19 Haziran 2019

KURAN’IN ORJİNAL METNİ TAHRİF EDİLDİ Mİ?

KURAN’IN ORJİNAL METNİ TAHRİF EDİLDİ Mİ? 
 Bu yazımızda Kuran’ın orjinal Arapça metninin tahrif edilip edilmediği hususunda bir kaç cümle kaleme almayı düşündük. Sayıları çok az olsa da bazı insanların neden “Kuran’ın tahrif edilmiş olabileceğini düşündüğünü” merak ettik ve araştırmaya karar verdik. 

Gördük ki Kuran’ın tahrif  edildiğini söyleyenler şu noktaları ön plana çıkarıyorlar : Bazı Kelimelerin Okunması Sırasındaki Harf Değişiklikleri Mesela Tevbe suresinin 114.ayetindeki “iyyahu” sözcügünü, Hammad ibn Zeberkan, “ebahu” diye okurdu. Sad suresinin 2. ayetindeki “izzettin” sözcüğünü de “girratin” şeklinde okumaktaydı.
  • Bazı Sahabelerin Kuranda Yer Alan Bir İki Kelimede Onların Eş Anlamlılarını Tercih Etmeleri
  • Mesela Abdullah ibn Abbas, Kur’an’da okuduğumuz kimi sözcüklerin yerine, onların eş anlamlarını kullanırdı.Enes ibn Malik de Müzzemmil suresinin 6. Ayetindeki “akvamu” sözcüğünün yerine, “asvabu” sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cuma suresinin 10. Ayetindeki “fes’av” sözcüğünün yerine, “femzü” sözcüğünü; yine İbn Abbas , Karia suresinin 5. ayetindeki “kel’ihni”yerine “k’essavfi”yi uygun görüp kullanırdı.Yine İbn Abbas “sayhaten vahideten”lerdeki “sayhaten” yerine, “zeyfeten”i yeğlerdi. Enes İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki “vada’na” kelimesini,”halelna” diye okurdu.
  • Sahabelerin Kendilerine Ait Kuranlarının Olması
İddialarına göre bazı sahabelerin elinde bulunan mushaflar şu an ki orjinal Kuranımıza uymamaktadır. Örneğin, İbn Mesud’un Mushaf”ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir surenin olmadığı iddia edilir.Tabi Felak ve Nas sureleri de. Ali’nin surelerinin sırasının bugünkü Kuran sırasına uymadığı da ayrı bir iddia.Ayrıca Suyuti, kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor. (Bkz. Suyuti, el itkan, 2/32.)
  • İbni Ömer’in Şu Sözleri Söylemiş Olduğu İddiası İçinizden kimse, Kur’an’ın tümünü elinde tutuğunu söylemesin. 
  • Bunu diyen bilir mi Kur’an’ın tümü ne kadardı? Nasıldı? 
  • Kesin olano ki, Kuran’ın çoğu yok olup gitmiştir. (Bkz. Süyuti, el Itkan, 2/32)
  • Bazı Hadislerde Geçen Yakma Olayları
Osman, kuruldaki üç kişiye şunları söyledi:
“(Medine’li) olan Zeyd ile, Kuran’dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. 
Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile inmiştir.” 
Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas) sayfalardan Kuran nüshaları oluşturulup iş bitince, Osman, söz konusu sayfaları (Hafsa’dan getirilenler) geri gönderdi. 
Oluşturulan nüshaların da her bir kesime gönderilmesini buyurdu. 
Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya da mushafı yaktırdı.
Yukarıdaki iddialar Kuranın orjinal metninin tahrif edildiğine ilişkin birilerinin kendilerince sundukları delillerdir. Şimdi gelelim bu iddialarla ilgili bizim düşüncelerimize… Önce konuyla ilgili ayetlerimizi verelim: “Muhakkak ki o zikri biz indirdik. Ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz.” (Hicr, 9) “O’na ne önünden, ne de arkasından batıl (yaklaşıp) gelemez.”
(Fussilet, 42)
Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar, Kur’ân’ın şüphesiz Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsinler ve ona iman etsinler de kalpleri ona saygı duysun. Çünkü Allah, iman edenleri doğru yola eriştirir. (Hac,54)
Kendisinde şüphe olmayan bu kitabın indirilişi, âlemlerin Rabbi olan Allah tarafındandır.Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, o senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi korkutman için, Rabbin tarafından gelen bir haktır. Gerek ki, hidayeti kabul ederler. (Secde,2-3)
Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir. (Enam,115)
Korunmuş bir kitaptadır. (Vakia,78)
Yukarıdaki ayetler bir taraftan Kuran’ın kitap özelliğine vurgu yaparken bir taraftan da onun korunduğunu; tamamlandığını; onda şüphe olamayacağını ve de asla değiştirilemeyeceğini haykırmaktadır. Bu ayetler ve ortaya koyduğu deliller iman üzre yaşamayı seçmiş bir insan için zaten yeterlidir. Ancak kitabın tahrif edildiğini düşünen biri için delili kitaptan getirmek elbetteki onu tatmin etmez. O halde biz başka deliller getirerek konumuza devam edelim.
Biz biliyoruz ki Peygamberimiz , Kur’an ayetlerinin yazılmasını bizzat kendi kontrolünde tutmuştur. O, vahyin gelişinden hemen sonra bir kısım sahabelerine, inen ayetleri mutlaka yazdırıyor ; vahyi yazdırdıktan sonra ayetleri tekrar ettiriyor ; yazılırken herhangi bir yanlışlık yapılmışsa düzeltiyor ; vahyi yazana “yazdığını çoğalt ve müminlere dağıt” diye emrediyor sonra da ezberletiyordu. Kur’ân ayetleri bu yöntemle müminlere ulaştırılıyordu.O Kuran’ın korunması konusunda o kadar hassastı ki kendi sözlerinin yazılmasını dahi yasaklamıştır.
Madem Resulullah daha yaşarken gelen vahiyleri yazdırıyor,yazdırdıklarını saklıyor veya saklatıyor idiyse , zaten onu bir kitap haline getirme çabası içindeydi diyebiliriz. Dolayısıyla o  dünyasını değiştirdiğinde de Kuran denen kitabımız zaten oluşmuştu denilebilir. Yazılan sayfaların başka başka ellerde olması onun kitap olmasına engel değildir. İlginçtir şu ana kadar bulunan en eski Kuranlardan biri, peygamberimizin ölümünden 20-40 yıl sonrasına ait ve Almanya’da Tuebingen şehri Üniversitesi kütüphanesinde yer alıyor. Bu kitap 649-675 arasına tarihlendirilmiş olup, “Hz. Ali’ye ait olduğu muhtemeldir” deniliyor. Demek ki, peygamberimizin vefatından yalnızca 20 yıl sonra yazılmış bir nüshaya ulaşılabilmiştir. Bu el yazması eserde İsra, Yasin, Saffat ve Hadid sureleri bulunuyor. Bu bilgi, Kuran’ın elçi zamanında mushaflaştırıldığının arkeolojik ve somut bir kanıtıdır.
