HASAN
الحسن
Ebû Muhammed el-Hasen b. Alî b. Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimî (ö. 49/669)
Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Fâtıma ile Hz. Ali’nin büyük oğlu.
3. yılın Şâban ayında (Ocak-Şubat 625) veya Ramazan ayının 15’inde (1 Mart) Medine’de doğdu. Babası ona Harb adını koymayı düşünmüşse de Hz. Peygamber, Câhiliye döneminde bilinmeyen Hasan adını ve Ebû Muhammed künyesini vermiş ve kulağına bizzat ezan okumuştur; doğumunun yedinci gününde de akîka kurbanı kestiği ve Hz. Fâtıma’dan saçının ağırlığınca fakirlere gümüş dağıtmasını istediği bilinmektedir.
Kaynaklarda, Resûlullah’a çok benzediği için Hz. Ebû Bekir’in onu, “Ey nebîye benzeyen, Ali’ye benzemeyen” diye sevdiği ve Hz. Ali’nin de buna tebessüm ettiği belirtilir.
Hasan, kardeşi Hüseyin gibi ilk halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almamıştır. Hz. Osman’ın hilâfeti sırasında kardeşiyle birlikte Saîd b. Âs’ın Horasan seferine (29 veya 30 / 650 veya 651) katılmış (Belâzürî, Fütûh, s. 480; Taberî, Târîḫ, I, 2836), daha sonra da babası tarafından yine kardeşiyle birlikte Hz. Osman’ı isyancılara karşı korumak ve evine su taşımakla görevlendirilmiştir (a.g.e., I, 3020).
Babası hilâfete geldikten sonra Hasan, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’ın ona karşı çıkmaları üzerine, Kûfeliler’i babasının yanında yer almaya ikna etmek için Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe’ye gitti. Cemel Vak‘ası ve Sıffîn Savaşı’nda da babasının yanında bulundu. Hz. Ali’nin şehid edilmesinin ardından (19 veya 21 Ramazan 40 / 26 veya 28 Ocak 661) Ubeydullah b. Abbas b. Abdülmuttalib Kûfeliler’i halife olarak ona biata davet etti ve bir rivayete göre (İbn Şehrâşûb, III, 191) aynı gün, bir rivayete göre de (Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 426) iki gün sonra Kûfe’de kendisine biat edildi.
Hz. Ali ölümünden kısa bir süre önce Hasan’a biat konusunda sorulan bir soruya, “Bunu ne emreder ne de nehyederim” diye cevap vermiştir (Taberî, Târîḫ, I, 3461); ancak Şiîler Hz. Ali’nin onu veliaht tayin ettiğine inanırlar (Fığlalı, s. 85). Hz. Hasan, Kûfe Mescidi’nde halka hitaben yaptığı konuşmada Ehl-i beyt’in meziyetlerinden ve Hz. Peygamber’e olan yakınlığından söz etti. Ona ilk biat eden Kays b. Sa‘d b. Ubâde el-Ensârî, biat sırasında kendisini Allah’ın kitabına ve Resûlullah’ın sünnetine bağlı kalmanın yanı sıra isyancılara karşı savaş şartını da kabul etmesi için zorladı; fakat Hasan bu şartın aslında “Allah’ın kitabı” lafzında mevcut olduğunu söyledi (Taberî, Târîḫ, II, 1).
Hz. Ali’nin şehid edildiğini ve Hasan’ın halifeliğe getirildiğini haber alan Muâviye b. Ebû Süfyân, onun taraftarlarını ve Kûfeliler’i kendi safına çekmek için yoğun bir faaliyet başlattı; Abdullah b. Âmir kumandasında Suriye, Filistin ve el-Cezîre kuvvetlerinden oluşan bir ordu hazırlattı. Bu durumu Kûfe’de bulunduğu sırada öğrenen Hz. Hasan da Abdullah b. Âmir’le karşılaşmak üzere Medâin’e doğru yola çıktı. Bu sırada, iki taraf arasında anlaşmazlığın barış yoluyla çözümlenmesi konusunda zaman zaman eski meseleleri de kurcalayan mektuplar teâti edilmiş (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Meḳātilü’ṭ-Ṭâlibiyyîn, s. 46-77), ancak bu yazışmalar durumu gerginleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Muâviye Musul’a ulaşıp orada konaklayınca Hz. Hasan, Ubeydullah b. Abbas kumandasında 12.000 kişilik bir öncü birliğini ona karşı gönderdi ve Ubeydullah’a, Muâviye ile müzakerelerde bulunmak isteyen Kays b. Sa‘d ve Saîd b. Kays el-Hemdânî ile istişare etmesini söyledi. Fakat bu arada, konakladığı Medâin’in Sâbât mevkiinde ordusundaki savaşa karşı isteksizliği sezince bir konuşma yaparak aslında hiçbir müslümana karşı kötü hisler beslemediğini, adamlarının pek çoğunun savaştan hoşlanmadığını bildiğini, bunun için de onların arzu etmedikleri bir şeyle karşı karşıya kalmalarını istemediğini söyledi. Büyük bir şaşkınlık yaratan bu sözler üzerine Hâricîler’in görüşlerini benimseyen bir grup, “Hasan da babası gibi küfre düşmüştür” diyerek üzerine yürüdü ve altından seccadesini çekip elbisesini çekiştirmeye başladı.
Bunun üzerine Hz. Hasan, Rebîa ve Hemdân kabilelerine mensup sâdık adamlarının yanına sığındı; onlar da etrafını çevirip saldırganları uzaklaştırdılar. Hz. Hasan daha sonra Medâin’e gitmek üzere hareket etti. Ancak yolda kendisini öldürmeye teşebbüs eden Hâricî Cerrâh b. Sinân el-Esedî tarafından yaralandı ve şehre ulaşınca valinin evinde tedavi gördü. Bu sırada Muâviye, bir yandan Hz. Hasan’ın taraftarlarınca tartaklanıp yaralandığı haberini etrafa yayarken bir yandan da Enbâr’da onun öncü kumandanı Ubeydullah b. Abbas ile Kays b. Sa‘d’ı kuşattı. Muâviye’nin öncü kumandanı Abdullah b. Âmir de Medâin’e giderek şehrin dışına çıkan Hasan’ın ordusunun karşısında mevzilendi ve onlara Muâviye’nin de Enbâr’ı kuşattığını, aslında savaş niyeti taşımadıklarını ve Hz. Hasan’ın kendisi de dahil olmak üzere askerlerinden onlara sığınanların hayatlarının bağışlanacağını söyledi. Bu sözler karşısında çoğunluk savaştan kaçındığını belli etti; Hz. Hasan da Medâin’e dönerek hilâfeti Muâviye’ye teslim etmek için belirlediği şartları Abdullah b. Âmir’e bildirmek zorunda kaldı. İleri sürdüğü şartlar şunlardır: 1. İntikam için Iraklılar’dan hiç kimse tutuklanmayacaktır. 2. Milliyetine bakılmaksızın herkes emniyet içinde olacaktır. 3. İşlenmiş suçların tamamı affedilecektir. 4. Ahvaz’ın haracı yıllık olarak kendisine ödenecektir. 5. Kardeşi Hüseyin’e 2 milyon dirhem verilecektir. 6. Hâşimoğulları’na da Abdüşemsoğulları’na (Ümeyye) gösterilen yakınlık gösterilecek ve aynı ihsanlarda bulunulacaktır (Dîneverî, s. 221-222). İbnü’l-Esîr bu şartlara Hz. Ali’ye sövmemeyi de ilâve etmiştir (el-Kâmil, III, 405). Ayrıca muahhar bir Sünnî kaynakla (Süyûtî, s. 191) Şiî eserleri (meselâ bk. İbn Tolun, s. 65; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, I, 143; M. Husain Tabatabai, s. 56), anlaşma şartlarına hilâfetin Muâviye’nin ölümü halinde Hasan’a iade edilmesi maddesini de eklemişlerdir. İbn Hacer el-Heytemî bu maddeyi, “Muâviye kendisinden sonra yerine kimseyi tayin etmeyecek, bu iş ondan sonra müslümanların şûrası ile tesbit edilecektir” şeklinde verirse de (eṣ-Ṣavâʿiḳu’l-muḥriḳa, s. 136) anlaşmada böyle bir maddenin bulunması olayların gelişmesine pek uygun düşmemektedir; çünkü Muâviye, oğlu Yezîd’e biat aldığı zaman Hz. Hasan’la yapılmış anlaşma uyarınca hilâfete aday gösteremeyeceği yolunda kendisine karşı herhangi bir itirazın ileri sürüldüğü sabit değildir.
Abdullah b. Âmir Hz. Hasan’ın şartlarını Muâviye’ye götürdü, Muâviye de bunları kendi eliyle yazarak mühürledi ve Hz. Hasan’a iade etti (25 Rebîülevvel 41 / 29 Temmuz 661; bk. Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 426; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 405-406; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, I, 143). Şartlarının kabul edilmesine memnun olan Hz. Hasan, anlaşmayı Kays b. Sa‘d’a bildirerek yetkilerini Muâviye’ye devretmesini ve Medâin’e dönmesini emretti. Bu duruma öfkelenen Kays, kumandası altındaki 4000 adamına ya sapıklığa düşmüş bir imama (Muâviye) itaat etmelerini veya imam olmadığı halde kendisine uyarak savaşa girmelerini önerdi, onlar da birinci şıkkı tercih ettiler (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 407). Bu arada Hz. Hüseyin ve Hucr b. Adî gibi bazı kimseler, Hz. Hasan’ın Muâviye ile anlaşmasına, arkasındaki müslümanları küçük düşürdüğü gerekçesiyle karşı çıktılarsa da Hasan kararından dönmeyerek adamları ile birlikte Medâin’den Kûfe’ye gitti ve oraya gelen Muâviye’ye vardıkları anlaşmayı şahsen de teyit ettirdi (Cemâziyelevvel 41 / Eylül 661). İslâm tarihinde 41 yılına bu uzlaşmadan dolayı “âmü’l-cemâa” (birlik yılı) denilmiştir. Böylece Hz. Hasan, kardeşi Hüseyin’in şiddetle karşı çıkmasına rağmen Muâviye ile anlaşarak Hz. Peygamber’in işaret ettiği gibi (Buhârî, “Ṣulḥ”, 9; “Fiten”, 20) müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur. Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti ve hayatının geri kalan kısmını orada siyasetten uzak bir şekilde geçirdi. Ancak sonunda, rivayete göre Yezîd b. Muâviye ile evlendirilmek vaadiyle kandırılan eşlerinden Ca‘de bint Eş‘as b. Kays tarafından zehirlendi (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 460; a.mlf., Üsdü’l-ġābe, II, 15; Süyûtî, s. 192) ve 28 Safer 49 (7 Nisan 669) tarihinde vefat etti. Ölmeden önce kardeşi Hüseyin’e Resûl-i Ekrem’in yanına, bu mümkün olmadığı takdirde Cennetü’l-bakī‘da annesinin yanına gömülmesini vasiyet etmiş, Mervân b. Hakem birinci teklife karşı çıktığı için Medine Valisi Saîd b. Âs’ın kıldırdığı cenaze namazından sonra Cennetü’l-bakī‘da annesinin yanına defnedilmiştir.
