BÂTINÎLİK ÜZERİNE BİR İNCELEME
İlyas YAZAR*
İslâm dünyasında uzun bir zaman adından söz ettiren konulardan biri de kuşkusuz Bâtınîliktir. Bu yazımızda Bâtınîliğin ne olduğu, nasıl ve ne şekilde geliştiği, teşkilat yapısı, yöntem ve metotları ve bu guruba dahil olan zümrelerin kimlerden oluştuğunu ifade etmeye ve ayrıca edebiyat sahasındaki yansımalarına da değinmeye çalışacağız.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki Bâtınîlik üzerine yapılmış, yeterli ölçüde ciddi araştırmalardan ne yazık ki yoksunuz. Konuyla ilgili kaynakların büyük bir kısmı ise zaten bu düşüncenin karşısında olanlar tarafından ortaya konulmuştur. Bâtınîlik esasında içine kapalı bir yapı sergilediğinden, söz konusu kaynaklardaki bilgiler de tutarlılıktan ve objektiflikten uzaktır.
Bu kısa uyarımızdan sonra Bâtınîliğin ne olduğu konusuna gelmek istiyoruz. Bu kavram çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Gizli olan şeylerin iç yüzünü bilenler için kullanılan Bâtınîlik, her zâhirin bir bâtını olduğu ve Kur’an’daki her âyetin de bir yorumu bulunduğunu ileri sürerek bunun da, ancak Tanrı ile aralarında gizli bir sır ve özel bir bağ bulunan mâsum imamın bildiğine inanan grupları ifade etmek için de kullanılmıştır. Ayrıca İslâm’ın ana hükümlerini farklı yorumlayarak din anlayışlarını inkâr ve ibâha sınırlarına kadar götüren itikâdî fırkalar; gizli teşkilatlar kurarak mevcut yönetimlere isyan bayrağı açan çeşitli siyasi gruplar ve zaman zaman âyetlerin yorumlanmasında (te’vil) izledikleri yöntemler nedeniyle de bazı mutasavvıflar için bu kavramın kullanıldığı kaynaklarda belirtilmektedir.
Bâtınîliğin doğuşu ve ortaya çıkışı konusunda da çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bu görüşler özetle şu şekilde verilebilir: Bâtınî kaynaklara göre Bâtınîlik, altıncı imam Câ’fer-i Sâdık zamanından başlamak üzere temelleri atılmış, ilkeleri belirlenmiş ve oğlu İsmail ile uygulamaya konulmuş bir ekol olarak görülmektedir. O zamandan itibaren Bâtınîler, inandıkları bu davaya hizmet etmeye devam ede gelmişlerdir. Ehl-i sünnet ve Mu’tezile’ye göre ise Bâtınîlik, Sabiîlik ve Mecûsilik gibi eski İran ve Hint kültürleriyle, eski Yunan’dan, Hıristiyan ve Yahudilikten esinlenerek İslâm’ı parçalama gayret ve arzusu ile oluşturulmuş uydurma bir dindir. Son dönemlerde konuyla ilgilenen araştırmacılara göre de Bâtınîlik, kaynağı Yeni Eflâtunculuk ve Yeni Pisagorculuk gibi felsefi akımlara dayanan bir felsefî cereyan olarak görülmektedir.
Bâtınîlik ilk olarak XI ve XIII. yüzyıllardaki kaynaklarda zararlı bir akım olarak geçmektedir. Konunun bu noktasında Bâtınîliği hazırlayan sebepler arasında şu hususların da ifade edilmesinin yararlı olacağı kanaatindeyiz: Hz. Peygamber döneminde tek vücut olan İslâm dünyasının, Peygamberin vefatıyla birlikte sancılı ve sıkıntılı bir döneme girdiğine tanık oluyoruz. Hz. Peygamberin vefatıyla ortaya çıkan “imamet ve hilâfet” meselesi aslında bütün sorunların altında yatan ana nedeni oluşturuyordu. İmâmetin Ali’nin hakkı olduğunu savunanlarla bu düşüncenin karşısında yar alanların mücadelesi, ilk ciddi sonuçlarını Hz.Ali ve Muaviye dönemlerinde vermiş ve İslâm dünyasının Şiî-Sünnî şeklinde parçalanıp iki kutba ayrılmasına sebep olmuştur.