Hz. Peygamber (s.a.s)’in vefatını takip eden Yemame savaşlarında yetmiş kadar hafızın şehid düşmesi müslümanları telaşa düşürdü. Hz. Ömer de hafızların toplanması için halife Hz. Ebu Bekir’e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Zeyd İbn Sabit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam’ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından zaten var olan Kur’an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya getirildi.(Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, III, s. 761).
Hafız ve katib olan Zeyd b. Sabit, Hz. Ebu Bekir’in talimi, Hz. Ömer’in yardım ve gözetimi altında, elinde yazılı Kur’an metni olan herkesin bu metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat Hz. Peygamberden yazıldığına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istendi. Böylece bütün metinler toplanarak bir araya getirilmiş ve Kur’an-ı Kerim’in asli nüshası yazılarak halife Hz. Ebu Bekir’e teslim edilmiştir. Zeyd b. Sabit’in çalışmalarıyla ortaya koyduğu bu asli nüshaya “İmam Mushaf” adı verilmiştir. Abdullah b. Mes’ud’un teklifiyle iki kapak arasında “İmam Mushaf” üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Yani o zamanki hafızlar ve ellerinde kendilerine ait özel Kuranı olanlar bu oluşturulan mushafın kendi ellerindeki veya hafızalarındaki Kuran ile aynı olduğunu kabul etmişlerdir. Böylece bu Kur’an-ı Kerim her hangi bir tahrifata uğramadan “Mushaf” haline getirilerek aynı mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir.
Halife Hz. Osman, Rasulullah’ın diğer ashabı ile de istişare ederek, İslam dünyasında yalnızca Hz. Ebu Bekr’in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur’an mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırmıştır. Hz. Osman buna bir önlem olarakta gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için diğer tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitmiştir.
Hz. Ebu Bekir zamanında yazılan İmam Mushaf, Hz. Ömer’in ölümünden sonra kızı ve Peygamberimizin hanımı Hz. Hafsa’ya geçmişti. Hz. Osman zamanında bu nüshadan çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir (Muhammed Hamidullah, a.g.e., II, s.763). Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kufe ve Basra’ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Hz. Ali’nin Hz. Osman için “Eğer Osman (r.a) Kur’an’ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım” dediği bilinmektedir.
Resmî Mushaf Dışındaki Mushaflar Neden Yakıldı?
Hz. Osman bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için diğer tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti.
1. Özel mushafların yakılmasının temel nedeni, Kur’ân üzerinde bir düşünce ayrılığının doğmasını önlemek idi. Henüz noktasız ve harekesiz olan o zamanki Arap yazısı ile tutulan notların, aynen Peygamber’den duyulduğu biçimde okunması da çok zor idi. İşte bundan ötürüdür ki okuma farkları baş göstermişti.
2. Kur’an’ı yazan Müslümanlar, anlamını bilmedikleri kelimelerin yanına Peygamber (asm)’den duydukları anlamları da yazıyorlardı. Bu ileride büyük karışıklıklara neden olacaktı.
3. Kişilerin, kendi kendilerine tuttukları notları, evlerinde veya herhangi bir yerde okurken yanılabilmeleri mümkün idi. İşte bu yanılmalardan ötürü bazı kelimelerin okunuşunda farklar doğmuştu. Kimi bir kelimeyi hitap kipiyle okurken, kimi de onu üçüncü şahıs kipiyle okumuştu.
Bu sorunları ancak uzmanlardan oluşan bir komisyon ortadan kaldırabilirdi. İşte bu iş, ilk olarak Ebubekir zamanında yapıldı. Titiz bir çalışma ile Kur’ân’ın sûreleri derlendi, bir araya getirildi. Fakat sûre denilen bu bölümler, esaslı bir sıraya konmamış, derlenen parçalar, rast gele bir araya getirilip bir cild (Mushaf) halinde bağlanmıştı. Bu Mushaf, özel nüshalardan farklı idi. Çünkü özel nüshaların kiminde sûreler iniş sırasına göre dizilmiş, kiminde böyle bir metot izlenmemişti.
4. Resmî Kur’ân’dan az da olsa farklı birtakım özel Kur’ân nüshaları durdukça Kur’ân üzerindeki ihtilâflar sürüp gider ve hattâ büyürdü. İşte böyle bir ihtilâfı önlemek için özel Mushaflar yakıldı.
5. İkinci derlemede meydana gelen Kur’ân nüshasının, diğerinden farkı şu idi : Birinci derlenen Mushaf’ın sûreleri bir sıraya konmamıştı. İşte Osman (ra) zamanında kurulmuş olan komisyon, daha titiz ve daha rahat bir çalışma ile Kur’ân’ın tüm âyetlerini ve surelerini derleyip Hz. Peygamber (asm)’in işaret ettiği gibi yerli yerince konmuştur.
6. Hz. Osman (ra) zamanında yapılmış olan derleme, Peygamber (asm)’in yazdırdığı Kur’ân’dan farklı olsaydı, Osman’dan sonra halîfe olan Hz. Alî, kendi özel Mushafını resmîleştirir, Osman Mushafını yürürlükten kaldırırdı. Oysa öyle yapmamış,Osman Mushafını resmî Muhsaf kabul etmiştir. Dolayısıyla bu durum bile mevcut Mushafın, asıl Kur’ân’a uygunluğunu gösterir.
Hz. Âlî (ra) Mushafını görmüş olanlar, onun-sûrelerinin iniş sırasına göre düzenlenmiş olmakla beraber-içerikte Osman Mushafının aynı olduğunu söylemektedirler. Sadece sayısı pek az bazı kelime farkları vardır. Bunlar da anlam değişikliği yapmayan sinonim kelimelerdir.