“Müctebâ, takī, zekî” ve “sıbt” lakaplarıyla tanınan Hz. Hasan halim selim, cömert, sakin, vakarlı, siyaset ve fitneden kaçınan bir yaratılışa sahipti. Onun hilâfette kalış süresi hakkında farklı görüşler vardır; müelliflerin bir kısmına göre dört ay üç gün (meselâ bk. İbn Şehrâşûb, III, 192), bir kısmına göre de altı ay üç gün (meselâ bk. el-İmâme ve’s-siyâse, I, 140; Mes‘ûdî, et-Tenbîh, s. 260; Süyûtî, s. 191-192) halifelik yapmıştır. Muâviye ile anlaşma 25 Rebîülevvel 41 (29 Temmuz 661) tarihinde yapıldığına göre ikinci rivayetin daha isabetli olması gerekir. Hz. Hasan doğrudan Resûl-i Ekrem’den, anne ve babasından on üç hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de oğlu Hasan ile Süveyd b. Gafele, Ebü’l-Havrâ es-Sa‘dî, Şa‘bî, Hübeyre b. Yerîm, Asbağ b. Nübâte ve Müseyyeb b. Necebe rivayette bulunmuşlardır.
“Mıtlak” (çok boşayan) lakabıyla da anılan Hz. Hasan’ın hayatında 100’e yakın evlilik yaptığı söylenir; hatta Şiî müelliflerinden İbn Şehrâşûb’a göre ayrıca 250 veya 300 câriyesi olmuştur (Menâḳıbü Âli Ebî Ṭâlib, III, 192; Süyûtî, s. 191; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, I, 145). Ancak onun hakkında müstakil bir araştırma yapan Bâkır Şerîf el-Kureşî, bu rivayetlere karşı çıkarak kendisinin sadece on üç evlilik yaptığını söylemektedir (Ḥayâtü’l-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî, II, 443-460). Çocuklarının sayısı da ihtilâflıdır; kız erkek on iki, on beş, on altı, on dokuz, yirmi ve yirmi iki çocuğu olduğu rivayet edilir. Kaynaklarda adları verilen çocukları şunlardır: Zeyd, Hasan, Kāsım, Ebû Bekir, Abdullah, Amr, Abdurrahman, Hüseyin, Muhammed, Ya‘kūb, İsmâil ve Talha. Tarihçiler, soyunun Hasan el-Müsennâ ve Zeyd adlı çocuklarıyla devam ettiğinde birleşirler. Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere “şerif” unvanı verilmiştir. Tarihte bunlar tarafından kurulan İdrîsîler, Ressîler, Sa‘dîler ve halen devam eden Filâlîler ile (Fas) Hâşimîler (Ürdün) gibi birçok hânedan vardır.
Kaynaklar, Resûl-i Ekrem’in “cennetin efendileri” dediği ve haklarında, “Allahım, ben onları seviyorum, sen de sev!” diye dua ettiği iki torununu çok sevdiğini, isteklerini tereddütsüz yerine getirdiğini, onlarla oyun oynadığını, sırtına bindirip gezdirdiğini, hatta secdede iken sırtına bindiklerinde ininceye kadar kalkmadığını belirtir ve onlara olan düşkünlüğünü gösteren birçok rivayet naklederler. Bunlardan biri de şudur: Bir gün Hz. Peygamber minberde iken Hasan ile Hüseyin’in düşe kalka mescide girdiklerini görmüş, konuşmasını yarıda keserek aşağı inip onları bağrına basmış, “Cenâb-ı Hak, ‘Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir’ (et-Tegābün 64/15) derken ne kadar doğru söylemiştir, onları görünce dayanamadım” dedikten sonra konuşmasına devam etmiştir (İbn Mâce, “Libâs”, 20; Tirmizî, “Menâḳıb”, 30; Nesâî, “Cumʿa”, 30, “ʿÎdeyn”, 27). Hz. Hasan, Ehl-i beyt’e ve Âl-i abâ’ya dahil olmasının yanında kardeşi Hüseyin’le birlikte Hz. Peygamber’in neslini günümüze kadar devam ettiren iki kişiden biridir. Hasan ve Hüseyin’e duyulan sevgi ve şefkat Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra da devam etmiştir. Meselâ Hz. Ömer, hilâfeti sırasında divan teşkilâtını kurup herkesin tahsisatını belirlerken onlara Bedir Savaşı’na katılanlara verilen miktarda tahsisat ayırmıştır (Taberî, Târîḫ, I, 2413). Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ile birlikte bütün İslâm dünyasında olduğu gibi Türkler arasında da Resûl-i Ekrem’in sevgili torunları sıfatıyla daima tebcil edilmiş, sevilmiş ve sayılmış, adları çocuklara verilen en yaygın isimler arasında yer almıştır.
Hz. Hasan bazı Sünnî âlimlerce, babasının şehid edilmesinden hilâfeti Muâviye b. Ebû Süfyân’a devretmesine kadar geçen sürede Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi ve sonuncusu kabul edilir (Şevkânî, s. 606). Şiî kültüründe ise Hasan, bizzat Hz. Ali tarafından tayin edilmiş ikinci imam ve on dört “ma‘sûm-ı pâk”in (Çârdeh Ma‘sûm-ı Pâk) dördüncüsü olarak görülür ve kendisine birçok keramet izâfe edilir. Ancak bazı Şiî toplulukları Muâviye ile barış yaptığı için ona karşı çıkmış ve kendisini tenkit etmişlerdir (Nevbahtî, s. 24). Bugün İran ve Irak gibi Şiîler’in yaşadığı yerlerde, Hz. Hüseyin için muharrem ayının ilk on bir gününde yapılan tâziye âyinleri kadar gösterişli olmamakla beraber, 28 Safer günü hem Hz. Peygamber’in hem de Hz. Hasan’ın vefatı münasebetiyle dinî törenler yapılmaktadır.
Resûl-i Ekrem’in torunu, Hz. Ali ve Fâtıma’nın büyük oğlu ve müslüman kanının dökülmesini istemeyerek hilâfetten feragat etmiş bir kişi olarak Hz. Hasan üzerine geniş bir literatür teşekkül etmiştir. Onun hakkında İslâm tarihi kaynaklarından ve biyografik eserlerden başka müstakil çalışmaların da yapıldığı görülmektedir. Hadis külliyatından Buhârî ile Müslim’in çeşitli bölümlerinde Resûlullah’ın Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkında söylediği birçok hadis mevcuttur (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 18, 22; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 32, 56, 58-61, 67). Her iki eserde de Hasan ile Hüseyin’in faziletlerine dair müstakil birer bab açılmış ve Hz. Peygamber’in yalnız biri veya her ikisi için söylediği medihkâr sözler kaydedilmiştir. Tirmizî’de de “Menâḳıbü’l-Ḥasan ve’l-Ḥüseyn” ve “Menâḳıbü Ehli beyti’n-nebî” adlarıyla bablar açılmış, buralarda diğer bölümlerin yanında yirmiden fazla hadis nakledilmiştir. Öteki hadis kaynaklarından Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce, Dârimî’nin eserlerinde ve el-Muvaṭṭaʾda da çok sayıda hadis zikredilmektedir (bk. Wensinck, VIII, 60-61). Ahmed b. Hanbel, el-Müsned’inde Hz. Hasan’dan mükerrerleriyle birlikte yetmiş dolayında rivayet nakletmiştir (meselâ bk. I, 203, 207; II, 227, 241; III, 62, 64); ayrıca onun Cüzʾün fîhi müsnedü Ehli’l-beyt adlı risâlesinde de (nşr. Abdullah el-Leysî el-Ensârî, Beyrut 1408/1988) on iki hadis daha bulunmaktadır. Şîa’nın temel hadis kaynaklarından olan Kütüb-i Erbaʿa’dan yalnız el-Kâfî’de Hz. Hasan’la ilgili hadisler vardır. Meclisî, sıhhat şartını dikkate almaksızın Şiî hadis kaynaklarında geçen Hz. Hasan’a dair rivayetleri müstakil bir ciltte toplamıştır (Biḥârü’l-envâr, Beyrut 1403/1983, XLIV). Ayrıca Ebü’l-Ferec el-İsfahânî’nin Meḳātilü’ṭ-Ṭâlibiyyîn (bk. bibl.), Necmeddin Ebü’l-Hasan el-Alevî’nin el-Mecdî fî ensâbi’ṭ-Ṭâlibiyyîn (Kum 1988, s. 36-80), Tabersî’nin İʿlâmü’l-verâ (Beyrut 1985, s. 243-252) ve İbn Ebü’l-Hadîd’in Şerḥu Nehci’l-belâġa (XVI, 9-54) adlı eserlerinde Hz. Hasan hakkında önemli bilgiler verilmektedir.
Hz. Hasan’la ilgili çalışmaların bir kısmı, onu kardeşi Hüseyin veya Ehl-i beyt mensuplarıyla birlikte ele alır; çoğu ise doğrudan doğruya ona dair olan kitaplardır. Murtazâ el-Hüseynî el-Fîrûzâbâdî, Âl-i abâ’ya tahsis ettiği eserinde Hz. Hasan’la ilgili hadis kaynaklarında geçen rivayetleri derlemiştir (Feżâʾilü’l-ḫams, Beyrut 1402/1982, III, 282-309). Aynı şekilde Tâhâ Hüseyin, Hz. Ali ve çocuklarına ayırdığı kitabında İslâm tarihi kaynakları çerçevesinde Hz. Hasan’ın hayatını, kardeşiyle arasındaki mizaç farklılığını ve Muâviye ile yaptığı barışı tahlil eder (ʿAlî ve benûh, Kahire, ts. [Dârü’l-maârif], s. 193-220). Muhammed Rızâ da Hz. Hasan’ı kardeşiyle birlikte Resûlullah’ın iki torunu olarak ele almıştır (el-Ḥasan ve’l-Ḥüseyn sıbṭâ Resûlillâh, Beyrut 1407/1987, s. 13-63). Bu türden diğer bazı eserler de şunlardır: Fazlullah Rahîmî, Gülzâr-ı Haseneyn (İstanbul 1994); Şems Osman Üsküdârî, Hasan ve Hüseyin Hakkında Üç Mersiye (Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba, nr. 20867); Abdülfettah Şefkat Efendi, Manzûme-i Siyer-i Nebî ve Evlâd-ı Resûl (Yapı Kredi Bankası Ktp., nr. 768).
Hz. Hasan hakkında yapılan monografik çalışmaların bazıları şu şekilde sıralanabilir: Abdürrızâ es-Sâfî, Belâġatü’l-İmâm el-Haṣan (Necef 1966); Hüseyin Mahmûd Yûsuf, Seyyidü şebâbi ehli’l-cenne el-Ḥasan b. ʿAlî (Kahire 1973); Tevfîk Ebû İlim, el-Ḥasan b. ʿAlî (Kahire 1974); Hasan Kâmil el-Maltâvî, el-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî (Kahire, ts.); Mustafa Muhsin el-Mûsevî, el-Ḥasan b. ʿAlî (Kahire 1975); Kâmil Süleyman, el-Ḥasan b. ʿAlî (Beyrut 1399/1979); Ca‘fer Murtazâ el-Âmilî, el-Ḥayâtü’s-siyâsiyye li’l-İmâm el-Ḥasan (Beyrut, ts.); Süleyman el-Kettânî, el-İmâm el-Ḥasan (Beyrut 1989); Ali Kāimî, İmâm Ḥasan (Kum 1361/1982); Bâkır Şerîf el-Kureşî, Ḥayâtü’l-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî (I-II, Beyrut 1403/1983); Mûsâ Muhammed Ali, Ḥalîmü Âli’l-beyt el-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî (Beyrut 1405/1984); Alâilî, Ḥayâtü’l-Ḥasan (baskı yeri ve tarihi yok); Muhammed Beyyûmî Mehrân, el-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî (Beyrut 1990); Hüseyin eş-Şâkirî, el-Ḥasanü’l-müctebâ (Kum 1415).
