13 Şubat 2019

Enfüsi (İç aleme ait) Meseleler



Enfüsi (İç aleme ait) Meseleler
Ülfet ve İç canlılık (Metafizik Gerilim) (drmavi 1988)
Ülfet, insanın bir şeye karşı alışkanlık peyda etmesi, sağında, solunda, önünde ve arkasında gördüğü çok orijinal ve hârika şeylere karşı lakayt ve alâkasız kalması demektir. Bir mesele ilk duyulduğunda canlıdır ve alâka uyarıcıdır; fakat bir müddet geçtikten sonra, kafamızda sadece donuk hatları ve kalıplarıyla bir hikâye olarak kalıverir..
Kalıverir de ruhumuzdaki ilk mevcelenmeler, heyecan dalgaları, kalp yumuşamaları ve hattâ göz yaşarmaları artık birer hayâl olur ve çok ciddî meseleler sadece birer formül olarak îfâ edilmeye başlanır. Rûha bir kuruluk, bir hamlık ve kabukta dolaşma hâkim olur; öyle ki artık kalpler, kaskatı hale gelir ve insan da vurdumduymaz olur.
Metafizik gerilim, iç coşkunluğu, aşk, heyecan ve şevk potansiyeli, mânevî duygularımızın daima aktif halde bulunması, bizi dîne ve ibâdetlere sevk edip koşturacak bir güç kaynağıdır. Kalp merkezimizin daima enerjik bulunması, aksiyon ve hamle ruhuyla şahlanmış, canlanmış bir ruh halinin kesintisiz oluşu demektir.
Ne var ki, zamanla bu canlılık da ülfet ve ünsiyet tozu- toprağıyla perdelenebilir; korlar küllenip, duygu ve lâtifeler sönebilir. Ve neticede de tamamen sönme, pörsüme, hattâ kokuşma devresine girilebilir.
Ülfet ve ünsiyetle metafizik gerilimin kaybolması, aslında fıtrat ve yaratılışımızın gereğidir. Nasıl vesvesenin gelmesi elimizde değilse, aynı şekilde, çok defa ülfete karşı koymak da elimizden gelmez.
Hususiyle imanda mertebe kat’edememiş, kalbî ve rûhî hayatını gerçekleştirememiş kimseler için bu fıtrat kanununu aşmak, oldukça zor ve hattâ imkânsızdır..
Bir defasında Hanzala, Hz. Ebu Bekir ile Efendimiz’e gelir ve “Hanzala münafık oldu ya Rasûlullah” der ve “Senin yanında hissettiklerimi dışarda hissedemiyor ve her an yanındaki gibi gerilim içinde kalamıyorum” şeklinde açıklamada bulunur. “Bir öyle, bir böyle” der Efendimiz (sav) ve ilâve eder: “Eğer zamanın her parçasında benim yanımda olduğunuz gibi olsaydınız, melekler sizinle musafaha ederlerdi.” Her kemalin bir zevali vardır ve kâinatta hiçbir şey kararında değildir.
Dînî hizmetler, ülfete karşı önemli bir sütredir. İnsan hizmetle, sürekli meşgûliyetin yanı sıra beklenmedik İlâhî te’yîdata da mazhar olur ve hep canlı kalır. Böylece, aslında devamı olmayan gelip geçici sarsıntıyı ve ölmüşlüğü aşarak, yeni bir dirilişe muvaffak olabilir. Yoksa, bu manâda bir gayreti olmayan kim olursa olsun, kalbinin katılaşması, gözlerinin kuruması ve ülfet ve ünsiyetle iç geriliminin ve canlılığının kaybolması dolayısıyla da şeytanın vesvese ve hilelerine kapılıp, günahlarla sol taraftan vurulması her an muhtemel ve mukadderdir.
Ledünnî (İç Âleme Ait) Meseleler
Metafizik gerlimi muhafaza adına aşağıda 13 maddeyi ele alacağız. Bu hususlar insanın iç dünyasıyla ilgilidir ve dış âleme ait meselelerle de doğrudan veya dolaylı bir ilgisi vardır.
Benlikten Vazgeçilmelidir
Her şeyden önce, insanın bir tahliye (fena şeylerden arınma) yapması gereklidir.
Meyve veya güller için hazırlanan bir tarlanın, önce taş ve çakıldan, diken ve yabani otlardan temizlenmesi gerekir ki, işleyip sürmeye, ekip biçmeye müsait hale gelsin.
Kalpte yaralar, kafada şüphe ve tereddütler, elde, dilde, gözde ve hayâlde günâhlar varken ibâdetlerle kanatlanmak, zikir ve fikir ile süslenmek çok zordur.
Hakk’a doğru kanatlanma, fena duygu ve tutkulardan arındıktan sonra gelir. Aksine,”Doldum, erdim, bildim” iddiaları nefsin mırıltıları ve hele hele “Ben şuradayım, buradayım, kurtuldum, kurtardım” gibi söz ve düşünceler, şeytanın ağında ölüm hırıltıları olsa gerektir.
Esasen ‘Ben’ düşüncesi, o tarladan ilk plânda kaldırılıp atılması gereken en zararlı bir diken ve çakıl taşıdır.. İnsanın mahiyetinden ilk defa sökülüp atılması gereken bir şey varsa, o da benliktir. Benlikten vazgeçmiyenin, öbür âlemlerden gelen “Benim” sözünü duyması mümkün değildir!
İrâdenin Kavgası Verilmelidir
Her uzuv ve duygunun bir yaratılış gâyesi vardır.
Göz, Cenâb-ı Hakk’ın istediği istikâmette bakmak, el, o istikamette tutmak, ayak, yürümek ve kulak da aynı şekilde dinlemek için yaratılmıştır.
Diğer duyguları da gâyelerine uygun sıralayıp, onların yaratılış gâyelerini anlatmak da mümkündür.
İrâde için de durum, bundan daha farklı değildir. Onun da bir yaratılış gâyesi vardır.. Evet irâde, nefis ve şeytandan gelen her türlü hile ve desiselere karşı bir siper olup, vahiyden düşünceye intikal eden şeyleri vicdanın destek ve beslemesi ile hayata mâletsin ve yaşanır hale getirsin diye yaratılmıştır.
O bu vazifeyi ifâ ederken, en büyük hasmı olan şeytan ve nefis, irâdenin karşısına pek çok mania ve geçit vermeyen derin dereler çıkaracaklardır. Hasımlarına karşı böyle bir durumda mücadele vermek, irâdenin varlık sebebidir.
Düşünce vahye açık değilse, vicdan sönmüş, irâde felç ise, işte o zaman şeytan, rolünü rahatlıkla oynayacağı mükemmel bir sahne bulmuş demektir. Midesinin hakkını hiç unutmayan insan, iradesinin hakkını da vermeli değil midir?
Nefse Düşkünlükten Vazgeçilmelidir
Nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ağırlıklar gibidir.
Ruh, nefsin rağmına gelişir ve yükselir. Tersi yönde, nefis beslendikçe ruh küçülür, sıkışır, ağırlaşır.. Bunun neticesinde de kalp, duygu ve lâtifelerde bir hantallaşma meydana gelir.
Efendimiz (sav)’in beyanları içinde, şeytan insanın damarlarında dolaşır durur. O halde “Siz” diyor, “Onun dolaştığı yerleri biraz daraltın.” Evet onu açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırın. Aklına her estikçe yiyen, çeşitli yiyecek ve çerezlerle beslenen bir insanın şehvetine düşkün olması gâyet normaldir.
Binaenaleyh, irâdenin hakkını ve kavgasını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. Aksi takdirde, nefis daima şeytana açık kapı olacaktır.
Şeytan gibi nefisten de insana dostluk gelmez. Nefsin fenalıklara götürücü büyük bir hasım ve kendisine karşı “en büyük cihad”ın yapılması gereken bir düşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah’a (cc) yaklaşma istikametinde atılmış ilk adımlardandır.
Efendimiz Aleyhissalâtü ves-selâm’ın, “Senin en büyük hasmın, iki kaşın ortasındaki nefsindir” ; bir muharebeden dönerken de, “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurması ve yine Kur’ân’da Yusuf Aleyhisselâm’ın dilinden, “Muhakkak nefis kötülükleri emreder” sözünün nakledilmesi, ondan korkmamız ve karşısında daima teyakkuzda bulunmamız hususunda bizim için önemli derslerdir.
Ma’rifetullah’a Ulaşmak Lâzımdır
Ma’rifetullah’ta derinleştikçe, Rabbimizi çok iyi tanıyıp, içimizde onu bulma ve tanıma huzuruna erdikçe, şeytan ve nefsin va’dedeceği bütün yalancı zevkleri ve lezzetleri aşmış ve onların üstüne çıkmış olacağız.
Allah’ın marifetiyle tatmin olup huzura ermiş bir kalbe teklif edilen bütün yabancı tatlar ve zevkler, çok sönük ve çok silik gelir.
Haddizatında, kendi içinde aydınlığa ermiş bir insanın, nefis adına şeytanın teklif edeceği şeylerden lezzet alması zaten düşünülemez. Kendi içinde ma’rifete erememiş kimselerin durumu ise, güneşten mahrum kalıp da, mum ışığı ve ateş böcekleriyle teselli olmaya çalışan kimsenin durumu gibidir.
Ma’rifete ulaşmış, dolayısıyla da ışığını bulmuş bir insan, şeytan ve nefsin kendisine takdim edeceği vâhî ve fânî şeylere aldanmayacak ve kapılmayacaktır. Marifeti kazanmanın yolu da, burada madde madde sıraladığımız hususları yerine getirmekten geçer.
Kalp ve Ruhta Operasyon Yapılmalıdır
Her insan, hergün biraz daha tefekkür ve düşüncede buudlaşarak, önümüze serilen kâinat kitabından tıpkı bir arı gibi marifet hüzmeleri toplayıp, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği nebîler ve velîlerin açtığı geniş yolu takip etmelidir.
Bu yol sayesinde o, ruha hayatiyet kazandıracak ve atılan her adım, ona yeni bir güç kaynağı olacaktır.
Evet, vicdanımızın elinden düşmeyen Kitap ve Sünnet neşteri, bütün mânevî yaralarımızı kesip atarken, asırlara göre değişen tedâvî usûlleriyle mürşid ve mücedditlerin eserleri, bu eserlerdeki ölümsüz hakikatler de, mânevî yaralarımızı en kısa zamanda iyileştireceğinden şüphe duyulmayan birer ilâç, birer merhem gibi daima elimizin altında bulunmalı; tarif edilen ölçü ve prensipler dahilinde öncelik sırası çok iyi ayarlanarak, bu eserler ısrarla mütalâa edilmelidir. İşte, kalp ve ruhta hergün yenilenmesi zarurî bu operasyondan sonradır ki, şeytanın hile ve desiselerine karşı dayanıklılık kazanmış oluruz. Aksi halde, okumayan, düşünmeyen ve kendini yenilemeyen insanların akıbetine uğrar, sararır, solar ve savrulur gideriz.
Dâima, Tefekkürle Kalp ve Kafayı Beslemek Lâzımdır
Tefekkür hususunda Kur’ân’da pek çok âyet bulabilirsiniz.
Meselâ, bunlardan birinde ayakta, oturarak ve yanları üzerinde Allah’ı zikredenler ve yerlerle göklerin yaratılışını tekrar tekrar mütalâa edip didikleyenler takdirle ele alınır. (Al-i İmrân, 3/199) Efendimiz, bazen gece teheccüd vakti bu âyeti okuyup ağlar ve şöyle derdi: “Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun.” Bir saat tefekkürün bir sene nâfile ibâdet hükmüne geçtiğini ifâde eden hadîs-i şerifler bile vardır.
Malûmatı olmayan insanın tefekkür etmesine imkân yoktur; tefekkür edebilmek için bazı şeyleri bilmek lâzımdır. İnsan, sahip olduğu bilgi ölçüsünde yeni terkiplere varır; bu terkipleri, yeni yeni hüküm ve komprimeler için mukaddime olarak kullanır.. derken, onun tefekkür dünyasında devamlılık ve çok buudluluk husûle gelir.
Malûmattan mahrum, âmice ve cahilce tefekkürler, öze inemez; üst katmanlarda, kabukta kalır ve aynı zamanda ülfet ve ünsiyet meydana getirir. Derinlere dalıp, kıymetli cevherler çıkarma imkânı vermeyeceği için de, hayâlî meselelere inhimaka sürükler ve zamanla ortada tefekkür adına bir şey kalmaz. Bu türden cahilane tefekkürün, marifet adına kazandıracağı hiçbir şey yoktur.
Hemen şu noktayı da belirtelim ki, tefekküre götürücü malûmat sözüyle, kâinat kitabını tetkik eden, Kur’ân’la kâinat arasındaki münasebet ve illiyeti gösteren eserleri, bu arada günümüzde müspet ilimlere ait ansiklopedik malûmatı kastediyoruz.
Nice şair ve yazarlar vardır ki, yazdıklarını okuduğunuzda kendinizi İrem bağlarının ortasında zanneder ve onlardan ağaçların, kuşların, çiçeklerin, baharların destanlarını dinlersiniz ama, kalbî hayatınız adına bu kadar söz arasından bir çiçek yaprağına dahi sahip olamazsınız. Zira hep san’atla, tabiatla meşgul olmuşlar, olmuşlar ama bir türlü ileriye gidememiş, San’atkâr adına mesafe kat’edememiş ve dolapla dönüyor gibi dâire çizip durmuşlardır. Bu tür malûmatların da, tefekkür adına hiç bir yararı yoktur.