7. Resmî Mushaf’tan ayrı olarak meydana getirilmiş olan özel nüshalar yakılmış olmakla beraber, bunlardan bazıları saklanarak sonraki kuşaklara intikal etmiştir. Bunları görenler, bunlarla resmî Mushaf arasındaki farkları tesbit etmişlerdir. İbn Ebî Davud’un Kitâbu’l-Mesâhifi, bu farkları belirtmiştir. Bunlar gözden geçirilince resmî Mushaf ile bu özel nüshalar arasında da temelde bir fark olmadığı, sadece ufak tefek bazı kelime farkları bulunduğu, çok az olan bu farkların da bir anlam değişikliği yapmadığı görülür. Bu durum da resmî Mushafın, Peygamber’in okuduğu Kur’ân olduğunu kesin bir biçimde ortaya koyar
Hz. Peygamber hayatta iken sahabîlerin nâzil olan âyet ve sûreleri öğrenmek ve ezberleyebilmek için yoğun bir gayret içine girdiklerine, onlardan bazılarının kendileri için özel nüshalar oluşturmaya çalıştıklarında hiç bir şüphe yoktur. Nitekim bunlar arasında Übey b. Kâ’b’ın ve Abdullah b. Mes’ûd’un mushafları meşhurdur. Bütün bunlar Hz. Osman’ın resmi mushaflarından önce yazılmış mushaf nüshalarıdır. Resmi mushaf nüshalarından sonraki süreçte de bunların tertibi esas alınmak suretiyle yine gerek sahabe gerekse tabiîn neslinden elbette pek çok kimse tarafından mushaflar yazılmıştır. Hz. Peygamber’in bazı eşlerine kadar özel mushafı olanlar bulunduğuna göre Hz. Ali’yi de bu önemli ilgi ve mesainin dışında düşünmek mümkün değildir. Nitekim yukarıda zikrettilerimiz dışında Hz. Ali’ye nisbet edilen ve onun valisi veya çocukları tarafından okunduğu bilinen San’â Mushafı’nın da Hz. Osman’ın mushafları ile gerek tertip gerekse muhteva açısından tam bir birliktelik içinde olduğunu incelemelerimiz sonucunda görmüş bulunuyoruz.
Bu konuda uzun yıllar inceleme ve araştırma yapan Eski Diyanet İşleri Başkanı Teyyar Altıkulaç : “Orjinali Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan ve Halife Hz. Osman’a izafe edilen Mushaf-ı Şerifle bugün dünyanın her yerinde okunmakta olan Kur’an-ı Kerim’i kelime kelime, harf harf, hatta diş diş kontrol ettik ve arada herhangi bir değişikliğin olmadığını tespit ettik. Aynı çalışmayı Kahire’de bulunan El-Meşhedü’l-Hüseyni mushafı üzerinde de yaptık.”demiştir.  Yine Eski Diyanet İşleri Başkanı Teyyar Altıkulaç : “Hz.Ali’ye isnad edilen ‘San’a Mushafı’nın da yakında neşredileceğini bildirdi. Bu neşirler ortaya çıkardı ki, indirildiği andan bu yana Kur’an-ı Kerim mushafları arasında en küçük bir değişiklik yoktur ve Müslümanlar Allah’ın da bir korumasının sonucu olarak, Kur’an-ı Kerim’i gözleri gibi korumuşlardır.”
Gelelim “Kuran’ın tahrif edildiğini ve bazı surelerin çıkarıldığını söyleyen şia alimleri vardır” iftirasının atıldığı şii kardeşlerimizle ilgili bir iki cümle söylemeye!
Mesela meşhur şia alimi Kummi’ye bakalım ve onlar bu konuda neler söylüyor görelim. Kummi, zamanının Şiî şeyhi olup “Sadûk” lakabıyla anılan ve aynı zamanda Şîa’nın sahih kabul ettiği dört hadis kitabından birinin (Men lâ yahduruhü’l-faklh) müellifidir. İbn Bâbeveyh el-Kummî (ö. 381/991), sözünü ettiğimiz iddialar konusunda özetle şöyle demektedir:
“Bizim inancımıza göre yüce Allah’ın peygamberi Muhammed’e gönderip iki kapak arasına alınmış olan ve insanların elinde bulunan Kur’an bundan ibarettir (onda daha fazla bir şey yoktur)… Onda daha çok şey bulunduğu görüşü­nü bize kim nisbet ediyorsa, o bir yalancıdır.”
Tefsir sahibi Ebû Ca’fer Muhammed b. Hasan b. Al i et-Tûsî de , Kummi gibi düşünen bir âlimdir. Tûsî Kur’an’da tahrif iddiasına dair haberlerin âhâd nitelikte rivayetlerden ibaret bulunduğuna dikkat çekmiş, bunlara itibar edilemeyeceğini bildirmiş ve bu tür görüşlere şu ifadelerle karşı çıkmıştır:
“Kur’an’da fazlalık ve noksanlık meselesine gelince; bu tür sözler onun için hiç yakışık sözler değildir. Çünkü onda herhangi bir fazlalık bulunduğu düşüncesinin bâtıl olduğu hususunda görüş birliği (icma) vardır. Müslümanların inancına göre onda eksik her hangi bir şey yoktur. Bizim mezhebimiz açısından sahih olan budur.
İmâmiyye’den yine tefsir sahibi Ebû Al i Fadl b. Hasan et-Tabersî ise (ö. 548/1153) tahrif iddiasına karşı, görüşünü şu ifadelerle dile getirmiştir:
“Kur’an’da fazlalık bulunduğu görüşünün batıl olduğu konusunda icma vardır. Onda eksiklerin bulunduğu hususuna gelince, bizim ashabı­mızdan bazıları ve avamdan bazı kimseler Kur’an’da değişiklik ve eksiklik olduğuna dair rivayette bulunmuşlarsa da bizim mezhebimizin görüşü bu değildir.
Günümüzde de çeşitli bilimsel toplantılarda kendileriyle karşılaşılan İmâmiyye Şiası’na mensup İranlı ilim adamlarının bu konuda söyledikleri de önemlidir. Onlar Kur’an’da herhangi bir değişikliğin söz konusu olmadığını söylemekte, “Kur’an’da değişiklik” iddiasının Şîa’ya isnad edilmesini doğru bulmadıklarını ve bundan üzüntü duyduklarını ifade etmektedirler.
Seyyid Kutup da bu konu da der ki ;
Sonra bir zaman geldi müslümanlar inanç sistemlerini, sosyal düzenlerini, yurtlarını, ırzlarını, mallarım ve ahlâklarını hatta akıl ve düşüncelerini bile koruyamaz oldular! Onlara üstünlük sağlayan düşmanları, inananlarca iyi olan her şeyi değiştirip, yerine yine onlarca iğrenç kabul edilen kavramları yerleştirdiler. İnanç, düşünce ve değer yargısı; ölçü, ahlâk ve gelenek; düzen ve kanun olarak karşı çıktıkları, benimsemedikleri her şeyi onlara kabul ettirdiler. Toplumsal çözülmeyi, ahlâki çöküntüyü, dejenereyi ve insana özgü tüm niteliklerden soyutlanmayı kendilerine çekici gösterip; onları hayvanlarınkine benzer bir hayatın içine yuvarladıkları, zaman zaman hayvanları bile tiksindirecek bir hayat biçimini yaşattılar. Bütün bu kötülükleri “İlericilik”, “Gelişmişlik”, “Lâiklik”, “Bilimsellik”, “Serbestlik”, “Özgürlük”, Zincirleri kırmak”, “Devrimcilik” ve “Yenilik” gibi parlak sloganlar ve isimler altında kabul ettirdiler. Böylece müslümanların kala kala sadece “müslüman” isimleri kaldı. Bu dinle uzaktan, yakından hiçbir ilgileri kalmadı… Ne var ki, -bütün bunlara rağmen- bu dinin düşmanları bu kitabın ayetlerini değiştiremediler, tahrif edemediler.
Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Allah Zikri koruyacağını vadetmişken ; Resulullah indirilen vahyi ezberletmiş ve yazıya geçirmişken; sahabenin de onun korunması için yaptıkları tarihsel olarak ortadayken bir takım ahad haberlere , bir -iki kelimenin tercihen farklı okunuşuna dayanarak Kuran’ın korunamadığını söylemek kötü niyetli olmaktan kaynaklanmaktadır. Bu kitabı gerçekten tahrif etmek isteyen çoktur. Düşmanının sayısı da azımsanmayacak kadardır.
Yalnız şunu da ifade etmeliyiz ki onun orjinalin metnini değiştiremeyen bir kısım gruplar tercüme yolunu kullanarak onun anlamını tahrif etmeyi başarmışlardır. O ilk günkü gibi elimizdedir ve orjinali elimizde olduğu sürece yapılan çalışmalarla tercüme hataları da giderilebilecektir. Unutmayalım kitabı Allah açıklar. Kuran kendi kendini tefsir eden bir kitaptır. Bu kitap aynı zamanda içindeki kavramlarında sözlüğüdür. Allah Kuranı harf harf matematiksel olarak ; içeriğiyle bilimsel olarak; örnekleriyle tarihsel olarak;mesajlarıyla da güncel olarak korumuştur.
Kuran tahrif edilmiş olsa Yüce Allah şu ifadeleri kullanır mı?
Biz, onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki onun gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?
Kuran değişikliğe uğratılmış bir kitap olsa şu matematiksel mucizeler nasıl olur da değişikliğe uğramamış olur:
  • “Ay” (Şehr) kelimesi Kuran boyunca 12 kez geçer.
  • “Gün” (Yevm) kelimesi 365 kez geçer.
  • “Günler” (Eyyam ve Yevmeyn) 30 kez geçer.
  • “Şeytan” ve “Melek” kelimeleri eşit sayıda 88’er kez geçer.
  • “Dünya” ve “Ahiret” kelimeleri eşit sayıda 115’er kez geçer.
  • “İman” ve “Küfr” kelimeleri eşit sayıda 25’er kez geçer.
  • “Adalet” (Qıst) ve “Zulüm” kelimeleri 15’er kez geçer.
  • “Güneş” (Şems) ve “Işık” (Nur) kelimeleri 33’er kez geçer.
” Vezin, kafiye, sıra ve tertip açısından Kurân’daki ayetlerin ve harflerin dizilişi birbiriyle bağlantılıdır. Her bir cümle, kelime ve harfin dizilişinde mükemmel bir düzen ve bütünlük vardır. Bu adeta saatteki saniye, dakika ve saati sayan ve bir birinin düzenini tamamlayan sistem gibidir. Şayet Kurân’dan bir harf dahi eksiltilmiş olsaydı bu mükemmel düzen bozulacak ve bunun fark edilmemesi mümkün olmayacaktı.
Kur’ân ayetlerinin manaları da birbiriyle bağlantılıdır. Bir bütünlük gösterir. Bazen bir önceki ayet bir sonrakinin delili, bir öncekinin neticesi olur. Aslında bu konuda söylenecek o kadar çok şey var ki ama yazdıkça yazı uzuyor. Uzun yazılar da insanları sıkıyor. Bütün bu anlatılanlara rağmen Kuranın metni değiştirilmiştir diyenlere şunu söylemek isterim:
” Ey kalbi körelmiş insan! Doğumlar ve ölümler devam ettikçe şu dünyadaki imtihan gereği Allah’ın mesajının ve teklifinin herkese değişmeden ulaşması gerekir. Bu teklifin tahrif olduğunu iddia etmenle Allah’ın imtihan yapmayı beceremediğini söylemen arasında bir fark yoktur. Hani diyorum yoksa senin asıl derdin tahrifle falan değil de Allah’la mı?”



KURAN’I ANLAYAMAYIZ ANLAYIŞI


Kur’an’ı anlayamayız anlayışı/önyargısı, Kur’anı anlamanın önündeki en büyük engellerden biridir. Kur’an a karşı, böyle bir anlayışa sahip olmaktan daha büyük bir yanlış olamaz. Adeta, Kur’ anın bütün işlevini sıfıra indirgeyen, insanla Kur’an arasındaki bütün ilişkileri koparan, aklı donduran ve Kur’an anlaşılmamaya mahkum eden bu anlayış değişmedikçe Kur’an’ı anlamak mümkün olmayacaktır.
Kur’an’ın anlaşılır ve açık bir kitap olduğunu söyleyen Allaha rağmen, “biz bu kitabı anlayamayız” düşüncesine sahip olanlar, bilinçsizce Allah’a iftira etmektedirler. Allah, kendisine bu tür iftirada bulunanları zalim olarak nitelendirmektedir: “Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kim“. Kur’an kendisinin açık ve anlaşılır bir kitap olduğunu şu ayetlerle açıklamaktadır:
“Biz bu Kur’an’ı Allah’a karşı gelmekten sakınanları müjdelemen ve inatçı milleti uyarman için senin dilinde indirerek kolaylaştırdık” (19 Meryem-97)
“Andolsun ki Kur’an’ı öğüt olsun diye kolaylaştırdık* Öğüt alan yokmudur?’ (54 Kamer -17)
“Biz onu anlayasınız diye, Arapça bir Kur’an olarak indirdik” (12 Yusuf- 2)
Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı ya da bize bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi? Onlardan öncekiler de işte tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri (akılları) nasıl da birbirine benzedi? Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik. ” (2 Bakara – 118).
“Andolsun ki Biz bu Kur’an’da türlü türlü örneği gösterip açıkladık. İnsan amma da çok tartışıyor” (18 Kehf – 54).
“İşte böylece Kuran’ı apaçık ayetler, olarak indirdik. Allah, şüphesiz, dilediğini doğru yola eriştirir” (22 Hac – 16). “Andolsun ki biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan örnekler ve takvaya ulaşmış kimseler için öğütler indirdik.” (24 Nur-34).
