HERKESE LÂZIM OLAN ÎMÂN
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
kalmış bir gencin, etrâfındakilerin hiç farkına varmadan ve nerede olduğunu da düşünmeden Kur ân-ı kerîm okuduğundan bahs olunuyordu. İşte ben de, kendimi onun yerine koyuyor, kendimi Allahü teâlânın lutfuna teslîm ediyor ve Kur ân-ı kerîm okuyordum. Ya nî artık ben müslimân olmuşdum. 1918 senesinde Londraya döndüm. 1921 senesinde Londra Üniversitesinde Arabî dersleri almağa başladım. Birgün bana Arabî öğretmenim Iraklı Bay Belşah, Kur ân-ı kerîmden bahs etdi. (İnanıp inanmamakda serbestsiniz. Fekat onun çok enteresan ve tedkîk etmeğe lâyık bir kitâb olduğunu göreceksiniz) dedi. Ben ona, (Kur ân-ı kerîmi biliyorum, onu okudum ve hem de çok okudum ve ona inanıyorum) deyince, hayretler içinde kaldı. Birkaç gün sonra beni Notting Hill Gatede bulunan Londra câmi ine götürdü. Bir sene kadar oradaki ibâdetlere iştirâk etdim. 1922 senesinde resmen müslimân oldum. Şimdi 1950 senesindeyiz. Bugüne kadar islâmiyyetin emr etdiği her husûsa iki elle sarıldım ve bundan büyük bir lezzet duydum. Allahü teâlânın kudretinin, rahmetinin ve inâyetinin hudûdu yokdur. Hayât yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyâya da götürebileceğimiz biricik servet, Allahü teâlâya hamd ve senâ etmek, [Ona minnet bildirmek] ve O yüce kudret sâhibine sevgi ile bağlanmak, Ona ibâdet etmekdir. 20 Bayan MES ÛDE STEINMANN (İngiliz) Müslimânlık kadar kolayca anlaşılabilen ve insâna cesâret veren başka bir din yokdur. Hayâtda, insan rûhunu râhat ve huzûra kavuşduran, insana, hâlinden memnûn olarak yaşamağı ihsân eden ve onu öldükden sonra ebedî se âdete ve selâmete ulaşdıran biricik din, islâmiyyetdir. İnsan, Allahü teâlânın yaratdığı muhtelif mahlûklardan biridir. Muhakkak, diğer mahlûklarla arasında bir bağ vardır. İnsan, Allahü teâlânın yaratdığı en mükemmel bir mahlûkdur. Ona böyle fazîlet veren, onda bir rûh olmasıdır. İnsanın rûhu, onu dâimâ dahâ yükseklere götürmeğe gayret eder. Rûhu temizliyen ve besliyen ise ancak dindir. Acabâ insan ile onu yaratan büyük kudret sâhibi arasında ne gibi bir râbıta vardır? Bunu şübhesiz din bildirmekdedir. Ben din hakkında muhtelif âlimlerin neler söylediklerini tedkîk etdim. Aşağıda birkaç misâl veriyorum: 204
205 Carlyle in (Kahramanlar ve Kahramanlara Tapınanlar) eserinden: (Bir insanın dîni, onun kalbinin îmân etdiği bir husûs, onun en bâriz bir sıfatıdır. Din öyle bir şeydir ki, insanın doğrudan doğruya kalbine gider. Onun dünyâdaki fe âliyyetlerini ayarlar. Ona vazîfelerini bildirir. Gideceği yolu gösterir ve onun âkıbetini (sonunu) ta yîn eder). Chesterton un, (Düşünülecek Olursa) kitâbından: (Din, bir insanın, kendinin veyâ başkalarının varlığında neler bulunduğu hakkında elde etdiği en yüce gerçeği ifâde eder). Ambroce Bierce nin (Şeytanın Sözlüğü) eserinden: (Din, insanlara, bilmedikleri birçok şeyleri öğreten, onlara hem korku, hem ümmîd aşılayan bir kaynakdır). Edmude Burke un, (Fransa İhtilâli) ismindeki kitâbından: (Bütün hakîkî dinlerin emr etdiği husûs, Allahü teâlânın emrlerine itâ at, Onun dînine hurmet ve i tibâr ve böylece mümkin olduğu kadar Onun rızâsına yaklaşmakdır). Swedenborg un (Hayat Doktrini) eserinden: (Din demek, iyilik yapmak demekdir. Dînin varlığı iyilikdir.) James Harrigton un (Okyanus) kitâbından: (İster ondan korksun, isterse ondan tesellî bulsun, dünyâda herkesin az veyâ çok, dinle irtibâtı vardır.) Dünyâda herkes birçok def alar bilmediği, anlıyamadığı, îzâh edemediği husûslarla karşılaşır. İşte bunları ona îzâh eden, ona tâm bir îmân, i timâd bahş eden, ancak dindir. Ben niçin islâm dîninin dünyâdaki dinlerin en mükemmeli ve hak din olduğuna inanıyorum? Bunu şöyle îzâh edeyim: Her şeyden önce, islâm dîni yüce, bir tek Allahdan başka tanrı olmadığını, Onun doğmadığını ve doğurmadığını ve Ona benzer başka hiç bir hâlık bulunmadığını bildirir. Allahü teâlânın varlığını, birliğini, azametini ancak Allahü teâlâya yakışır bir azamet ile bildiren başka hiç bir din yokdur. Kur ân-ı kerîmde Hûd sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, ([Ey kullarım], dönüşünüz ancak banadır. Allah her şeye kâdirdir) buyurmakda, İsrâ sûresinin elli beşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, göklerde ve yerde olan mahlûkâtın hâllerini en iyi bilendir) buyurmakda ve Kur ân-ı kerîmin diğer bütün sûrelerinde dâimâ Onun (tek hâlık olduğundan), (dâimî olduğundan), (sonsuz olduğundan), (her şeyin Ona ma lûm olduğundan), (en doğru hükmü veren hâkim olduğundan), (en büyük yardımcı olduğundan), (en merhametli bir hâlık 205
206 olduğundan), (en büyük afv edici olduğundan) bahs edilmekdedir. Bunları okudukça, insanın Allahü teâlâya nasıl çekildiğini, Onun karşısında nasıl eridiğini ve Onun lutfüna nasıl sığındığını size ta rîf edemem. Kur ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ Hadîd sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Biliniz ki, Allahü teâlâ yer yüzünü [kuraklıkla] öldürdükden sonra [yağmurla] diriltir. [Ölü kalbleri de zikr ve tilâvetle diriltir.] Akl edersiniz diye bunları açık deliller ile size beyân etdik) buyurmuşdur. Nâs sûresinde de, meâlen, ([Ey Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!] Söyle ki, ben insanlardan ve cinden, insanın gönlüne vesvese veren şeytânın şerrinden, insanlara muhtâc oldukları şeyleri gönderen ve onları korkulu şeylerden koruyan ve ibâdet olunmağa hakkı olan mâlikime sığınırım) buyurmuşdur. Bu yüce sözleri okuyunca, insan nasıl olur da, bu büyük hâlıka inanmaz ve Ona sığınmaz? Bütün bunlar, insanın hayâtda kaldığı müddetce, üzerinde onu koruyan çok merhametli bir hâlıkın bulunduğunu his ederek, râhata kavuşması ve doğru yolu tutması için kâfî gelmez mi? İslâm, en doğru bir din olduğunu ve kendisinden evvel gelen dinlerin bütün doğru kısmlarını kendisinde topladığını açıkça bildirir. İslâmiyyetin en büyük kitâbı olan Kur ân-ı kerîmde yazılı bütün husûsların, sâde, açık ve herkes tarafından anlaşılır mantıkî esâslar olduğunu söyler. Bunlar çok doğrudur. Hakîkaten, eğer Allahü teâlâ ile kul arasında âhenkli bir münâsebet te sîs etmek, cismânî [bedenle ilgili] ve rûhânî husûsları âhenkli tarzda birbiri ile birleşdirmek, dünyâda ve âhiretde huzûr içinde kalmak istiyorsak, muhakkak islâm dînini kabûl etmemiz lâzımdır. Ancak İslâmiyyet sâyesinde rûhen ve bedenen tekâmül ederiz. Hıristiyanlık ancak rûhiyyat, vicdan ile meşgûl olur ve her bir hıristiyanın üzerine onun taşıyamıyacağı kadar ağır ma nevî, vicdânî yükler koyar. Hıristiyanlık, insanı bir günâhkâr olarak kabûl eder ve ondan, onun anlıyamıyacağı ve hiç bir mantığa sığmıyan keffâretler ister. Hâlbuki islâm dîni, yalnız sevgi üzerine kurulmuşdur. Hıristiyanlıkda çok derin ilm adamları, insanların değişik rûh hâletlerini inceleyerek, onların üzerine yüklenmiş olan bu ağır yükler arasında belki bir parçacık Allah sevgisi bulabilir. Fekat bunlar da, bugünkü hıristiyanlıkda bu sevgi parçacığının bile birçok hurâfeler altında nasıl büsbütün gayb olduğunu görerek üzülürler. Coleridge bir kitâbında, (Hıristiyanlığı fazla seven bir kimsenin, yavaş yavaş hıristiyanlıkdan uzaklaşarak, kiliseyi dahâ fazla sevmesi ve sonunda kendini en fazla sevmesi bir hakîkatdir) 206