Öyleyse, istikamet üzere tefekkür veya tefekkürde istikamet, ancak vahyin ışığı altında eşyâ ve hadiseleri hallaç etmekle mümkün olacaktır.
Hayâlde de İstikamet Kazanmak Lâzımdır
Hayâl, tasavvur ve hakikatin berisinde bir iç ufûle, ruhun ilerilere ve daha ilerilere uzanmış kolu-kanadı ve hakikat ışıklarını kendine göre şekillendiren bir mana menşûrudur.
O, dışın içte görüntülenmesi ve geçmişin aynalarında geleceğin tüllenmesidir. Hayal, mantık ve güç sınırı tanımayan, zaman ve mekân kaydına tâbi olmayan bir zihin faaliyetidir. bazen o, beş duyumuzun tesiri altında eşyâ ve hâdiseleri şekillendirmekle, kendine ait eşyanın tabiatına bütün bütün ters olmayan motifler de ortaya kor…
Evet, gözümüze çarpan herhangi bir görüntü, muhayyilemizde bir kısım resimler ve suretler meydana getirir. Kulağımıza gelen seslerde bir kısım sahneler, temessüller ve tablolar tebellür eder.
Dilimizle tattıklarımız, hattâ vücudumuzda tesirli olan bir kısım faktörler, sözgelimi idrar yapma zorluğu veya bağırsak sancısı, kendilerine has hayâllere sebep olurlar.
Arkadaşımızın anlatmakta olduğu bir hâdise, bize yaşadığımız başka bir hâdiseyi, yahut ona benzer bir vak’ayı hatırlatır da, o hayâlin peşine takılır gideriz. Alnı secdeli bir sima gördüğümüzde, hayalimize Sahabe-i Kiram’a ait manalar ve tablolar akseder; eder de kendi kendimize bir kısım düşüncelere dalarız.. ve zihnimizi, milletimiz adına yapacağımız vazifeler ve hizmetler dolduruverir.
Hayâli, hayır istikametinde kullanmak gerekir.
Meselâ, namaz kılarken, duâ ederken, Beytullah’ın etrafındaki halkaları temaşa eder veya o halkalar içinde bulunurken, amudî bir hatla, yerin altından tâ Sidre-i Münteha’ya kadar namaz kılınıp duâ edildiğini, tavaf yapılıp ruhânîlerle aynı çizgiye ulaşıldığını hayâl ederiz.
Aynı şekilde, tek başımıza namaz kılarken bile kendimizi milyonlarca Müslüman’ın içinde görür ve ellerimizi açıp “Amin” derken, milyonlarca ağzın aynı anda “Amin” dediğini tahayyül ederiz.
Böyle bir ruh ve şuur sayesinde, tek başımıza olmamıza rağmen, bu tahayyül bize öyle bir güç ve inşirah verir ki, milyonların ağzıyla söyler, milyonların diliyle duâ eder, milyonların zihniyle hıfzeder ve onların tasavvurlarıyla tasavvur ederiz.
İşte, böyle büyük bir cemaat içinde ve çok geniş dairedeki kulluğumuz öylesine derinleşip külliyet kesbeder ki, tıpkı aynalar odasında birin bin olması misali, bizim ibadetlerimizin birleri de binlere ulaşır; ulaşır ve bize cemaat halinde kullukta bulunmanın sonsuz hazlarını duyurur. İşte mü’minin hayâli budur ve bu, sevap kazandıran hayâldir.
Hayâl, şer ve günah istikametinde de kullanılabilir.
Bir cemaat içinde bulunmayıp, tek başına yaşayan insan, kendini fıska ve günaha sevkedecek hayâllerin kurbanı olabilir.. ve bir bakışta, bir duyuşta ne hayâllerle derinleşiriz de, böyle günahların hayâli, ilerde onlara pratiğin zeminini de hazırlayabilir.
Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi, şeytanın hayâle attığı her sahnecik, her bir karecik, hayâl kamerasında bir film halini alır; fuhuş zakkumlarına sebebiyet verir; hele bir de nefsin eline geçti mi, fiilî duruma dönüşmesi çok kolaylaşır.
Bu sebeple insan, gerçekte fasık olmasa bile, hayâli böyle günâh düşünceleriyle işgal edildiğinden hayâliyle fâsık olur.
Öyleyse, hayalimize gelen bu kabil bir düşünce, suret ve fikri birer yılan, birer akrep bilip, arzettiğimiz çarelerle bu haşeratın ağına düşmemeye, düşmüşsek kurtulmaya çalışmalıyız.
Neyin atmosferinde, neyin tesirinde ve neyin manyetik sahası içindeysek, hayâlimizde canlanacak resim ve suretler de, daha ziyade o türden olurlar.
Diyelim ki, üç gün aç kaldık; bu durumda, hayâlen sarraf dükkanlarına veya füzelere binip uzay yolculuğuna mı gidersiniz; yoksa, bir testi su, bir somun ekmek, bir tabak yemek mi hayâl edersiniz? Ameliyat masasına yatırılmış, kesilip biçilmeyi bekliyorsunuz; bu arada size tepsi tepsi baklavalardan söz ediyorlar; şimdi bu durumda neyi hayâl edersiniz?
Sinemadasınız veya televizyonun önüne oturmuş, nefsin hoşuna giden ve sizi şehvete çağıran müstehcen manzaraları seyrediyorsunuz; o anda Kâbe’nin etrafındaki halkaları hayâlinize aksettirmeniz mümkün olur mu?
Öyleyse, Allah’a ait manaları hayâl etmek isteyenler, bu manaların kaynaştığı Allah evlerinin manyetik sahasına girmelidirler.
Bir insan kaç ayarda ise, hayâlleri de o ayarda olur.
İnsanın kucaklaştığı veya kucaklaşacağı hayâlleri, onun Allah’ı ve Rasûlüllah’ı tanıma ve öldükten sonra dirilmeye inanma derecesine ve dünyâya değer verip vermemesine göre farklılıklar arzedecektir.
Kalp dünyâsının derinliği, tasavvur ve tefekkür âleminin buudları, genişliği, his ve duygulardaki zenginlik, kişinin hayâl dünyâsına kendilerine ait renkler katacaktır. Yine hayaller ilme, irfana, kültür seviyesi ve ideallere göre grafikler çizecektir.
Günlük iktisadî dalgalanmaları takiple bu dalgalanmaların te’sirinde kalan bir insan, önünüze hayal hanesini doldurmuş bulunan iktisad dünyasının çizgilerini getirecektir.
Gününü gün etme felsefesini düstur edinen şehvet meftunu bir insanın dili, hayâllerinin en belirgin tercümanıdır.
Buna karşılık, himmeti milleti olan, neslinin dertleriyle dertlenen ve milletine hizmeti hayatının gâyesi bilen bir dertli sima ile müşerref olduğunuz zaman ise, aydınlık iklimlerin hayâl hüzmelerinden mesajlar alırsınız. Ayarı yüksek hayâller, insanı hiç bir zaman hayâl kırıklığına uğratmaz.
Hayâl deyince, boş kuruntular ve manasız düşünceler de akla gelebilir. Ancak, mü’minin hayâlleri, aynen söz ve işleri gibi “Sıbğatullah” denilen Allah boyası ile boyandığından, hep istikamet üzeredir. Onun hayallerinin süs ve zineti Rasûlüllah’ın sünnetidir. Ve, bu hayalleri bezeyen de, bütünüyle İslâmî prensiplerdir.
İnsan, isterse düşünce ve hayâl dünyasını kontrol altında bulundurabilir.
Elbette şuur ve irâdeye bağlı bir durumdur bu. İnsan, nasıl vesveseleri kesip atabiliyorsa, aynı şekilde, elinde olmadan daldığı düşünce ve hayâllerine de bir son verebilir.
Ancak bu da, yine onun iradesini ortaya koymasına, idrak, şuur ve duygularıyla kendini ispata ve lâtifelerini geliştirerek, beden ve cismini aşmasına bağlıdır.
Kur’ân, öyle ki, sonsuzluk mefhumlarına kadar, uzak geçmiş ile uzak gelecek adına önümüze bir tefekkür, düşünce ve hayâlen seyr u seyahat kapısı açmakta ve Ahiret’e, Cennet’e, Cehennem’e ait tablolar göstermektedir.
Efendimiz de, nurlu beyanlarıyla bunu ta’lim etmektedir.
Öte yandan, böyle hassas bir mevzûda neyin nasıl düşünülmesi lâzım geldiğine dâir belli sınırlar da tayin edilmiştir.
Meselâ, tefekkür deyip, Allah’ın Zâtı hakkında, ruhun özü ve mahiyetiyle alâkalı ve ebedî âlemlere ait gaybî hâdiselerde eşyayla temasa geçtiğimiz gibi temasla çeşitli tahminler yürütemez ve şahsî yorumlarda bulunamayız.
Ancak, aklın cevelangâhı olan dairede, yol gösterici kâmil mürşidlerin ve ışık saçan müstesna eserlerin yardımıyla düşünce fonksiyonlarımızı ayarlayarak, hayali en verimli hale getirebiliriz.
Diyelim ki, ciddî bir his galeyanı içinde oturmuş, namazı bekliyorsunuz.. bu arada, hayâl dünyânızda üç hakikat beliriyor. Namazda meşgul etmemeleri için hâfızaya kaydedeyim deyip, iki tanesini “İnşâ-Allah” kodu ile kodluyorsunuz. Namazdan sonra “Bismillâh” ile aynı hakikatleri geri istediğinizde, “İnşâ-Allah” ile hâfızaya kaydettiğiniz iki tanesini alabiliyor, üçüncüyü alamıyorsunuz. Hâfızaya kaydedilecek hayâlleri İnşâ-Allah’la kaydetmek elbette çok mühimdir. Ancak hayâlleri o konuda münasip hale getirmek, daha da mühimdir.
Ölümü Çok Hatırlamak Lâzımdır
Kâinatın Efendisi Aleyhissalâtü ve’s-selâm’ın lâl ü güher beyanları içinde, lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikretmek gerekir.
Bundan maâda, yine Efendimiz bizzat kabirleri ziyaret etmiş ve ziyaret tavsiyesinde bulunmuşlardır. İnsan, ölümün hakikatına inandığı gibi, onu his, duygu ve aklına nakşederek, hayâl ve düşünce dünyasına da hakim kılar ve kıyamete kadar sürecek olan kabir hayatına da kendini ikna ederse, bu takdirde dünyaya ve ukbaya bakışı ve davranışları farklılaşır ve değişik olur.
Onun içindir ki, söz Sultanı, “Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyurmuşlardır.
Ölüm düşüncesi, insanın mânevî damarlarında meydana gelebilecek ülfet ve vesveseyle birlikte, şeytanın süslü gösterdiği günah virüsünün ve benzeri mikropların en azından tesirlerini ve zararlarını giderecek bir antikor gibidir.
“Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fani dünyânın elemli lezzetlerine kapılıp, günah işlemenin ne manası var!” düşüncesi içinde ölüm, bir yönüyle güçlü bir vazgeçirici, bir yönüyle de coşturucu bir tesire sahiptir.
Fakat, eğer mânevî damarlarımız, antikorların hiç fayda temin etmeyeceği ölçüde günahlarla, dünyânın haram lezzetleri olan mikroplarla dolmuş ve artık vücudun her yanında bir hücre anarşisi meydana gelmiş ve ölüm antikorlarının bile te’sir edemeyeceği bir duvar teşekkül etmişse, o zaman ne ölüm, ne de ölüp gidenler ruhta hiç bir şey uyandırmayacak ve yakınlarımızın birer birer göçüp gidişi, bizde sadece bir kaç günlük geçici bir elem hasıl edecektir.
Sonra da, “Canım, ölenle ölünülmez ki! Hepimizin yeri de orası; Allah iman, Kur’ân nasip etsin!” şeklindeki klişeleşmiş teselli ve temennilerle bütün göz ve gönüller yeniden gaflete gömülüp gidecektir.
Niçin hatırlanmaz ölüm?
Nefsin hoşuna giden pek çok haram lezzetleri acılaştırarak ağzın tadını kaçırdığı, keyfi bozduğu, insanı nefsanî isteklerden vazgeçmeye, bir kısım bedenî haz ve alışkanlıklardan kopmaya zorladığı, peşin lezzetlere rağmen ruha öteler hesabına zâhidlik aşıladığı, dünyaya bakan yönüyle kalbi daralttığı ve düşünceyi buğulandırarak süslü, toz-pembe dünyâları kararttığı içindir ki, ölüm hatırlanmak istenmez.
a)Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, ölümü unutturur:
Ölüm neden te’sir etmez?
Tevehhüm-ü ebediyetten.. hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmaktan ve yaşamak için yaşamaktan.. çocuk oyuncakları mesabesindeki peşin ücretlerle avunmaktan.. kalp ve fikrin geçmiş ve geleceğe dönük gözlerini kapamaktan…
Bir insan düşünün; her tarafı altı cihetten de komple endam aynalarıyla kaplı bir odaya giriyor. Bulunduğu istikamette geriye dönüp bakıyor; gerilere doğru upuzun uzayıp giden iç içe bir aynalar koridoru, yani yaşanmış koca bir ömür.. evet, şu kadar yaşamıştım, şu kadar görmüş-geçirmiştim duygularıyla kanatlı hâtıraların atlas iklimlerinde dolaşma…
Bir de ileriye dönüp bakıyor; aynı şekilde o kadar da ileriye doğru uzayıp giden bir ömür. “Yaşım ne ki, daha gencim! Emsallerime göre fena da sayılmam! Malım mülküm var; gelirim yerinde; eşim, dostum ve çevrem.. makamım.. mesleğim…”.