“Andolsun ki, sana apaçık ayetler indirdik. Onları sadece yoldan çıkmışlar inkar eder”
(2 Bakara – 99)
“Elif lam, ra. Bu bir kitap’tır ki, hikmet sahibi, herşeyden haberi olan Allah tarafından ayetleri kesin kılınmış sonra da uzun uzadıya açıklanmıştır” (11 Hud – 1)
“Bu indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik” (24 Nur – 1). “Doğrusu bu Kur’an sana ve ümmetine bir öğüttür, ondan sorumlu tutulacaksınız” (Zuhruf-44).
“Biz o Kur’an’ı senin dilinle kolaylaştırdık ki düşünüp öğüt alsınlar” (44 Duhan – 58).
“Böylece ayetleri uzan uzadıya açıklıyoruz ki, suçluların. yolu belli olsan” (6 Enam – 55)
“îşte Rabbinin doğru yolu budur. Biz öğüt alanlar için ayetleri geniş geniş açıkladık” (6 En’am 126)
“Elif, Lâm, Râ. Bunlar kitabın ve apaçık bir Kur’ân’ın âyetleridir. ‘ (15 Hîcr – 1).
“Andolsun biz gerçekleri açıklayan ayetler indirdik. Allah dilediğini doğru yola iletir” (24 Nur-46).
Kur’an’da bu ayetlere benzer daha birçok ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerde de görüldüğü gibi Kur’an kendisinin anlaşılır olduğunu söyleyerek “Biz onu anlayamayız diyenleri yalanlamiş olmuyormu ?
Öyle ya! Kur’an mı doğru söylüyor , yoksa “onu anlayamayız” diyenler mi? Kur’an’ın ortaya koyduğu bu gerçeğe rağmen, “anlayamayız” anlayışını sürdürenler ancak akletmeyenlerdir. Akletmeden inanma ise “körü körüne” bir inanmadırki böyle bir inancın hiç bir değeri yoktur. Geçerli ve gerçek inanma, bilerek inanmadır. Zira Rabbimiz, kendisine körü körüne değil, bilerek inanmamızı istemektedir.
Düsünmeli değilmiyiz; Allah anlayamayacağımız bir kitabı ne diye bize göndersin? Anlamadığımız bir kitabı gönderip te bizi sorumlu tutar mı hiç ? Bu Allah’ın adaletine yaraşır mı? Eğer öyle olsaydı ozaman anladığımız bir kitap olmadığı îçın „senin doğru yolunu öğrenemedik” demeye hakkımız olmaz mı? Allah Kullarına zorluk dilemediğine göre ne diye anlayamayacakları bir kitabı göndersin?
Kur’an’ın ortaya koyduğu gerçek odur ki Allah biz kullarına, kitabını anlayacak düzeyde akıl vermiş, kitabını da aklımız düzeyinde anlaşılır olarak indirmiştir. Kur ‘ani ancak aklı olmayanlar anlamaz. Aklı olmayanlar ise zaten sorumlu değildir.Kur’an’a tabi olunmadan Allah’a kul olunmaz; Allah’a kul olmak isteyen ise O’nun gönderdiği Kitab’ı bilmek zorundadır. Kitabı bilmek anlamayı, anlamak da okumayı gerektirir. Allah’a giden yolda Kur’an’ı hayatına rehber edinmeyen kimse serapları (din adına uydurulmuş bid’at ve hurafeleri) gerçekyerine koymuş olur.
Serap ise sadece yanıltıcı bir görüntüdür. Serap ve gerçek birbirinden ne kadar uzak ve farklı şeyler ise Kur’an’a, Kur’anın yerine insanın rehberliğine sunulan şeyler de birbirinden o kadar farklı ve uzaktır. Ve seraplarla aldatılan Müslümanlar, Kur ‘ana yönelmedikleri sürece bu aldanışın içinde yaşamlarını tüketeceklerdir.
Kur’an adına ve fakat Kur’ansız bir hayatı yaşamanın çelişkisini anlamak/görmek ve bu gerçeği bütün bir insanlığa ulaştırmak ve Kur’anı yeniden Müslümanların rehberliğine geçirmek kurtu-luşumuz için tek yoldur. Evet, bizi Allah’ın dininden, Kur’an’dan ayırarak uzaklaştırdılar. O halde yeniden dine dönmek, dinî Allah’a has kılmak için Kur’an’a dönmeliyiz.
Kur’an’dan daha iyi ve doğru rehber olmadığına göre Onun rehberliğine teslim olmalı değilmiyiz? Bir yandan Rehberimiz Kur’andır diyeceğiz diğer yandan da Onun içinde olanı bilme gereğini duymayacağız. Onu okuyup anlama çabası içinde olmadıkça bize asla rehberlik etmeyecektir .Çünkü, Onu rehber edinmenin şartı ne dediğini anlamaktır.
Kur’an’ı anlayamayız anlayışını insanların düşüncesine yerleştirenlerin gerçek amacı, onları kendilerine bağımlı hale getirmektir. Uydurdukları, „her bir ayetin yüzlerce, binlerce anlamı olduğunu”, Hz. Ali’nin, “bir tek besmeleden yedi deve yükü kitap olacak kadar anlam çıkarabileceğini söyledigini“ Ebu hanife’nin, „bilmediklerimi ayaklarımın altına koyarsam başını göklere değer” dedigini ve benzeri gibi yalanlarla hatta bu yalanlarıda böylesine şerefli alimlere mal ederek Müslümanları uyuttular.
Müslümanlarla Kitap’ları arasına kurulan bu büyük tuzaktan akletmeden kurtulmak mümkün değildir. Bu tür yalanlarla güya islamı yüceltmek ve ne kadar degerli olduğnu anlatılmak istenmektedir. Oysa ki gerçek hiç te öyle değil. Böyle düşünmekle, iyi niyetli de olunsa yapılan şey Müslümanları Kur’an’dan uzaklaştırmaktır. Nasıl mı? şimdi düşünün
Bir kimse , bütün yaşamını ilme vermiş olmasına rağmen yine de bilmediklerini ayaklarının altına koyduğu zaman başı göğe değdigine göre,bir besmelenin yedi deve yükü kitap dolusu anlamı olduğuna göre, ‘biz kim , islamı ve Kur an’ı anlamak kim?‘ diye düşünmez miyiz?
Büyük alimler bile „İslam bir deniz, bizim bîldiğimiz ancak ondan bir damladır“ dedîklerine göre, “O “âlimler denizden bir damla kadar onu bilebildiklerine göre, bizim islam’ı öğrenebilmemiz, anlayabilmemiz, mümkün mü ?” önyargısı ile ondan uzak durmazmıyız?