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, I, 203, 207; II, 227, 241; III, 62, 64; Dârimî, “Ṭahâret”, 135, “Ṣalât”, 82, 227, “Vitir”, 5, “Luḳata”, 16, “Cihâd”, 54, “Eḍâḥi”, 21, “Libâs”, 40, “Mehdî”, 12, “Sünne”, 12, 20, “Edeb”, 107, 147, 154; Buhârî, “Zekât”, 57, 60, “Hibe”, 21, “Ṣulḥ”, 9, “Cihâd”, 188, “Enbiyâʾ”, 10, “Menâḳıb”, 23, 25, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 18, 22, 30, “Meġāzî”, 14, “Zebâʾiḥ”, 12, “Libâs”, 60, “Edeb”, 18, “Fiten”, 18, 20; Müslim, “Zekât”, 161, “Ḥudûd”, 38, “Feżâʾil”, 65, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 32, 56, 58-61, 67; İbn Mâce, “Ṭahâret”, 77, “İḳāme”, 67, 117, “Libâs”, 20, “Edeb”, 3, 48, “Rüʾyâ”, 10, “Fiten”, 34; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 214, “Zekât”, 16, “Büyûʿ”, 2, “İstiʾẕân”, 36; el-Muvaṭṭaʾ, “ʿAḳīḳa”, 2, 3, 6; Tirmizî, “Ṣalât”, 165, “Vitir”, 10, “Zekât”, 25, “Ṣavm”, 77, “Cenâʾiz”, 2, 52, “Eḍâḥî”, 16, 19, “Libâs”, 16, “Birr”, 12, “Ṭıb”, 18, “Edeb”, 27, 60, “Menâḳıb”, 20, 30, 31, 60; Nesâî, “Taṭbîḳ”, 82, “Cumʿa”, 30, “ʿÎdeyn”, 27, “Ḳıyâmü’l-leyl”, 51, “Cenâʾiz”, 47, “ʿAḳīḳa”, 1, 4, “Eşribe”, 50; İbn Sa‘d, Tercemetü’l-İmâmi’l-Ḥasan (nşr. Abdülazîz et-Tabâtabâî), Kum 1416; a.mlf., eṭ-Ṭabaḳāt, Beyrut 1380/1960, I, 285, 389, 442, 475, 501; II, 319; III, 20, 32, 35, 36, 37, 71, 83, 113, 214, 296, 615; IV, 58, 62, 71, 151, 157; V, 19, 35, 49, 55, 128, 284, 290, 291, 315, 398; VI, 22, 33, 59, 113, 168, 171, 247, 256, 263, 265, 294, 395; VII, 98; VIII, 73, 178, 464; el-İmâme ve’s-siyâse, I, 140; Belâzürî, Ensâb, I, 400, 404 vd., 578; a.mlf., Fütûh (Fayda), s. 480; Dîneverî, el-Aḫbârü’ṭ-ṭıvâl, s. 144, 182, 216-218, 221-222; Ya‘kūbî, Târîḫ (nşr. M. Sâdık), Necef 1384/1964, II, 204-216; Taberî, Târîḫ (de Goeje), I, 1284, 1367, 2413, 2836, 3020, 3147, 3150, 3461-3464; II, 1-13, 15, 24, 129, 143, 145, 198, 199, 323, 520, 1679, ayrıca bk. İndeks; a.mlf., Câmiʿu’l-beyân (Bulak), XXII, 6; Nevbahtî, Fıraḳu’ş-Şîʿa, Necef 1355/1936, s. 24-25; Küleynî, el-Uṣûl mine’l-Kâfî, Tahran 1388, I, 298-300, 461-462; İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd (nşr. M. S. el-Aryân), I, 19, 153; III, 171-172; V, 103-104; Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), II, 288, 361, 413, 426-432; a.mlf., et-Tenbîh (nşr. A. İsmâil es-Sâvî), Bağdad 1357/1938, s. 258, 260, 261, 264; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Meḳātilü’ṭ-Ṭâlibiyyîn (nşr. Seyyid Ahmed es-Sakr), Kahire 1368/1949, s. 46-77, ayrıca bk. tür.yer.; a.mlf., el-Eġānî, IX, 173-174; XII, 7, 195-196, 328-329; XVII, 218-219; XXIII, 207; Halîmî, el-Minhâc, III, 292-295, 371, 380, 388-391, 409, 422, 423; Kādî Abdülcebbâr, Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve (nşr. Abdülkerîm Osman), Beyrut 1966, I, 17, 212-213, 238, 249, 276-277; II, 426, 528-529, 531, 536, 541, 555, 567, 568, 574; İbn Abdülber, el-İstîʿâb, I, 383-392; İbn Asâkir, Târîḫu Dımaşḳ (Amrevî), XXIII, 163-305; İbn Şehrâşûb, Menâḳıbü Âli Ebî Ṭâlib, Necef 1956, III, 141-169, 170-205; Yâkūt, Muʿcemü’l-büldân, II, 3, 295; IV, 1039; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 141, 166, 241, 503; III, 109, 159, 172, 174, 175, 180, 204, 222, 227, 230-231, 260, 299, 324, 333, 384 vd., 391 vd., 397-398, 400-409, 414, 416, 423, 460, ayrıca bk. İndeks; a.mlf., Üsdü’l-ġābe, II, 10-16; İbn Ebü’l-Hadîd, Şerḥu Nehci’l-belâġa (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim), Beyrut 1965, IV, 82; VI, 285-294; XVI, 9-54; Zehebî, el-ʿİber, Küveyt 1960, I, 47-50; a.mlf., Aʿlâmü’n-nübelâʾ, III, 245-279; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 14-19, 108; İbn Habîb, el-Muḥabber, s. 18, 19, 46, 57, 66, 293; İbn Hacer, Tehẕîbü’t-Tehẕîb, II, 295, 301; a.mlf., el-İṣâbe (Bicâvî), II, 68-74; Süyûtî, Târîḫu’l-ḫulefâʾ, s. 187-194; İbn Tolun, el-Eʾimmetü’l-is̱nâʿaşer (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Beyrut 1377/1958, s. 63-67; İbn Hacer el-Heytemî, eṣ-Ṣavâʿiḳu’l-muḥriḳa fi’r-red ʿalâ ehli’l-bidaʿ (nşr. A. Abdüllatîf), Kahire 1385/1965, s. 135-141; Şevkânî, Derrü’s-seḥâbe, s. 286-292, 606; D. M. Donaldson, The Shi’ite Religion, London 1933, s. 66-78; H. Laoust, Les schismes dans l’Islam, Paris 1965, s. 15, 16, 17, 19, 20, 27, 31, 36, ayrıca bk. İndeks; Tâhâ Hüseyin, el-Fitnetü’l-kübrâ II: ʿAlî ve benûh, Kahire 1966, s. 176-194; Abdullah Feyyâz, Târîḫu’l-İmâmiyye ve eslâfühüm mine’ş-Şîʿa, Bağdad 1970, s. 31, 45, 57-58, 111, 147, 181; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, ʿAḳāʾidü’l-İmâmiyyeti’l-İs̱nâʿaşeriyye, Beyrut 1393/1973, I, 141-145; M. Husain Tabatabai, Shi’ite Islam, London 1975, s. 56; Abdülbâki Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiîlik, İstanbul 1979, s. 367-379; Hasan İbrâhim Hasan, Züʿamâʾü’l-İslâm, Kahire 1980, s. 190-196; Bâkır Şerîf el-Kureşî, Ḥayâtü’l-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî, Beyrut 1983, I-II; Âgā Büzürg-i Tahrânî, eẕ-Ẕerîʿa ilâ teṣânîfi’ş-Şîʿa, Beyrut 1983, VII, 16; Ethem Ruhi Fığlalı, İmâmiyye Şîası, İstanbul 1984, s. 84-89; M. Momen, An Introduction to Shi’i Islam, Worcester 1985, s. 26-28; Wensinck, el-Muʿcem, VIII, 60-61; S. Saeed Akhtar Rizvî, “Imam Hasan: the Myth of his Divorces”, Alserāt, IX, London 1983, s. 49-57; Bodiur Rahman, “Responsibility for Action in an Early Historical Document of Islam: Al-Hasan b. Ali’s Risāla”, IQ, XXXVI/4 (1990), s. 235-245; Adnan Demircan, “Hz. Hasan ve Halifeliği”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, I, Şanlıurfa 1995, s. 81-109; H. Lammens, “Hasan”, İA, V/1, s. 308-309; L. Veccia Vaglieri, “al-Ḥasan”, EI2 (İng.), III, 240-243; “İmâm Ḥasan-ı Müctebâ”, DMT, II, 345-349.
Son raşid halifemiz Hz. Hasan zehirlenerek öldürüldü. Hz. Hasan’ı kimin zehirlediği konusu tarihte netlik kazanmamış ve konuyla ilgili spekülasyonlar, komplo teorileri baş göstermiştir.
Rivayete göre kardeşi Hz. Hüseyin, kendisini zehirleyen kişiyi söylemesi için ısrar edince, zehirleyen kişiyi öldüreceğinden dolayı ismini vermemiş, bazı rivayetlerde de isimden emin olmadığı şeklinde geçmektedir.
Hz. Hüseyin Hz. Hasan’a dedi ki:
- Ey Muhammed’in babası, sana bu zehri içireni bana söyle?
- Niçin ey kardeşim?
- Onu öldüreceğim. Vallahi seni defnetmeden önce onu öldüreceğim. Ya ona güç yetiremem ya da yanına ulaşamayacağım bir yerde olur. Bunun dışında o neredeyse öldüreceğim.
- Ey kardeşim, bu dünya geçici ve fani birkaç geceden ibarettir.
Bırak da onunla Allah’ın huzurunda hesaplaşayım.” Böyle dedi ve kendisine zehir içiren kimsenin adını söylemedi.
Bu durumda emin olmadığından dolayı bir isim vermediği anlaşılmaktadır. Ayni zamanda karsı tarafın güçlü olduğu ve kardeşini tehlikeye atmak istememesiydi. Bu dönemde haşimoğullarını yenebilecek ve bu soylu ailenin saygınlığını umursamayacak tek kabile ümeyyeoğullarıdır.
Rivayetlerin ağırlıklı noktası Hz. Hasan’ı karısı Ca’de binti Eşas’ın zehirlediği şeklindedir.
Hatta dönemin şairlerinden Kesir Nemre şöyle bir şiir söylemiştir:
“Ey Ca’de! Hasan’a ağla, ağlamaktan usanma.
Ona gerçek bir ağlayışla ağla, ağlayışın sahte olmasın.
Evine onun gibisini koyamazsın artık, insanlar arasında ne pabuçlu, ne yalın ayaklı hiç kimseyi ona benzer göremezsin.
O adamı kasdediyorum ki, ailesi onu öyle bir zamana teslim ettiler ki, o zaman kuraktır.
O zamandan ürün isteniliyor ama ürün vermiyor.