Esasen, küçücük bir odada, dört duvar arasında sıkışıp kalmış bulunmasına rağmen, kendini dev aynalar arasında, renkli bir hayatın içinde görüyor ve yüzü soğuk olduğundan ölüme soğuk bakıyor; onu görüyor, ona uzak duruyor.
Bunun da ötesinde, ölüm düşüncesini günlük düşünceleri arasında boğmak ve öldürmek için nice çılgınlıklar yapıyor; akla hayâle gelmeyen yiyecek, giyecek çeşitlerinde teselli arıyor; içki âlemlerine, müzik çılgınlığına, moda ve model dünyalarına, uyuşturucu alemlerine sığınıyor..
Bizim Müslümanca hayatımızda edîbâne, nezihâne ve dünyâ ve ukba adına çok faydaları tekeffül eden iki bayramımız vardır: Ramazan ve Kurban Bayramları.
Şimdi bir bunlara, bir de meselâ Almanların bir yıl içinde kutlamaya çalıştıkları -biz bayramlarımızı ‘tes’îd’ ederiz- eğlence günlerine bakınız! İki hafta, hattâ bir ay geçer, bilmem ne yortusu; bir ay sonra bir faşing, arkasından bir başkası, arkasından bir diğeri…
Bu insanların her birini tek tek psikolojik bir tahlil ve tetkikten geçirecek olsanız görürsünüz ki, hepsi birer eğlence insanı ve sanırsınız ki, son derece neşeliler.. gülmek ve gülüşmek için yaratılmışlar…
Oysa ki bu ve benzeri hâdiseler, ölümü öldürme düşüncesi ve onu unutmaya çalışma gayretinden başka bir şey değildir. Evet, Müslüman’ın da kendi çizgileri içinde ve meşrû dairede dünyâ adına bir sevinç ve neş’e hayatı vardır; ne var ki, onun neş’e dünyasında bile ölüm ve ölüm ötesine ait ürpertici, fakat aynı zamanda imrendirici esintiler, manalar ve buğular bulunur. Sonra, Müslüman’ın iç dünyâsı ve ruhî saadeti, dünyalık eğlencelere ihtiyaç bile hissettirmez.
b) Ebedi saadet saraylarının kapısı ölümle açılır:
Ölümün alnından öperiz biz:
“Sen ne mübârek arkadaş ve refakatçisin” deriz ölüme.
Varsın, başkaları sana dikenli nazarıyla baksın, sen gülün ta kendisisin.
Bırak, bazıları sana “kara yüz” yakıştırmasında bulunsun, sen, bizim için bizi aydınlık ülkelere uçuran ötelerden iki ışık kanatsın.
Bakma sana “soğuk yüz” dediklerine; sen bizim için, müjde çiçekleriyle kar gibi beyaz ve berraksın.
Onlar sana “çukur” derler, “dehliz” derler; fakat biz, “ebedî saadet saraylarına açılan koridorsun” deriz.
“Ayıran” da derler sana; fakat sen, haddizatında, ebedî âlemlere intikal etmiş binlerce ahbaba, dost ve yârâna kavuşturansın.
Başta, sîmalarına meleklerin hayran olduğu nebîlere, sonra Sahâbeye, salihlere, hısım ve akrabaya bizi ulaştıransın.
Cemalullah’a yaklaştıransın!…
Evet, ayıransın da, fakat, elemli, sıkıntılı ve ayrılık hasreti yüklü şu dünyâ talimgâhından, hayatların en hası hakiki hayata intikal ettiren bir terhis tezkeresisin!
Sen, bizi Gönderen’e dönme anında, cismimizi nura garkedecek bir ebed şerbetisin!
Ve sen, bir son değil, sonun sonusun; sonsuzluğa eş ve baş olabilecek son bir sonsun.
Son ile sonsuzluğu dudak dudağa getiren bir ufuk ve Cemal’e açtığın gözlere çekilen bir sürmesin..
Ve yine sen, seni verenin dertlisi derin insanlara, “Eyvah, bugün yine ölmemişim” diye söyletensin.
İşte ölümün iki yanı: Önce ‘terhib’ düşüncesiyle ölüm, sonra da ‘terğib’ düşüncesiyle ölüm…
Ölüm düşüncesi, arzettiğimiz gibi hem caydırıcı, hem de teşvik edici yönleriyle bir yandan seyyiatımız, mes’uliyet hissimiz ve Rabbimiz’e karşı yaptıklarımızdan hesap verme endişesiyle bizi iki büklüm ederken, bir yandan da ümit-reca münasebeti içinde kalbimizi hoplatıp bizi canlandırmakta, şahlandırmakta ve kalbimizle beraber duygularımız ve düşüncelerimizle beraber davranışlarımız üzerinde müspet tesir icra etmektedir.
‘Rabıta-ı Mevt’ denilen ölümü sürekli hatırlama ameliyesiyle, kabirleri ziyaret ve hastalarla sakatlardan ibret almakla -İnşaallah- ülfetten kurtulmuş, iç gerilimimizi ve canlılığımızı muhafaza etmiş ve şeytan ve günahların zararından korunmuş olacağız.
Kalbin İncelmesi, Yumuşaması da Çok Önemlidir
kalp ve hissiyatın incelmesi, yumuşaması, madde kesafetinden sıyrılıp, ruhun düşünce ve hayâl mesafelerinin ötesinde seyr ü sefer yapması, kalp ve gönül insanları için çok önemlidir.
Evet, her meselede olduğu gibi bu mevzûda da Efendimizin nurlu beyanlarının rehberliğinde, nasıl şu dünyâda dünyâ ayaklarıyla yürüyor ve dünyâ gözleriyle görüyorsak, aynı şekilde, âhiret menzillerinde de daha bu dünyâdayken yürüme, gezinme ve o hayatı yaşamaya çalışarak iç tecrübeler edinme oldukça önemlidir.
Şu kadar ki, böyle bir ameliye için de istikamete ulaşmış bir tefekkür, dolayısıyla da bir ma’rifet ve malûmat gereklidir.
Ölmüşüm!..
Başımda ehlim, ıyalim, yakınlarım ve dostlarım toplanmış ağlıyorlar. “Ah, siz değil, ben ağlayacak durumdayım şimdi… Ah, keşke, keşke dünyâda ağlayıp da, şimdi burada gülebilseydim!..”
Teneşire upuzun uzatmışlar, gassal başımda cesedimi yıkıyor, kirlerimi temizliyor; istediği tarafa evirip çeviriyor beni…
“Ah keşke ben, ben de, can bedende iken kirlerimi yıkasa idim, tevbeyle, istiğfarla arınsam ve günah işlemeseydim! Allah Rasûlü’nün mübarek elleri arasında evrilse, çevrilse, yoğrulsa ve buraya müsait şekli alsaydım!…”
Bak, kara ve karanlık bildiğim kabrin karanlığına terketmeden, son bir defa daha aklık görsün der gibi beni beyaz kefene sarıyorlar.
“Ah, keşke kabrimi aydınlatacak olan Allah’ın boyası ile boyansaydım; abdest ile parlayıp, namaz ile nurlanıp ve Allah yolunda hizmet ile aklansaydım!…”
Eyvah, dört parça tahtadan yapılmış kuru tabuta da koydular.
“Aah, aah, yumuşak döşeklerde ve koltuklarda ayaklarımı uzatmış, hayatın tadını çıkarırken neden düşünmedim bir gün böyle kuru bir tahtaya uzatılacağımı, neden? Babama da aynı şeyi yapmışlardı halbuki!..”
İşte beni musallaya yatırdılar ve namazımı kıldılar… Aldılar sırtlarına ve.. evet, işte kabre koydular.
Hani, hani nerde benim eşim, nerde evlâdım, nerde dostlarım? Ne oldu size? Neden arkanızı dönüp ayrılıyor ve beni bu daracık yerde tek başıma bırakıyorsunuz?
Malım, mülküm, servetim! Nerde bütün bunlar? Dünyâda iken böyle miydik ya?
O da ne? Cesedim, bir an olsun benden ayrılmayan bedenim, baş gözdelerim güzel gözlerim, kulaklarım, ellerim, ayaklarım… Siz de mi beni terkedip gidiyorsunuz?
Ah keşke, keşke beni kabir kapısında terk edecek olan şeylere gönül bağlamasaydım; burada faydası dokunacak ameller işleseydim!”
Münkir-Nekir gelip, sorular soracak; Berzâh hayatında Cennet ya da Cehennem seyredilecek; haşir neşir olacak ve insanlar hesap yerine sevk olunacaklar.
Herkes başının çâresine bakacak; kişi kardeşinden, anasından babasından, arkadaşından, evlâdından kaçacak; herkes kendini kurtarma sevdasına düşüp, kapı kapı şefaatçılar arayacak.
İşte eller eli Nebiler Nebîsi’nin eli orada bir kısım ellere dokunuyor, nurlu sîmaları tanıyor “Yüzleri, kolları abdestle, alınları secdeyle nurlanmışları uzaktan da görsem tanırım ve bendendirler der ve alırım” diyerek topluyor. Ah, keşke ben de adres bıraksaydım, kendisiyle tanışıklık kursaydım ve ben de Havzı’nın başına konanlardan olsaydım…
İşte, defterler uçuşuyor, mîzan kurulmuş hesaplar görülüyor; sırlar ortaya dökülmüş, diller yerine eller ve ayaklar konuşuyor… gibi tefekkürlerle kalp ve ruhta bir incelik hasıl etmelidir.
Gecenin Siyah Zülüfleri Arasında Göz Yaşları ve Teheccüd
Gözyaşı, ihlâs ve samimiyet sahibi bağrı yanık, ciğeri dağlanan insanlar için bir boşalma ameliyesidir.
O, dünyâda gönülde dayanılmaz hale gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, ahirette Cehennem’in alevlerini söndürecek tek iksir olacaktır.
Onun içindir ki Allah Rasûlü (sav), bu mevzûda şöyle buyurur:
“Mahşerde, Cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail Aleyhisselâm elinde bir bardak suyla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım ve bana şöyle cevap verir: “Bu, mü’min kulların Allah korkusuyla ağlayıp gözlerinden döktükleri göz yaşlarıdır ve şu korkunç kıvılcımları söndürecek tek şeydir.”
Yine bir başka hadîslerinde Efendimiz (sav), Allah korkusuyla göz yaşı dökmeyi, cephede düşmanı kollayıp, içimize sızmasına engel olan mücahidin nöbetine denk tutar.
“İki göz Cehennem‘i görmez” buyurur ve devam eder: “Biri, Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri de, memleketin içine düşebileceği tehlikeler karşısında yüreği atan ve nereden, hangi gedikten düşman içimize sızacak, hangi plânda bizi tahrip edip çürütecek diye nöbet bekleyen göz.” Dışarda dışı, içerde içi gözetleyen gözler.
Evet, iç fetihle dış fetih birbirine müsavîdir.
Kur’ân-ı Kerim de, yer yer bu işi tebcil ve takdir ederek,: “Onlar, Allah’ın âyetlerini duydukları zaman çeneleri üstü yere kapanırlar”(İsrâ, 17/107) buyurur. Bir başka yerde ise, “Az gülsünler, çok ağlasınlar” (Tevbe, 9/82) ihtarında bulunur.
Bu, bir nevi, “Düşünün ve bir sürü kazandığınız şeyler karşısında yürekleriniz hoplasın.! Ölüm ve sonrasında başınıza gelecekleri ve hesap yerindeki durumunuzu tefekkür edin de, az gülün çok ağlayın” demektir.
Bu yönü ile göz yaşı, Cennet kevserlerine müsavî tutulur.. ve Efendimiz, “Ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden sana sığınırım Allah’ım” diye yalvarır. Kalpleri kaskatı olmuş, duyguları örümcek bağlamışlarda göz yaşı görülmez.
a) İçten kaynamadan, sun’î zorlamalarla ağlamamalıdır:
Meselenin bir diğer yönü daha var. Aleyhissalâtu ves’selâm Efendimiz, “Her istediği zaman ağlayan bir insan riyakârdır” buyururlar.
İçten kaynamadan, hiç bir iç zorlama olmadan, kalp sıkışmadan durup dururken ya da sun’î zorlamalarla göz yaşı akıtmaya çalışan insandan da endişe edilir.
Zira ağlamak, kalp heyecanı ve duyguların baskısı altında bulunma neticesinde bir boşalmadır. bazen olur ki, kalp fevkâlâde sadakat içindedir; din’in emirlerini yerine getirme, dince yasaklardan kaçınma mevzuunda kararlı ve dimdiktir.. dönüş nedir bilmez, fakat gözünden de damla yaş gelmez.
Ama, onun sözünü ettiğimiz şekildeki sadakatı çok mühimdir. O, adeta bir girdap, bir fevvare gibidir.. ve o kat’iyyen boş değildir..
Bunların her ikisi de makbuldür; şu kadar ki, sâdık, âşıktan ileridir.
Yanlış anlaşılmasın; bu, hiç bir zaman sâdıkın gözünden yaş gelmez demek değildir. Hz. Ebu Bekir de, Hz. Ömer de sâdıktılar; bir kalbi kırığın yanına oturduklarında, bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlarlardı. Namazda iken hıçkırıklarının arka saflardan duyulduğu herkesin malûmudur.
