28 Ağustos 2019

“MUM SÖNDÜ!”





Caminin egemen olduğu hiçbir ülkede demokrasi ve insan hakkı yoktur. 
Ülkeler sömürge, insanlar kuldur… Kadın köledir; oy hakkı yoktur. Hıristiyan âleminin üçyüz yıl önce kırdığı, koparıp attığı zincirleri, İslam âlemi neden kıramaz; neden hala 16. yüzyılın değerleriyle yaşamakta ısrar eder?
Çünkü feodalite, statükonun ağababasıdır. Cami, statükonun kalesidir. Emeğin, Hakkın değil, sömürünün ve egemenin yanında yer almış, yandaş olmuş, meşrulaştırma misyonuna soyunmuştur. Değişim ve demokrasi karşıtıdır. Alevi nefreti, farklılıklara yönelen kırımlar, iftiralar hep cami ve Diyanet cemaatince üretilmiştir. Hiç mübalağa etmiyorum; objektif olmaya çalışarak, derinliğine bakın, çarpıcı gerçeği siz de göreceksiniz.
Geçen hafta medyada yine aynı mealde bir haber okuduk… 
Haber başlığı şöyleydi; “Aleviler mum söndü yapar!” 
YALANLAMA BEKLEDİM
Bekledim ki, ulemadan, cami cemaatinden, bunların örgütlerinden, “akil” adamlarından, şeyhlerinden, şıhlarından ve temel problem alanı olan Diyanetten; “bu yaptığınız ayıptır, iftiradır, bühtandır, bölücülüktür, alçaklığın da bir sınırı vardır, yapmayın” diyen biri çıksın… Çıkmadı… Alenen soruyorum: ne oldu size, insanlığınıza, itikadınıza? İçinizde Haktan yana hiç mi insan kalmadı? Yok!
Bu yaşa geldim, böyle bir Müslüman’a rastlamadım… Ya siz?
Azeri şair Sabir’i bilir misiniz? O’nun dizeleridir; “harda bir Müselman görirem gorhirem/ gorhirem aybalam gorhirem!”
Konuya dönelim; iftiranın sahibi olan alçak; Gemlik Endüstri Meslek Lisesi'nde din dersi öğretmeni. Yani bir kamu çalışanı… Ayrımcılık yaparak istikbal arayan tipik bir mürteci, bir cahil… Evet, keşke “öğretmen”, kadrosu verilen aşağılıkların sayısı, “bir iki cahil” deyip geçecek denli sınırlı olsaydı, ama öyle değil… Sürüyle… Bunlar, sanki öğretmen değil, eğitim-öğretim için okula gönderdiğimiz yavrularımıza işkence eden “dal grubunun” üyeleri! Akılları, insanlıkları, vicdanları alınmış onbinlerce kadavra! SÜRÜ NEREDEN GÜÇ ALIYOR?  
Bilinen şeydir, sürü “elebaşını” gözler. Elebaşı ne yapar, nereye giderse, aynen taklit eder. Birazdan kurda yem olacağını düşünemediği için kurdun arkasından gider, ölür; öndeki koyunun boğulduğunu gördüğü halde arkasından gidenler de düşünmeden çaya da atlar, geberir... Dolaysıyla sürü; akla da, düşüne de ihtiyaç duymaz. Günümüzün ‘fenomeni’ de yobazın taklit ettiği bir numaralı örnek durumunda! Dolaysıyla bakan, müsteşar, vali, yargıç, savcı, okul müdürü, öğretmen O’nu takip ediyor.
“Dünyanın en eski mesleği!” bile beş para etmiyor artık. Sürecin en karlı “mesleği”, Tayyip Beye yağdanlık yapmak, “Allah’la aldatmak” ve garibe vurmak… Meslekte yükselmek, para ve şöhret sahibi mi olmak istiyorsun? Okulun, apartmanın, bulunduğun kamu kurumunun, kışlanın bir bölümünü mescit yap, Atatürk resimlerini çöpe at, hatta bir de gazete muhabiri çağır, Atatürk’ün çöpteki resimlerini göster ve haber yaptır. Ramazan’da yemekhaneyi kapat, iftar çadırı kur… Hiç bişey bilmezsen tabeladaki T. C.’yi sök!
Ama başbakanı mutlu edecek bir eylem biçimi arıyorsan, Alevileri aşağıla, iftira et!