Ateşi yakıldığı ve tutuşturulduğu zaman Hasan’ın benzersiz asaleti o ateşin alevlerini yükseltir ki, o ateşi, ayakları zincire bağlı perişan halli bir kimse görmesin, ya da ehil olmaya lâyık olmayan kavmin bir ferdi görmesin.
Fakat buna rağmen, Ca’de’nin onu zehirlediğinin kesin olmadığı ve sadece bir söylenti olduğunu düşünürüz. Çünkü böyle bir kesinlik olsaydı kısas uygulanırdı.
Genelde tarihçiler dedektif gibi olayı araştırırlar ve bu olaydan en büyük menfaati sağlayacak olan kişi olarak Hz. Muaviye ve oğlu Yezid’i gördüklerinden doğrudan Hz. Hasan’ı zehirleyen olarak bu şahısları öne (bazı klasik tarih kitaplarımız) sürmüşlerdir.
Tabi ki ilk tarih kitaplarımız (Vakıdi vb...) bu iddiayı ortaya atınca sonrakiler de tahkik etmeden kitaplarına bu bilgileri almış ve bir hakikat olarak günümüze kadar gelmiştir.
Vakıdi konuyla ilgili rivayetinde kaynak vermeden şöyle demektedir. Bazı kimselerin şöyle dediklerini duymuşum:
“Muaviye, Hasan’a zehir içirmeleri için bazı hizmetçilerine ödül vaad etmiş.”
Burada tutarsızlıklar önemli: Hz. Muaviye’nin böyle sinsi bir yöntemi benimsemesi onun konum ve kişiliğine uygun olmadığı gibi, böyle bir olayın ortaya çıkma olasılığı da bulunmaktadır. Bu durum, hilafet savaşlarını tekrar başlatabilir.
Vakıdi de şöyle geçmektedir: Muhammed b. Sa’d, Ümmü Musa’nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ca’de binti Eş’av b. Kays, Hasan’a zehir içirdi. Hasan da bu yüzden hastalandı. Kırk gün süreyle altına bir leğen konuluyor, o leğen çıkarıldıktan sonra bir başka leğen getirilip konuluyordu.”
Muaviye’nin oğlu Yezid, Hasan’ın hanımı Ca’de binti Eş’as’a haber göndererek: “Hasan’ı zehirle, o öldükten sonra ben seninle evlenirim.” demiş ve Ca’de de onun bu isteğini yerine getirmişti.
Hasan öldükten sonra Ca’de, Yezid’e haber göndererek kendisiyle evlenmesini istemiş, ancak Yezid şu karşılığı vermişti: “Vallahi biz seni Hasan’a layık görmemiştik, kendimize mi layık göreceğiz?”
Vakıdi’nin konuyla ilgili bu rivayetlerini nakleden el-Bidaye ven-Nihaye kitabının sahibi İbni Kesir, nakilden sonra bu iki rivayetin sahih olmadığı bilgisini verir. Hatta hızını alamayarak şöyle der: “Bence bu sahih bir rivayet değildir. Hele Yezid’in babası Muaviye’nin, böyle bir şey yapması hiç mi hiç düşünülemez” (İbn Kesîr, El Bıdaye Ve’n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 8/63-80.)
Her ne kadar İbn-i Kesir, sahih olmadığını belirtse de neden sahih olmadığını maalesef belirtmemiş, bunu daha çok böyle bir hareketi yakıştıramayacağı şeklinde düşünmüştür. Zaten sözüne bence diyerek tamamen şahsi düşüncesi şeklinde belirtmiştir.
Fakat yine de bu yaklaşım önemlidir. Çünkü kaynaklardaki bu meşhur rivayetlerin sorgulanması ve güvenirliğinin tartışılmaya başlanması önemlidir. Her yazılan rivayetlerin sahih olmayacağını göstermesi açısından önemlidir.
Zaten Vakıdi’nin kaynak belirtmeden sadece bazı kimseler diye anlatması da böylece ciddi bir iddianın ne kadar zayıf temellere dayandığını göstermesi açısından önemlidir. Eğer gerçekten olay bu kadar net biliniyor olsaydı mahkeme süreci işlenir ve kısas olunurdu. Büyük olasılıkla eşlerin birbirini çekememesinden kaynaklanan dedikodu olabilir.
İbn Esir’de kaynak belirtmeden rivayete göre Ca’de binti Eş’as zehirlemiştir der. (İbnü’l-Esir, El Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 3/466-467.)
Yezid, Ca’de ile suç ortaklığı yaptığına göre, bu suça karşılık para vermemesi ortağının konuşması tehlikesini doğururdu.
Böyle bir riski göze alamaz onu da ortadan kaldırması gerekirdi ki böyle bir durum yaşanmamıştır.
İbn-i Sa’d da Tabakatul Kübra İsimli eserinde Ca’de’nin Hz. Hasan’ı zehirlediği rivayetini nakleder. Fakat dipnotta kitabın tahkikini yapan Muhammed b. Şamil es-Sulemi bu isnadın zayıf olduğu bilgisi geçmektedir. (Şamile versiyonu c.1, s.338, md. numarası 297) (Bkz. Siyeri A’lamu Nubela 3/274; İbni Asakir, Tarihi Dımeşk 4/538 metin şamile versiyonundan)
Belki, Hz. Hasan’ın vefat etmesini kendi saltanatları açısından uygun gören Ümeyyeoğullarından bazı kişiler, Hz. Muaviye ve Yezid’den habersiz olarak böyle bir girişimde bulunmuş olabilir.
Biz, Ümeyyeoğullarının saltanatı ellerinde tutmak için örgütlü bir şekilde çalıştığını tarihte gördük. Ümeyyeoğulları, Hz. Muaviye’nin Hz. Hasan ile yaptığı anlaşma gereği kendisinden sonra hilafeti ona devretme riskini ortadan kaldırmanın en sağlıklı yolunun Hz. Hasan’ın öldürülmesi olduğunu görmüşlerdir. Hz. Hasan, öldürülürse Hz. Muaviye’yi bağlayan bir güç artık olmayacak ve o da kendisinden sonra istediği kişiyi veliaht seçebilecektir. Onlar, saltanatların bekası için Yezid’i Hz. Muaviye’ye önermişlerdir.
SONUÇ OLARAK
Hz. Hasan, bir ekip tarafından sistemli bir şekilde zehirlenerek şehit edildi. Bu ekibin kim olduğu bilinmediği gibi Hz. Hasan’ın bu olayın bir iç savaşa sürüklenmemesi için de isim vermemesi, katilleri gizlemiştir.
Genelde insanlar ve dedikodu mahallesi olaydan üç kişiyi sorumlu tutmuşlar, bunlar
Hz. Muaviye
Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid
ve Hz. Hasan’ın eşi Ca’de
En sondan başlayalım. Hz. Hasan’ın eşinin akla gelmesi zehirlenme olayından kaynaklanmıştır. Bir erkeğe en yakın kişisi eşidir ve muhtemelen yemeklerine zehir konulmuştur düşüncesidir. Ama yemeği hizmetçi de yapabilir. Nitekim Vakıdi’deki rivayet hizmetçilere ödül vaadi verildiği seklinde olması da yemek seçeneğini zayıflatır.
Fakat eğer bu bir dedikodudan öte olup, ciddi karinelere dayanıyor olsaydı muhtemelen sorguya çekilirdi, böyle bir olayın yaşanmaması şüpheleri ortadan kaldırmaktadır.
Fakat Ca’de’nin Yezid ile işbirliği içerisinde olduğu ve onun vaatlerine kandığı rivayeti aklımıza gelebilecek olan bu tereddüdü gidermeye yönelik olmuştur.
Çünkü Halife’nin oğlu ve daha sonra da Halife’nin işin içine karıştığı bir cinayet ortağını kimse araştırmaz diye düşünmüşlerdir. Fakat olaylar böyle gelişmez. Medine’deki Haşimilerin baskısı Ca’de’yi yargılatırdı. Böyle bir olayın olmaması hem Ca’de’yi ve hem de Yezid’i olaydan kurtarmaktadır. Ayrıca Yezid’in Hz. Hasan’ın dul eşiyle evlenmesi ya da ödül vermesi şüpheleri üzerine çekerdi.
Zaten Yezid’in bu dönemde Hz. Hasan’ı öldürmesini gerektirecek bir durum yoktur. Çünkü kendisinin veliahtlığı gündemde olmadığı gibi kendisinin bile beklediği bir şey değildir ve o dönemde hilafet için gösterilecek en son aday odur.
Yani daha olay o kıvama gelmemiştir.
Geriye Hz. Muaviye kalmaktadır.
Fakat kaynaklarda Muaviye’nin konuyla ilgili bir dahlinin olduğunu gösteren bilgi bulunmamaktadır. Sadece Vakıdi’nin kaynak belirtmeden naklettiği bir söylenti ile kimse suçlu ilan edilemez.
Benim Emevilerle ilgili yaptığım araştırmada bu ailenin son derece zengin, sinsi ve güçlü olduğu şeklindeydi. Ayrıca aralarında asabiyet bağı çok kuvvetliydi. Devletin tüm alanlarına nüfuz etmişti. Haşimoğullarının onlarla boy ölçüşeceği bir alt yapısı da yoktu. Bu aile iktidara gelmek ve ellerine geçen iktidar nimetini kaçırmamak için türlü kumpas ve komplolara girmekten çekinmemekteydi. Büyük olasılıkla aile daha Hz. Muaviye hayatta iken onun vefatından sonra durumlarının ne olacağını tartışmış ve endişe etmişlerdi.
Çünkü Hz. Muaviye, Hz. Hasan’dan hilafeti bir antlaşma ile almıştı. Bu antlaşmaya göre Hz. Muaviye’den sonra halife Hz. Hasan olacaktı.
Emevi ailesi, hilafetin ellerinden çıkıp Haşimoğullarına geçmesinin sonlarının gelmesi anlamına geldiğini biliyorlardı. Hz. Muaviye’den antlaşmaya uymamasını da isteyemezlerdi. Çünkü Hz. Muaviye’nin bilinen en önemli özelliklerinden birisi de sözüne sadık olmasıydı. O halde onun elini rahatlatacak bir çözüm gerekliydi. Çözüm de Hz. Hasan’ın ölümüydü. Hz. Hasan ölürse, Hz. Muaviye’nin kimseye karşı bir borcu kalmayacaktı. Böylece hilafetin kendi aileleri içinde kalması için ona baskı yapabilirlerdi.
Nitekim öyle de oldu. Hz. Muaviye’ye kendisinden sonra Müslümanların tekrar iç savaşa sürüklenebileceği bilgisi ve endişesi çeşitli kişilerce empoze edildi. Böylece Hz. Muaviye’nin kendisinden sonra Müslümanların birbirine saldırmaması için çözüm üretmesi istendi. Hz. Muaviye ise Umeyyeoğulları dışındaki bir adaya umeyyeoğullarının sıcak bakmayacağı ve tanımayacaklarını düşündüğünden aile içinde alternatif ararken, ona Yezid seçeneği sunuldu. Konumuz Yezid’in veliahtlığı meselesi olmadığından buraya fazla dalmıyoruz. Umulur ki İslam tarihinin en karanlık sayfalarından birisini aydınlatmış olduk.
Tarih bazen aslında hiç de karmaşık değildir.