Bu itibarla, nasıl içte haşyet ve ürperti duyulmayıp gözden yaş gelmemesi, her zaman kalbin kasvet bağladığına hamledilemezse, aynı şekilde, bazen de göz yaşlarının ceyhun olması, mutlaka kalbin haşyet, rikkat ve saygısına verilemez.
Evet, bazen insan kendini kontrol edemez, hislerine mağlûp olur ve ağlar; eğer bu insanın iç murakabesi ve sadakatı yoksa, bu onun için tehlikelidir. Ağlama, insanın önünü alamayacağı şekilde iç tazyiklerle bir boşalma şeklinde ve meşru çizgide olursa makbuldür, matlubdur, Hakk indindeki değeriyle de dünyalara bedeldir.
İmam Gâzâlî İhya’sında der ki: “Ağlayan da pişman, ağlamayan da.” İnsan ağlamıyorsa, bir gün pişman olacaktır; çünkü kendisini ağlatacak çok badireler var önünde. Öte yandan, pek çok ağlayanlar da vardır ki, günahlarına değil, başka şeylere ağlarlar; belli hislerin tesirinde dökerler gözyaşlarını. Demek oluyor ki, gözyaşının da meşrû istikamette olanı makbuldür.
Sâdık olmayan ve meşrû gözyaşları da bulunmayan kalbi kasvet bağlamış ve içinde günahlara karşı ürperti kalmamış bir insan, şeytana boy hedefi olmuş, vurup avlanmasına müsait hale gelmiş demektir.
Çünkü böyle bir insan, günahlardan irkilmez, dolayısiyle de bir daha o günaha girmemek üzere vicdanında onun ağırlık ve ızdırabını taşımaz. Katı kalpli insana ne terğib (teşvik), ne de terhib (korkutma) tesir eder.. her yerde rahatlıkla gezer, günah tehlikelerinden hiç korkmaz ve gafleti kendisine daima -mayınlı tarlalarda da bulunsa- emniyette olduğunu fısıldar.
b) Teheccüd: Karanlık gecelerin aydınlatıcı feneridir:
Gecelerini teheccüd feneriyle gündüz gibi aydınlatmış olanlar, berzah hayatlarını da aydınlatmış sayılırlar.
Teheccüd, berzah karanlığına karşı bir zırh, bir silah, bir meş’ale ve kişiyi berzah azabından koruyan bir emniyet yamacıdır.
Her namaz, insanın öbür âlemdeki hayatına ait bir parçayı aydınlatmayı tekeffül etmiştir; teheccüd ise, ötelerin zâdı, zahiresi, azığı ve aydınlatıcısıdır.
Kur’ân’da birkaç yerde teheccüde işaret edilmiştir. (İsrâ, 17/79;Secde, 32/16; İnsan, 76/26) İki rek’at kılınabileceği gibi, sekiz rek’at da kılınabilir.
Buhari ve Müslim’in rivayetine göre, İbn Ömer, rüyâsında iki dehşetli kimsenin gelip, kollarından tutarak kendisini derin, alevli bir kuyunun başına getirdiklerini ve atacaklar diye korkunca da: “Korkma, senin için endişe yok” dediklerini Efendimize anlatır. Allah Resûlü, “İbn Ömer ne güzel insandır; keşke, teheccüd namazını da kılsa” şeklinde tabir ve tevcihde bulunurlar.. Allah, böylece rüyâsında İbn-i Ömer’e Cehennem’e ait bir berzah levhasını göstermiş ve bir eksiğini hatırlatıp, Efendimizin tavsiyeleriyle o eksiğin kapatılmasını sağlamıştır.
Ülfetin dağılmasında, kalplerin yumuşamasında ve şeytanların, günahların tesirlerinden korunmada, Allah korkusu, Allah haşyeti ve muhabbetinden gecenin zülüfleri üzerine bırakılan bir kaç damla gözyaşı ve herkesin uyuduğu saatlerde uyumayan gözlerle eda edilen zikirler, tesbihler, kılınan namazlar ve mütalâa edilen derslerin kalplere ne kazandırdığı, ancak tatbikatla ve tadıp bilmekle anlaşılır.
Geceleri aydın olan insanların, gündüzleri hiç aydın olmaz mı?
Evlenmeli, Mümkün Değilse Oruç Tutulmalıdır
Efendimiz, “Ey gençler topluluğu, evleniniz, gücünüz yetmezse oruç tutunuz; zira oruç günahlara karşı kalkandır” buyurur.
Bir genci nefsanî istekleri gerçekten tazyik etmeğe başlamışsa, onun vakit geçirmeden evlenmesi tavsiye edilir. Yok, böyle bir tehlike altında değil de, nebîler ve büyük zatlar gibi ismet ve iffet içinde bulunuyor ve yapacağı vazifeleri de varsa, bir yönüyle atmosferi de kendisini muhafaza ediyorsa, onun bekâr kalması düşünülse bile, hususiyle günümüzde şeytana âlet olmamak için izdivaca teşvik edilmeli ve bu koruyucu kalkan ve zırh içine alınmalıdır. Aksi takdirde, bir başka kalkan olarak oruç kullanılmalıdır.
Ashâb-ı Kiram’ın Hayatı Yaşanıp Yaşatılmalıdır
kalp ve düşüncemizin istikamet ve canlılığı için Peygamber Efendimizin hayatı-ı seniyyelerine, Sahabe-i Kiram, Tâbiîn-i izam ve sırasıyla asırlara ışık tutan salih kimselerin hayatlarına ait tabloların müşahadeye sunulması, okunması, dinlenmesi, mütalâa edilmesi ve hayatımıza bunlarla renk ve şevk katılması bir başka çaredir.
O büyük nümunelere kendini ve hayatını mukayese edebilen bir insan, “Onlar öyleydi, ya biz nasılız?” deyip, kendisini muhasebeye çekecek ve böylece önden çekici, arkadan da itici bir güce sahip olacaktır.
Yalnızca kutlama manasına ‘anmak’ veya haz duymak için değil, gerçekten onlar gibi olma düşüncesi ve iştiyaki içinde, heyecan dolu bir sîne ile geçmişe ait kıssaları okumak ve dinlemek ve neticede kendi hayatımızı onların hayatına göre ayarlamak, üzerinde titizlikle durulması gerekli bir husustur.
Halkın karşısına çıkar ve anlatır, mefahirimiz ve tarihimizle iftihar ifâde eden nutuklar çeker, “Biz yıldırımlar gibi çakan asil ve necip bir milletin, değişik dünyaların bağrına kıvılcımlar gibi yağan torunlarıyız” deriz de, biri çıkıp bize, “Onlar öyleydi, ya siz nasılsınız; neredesiniz, ne yapıyorsunuz?” derse ne cevap vereceğiz.! Önemli olan, bu sorunun cevabını verebilmektir.
Her insanda yaratılıştan gelen bir taklit ve benzeme arzusu vardır. Her baba, evlâdını dikkatlice gözleyip takip etse, anne-babaya benzemeğe çalıştıklarını görecektir.
Evet, yedi yaşındaki bir çocuğun, babası gibi elinde tesbih çevirmeğe çalıştığını ve saçını taramasına kadar herşeyinde babasına benzemeğe gayret ettiğini görürüz.
Daha ileri yaşlarda, kiminin sporcuları, kiminin de film artistlerini taklide çalıştığını müşahede ederiz. Hattâ, evinizde bulunan çocuklarla azıcık konuşulsa, evinizde nelerin bahis mevzûu olduğu hemen anlaşılıverir.
Burada bir müşahedemi nakletmek isterim:
Babanın arkadaşı oğluna soruyor:
– “En çok anneni mi seviyorsun, yoksa babanı mı?”
Çocuğun cevabı belki babasını bile şaşırtacak mahiyettedir:
– “Ben en çok Allah’ı ve Rasûlü’nü seviyorum amca!”
Bir müşahedem daha:
Yedi yaşında bir ilk okul çocuğu, Almanya’da Alman arkadaşlarıyla havuza giriyor. Çocuk hayâsından suya iç çamaşırıyla girmiştir ve eve ıslak pantolonlarıyla geliyor; dizler de çamurlu. Annenin
-“Ne bu böyle?” sorusuna çocuğun cevabı enteresan:
-“Anne, ikindi namazını çimende kıldım”.
Evet, daima canlı, şevkli kalmanın bir yolu, bir çaresi de Sahabe gibi yaşamak ve yaşatmaktır. Kur’ân, Efendimizi nasıl bize örnek gösteriyorsa, Efendimiz de Ashabını “Yıldızlar gibidir” diyerek, bize hidayet ışıkları olarak takdim etmiştir.
Nifak ve “Günaha Girdim” Endişesi Taşınmalıdır
Bazen de, şeytanın kurcalaması, vesvese, kalp katılığı ve ülfet olmadan da, “Acaba münafık mıyım, günaha girer miyim?” korku ve endişesi taşımak iyidir.
Hz. Ömer, İbn Mesud, Abdullah İbn Ömer ve Hz. Aişe, hattâ bazı tabakat yazarlarının tesbitine göre yirmi kadar sahabî, kendilerinde nifak alâmeti var diye endişe ederlerdi.
Hadd-i zatında, vesvese bunların semt-i nasuhiyetlerine sokulmamıştır; fakat onlar, çok derin bir iman şuuru ve mes’uliyet hissine sahip bulunduklarından kendilerini böyle görmekteydiler.
Bu, başka mü’minlerde de olabilir: “Çarşıya çıktım; yanımdan manyetik alanına girdiğim bir kadın geçti, yaralandım; kalbim ve duygularım söndü, ne olacak halim?” diyen bir insan, bence tedbirli bir insandır.
Bu anlayıştaki bir insan, ayağını attığı ve bastığı yeri mayınlı tarla gibi görmektedir.. ve bu, nefs-i levvâme sınırı ve sırrıdır.Yani, nefs-i emmârenin dizginlerini eline almış, almış ama, yine de yer yer hatalar yapıyor, ne var ki, yaptığı hatalardan da rahatsızlık ve tedirginlik duyuyor.
Günahlara giriyor, fakat ardından da dönüp nefsine “sen zaten beni batıran, şunu şunu yaptıran değil misin? Nedir senden çektiğim?” diye, kınamada bulunuyor.
Esasen bu, insanın nefsiyle boğuşmasının bir tezahürüdür. Eğer dişini sıkar dayanırsa, nefsi kendinden elini eteğini çeker ve ‘râdıye, mardıyye’ mertebelerine ulaşır, ‘mutmainne’ye tırmanır ve ‘safiye’yi görüp sezmeye başlar.
Enfüsî (İç aleme) ve Afakî (Dış Âleme Ait) Meseleler
  1. Cemaat Halinde Yaşamak, Hayatî Bir Zarurettir
  2. Yalnız Kalmayıp, Mutlaka İyi Arkadaşlar Edinmek Lâzımdır
  3. Gözlerimizi Çarşı ve Sokaklarda Haram Manzaralardan Sakınmalıyız
  4. İnsan Meşguliyetsiz Kalmamalıdır
  5. Allah’ın (cc) Dinine Yardım Edene Allah (cc) da Yardım Eder
Cemaat Halinde Yaşamak, Hayatî Bir Zarurettir
Allah, insanı toplum içinde yaşayacak bir varlık olarak yaratmış ve onu hem cinslerinin arasına salmıştır. İnsan, maddî ve mânevî yönleriyle ancak toplum ve cemaat içinde yaşayabilir.
Onun içindir ki, Hz. Âdem’den bu yana hep cemaat öne çıkmış, fert arka plânda kalmıştır.
Şu kadar ki, bazı devreler ve zaman dilimlerinde bu mesele, diğerlerine nazaran daha bir ehemmiyet kesbetmiş ve âdetâ bir zaruret halini almıştır.
Kaldı ki, büyük çoğunluğu itibariyle hayvanlar bile toplu halde yaşarlar; öyle ise en mükerrem varlık olan insan, hayatının her safhasında toplu halde yaşamak mecbûriyetindedir.
İslâm, bu meseleyi daha bir pekiştirir ve öne alır. Öyle ki, mü’min tek başına namaz kılarken bile, ‘İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn – Ancak Sâna ibâdet ederiz ve ancak Sen’den yardım bekleriz” der; “ederim, beklerim” demez.
Bir mü’min, günlük şahsî işlerinden ibadetlerine kadar her meselesinde Kur’ân ve Sünnetle cemaat içine itilir, kendisine cemaat olmanın avantajları gösterilir ve hayatının büyük bir bölümü cemaatle irtibatlandırılır.
a) Cemaatleşme, bugün her zamankinden daha zarûrîdir:
Bugün küre-i arz, bütün milletleri ve devletleriyle tek bir ülke görünümü almıştır. Ulaşım ve haberleşme, çeşitli vasıtalarla çok kısa zamanda temin edilir olmuş, milletlerin birbiriyle yakın münasebetlerde bulunması sayesinde teknolojik, iktisadî, siyasî ve silah üstünlüğü bakımından dünya birbiriyle yarışır hale gelmiştir.
Bu yarış, her milleti kendi bünyesinde cemaatleşmeye götürmüş, hattâ asrın getirdiklerinin zarurî bir neticesi olarak topyekün insanlık, kendini bu yarış ruh ve şuuru içinde bulmuştur.