En mazlum, en mağdur, en sahipsiz, hak ve hukuku gözetilmeyen, örgütü, partisi, sahip çıkanı olmayan kesim kim; Aleviler… Çoluğu, çocuğu devlet zoruyla asimilasyona tabi tutulan, ibadethanesine, ibadetine hakaret edildiği halde kıyıcılığa, ahlaksızlığa, şiddete başvurmayan, yasadışına çıkmayan, vatana, millete, doğaya, dünyaya zarar vermeyen, yurttaşlık sorumluluğunu bihakkın yerine getiren kim; Aleviler. Demokrasiye, laikliğe, cumhuriyet değerlerine, insan haklarına en bağlı kesim kim; Aleviler… Diktatör heveslisine, çağdışı partilere oy vermeyen, zırnık bile koklatmayan kesim kim; aleviler… O halde vur Alevi’ye! 
“MUM SÖNDÜ!”
Dinleyin mürteciler, aklı-fikri uçkurunda gezen sapıklar, hülleciler, beş karı peşinde olan, 12-13 yaşındaki kız çocuklarını alan-satan ahlak düşkünleri! Osmanlının sapık ilişki merkezleri olan medrese özlemcileri… İftira ve sapkınlıkta sınır tanımadığınıza, bu yazılanlara da itibar etmeyeceğinize şüphem yok ama yine de şu “mum söndü” iftiranıza, nereden çıktığına dair bir açıklık getirelim.
Cem, her aklına esenin girebileceği bir erkân değildir. Kaydı, kuralı, ciddiyeti, ahlakı, değerleri vardır. Hırsız, namussuz, ırz düşkünü, haram yiyen, üzerinde kul hakkı bulunan, cem ehlinin rızasını alamayan, ağlattığını güldürmeyen, döktüğünü doldurmayan, özetle görümden geçmeyen hiç kimse, canlarla cem olamaz. Görümden geçen, canların rızasını alıp yerine oturan herkes candır, canandır, bacı-kardeştir. Onbinlerce yıla dayanan kuralları, edebi- adabı vardır. Şamanın, zerdüştün, budanın Mavera-ün Nehir denilen coğrafyada yaşayan, başta Türkler olmak üzere bölge halklarının inançsal kültürünü sinesinde taşıyan koskoca bir altlıktan beslenir. 
Bu yüzden iddia ediyorum: cem ehlinin kov-gıybet yaptığı, diğer inançlara saldırdığı, buğuz ettiği, cem ibadetinden çıkıp insan yaktığı, insana kıydığı görülmemiştir. Bu suçlardan herhangi birini işleyene “düşkün” denilir ve ‘döktüğünü doldurmadığı’ sürece ceme girmekten men edilir.
“Mum” dediğiniz nesnenin ibadethanemizdeki adı delildir. Delili, yani çerağı uyandırmak (yakmak), Alevi ibadetinin oniki hizmetinden biridir. Güneşi sembolize eder, kutsanır. Mekânın aydınlatılması için değil, gönüllerin aydınlanması için uyandırılır. Meydan evinde canların huzurunda hazırlanan çerağ, büyük bir huşu, törensellik ve düazlarla yerine konulur. Çerağ yerine konulurken bütün canlar ayaktadır. Eller göğüs üstünde, sağ ayak parmakları sol ayaküstünde, pür dikkat çerağ izlenir. Çerağın sönmesi, sönmesine neden olunması kötülüğe delalettir. Karanlığı ve kötülükleri kovan, evreni ve insanlığı aydınlatan güneş gibi, çerağ da canların gönlündeki karanlığı aydınlatır, kötülüğü kovar.
Gelenek (inanç), onbinlerce yıl öncesine dayanır. Abdulbaki Gölpınarlı hocanın bulgularına göre bu yüzden, ışığı kutsayan eski Türk boylarından bazılarına ışık taifesi denir ve bu sıfatın nedeni, işte bu törene ve ışığın kutsanmasına dayalıdır. Siz, Arap’ın geleneğini-ahlakını taklit etmek için birbirinizi kırarken, Aleviler, bu geleneği yaşar ve ısrarla yaşatır. 
MUM NEDEN SÖNDÜRÜLÜR?