3. yılın Şâban ayında (Ocak-Şubat 625) veya Ramazan ayının 15’inde (1 Mart) Medine’de doğdu. Babası ona Harb adını koymayı düşünmüşse de Hz. Peygamber, Câhiliye döneminde bilinmeyen Hasan adını ve Ebû Muhammed künyesini vermiş ve kulağına bizzat ezan okumuştur; doğumunun yedinci gününde de akîka kurbanı kestiği ve Hz. Fâtıma’dan saçının ağırlığınca fakirlere gümüş dağıtmasını istediği bilinmektedir.
Kaynaklarda, Resûlullah’a çok benzediği için Hz. Ebû Bekir’in onu, “Ey nebîye benzeyen, Ali’ye benzemeyen” diye sevdiği ve Hz. Ali’nin de buna tebessüm ettiği belirtilir.
Hasan, kardeşi Hüseyin gibi ilk halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almamıştır. Hz. Osman’ın hilâfeti sırasında kardeşiyle birlikte Saîd b. Âs’ın Horasan seferine (29 veya 30 / 650 veya 651) katılmış (Belâzürî, Fütûh, s. 480; Taberî, Târîḫ, I, 2836), daha sonra da babası tarafından yine kardeşiyle birlikte Hz. Osman’ı isyancılara karşı korumak ve evine su taşımakla görevlendirilmiştir (a.g.e., I, 3020).
Babası hilâfete geldikten sonra Hasan, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvâm’ın ona karşı çıkmaları üzerine, Kûfeliler’i babasının yanında yer almaya ikna etmek için Ammâr b. Yâsir ile birlikte Kûfe’ye gitti. Cemel Vak‘ası ve Sıffîn Savaşı’nda da babasının yanında bulundu. Hz. Ali’nin şehid edilmesinin ardından (19 veya 21 Ramazan 40 / 26 veya 28 Ocak 661) Ubeydullah b. Abbas b. Abdülmuttalib Kûfeliler’i halife olarak ona biata davet etti ve bir rivayete göre (İbn Şehrâşûb, III, 191) aynı gün, bir rivayete göre de (Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 426) iki gün sonra Kûfe’de kendisine biat edildi.
Hz. Ali ölümünden kısa bir süre önce Hasan’a biat konusunda sorulan bir soruya, “Bunu ne emreder ne de nehyederim” diye cevap vermiştir (Taberî, Târîḫ, I, 3461); ancak Şiîler Hz. Ali’nin onu veliaht tayin ettiğine inanırlar (Fığlalı, s. 85). Hz. Hasan, Kûfe Mescidi’nde halka hitaben yaptığı konuşmada Ehl-i beyt’in meziyetlerinden ve Hz. Peygamber’e olan yakınlığından söz etti. Ona ilk biat eden Kays b. Sa‘d b. Ubâde el-Ensârî, biat sırasında kendisini Allah’ın kitabına ve Resûlullah’ın sünnetine bağlı kalmanın yanı sıra isyancılara karşı savaş şartını da kabul etmesi için zorladı; fakat Hasan bu şartın aslında “Allah’ın kitabı” lafzında mevcut olduğunu söyledi (Taberî, Târîḫ, II, 1).
Hz. Ali’nin şehid edildiğini ve Hasan’ın halifeliğe getirildiğini haber alan Muâviye b. Ebû Süfyân, onun taraftarlarını ve Kûfeliler’i kendi safına çekmek için yoğun bir faaliyet başlattı; Abdullah b. Âmir kumandasında Suriye, Filistin ve el-Cezîre kuvvetlerinden oluşan bir ordu hazırlattı. Bu durumu Kûfe’de bulunduğu sırada öğrenen Hz. Hasan da Abdullah b. Âmir’le karşılaşmak üzere Medâin’e doğru yola çıktı. Bu sırada, iki taraf arasında anlaşmazlığın barış yoluyla çözümlenmesi konusunda zaman zaman eski meseleleri de kurcalayan mektuplar teâti edilmiş (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Meḳātilü’ṭ-Ṭâlibiyyîn, s. 46-77), ancak bu yazışmalar durumu gerginleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Muâviye Musul’a ulaşıp orada konaklayınca Hz. Hasan, Ubeydullah b. Abbas kumandasında 12.000 kişilik bir öncü birliğini ona karşı gönderdi ve Ubeydullah’a, Muâviye ile müzakerelerde bulunmak isteyen Kays b. Sa‘d ve Saîd b. Kays el-Hemdânî ile istişare etmesini söyledi. Fakat bu arada, konakladığı Medâin’in Sâbât mevkiinde ordusundaki savaşa karşı isteksizliği sezince bir konuşma yaparak aslında hiçbir müslümana karşı kötü hisler beslemediğini, adamlarının pek çoğunun savaştan hoşlanmadığını bildiğini, bunun için de onların arzu etmedikleri bir şeyle karşı karşıya kalmalarını istemediğini söyledi. Büyük bir şaşkınlık yaratan bu sözler üzerine Hâricîler’in görüşlerini benimseyen bir grup, “Hasan da babası gibi küfre düşmüştür” diyerek üzerine yürüdü ve altından seccadesini çekip elbisesini çekiştirmeye başladı.
Bunun üzerine Hz. Hasan, Rebîa ve Hemdân kabilelerine mensup sâdık adamlarının yanına sığındı; onlar da etrafını çevirip saldırganları uzaklaştırdılar. Hz. Hasan daha sonra Medâin’e gitmek üzere hareket etti. Ancak yolda kendisini öldürmeye teşebbüs eden Hâricî Cerrâh b. Sinân el-Esedî tarafından yaralandı ve şehre ulaşınca valinin evinde tedavi gördü. Bu sırada Muâviye, bir yandan Hz. Hasan’ın taraftarlarınca tartaklanıp yaralandığı haberini etrafa yayarken bir yandan da Enbâr’da onun öncü kumandanı Ubeydullah b. Abbas ile Kays b. Sa‘d’ı kuşattı. Muâviye’nin öncü kumandanı Abdullah b. Âmir de Medâin’e giderek şehrin dışına çıkan Hasan’ın ordusunun karşısında mevzilendi ve onlara Muâviye’nin de Enbâr’ı kuşattığını, aslında savaş niyeti taşımadıklarını ve Hz. Hasan’ın kendisi de dahil olmak üzere askerlerinden onlara sığınanların hayatlarının bağışlanacağını söyledi. Bu sözler karşısında çoğunluk savaştan kaçındığını belli etti; Hz. Hasan da Medâin’e dönerek hilâfeti Muâviye’ye teslim etmek için belirlediği şartları Abdullah b. Âmir’e bildirmek zorunda kaldı. İleri sürdüğü şartlar şunlardır: 1. İntikam için Iraklılar’dan hiç kimse tutuklanmayacaktır. 2. Milliyetine bakılmaksızın herkes emniyet içinde olacaktır. 3. İşlenmiş suçların tamamı affedilecektir. 4. Ahvaz’ın haracı yıllık olarak kendisine ödenecektir. 5. Kardeşi Hüseyin’e 2 milyon dirhem verilecektir. 6. Hâşimoğulları’na da Abdüşemsoğulları’na (Ümeyye) gösterilen yakınlık gösterilecek ve aynı ihsanlarda bulunulacaktır (Dîneverî, s. 221-222). İbnü’l-Esîr bu şartlara Hz. Ali’ye sövmemeyi de ilâve etmiştir (el-Kâmil, III, 405). Ayrıca muahhar bir Sünnî kaynakla (Süyûtî, s. 191) Şiî eserleri (meselâ bk. İbn Tolun, s. 65; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, I, 143; M. Husain Tabatabai, s. 56), anlaşma şartlarına hilâfetin Muâviye’nin ölümü halinde Hasan’a iade edilmesi maddesini de eklemişlerdir. İbn Hacer el-Heytemî bu maddeyi, “Muâviye kendisinden sonra yerine kimseyi tayin etmeyecek, bu iş ondan sonra müslümanların şûrası ile tesbit edilecektir” şeklinde verirse de (eṣ-Ṣavâʿiḳu’l-muḥriḳa, s. 136) anlaşmada böyle bir maddenin bulunması olayların gelişmesine pek uygun düşmemektedir; çünkü Muâviye, oğlu Yezîd’e biat aldığı zaman Hz. Hasan’la yapılmış anlaşma uyarınca hilâfete aday gösteremeyeceği yolunda kendisine karşı herhangi bir itirazın ileri sürüldüğü sabit değildir.
Abdullah b. Âmir Hz. Hasan’ın şartlarını Muâviye’ye götürdü, Muâviye de bunları kendi eliyle yazarak mühürledi ve Hz. Hasan’a iade etti (25 Rebîülevvel 41 / 29 Temmuz 661; bk. Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 426; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 405-406; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, I, 143). Şartlarının kabul edilmesine memnun olan Hz. Hasan, anlaşmayı Kays b. Sa‘d’a bildirerek yetkilerini Muâviye’ye devretmesini ve Medâin’e dönmesini emretti. Bu duruma öfkelenen Kays, kumandası altındaki 4000 adamına ya sapıklığa düşmüş bir imama (Muâviye) itaat etmelerini veya imam olmadığı halde kendisine uyarak savaşa girmelerini önerdi, onlar da birinci şıkkı tercih ettiler (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 407). Bu arada Hz. Hüseyin ve Hucr b. Adî gibi bazı kimseler, Hz. Hasan’ın Muâviye ile anlaşmasına, arkasındaki müslümanları küçük düşürdüğü gerekçesiyle karşı çıktılarsa da Hasan kararından dönmeyerek adamları ile birlikte Medâin’den Kûfe’ye gitti ve oraya gelen Muâviye’ye vardıkları anlaşmayı şahsen de teyit ettirdi (Cemâziyelevvel 41 / Eylül 661). İslâm tarihinde 41 yılına bu uzlaşmadan dolayı “âmü’l-cemâa” (birlik yılı) denilmiştir. Böylece Hz. Hasan, kardeşi Hüseyin’in şiddetle karşı çıkmasına rağmen Muâviye ile anlaşarak Hz. Peygamber’in işaret ettiği gibi (Buhârî, “Ṣulḥ”, 9; “Fiten”, 20) müslümanlar arasında kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur içinde yaşamalarına vesile olmuştur. Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine’ye gitti ve hayatının geri kalan kısmını orada siyasetten uzak bir şekilde geçirdi. Ancak sonunda, rivayete göre Yezîd b. Muâviye ile evlendirilmek vaadiyle kandırılan eşlerinden Ca‘de bint Eş‘as b. Kays tarafından zehirlendi (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 460; a.mlf., Üsdü’l-ġābe, II, 15; Süyûtî, s. 192) ve 28 Safer 49 (7 Nisan 669) tarihinde vefat etti. Ölmeden önce kardeşi Hüseyin’e Resûl-i Ekrem’in yanına, bu mümkün olmadığı takdirde Cennetü’l-bakī‘da annesinin yanına gömülmesini vasiyet etmiş, Mervân b. Hakem birinci teklife karşı çıktığı için Medine Valisi Saîd b. Âs’ın kıldırdığı cenaze namazından sonra Cennetü’l-bakī‘da annesinin yanına defnedilmiştir.