Bu anlayışla alimIere uymaktan başka yol yoktur, „nasıl olsa onlar biliyorlar, bizede onlara uymak düşer” diyerek, Kur’an’ın yerine onların din anlayışlarına uymuş oluyoruz.
Bu arada şununda altını çizelim. sahi bu ümmet neden parçalandi ve neden herkez kendi cematine uyarda bir diger cemate düşmanca bakar ?
Böyle bir görüşe doğru demek, beraberinde şu soruları cevaplamayı da getirmektedir: Bu, islam’ı kişilerin tekeline vermek değil mi? Bu, kişiler sayısınca din ve kitabın ortaya çıkması demek değil mi? Bütün hayatımızı versek bile, bırakın tümünü, bir kısmını dahi anlama imkanımızdan yoksun olduğumuz bir dinden üstelik tümünden nasıl sorumlu olabilriz ? Bütün hayatını İslam’ı öğrenmeye adamış bir kimsenin bile öğrendikleri, öğrenmesi gerekenlerin yanında denizden bir damla kadar olduğuna, bizim bu dini örenmek için milyonlarca yıl ömüre sahip olmamız gerekmez miydi ?
Bize yeterince ömür vermediği için Allah haksızlık mı etmektedir.? Öyle ya, milyonlarca yılda öğrenilebilecek bir dini anlamak için bize yeterince ömür vermeli değil miydi? Bu ve buna benzer daha çok soru cevapsız kalmak zorundadır.
Eğer Kur ‘an ı anlamayı yukardaki şartlara bağlı görürsek bu bir çelişki olur. Böylesi bir çelişkiyi islam’a maletmeye kimsenin hakkı yoktur.
Allah kullarına hiç haksızlık yapar mı? Elbette ki yapmaz. Zira Allah adildir. Bu Allahın adaletine sığmaz. Rahman ve Rahim olan Allah yüce kur’an’da demiyor mu ki:
“Anlayasınız diye Kitap ta her’şey açık açık izah ederek kolaylaştırdım“. “Hiç kimseye taşıyabileceğinden fazla yük yüklemedim”: ”inanıp iyi işler yapanlar, -ki hiç kimseye gücünün üstünde bir şey yapmasını yüklemeyiz işte onlar cennet halkıdır, onlar orada ebedi kalacaklardır” (Araf – 42).
Kur’an, ilmi ve bilgisi ne olursa olsun, kendisine bağlanan herkesi en doğruya iletecek bir rehberdir. O’na teslim olan, Allah’ın kopmaz ipine tutunmuş olur. Kur’an, Allah’ın, tutulsunlar diye kullarına uzattığı iptir, İpi Allah’ın ipinden daha sağlam olan kim vardır?Ne kadar garip bir seydir ki; Kur’an’ı yüceltmek adına bizim hayatımızdan çıkardılar. Kur’an’a dayanmayan bir hayat, nasıl İslam olarak nitelenebilir? Bu konuyu çok iyi düşünmek zorundayız, ki, Allah’ın Kitab’ na dönmekten başka çıkar yol olmadığını iyice anlayabilelim.
Kitab’ının açık ve anlaşilır olduğunu söyleyen Allaha rağmen siz anlayamazsınız anlamanız da gerekmez anlayanlara uyun yeter diyenler, hesap,günü bizim yerimize hesap verebileceklermi?
Veya biz hesaba çekilirken bize yardımcı olabileceklermi? Elbetteki yardımcı olmaya güçleri yetmeyeceğine göre ve herkes Kur’an dan hesaba çekileceğine göre, bir takım kimselerin Kur’anı anlayamazsınız diyerek Kur’an’la aramıza girmelerine izin verirsek, Kitapla aramızda engel oluşacağından imtihanı kaybedenlerden olmaz mıyız? Hepimizin imtihap kitabı Kur’an’dır. Herkes Kur’an’dan imtihan çekilecektir. Kim ki imtihanı vermek istiyorsa bu Kitaba çalışmak zorundadır. Bir yandan Kur’an’ın anlaşılır olduğunu, o’nu anlamak için hiçbir engel bulunmadığını; diğer yandan da O’nu anlamada engel olarak gördüğümüz birçok şeyi sıralamış bulunmamız bir çelişki gibi görülmemelidir.
Zira Kur’an’ın ilk indiği toplumda böylesi engeller yoktu. Bu engeller tarihi süreç içinde oluşan yanlış anlayışlardan kaynaklanan engellerdir.Yoksa Kitabin kendisinden kaynaklanan engeller değildir. Kitapla, aramızda iletişim kurmada oluşan bu engeller, Kitab’ı gereğince anlamamızda aşılması ve yok edilmesi şart olan engellerdir.
Kuran Yeterince Açık mıdır?
Kur’an’ı anlamada bugün en büyük problemlerden biri; onun herkes tarafından anlaşılamayacağı, ancak özel kişilerin anlayışı, kavrayışı ve aracılığı ile anlamanın mümkün olabileceği, aksinin ise kişiyi sapıklığa götüreceği öngörüsünün toplumda yaygın ve yerleşik bir kanaat olmasıdır.
Bu yaklaşım günümüzde o kadar yaygın ve bireylerin Kur’an’a olan yaklaşımlarını o kadar fazla etkileyecek boyuta varmıştır ki, ilmiyle temayüz etmiş kişilerin dahi kalbine “acaba böyle midir?” şüphesi düşmektedir.
Halbuki en düz mantık bile, Allah (CC)’ın doğruluğa eriştirmek için bir hidayet rehberi olarak gönderdiği hikmetlerle dolu kitabının, insanı sapıklığa götürebileceğini kabul etmez.
Kur’an’ın apaçık bir kitap olduğunu birçok ayetle ispat mümkün iken bu yazımızda sadece Bakara suresinin 159 ve takip eden ayetleri belirtmekle yetineceğiz. Çünkü bu ayet yukarıdaki yaklaşımın yanlışlığını ve bu yaklaşımın çok büyük bir sorumluluğun da açıkça üstlenilmesi demek olduğunu ortaya koymaktadır.
“Gerçekten indirdiğimiz belgeleri ve doğru yolu Kitapta insanlara açıkladıktan sonra, gizleyen kimseler var ya, onlara hem Allah lanet eder, hem lanetçiler lanet eder, / ancak tevbe edenler, ıslah olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müstesna; işte onların tevbesini kabul ederim. Ben, tevbeleri daima kabul ve merhamet edenim. / İnkar edip de o halde ölenler var ya, işte, Allah’ın, meleklerin, insanların hepsinin laneti onlaradır. / Lanette temellidirler, onlardan azab hafifletilmez ve onların azabı geciktirilmez.” (Bakara 159-160-161-162)
Girişte belirttiğimiz söz “herkesin kitaptan bir fıkhi hüküm çıkartmaması gerekir.” yaklaşımı çerçevesinde değerlendirildiğinde masum, hatta haklı bir yaklaşım gibi durabilir. Ancak bunun son derece tehlikeli bir şekilde, Kur’an’ı anlama metodu olarak hayata geçmesinden dolayı, zararı masumiyetinden büyük sonuçlar doğurmaktadır.