Köy ya da kasabanın saygın insanları cem erkânının yürütülmesine dair karar vermişlerse, karar anında emniyet tedbirleri de konuşulur. Çünkü devleti elinde tutan devşirme ve köksüz Osmanlı’nın şer-i yasalarına göre Alevilik yasaktır. “İnancı fasik, yaşamı haramdır.” Bu yasağa dair binlerce ferman, hüküm, kadı fetvası vardır. Tedbir almamanız halinde, Osmanlı emniyet güçleri cem erkânını basar, “cem ehli” denilen insanları kadın, çocuk demeden toplayıp götürür, eza-cefa eder, çeşitli cezalara çarptırır veya katleder.
Bu yüzden Pir Sultan Abdal, Ebu Suud’un fetvalarına kızmış, esip-gürlemiş, hakaret etmiştir: “Fetva verir yalan yulan/ domuz gibi dağı dolan/ sırtına vururum palan/ senin gibi hayvan var mı?” 
Asker baskınından, haberdar olmak ve cem olan canlara haber vermek üzere araziye nöbetçiler konulur. Baskına gelenleri fark eden nöbetçi derhal harekete geçer ve arkadaşını köye gönderir. Haberi alan dede, cem erkânını olduğu yerde keser, canları sağ-salim hanelerine gönderir, bir duayla çerağı söndürür.
Çerağa “mum” diyen asker, ihbar edilen eve gelir, kontrol eder, karakola döner, gördüklerini amirine rapor eder. Özetle, “mumu söndürüp, dağılmışlar” der… Bu baskınlar, laikliğin kabulüyle sona erer ama bu kez de işte bu “mum söndü” iftiraları başlar. Ve Muaviye, Yezit, Mervan’ın yolunu benimseyenler, iftira etmeye, bölücülüğe, nefret saçmaya devam eder…
Yazı ağır mı olmuş? Ya muhatap edildiğimiz iftira; daha mı hafif?
Murtaza Demir
Odatv.com
Mum Söndü Nedir? 
Mum Söndü Nasıl Başlamıştır?

Öncelikle yazımız iki kısımdan oluşacak. 
İlk kısımda Alevilik ya da diğer adıyla Kızılbaşlarda günümüzde bilinen anlamıyla Mum Söndü olayını ele alacağız sonrasında ise İskender PALA tarafından kaleme alınan ve Mum Söndü olayının nasıl başladığını anlatan yazıyı sizlerle paylaşacağız.
Aslında en fazla yanlış bilinen tabirlerden birisidir “Mum Söndü”tabiri. Birçok kişi Mum Söndü olayını Alevilikte bir ibadet olarak görürler.

Ortaya atılan söylentilere göre Mum Söndü olayı, İbadet halinde olan Alevilerin Erkek ve Kadınlardan oluşan bir odada iken ortamın tamamen karanlık bir hale getirilmesi ve o karanlık ortam içerisinde birbirlerini görmeden ve kim olduğunu bilmeden birbirleriyle ilişkiye girmesi olarak söylenir.
Diğer bir anlatım tarzında ise birbiriyle hiçbir şekilde bağı olmayan iki bakir genç kızı ve erkeğin aynı odada bırakılarak karanlık ortamda ilişkiye girmeleri olarak ele alınır.
Ancak bu söylemlerin ikisi de tamamen yanlış bir tanımlama olup, bir anlamda Alevilik ya da Kızılbaşlık merkezinde yaşayan insanlara yapılan bir hakarettir. Peki, nedir bu Mum Söndü olayının. Bunu size iki farklı şekilde sunmamız mümkün. İlk sunacağım örnek aslında bir düşünce ancak ikincisinde sunulacak olan bilgi (İskender Pala tarafından açıklanan bilgi) daha akla yatkın ve mantıklı.
Mum Söndü gerçekte nedir.
Bu soruya birçok kişi Osmanlı Devleti döneminde Yeniçeri Ocaklarının Alevileri dinlerini yaşamalarını engellemeye çalıştıkları, bu sebeple Alevi olarak damgalanılan evlere geceleri baskın yaparak dini vecibelerini yerine getirmeye çalışıp çalışmadıkları kontrol edildiği söyleniyor. Bu sebeple Yeniçeriler evlerine yaklaştıklarında Aleviler evdeki mumları söndürmekte ve ibadetlerine o şekilde devam etmekteymişler.
Bu sebeple Mum Söndü lafı ortaya atılmış.
Ancak bu noktada Osmanlı Devletinin halkına her zaman ibadetlerini açıkça ve hiçbir kısıtlamaya mahal vermeden yapma hakkı tanıması gibi bir durum yok sayılıyor ve buna bağlı olarak Osmanlı Devletinin sanki sadece kendi belirlediği dinleri halkının yaşamasına izin verdiği görüşü ortaya çıkıyor.