“Müctebâ, takī, zekî” ve “sıbt” lakaplarıyla tanınan Hz. Hasan halim selim, cömert, sakin, vakarlı, siyaset ve fitneden kaçınan bir yaratılışa sahipti. Onun hilâfette kalış süresi hakkında farklı görüşler vardır; müelliflerin bir kısmına göre dört ay üç gün (meselâ bk. İbn Şehrâşûb, III, 192), bir kısmına göre de altı ay üç gün (meselâ bk. el-İmâme ve’s-siyâse, I, 140; Mes‘ûdî, et-Tenbîh, s. 260; Süyûtî, s. 191-192) halifelik yapmıştır. Muâviye ile anlaşma 25 Rebîülevvel 41 (29 Temmuz 661) tarihinde yapıldığına göre ikinci rivayetin daha isabetli olması gerekir. Hz. Hasan doğrudan Resûl-i Ekrem’den, anne ve babasından on üç hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de oğlu Hasan ile Süveyd b. Gafele, Ebü’l-Havrâ es-Sa‘dî, Şa‘bî, Hübeyre b. Yerîm, Asbağ b. Nübâte ve Müseyyeb b. Necebe rivayette bulunmuşlardır.
“Mıtlak” (çok boşayan) lakabıyla da anılan Hz. Hasan’ın hayatında 100’e yakın evlilik yaptığı söylenir; hatta Şiî müelliflerinden İbn Şehrâşûb’a göre ayrıca 250 veya 300 câriyesi olmuştur (Menâḳıbü Âli Ebî Ṭâlib, III, 192; Süyûtî, s. 191; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, I, 145). Ancak onun hakkında müstakil bir araştırma yapan Bâkır Şerîf el-Kureşî, bu rivayetlere karşı çıkarak kendisinin sadece on üç evlilik yaptığını söylemektedir (Ḥayâtü’l-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî, II, 443-460). Çocuklarının sayısı da ihtilâflıdır; kız erkek on iki, on beş, on altı, on dokuz, yirmi ve yirmi iki çocuğu olduğu rivayet edilir. Kaynaklarda adları verilen çocukları şunlardır: Zeyd, Hasan, Kāsım, Ebû Bekir, Abdullah, Amr, Abdurrahman, Hüseyin, Muhammed, Ya‘kūb, İsmâil ve Talha. Tarihçiler, soyunun Hasan el-Müsennâ ve Zeyd adlı çocuklarıyla devam ettiğinde birleşirler. Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere “şerif” unvanı verilmiştir. Tarihte bunlar tarafından kurulan İdrîsîler, Ressîler, Sa‘dîler ve halen devam eden Filâlîler ile (Fas) Hâşimîler (Ürdün) gibi birçok hânedan vardır.
Kaynaklar, Resûl-i Ekrem’in “cennetin efendileri” dediği ve haklarında, “Allahım, ben onları seviyorum, sen de sev!” diye dua ettiği iki torununu çok sevdiğini, isteklerini tereddütsüz yerine getirdiğini, onlarla oyun oynadığını, sırtına bindirip gezdirdiğini, hatta secdede iken sırtına bindiklerinde ininceye kadar kalkmadığını belirtir ve onlara olan düşkünlüğünü gösteren birçok rivayet naklederler. Bunlardan biri de şudur: Bir gün Hz. Peygamber minberde iken Hasan ile Hüseyin’in düşe kalka mescide girdiklerini görmüş, konuşmasını yarıda keserek aşağı inip onları bağrına basmış, “Cenâb-ı Hak, ‘Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir’ (et-Tegābün 64/15) derken ne kadar doğru söylemiştir, onları görünce dayanamadım” dedikten sonra konuşmasına devam etmiştir (İbn Mâce, “Libâs”, 20; Tirmizî, “Menâḳıb”, 30; Nesâî, “Cumʿa”, 30, “ʿÎdeyn”, 27). Hz. Hasan, Ehl-i beyt’e ve Âl-i abâ’ya dahil olmasının yanında kardeşi Hüseyin’le birlikte Hz. Peygamber’in neslini günümüze kadar devam ettiren iki kişiden biridir. Hasan ve Hüseyin’e duyulan sevgi ve şefkat Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra da devam etmiştir. Meselâ Hz. Ömer, hilâfeti sırasında divan teşkilâtını kurup herkesin tahsisatını belirlerken onlara Bedir Savaşı’na katılanlara verilen miktarda tahsisat ayırmıştır (Taberî, Târîḫ, I, 2413). Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ile birlikte bütün İslâm dünyasında olduğu gibi Türkler arasında da Resûl-i Ekrem’in sevgili torunları sıfatıyla daima tebcil edilmiş, sevilmiş ve sayılmış, adları çocuklara verilen en yaygın isimler arasında yer almıştır.
Hz. Hasan bazı Sünnî âlimlerce, babasının şehid edilmesinden hilâfeti Muâviye b. Ebû Süfyân’a devretmesine kadar geçen sürede Hulefâ-yi Râşidîn’in beşincisi ve sonuncusu kabul edilir (Şevkânî, s. 606). Şiî kültüründe ise Hasan, bizzat Hz. Ali tarafından tayin edilmiş ikinci imam ve on dört “ma‘sûm-ı pâk”in (Çârdeh Ma‘sûm-ı Pâk) dördüncüsü olarak görülür ve kendisine birçok keramet izâfe edilir. Ancak bazı Şiî toplulukları Muâviye ile barış yaptığı için ona karşı çıkmış ve kendisini tenkit etmişlerdir (Nevbahtî, s. 24). Bugün İran ve Irak gibi Şiîler’in yaşadığı yerlerde, Hz. Hüseyin için muharrem ayının ilk on bir gününde yapılan tâziye âyinleri kadar gösterişli olmamakla beraber, 28 Safer günü hem Hz. Peygamber’in hem de Hz. Hasan’ın vefatı münasebetiyle dinî törenler yapılmaktadır.
Resûl-i Ekrem’in torunu, Hz. Ali ve Fâtıma’nın büyük oğlu ve müslüman kanının dökülmesini istemeyerek hilâfetten feragat etmiş bir kişi olarak Hz. Hasan üzerine geniş bir literatür teşekkül etmiştir. Onun hakkında İslâm tarihi kaynaklarından ve biyografik eserlerden başka müstakil çalışmaların da yapıldığı görülmektedir. Hadis külliyatından Buhârî ile Müslim’in çeşitli bölümlerinde Resûlullah’ın Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkında söylediği birçok hadis mevcuttur (Buhârî, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 18, 22; Müslim, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 32, 56, 58-61, 67). Her iki eserde de Hasan ile Hüseyin’in faziletlerine dair müstakil birer bab açılmış ve Hz. Peygamber’in yalnız biri veya her ikisi için söylediği medihkâr sözler kaydedilmiştir. Tirmizî’de de “Menâḳıbü’l-Ḥasan ve’l-Ḥüseyn” ve “Menâḳıbü Ehli beyti’n-nebî” adlarıyla bablar açılmış, buralarda diğer bölümlerin yanında yirmiden fazla hadis nakledilmiştir. Öteki hadis kaynaklarından Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce, Dârimî’nin eserlerinde ve el-Muvaṭṭaʾda da çok sayıda hadis zikredilmektedir (bk. Wensinck, VIII, 60-61). Ahmed b. Hanbel, el-Müsned’inde Hz. Hasan’dan mükerrerleriyle birlikte yetmiş dolayında rivayet nakletmiştir (meselâ bk. I, 203, 207; II, 227, 241; III, 62, 64); ayrıca onun Cüzʾün fîhi müsnedü Ehli’l-beyt adlı risâlesinde de (nşr. Abdullah el-Leysî el-Ensârî, Beyrut 1408/1988) on iki hadis daha bulunmaktadır. Şîa’nın temel hadis kaynaklarından olan Kütüb-i Erbaʿa’dan yalnız el-Kâfî’de Hz. Hasan’la ilgili hadisler vardır. Meclisî, sıhhat şartını dikkate almaksızın Şiî hadis kaynaklarında geçen Hz. Hasan’a dair rivayetleri müstakil bir ciltte toplamıştır (Biḥârü’l-envâr, Beyrut 1403/1983, XLIV). Ayrıca Ebü’l-Ferec el-İsfahânî’nin Meḳātilü’ṭ-Ṭâlibiyyîn (bk. bibl.), Necmeddin Ebü’l-Hasan el-Alevî’nin el-Mecdî fî ensâbi’ṭ-Ṭâlibiyyîn (Kum 1988, s. 36-80), Tabersî’nin İʿlâmü’l-verâ (Beyrut 1985, s. 243-252) ve İbn Ebü’l-Hadîd’in Şerḥu Nehci’l-belâġa (XVI, 9-54) adlı eserlerinde Hz. Hasan hakkında önemli bilgiler verilmektedir.
Hz. Hasan’la ilgili çalışmaların bir kısmı, onu kardeşi Hüseyin veya Ehl-i beyt mensuplarıyla birlikte ele alır; çoğu ise doğrudan doğruya ona dair olan kitaplardır. Murtazâ el-Hüseynî el-Fîrûzâbâdî, Âl-i abâ’ya tahsis ettiği eserinde Hz. Hasan’la ilgili hadis kaynaklarında geçen rivayetleri derlemiştir (Feżâʾilü’l-ḫams, Beyrut 1402/1982, III, 282-309). Aynı şekilde Tâhâ Hüseyin, Hz. Ali ve çocuklarına ayırdığı kitabında İslâm tarihi kaynakları çerçevesinde Hz. Hasan’ın hayatını, kardeşiyle arasındaki mizaç farklılığını ve Muâviye ile yaptığı barışı tahlil eder (ʿAlî ve benûh, Kahire, ts. [Dârü’l-maârif], s. 193-220). Muhammed Rızâ da Hz. Hasan’ı kardeşiyle birlikte Resûlullah’ın iki torunu olarak ele almıştır (el-Ḥasan ve’l-Ḥüseyn sıbṭâ Resûlillâh, Beyrut 1407/1987, s. 13-63). Bu türden diğer bazı eserler de şunlardır: Fazlullah Rahîmî, Gülzâr-ı Haseneyn (İstanbul 1994); Şems Osman Üsküdârî, Hasan ve Hüseyin Hakkında Üç Mersiye (Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba, nr. 20867); Abdülfettah Şefkat Efendi, Manzûme-i Siyer-i Nebî ve Evlâd-ı Resûl (Yapı Kredi Bankası Ktp., nr. 768).
Hz. Hasan hakkında yapılan monografik çalışmaların bazıları şu şekilde sıralanabilir: Abdürrızâ es-Sâfî, Belâġatü’l-İmâm el-Haṣan (Necef 1966); Hüseyin Mahmûd Yûsuf, Seyyidü şebâbi ehli’l-cenne el-Ḥasan b. ʿAlî (Kahire 1973); Tevfîk Ebû İlim, el-Ḥasan b. ʿAlî (Kahire 1974); Hasan Kâmil el-Maltâvî, el-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî (Kahire, ts.); Mustafa Muhsin el-Mûsevî, el-Ḥasan b. ʿAlî (Kahire 1975); Kâmil Süleyman, el-Ḥasan b. ʿAlî (Beyrut 1399/1979); Ca‘fer Murtazâ el-Âmilî, el-Ḥayâtü’s-siyâsiyye li’l-İmâm el-Ḥasan (Beyrut, ts.); Süleyman el-Kettânî, el-İmâm el-Ḥasan (Beyrut 1989); Ali Kāimî, İmâm Ḥasan (Kum 1361/1982); Bâkır Şerîf el-Kureşî, Ḥayâtü’l-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî (I-II, Beyrut 1403/1983); Mûsâ Muhammed Ali, Ḥalîmü Âli’l-beyt el-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî (Beyrut 1405/1984); Alâilî, Ḥayâtü’l-Ḥasan (baskı yeri ve tarihi yok); Muhammed Beyyûmî Mehrân, el-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî (Beyrut 1990); Hüseyin eş-Şâkirî, el-Ḥasanü’l-müctebâ (Kum 1415).