Muaviye ile başlayan Emevî saltanatı süresince ve bunu takip eden Abbasiler döneminde, Sünnî görüşte olduklarını ileri sürenlerin zorbalıkları, takibatları ve tehditleri devam etmiştir. Abbasiler dönemi de dahil olmak üzere bu devre gelinceye kadar, mevcut yönetim pek çok sorunlarla yüz yüze gelmiş ve giderek artan bir düşman grubuyla karşı karşıya kalmıştır. Devrin genel panaromasına baktığımızda şöyle bir manzara ile karşılaşıyoruz: Şiî dünyası mevcut yönetimin aleyhinde faaliyet göstermektedir. Çünkü imâmet konusunda ehl-i beyte haksızlık yapıldığını, imâmetin Ali evladının hakkı olması gerektiğini savunmaktadır ve bunun mücadelesi için çaba harcamaktadır. Hâriciler ise imâmet ve hilâfet konularında Şiî’lerden ve mevcut yönetimden (Sünni İslâm) farklı düşünmekte ve herkesin imam olabileceği görüşünü benimsemektedir. Mevâlîler ise orduya ve önemli mevkilere getirilmediğinden dolayı yönetime karşı muhalefet sergilemektedir. İdarenin de mevâli sınıfa ikinci sınıf insan muamelesini reva görmesi bu grubu da kendinden uzaklaştırmıştır. İşte böyle parçalı bir yapılanma içinde iken İslâm’ın aleyhinde olan çevreler, kılıçla savaş meydanlarında üstesinden gelemedikleri İslâm’ın, perde arkasında çevirdikleri dolaplarla mağlup edilebileceği inancına kapıldılar. Bu kapsamda İslâm’ın içine nifak tohumları serpmek düşüncesiyle gizliden gizliye teşkilatlanmaya başladılar. Bunun için de mevcut yönetimle sorunları olan yukarıda isimlerini zikrettiğimiz grupların içlerine sızmayı denediler. Onların dâvâlarının gerçek olduğunu, düşüncelerinde haklı olduklarını ifade ederek art niyetlerini göstermeye başladılar. Bu anlamda Gazâli de, Bâtınîliğin bu maksatla kurulmuş karanlık bir örgüt oluşuna dikkat çekmektedir.
Bu açıdan baktığımız zaman, Bâtınîliğin kaynakları arasında eski din ve kültürlerin izlerinin olduğunu söylemek mümkündür. Kur’an ve sünnetin dışında Hz.Ali’nin hayatına dair yazılanları içeren Nehc’ül-Belâga da kitap bazında ifade edilmesi gereken önemli kaynaklardandır. İçinde eski din ve kültürlerden izler de bulunduran Bâtınîliğin, bu izleri ve etkileri ilkelerine de yansıtmış olduğunu görüyoruz. Bâtinî doktrinine baktığımızda belirgin özellikler olarak şunları söyleyebiliriz:
* Metotsuz Yorum (Te’vil): Kur’an’daki her ayetin bir yorumu olduğu görüşünden hareketle Bâtınîlerde yorumun sınırı ve ölçüsü yoktur. Dozaj tamamen kaçırılmış bir te’vil anlayışının egemen olduğu görülmektedir. Ancak maksat malum olduğundan dolayı bütün yorumlar aynı noktaya çıkmaktadır. Yorum konusundaki görüşlerini içeren şu tespitte bulunurlar: Peygamber ayetlerin zâhirini yani görünür anlamlarını ifade etmiştir, imamlar ise bu ayetlerin gerçek anlamlarına vâkıftır. Bu açıdan Kur’an’ın gerçek anlamını bilen, ondaki Bâtınî anlamlara vâkıf olan imamdır.