207 demekdedir. Hâlbuki İslâmiyyet bize, Allahü teâlâyı saymamızı, sevmemizi, yalnız Onun emrlerine uymamızı, bir yandan da, kendi aklımızı ve mantığımızı kullanmamızı emr etmekdedir. Hıristiyanlıkda bir mikdâr hakîkat kalmışdır. İslâmiyyetde ise, herşey hakîkat üzerine kurulmuşdur. Kur ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ, hangi ırkdan, hangi renkden olursa olsun, bütün kullarına Yûnus sûresi yüzsekizinci âyetinde meâlen şunu beyân buyurmuşlardır: (de ki, Ey insanlar! Rabbinizden size hakîkat gelmişdir. Doğru yola giren ancak kendi kazancı için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapıtmışdır. Ben sizin bekçiniz değilim). Ben bütün bunları okudukdan ve Kur ân-ı kerîmin ma nâsını iyice kavradıkdan sonra, islâmiyyetin her dürlü düşüncelerime en doğru cevâbı verdiğini gördüm, seve seve müslimân oldum. İslâmiyyet bana hakîkî yolu gösterdi ve cesâret verdi. Dünyâda huzûr ve râhata kavuşmak ve âhiretde selâmete erişmek için, müslimân olmakdan başka bir tarîk [yol] yokdur. 21 Bayan MAVİŞ B. JOLLY (İngiliz) Ben İngilterede hıristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bugün elimizde bulunan İncîlde yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gitdiğim zemân, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve muhteşem elbiseler giymiş râhibler, üzerimde büyük bir te sîr yapıyordu. Ma nâsını hiç anlıyamadığım düâlar okunurken, bunların âhengi beni ürpertiyordu. Sanırım ki, bu çocukluk zemânımda, ben koyu bir hıristiyandım. Fekat, zemân geçdikce ve benim tahsîl derecem yükseldikce, kafamda ba zı sü aller hâsıl olmağa başladı. O zemâna kadar tam inandığım hıristiyanlık dîninde, ba zı noksanlar bulmağa başladım. Gün geçdikce içimdeki şübhelerin artdığını görüyordum. Yavaş yavaş hıristiyanlıkdan uzaklaşmağa başladım. Artık, hiç bir dîne inanmıyordum. Kilisenin çocukken beni kendisine hayrân eden o muhteşem manzarası, bir hayâl gibi gözümün önünden uçup gitmişdi. Mektebden me zun olduğumuz zemân, tâm ma nâsı ile bir dinsiz (ateist) olmuşdum. Fekat, bir müddet sonra, farkına vardım ki, hiç bir şeye inanmamak, insânın rûhunda derin bir ye s, za fiyyet, boşluk bırakmakdadır. İnsanın muhakkak bir melce e, bir dayanağa ihtiyâcı vardır. Bunun için başka dinleri tedkîk etmeğe başladım. Evvelâ budistliği ele aldım. Onların (Sekiz Yol) adını verdikle- 207
208 ri esâsları iyice tedkîk etdim. Bu (Sekiz Yol)da çok derin felsefe ve çok güzel nasîhatler vardı. Ama, insâna ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için lüzûmlu bilgileri veriyordu. Bu sefer Mecûsîliği tedkîke başladım. Ben üç tanrıdan kaçarken, bu dinde de karşıma birçok tanrı çıkdığını gördüm. Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsâneler, hurâfelerle doldurulmuşdu ki, böyle bir dîni kabûl etmeğe imkân yokdu. Bundan sonra yehûdîliği incelemeğe başladım. Yehûdîlik benim için yeni bir din sayılmazdı. Çünki, Kitâb-ı mukaddesin (Ahd-i Atîk) denilen eski kısmı temâmen yehûdîlerin Tevrâtından alınmışdı. Fekat yehûdîlik de beni tatmîn edemedi. Evet, yehûdîler tek Allaha inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fekat ondan sonra her şeyi inkâr ediyorlar ve yehûdî dîni, bir rehber olacak yerde, dürlü karışık ibâdet şeklleri ve merâsimlerle dolu bir hâl alıyordu. Dostlarımdan biri bana ispiritizme ile meşgûl olmamı tavsiye etdi. (Rûhlarla konuşmak, din yerine geçer!) diyordu. Bu beni hiç tatmîn etmedi. Çünki, ispiritizmenin insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibâret olduğunu, insan rûhunu hiç bir zemân besleyemiyeceğini pek çabuk anlamışdım. İkinci Cihân Harbi sona ermişdi. Ben bir ofisde çalışmağa başladım. Fekat, hâlâ rûhum bir din arıyordu. Birgün gazetede bir i lân gördüm. Îsâ aleyhisselâmın ulûhiyyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden adamların iştirâk edebileceği yazılıydı. Bu konferansı çok merak etdim. Çünki, orada Îsâ aleyhisselâmın Allahın oğlu olup olmadığı münâkaşa edilecekdi. Konferansa katıldım ve orada bir müslimânla tanışdım. Bu müslimân, kendisine sorduğum süâllere o kadar güzel, o kadar mantıkî cevâblar verdi ki, o zemâna kadar, hiç aklıma gelmediği hâlde, islâmiyyet ile meşgûl olmağa karar verdim. Müslimânların kudsî kitâbı olan Kur ân-ı kerîmi okumağa başladım. Bu kitâbda beyân edilen hükmlerin, 20. asrdaki birçok tanınmış devlet adamlarının beyânlarından çok dahâ yüksek olduğunu, büyük bir hayret ve takdîr ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyliyemezdi. Onun için, vaktîle bize öğretdikleri gibi (İslâm dîni yalandır. Kur ân uydurma bir kitâbdır) sözüne artık inanmıyordum. Kur ân-ı kerîm uydurma bir kitâb olamazdı. Bu kadar mükemmel sözleri, ancak insan üstü bir varlık söyliyebilirdi. Ben, hâlâ tereddüd ediyordum. İslâmiyyeti kabûl etmiş İngiliz 208
209 kadınları ile görüşdüm. Onlardan yardım istedim. Bana kitâblar tavsiye etdiler. Bu kitâblar arasında Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ile Îsâ aleyhisselâmı mukâyese eden (Mohammed and Christ) adlı kitâbla, islâm dînini îzâh eden (The Religion of İslâm) adlı eserler vardı. (Hıristiyanlığın Kaynakları = The Sources of Christianity) isminde diğer bir kitâbda ise, hıristiyanlıkda bulunan birçok ibâdetlerin ibtidâî insanların ibâdet usûllerinden alındığı ve hakîkatde şimdiki hıristiyanlığın bir (puta tapmak) dîni olduğu çok açık bir tarzda anlatılıyordu. Kur ân-ı kerîmi ilk okuduğum zemân sıkıldığımı i tirâf ederim. Çünki, içinde pek çok tekrarlar vardı. Şunu bilmelidir ki, Kur ân-ı kerîm insana yavaş yavaş te sîr ve nüfûz eden bir kitâbdır. Kur ân-ı kerîmi iyi anlamak ve ona bağlanmak için, onu birçok def alar okumak lâzımdır. Ben de, okudukça bu mukaddes kitâba bağlandım. O kadar ki, her gece, onu okumadan uyuyamıyordum. Benim üzerimde en büyük te sîr yapan husûs, Kur ân-ı kerîmin insanlara mükemmel bir rehber oluşuydu. Kur ân-ı kerîmde bir insanın anlıyamıyacağı tek şey yokdu. Müslimânlar Peygamberlerini kendileri gibi bir insan olarak kabûl ediyorlardı. Müslimânlarca, Peygamberlerin diğer insanlardan farkı, bunların çok yüksek akl ve ahlâk sâhibi, günâhsız ve kusûrsuz olmaları idi. Yoksa, onların ulûhiyyet ile bir râbıtaları yokdu. İslâm dîni, Muhammed aleyhisselâmdan sonra artık hiçbir Peygamber gelmiyeceğini bildiriyordu. Ben buna i tirâz etdim. (Niçin başka bir Peygamber gelmiyecek?) diye sordum. O zemân, müslimân kadınlardan birisi bana bu husûsu şöyle îzâh etdi, (Müslimânların kudsî kitâbı olan Kur ân-ı kerîm, bir insana lâzım olan bütün iyi ahlâkı, dînî esâsları, Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran yolu, dünyâda ve âhiretde huzûr ve selâmete vâsıl olmak için lâzım olan husûsları insanlara öğretmekdedir. Artık insanların başka bir rehbere, başka bir Peygambere ihtiyâcları kalmamışdır.) Bu sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki, aradan on dört asr geçdiği hâlde, Kur ân-ı kerîmin esâsları hiç değişmeden bugünkü hayât tarzına ve bugünkü ilm seviyesine temâmen uymakdadır. Fekat, ben hâlâ tereddüd ediyordum. Çünki, aradan 14 asr geçmişdi. Biz şimdi 1954 senesinde bulunuyorduk. Acabâ 571 senesinde doğmuş olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâmiyyetin içinde bugünkü şartlara uymıyan tek bir nokta yok muydu? Büyük bir titizlikle, islâmiyyetde kusûrlar aramağa başladım. Benim rûhum islâmiyyete temâmen inandığı, bu dînin hak din olduğu gözümün önünde canlandığı hâlde, onda hâlâ kusûr arayı- 209 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-14