Konu hakkında eski kaynaklara bakmamda bu konuda bana somut bir delil vermediği için ilk seçeneği es geçiyorum.
Ama aşağıdaki yazıyı okumanızı öneriyorum. 
Bana göre daha mantıklı olan açıklama budur.
İskender Pala ve “Kızılbaşlık ve Mum Söndü” Başlıklı Yazısı…
Anadolu Aleviliğinin tarihsel süreçteki adı Kızılbaşlık’tır. 
Bu kelimenin içini dolduran anlam yüzyıllar içinde değişmiş, bir zamanlar “Kızılbaşlık gibi unvanımız var” diye övünülen bir isim iken bugün saklanan bir kimlik haline dönüşmüştür. Alevilere neden Kızılbaş denildiğine dair pek çok rivayet vardır.

İsmin kökenini Uhud harbinde Kâinatın Efendisi Muhammed Mustafa’yı savunurken on altı yerinden yaralanıp başlığı al kanlara bulanan Hz. Ali hakkında kullanılmış bir tabir gibi gösterenler yanında, Şamanların kızıl bir başlığa bürünerek ayinlerini yönetmelerinden dolayı işi İslam öncesi dönemlere götürenler vardır.
Bu iki uç görüş arasında Kızılbaş adına yorum getiren daha pek çok rivayet mevcuttur. Bu rivayetler günümüz Aleviliğinin çeşitliliğini ve makasın uçları arasındaki geniş yelpazeyi de işaret etmektedir.
Yani Kızılbaşlığı Sünni İslam dairesine yaklaştırarak namaz kılıp oruç tutan bir Alevilik ile “Ali’siz Alevilik”i savunarak İslam öncesi Şamanlıkla bağlantı kurmayı tercih eden bir Alevilik arasında gidip gelen kültürel bağ.
Başına kırmızı serpuş dolayan bir Alevi dedesinin “Kızıl-baş”lığı her iki uca da hükmetme iddiasında; heyhat!..
Kızılbaş adı Şah İsmail döneminde yaygınlaşıp resmileşmiş ve tarihsel süreçte bir övünç vesilesi olmuştur.
İsmail’in babası Şeyh Haydar, Erdebil tekkesi müritlerine on iki dilimli kızıl bir taç giydirip kızıl sarık sarmaya başladığında müritlerini manevi derecelerine göre tasnif edip aynı kızıl başlığı sarıklı veya sarıksız olarak giydirmiştir.
İsmail bu uygulamayı devam ettirmiş, şeyhliğini şahlığa tahvil edince de askerlerine, halifelerine, dahi ve nökerlerine aynı kızıl başlığı giyindirmiştir.
Güçlü bir devlet olup da II. Bayezid ile yaptığı andlaşma gereği askerlerini Anadolu’dan Suriye’ye geçirdiği vakit Anadolu’daki mürit ve muhipleri de kızıl başlık kullanmaya başlamışlar,
Yavuz Sultan Selim döneminde de bunu bir kimlik göstergesi saymışlardı. Anadolu Aleviliğinin “Kızılbaş” adını kullanması ve diğerlerinin de onları bu adla anması o yıllarda başlamış, kızıl başlıklar ile beyaz başlıkların savaşı olan Çaldıran’dan sonra da yaygınlaşmıştır.
Zaten Türkler arasında başa takılan başlıklara izafeten boy ve oymak isimleri eskiden beri kullanılmaktaydı.
Siyah başlık (papak, kalpak) giydikleri için “Karakalpak” veya “Karapapak” diye anılan Türk boyu veya Anadolu’da “Karabörk”, “Karabörklü”, “Kızılbörklü”, “Akbaşlı” ve “Akbaşlar” diye adlandırılmış eski köyler bunun örneğiydi. Keza XVI. yüzyılda Özbek askerleri yeşil başlık kullandıkları için “Yeşilbaşlar”, Karakoyunlular kara başlık kullandıkları için “Karabaşlar”, Osmanlı askeri de beyaz başlık kullandığı için “Akbaşlar” olarak anılabiliyordu.
Şah İsmail’den Sonra Ne Oldu?
Kızılbaş adı bir hakaretin adına dönüştü.

Birisine Kızılbaş denildiğinde onu aşağılama ve hamiyetsizlik iması öne çıkar oldu.