* Peygamberler ve özellikle de imamlar hakkında aşırı inanç beslemeleri (gulüvv): Bâtınî düşünce içerisinde, Peygamberle ilgili inançlarda bir aşırılık söz konusudur. Peygamber, yaratılış nazariyesi kapsamında akl-ı küll’dür. İnsanlara Tanrı’dan aldıkları buyrukların zâhirini açıklamıştır, mucizeleri gerçek değildir. Peygamberler, esasında Bâtınîliği hazırlayan unsurlardır. Tanrı akl-ı kül’e mukabil nefs-i kül’ü yaratmıştır. Nefs-i kül ise her devirde gerçek söz sahibi olan imamdır. İmam, mâsumdur, günahsızdır. Peygamberin şeriatı üzerine gelir ve yedi nesilde bir devr eder. Peygamber nâtıktır, konuşandır; imam ise sâmittir, susandır. İmam kendini gizlemiştir. Her nâtıkın bir sâmiti olduğundan dolayı her peygamberin bir imamı bulunmaktadır. Hz. Musa’nın imamı Hârun, Hz.Muhammed’in imamı ise Ali’dir. Ki Hz. Muhammed daha hayatta iken bu hususa birkaç kez dikkat çekmiştir.
Bâtınîlerin peygamber ve imam konusundaki inançlarını aşağıdaki şekil ile göstermek mümkündür:
Şekle baktığımızda (ki kısmen Şiî İslâm’ın görüşünü de yansıtmaktadır) her resulün hem nebi ve hem de veli olduğunu görüyoruz. Velayetin ve nübüvvetin şartlarını bütün resuller taşımaktadır. Her nebi, velidir ancak resul değildir. Kendisinin bir şeriatı yoktur, kendisinden önce gelen resulün şeriatıyla amel eder. Veli ise ne nebidir, ne de resul. Veli, velayet makamının sahibi olan imamdır.
* Hulûl ve ittihad: Bâtınî itikadın temel özelliklerinden birisi olup bütün fırkalarda müşterektir. Hulul, Tanrı’nın bir bedene girmesidir. Bâtınî açıdan hulûl, Tanrı’nın imamın bedenine girmesi ve kâinatı bu şekilde sevk ve idare etmesidir. İttihad ise iki şeyin birbirine girmesidir. Yani Tanrı’nın imamın bedenine girmesi, imamın da Tanrı’nın varlığında erimesi, ulûhileşmesi, imamın tanrılaşmasıdır. Bazı Bâtınî gruplarda (Ali Allahîler gibi) bu şekilde görülmektedir.
* Tenâsüh: Bâtınîlerde ahiret inancı olmadığından kıyamet ve haşr gibi kavramlara da yer verilmemiştir. Bâtınî anlayışta ölümle birlikte ceset çürür ve toprağa karışarak tekrar döner. Ruh ise kişinin durumuna göre ya başka bir kişinin bedenine, ya da bazı hayvanların bedenlerine girer. Bazı görüşlere göre ise ruhların bulunduğu âhiret âlemine göçer.
* İbâhilik: Her şeyi mübah sayma anlayışıdır. Bâtınîlere göre, dinin bâtınına sahip olan kişiden dinin zâhiri yönü düşer. Bu bakımdan dinin görünürdeki ibadet ve taatlarına uymanın bir anlamı ve önemi bulunmamaktadır. Esasında bâtınî davetin özünde var olan anlayışlardan biriside budur.
Bâtınîliğin teşkilat yapısını şöyle bir şema ile göstermek mümkündür:
Şekilde de görüldüğü gibi Bâtınî yapılanmanın tepesinde imam yer almaktadır. Onun altında 12 hüccet (dördü imamın yanında) imam vekili bulunur. Huccetlere bağlı dâîler vardır. Bunların görevi insanları Bâtınîliğe davet etmektir. (Muazzeb ve Mükelleb adlarıyla anılırlar). Bâtınî teşkilatının en alt basamağını ise Bâtınîliği kabul ederek bu sisteme dahil olan müstecipler oluşturmaktadır.