Dünyâ çapında ideolojiler, 18’inci asırdan bu asra genç fidanlar gibi sarkmış ve orijinal bulunarak, Hıristiyanlığa da bir reaksiyon olarak kendilerine sahip çıkılmış, o fidanları gövdeleştirmek isteyenler, dünyânın hemen her yerinde topluluklar meydana getirmek ve kitleleşmek için var güçleriyle ve bütün imkânlarıyla mücâdele vermişler ve cihan harplerinde yenik düşenler, önde görünenlere yetişme, hatta geçme hırs ve azmiyle ayrı bir cemaatleşme yoluna girmişlerdir.
Asırların dev çınarı Osmanlı Devleti’ne karşı devam edegelen Haçlı seferleri, esasen yine birlik içinde toplum oluşturmanın örneklerini teşkil etmekteydi.
Bugün, aynı topluluklar çok değişik nam ve ünvanlarla kendilerini hissettirmekte ve paktlar, pazarlar, bloklar şeklinde ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Bunun ötesinde, kendi bünyelerinde tabiî seyirlerini tamamlayan ya da tamamlamış görünen milletler, görünen ve görünmeyen kollarıyla başka milletlerin içine sızmaya ve oralarda kendi türkülerini söyleyecek cemaatler teşkil etmeye başlamışlardır.
Memleketimiz, memerr-i efkârdır, yani Doğu ve Batı kültürlerinin uğrak yeridir. O, asırlar boyu ipek yoluyla Doğu-Batı ticaretinin uğrak yeri olduğu gibi, bütün fikirlerin de uğrayıp geçtiği veya yerleşip kaldığı bir ülke olmuştur. Sanki her geçen, her uğrayan bu verimli toprağa bir kaç tohum atıp, öyle gitmiştir.
Şimdi siz söyleyin:
Tarih boyunca sağlı-sollu, önlü-arkalı bunca toslamalar, vurup geçmeler.. tarihî, millî ve dînî kaynaklı düşüncelerle toplu atan hasım yürekler ve bütün bunların hâsıl ettiği korkunç dalga ve esintiler karşısında eğer bir ve beraber olmasaydık, bu günlere gelip ulaşmamız mümkün olur muydu?
Bu soruyu çevirip şöyle de sorabiliriz: Sayısız dişlerin ve dişlilerin (tek dişi kalmışlar birleşince, cemaatler halinde çok dişliler olur) peş peşe amansız saldırıları karşısında mukavemet edebilmemiz, millî bütünlüğümüzü koruyabilmemiz, hayatiyetimizi hem de başkalarına hayat nefhederek sürdürebilmemiz için cemaatleşmeye, evet, sağlam ve sarsılmaz bir cemaat teşkil etmeye ihtiyacımız var mıdır, yok mudur?
Dünyâ üzerimize cemaatler halinde ve mekanize birliklerle gelirken, onların karşısına fertler halinde ve tüfeklerle nasıl çıkabiliriz? Gerçek şu ki, toplu atan yürekleri top da sindiremez Topumuzun, tüfeğimizin olmadığı yerde, hiç olmazsa yüreklerimiz, vahdetle gürül gürül olmalıdır.
Farklı kültürlerden farklı cemaatler ortaya çıkar.
Önceki devirlerde farklı doktrinler, değişik fikrî cereyanlar ve kültürler gelişip boy atmadığı ve insanların çoğuna tek tip kültür hâkim olduğu için, tek bir kişinin arkasından -hak veya bâtıl adına- büyük topluluklar sürüklenip gidebiliyordu.
Belli bir kültür ve anlayış içinde yetişen insanlar, daha saf olup, daha kolay yönlendirilebiliyor ve bugünkü anlayışla, kitle ruh haletinden, yani toplum psikolojisinden istifâde etmek çok daha rahat ve kolay oluyordu.
Bu sebeple bir Hasan Sabbah, bir Bedrettin yığınları harekete geçirebiliyor ve onları apaçık bâtılların duyguları, düşünceleri kanlı delileri haline getirebiliyorlardı.
Bugün ise, yukarıda da kısmen temas ettiğimiz gibi, herkes ayrı ayrı kültürlerden istifâde edebilmekte ve çok farklı dünyâ görüşleri insanlar arasında çok çabuk yayılmaktadır.
Evet, her seviye ve anlayışta, her inanç ve düşüncede dünyânın öbür ucunda yazılan herhangi bir eser, çok kısa zamanda beri ucunda alıcı, okuyucu bulmakta ve te’sir icra etmektedir.
Bu, şu demektir : Böyle farklı kültürlerin içiçe yaşadığı bir devirde insanlar birbirlerinden kopuktur; toplum hayatı yerine ferdî hayat hâkimdir.
“Ben de okuyorum; dünyâyı senin kadar ben de biliyorum” gibi, bilmekten, ilme vukuftan, kültürlü olmaktan doğan “Ben de” anlayışıyla herkes âdeta arslandır. Bu insanlar, dünyaya ait meseleleri öğrenip, dünyâyı tanımada sanki müsavi gibidirler.
Denk olanlar ise birbirini iter. Böyle bir vasatta her fert, kendi bilgisi, kendi iktidarı, kendi kabiliyeti ve kendi kapasitesinin kendisine kâfî geldiği inancıyla, “Orman bana ait” deyip, tek başına dolaşmak istemekte, kimsenin vesaya ve koruması altına girmeyi düşünmemekte, hattâ bunu lüzumsuz saymaktadır.
Önce şurası iyi bilinmelidir ki, bir ferd, dalâlet adına tahripkâr cemaatler karşısında tek başına mukavemet edemez.
Bir insan, ‘gavs’ bile olsa, şahsi dehâsıyla, kültür ve ilim dünyâsıyla, hattâ keşif ve kerametleriyle asrımızın dalâletleri ve günah tufanları karşısında tek başına yaşayamaz; yaşasa da, sürüden ayrı kaldığı için her zaman kurtlara yem olabilir.
Ayrıca, cemaat içinde bulunmanın getireceği feyizlerden, sağlayacağı avantaj ve lütuflardan da mahrum kalır.
Ayakları cemaat zeminine basmayan insan, ayaklar altında bir yaprak ve bir tüy gibidir; bu yandan üflesen öte yana, öte yandan üflesen bu yana savruluverir.
Bu yüzdendir ki, Gavs-i A’zamlar, İmam-ı Rabbânîler, Muhyiddin İbn Arabîler bile bu asırda yaşasalardı, herhangi bir cemaatin bir uzvu olmak isteyeceklerdi.
Sahâbe devrinin o en kuvvetli, en iktidarlı ve meleklere parmak ısırtacak insanları bile cemaatleşme ve birlik teşkil etme lüzumunu duymuşlardı.
Bu sebeple, hasımlarımızın içtimaî kanal ve kollarla geçeceğimiz yollarda kurdukları sayısız tuzaklara ve onların cemaatçe hücumlarına, ayrıca, mânevî hasımlarımız olan şeytana, nefse ve günah tufanlarına karşı yem olmaktan, boğulmaktan bizi koruyacak en mühim sığınak, cemaatleşmedir. Evet, bu fikre davet, günümüzün en hayâti meseleleri arasındadır.
b) Cemaatte her zaman kuvvet vardır.
İki fert ayrı ayrı olduklarında ‘1’i aşamazken, yan yana gelince ‘11′ olur. Üç ayrı ‘1′ yanyana geldiğinde ‘111’e ulaşır.
Şimdi, basitçe rakam bazında ifâde etmeye çalıştığımız bu durumu, karanlıkta elinde meş’ale tutan bir kişinin meydana getireceği aydınlıkla, 11 ya da 111 kişinin meydana getireceği aydınlığı mukayese ederek düşünün.
Bir hazineyi kaldırmada da aynı durum söz konusudur.
Buna bir de pâzu kuvvetinin yanında kabiliyetlerin, ilmin, idrakın ve düşüncelerin ittifakını ekleyin.
Ayrıca gaye ve ideâl birliği ve cehd ve azim müşterekleri de varsa, işte o zaman, gerçekten topların sindiremeyeceği yürekler gürül gürül ses getirmeye başlar.
Aynen bunun gibi, iç âlemlerinin, ruh ve kalp dünyâlarının hayat dereceleri çok ulvî olan ve sîmalarında melek çehrelerini müşahede edebileceğiniz, arkadaşların şefkat, merhamet ve nurdan tebessümlerle süslenmiş aydın bakışları altında ışıklaştığınızı düşündüğünüzde, şeytanın aldatmalarına ve günahların yakıcılığına karşı nasıl bir atmosfer içinde bulunduğunuzu daha iyi anlayacaksınız.
Bu atmosfer içinde direnç kazanacak olan zayıf kalbiniz ve irâdenizin fer ve kuvveti de artacaktır. Bu sayede, zülcenaheyn, yani iki kanatlı, iç-dış çift yönlü bir kuvvete sahip olacaksınız.
c) Cemaatte rahmet ve cemaatle dualarda makbûliyet vardır:
Hadîsin beyanıyla, Allah’ın rahmeti cemaatle beraberdir.
Cemaat üzerinde dolaşan bir bulut, âdeta altına girene rahmet yağdırır. Bir kişinin duası, sadece bir ferdin duası olup, taşıdığı rahmet damlaları da o kadardır.
Halbuki, tam olarak ittihad etmiş, ağız gönül birliği içindeki bir cemaatin duasının karşılığı, tek tek her ferde inen miktarın kat kat üstündedir ve sağanak sağanaktır.
Eğer rahmete açık semereli bir ağaç olmak istiyorsanız, orman içinde bir ağaç olmaya bakınız; tek başınıza kaldığınızda hiçbir rahmet düşmez.. kuruyup gidebilirsiniz; ama ormana mutlaka rahmet inecek ve siz de o rahmetten bol bol yararlanacaksınız.
Yine diyelim ki, siz bir sivilsiniz, silahınız yok; kuvvet ve kudretiniz de sermayeniz kadar.. Oysa, askerde tek başınıza bile olsanız, iktidarınız, silahınız, ferdî kabiliyet ve cesaretinizin yanısıra, içinde bulunduğunuz birliğin kuvvet ve iktidarını da yanınızda bulur ve yerinde bir paşayı, hattâ bir orduyu bile esir edebilirsiniz.
İster hayır adına, isterse şer adına olsun, her hal û kârda cemaatin işgücü ve te’siri her türlü tasavvurun üstünde olduğu gibi, böyle bir şahs-ı manevinin Allah’a teveccüh edip yalvarması da, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini ihtizaza getirmesi ve İlâhî imdada vesile olması bakımından çok önemlidir.
Hattâ o kadar ki, ehl-i dalâlet bile bir cemaat halinde duâ etse, bazı ahvalde sizin tek başınıza yaptığınız duaları geri çevirebilir. O halde, dalâlet cemaatlerine karşı mukabele ve mukavemet edebilmek için, mü’minlerin de cemaatleşmeye, cemaat halinde müdafaaya ve cemaat ruhuyla duâya ihtiyaçları vardır.
Cemaat içinde bulunmanın bir büyük faydası da şudur:
Kişinin masiyetleri, günahları, dualarının kabul semasına yükselmesine engel olabilir; cemaatin dualarının kabul olacağı ise, kat’i gibidir.
Bir kudsî hadisde Allah (cc) şöyle buyurur: “Hümü’l kavmü lâ yeşkâ bihim celîsühüm- Onlar öyle bir cemaattir ki, onlarla bir arada bulunan bedbaht olmaz.” Evet, gül bahçesinde bulunan, hiç olmazsa o bahçenin kokusundan istifâde eder.
d) Cemaat, paratoner gibidir:
Cemaat, İlâhî rahmeti câzibesi ve duasıyla davet edip sînelere ulaştırmada vasıta olduğu gibi, belâ ve musibetlerin def’ine de önemli bir vesiledir.
Semâ, kendine açılan semâvî sîmalıların elleri ve gönülleriyle çok alâkadardır. Evet, cemaat halinde dua ve yakarış, Rahmete açılan avuçlara semâvî tebessümleri celbederken, aynı zamanda yere uzanan âfet ve musibetlerin de def’ine sebeptir.
Paratonerden uzak kalanlara, şeytanın şimşekten okları her an isabet edebilir. Bazen de ondan iki gün uzak kalan dört gün, dört gün uzak kalan sekiz gün uzaklaşmış gibi, kendini boşluk ve kasvet içinde bulabilir. Bu, tıpkı ışığın kaynağından uzaklaştıkça, karanlığın ziyadeleşmesi gibidir.
Yalnız Kalmayıp, Mutlaka İyi Arkadaşlar Edinmek Lâzımdır
Allah, insanı içtimâî bir varlık olarak yaratmıştır.
Yalnız yaşayan bir insan, hem dört yandan hücum eden dalâlet rüzgarları karşısında kuvvetsiz, desteksiz, hem de dualarının kabul olması gibi avantajlardan mahrum kalabilir. Bunun da ötesinde, şeytanın zehirli okları karşısında boy hedefi haline gelebilir…
Bu îtibarla, Aleyhissalâtü ve’s-selâm, “Yalnız yaşayan şeytandır” buyururlar. Evet, yalnız yaşayan insan, er geç şeytanın tuzağına düşebilir, şeytana paçayı kaptırabilir ve onun kızıl pençesine av olabilir.
Şeytanın zihne ve hayâle attığı her kötü düşünce, yalnızlık ve can sıkıntısı toprağında boy atıp gelişecek bir çekirdek gibidir. Fikir, gönül ve ruhunu kötülük ve günah çekirdeklerinin doldurduğu yalnız bir insanda, bu çekirdeklerin er-geç iç tazyik ve zorlamalarla dal-budak halinde dışarı taşarak, günah meyvelerini vermemesi imkânsız denecek derecede zordur.
