlâna'yı. cadde ortasında heyecana getirmiş, semâ ettirmişti. Artık, bundan sonra Mevlâ'sından da, Mevlâna'sından da hiç ayrılmayacak, hatta Şems'in yerini alacaktı.
    Selâhaddin gönlü gani, yüreği temiz, eli cömert, saf, ümmî bir insandı. Okuyup yazması belki yoktu ama, güçlü bir hafızası vardı. Sohbet meclislerinde aldığı irfan cevherlerini, kitap gibi hafızasına yerleştirir, yalnız yerleştirmekle kalmaz, kalbine de işlerdi. Mevlâna'nın huzurunda daima edeple dizleri üzerinde oturur, kollarını yenlerinin içine sokar, başını kalbinin üzerine eğerek, sohbetleri dinlerdi. Kendisinden birşey sorulacak olsa, hiç de ümit edilmeyecek şekilde (arifane, zarifâne ve âlimane) cevaplar verirdi. Erenler sohbetinde pişmiş, tasavvuf vadisinde bir hayli ilerlemiş, kendi kendini yetiştirmiş, insan-ı kâmil olmak yolunda çabalar sarfetmişti.
    Kuyumcu Selâhaddin, şimdi Mevlâna'nın meclisinde Şeyh Selâhaddin olmuştu. Şeyhliği Mevlâna'ya değil, Mevlâna'nın çevresineydi. Bir gün Mevlâna'ya şöyle demişti:
    — Benim gönlümde gizli kalmış nur çeşmeleri varmış da, benim haberim yokmuş meğer.. Sen benim gönlümü, gönlümdeki çeşmeleri öyle bir açtın ki, deniz gibi coşturdun beni..
    Mevlâna Şems'in yokluğunun üzüntüsünü, Selâhaddin'in nurlu, saf ve temiz yüzünde, gerçekten coşkun gönlünde bulmuştu. Bu coşkun gönül, O'nun potasında elmas ve pırlanta oluyor. Allah sırlanyla, sevgisi ve aşkıyla bezeniyordu. Çevresindekilere Selâhaddin'e uymaları ve gönlünü almalarını söylemişti. Hatta, bir mecliste Mevlâna'ya:
    — Arif kimdir? diye bir sual sormuşlardı. Mevlâna'nın cevabı şu oldu:
    — Arif, sen sustuğun halde, senin sırrından bahseden kimsedir. Bu da Şeyh Selâhaddin'dir.
    Mevlâna onu; "Şeyhlerin şeyhi, ulusu, yücesi, vaktin Beyazîdî (Bestamî) zamanın kutbu, insanlar arasında Hakkın nuru.." diye övüyor. Şems için yazdığı gibi, Selâhaddin için de "Şeyh Selâhaddin" mahlaslı gazeller söylüyordu. Mevlâna, Selâhaddin'i, Şems'in yerine gelmiş ilâhî bir varlık olarak kabul ediyor, bir gazelinde şöyle diyordu:
    "Geçen yıl çıkagelmiş kırmızı kaftanlı, ay yüzlü güzel, bu yıl, boz hırkaya bürünüp geldi.
    Elbisesini değiştirdi ama, sevgili, o seugili. O, elbiseyi değiştirdi, bir başka elbise giyindi, geldi.."

    Şeyh Selâhaddin, Mevlâna'nın bu coşkunluğu içinde temkinli, sakin halleriyle bir sükûnet meleği gibiydi. Mevlâna'dan yaşça çok büyüktü. İhtiyarlamış, temiz yüzünü beyaz, berrak kısa sakalı çevirmişti. Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled. "İptidanâme" adlı eserinde O'nun bu halini şu sözlerle tamamlar: Mevlâna'nın coşkunluğu, O'nun sayesinde yatıştı. O'nun irşadı başka bir çeşitti. Vergisi herkesten fazlaydı. Erenlerden yıllar yılı elde edilen feyzi, ondan bir nefeste almak mümkündü. Dilsiz, dudaksız sırlar söyler, dile getirmeksizin, gönül diliyle mânâ incileri dizerdi..)
Şeyh Selâhaddin az yiyor, az uyuyor, bazı geceler basını secdeden kaldırmıyordu.
    •Selâhaddin Mevlâna Meclisinde. Mevlâna'nın bulunmadığı zamanlar, onun yerine geçiyor, gönül sahiplerine, hikmet dolu, nasihatlar veriyordu:
    — Biliniz ki. Allah, velileri merhamet mâdenidirler. Susuzlar, onlara koşar, onların sözleriyle şifa bulur, rahmet kazanır ve onların nuru ile dirilirler. O nur azalmaz, artar. Kimde bu sıfatlar yoksa, O. Allah velisi değildir. Gerçek âşık. Allah velisini bulur ve O'na bağlanır. Onların nazarları güneş gibidir, müridin vücuduysa taş.. Kabiliyetli olan taş, kâmil bir güneşin nazarında, yakut da olur, zümrüt de,
    Selâhaddin Mevlâna'dan aldığı feyzi, halka saçıyor, aldığını veriyordu.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...