Dâîlerin propaganda faaliyetleri, bölgelerin durumuna ve Bâtınîliğe alınacak kişilerin konumlarına göre farklılıklar gösterse de yöntemleri genellikle aynı üslup içindedir. Dâîlerin kademeli olarak yürüttükleri çalışmalar şunlardır:
* Rızk ve Teferrüs: Dâînin bâtınî olacak kişi ile temasa geçmesi ve onu mezhebe alıştırmasıdır. Dâînin zeki ve anlayış kapasitesi yüksek olması, duygu ve düşüncelerinin tekemmül etmiş olması, Bâtınîliğe davet edilecek kişilerin seçiminde ihtiyatlı davranması, kişinin fizîkî yapısına baktığında derûnunu kavrayabilmesi gerekmektedir. Mezhebe çağrılan kişinin, inançlarına aykırı olarak söylenenleri gerçekten kabul edip etmediğini anlayabilecek olgunlukta ve yapıda olması gerekir.
Yine Dâînin zâhiri manaları bâtıni manalara çevirmede usta ve kıvrak zekâya sahip olması aranan özelliklerdendir. Bâtınî adayına getirilen telkinlerde, Kur’an ve sünnetten getirilenler yalanlanmazsa, bu durumda adayın gönlündeki anladığı manayı çıkarmak ve sözü bid’ata uygun bir manada kullanmak gerekir.
Rızk ve teferrüste herkesi aynı yola ve aynı tarzda çağırmamak gerekir. Öncelikle dâînin yapması gereken şey şudur: Davet edeceği kişinin inancını araştırmalıdır. Onun pozisyonuna göre Şiî ise Şiî gibi, Sünnî ise Sünnî gibi ve Hârici ise Hârici gibi bir yaklaşım sergilemelidir.
* Te’nis: Davet edilen kişiyle ünsiyet ve dostluk kurmadır. Bâtınî adayının severek yaptığı işlerde sürekli onun yanında olması, adayın sevdiği ve inandığı işlerde dâînin onun göreceği tarzda ibadet yapması ve adayın gözünü boyaması. Gazâlî konuyla ilgili eserinde bu noktada dâîlerle ilgili olarak şunu da vurgulamaktadır: Dâîlere mezhebe davet ettikleri kişilerin yanlarında gecelemeleri ve onlara güzel sesleri ile Kur’an okumaları emri de verilmiştir. Bu tür davranışlar davet edilenin dostluğunu pekiştirmek ve onun gönlünün kendi sözlerine meylini artırmak içindir.
* Teşkîk: Dâînin davet ettiği kişinin inandığı konularda inancını sarsacak tarzda onu şüpheye düşürmesidir. Bu noktada dâî, Kur’an’ın müteşâbih ayetlerinin sırlarını ve bunun hikmetlerini sormakla işe başlar ve dinin amel noktasındaki konularında ortaya attığı şüphelerle devam eder. Hayızlı kadının namazı kaza etmediği halde orucu neden kaza ettiği, cennetin kapısının sekizken cehenneminkinin neden yedi olduğu gibi sorularla kişinin zihnini bulandırılmaya çalışılır. Bu tarz şüphelendirmeler, davet edilen kişinin nefsinden şüphe etmesine kadar sürer. Dâî, şüpheye düşülen konularda adayın bu sırları bilip öğrenmesi için onda istek ve arzu uyandırır.
* Ta’lîk: İçindeki şüphelerle boşluğa itilen aday dâîye yönelir ve ondan içindeki sıkıntıları gidermesini ister. Dâî ise onu rahatlatmaz ve meselelerin sanıldığı kadar basit olmadığını söyleyerek adayın gözünü korkutur ve meseleyi iyice abartır. Acele etmemesini tembih ederek oyalama taktikleri izler. Sonunda adaya yemin verir. Öğrendiklerini saklayacağına ve aralarında bir sır olarak kalması gerektiğine dair inandığı en yüce değerler adına adaya yemin ettirir.