210 şım, muhakkak çocukken bize papazlar tarafından islâmiyyetin çok kusûrlu, âdî, bâtıl bir din olduğu hakkında yapılan telkînlerden ileri geliyordu. Evvelâ poligami (Birkaç kadınla evlenme) bahsini buldum. İşte mühim bir kusûru yakalamışdım. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile evlenebilirdi? Yukarıda kendisinden bahs etdiğim müslimân arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana îzâh etdi ki, islâmiyyet ilk intişâr etdiği zemân, Arabistânda her erkek istediği kadar kadınla birlikde yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mes ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının ictimâ î mevkı ini islâh etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın mikdârını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmağı, aralarında adâleti temîn etmeği, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazmînat vermeği emr etmişdi. Sonra, kimsesiz kalan kadınlar, bu sâyede bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esîr mu âmelesi görmüyorlardı. Ayrıca, bir erkek için dört kadın almak bir emr değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izndi. Bu şartları yapamıyacaklar için, birden fazla evlenmek harâmdı. Bunun içindir ki, birçok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almağa ancak müsâmaha ediliyor, ya nî izn veriliyordu. Hâlbuki, Amerikadaki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı. Müslimân arkadaşım, (Acabâ İngilterede İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?) diye sordu. Yüzüm kızararak i tirâf etdim ki, bugün garblı erkekler, evlenmeden evvel, hattâ evlendikden sonra, birçok kadınlarla düşüp kalkmakdadırlar. Sonra, müslimân arkadaşımın söylediği sözler, kocasını iş kazâlarında, harbde gayb etmiş ve kimsesiz kalmış zevallı bir genç kadının bir erkeğin himâyesine girme ihtiyâcını hâtırlatdı. İkinci Cihân Harbi bitdiği zemân, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zevallı İngiliz kadının şöyle feryâd etdiği aklıma geldi. Bu zevallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: (Genç bir kadınım. Kocamı harbde gayb etdim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmağa ihtiyâcım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmağa ve birinci karısını başımda taşımağa râzıyım. Yeter ki, bu yalnızlıkdan kurtulayım). Bu da gösteriyor ki, İslâmda teaddüd-i zevcât [poligami] bir ihtiyâcı karşılamak içindir. Bu bir emr değil, ancak bir izndir. Bu gün, esâsen işsizlikden, fakîrlikden, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu islâmın bir kusûru olarak kabûl etmeme imkân kalmamışdı. Hıristiyan olan, ya nî İslâm dînine düşman olan ingiliz kızı diyor ki: Sonra başka bir kusûr dahâ bulduğumu zan etdim. Müsli- 210
211 mân kadına, (Günde beş def a ibâdet etmek, bugünkü hayât tarzımıza nasıl uyar? Bu kadar ibâdet, fazla gelmez mi?) diye sordum. O gülümsiyerek, bana şu süâli sordu, (Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Mûsikîye merâklı mısınız?) (Hem de çok) diye cevâb verdim. (Pek âlâ, her gün ekzersiz yapar mısınız?) (Tabî î, işden eve gelir gelmez hergün hiç olmazsa iki sâat piyano çalarım) diye cevâb verdim. Bunun üzerine, müslimân kadın, (Beşi bir arada, nihâyet yarım sâat veyâ 45 dakîka sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor? Siz nasıl piyano ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, Ona secde ederek lutflarına şükr etmek azaldıkça, Ona giden yol uzaklaşır. Hâlbuki, her gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demekdir) diye cevâb verdi. Ne kadar haklıydı! Her müslimânın, Allahü teâlâyı çok hâtırlaması, kalbine Allah sevgisini yerleşdirmesi lâzımdır. Kalb, Beytullahdır. Bir eve sâhibi sokulmazsa, eve de, sâhibine de, düşmanlık olur. Beş vakt nemâz, insanı bu felâketden kurtarmakdadır. Dünyâ işlerine, dünyânın geçici zevklerine dalarak, Allahı unutan insana, nemâz, Rabbini hâtırlatmakdadır. Artık müslimânlığı kabûl etmeme bir mâni kalmamışdı. Ben islâm dînini bütün rûhum, bütün ma neviyyâtım ile kabûl etdim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışda ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tedkîkden, hattâ içinde kusûrları arayıp bunların cevâbını buldukdan ve bu dînin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıkdan sonra müslimân olmuşdum. Şimdi müslimân olmakla iftihâr ediyorum. 22 LADY ZEYNEB EVELYN COMBOLD (İngiliz) Benim niçin müslimân olduğum benden mütemâdiyyen sorulur. Ben meşhûr bir âilenin kızıyım ve zevcim de meşhûr ve mühim bir kimsedir. Niçin müslimân olduğumu süâl edenlere, müslimânlık nûrunun ne zemân rûhuma doğduğunu kat î olarak bilmediğimi söylerim. Bana, sanki her zemân müslimânmışım gibi geliyor. Bu da, hiç acâib bir şey değildir. Zîrâ müslimânlık, tabî î ve hak bir dindir. Her çocuk, müslimân olarak doğar. Kendi başına terk edilirse, müslimânlıkdan başka bir din seçmez. Avrupalı bir muharririn dediği gibi, (Müslimânlık, akl-ı selîm sâhiblerinin dînidir). Bütün dinleri birbiri ile mukayese edecek olursanız, bunların 211
212 en mükemmeli, en tabî î, en mantıkî olanının, islâmiyyet olduğunu derhâl görürsünüz. Müslimânlık sâyesinde, dünyânın birçok müşkil mes eleleri kolayca hâl olur ve insan sulh ve sükûnete kavuşur. Müslimânlık, insanların günâhkâr olarak doğduğunu ve dünyâda keffâret vermeleri îcâb etdiğini hiç bir zemân kabûl etmez. Müslimânlar, bir olan Allahü teâlâya inanırlar. Onların nazarında Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ salevâtullâhi teâlâ aleyhim ecma în, bizim gibi insanlardır. Allahü teâlâ, onları, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber olarak seçmişdir. Tevbe etmek, afv dilemek, düâ etmek için, Allahü teâlâ ile kul arasında hiç kimse yokdur. Biz her zemân kendiliğimizden Allahü teâlâya yaklaşabiliriz ve ancak kendi yapdığımız işlerden dolayı mes ûlüz. (İslâm) kelimesi, hem Allahü teâlâya teslîm olmak, hem de Muhammed aleyhisselâma îmân etmek ma nâsına gelir. Müslimân, bu dünyâyı halk eden Allahü teâlânın emrlerine uyan, bütün varlıklarla sulh ve selâmet içinde yaşayan kimse demekdir. İslâmiyyet iki esâs hakîkat üzerine kurulmuşdur: 1) Allahü teâlânın birliği ve Muhammed aleyhisselâmın Onun gönderdiği son Peygamberi olduğu. 