Osmanlılar döneminde bu adı hakaret için kullananlar daha ziyade resmi ideolojinin temsilcileri idiler ve Kızılbaşlık düşüncesiyle mücadele için bunu yapıyorlardı.
Onlara göre, durmadan isyanlara kalkışan, durmadan devletin başına çorap ören bu gruba karşı yaptırım ve cezaları haklı gösterecek bir zemin gerekiyordu.
Gel gelelim, ötekileştirme çabası bilhassa Cumhuriyet’in ilanını takip eden yıllarda daha da arttı ve Kızılbaşlık gayr-i ahlakî bir tavır ile tanımlanır oldu.
Bunun en belirgin göstergesi de “mum söndü” safsatasıyla örtüştürülerek halkın dimağlarına kazındı.
Oysa “mum söndü” ifadesi, Kur’an’ın dışlandığı, imanın içinin boşaltıldığı, tekkelerin kapatıldığı, ibadetlerle birlikte dinî zikir ve tasavvuf adabının yasaklandığı, ibadet esnasında jandarma korkusuyla kapılara nöbetçilerin, sokak başlarına erketelerin konulduğu dönemin anılarını taşıyordu ve anî baskınlara maruz kalmamak için gizli kapaklı semah yapan Kızılbaş grupların bunu ancak mum ışığında yapabilmeleri ve yakalanacakları haberi gelir gelmez, yahut her dinî grup gibi kapıları dipçikle dövülmeye başladığında mumları söndürüp ortamı gizleme gayretlerine yakıştırılan suçlamanın adıydı.
Tarihsel süreçte ise böyle bir suç bulunmamaktadır.
Nitekim Osmanlı’nın hukuk sisteminde kriminal olayların kafa kâğıdı sayılan kadı sicillerinde buna örnek teşkil edecek dava ve hükümler yer almaz.
Kızılbaşlık geleneğinde mum ile semah ilk kez Şah İsmail ile Kalender Çelebi’nin mülakatlarında gündeme gelmiş, ikisi bir mum yakarak semaha kalkmışlar, mum sönesiye kadar
(o zamanki mumların patates misali yamru yumru olduğu ve yaklaşık iki saat kadar yandığı bilinmektedir)
vecd halinde dönmüşler ve sonra bitap düşmüşler.
Bilahare bazı Kızılbaş gruplar arasında mumlu semah uygulaması kısa bir süre Şah İsmail sünneti olarak tatbik olunmuş, sonra terk edilmiş
(Yeni çıkan Şah Sultan romanımda bu konunun teferruatı anlatılmıştır).
Bana göre Türkiye’mizde barış ve huzur içinde yaşamanın yolu dayatmaları ortadan kaldırmaktan geçiyor. Ermeni, Kürt veya Alevi, başörtülü veya ateist, herkes kendi kimliğine uygun hayatı yaşayasıya kadar karşılıklı anlayış, saygı ve özgürlük ortamını desteklemek zorundayız. Ta ki bir Alevi kendisini “Kızılbaş” olarak tanıtmaktan utanmasın, hatta gurur duyabilsin.
Bir “Alevi Açılımı”ndan söz edilecekse bunu başarmak durumundayız.
Belki de en ahlaksızca atılmış bir iftira bu Alevilere... Gerçekleri bilince , böyle birşeyin olmadığını bilince ne kadar da zoruna gidiyor insanın.. Dedem 104 yaşında ve Sivas ın köylerinde birinde yaşıyor.. Her gittiğimde anlattığı hikayelerden biridir.. " Cem yaparken hep korkardık çünkü istenmezdik..
Karanlıkta yaptığımız yada ses duyar duymaz tüm ışıkları kapattığımız olurdu " derdi. O yıllarda elektrik olmayacağına göre "ışık kapanma" eyleminden ne sonuç çıkartmamız gerektiğini anlarsınız.. Üniversite de tarih bölümü hocam ( kendisi kesinlikle Alevi değil ) koyu bir Milliyetçidir. Buna rağmen 2-3 hafta tüm derslerinde Alevilik üzerinde durdu... " Bu soruya birçok kişi Osmanlı Devleti döneminde Yeniçeri Ocaklarının Alevileri ... diye başlayan kısım gibi anlattı olayı.. Aleviliğin çok yanlış tanıtıldığından bahsetti...İnsanların doğruları kabullenmesi zor biraz mantıklık düşünün ve o günün sartlarına göre " anlamaya çalışın bizleri...

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...