* Rabt: Mezhebe davet edilen adayın hiçbir durumda bozamayacağı, buna cesaret bile edemeyeceği ağır yeminlerle dâîye bağlanmasıdır.
* Tedlis: Yeminle kendisine bağlanan adaya sırları vereceğini söyleyen dâî, adayı kandırır ve sırların hepsini vermez. Kademeli (tedrici) olarak hareket etmeyi uygun görür. Öncelikle mezhebi hatırlatma yolunu izlemekten öteye geçmez. Tefekkür ve akıl yürütmenin güvenilir olmadığını adaya telkine başlar. Dâîlerin uzun süre aynı yerde bulunması sakıncalı görülmüş ve o nedenle işlerini ihtiyatlı yapmaları istenmiştir. Dâî işlerini gizli yapmalı, kimliğini insanlara farklı şekillerde açıklamalı ve zaman zaman kılık kıyafetini de değiştirmelidir.
* Telbis: Adayın kafasını karıştırma sürecidir. Önce basit konular verilerek zamanla bunların bâtınî yönleri ve anlamları açıklanmaya çalışılır.
* Hal’ ve Selh: Hal’ mezhebe davet edilen kişinin dini sorumluluklardan kurtulması, selh ise adayın dininden çıkması (hal’ edilmesi)dır. Bu açıdan hal’ amel ile, selh itikad ile ilgilidir. İnancı kalbinden sökülen aday, artık selh makamına ulaşmış olduğundan Bâtınîliğe kabul edilir. Selh Bâtınîlerce en büyük rütbe olarak kabul edilmektedir.
Bâtınîliğin İslâm dünyasında çeşitli maskeler altında karşımıza çıktığına yukarıda temas etmiştik. Başlangıç aşamasından itibaren Şiî İslâm olarak adlandırdığımız Ca’ferîlik ile İmam Ca’fer-i Sâdık’ın oğlu İsmail’i imam tanıyanları ifade eden İsmâilîlik arasında da bu anlamda birtakım farklılıklar göze çarpmaktadır. On iki İmam Şiîliğini temsil eden Ca’ferîler, imamet konusunda Hz.Ali ve onun soyundan gelen on iki imamı kabul ederken İsmâilîler, Ca’fer’in oğlu İsmail’in imamlığı ile birlikte yedi imamı kabul etmişlerdir. Ayrıca İsmâilîlere göre imamet makamına geçecek kişide aranması gereken şart, imamın Fatıma evladından olmasıdır.
İsmâilîler ile Ca’ferîler arasındaki ayrımı Henry Corbin, zâhir ve bâtın açısından ele almıştır. Corbin, zâhir ile bâtın dengesini bir arada tutmaya çalışan On iki İmam Şiîliği ile, bâtının zâhirin önüne geçtiği, imametin nübüvvete tercih edildiği Alamut İsmâilîliğini kıyaslamış ve Fâtımî İsmâilîliğini Ca’ferîlere yakın bulmuştur.
İsmâilîler gerçek anlamda özgürlüklerini Mısır’da Berberîlerin de desteği ile kurmuş oldukları Fâtımî devleti ile elde etmişlerdir. Fâtımî İsmâilîliği daha çok Şiî İslâmın çezgisine yakınken, Alamut İsmâilîliği Bâtınî bir fırka haline gelmiştir.