2) İnsanların bütün hurâfelerden, aslsız dogmalardan, temâmen halâs olması. İslâmiyyetin esâs şartlarından biri olan Haccın insanlar üzerindeki te sîri çok büyükdür. Dünyânın dört köşesinden gelen yüzbinlerce müslimânın, hiç bir sınıf, ırk, memleket, renk ve rütbe farkı olmadan, yalnız bir ihrâm ile örtünerek, Allahü teâlânın huzûrunda birlikde secdeye kapanması kadar ulvî bir ibâdet tarzı, hangi dinde vardır? Büyük Peygamberin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, islâmı neşr etdiği, İslâm düşmanları ile mücâdele etdiği, kudretli bir azm ve sebât ile uğraşdığı bu mubârek yerlerde, birlikde ibâdet eden müslimânların birbirlerine dahâ fazla bağlanacakları, birbirlerinin derdlerine çâre bulmağa çalışacakları, Allahü teâlânın gösterdiği yolda el birliği ile yürümeğe bir kerre dahâ and edecekleri muhakkakdır. Hac, aynı zemânda dünyâdaki bütün müslimânları birbiri ile tanışdırmağa, birbirlerinin derdlerini öğrenmeğe, birbirlerine kazandıkları tecribeleri öğretmeğe yaramakdadır. Kendi memleketlerinde ibâdet ederken yüzlerini çevirdikleri yerde, şimdi bütün müslimânlar ictimâ etmekde, Allahü teâlânın huzûrunda tek bir kitle, tek bir vücûd olarak kendilerini Ona teslîm etmekdedirler. Haccı bir kerre görmek, müslimânlığın büyüklüğünü isbât etmek için kâfîdir. İşte müslimânlık budur ve ben de bu büyük dîne katılmış olmanın neş e ve sürûru içindeyim. 212
213 23 MUHAMMED JOHN WEBSTER (İngiliz) Ben Londrada, tam bir protestan terbiyesi alarak yetişdim. 1930 senesinde, dahâ genç bir talebe iken, her genç gibi ba zı hâdiselerle karşılaşıyor, bunları anlamağa çalışıyordum. Bunlardan birisi, din ile dünyâ arasında bir münâsebet aramak, ya nî râhat ve huzûr içinde yaşamak için, dinden nasıl fâidelenebileceğimi düşünmek oldu. O zemân, ilk def a olarak, farkına vardım ki, mensûb olduğum hıristiyan dîni, bu husûsda çok za îf ve çok âciz. Zîrâ hıristiyanlık, dünyâyı yalnız fenâlıklarla dolu bir işkence yeri, insanları günâhkâr doğan mahlûklar olarak kabûl ediyor. Onlara hayâtda râhat bir yol göstermek şöyle dursun, her yapdıkları işin günâh olduğunu, bu günâhdan kurtulmak için, hiç bir çâre bulunmadığını, insanlar için ancak râhiblerin Allahü teâlâya düâ edebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık, insanları temâmen başı boş bırakmış ve yalnız pazar günleri, insanı hiç bir sûretde tatmîn etmiyen bir (kilise havası) içinde ibâdete teşvîk etmişdir. O senelerde, İngilterede büyük bir ekonomik buhran ve fakîrlik vardı. İnsanlar hayâtlarından ve hükûmetden hiç memnûn değildi. Hıristiyanlık, onlara bu ızdırâb dolu günlerde hiç yardım etmiyor, insanlar ondan bir tehammül kudreti bulamıyorlardı. Bu keyfiyyet, benim üzerimde çok fenâ bir te sîr yapmışdı. Aklımdan çok, hislerime kapılarak, dînin ma nâsız bir şey olduğuna karâr verdim. Hıristiyanlığı red ederek, kendimi, birçok gençler gibi, dinsizliğe ve komünizme verdim. Komünistlik, uzakdan işitilince gençlere bir haz veriyordu. Çünki, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan ve yaşama kudreti bulamayan genç nesl, servet ve rütbe farkını ortadan kaldırdığını iddi â eden komünizmi bir kurtarıcı olarak görüyordu. Fekat, kısa bir zemân sonra, farkına vardım ki, komünizmin iddi âları, yalnız bir propagandadan ve boş lafdan ibâretdir. Onlarda da, hem rütbe, hem servet farkı aynen vardı. Her şey, her memleketde aynı idi. Bunun üzerine komünistlikden vaz geçerek, kendimi felsefeye verdim. Böylece kendimi, bir (panteist) olarak, (Vahdet-i vücûd) i tikâdında olarak, yetişdirmeğe başladım. Garb memleketlerinde, islâmiyyet ile temâs etmek çok müşkildir. Çünki, orada islâmiyyete karşı, tâ Haçlı seferlerinden kalma bir düşmanlık vardır. Avrupalılar hiç tanımadıkları islâmiyyeti, nefret ile red ederler. Çocuklarını müslimân düşmanı olarak yetişdirirler. Müslimânlıkdan bahs etmek çok ayıp sayılır. Birisi 213
214 bu bahsi açdı mı, herkesin suratı asılır ve herkes susar. Bu aralarda, beni bir vazîfe ile Avustralyaya göndermişlerdi. Bana verilen, (müslimânlıkdan nefret) terbiyesine rağmen, birgün, nasılsa merak ederek, bir Kur ân tercemesini elime aldım. Fekat, dahâ kitâbı terceme edenin önsözünü okuyunca, kitâbı hemen kapatdım. Çünki, kitâbı terceme eden, dahâ önsözde Kur ân-ı kerîm aleyhinde o kadar ağır laflar söylüyor, Kur ân-ı kerîmi o kadar tahkîr ediyordu ki, böyle bir kitâbı okumak ma nâsız olurdu. Sonra düşündüm. Mâdemki, hıristiyanlar müslimânlardan nefret ediyorlardı. O hâlde, tercemeyi yapan hıristiyanın, bu te sîr altında kalarak, bozuk bir terceme yapması, ba zı yerleri yanlış anlaması imkânı vardı. Bir kerre meraklanmışdım. Artık işi ciddiyyet ile ele aldım ve birkaç hafta sonra, Avustralyanın garb tarafında Perth şehrine gitdiğim zemân, bu şehrin büyük kütübhânesine uğrayarak müslimânlar tarafından tefsîr edilmiş bir Kur ân-ı kerîm bulunup bulunmadığını araşdırdım. Bana böyle bir terceme bulup verdiler. Bunu açıp, içindeki ilk sûreyi, (Fâtiha-i şerîfe)yi okuyunca, ne kadar mütehassis olduğumu size anlatamam. Fâtiha, (Âlemlerin rabbine hamd) ile başlıyordu. (Bize doğru yolu göster) diye yalvarıyordu. Ne güzeldi! Fâtiha-i şerîfi birçok def alar okudum. Burada zikr edilen büyük hâlık, (Rahmân ve Rahîm) ya nî çok merhametli idi. Hıristiyanların dediği gibi, insanları günâhkâr olarak yaratmamışdı. Kur ân-ı kerîmi okumağa başladım ve okudukça kendimden geçdim. Bütün arzûlarımın, tesavvurlarımın aynını bu kudsî kitâbda buluyordum. Sâatler geçmiş ve ben nerede olduğumu, zemânı, her şeyi unutmuşdum. Bana Kur ân-ı kerîmle berâber, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hayâtına dâir ba zı kitâblar da bulup getirmişlerdi. Kendimden geçerek bunları okuyordum. Nihâyet kütübhâne me mûru yanıma gelerek, (Vakt geldi, artık kütübhâneyi kapatıyoruz) deyince kendime geldim. Kütübhâneden evime dönerken, (İşte şimdi maksadıma kavuşdum. Ben artık müslimân oldum) diye tekrâr edip duruyordum. Artık, Allahü teâlânın inâyeti ile, hidâyete kavuşdum. Eve dönerken sıcak bir kahve içmek için münâsib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kur ân-ı kerîm, müslimânlık ve Allahü teâlâ vardı. Nereye gitdiğimin farkında değildim. Birdenbire ayaklarım kendiliğinden durdu. Başımı kaldırınca, kırmızı tuğladan yapılmış bir binânın önünde olduğumu gördüm. Bacaklarım kendiliğinden beni buraya kadar getirmişdi. Binânın üzerindeki levhaya bakdım. Burası Avustralyadaki bir câmi idi. 214