Her insan, zaman zaman kendini zorlayan bu kabil düşünce ve hayâllerin kendisini nasıl kıstırdığını ve bu kötü düşüncelerin kökünün, daha çekirdek halindeyken kurutulmasının lazım geldiğini, kim bilir kaç defa hissetmiş ve nedametle kıvranmıştır..!
Evet, manevi atmosferlerdeki kardeşlerimiz ve arkadaşlarımız, zihin, kalp ve ruhumuzun şeytana ait kötülük tohumlarınca işgal edilmemesi ve daha başlangıçta bunların temizlenmesi adına bizim son derece faydalı yardımcılarımızdır.
İnsan konuşurken, dinlerken ya da bakarken, zihin ve hayal faaliyetleri bu duygulara bağlı olarak şekillenir ve renklenir.
Siz bu üç faaliyetin üçünü birden yaparken, sözgelimi arkadaşınızla konuşur, ona sorular sorar veya sorularına cevap verir, yani hem konuşur, hem dinler, hem de düşünürken, hayal aleminizde seyahatlar tertip edemezsiniz.
Zira zihin faaliyetleriniz ve dikkatiniz, konuşmanızda, dinlemenizde ve düşünmenizde odaklaşmış ve bir nevi hapsolmuştur.
Bunun tersine, arkadaşlarından kopmuş bir insan, serbest kalmış zihniyle, hele bir de yorganı başına çekince, istediği veya şeytanın kendini sürüklediği hayal âlemlerine dalar gider; öyle zaman da olur ki, encamı ürpertici bu hayâlî seyahattan yara almadan geriye dönemez…
Evet, insan, yalnız kalmaktan yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçmalıdır; çünkü yalnızlık yılanca, çıyanca düşüncelerin insan ruhunu sarmasına yol açar.
İki kişi olmada da aynı tehlikeler bahis mevzûu olabilir; çünkü iki kişinin bir fenalık ve kötülük üzerinde anlaşması, zayıf bir ihtimal de olsa mümkündür.
Üç kişininse, -ihtimal hesaplarına göre- günahlarda, fenalıklarda anlaşıp bir araya gelmesi âdeta imkansızdır.
Bu hakikata parmak basan Allah Rasûlü, “İki kişi de şeytandır; üç kişi ise cemaattir” buyururlar. Üç kişi, bir cemaat teşkil eder ve şeytanın insana nüfuz edeceği delikleri, çok daha küçültmüş olurlar.
İster evli, ister bekâr olalım, evde, mektepte, iş yerinde, sokakta ve çarşıda bizi aralarına alıp, üzerimize kanatlarını gerecek, duygu ve düşüncelerimizi şeytânî esintilerden koruyacak ruh ve irade insanı arkadaşlara ihtiyacımızın varlığı ortadadır.
Çok defa ve çok yerde kendi kalbimiz, kendi gücümüz bizi canlı ve diri tutmaya yetmeyebilir. Bakışlarımız buğulanıp, sinelerimizi sis ve duman sarabilir; kalbimiz katılaşıp, aşk u heyecanımız, günlük işler ve bu çok renkli hayat içinde kaybolmaya, erimeğe yüz tutabilir ve meydana gelebilecek bir kabz hali sonucu -Allah korusun- sefahate düşebiliriz.
Ama, en az üç kişilik bir cemaatimiz olsa, o zaman diğer iki şevkli ve canlı arkadaşımızdan hiç olmazsa birinin bast haline misafir olur, onun rahmet oluğundan beslenir, onun esintileriyle serinler ve o hava ve atmosfer içinde aşk u şevk teneffüs edebiliriz.
a) İyi arkadaş insanı Cennet’e götürür:
Burada yeri gelmişken şu mühim hususu da belirtmeliyiz : Evet, arkadaş ama, her arkadaş değil; iyi arkadaş seçeceğiz.
Eskilerin eskimeyen şu sözleri ne güzeldir: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” “Üzüm üzüme baka baka kararır.” “Gül, güller arasında yeşerir.” “İyi arkadaş, insanı Cennet’e, kötü arkadaş da Cehennem’e götürür.” “İyi arkadaş, misk satan gibidir, hiç olmazsa kokusundan istifâde edilir; kötü arkadaş ise, körükçüye benzer ki, hiçbir yanından rahatsız olmasanız bile, en azından kokusundan rahatsız olursunuz.” Evet, her insan, arkadaşlarından iyi-kötü mutlaka birşeyler kapar.
b) İyi arkadaşlar içinde olunmalıdır:
Ebed yolunda ebed soluyan, sîmaları hakikat gamzeden, irâdelerinde Allah’ın irâdesi nümayân öyle dostlar, ahbaplar, arkadaşlar vardır ki, yanlarına gittiğiniz, atmosferlerine girdiğiniz zaman, Nebî ile diz dize gelmiş gibi kuvvet kazanır, aşkla, şevkle dolarsınız.
Onların iksir-misâl söz ve davranışları, içinizde yosun gibi yeşermeye başlamış kötü duygu ve düşünceleri bir hamlede siliverir. İyi arkadaş, nasihatlarıyla sizin yüreğinizi hoplatacak, içinize aşk, heyecan salacak, düşüncenize aydınlık getirecek ışıktan bir dosttur. Münevver ve münevvir dostlar, has ahbablar, evet bize lazım olan, işte bunlardır.
Pek çok mıknatısın bulunduğu bir zemine madenî bir parça atsanız, hangi mıknatısın manyetik gücü fazla ise, onu kendine çeker ve bünyesine yapıştırır.. meteorlar, çekim kuvveti ve hayyiz gücü ağır basan tarafa yönelirler.
O halde, evlâdlarınızın kalpleri imanlı, kafaları aydın, anne-babalarına itaatkâr, vatan ve milletlerine hizmetkâr, dürüst, faziletli, fedâkâr olmalarını mı arzu ediyorsunuz? Öyleyse, onları balmumu gibi eritip, istediğiniz şekli alabilecek temiz arkadaşlara emanet etmeniz gerekir. Böylece onlar, kendi seviyelerinde, emsallerinin muhitinde, içinde bulundukları potanın şeklini alacaktır.
Diyelim ki, bir ortaokul talebesini üniversite sıralarına oturttunuz ve onun için binbir emek, binbir masrafta bulundunuz, bu yanlış yaklaşımla ne ona bir şey verebilir, ne de kendiniz bir şey elde edebilirsiniz!
Aynen bunun gibi, bir genci kolundan tutup, kendinden çok ileri yaşta insanların bulunduğu camilere götürseniz, hattâ keşif ve kerametiyle insanın içinden geçenleri okuyan evliyâullahtan birine teslim etseniz, yine de o delikanlıyı orada tutamaz, kalbini ve kafasını tatmin edemezsiniz.
Her şeyden evvel o, kendisi gibi inanan ve davranan gençlerin bulunup bulunmadığına bakacaktır. Emsalini göremediğinde ise, nazarları daima sevimli bulmadığı sîmalara takılacak ve tatmin olmayacaktır. “Müslümanlık iyi, güzel ama, sadece ihtiyarların, yer değiştirme ruh haleti içinde esneyerek camiye gelenlerin ve ilmî meselelerden habersizlerin dini” diyecektir, bu durumda da ona tesir etmeniz imkânsız olacaktır.
Bu itibarla, bir gence iman adına birşeyler verilmek istenirken, onun akıl ve mantık seviyesiyle ilim ve düşünce derecesini hesaba katmanın yanısıra, İslâm’ın yaşanabilirliği ve kabil-i tatbîk olduğu da kendisine gösterilmelidir ki, yaşama arzusunu duysun ve “Onlar yapıyor, ben niye yapmayayım; onlar kılıyor, ben niye kılmayayım, onlar koşturuyor, ben neden koşturmayayım; onlar okuyor, ben neden okumayayım” desin, düşünsün ve yapsın..
İşte, böyle bir ruh haletinin meydana gelmesi de, ancak gül kokulu, selvi endamlı, aydın sîmalı, misk dağıtan ve Cennet’e yol açan arkadaşlar topluluğu içinde mümkün olabilecektir.
Karşı yakada ise, hiç de tasvir etmeyi düşünmediğimiz bir nesil var; içki alışkanlıkları, kumar özentileri, fuhşa ait düşünce ve davranışlarıyla boşlukta, doymamış, serazat bir nesil… Evlâdlarını sevdiklerini ve onlara merhamet ettiklerini söyleyen anne-babalar, evlâdlarına karşı gerçekten merhametli iseler, onları ışık suvarilerine teslim edeceklerdir…
Nasihat edenleri dinlemek de, ülfetimizin dağılması, kalbimizin yumuşaması ve şeytanın vesveselerine, günahların zorlamalarına karşı koyabilmemiz için de koruyucu ve besleyici çarelerdendir.
İnsan, aklı, mantığı ve muhakemesiyle husûsiyet arzeden bir varlık olduğu gibi, coşan gönlü, ürperen vicdanı, yaşaran gözleriyle de bir kalp, bir ruh ve bir duygular yumağıdır.
Bu itibarla da o, iç âleminde derinleşmeye, ruh dünyâsında zenginleşmeye, tefekkür hayatında genişlemeye muhtaçtır.
Evet o, yer yer içinde oluşan aysberglerin eritilmesine muhtaç olduğu gibi, mânevî gıdasızlığını izale edecek, mânevî süt akıtan çeşmelere de şiddetli bir iştiyak duyar. Kur’ân, Efendimize defaatle “Anlat” der ve O iki Cihan Güneşi de, “Din nasihattır” buyurur.. evet bir yanda, çatlama noktasına kadar ‘anlatma’ tâlim edilirken, diğer yanda da yine hadîsin ifâdesiyle “ya öğreten, ya öğrenen, ya da dinleyen ol; dördüncüsü olma!” tavsiyesinde bulunularak, iki uç âdeta bir noktada birleştirilmekte ve dikkat nazarları, yerinde anlatmaya, yerinde de dinlemeye çekilmektedir. Hele, Efendimizin bizzat, Kur’ân’ı talim ettiği Ashab’ına, “Okuyun da dinleyeyim!” demesi ne kadar mânidârdır!..
O halde insanın, yüreğini coşturup yumuşatacak, içindeki kararmış his ve duyguların kirini, pasını izale edecek, onun ebedî âlemlere şevkini kamçılayacak, bu arada dinî, ilmî dakik meselelerle fikir dünyâsını aydınlatacak vâiz ve nasıhleri dinlemesi de, yine onun için ekmek kadar, hava kadar mühim bir ihtiyaçtır.
Bu sebeple insan, “bunu biliyorum, bir daha neden dinleyeyim ki!” dememeli; nasıl yemek, içmek devamlı tekerrür ediyor ve bıkmak şöyle dursun, bunlara daima ihtiyaç duyuluyor, öyle de, kalp ve ruhun gıdası sayılan, ayrıca şeytan ve günahların şerrinden de koruyucu rol oynayan nasihat ve sohbetleri dinlemek de, onun için belki bin kat daha lüzumlu bir ihtiyaçtır.
Halk arasında, va’z ve sohbetlere devam eden bir çok kişinin içkiyi, kumarı bıraktığını, pek çok fenalıkları terkettiğini, hayırlara koşar olduğunu duyar ve dinlersiniz.
Anlatan bir aşk ve heyecan insanı olmasa, gözü yaşlı ve ihlaslı anlatmasa da, yine tesir edebilir; çünkü te’sir ettirecek Allah’tır.
Günümüzde mahrum bulunduğumuz hususlardan biri de işte budur. Seleflerimiz va’z ederken, cami ihtizaza gelir, gönüller aşk ve heyecanla dolar; çoğu kez va’z tamamlanamazdı. Bir kere, dinleyen içi yıkanmış olarak döner giderdi. Ama, yine de ümitsiz değiliz; her bitişin ardından bir doğuş başlatan Allah’ın, aşkla coşan, gözü yaşlı, bağrı yanık o gönül erlerini bir kere daha göndereceğine inancımız tamdır.
c) Nasihatçı ve ikazcı arkadaş edinilmelidir:
Nasihatçı ve ikazcı bir arkadaş edinmenin ehemmiyetini de burada ifade etmeliyiz.
Şimdiye kadar ele aldığımız bahislerle alâkalı olarak üstümüzde âdeta kayyımlık ve bekçilik yapacak iyi bir arkadaşı ikazcı tayin edip, ona ruhsat ve yetki vermek de çok önemlidir.
Evet, böyle bir arkadaş olmalıdır ki, bizde bir gevşeklik, ülfet, günaha biraz meyil gördüğü, az bir kayma müşahede ettiği zaman hemen ikazda bulunsun, yerinde sertçe kulağımızı çeksin ve başımızı salladığımız zaman da elimizden tutup, bizi sâhil-i selâmete çıkarsın..
Biz de, sıkıldığımız, kendimizde bir sönme müşâhede ettiğimiz ve ayağımızın kaydığını hissettiğimiz zaman hemen kalkıp, Hızır çeşmesine koşar gibi, bu vefalı ve emin dost, bu güzel arkadaşın kucağına koşalım ve “Sen bir bahçıvansın, hele beni bir gül bahçelerinde dolaştır; birşeyler anlat bana! Beni şu hayatın girdaplarından, şu günah labirentlerinden çek al, al da, aydınlık iklimlere ulaştır” demeliyiz.