Fâtımî halifesini ilk zamanlar imam tanıyan Hasan Sabbah, sonradan tedrici olarak fikrinden caymış ve çevresine topladığı insanları Kur’an’ının bâtınî anlamlarıyla cezb ederek etkilemiş ve sonra de haşhaşla uyutarak propagandasını sürdürmüştür. Zamanla müritlerini sahte cennetlerde eğlendirmiş ve nihayetinde ulûhiyyetlik iddiasına kalkışmıştır. Sevenleri ve dostları tarafından sıkı bir biçimde korunan Alamut kalesini kendine karargah yapan Hasan Sabbah, üzerine gönderilen kuvvetleri püskürtmeyi başarmıştır.
Mısır’da kurulan Fâtımî devletinde İsmâilîler, istedikleri gibi hareket edebiliyor ve kendi dînî düşüncelerini başta el-Ezher medresesi olmak üzere çeşitli yollarla yayıyorlardı. Halife Hâkim bi-Emrillah temsil ettiği imamet makamında zaman içerisinde aşırılığa gidip Tanrının kendine hulûl ettiğini iddia etmiş, veziri Hamza ise bu düşünceyi Kahire camiinde halka açıklanana kadar gizlemiştir. Bu olaydan sonra imam ortadan kaybolmuş, Hamza ise onun nâibliğini üstlenmiştir. İşte Bâtınî akımlardan Dürzîlik de, Fâtımî halifesi Hâkim bi-Emrillah’ın uluhiyyeti esasına dayanmaktadır.
Bu kapsamda bir başka Bâtınî akım olan Nusayrilik de, On iki imamın nâiblerinden Numeyri’nin imamet iddiasında bulunması düşüncesine dayanmaktadır. Nusaynrilik’te Ali’nin uluhiyyeti esası benimsenmektedir. Muhammed b. Numeyrî’ye nisbetle adlandırılan Nusayriler, Numeyrî’nin peygamberliğini kabul ederler. Bu fırkada da Hıristiyanlıktaki teslis akidesine benzer şekilde Ali-Muhammed-Selman üçlüsüne farklı bir bakış açısı vardır.
Bunlarla birlikte Bâtınîlik içinde Kadıyânilik, Şeyhîlik, Hurûfilik gibi çeşitli kollar da değerlendirilmektedir. Zira hepsinin temelinde Bâtınî düşüncenin esasları yer almaktadır. Hurûfilik diğerlerine göre az da olsa farklı bir yapı sergiler. Fazlullah Hurûfî’ye nisbetle adlandırılan Hurûfilik’te te’vil, sayılar esası ile yapılmaktadır. Bu açıdan Kur’an’ın sayılarla yapılmış yorumlarıyla karşılaşmak mümkündür. Hurûfilik, doğuşundan itibaren Sünnî ve Şiî İslâm içinde yankı bulmuş, özellikle tasavvuf kanalıyla edebiyata ve tarikatlara etki etmiştir.
XIX.yy. içinde ortaya çıkan Babâilik ve Bahâilik gibi akımlar da İslâm’a zarar veren ve dış mihraklarca da desteklenen zararlı cereyanlar olarak değerlendirilmekte ve Bâtınî zümrelerden sayılmaktadır. Bahâilik, aslında Babâiliğin az da olsa gelişmiş ve çağa uydurulmuş şeklinden ibarettir. Bazı araştırmacılar tarafından uydurma bir din olarak da görülmektedir. Bab ve Baha esasında aynı mantıktan hareketle ortaya atılmıştır. Bu akımların kurucuları imamın nâiblerini temsil etmektedirler.
Öz itibarıyla Bâtınî düşünce, İslâm’a sonradan katılan bölgelerde, buralarda yaşayanların eski gelenek ve göreneklerine İslâmî bir maske geçirilmesinden ibarettir. Farklı isimlerle, çeşitli devirlerde değişik adlarla karşımıza çıkan Bâtınî cereyanların temel niteliklerinde (te’vil, hulul, tenâsül, imamet, gibi) bir farklılığın olmadığı görülmektedir. Pek çoğunda “mehdî” inancının varlığını, hulûl, ittihâd ve tenâsühün bir inanç olarak yaşatıldığını, te’villerin de bunlara destek amacıyla bir güç olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.