En önemli hasar şüphesiz ki, bireyin öncelikli ve mutlak olarak kendisini ilgilendiren, din ile ilgili yaklaşımları sorgulayabileceği yegane kaynağın elinden alınmış olmasıdır. Kavrayışlı bir zihin için bu durum başka açıklamaları gerektirmeyecek kadar açık bir tehlikedir.
Abdestsiz Kur’an’a dokunulmaz gibi ek yasaklarla da bireyin Kur’an ile ilişkisi arasına engeller konduğunda artık meydan Kur’an’ı açıkladığını iddia eden birçok açıklayıcıya kalmaktadır. Burada, bu açıklayıcıların niyetlerinin bozuk olduğunu toptan iddia etmek elbette yanlıştır. Fakat peşlerinden gidenlerin, doğru bilgiyle onları sorgulamadan, sırf takipçi olmaları, zamanla olası birçok yanlışın görenek halini almasına sebep olmaktadır ki maalesef bu hep böyle olmuştur.
Sonuç ise ortada… Birçok açıklayıcının kelâmlarını hıfzeden topluluklar, merak edipte acaba Allah (CC) ne demiş? bile demeden kendisini İslam’ı temsil etme misyonunun merkezinde görüyor. ..
Kendilerine kavrayışlarının veya metodlarının yanlışlığı AYET ile gösterildiğinde ise klasik cevap hazır…
“Sen veya hocan biliyorsunuz da onca namlı, filanca zat bunu anlamamış. Olacak iş değil…”
Ardından bir sürü teviller ileri sürülüyor. Veya size diş bileyip kişisel eksikliklerinizden dem vuruluyor. Yada daha da ileri gidip namı pek hoş olmayan akımlardan biriyle sizi imgeleştirerek AYET’ler gözardı ediliyor…
Yapılan maalesef hep bu olmaktadır.
Halbuki Allah (CC)’ın resulü veda haccında; “…Burada bulunan bulunmayana ulaştırsın. Çünkü burada bulunan bu bilgiyi, kendinden daha iyi kavrayan birine ulaştırabilir…” demişti. Sırf bu uyarı dahi, inanç konusunda (Hz. Muhammed hariç) bir kişi veya zamana demir atmanın, metod olamıyacağını göstermiyor mu?
Bugün ise inancını ciddiye alanlar hep serzeniş halinde…
Neden öyle olmasın ki?
• Hayatın dışına itilmiş ve sadece mistik bir tören sembolü olarak kutsallaştırılıp, içine bakılmayan Kur’an ve Kur’anı’ı anlama metodu.
• Sorgulama etiğinden yoksun, her fırsatta “Şahidim ki Allah (CC)’dan başka ilah yoktur. Yine şahidim ki Muhammed Allah’ın kölesi ve elçisidir” dediği halde; kendisini gerçek şahit yapacak Kur’an’ı, anlamak için bir kez olsun eline almamış müslüman birey.
• Din’i, bir şefaat zinciri ve bireysel haz alma eylemine indirgemiş akımlar.
• Ya kaybedecek birşeyleri olduğundan yada ayetlere olan güvensizliklerinden ötürü; Kur’an’ı Kur’an’la anlayıp hadisleri de uygun ayetlerle eşleştirmek yerine geçmiş alimlere methiye ve minik şerhler koymanın ötesine geçemiyen alimler.
• Tek tip, edilgen robotlar yetiştirmenin dışına çıkamayan; ilimleri eskilerin yazdıkları ile sınırlayıp hayata sırtını dönen; farklı ve özgür düşünceye, kutsanmış kariyerlerle baskı kurup geçit vermeyen eğitim sistemi.
• Allah (CC)’ın ayetlerini belli bir saltanatı sürdürmeye tercih edemeyen devlet modelleri.
• Davranış olaraksa; yanlış sabır anlayışı ile aşırı tepkisizlik yada marjinallik.
Müslümanların mevcutları bugün bunlardır.
Çözüm ise her müslüman bireyin şahitliğini, lafzî olmaktan çıkarıp Kur’an’ı bizzat anlayarak bilgiye dönüştürmesidir. Kur’an’ı anlamanın önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır. Bireyin Kur’an’a yaklaşmasına engel olacak en ufak maddi – manevi bidatleri yaşatmanın büyük bir vebal olduğunu yukarıdaki ayetler, müslüman, münafık, müşrik, kâfir ayrımı yapmadan çok açık bir şekilde ifade etmektedir…
“Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitabı, sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların, bu Kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır. İşte bu Kitap Allah’ın, dileyeni kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah, sapıklıkta yürüyenlere yol da göstermez.” (Zümer 23)
Kur’an’ı Başka Kaynaklara Göre Anlamaya Çalışmak
Kur’an’ı, Kur’an’dan başka kaynakları esas alarak anlamaya çalışmak o kaynaklardan yararlanma düşüncesiyle değil de onları esas alma koşuluna bağlıysa, o zaman onlardaki yanlışları Kuranın anlamına taşımış oluruz. Bu da netice olarak Kuranı (söz olarak değil anlam olarak) tahrif etmek gibi büyük bir yanlışı içermektedir.
Her şeye Ölçü saydığımız Kitab’ı, başka ölçüleri esas alarak açıklamak, ölçülerin yerini ve işlevini değiştirmek demektir, Hiç bir kaynak Kur an gibi veya Kur’an’a denk olamaz;
“De ki: “Andolsun, insanlar ve cinler, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere bir araya gelseler birbirine yardımcı da olsalar, benzeri ni ortaya koyamazlar” (îsra-89)
Kur’an’ı anlamada başka kaynakları temel ölçü olarak almak ve Kur’an’ı bu kaynaklarla açık lamaya çalışmak, temelde Kur’an’ı o şeylere uydurmayıda beraberinde getirir. Böylesi bir yanlış da kişiyi Kur’an’ı anlama adına, Kurandan sapmaya götürür.