Ailemizle alâkalı bir mesele ortaya çıktığında, ya da ticaretimizde bir sarsıntı olduğunda, nasıl hemen heyecan içinde erbabına koşarız; midemiz veya böbreğimiz sancılandığında nasıl hemen soluğu doktorda alırız; ebedî hayatımızı tehdit eden günah mikroplarına ve şeytanın vesvese ve aldatmalarına karşı da, kuvve-i mâneviyemizi takviye edici ilaç ve şifa arkadaşımıza aynen öyle koşmalıyız.
Gözlerimizi Çarşı ve Sokaklarda Haram Manzaralardan Sakınmalıyız
Çarşıya ve sokağa her çıkışımızda gözlerimize bir takım haramların girmesi muhtemeldir. Gözlerimizi kapasak, yürümemiz mümkün olmayacak; açsak, o zaman da arzu edilmeyen sahneler, ruh dünyâmızda bulantı hâsıl edip, bizi günahlara sokacaktır.
Haram karşısında gözünü yuman insan, hiç bir zaman maddî-manevî bir kayba uğramaz.. Ve, bu hassasiyeti gösteren insandan kimseye herhangi bir fenalık gelmez. Verimli, dürüst, samimî çalışan ve gerçekten hizmet veren böyle bir insan, hiç bir zaman şeytanca yaşayışın kurbanı da olmaz.
Öte yandan, kendini bu aç bakışlara arzeden karşı cinsin, bundan maddî-mânevî kazandığı hiç bir şey yoktur.
Kazanmak şöyle dursun, kendisi, muhatapları, toplumu ve memleketi adına neleri kaybedip, neleri kaybettirdiğine hastaneler, hapishaneler, mahkeme koridorları ve gazete sütunları en büyük şahitlerdir.
Unutmayalım ki, en verimli meyveleri, zararlı ışınlardan ve şerârelerden korunan yeryüzü tarlaları verir; buna karşılık, yakıcı bakışlara ve öldürücü ışınlara korumasız maruz kalıp, neticede delik deşik olan derbeder gönüllerden ve felç olmuş iradelerden ne beklenir ki!
a) Çarşı ve pazarda gözlerimize haramların girmesi daima muhtemeldir:
“Öyle bir zaman gelecek ki, imanı muhafaza etmek, elde kor tutmak gibi olacak” diyor Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz; evet, “kor; atsan iman gider, tutsan elin yanar.”
Ve, yine buyuruyor: “Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur.” Kalbe saplandı mı, ya da göz hunisiyle kalbe indi mi bakışı bulandırır, başı döndürür. Ve, sonra Rabbü’l-Alemin’e tercüman oluyor: “Kim onu Benim korkumdan dolayı terkederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki, onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar.”
Şeytanın bu zehirli oklarına karşı tavrını ortaya koyan ve her işte olduğu gibi, bu hususta da yine yakınlarından başlayan Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, bakınız ne yapıyor?
Hacc’da, bir merkubun üzerinde Arafat’tan inerken, sağdan-soldan geçen kadınlara gözü ilişmesin diye, terkisine aldığı amcası Hz. Abbas’ın oğlu Fazl’ın başını bir sağa bir de sola çeviriyor. Hâdiseye dikkat edelim:
Bir defa hâdise, böyle bir duygunun âdeta imkânsız olduğu Hacc’da meydana geliyor.
İkinci olarak, Mü’minlerin Annesi Aişe validemizin ifâdesiyle, kadınların erkeklerden ayrı ve yüzlerini dahi göstermeden geçip gittikleri bir dönemde Efendimiz, kendisi hakkında böyle bir şeyin asla düşünülemeyeceği yiğit amcazadesi Fazl’ın başını hem de kendi terkisindeyken sağa sola çeviriyor.
Ve bu hadise, Asr-ı Saadet’in o daima okşayıcı, nazarları, kalpleri yumuşatıcı, burcu burcu vahy ve Cibril nefesi kokan ve daha dünyâda iken Ahiret’i ruhlara duyurup yaşatan hava ve ikliminde cereyan ediyor!
Rica ederim, bugün bile bir mescide girdiğimizde veya bir cemaatin huzuruna vardığımızda, istesek de fena hisler düşünemezken, böyle bir şeyin hiç de mümkün olmadığı bir durumda, nazarına başka hayâller girmesin, serseri bir ok gelip kalbini delmesin, içine fısk u fücur nüvesi serpilmesin diye, Fazl’ın yüzünün bir o yana, bir de bu yana çevrilmesini nasıl değerlendireceğiz?..
Bu hâdisenin ifâde ettiği bir mana da şudur: Orman hiç yanmasın diye meseleyi kökten ele alıp, ormanda bir kibrit çöpüne dahi müsaade etmeme; ortada hiç savaş ihtimali yokken dahi, binlerce askerin bulunduğu karargâh içinde yine nöbeti aksatmama ve bir saniye olsun gözü yummama..
Evet, haramlara, fuhşa, tecâvüzlere, cinayetlere ve daha nelere nelere götürücü sebeplerin bütününü ortadan kaldırma.. belki bir gün yılan, çıyan sızar diye tüm delikleri kapama.. ve bir bakış, bir gülüş, bir dokunuşla nice hayatların sönüp gitmesinin, nice yuvaların yıkılmasının önüne aşılmaz setler çekme.. yani, fenalıklara iten sebepleri ortadan kaldırma ve günahları tâ baştan önleme; işte Allah’ın çizdiği yol!
Yine Efendimiz, yedi yaşında Müslüman olup, kendi havasıyla büyüyen amcası oğlu ve nesl-i pâkini devam ettirecek damadı Hz. Ali’ye, “Ya Ali, birinci bakış lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir” buyururlar.
Yani, irâde dışı ilişen birinci bakışta günah yok ise de, ikinci ve diğer bakışlarda irâde devrede olduğu için, nefsin rolü vardır ve bu bakış, kişiyi alıp götürebilecek bir zincirin ilk halkası olduğundan haramdır. Efendimiz, harama götüren yolu, ta baştan bu şekilde önlemekte ve günahlara geçit vermemektedir.
b) Canımız her sıkıldıkta sokağa çıkmamalıdır:
Canı sıkılan sokağa mı çıkmalı? Ne kadar çarpık bir anlayış! Şeytanın rahatlıkla içeriye sızıp çalışabileceği bir gedik… Can sıkıntısını sokakta geçireceğini sanan insan, yağmurdan kaçarken doluya tutulan gibi olur.
Can sıkıntısı, kalbin tatminsizliğinden, Allah ve Rasûlü ile münasebet kurulamayışından, ibâdetlere bağlı olamamaktan, arkadaşsızlıktan, okuma ve tefekkür adına boş bulunmaktan, meşguliyetsizlikten, hizmet etmemekten kaynaklanır.
Böyleleri için şeytanın nüfuz edeceği menfez ve gedikler hazır demektir. Şeytandan yanmış insanın, yeniden şeytanın oklarının yağdığı mevzilerde dolaşması, deniz suyu içmekten içi yanmış birinin susuzluğunu gidermek için tekrar denize koşmasına benzer.
Meselenin bir de şu yönü var: Can sıkıntısı, Allah’ın ‘Kâbız’ ismiyle kalbi sıkması olarak da anlaşılabilir. Dolayısıyla da o, bir ibtilâ ve imtihandır. Böyle bir imtihan neticesinde kulun sebat ve sadakat derecesi ortaya çıkar. Yani kul, canı sıkıldığı, kalbi daraldığı zamanlarda da ibâdetleri yapacak mı diye Allah kendisini dener.
Şurası da iyi bilinmelidir ki, bu hâlet içinde edâ edilen namaz, arkadaşların iştiyak atmosferinde, cemaat içinde şevk ve neş’e ile kılınan namazdan çok daha sevaplıdır; çünkü o anda insan âdeta muharebe hattındadır. Sonra, güneşin bulutlar arkasına saklanması gibi, bu hal de geçicidir; Allah bu defa ‘Bâsıt’ ismiyle onun kalbini genişletir, kendisine şevk verir.
Mağrem nispetinde mağnem, yani meşakkat ve zorluk nispetinde mükâfat ve sevap peylenmiş olur.
c) Çarşı ve pazara çıkarken bazı hususlara dikkat edilmelidir.
İnsanın alıştığı günahlardan uzaklaşması da, uyuşturucu tiryakisinin hapını bulamayınca bunalımlara girmesi misali şiddetli ruhî sıkıntılara sebeb olur ve kendisi için günah atmosferi hazır olunca da, hemen içine düşüverir.
Dolayısıyla, ister günahkârlar için, ister yılandan akrepten kaçar gibi günahtan kaçanlar için olsun, çarşı-pazara çıkışta dikkat edilecek bazı hususlar vardır ki, onlara da şöyle bir göz atmamız yerinde olur zannederim:
1) Çarşı ve pazara lüzumsuz yere çıkmamalı, işleri toptan görmeye çalışmalıdır.
Günahların seylap halinde aktığı yerlerden herhangi bir iş, ya da imana hizmet adına herhangi bir vazife bahis mevzûu olmadığı sürece uzak kalmak lâzımdır.
2) Yolun hakkını vermeği düşünmelidir.
Sahabe-i Kiram efendilerimiz, çok defa hak ve hakikatı anlatmak için dışarıya ve çarşı-pazara çıkarlardı.
Hz. Ebû Bekir de, Hz. Ömer de, Hz. Ebû Zer de (ra) bunu yapardı. Böyle bir gaye ile çıkanlar, sokağın ve yolun hakkını vererek günahlara girmekten korunmuş olurlar.
Efendimiz (sav), Ashabını yol kıyılarına ve sokaklara oturmaktan men ederdi. “Oturmamızda maslahat ve faydalar var ya Rasûlallah” dediklerinde de, “Öyleyse, yolun hakkını verin” , yani, yolun taş ve dikenlerini temizleyin, gelip geçenlerin selâmlarını alın, selâm verin ve emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l münker’de bulunup hakikatı anlatın buyururlardı. İşte, bu halis niyet mevcut olduğu sürece seyyiat ve günahlar hasenata dönüşebilir.
3) Dışarıya müteyakkız ve mücehhez olarak çıkmalıdır.
İnsan mayınlı tarlada nasıl yürüyor, can düşmanlarının bulunduğu bir bölgede nasıl mücehhez ve müsellah dolaşıyorsa, öyle de, günahların kol gezdiği çarşı-pazarda da mücehhez ve müsellah bulunmalıdır.
Yoksa, hissiyatıyla başbaşa, hazırlıksız, silahsız, bomboş bir halde ve şeytanın zehirli oklarına karşı mânevî kalkan ve mânevî kurşunlarını hazırlamadan çıkarsa, o zaman ruhunu kötülükler, günah manzaraları ve her türlü süfliyat sarabilir.
Hele bu durum bir kaç kere tekrarlanırsa, artık o, duyguları ölmüş, günahlara, kötülüklere karşı kayıtsızlaşmış ve haramlara bigâne bir halde çarşı-pazar dolaşır ki, şeytanın istediği de budur…
4) Dışarıya çıkmadan önce gerilime geçmelidir.
Çarşı-pazara çıkmadan önce, yüreğimizi hoplatacak, heyecanımızı coşturacak, gözlerimizi yaşartacak ve hislerimizi harekete geçirecek bir şeyler okuyup, birşeyler seyredip, birşeyler dinlemeli ve öyle çıkmalıyız.. evet, ancak böyle bir gerilimle çarşı-pazara çıkmalıdır ki, günahlara karşı bir sütre meydana getirilmiş olsun.
5) Dışarda iyi arkadaşlarla birlikte olunmalıdır.
Sokağa çıkarken, orada bizi bekleyen bir sürü düşmanın mevcut olduğu düşünülerek, bu düşmanlara karşı bir-iki muhafızla, yani arkadaşla çıkmalıdır. Çarşıya pazara çıkarken, ruh dünyâmızı ayakta tutan mutlaka bir-iki arkadaşın yanımızda bulunması şarttır.
İnsanın iç murakabesi çok defa kendisini frenlemeye, korumaya kâfi gelmeyebilir. İmanımız tam manasıyla berrak ve çok safiyane olmalıdır ki, her an Allah’ın murakabesinde bulunduğumuzu duyup hissedelim. Bu da her zaman mümkün olmayabilir.. evet, bazen öyle zayıf anlarımız olabilir ki, kendimize hâkim olamayız ve nazarımız harama kayabilir, ruhumuzda bir yara meydana gelebilir, fena düşünceler kafamıza tohumlar gibi saçılmış ve günahlar ruhumuzda mayalanmış olabilir. Ama yanımızda bir-iki arkadaş olduğunda, güzel şeyler konuşur ve güzel şeylerin müzakeresini yapabiliriz.
Hem, arkadaşların gözleriyle kendimizi kontrol altında tutar ve nazarlarımıza, kulaklarımıza dikkat edebiliriz. Bazen, o esnada Cenâb-ı Hakk’ın bizi kontrol ettiğini düşünemeyebiliriz ama, arkadaşımıza karşı ayıp olmasın diye kendimize çeki-düzen verme gereği duyarız.
Belki riya olur, sun’îlik olur ama, olsun; zira bu, fenalıklardan, günahlara girmekten daha iyidir.. hem de, riya müspet âmellerde -mesâla namazda- amelin ruhunu ifsat etse de, menfî amellerde böyle bir zarar sözkonusu değildir.