215 Kendi kendime, (Allahü teâlâ sana doğru yolu ihsân etdi ve sana ne yapman îcâb etdiğini bildirdi. Sen müslimânlığı tanıdın. Allahü teâlâ seni câmi in kapısı önüne kadar getirdi. Hemen içeri gir ve bu dîni kabûl et) dedim. İçeri girdim ve müslimân oldum. O zemâna kadar bir tek müslimân tanımamışdım. İslâmiyyeti kendi kendime buldum ve kabûl etdim. Kimse bana bu husûsda rehberlik etmedi. Benim rehberim yalnız akl-ı selîmim oldu. 24 ABDULLAH BATTERSBY (İngiliz) Bundan tahmînen 25 sene evvel, Burmada bulunurken, ferâhlanmak için her gün nehrde bir Çinli kayığı ile dolaşırdım. Benim kayığımın kürekçisi Doğu Pâkistânlı Şeyh Alî isminde bir müslimândı. Müslimânlığın emr etdiği bütün dînî vecîbeleri, büyük bir gayret ile yerine getirirdi. Onun, hiç bir vaktini geçirmeden büyük bir dikkat ile ibâdet etmesini hem takdîr ile karşılar ve beğenir, hem de müslimânlığın ne olduğunu merak ederdim. Böyle basît bir insanı, bu kadar büyük îmân ve itâ at altında tutabilen müslimânlığın hakîkatini anlamağa karar verdim. Etrâfımızda bulunan insanların çoğu, Burma budistleri idi. Onlar da, dinlerine son derecede bağlıydılar. Zan ediyorum ki, Burmanın bütün insanları dünyâda en dindâr kimselerdir. Fekat budistlerin ibâdet tarzında göze çarpan birçok noksanlar vardı. Budistler, Pagoda adını alan ma bedlerinde toplanıyor ve aşağıdaki sözleri durmadan tekrarlıyorlardı: (Buda-karana-Gaçkami-Dama-karana-Gaçkami-sanga-karana-Gaçkami) Bunun ma nâsı, bana anlatdıklarına göre, (Buda, sen bize rehber ol! Sen bize kânûn ol! Sen bizim rûhumuzu yücelt) imiş. Bu düâ çok sâde, fekat insânı tatmîn etmeyen, onun rûhuna hiçbir te sîr yapmayan birkaç sözden ibâret idi. Büyük bir hâlıkdan hiç bahs olunmuyordu. Hâlbuki, benim müslimân kayıkçımın ibâdeti, ne kadar güzeldi! Ben, bu sefer kayıkçım ile islâmiyyet üzerinde konuşmağa başladım. Onunla berâber bulunduğum sâatlerde, kendisine müslimânlık hakkında pek çok süâller sordum. Bu sâde adam, bana müslimânlık hakkında o kadar güzel, o kadar mantıkî cevâblar verdi ki, islâm dîni hakkında yazılmış kitâbları okumağa başladım. Bu kitâbları okuyunca, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin Arabistânda, kısa zemânda neler yapmağa muvaffak ol- 215
216 duğunu, hayret ve takdîr ile öğrendim. Kendime müslimân arkadaşlar buldum. Onlarla islâm dîni üzerinde mubâhaseler, sohbetler yapmağa başladım. O sırada Birinci Cihân Harbi patlak vermişdi. Bana derhal Arabistânda cebheye katılma emri verildi ve gitdim. Burada artık budistler yokdu. Etrâfımı müslimânlar çevirmişdi. Arablar, ilk müslimânlardı. Allahü teâlânın kitâbı olan Kur ân-ı kerîm, Arabî olarak nâzil olmuşdu. Arablarla olan temâsım, İslâmiyyete olan merâkımı dahâ ziyâde artırdı. Harb bitince, Arabî öğrenmeğe başladım. Bir tarafdan da, islâmiyyet hakkındaki eserleri okumağa devâm ediyordum. İslâmiyyetde beni kendisine cezb eden en büyük husûs, müslimânların bir tek Allaha inanışları oldu. Hâlbuki ben, hıristiyan olarak, tam üç dâne tanrıya inanmak zorundaydım. Bu, bana hiç mantıkî gelmiyordu. Bunu düşündükçe, yavaş yavaş islâmiyyetin çok dahâ doğru bir din olduğunu anladım. Bir tek hâlıka inanan dînin hak din olabileceğini kabûl etmeğe başladım. Nihâyet 1932 ile 1942 arasında, Filistinde, 10 sene vazîfe gördükden sonra, müslimân olmağa karâr verdim. 1942 senesinde resmen müslimân oldum. O zemândan beri, herşeyimle müslimânım. Arabların (Mukaddes şehr) adını verdikleri Kudüsde, müslimânlığımı resmen i lân etmişdim. O zemân, İngiliz ordusunda kurmay binbaşı idim. Müslimân olduğumu i lân edince, başıma bir takım nâ-hoş işler geldi. Hükûmetim müslimân olmaklığımı hoş görmemişdi. Ordudan ayrılmak zorunda kaldım. Bunun üzerine, evvelâ Mısra, sonra Pâkistâna giderek müslimân kardeşlerimle birlikde yaşamağa başladım. İslâmiyyet hakkında yazılar yazdım. Bugün dünyâda 500 milyondan fazla müslimân vardır ve bunlar birbirinin kardeşidir. Müslimân olmak demek, hakîkî ma bûd olan Allahü teâlâya îmân etmek ve Ona bağlanmak demekdir. Ona bağlanmak için de, Onun büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şeklde olmak lâzımdır. Şimdi, bana islâmın nûrlu yolunu, hâlis ibâdeti gösteren ve beni Allahıma kavuşduran o basît zan etdiğim, mütevâzi kayıkcının hâtırasını hurmet ile yâd ediyorum. Hayâtımda onun gibi, hâlis bir müslimân olmağa çalışıyorum. Böyle yapdıkça, insanın zararlı şeylerden kendini kurtardığını görüyorum. Müslimânlar arasında şimdi ben de, Elhamdülillâh, bir müslimânım. Her ibâdet edişimde, belki de, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuş olan, mürşidim, eski kayıkcım Şeyh Alî efendiye düâ etmeği, onun mübârek rûhu için fâtiha okumağı da hiç unutmuyorum. 216
217 25 HÜSEYİN ROFE (İngiliz) Bir insan, çocukluğunda kendisine telkîn edilen bir dinden ayrılıp başka bir din seçecek olursa, bunun yâ hissî, yâ felsefî veyâ ictimâ î bir sebebi vardır. Benim içimdeki coşkun arzû, yukarıdaki sebeblerden hiç olmazsa ikisini karşılayacak bir dîne îmân etmek için beni zorluyordu. Onun için, tahsîl devremi ikmâl etdikden sonra, dünyâda bulunan dinlerden hangisine îmân etmek gerekdiğini ta yîn etmek maksadıyle, bunları birer birer tedkîk etmeğe başladım. Annem ve babam koyu bir katolik ile bir yehûdî idiler. Fekat her ikisi de katoliklik ve yehûdîlikden vazgeçerek, protestan olmuşlar ve İngiliz kilisesine devâm ediyorlardı. Ben mektebde iken, muntazaman İngiliz kilisesinin âyinlerine devâm etmiş, râhiblerin verdiği dersleri dinlemişdim. Fekat, onların bana öğretmeğe uğraşdıkları hıristiyanlık akîdeleri içinde anlamadığım, bana ters gelen birçok husûslar vardı. Her şeyden evvel, üç birlikden, ya nî baba, oğul ve Rûhulkudsden ibâret bir tanrı manzûmesi, bana o kadar mantıksız geliyordu ki, buna inanmak mümkin değildi. Benliğim bunu şiddet ile red ediyordu. Sonra, Allaha kavuşmak için keffâret verilmesi îcâb etdiği hakkındaki kilise akîdesini de, temâmen ma nâsız buluyordum. Benim düşündüğüm, büyük ma bûd, kullarından mecbûrî keffâret istemezdi. Bunun üzerine, yehûdî dînini incelemeğe başladım. Yehûdîlerin, Allahü teâlânın birliğini ve azametini çok dahâ mantıkî bir tarzda kabûl etdiklerini ve Ona şerîk koşmadıklarını gördüm. Belki yehûdî dîni, bugünkü hıristiyan dîni kadar bozulmamışdı. Fekat, bu dinde de anlamadığım ve kabûl edemediğim garîb kısmlar vardı. Yehûdî dîni o kadar merâsim, düâ, mecbûrî yapılması gereken ibâdetler ile doluydu ki, eğer dînine bağlı bir yehûdî bütün bunları yaparsa, dünyâ işlerine hiç vakt ayıramıyacakdı. Bu merâsimlerden çoğunun, insanlar tarafından sonradan dîne ilâve edilen, lüzûmsuz ve mantıksız husûslar olduğunu anladım. Böylece yehûdîlik, ictimâ î [sosyal] hayâtdan temâmen ayrılarak, bir ekalliyyet, azınlık dîni hâline geliyordu. Dünyâya bir fâide sağlıyamıyacağını anladığım yehûdî dînini, bir tarafa bırakarak, diğer dinleri tedkîk etmeğe başladım. Hem kiliseye, hem de havraya devâm ediyordum. Fekat bu ziyâretlerim, sırf dinsiz kalmamak içindi. Yoksa, ben ne hıristiyan, ne de yehûdî idim. İngiliz kilisesi 217