Kur’an’ı anlamada referans olarak alınan kaynaklara baktığımızda, başta esbab-ı nüzul (ayetlerin indirilmesine neden olan olay) olmak üzere; hadis, kelam ilmi,alimlerin görüşü, geleneksel kültür, mürşitler, tasavvuf odaklı din kültürü ve mezheplerin gelmekte olduğunu görmekteyiz. Bu kaynakların bir kısmını dışlamanın veya onları yok saymanın, kültürü ve bilgiyi yoksaymakla eş anlama geldiğini biz de bilmekteyiz.
Ancak sorun, onları yoksayarak veya varsaymak sorunu değildir. İşin yanlışı, onları temel ve genel geçer doğrular düzeyinde görerek, Kuran’dan anlaşılması gerekeni onların belirlediği şekilde anlamayı esas almaktır.
Oysa ki onlardan yararlanmayı ve fakat bu yararlanmayı da Kur’an’ın üzerinde ve önünde tutarak değil, bilgimize bilgi, görüşümüze zenginlik, bakış açımız a genişlik, düşüncemize olgunluk ve seviye kazandırıcı olarak görmek gerekir. Kuranı, bu kaynaklardan beslenen anlayışa kenetlemek, o kaynaklardan yararlanmak demek değil, o kaynaklarla Kur’an’ın vahy olma özelliğini zedelemektir. Doğruyu bulmada ölçü olarak Kur’an’ı değil, onları almaktır.
Kur’an’dan sapmanın temel nedenlerinden birisi de bu anlayıştır. Bu anlayışı onaylamak, insanın sözünü Allah’ın sözünün önüne geçirmek, insani bilgiyi, ilahi olandan üstün tutmak demektir.
Kur’an en üstün olandır, en doğru olandır, ana kaynaktır, korunmuştur, Allah sözüdür ve kendisine uyanlan kurtuluşa götürecek yegane rehberdir. Rehberden yararlanmak için ona uymak işin şartıdır. Rehberin yaptığı adres tarifini yanlış anlayanlar asla doğru adrese gidemezler.
Referans olarak aldığımız kaynaklarla Kur’an’ı kıyasladığımız da, yapacağımız seçimle hangisinin hangisine uyması gerektiğine, neyin ölçü ve esas olduğuna da karar vermiş olacağız. Diğer kaynaklar diyenler mi, Kur’an diyenler mi doğru demiş olacaklar?
Kuran diyenler doğru demiş olacaklarsa o halde Kur’an’ı anlamada diğer ölçüleri nasıl esas alabilir ve onları işin esası sayabiliriz? Onları, işin esası saydığımızda kendisinde hiçbir eksiklik ve çelişki bulunmayan, dosdoğru olan Kitab’a onlardaki çelişki, yanlışlık ve eksikliği bulaştırmış olmayacak mıyız? Bu nasıl akletmektir? Sahibi Allah tarafından korunmaya alınan ve kıyamete kadar korunacağı vaad edilmiş Kitab’ı; zamana, insana ve başka şartlara karşıkorumaya alınmamış kaynakları referans olarak alıp açıklamaya çalışmak yanlış bir yöntemdir.
“Doğrusu Zikri biz indirdik, O’nun koruyucusu elbette Biziz” (Hicr -9).
Burada haklı bir itiraz yapılabilir. Denilebilir ki; Kur’an’ı peygamberden daha doğru anlayan ve uygulayan kim olabilir? Onun için Peygamber (sav) nasıl anlamış ve yaşamışsa bizim de O nün gibi anlamamız ve yaşamamız gerekmez mi
Yani, Kur’anı hadis ve sünnete (Burada söz konusu edilen “sünnet” kavramı geleneksel anlayışda yer etmiş şekli ile alınmıştır.) göre açıklamalıyız diyenler, bu düşüncelerinde ilk bakışta haklı sayılabilirler.
Hadis ve sünnetten yararlanmayı biz de gerekli görmekteyiz. Hadis ve sünnetten ‘yararlanmak‘ ayrı şey, hadis ve sünnete ‘göre’ tefsir yapmak ayrı şey. -Bu ayırıma dikkat ediniz- Ancak- şu gerçek gözardı edilmemelidir. Şayet Kur’an başka kaynaklara ‘göre’ açıklanmaya muhtaç bir kitap olsaydı, kendisi gibi açıklaması da korunma altına alınması gerekmez miydi? Kaldı ki Kur’an apaçık ve anlaşılır bir kitaptır:
“Mücrimlerin (suçluların) yolu apaçık belli olsun diye ayetleri uzun uzadıya açıklıyoruz” (En’am 55),
“İşte Rabbinin dosdoğru yolu budur. Öğüt alan kimseler için ayetleri iyice açıkladık” (En’am 126).
Allah’a ait olduğu ve korunduğu kesin olan vahyi, peygambere ait olduğu varsayılan ve öyle olduğu konusunda kesinlik bulunmayan sözlere göre yapılan açıklamaları, kesin doğrularmış gibi kabul edersek yapılacak yanlışlarla Kitab’ı (söz olarak değil? anlam olarak) tahrif etmiş olmayacak mıyız?
Eğer, ayeti kendisine göre açıkladığımız söz (hadis), Peygambere aitse ayeti doğru anlamış oluruz, ya o söz (hadis) Peygambere ait değilse, peygamber sözüdür diye, hadis böyle açıklıyor diye, o zaman gerçekte Allah’ın sözüne değil, ona verilen yanlış anlama iman etmiş olmaz mıyız? Ayetler apaçık ve anlaşılır olduğundan, Allah’ın elçisi onları insanlara bildirmekle yetinmiştir.
Yoksa hiç bir zaman, “bu ayet, bu da onun açıklamasıdır” diyerek iki ayrı şey söylememiştir.
Eğer öyle olsaydı, kendisi korunmuş olan vahyin açıklaması da korunmuş olurdu. Ancak Kur’an’ın pratize edilmesi gereken hükümlerini bildiren âyetler peygamberlik görevi gereği peygamberimiz (sav) tarafından pratiğe geçirilmiş (sünnet) olup ve bu pratiğe geçirilen hükümler kesintisiz bir şekilde yaşanarak “amel-i tevatürle” en sağlıklı şekilde bize ulaşmıştır.
Kur’an’da kendimiz için gerekli olup ta anlamını bilemeyeceğimiz hiçbir ayet yoktur. Ben bu ayeti anlamıyorum diyenlerin, onu anlamak için başvurduğu kaynaklardaki bilgiler daha çok uydurulmuş bilgiler olduğundan, ayeti, doğru anlama adına yanlışa kurban etmektedirler. Bir ayet anlaşılmıyorsa, ya üzerinde gereğince akledilmediğindendir ya da onun bilgisine ulaşmada bir takım engeller söz konusudur veya bizi doğrudan bağlayıcı bir fonksiyonu / özelliği olmadığındandır.
Prof Dr Abdülaziz Bayındır.


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...