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, I, 203, 207; II, 227, 241; III, 62, 64; Dârimî, “Ṭahâret”, 135, “Ṣalât”, 82, 227, “Vitir”, 5, “Luḳata”, 16, “Cihâd”, 54, “Eḍâḥi”, 21, “Libâs”, 40, “Mehdî”, 12, “Sünne”, 12, 20, “Edeb”, 107, 147, 154; Buhârî, “Zekât”, 57, 60, “Hibe”, 21, “Ṣulḥ”, 9, “Cihâd”, 188, “Enbiyâʾ”, 10, “Menâḳıb”, 23, 25, “Feżâʾilü aṣḥâbi’n-nebî”, 18, 22, 30, “Meġāzî”, 14, “Zebâʾiḥ”, 12, “Libâs”, 60, “Edeb”, 18, “Fiten”, 18, 20; Müslim, “Zekât”, 161, “Ḥudûd”, 38, “Feżâʾil”, 65, “Feżâʾilü’ṣ-ṣaḥâbe”, 32, 56, 58-61, 67; İbn Mâce, “Ṭahâret”, 77, “İḳāme”, 67, 117, “Libâs”, 20, “Edeb”, 3, 48, “Rüʾyâ”, 10, “Fiten”, 34; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 214, “Zekât”, 16, “Büyûʿ”, 2, “İstiʾẕân”, 36; el-Muvaṭṭaʾ, “ʿAḳīḳa”, 2, 3, 6; Tirmizî, “Ṣalât”, 165, “Vitir”, 10, “Zekât”, 25, “Ṣavm”, 77, “Cenâʾiz”, 2, 52, “Eḍâḥî”, 16, 19, “Libâs”, 16, “Birr”, 12, “Ṭıb”, 18, “Edeb”, 27, 60, “Menâḳıb”, 20, 30, 31, 60; Nesâî, “Taṭbîḳ”, 82, “Cumʿa”, 30, “ʿÎdeyn”, 27, “Ḳıyâmü’l-leyl”, 51, “Cenâʾiz”, 47, “ʿAḳīḳa”, 1, 4, “Eşribe”, 50; İbn Sa‘d, Tercemetü’l-İmâmi’l-Ḥasan (nşr. Abdülazîz et-Tabâtabâî), Kum 1416; a.mlf., eṭ-Ṭabaḳāt, Beyrut 1380/1960, I, 285, 389, 442, 475, 501; II, 319; III, 20, 32, 35, 36, 37, 71, 83, 113, 214, 296, 615; IV, 58, 62, 71, 151, 157; V, 19, 35, 49, 55, 128, 284, 290, 291, 315, 398; VI, 22, 33, 59, 113, 168, 171, 247, 256, 263, 265, 294, 395; VII, 98; VIII, 73, 178, 464; el-İmâme ve’s-siyâse, I, 140; Belâzürî, Ensâb, I, 400, 404 vd., 578; a.mlf., Fütûh (Fayda), s. 480; Dîneverî, el-Aḫbârü’ṭ-ṭıvâl, s. 144, 182, 216-218, 221-222; Ya‘kūbî, Târîḫ (nşr. M. Sâdık), Necef 1384/1964, II, 204-216; Taberî, Târîḫ (de Goeje), I, 1284, 1367, 2413, 2836, 3020, 3147, 3150, 3461-3464; II, 1-13, 15, 24, 129, 143, 145, 198, 199, 323, 520, 1679, ayrıca bk. İndeks; a.mlf., Câmiʿu’l-beyân (Bulak), XXII, 6; Nevbahtî, Fıraḳu’ş-Şîʿa, Necef 1355/1936, s. 24-25; Küleynî, el-Uṣûl mine’l-Kâfî, Tahran 1388, I, 298-300, 461-462; İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd (nşr. M. S. el-Aryân), I, 19, 153; III, 171-172; V, 103-104; Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), II, 288, 361, 413, 426-432; a.mlf., et-Tenbîh (nşr. A. İsmâil es-Sâvî), Bağdad 1357/1938, s. 258, 260, 261, 264; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, Meḳātilü’ṭ-Ṭâlibiyyîn (nşr. Seyyid Ahmed es-Sakr), Kahire 1368/1949, s. 46-77, ayrıca bk. tür.yer.; a.mlf., el-Eġānî, IX, 173-174; XII, 7, 195-196, 328-329; XVII, 218-219; XXIII, 207; Halîmî, el-Minhâc, III, 292-295, 371, 380, 388-391, 409, 422, 423; Kādî Abdülcebbâr, Tes̱bîtü delâʾili’n-nübüvve (nşr. Abdülkerîm Osman), Beyrut 1966, I, 17, 212-213, 238, 249, 276-277; II, 426, 528-529, 531, 536, 541, 555, 567, 568, 574; İbn Abdülber, el-İstîʿâb, I, 383-392; İbn Asâkir, Târîḫu Dımaşḳ (Amrevî), XXIII, 163-305; İbn Şehrâşûb, Menâḳıbü Âli Ebî Ṭâlib, Necef 1956, III, 141-169, 170-205; Yâkūt, Muʿcemü’l-büldân, II, 3, 295; IV, 1039; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 141, 166, 241, 503; III, 109, 159, 172, 174, 175, 180, 204, 222, 227, 230-231, 260, 299, 324, 333, 384 vd., 391 vd., 397-398, 400-409, 414, 416, 423, 460, ayrıca bk. İndeks; a.mlf., Üsdü’l-ġābe, II, 10-16; İbn Ebü’l-Hadîd, Şerḥu Nehci’l-belâġa (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim), Beyrut 1965, IV, 82; VI, 285-294; XVI, 9-54; Zehebî, el-ʿİber, Küveyt 1960, I, 47-50; a.mlf., Aʿlâmü’n-nübelâʾ, III, 245-279; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 14-19, 108; İbn Habîb, el-Muḥabber, s. 18, 19, 46, 57, 66, 293; İbn Hacer, Tehẕîbü’t-Tehẕîb, II, 295, 301; a.mlf., el-İṣâbe (Bicâvî), II, 68-74; Süyûtî, Târîḫu’l-ḫulefâʾ, s. 187-194; İbn Tolun, el-Eʾimmetü’l-is̱nâʿaşer (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Beyrut 1377/1958, s. 63-67; İbn Hacer el-Heytemî, eṣ-Ṣavâʿiḳu’l-muḥriḳa fi’r-red ʿalâ ehli’l-bidaʿ (nşr. A. Abdüllatîf), Kahire 1385/1965, s. 135-141; Şevkânî, Derrü’s-seḥâbe, s. 286-292, 606; D. M. Donaldson, The Shi’ite Religion, London 1933, s. 66-78; H. Laoust, Les schismes dans l’Islam, Paris 1965, s. 15, 16, 17, 19, 20, 27, 31, 36, ayrıca bk. İndeks; Tâhâ Hüseyin, el-Fitnetü’l-kübrâ II: ʿAlî ve benûh, Kahire 1966, s. 176-194; Abdullah Feyyâz, Târîḫu’l-İmâmiyye ve eslâfühüm mine’ş-Şîʿa, Bağdad 1970, s. 31, 45, 57-58, 111, 147, 181; İbrâhim el-Mûsevî ez-Zencânî, ʿAḳāʾidü’l-İmâmiyyeti’l-İs̱nâʿaşeriyye, Beyrut 1393/1973, I, 141-145; M. Husain Tabatabai, Shi’ite Islam, London 1975, s. 56; Abdülbâki Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiîlik, İstanbul 1979, s. 367-379; Hasan İbrâhim Hasan, Züʿamâʾü’l-İslâm, Kahire 1980, s. 190-196; Bâkır Şerîf el-Kureşî, Ḥayâtü’l-İmâm el-Ḥasan b. ʿAlî, Beyrut 1983, I-II; Âgā Büzürg-i Tahrânî, eẕ-Ẕerîʿa ilâ teṣânîfi’ş-Şîʿa, Beyrut 1983, VII, 16; Ethem Ruhi Fığlalı, İmâmiyye Şîası, İstanbul 1984, s. 84-89; M. Momen, An Introduction to Shi’i Islam, Worcester 1985, s. 26-28; Wensinck, el-Muʿcem, VIII, 60-61; S. Saeed Akhtar Rizvî, “Imam Hasan: the Myth of his Divorces”, Alserāt, IX, London 1983, s. 49-57; Bodiur Rahman, “Responsibility for Action in an Early Historical Document of Islam: Al-Hasan b. Ali’s Risāla”, IQ, XXXVI/4 (1990), s. 235-245; Adnan Demircan, “Hz. Hasan ve Halifeliği”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, I, Şanlıurfa 1995, s. 81-109; H. Lammens, “Hasan”, İA, V/1, s. 308-309; L. Veccia Vaglieri, “al-Ḥasan”, EI2 (İng.), III, 240-243; “İmâm Ḥasan-ı Müctebâ”, DMT, II, 345-349.
Son raşid halifemiz Hz. Hasan zehirlenerek öldürüldü. Hz. Hasan’ı kimin zehirlediği konusu tarihte netlik kazanmamış ve konuyla ilgili spekülasyonlar, komplo teorileri baş göstermiştir.
Rivayete göre kardeşi Hz. Hüseyin, kendisini zehirleyen kişiyi söylemesi için ısrar edince, zehirleyen kişiyi öldüreceğinden dolayı ismini vermemiş, bazı rivayetlerde de isimden emin olmadığı şeklinde geçmektedir.
Hz. Hüseyin Hz. Hasan’a dedi ki:
- Ey Muhammed’in babası, sana bu zehri içireni bana söyle?
- Niçin ey kardeşim?
- Onu öldüreceğim. Vallahi seni defnetmeden önce onu öldüreceğim. Ya ona güç yetiremem ya da yanına ulaşamayacağım bir yerde olur. Bunun dışında o neredeyse öldüreceğim.
- Ey kardeşim, bu dünya geçici ve fani birkaç geceden ibarettir.
Bırak da onunla Allah’ın huzurunda hesaplaşayım.” Böyle dedi ve kendisine zehir içiren kimsenin adını söylemedi.
Bu durumda emin olmadığından dolayı bir isim vermediği anlaşılmaktadır. Ayni zamanda karsı tarafın güçlü olduğu ve kardeşini tehlikeye atmak istememesiydi. Bu dönemde haşimoğullarını yenebilecek ve bu soylu ailenin saygınlığını umursamayacak tek kabile ümeyyeoğullarıdır.
Rivayetlerin ağırlıklı noktası Hz. Hasan’ı karısı Ca’de binti Eşas’ın zehirlediği şeklindedir.
Hatta dönemin şairlerinden Kesir Nemre şöyle bir şiir söylemiştir:
“Ey Ca’de! Hasan’a ağla, ağlamaktan usanma.
Ona gerçek bir ağlayışla ağla, ağlayışın sahte olmasın.
Evine onun gibisini koyamazsın artık, insanlar arasında ne pabuçlu, ne yalın ayaklı hiç kimseyi ona benzer göremezsin.
O adamı kasdediyorum ki, ailesi onu öyle bir zamana teslim ettiler ki, o zaman kuraktır.