218 yanında Roma kilisesini, ya nî katolikliği de biraz tedkîk etdim. Gördüm ki, katoliklerin i tikâdları, İngiliz kilisesine bağlı protestanların i tikâdlarından dahâ fazla hurâfelerle doludur. Hele, katoliklerin Papaya bağlı olmaları ve onu günâhsız kabûl ederek ona âdetâ yarı ilahlık vermeleri, onlardan dahâ fazla nefret etmeme sebeb oldu. Şimdi yüzümü şarka çevirerek, şark dinlerini incelemeğe başladım. Mecûsîlerin dînini hiç beğenmedim. Çünki bunlar, râhib sınıfına pek çok imtiyâzlar veriyorlardı. Paryalara ise, âdetâ hayvan mu âmelesi yapıyorlardı. Fakîre şefkat elini uzatmak akllarına gelmiyordu. Onların fikrince, bir insan fakîrse, bu onun kendi kabâhatiydi. Eğer, hiç ses çıkarmadan, şikâyet etmeden çile doldurursa, belki râhiblerin düâsı sâyesinde hâli dahâ iyi olabilirdi. Bu fikri, râhibler ehâlinin kendilerinden korkması ve onlara sıkı sıkı bağlanması için yayıyorlardı. Onun için, mecûsîliği nefret ile karşıladım. Hele mecûsîlerin, hayvanlara da tapması, nefretimi artdırdı. Böyle bir din, hak din olamazdı. Budistliğe gelince, budistler felsefî düşünce ve inançlara bağlıydılar. Onlar bana, eğer gayret edecek olursam, çok uğraşırsam, gereken fedakârlıkları yaparsam, büyük kudretlere varacağımı ve dünyâ ile âdetâ kimyâ tecribeleri yapar gibi, oynayabileceğimi söylediler. Fekat budistlikde, ben hiçbir ahlâk kâ idesi bulamadım. Burada da râhibler, diğer insanlardan farklıydılar ve onlardan çok dahâ yüksek bir mevkı de bulunuyorlardı. Bana, hakîkaten insanı hayretlere düşüren birçok ma rifetler öğretdiler. Fekat bunların din ve Allah ile hiçbir ilgisi yokdu. Bu ma rifetler, spor veyâ hokkabazlık yapar gibi vakt geçirmeğe, bunları bilmiyenleri hayrete düşürmeğe yarıyordu. İnsanın rûhunu temizlemekden ve onu Allahü teâlânın rızâsına, muhabbetine yaklaşdırmakdan çok uzakdı. Allahü teâlâ ile ve Onun yaratdığı varlıklarla hiç bir ilgisi yokdu. Biricik fâideleri, insanı tâm disiplin sâhibi yapmasıydı. Buda, muhakkak ki çok okumuş, zekî bir insandı. O, insanlardan her şey için fedâkârlık istiyordu. (Bir fenâlığa karşı koyma!), (Bütün arzû ve ihtirâsları terk et!), (Yarını düşünme!) gibi emrler veriyordu. Îsâ aleyhisselâm da, aynı şeyleri söylemiyor muydu? Fekat insanlar, bu gibi emrleri, ancak hıristiyanlığın başında, dahâ îsevîlik tertemiz iken ta kîb etmişler, sonra bırakmışlardı. Budistlerde de, aynı hâli gördüm. Eğer insanlar, Îsâ aleyhisselâm veyâ Buda kadar temiz olabilseler, belki onların gösterdiği yollardan giderek Allahü teâlânın rızâsına kavuşabilirlerdi. Ama bugün 218
219 dünyâda bu kadar temiz rûhlu, yüksek ahlâklı, her fenâ şeyden seve seve elini eteğini çekebilen, fedâkâr kaç kişi vardı? Demek oluyor ki, Budanın koyduğu ahlâk esâsları, bugünün insanının düşüncelerine uymuyordu. İslâm dünyâsı içinde bulunduğum hâlde, diğer dinleri araşdırırken, İslâmiyyeti düşünmeyişim ne garîbdi! Müslimânlık bir dürlü aklıma gelmemişdi. Bunun sebebi ise âşikârdı: Müslimânlık hakkında bize verilen ma lûmât, onun hakkında Avrupada yazılan eserler, dâimâ bu dînin çok yanlış, uydurma, ma nâsız, uyuşdurucu, sahte bir din olduğunu iddi â ediyordu. Hele Rodwellin terceme etdiği Kur ân-ı kerîm tercemelerini okuyunca, bende bu fikr hâsıl oldu. Rodwell, Kur ân-ı kerîmin birçok kısmlarını anlaşılmaz bir tarzda terceme ederek, bir büyük kısmını da, bile bile tahrîf ederek, onu büsbütün başka bir şekle çevirmişdi. Hakîkati ancak Londrada (İslâm Cem iyyeti) ile temâs edince ve doğru bir Kur ân-ı kerîm tercemesi okuyunca anlıyabildim. Burada, şunu teessüf ile söyliyeyim ki, müslimânlar bu güzel dinlerini dünyâya tanıtmak için pek az gayret sarf etmekdedirler. Eğer hakîkî islâmiyyeti, dikkatle ve bilerek bütün dünyâya yaymak için çalışırlarsa, emînim ki, çok iyi netîceler alacaklardır. Yakın şarkda, ecnebîlere karşı hâlâ çekingenlik gösterilmekdedir. Onlarla temâs ederek, onları aydınlatmak yerine, onlardan kâbil olduğu kadar uzak durmak tercîh edilmekdedir. Bu çok hatâlı bir hareketdir. En büyük misâl, benim. Çünki, bir dürlü İslâm dîni ile ilgilenemiyordum. Bereket versin ki, bir gün çok muhterem ve kültürlü bir müslimânla tanışdım. Benimle ahbâb oldu. Beni dikkat ile dinledi. Bana bir müslimân tarafından İngilizceye çevrilmiş bir Kur ân-ı kerîm tercemesi hediyye etdi. Sorduğum bütün süâllere çok güzel ve mantıkî cevâblar verdi. 1945 senesinde beni alıp bir câmi e götürdü. Hayâtımda ilk def a orada ibâdet eden müslimânları büyük bir dikkat ve hurmet ile seyretdim. Allahım, bu ne muhteşem ve ulvî bir manzara idi! Her ırkdan, her milletden, her sınıfdan insanlar ibâdet ediyorlardı. Fekat hepsi Allahü teâlânın huzûrunda hiçbir fark gözetmeksizin yanyana gelmiş, kendilerini temâmen Allahü teâlâya adamışlardı. Zengin bir Türkün yanında çok fakîr, âdetâ, bir dilenci kıyâfetinde bir Hindli bulunuyordu. Onun yanında da, bir tüccâr olduğunu zan etdiğim bir Arab vardı. Onun yanında da, bir zenci yer almışdı. Bunların hepsi, büyük bir huşû ile ibâdet ediyorlardı. Aralarında hiçbir fark yokdu. Onlar Türklüklerini, Hindliliklerini, Arablıklarını, zenginliklerini, fakîrliklerini, mevki lerini, rütbelerini temâmen unutmuş, kendilerini Allahü teâlâya tevcîh etmişlerdi. Kimse, kendisini kimseden üstün 219
220 görmüyordu. Zengin fakîri küçük görmüyor, yüksek rütbeliler de diğerlerine tekebbür etmiyordu. Ben, bütün bunları gördükden sonra, aradığım hak dînin islâm dîni olduğunu anladım. Şimdiye kadar diğer bütün dinleri incelediğim hâlde, hiç birisi, benim üzerimde böyle te sîrli olmamışdı. Fekat, müslimânlığı böyle yakından görünce ve müslimânlığın esâsını öğrenince, bu hak dîni tereddüdsüz kabûl etdim. Şimdi müslimân olduğum için iftihâr ediyorum. İngilterede üniversitede (İslâm Kültürü) derslerini ta kîb etdim ve gördüm ki, Kurûn-u vüstâ [Orta çağ]da Avrupa müdhiş bir karanlık içinde iken, ancak islâm nûru, bu zulmeti aydınlatmağa muvaffak olmuşdur. Birçok büyük keşfler, müslimânlar tarafından yapılmış, birçok ilm ve fen ve tıb bilgileri Avrupalılara, islâm Dâr-ül-fünûnlarında [Üniversitelerinde] öğretilmiş, birçok cihangirler islâm dînini kabûl ederek büyük devletler kurmuşlardır. Müslimânlar yalnız büyük bir medeniyyet kurmakla kalmamış, hıristiyanlar tarafından tahrîb edilen eski medeniyyetleri de, yeniden meydâna çıkarmışlardır. Benim müslimân olduğumu öğrenen arkadaşlarım, bana, (Sen şimdi gerici oldun) dedikleri zemân, ben gülümsiyerek, (Temâmen aksine, Müslimânlık gericilik değil, ileri medeniyyet demekdir) diyor ve onlara hakîkî müslimânlığı anlatıyordum. Ne yazık ki, bugün müslimânlar çok geri kalmışdır. Çünki müslimânlar, kendi dinlerinin ne kadar yüksek bir din olduğunu gitdikçe unutmakda ve onun emrlerini yerine getirmeği ihmâl etmekdedirler. Bunda kabâhatin bir kısmı da, hakîkî din ve fen âlimi, dünyâyı da iyi bilen müslimân din adamlarının çok az mevcûd oluşudur. İslâm memleketlerinde hâlâ, büyük bir müsâfirperverlik bulunur. Bir müslimânın evine gidince, o sizi tanısın veyâ tanımasın, kapılarını açar ve hemen imdâdınıza koşar. Çünki, islâm dîni, başkalarına yardım etmeği emr eder. Zenginin fakîre yardım etmesi, servetinin bir kısmını yoksullara vermesi, islâm dîninin beş büyük esâsından biridir. Bu, başka hiçbir dinde yokdur. Demek oluyor ki, islâm dîni bu asrın ictimâ î [sosyal] hayâtına en uygun olan dindir. Onun içindir ki, islâm memleketlerinde komünizme yer yokdur. Çünki islâm dîni, bu mes eleyi çok dahâ evvelden ve çok dahâ esâslı olarak hâl etmişdir. İnsana sadâkat yaraşır, görse de ikrâh, Yardımcısıdır doğruların hazret-i Allah. 220