Meselâ insan, sırf riya için zina etmese, zina etmemiş olur; görmesinler diye hırsızlık yapmıyorsa, yapmamış olur. Göz zinası, kulak zinası, el ve ayak zinası, düşünce zinası, evet, ne olursa olsun insanın hayâline fıskı, günahı çekebilecek her şey, her fena düşünce gösteriş için dahi olsa terk edildiğinde, o günah, elini ve pençesini ruhlarımıza salmadığı sürece selâmette sayılırız.
Evet, güzel bir söz ya da güzel bir nasihat dinleme, güzel bir yazı okuma, güzel bir şey seyretme veya güzel bir manzarayı mütalâa etmekle ma’rifete, haşyete, mehâbete uyanmak gibi güzelliklerle dolmuş olarak evden çıkacak, buğu buğu bu tesirlerin altında işimizin başına, mektebimize, vazifemize, hizmetimize gidecek ve bunların tesirini devamlı ruhlarımızda hissedecek ve böylece şeytandan, günahlardan korunmuş olacağız.
6) İrâde dışı bulaşan şeyler temizlenmelidir.
Bu kadar gayretimize rağmen üzerimize yine de sağdan soldan irâdemiz haricinde gelip bulaşan, kalp ve ruhumuzu yaralayan çamurlar ve lekeler olabilir.
Bu türlü durumlarda ise hemen ibadetlerin vesayası altına girip Cenâb-ı Hakk’a yönelmek icabeder.
Bir gün beyninden vurulmuş gibi huzûr-u Risaletpenahî’ye bir sahabi gelir, kendini yere atar ve: “Mahvoldum ya Rasûlellah, caddeden geçen bir kadına baktım ve dokundum” diye inler. Derken o esnada âyet nazil olur: “Günün iki yanında namaz kılın; şüphesiz ki, iyilikler kötülükleri giderir”. (Hûd, 11/114)
Evet namazlar, Allah indinde günahları silip süpüren şeylerdir. Hadîste, namazların namaz aralarında işlenen küçük günahlara keffaret olduğu ifâde edilir.
Rabbimize karşı yaptığımız kulluklar, namazlar, niyazlar, elimizde olmadan ve irâdemizi aşarak gelip bize çarpan günahlara keffaret olacaktır. Ayrıca, harama her göz kapama, insana bir vacip işlemiş gibi sevap kazandırır.
7) Günahlar, tevbe ve istiğfarla temizlenmelidir.
Her günahta küfre giden bir yol vardır. Her şeyden önce günah, kulun Cenâb-ı Hakk’ın inayet atmosferinden dışarı çıkması ve İlâhî teminatı reddetmesi demektir. Ayrıca kul, günah işlemekle şeytana tam hedef olmuş sayılır; günahlar arttıkça da Allah’ın himaye ve koruması azalır.
Günah, bir pas, bir leke ve bir kirdir; öyle ki, hadîsin ifâdesiyle, üst üste biriken lekeler, derhal tevbe ve istiğfarla temizlenmezse, kalbî hayatımızla Rabbimizin bize bakışı arasına girip, O’ndan gelen tecellileri keser, rahmet esintilerini perdeler ve bizi inayetten mahrum bırakır. Himayesiz kalan bir kalp ise, neticede şeytanın küfürle vurabileceği bir vaziyet kesbetmiş sayılır.
İkinci olarak, kendini mahcup edecek bir günah işleyen insan, kimsenin bu günahı görmesini istemez. Ama, Allah’ın ve meleklerin onun yaptıklarını gördüklerinin de farkındadır. Onun hep bu zayıf anını kollayan şeytan, bu esnada ona, “keşke şu günahımı gören olmasaydı; ya da keşke şu şey, günah olmasaydı!” dedirtir.
Günahta ısrar ve onu küçük görme de, insanı küfre itebilir. İnsan, günahlara alışmış ve onlardan kopamıyorsa, bazen böylelerini o levsiyattan kurtarayım derken daha kötü durumlara itmiş oluruz. Meselâ, “içki içme!” dediğimiz birisi, “bir kadeh haram olmaz; hem, bu kadarını da katı buluyorum” diyecek ve küfre ait benzeri sözlerle o günahın kurbanı olacaktır. Keza namaz kılmıyorsa, “gel, kıl” ısrarları karşısında, gelmeme ısrarında bulunacak ve sonunda da “gelmiyorum” deyiverecektir.
Esasen günah, ısrar edildiği, zararsız bilindiği, tevbe ve istiğfar ile de temizlenmediği zaman günah olur. Yoksa, kendisinde ısrar edilmediği, zararı bilinip korkulduğu, tevbe, istiğfar ve samimî bir nedamet ile terkedildiği zaman ise, inşaallah affa mazhar olacaktır. Dağlar cesametinde de olsa, -şirk hariç- Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur. Elverir ki, O’nun af, merhamet ve ğufran kapısına varılsın.
İnsan Meşguliyetsiz Kalmamalıdır
Meşguliyetsiz insan, fıska açık yaşar, dolayısıyla da şeytana fırsat vermiş olur. Bu sebeple, boş durmamalı ve bizi daima gerilim, coşkunluk, tazelik içinde tutup, günahlardan da koruyacağı için hep hizmete koşmalı, ‘emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l- münker’le irşad faaliyetinde bulunmalıyız.
Şeytan, daha ziyade âtıl insanlara, atâlet ve tembellik içinde miskin miskin oturanlara hücum eder. O, hiç bir iş yapmayan, vaktini sinek avlamak, avare avare dolaşmakla geçiren ve saatlerce dumanlı yerlerde boş lâf eden insanlara musallat olur. Ve yine o din, iman, vatan ve millete hizmet adına hiçbir şey yapmayan, din ve iman hizmetlerine karşı kapalı yaşayan, yer yer dolup boşalmasını bilmeyen fertlerle uğraşır ve onları baştan çıkarır. Zira böyleleri, şeytanın arayıp da bulamadığı birer avdır.
Madem şeytan daha çok miskinlik, tembellik ve meşguliyetsizliğimizden istifâde ediyor; hizmet adına dolup boşalmaktan hoşlanmıyor ve boş durduğumuz sürece içimize uygun olmayan düşünceler, kuruntular atıyor, başka şeylerle meşgul olmayan hayâlimizi kendi namına meşgul ediyor ve günahları düşündürüp günah işlemeye zorluyor, öyleyse biz de, daima meşguliyetle, aksiyonla, faaliyet ve hizmetle ve irşad yolunda terlemekle şeytanın parmak sokabileceği yerleri doldurmalıyız ki, o da bizde umduğunu bulamasın.
İşleyen demir pas tutmaz; sürekli hareket eden, durmadan hak ve hakikatı duyurma adına koşan bir insanın aynı zamanda hem bedeninde, hem de ruhunda bir zindelik, bir neş’e olacak ve hadîsin ifadesi üzere, ‘emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’ yaptığından, vahyin bereketi içinde ilhamlar halinde hissedilecektir. Rızkı bereketlenecek, aile yuvası da Cennet köşelerinden bir köşe olacaktır.
Yine hadisin işaretiyle, bu vazife ve hizmetler kesildiği zaman vahyin bereketi de kesilecek, vahyin bereketinden mahrum olanlar da, felç olmuş gibi karanlıklar ve sıkıntılar içinde boğulup gideceklerdir.
Allahın (cc) Dinine Yardım Edene Allah (cc) da Yardım Eder
Kendini Rabb’ine ve O’nun Habibi’ne hizmete, hakk’a ve hakikata tercüman olmaya ve irşad faaliyetlerine adamış, evet, bu şekilde Cenâb-ı Hakk’la aramızdaki mukavelenin bize ait yanını ifa etmiş genç, ihtiyar, kadın, erkek, talebe, hoca her meslek erbabından her yaş ve baştaki insanlara karşı Allah da, mukavelenin diğer yanı adına şöyle buyuracaktır:
“İn tensuru’llahe yensurküm.” (Muhammed, 47/7) Yani, eğer siz Allah’ın Dini’ne yardım eder, Din’e tercüman olup, gönüllere duyurma yolunda ahdinize sâdık olursanız, Allah da size yardım eder.
Siz iman ve Kur’ân’a sahip çıkıp, onların ayaklar altında pâyimal olmaması için çalışırsanız, Allah da sizi şeytan ve nefsinizin ayakları altında bırakmaz ve pâyimal etmez. Karşılıklıdır bu; yaparsan O da yapar; koşarsan O da koşar… Hem de nasıl? Hadîsin beyanıyla, Kendi’ne bir karış yaklaşana O, bir adım yaklaşır; yürüyerek gidene koşarak gelir; yani, bir elini uzatana iki elini uzatır.
Biz vefa gösterip, Allah’ın Dini’ne omuz verdiğimiz sürece, Allah’ı her zaman bize karşı vefalı bulacağız ve O, bizi şeytanın vesveseleri ve nefsimizin arzularıyla başbaşa bırakmayacaktır.
Evet, bizi yâd ellerde bozulmaya, sönmeye, çürümeye ve ölmeye terketmeyecek ve “kulum” diyecektir. Şu şeker-şerbet söze bakın:
“Evfû biahdî ûfi biahdiküm- Siz bana karşı sözünüzde vefâlı olun; Ben de size sözümde vefalı olayım”. (Bakara, 2/40)
Siz, Allah’ın Dini’ne yardım ettikten sonra, O’nun, şeytanı size musallat edip, sizi batırması olacak şey mi? Siz aşkla, şevkle gerilip, gönüllerde Allah’ın duyulması ve kalplerin O’nunla oturaklaşması istikametinde ölesiye koştururken, terleyip yorulurken, zanneder misiniz ki, Rabbiniz, çarşı-pazarda bilerek veya bilmeyerek işlediğiniz günahları yüzünüze vuracak, sizi bataklıkta, şeytanın elinde bırakacak ve hasenâtınızı da bire bir yazacak!
Hayır hayır; siz kandan irinden deryalar geçiyor gibi O’nun yolunda koşarken, her an bir günah çamurunun size bulaşması karşısında ruhunuzun birkaç defa sarsıldığı, kalp ve duygularınızın örselendiği bu günah iklimi ve günah atmosferinde O sizi nefsanî isteklerinizle başbaşa bırakmayacak, yardım elini ve yakin bürhanını mutlaka gönderecektir.
Esasen her birerlerimiz, şahsî hayatımızda irâdemizi kötüye kullanmada ısrar etmediğimiz, ısrarla “günaha gireceğim” demediğimiz sürece, Rabbimizin böylesi nimet ve inayetlerine pek çok def’a şahit olmuşuzdur.
Tam bir uçurumun kenarına geldiğimiz ve muhakkak bir günahla karşı karşıya kaldığımız anda, adeta gökten iki elin uzanıp bizi düşmekten kurtardığını müşahede etmişizdir.
Meselâ, yalnızlıktan patlayacak hale gelip tam sokağa çıkayım dediğiniz anda güzeller güzeli bir arkadaşınız çıkagelmiş ve sizi bir erâcifin içine girmekten kurtarmıştır. Hattâ, bazen hiç farkında olmadan, bazılarımızın dudağında bir dua, bir âyet veya bir nur belirivermiştir; belirivermiştir de, şeytanın oklarına hedef olmaktan ve nefsânî isteklerin kurbanı haline gelmekten kurtulmuşuzdur. Evet, Allah’ın yardım ve korumasına en büyük davetçi, mukaveleye sadakat içinde O’nun Dini’ne omuz vermektir.
‘Mağrem’ nisbetinde ‘mağnem’ ve riziko nisbetinde mükâfat vardır.
İnsan, ne kadar sıkıntı ve meşakkate maruz kalırsa, kavuşacağı nimetler de o nisbette çaplı ve inşirah verici olur. Sınır boyunda, düşman tehlikesi karşısında, kar ve soğukta imanlı Mehmetçiğin tuttuğu bir saatlik nöbet, kendisine senelerce yerine getirilemiyecek kadar çok nafile ibâdet sevabı kazandırır.
Elbette, aynı zaman dilimini koğuşta sıcacık yatağında geçiren, o sevabı kazanamayacaktır. Öte yandan, sınır boyundakinin alacağı sevap, elbette cephede, avcı hattında düşmanla yaka paça olan muharibin alacağı sevap kadar olmayacaktır.
Aynen bunun gibi, Din’e hizmet etme, irşad vazifesinde bulunma, Peygamberlerin birinci vazifesi olup, -hadîsin beyanıyla- en çok belâ ve musibete maruz kalanlar da onlardır.
Hamza’yı büyük yapan ve göklerde ‘Allah’ın Arslanı’ diye yazdıran, onun fütursuzluğu, pervasızlığı, ölümü gülerek karşılaması, ukbâ planlı yaşaması ve hayatı istihkârıydı. İnsan, çektiği ve katlandığı meşakkate göre evsaf ve ayar kazanır.
Nefsanî arzu ve istekler, insanı en çok sıkıştırdığı, şeytanın sağdan, soldan ona öldürücü oklar yağdırdığı dönemlerde o, dinî hassasiyetini koruyorsa bir başka amûdî (dikey) yükselir.
Din’e sahip çıkıp Peygamber varisi olarak irşad yapmanın, taşıdığı rizikolara karşılık, o nispette de avantajları vardır. Bu avantajlar daha dünyada iken kısmen hissedilse de, asıl ihtişam ve hakikatıyla ötede zuhur ve inkişaf edecek, Cennet ve Cemalullah meyvelerini verecektir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...