Bâtınîliğin te’vil anlayışında imam telakkisi ve en iyi te’vili imamın yapacağı inancı tarihsel süreç içinde giderek yüzeyselleşmiştir. Başlangıçta Ali ve ehl-i beyt düşüncesine hizmetle ortaya atılan mâsum imam nazariyesi, sonraları Bâtınîliği temsilen dönemin imamlarına ve daha da ileri boyutta İmamın Tanrılaşmasında ya da Tanrının imamda zuhur etmesine kadar götürülmüştür. Yahudilik ve Hıristiyanlık’taki mehdî inancı, Bâtınîlerce de büyük ölçüde kullanılmıştır. Bu anlayış, imamların zamanla insanlığın huzur ve güveni için mehdî rolüne soyunmalarına da zemin hazırlamıştır.
Bâtınî düşünce Osmanlı döneminde de zaman zaman reaksiyon göstermiş, yönetim de bu eğilimde olanları bazen sürgüne göndermiş, bazen de sınır boylarına yerleştirerek sefer durumlarında yararlanmıştır.
Sünnî İslâm’ın Bâtınîlere bakışı gayet açıktır. Gazâli’ye göre Bâtınîler, gizli teşkilatları içinde istediklerini yapmakta ancak dışa karşı takiyyeyi ileri sürmektedirler. Bâtınî olduğunu ifade eden kişi mürted sayılır, dinden çıkmıştır, bu yüzden onun fıkhî hükmü kâfirden daha ağırdır, katli vaciptir. Gazâliye göre Bâtınîlere aman verilmemeli, şiddetle cezalandırılmalı ve tâkibata uğratılmalıdır.
Bâtınîler bütün görüşleri itibarı ile olmasa da zaman zaman çeşitli kolları ile tarikatları da etkileyerek tasavvufa da sirayet etmiştir. Özellikle şiir yoluyla davalarını gündeme getirmeleri, edebiyattaki yansımaları açısından önemlidir. Seyyid Nesîmî bu anlayışın tipik bir örneği olarak karşımızdadır.
Sonuç itibarı ile Bâtınîlik, asırlardır İslâm dünyası içinde faaliyet gösteren fırkaların, grupların ve cereyanların adı olmakla birlikte, İslâm düşünce dünyası içinde de olumsuz izler bırakmıştır. Aklı ve bilimi inkâr ederek yerine her şeyi te’vil eden masum imam teorisini ortaya koymakla imametin arkasına sığınılmış, tenasüh, ibaha, hulul ve mehdî gibi kavramları himayesine alarak dini, ideolojilerine ve siyasî çıkarlarına alet eden insanlardan ibaret bir yapı tesis edilmiştir. Ne var ki, bütün olumsuzluklarına rağmen Bâtınîliğin de İslâm kültür dairesi içinde düşünülmesi ve bu açıdan değerlendirilmesi gerektiği inancında olduğumuzu ifade ediyoruz.
Kaynakça:
- Corbin, Henri: İslâm Felsefesi Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 1986.
- Gölpınarlı, Abdülbâki: 100 Soruda Türkiye’de Tarikatlar ve Mezhepler, Gerçek Yayınları, İstanbul 1970.
- Ocak, Ahmet Yaşar: Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ankara 1999.
- Hodgson, M.G.S.: İslâmın Serüveni, C.1, İz Yayınları, İstanbul 1995.
- Uludağ, Süleyman: İslâm’da İnanç Konuları ve İtikâdi Mezhepler, Marifet yayınları, İstanbul, 1998.
- Çamuroğlu, Reha: Tarih Heterodoksi ve Babâîler, Doğan Kitap, İstanbul 2001.
- İmam-ı Gazâli: Bâtınîliğin İçyüzü, (Çev.: Avni İlhan), T.Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993.
- Hammadi, Muhammed: Bâtınîlerin ve Karmatîlerin İçyüzü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1948.
* Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı ABD Araştırma Görevlisi