221 26 H. F. FELLOW (İngiliz) Ben hayâtımın büyük bir kısmını denizlerde geçiren ve 1914 de Birinci Cihân Harbine ve 1939 da İkinci Cihân Harbine, İngiliz deniz subayı olarak katılmış bir bahriyeliyim. Yirminci asrın en mükemmel âlet ve makinaları bile, tabî atın korkunç kuvvetlerine karşı koyacak evsâfda değildir. En basît bir misâl vereyim. Sis ve fırtınaya mukavemet için elimizde hiçbir imkân yokdur. Bir harb zemânında ise, bu tehlükelere dahâ birçok tehlükeler ilâve olur. Bir bahriyelinin, dâimâ dikkatli olması lâzımdır. İngiliz Bahriyyesinde, Kraliçenin Ta limâtı ve Amirallik Dâiresinin koyduğu ta lîmâtı ihtivâ eden bir kitâb mevcûddur. Bu kitâbda, her deniz subayına düşen vazîfeler, tehlüke ânında yapılacak işler kayd edilmiş olduğu gibi, vazîfesini iyi yapanlara verilecek mükâfâtlar, iyi hareket edenlere verilecek takdîrnâmeler, para mükâfâtları, ma aş ve ücretler, bir subayın ne zemân emekli olacağı yazılıdır. Aynı zemânda, kabâhatli olanlara verilecek cezâlar, emrlere karşı gelenlere yapılacak hareket tarzı v.s. de birer birer kayd edilmişdir. Eğer bu kitâba dikkat ile riâyet olunacak olursa, denizde hayât gâyet râhat ve muntazam geçer, tehlüke çok azalır ve deniz subayları sâkin ve bahtiyâr yaşarlar. Allahü teâlâ, kusûrumu ve günâhımı afv etsin! Aradaki büyük farkı hiç bir zemân unutmıyarak ve hurmetde kusûr etmiyerek, ben Kur ân-ı kerîmi, işte bu kitâba benzetiyorum. Kur ân-ı kerîmde, bu esâsları koyan Allahü teâlâdır. O, dünyâ üzerinde bulunan bütün erkek, kadın ve çocuklara nasıl hareket etmeleri îcâb etdiğini, tehlükenin nereden geleceğini ve ona karşı ne yapmak lâzım olduğunu, iyi hareket edenlerin nasıl mükâfâtlandırılacağını ve fenâ hareket edenlerin nasıl cezâlandırılacağını, son derecede açık ve güzel bir şeklde ve herkesin anlıyacağı bir tarzda öğretmekdedir. Son 11 senedir, emekliye ayrıldıkdan sonra, bağçemde çiçek yetişdiriyorum. İşte asl bu zemân, Allahü teâlânın büyüklüğünü, bir kerre dahâ yakından gördüm. Nebâtlar ve çiçekler, ancak Allahü teâlânın emri ile yetişmekde ve büyümekdedir. Onun emri olmadan dikdiğiniz hiçbir şey yetişmez. Ne kadar uğraşırsanız uğraşınız, ne yaparsanız yapınız, sizin uğraşmalarınız, ancak Onun yardımı ile bir netîce verir. Bu yardım yoksa, gayretlerimiz boşa gider. Nebâtların neşvü nümâsı [ya nî yetişmesi] için lâzım olan hava şartlarını evvelden ta yîn etmek kimsenin elinde değil- 221
222 dir. Allahü teâlânın bir emri ile hava bozulur ve ekdiğiniz herşey mahv olur. İnsanlar hava şartlarını evvelden tahmîn edebilmek için, birçok şey yapdılar. Bugün güyâ havanın nasıl olacağı evvelden haber veriliyor. Ben, buna ancak gülüyorum. Zîrâ, bu hava tahmînlerinden ancak yüzde biri doğru çıkmakdadır. Bu işde ancak Allahü teâlânın takdîri hâsıl olur. Allahü teâlânın emrine uymıyanların bağçelerinde güzel çiçekler yetişmiyor. Bu, Allahü teâlânın onlara verdiği cezâdır. Ben, Kur ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğuna ve Allahü teâlânın bu mukaddes kitâbı dünyâya yaymak için, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemi seçdiğine, bütün kalbimle îmân ediyorum. Kur ân-ı kerîm, dünyâdaki insan hayâtı ile tam bir tevâfuk hâlindedir ve içinde hiçbir mübâlağa ve hurâfe olmayan, temâmen mantıkî, aklı başında olanların, temâmen sahîh, doğru olduğuna inanacağı kâ ideler vardır. Kur ân-ı kerîmde, ibâdet korkuya değil, muhabbete ve hurmete bağlanmışdır. Bir hıristiyan, hıristiyanlık muhîti ve te sîri altında uzun seneler kalınca, dîninden vazgeçip müslimân olmak için, evvelâ iknâ olunmak ister. Fekat ben, islâmiyyeti tedkîk etdikden sonra, başkası tarafından iknâ edilmek lüzûmunu his etmedim. Çünki, kendiliğimden bu dînin hak bir din olduğuna inanmışdım. Kimse beni müslimân yapmağa zorlamadı. Kimsenin te sîri altında kalmadım. Müslimânlık, benim hıristiyanlıkda cevâbını bulamadığım birçok şübheleri hemen cevâblandırmış, beni her husûsda tatmîn etmişdi. İşte bunun için, kendi kendime ve seve seve müslimân oldum. Ben, farkına vardım ki, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği temiz din ile İslâmiyyet, aslında birbirinin aynıdır. Fekat temiz nasrânî dîni, birçok hurâfelerle, puta tapanlardan alınmış yanlış âyin ve i tikâdlarla karışarak, temâmen bozulmuş ve hıristiyanlık hâline gelmişdir. O kadar ki, Martin Luther bu hurâfelerin çoğunu temizliyerek, dinde reform yapmak ve protestanlığı kurmak zorunda kalmış, fekat, islâh edeyim derken, büsbütün ifsâd etmişdir. İngiliz kraliçesi birinci Elizabeth, memleketini tehdîd eden katolik İspanyollar ile mücâdele ederken, Osmânlı Türkleri de Avrupada katoliklerle cihâd ediyordu. Bu iki devlet de, protestan ve müslimân olarak, puta tapan katoliklerle mücâdele ediyorlardı. Yalnız Martin Luther, farkına varmamışdı ki, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem kendisinden tam 900 sene evvel bozulmuş hıristiyan dîni ile diğer bütün dinleri temâmiyle temizlemiş, tasfiye etmişdi. Bugün, hıristiyanlık putlar ve hurâfelerle doludur. Hıristiyan- 222
223 lık, uzun zemânlar haksızlığın, zulmün, vahşetin, âdetâ mubâh görüldüğü bir din olarak kalmış ve bugün bu korkunç hüviyyetini temâmen muhâfaza etmekdedir. İspanyada hıristiyanların, Engizisyon mahkemelerinde ne kadar haksız karârlar verdiklerini, ne gibi vahşetler yapdıklarını hâtırlamanızı isterim. Onların bu vahşetinden kaçan yehûdîleri, ancak müslimân Türkler kabûl etdiler ve onlara insan mu âmelesi yapdılar. Îsâ aleyhisselâm, ümmetinden, Allahü teâlânın Tûr-i Sînâda [Sînâ tepesinde] Mûsâ aleyhisselâma teblîg etdiği Evâmir-i Aşereye [On emre] itâ at etmeği istemişdi. Bu emrlerden birincisi şudur: (Ben senin Allahınım. Benden başka hiç bir ilaha tapmayacaksın!) Hâlbuki hıristiyanlar, Allahü teâlâyı üçe çıkarmışlar, ya nî Allahü teâlânın verdiği ilk emre muhâlefet etmişlerdir. Ben, müslimân olmadan evvel bile, üç tanrıya inanmadım. Allahü teâlâyı dâimâ tek, merhametli, afv edici, hidâyet yolunu gösterici, bir büyük varlık olarak kabûl ediyordum. İşte beni müslimânlığa götüren en büyük sebeb, bu oldu. Çünki müslimânlar, Allahü teâlâya tam benim düşündüğüm gibi îmân ediyorlardı. Hayâtdaki yaşama tarzınız temâmen sizin elinizdedir. Eğer siz, bir muhâsebeci iseniz ve mal sâhibinin kasasından para aşırırsanız, sizi yakalar ve habse sokarlar. Kaygan bir yoldan giderken dikkat etmezseniz, yuvarlanır ve bir tarafınızı kırarsınız. Otomobilinizi çok sür at ile sevk eder ve bu sebeb ile bir kazâ yaparsanız, bundan yine siz mes ûl olursunuz. Bütün bu kabâhatleri, başkasının üstüne yüklemeğe kalkmak, büyük bir ahlâksızlıkdır. İnsanların fenâ huylu olarak doğduklarına inanmıyorum. İnsanlar, muhakkak iyi huylu olarak doğmuşdur. İnsanların ba zılarının, fenâ rûhlu olarak dünyâya geldiğini iddi â edenler var ise de, bunlara inanmıyorum. Bence, insanı fenâ rûhlu yapan, önce, anası babası, sonra muhîti [çevresi], zararlı neşriyyât ve sonra fenâ arkadaşlarıdır. Buna bir de zararlı muallimleri eklemek gerekir. Çocuklar, baba ve analarının ve mektebdeki muallimlerinin ve yazarların hareket ve fikrlerine çok kıymet verirler ve onlara benzemeğe çalışırlar. Ba zan çocukların, bilinmeyen sebeblerden ötürü isyân etdikleri veyâ lüzûmsuz yere ortalığa zarar verdiği görülür. O zemân, onlara nasîhat vermek, onları tatlılıkla, fekat ciddiyetle yola getirmek lâzımdır. Fekat, biz çocuklarımıza fenâ örnek olursak, kendimiz fenâ hareketler yaparsak, onları yapdıkları hareketin doğru olmadığı husûsunda iknâ edemeyiz. Biz her dürlü kabâhati işlersek, bunların kötü şeyler olduğunu çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz? Demek oluyor ki, her şeyden evvel çocuklarımıza 223