O zamandan ürün isteniliyor ama ürün vermiyor.
Ateşi yakıldığı ve tutuşturulduğu zaman Hasan’ın benzersiz asaleti o ateşin alevlerini yükseltir ki, o ateşi, ayakları zincire bağlı perişan halli bir kimse görmesin, ya da ehil olmaya lâyık olmayan kavmin bir ferdi görmesin.
Fakat buna rağmen, Ca’de’nin onu zehirlediğinin kesin olmadığı ve sadece bir söylenti olduğunu düşünürüz. Çünkü böyle bir kesinlik olsaydı kısas uygulanırdı.
Genelde tarihçiler dedektif gibi olayı araştırırlar ve bu olaydan en büyük menfaati sağlayacak olan kişi olarak Hz. Muaviye ve oğlu Yezid’i gördüklerinden doğrudan Hz. Hasan’ı zehirleyen olarak bu şahısları öne (bazı klasik tarih kitaplarımız) sürmüşlerdir.
Tabi ki ilk tarih kitaplarımız (Vakıdi vb...) bu iddiayı ortaya atınca sonrakiler de tahkik etmeden kitaplarına bu bilgileri almış ve bir hakikat olarak günümüze kadar gelmiştir.
Vakıdi konuyla ilgili rivayetinde kaynak vermeden şöyle demektedir. Bazı kimselerin şöyle dediklerini duymuşum:
“Muaviye, Hasan’a zehir içirmeleri için bazı hizmetçilerine ödül vaad etmiş.”
Burada tutarsızlıklar önemli: Hz. Muaviye’nin böyle sinsi bir yöntemi benimsemesi onun konum ve kişiliğine uygun olmadığı gibi, böyle bir olayın ortaya çıkma olasılığı da bulunmaktadır. Bu durum, hilafet savaşlarını tekrar başlatabilir.
Vakıdi de şöyle geçmektedir: Muhammed b. Sa’d, Ümmü Musa’nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ca’de binti Eş’av b. Kays, Hasan’a zehir içirdi. Hasan da bu yüzden hastalandı. Kırk gün süreyle altına bir leğen konuluyor, o leğen çıkarıldıktan sonra bir başka leğen getirilip konuluyordu.”
Muaviye’nin oğlu Yezid, Hasan’ın hanımı Ca’de binti Eş’as’a haber göndererek: “Hasan’ı zehirle, o öldükten sonra ben seninle evlenirim.” demiş ve Ca’de de onun bu isteğini yerine getirmişti.
Hasan öldükten sonra Ca’de, Yezid’e haber göndererek kendisiyle evlenmesini istemiş, ancak Yezid şu karşılığı vermişti: “Vallahi biz seni Hasan’a layık görmemiştik, kendimize mi layık göreceğiz?”
Vakıdi’nin konuyla ilgili bu rivayetlerini nakleden el-Bidaye ven-Nihaye kitabının sahibi İbni Kesir, nakilden sonra bu iki rivayetin sahih olmadığı bilgisini verir. Hatta hızını alamayarak şöyle der: “Bence bu sahih bir rivayet değildir. Hele Yezid’in babası Muaviye’nin, böyle bir şey yapması hiç mi hiç düşünülemez” (İbn Kesîr, El Bıdaye Ve’n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 8/63-80.)
Her ne kadar İbn-i Kesir, sahih olmadığını belirtse de neden sahih olmadığını maalesef belirtmemiş, bunu daha çok böyle bir hareketi yakıştıramayacağı şeklinde düşünmüştür. Zaten sözüne bence diyerek tamamen şahsi düşüncesi şeklinde belirtmiştir.
Fakat yine de bu yaklaşım önemlidir. Çünkü kaynaklardaki bu meşhur rivayetlerin sorgulanması ve güvenirliğinin tartışılmaya başlanması önemlidir. Her yazılan rivayetlerin sahih olmayacağını göstermesi açısından önemlidir.
Zaten Vakıdi’nin kaynak belirtmeden sadece bazı kimseler diye anlatması da böylece ciddi bir iddianın ne kadar zayıf temellere dayandığını göstermesi açısından önemlidir. Eğer gerçekten olay bu kadar net biliniyor olsaydı mahkeme süreci işlenir ve kısas olunurdu. Büyük olasılıkla eşlerin birbirini çekememesinden kaynaklanan dedikodu olabilir.
İbn Esir’de kaynak belirtmeden rivayete göre Ca’de binti Eş’as zehirlemiştir der. (İbnü’l-Esir, El Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 3/466-467.)
Yezid, Ca’de ile suç ortaklığı yaptığına göre, bu suça karşılık para vermemesi ortağının konuşması tehlikesini doğururdu.
Böyle bir riski göze alamaz onu da ortadan kaldırması gerekirdi ki böyle bir durum yaşanmamıştır.
İbn-i Sa’d da Tabakatul Kübra İsimli eserinde Ca’de’nin Hz. Hasan’ı zehirlediği rivayetini nakleder. Fakat dipnotta kitabın tahkikini yapan Muhammed b. Şamil es-Sulemi bu isnadın zayıf olduğu bilgisi geçmektedir. (Şamile versiyonu c.1, s.338, md. numarası 297) (Bkz. Siyeri A’lamu Nubela 3/274; İbni Asakir, Tarihi Dımeşk 4/538 metin şamile versiyonundan)
Belki, Hz. Hasan’ın vefat etmesini kendi saltanatları açısından uygun gören Ümeyyeoğullarından bazı kişiler, Hz. Muaviye ve Yezid’den habersiz olarak böyle bir girişimde bulunmuş olabilir.
Biz, Ümeyyeoğullarının saltanatı ellerinde tutmak için örgütlü bir şekilde çalıştığını tarihte gördük. Ümeyyeoğulları, Hz. Muaviye’nin Hz. Hasan ile yaptığı anlaşma gereği kendisinden sonra hilafeti ona devretme riskini ortadan kaldırmanın en sağlıklı yolunun Hz. Hasan’ın öldürülmesi olduğunu görmüşlerdir. Hz. Hasan, öldürülürse Hz. Muaviye’yi bağlayan bir güç artık olmayacak ve o da kendisinden sonra istediği kişiyi veliaht seçebilecektir. Onlar, saltanatların bekası için Yezid’i Hz. Muaviye’ye önermişlerdir.
SONUÇ OLARAK
Hz. Hasan, bir ekip tarafından sistemli bir şekilde zehirlenerek şehit edildi. Bu ekibin kim olduğu bilinmediği gibi Hz. Hasan’ın bu olayın bir iç savaşa sürüklenmemesi için de isim vermemesi, katilleri gizlemiştir.
Genelde insanlar ve dedikodu mahallesi olaydan üç kişiyi sorumlu tutmuşlar, bunlar
Hz. Muaviye
Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid
ve Hz. Hasan’ın eşi Ca’de
En sondan başlayalım. Hz. Hasan’ın eşinin akla gelmesi zehirlenme olayından kaynaklanmıştır. Bir erkeğe en yakın kişisi eşidir ve muhtemelen yemeklerine zehir konulmuştur düşüncesidir. Ama yemeği hizmetçi de yapabilir. Nitekim Vakıdi’deki rivayet hizmetçilere ödül vaadi verildiği seklinde olması da yemek seçeneğini zayıflatır.
Fakat eğer bu bir dedikodudan öte olup, ciddi karinelere dayanıyor olsaydı muhtemelen sorguya çekilirdi, böyle bir olayın yaşanmaması şüpheleri ortadan kaldırmaktadır.
Fakat Ca’de’nin Yezid ile işbirliği içerisinde olduğu ve onun vaatlerine kandığı rivayeti aklımıza gelebilecek olan bu tereddüdü gidermeye yönelik olmuştur.
Çünkü Halife’nin oğlu ve daha sonra da Halife’nin işin içine karıştığı bir cinayet ortağını kimse araştırmaz diye düşünmüşlerdir. Fakat olaylar böyle gelişmez. Medine’deki Haşimilerin baskısı Ca’de’yi yargılatırdı. Böyle bir olayın olmaması hem Ca’de’yi ve hem de Yezid’i olaydan kurtarmaktadır. Ayrıca Yezid’in Hz. Hasan’ın dul eşiyle evlenmesi ya da ödül vermesi şüpheleri üzerine çekerdi.
Zaten Yezid’in bu dönemde Hz. Hasan’ı öldürmesini gerektirecek bir durum yoktur. Çünkü kendisinin veliahtlığı gündemde olmadığı gibi kendisinin bile beklediği bir şey değildir ve o dönemde hilafet için gösterilecek en son aday odur.
Yani daha olay o kıvama gelmemiştir.
Geriye Hz. Muaviye kalmaktadır.
Fakat kaynaklarda Muaviye’nin konuyla ilgili bir dahlinin olduğunu gösteren bilgi bulunmamaktadır. Sadece Vakıdi’nin kaynak belirtmeden naklettiği bir söylenti ile kimse suçlu ilan edilemez.
Benim Emevilerle ilgili yaptığım araştırmada bu ailenin son derece zengin, sinsi ve güçlü olduğu şeklindeydi. Ayrıca aralarında asabiyet bağı çok kuvvetliydi. Devletin tüm alanlarına nüfuz etmişti. Haşimoğullarının onlarla boy ölçüşeceği bir alt yapısı da yoktu. Bu aile iktidara gelmek ve ellerine geçen iktidar nimetini kaçırmamak için türlü kumpas ve komplolara girmekten çekinmemekteydi. Büyük olasılıkla aile daha Hz. Muaviye hayatta iken onun vefatından sonra durumlarının ne olacağını tartışmış ve endişe etmişlerdi.
Çünkü Hz. Muaviye, Hz. Hasan’dan hilafeti bir antlaşma ile almıştı. Bu antlaşmaya göre Hz. Muaviye’den sonra halife Hz. Hasan olacaktı.
Emevi ailesi, hilafetin ellerinden çıkıp Haşimoğullarına geçmesinin sonlarının gelmesi anlamına geldiğini biliyorlardı. Hz. Muaviye’den antlaşmaya uymamasını da isteyemezlerdi. Çünkü Hz. Muaviye’nin bilinen en önemli özelliklerinden birisi de sözüne sadık olmasıydı. O halde onun elini rahatlatacak bir çözüm gerekliydi. Çözüm de Hz. Hasan’ın ölümüydü. Hz. Hasan ölürse, Hz. Muaviye’nin kimseye karşı bir borcu kalmayacaktı. Böylece hilafetin kendi aileleri içinde kalması için ona baskı yapabilirlerdi.
Nitekim öyle de oldu. Hz. Muaviye’ye kendisinden sonra Müslümanların tekrar iç savaşa sürüklenebileceği bilgisi ve endişesi çeşitli kişilerce empoze edildi. Böylece Hz. Muaviye’nin kendisinden sonra Müslümanların birbirine saldırmaması için çözüm üretmesi istendi. Hz. Muaviye ise Umeyyeoğulları dışındaki bir adaya umeyyeoğullarının sıcak bakmayacağı ve tanımayacaklarını düşündüğünden aile içinde alternatif ararken, ona Yezid seçeneği sunuldu. Konumuz Yezid’in veliahtlığı meselesi olmadığından buraya fazla dalmıyoruz. Umulur ki İslam tarihinin en karanlık sayfalarından birisini aydınlatmış olduk.
Tarih bazen aslında hiç de karmaşık değildir.