224 mükemmel bir nümûne olmalıyız. Îcâbında onları cezâlandırabilmeliyiz. İngilizlerin sporcu olduğunu bilirsiniz. Spor bizde âdetâ kutsaldır. Spor yaparken, yanlış hareket eden, hele hîle yapan, hemen cezâlandırılır ve şerefinden çok şey gayb eder. İslâm dîni, insanlar için tıpkı bizim spor kâ ideleri gibi çok güzel ve mantıkî hareket tarzı ve doğru yaşama kâ ideleri koymuşdur. İşte ben de, İslâm dînini tedkîk ederken, konulan bu kâ idelere hayrân oldum. Bu mantık ve intizâm da beni hak olan islâm dînine kavuşdurdu. On emrin ikincisi şudur: (Sen, tapınmak için, hiçbir put veyâ resm veyâ işâret yapmıyacaksın.) Hâlbuki, bugün hıristiyan kiliseleri resmlerle, heykellerle doludur ve hıristiyanlar bunların önünde yerlere kadar eğilirler! Ben, Îsâ aleyhisselâmın mu cizeleri, [hıristiyanların i tikâdınca] haç üzerinde öldürülmesi, kabre konuldukdan sonra tekrar dirilip göğe çıkması gibi mu azzam hâdiselerin, o zemân Filistinde bulunan yehûdîler, Romalılar ve diğer insanlar üzerinde çok az bir etki yapdığına ve oradaki hayât tarzını hiç değişdirmediğine dâimâ hayret etmişdim. Yehûdîler Îsâ aleyhisselâma çok kaydsız kalmış ve hıristiyanlık ancak yüzyıllar sonra yayılmağa başlamışdır. Hâlbuki, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin teblîg ve neşr etdiği İslâm dîni, çok kısa zemânda her tarafa yayılmış, oralardaki hayât tarzını hemen değişdirmiş, yarı vahşî insanları kısa zemânda, medenîleşdirmişdir. Zan ediyorum ki, bunun sebebi, îsevî dîninin kısa zemânda bozularak, anlaşılması güç, yarı putperest yeni bir hıristiyan dîni hâlini alması, islâm dîninin ise, herkes tarafından anlaşılabilen mantıkî bir din olmasıdır. 1919 ile 1923 arasında, bana Türk sularında vazîfe verildi. Müslimânlarla görüşdüm. Her gün minârelerden duyduğum (Ancak bir Allahü teâlâ vardır. Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Onun resûlüdür) sesi kulağıma ne hoş geliyordu! İslâmiyyet hakkında okuduğum İngilizce kitâblardan çoğu, İslâmiyyeti tahkîr ediyordu. Hele son üçyüz sene içinde, aynı zemânda halîfe olan Türk sultânlarının yapdıkları iddiâ edilen birçok fenâ hareketleri, haksızlıkları, Türklerin yalancılığı, düzenbazlığı, rüşvete düşkün olmaları, azınlıklara fenâ mu âmele etmeleri gibi iftirâlar, hep onların aldığı islâm terbiyesine isnâd ediyor, bir müslimânın hiç bir zemân bir hıristiyan gibi dürüst olmıyacağını ileri sürüyordu. Acabâ kabâhat hakîkaten İslâm dîninde miydi? Ben buna inanmıyordum. Nihâyet bu husûsda bilgi edinmek için, bir müslimân din adamına mürâce at etmeğe karâr verdim. Bir tarafdan da İslâmiyyet hakkında müslimânlar tarafından yazılmış eserleri aradım. İn- 224
225 gilterede bulunan müslimân din adamları, bana böyle eserler bulup yolladılar. Bu kitâbları okuduğum zemân, islâmiyyetin ne kadar temiz olduğunu, Ortaçağda nasıl parladığını, karanlık hıristiyan âlemini nasıl aydınlatdığını, fekat zemânla dîne ri âyetsizlik yüzünden, islâm âleminin nasıl za îflediğini, şimdi onu yine eski hakîkî hâline getirmek için uğraşıldığını öğrendim. Bugünkü ilmî terakkîler hıristiyan dîninde yer bulamaz. Hâlbuki, islâmiyyet ile tam bir ittifak hâlindedir. Demek oluyor ki, islâm âleminin gerilemesinde kabâhat, islâm dîninde değil, bu güzel dîni lâyıkı ile tatbîk edemeyen bugünkü müslimânlardadır. Artık islâm dîninin meziyyeti hakkında hiçbir şübhem kalmamışdı. Seve seve, îmân ederek müslimân oldum. Bugün Avrupada ba zı filozoflar, muharrirler, dinlerin lüzûmsuz olduğunu ileri sürerler. Emîn olunuz ki, böyle bir fikrin hâsıl olmasına sebeb, hıristiyan dîninin akla uymaz kâ ideleri ve 20. asrda kabûl olunamıyacak hurâfeleridir [ya nî bâtıl akîdeleridir]. Hâlbuki islâm dîninde bunların hiçbiri yokdur. Hıristiyanlar, İslâmiyyeti kabûlümün sebebini bir dürlü anlıyamamakda ve müslimân olanlara (eksantrik = Kimseye uymıyan bir yol tutanlar) demekdedirler. Bu temâmiyle yanlış bir düşüncedir. En son olarak şunu söyliyeceğim: Ben islâmiyyeti hem teorik, hem pratik, anlaşılması kolay ve mantıkî ve her bakımdan mükemmel bir din olduğu ve insanlara iyi bir rehber olduğu için seçdim. İslâm dîni, insanı Allahü teâlânın rızâsına, dünyâ ve âhiret se âdetine götüren en doğru yoldur ve kıyâmete kadar böyle kalacakdır. 27 J. W. LOVEGROVE (İngiliz) Niçin müslimân olduğum hakkında sorduğunuz süâle aşağıda kısa bir cevâb vermek istiyorum. Din ve îmân hakkında size uzun bir konferans verecek değilim. Din ve îmân insanın rûhunda doğan, her şeyden temâmen farklı bir meziyyetdir. Tıpkı çölde kalmış bir insanın susamasına benzer. İnsanların muhakkak istinâd edecek, güvenecek, kendisine rehber olacak bir îmâna mâlik olması lâzımdır. Ben, önce din târîhlerini tedkîk etdim. İnsanları dîne da vet eden zâtların hayâtlarını ve onların ne öğretdiklerini dikkat ile okudum. Anladım ki, Peygamberlerin aleyhimüsselâm başlangıçda, öğretdiği esâs kâ ideler zemânla bozulmuş ve 225 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-15
226 büsbütün başka şekllere dönmüşdür. Bunlardan ancak pek az doğru kısmı günümüze kadar devâm edebilmişdir. Bu büyük, seçilmiş insanların hayâtlarına dürlü dürlü efsâneler karışdırılmış, yapdıkları işler bize büsbütün başka ve esrârla dolu bir şeklde intikâl etmişdir. İşte bunların yanında yalnız İslâm dîni, intişâr etdiği günden bugüne kadar aynı saflığı, aynı temizliği muhâfaza etmiş, içine hiç bir hurâfe ve efsâne katılmadan, günümüze kadar devâm etmişdir. Kur ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâm zemânında ne ise, bugün de odur. Bir kelimesi bile değişmemişdir. Muhammed aleyhisselâmın mübârek sözleri, kendi ağzından çıkdığı şeklde, hiçbir tehavvüle uğramadan günümüze vâsıl olmuşdur. Allahü teâlâ, lüzûm gördükçe, insanlara Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât göndermişdir. Bunlar birbirini temâmlar. Diğer Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât öğretdiği husûsların değişdirilmiş ve başka şekllere sokulmuş olduğu göz önünde tutulursa, en temiz, en saf ve en doğru kalan İslâm dînini kabûl etmekden dahâ mantıkî ne olabilir? Esâsen, kendime sâde, fâideli ve içinde mantığa uymıyan hurâfeler katılmamış bir hak din arıyordum. İslâm dîni, böyle bir ilâhî dindir. İslâm dîni, Allahü teâlâya ve komşularıma ve sâir insanlara karşı olan vazîfelerimi bir bir göstermekdedir. Bütün dinlerden maksad bu olduğu hâlde, onlarda bu husûs için anlaşılmaz felsefî akîdeler konulmuşdur. Hâlbuki, islâm dîninde bu husûsda herkesin anlıyabileceği, sâde, mantıkî, inandırıcı, fâideli kâ ideler vardır. Ben, dünyâda ve âhiretde, huzûr ve selâmete kavuşmak için, neler yapmak îcâb etdiği hakkındaki bilgileri, ancak İslâm dîninde buldum. Onun için müslimân olmakla şereflendim. 28 DAVİS (İngiliz) 1931 senesinde doğdum ve 6 yaşında ilk mektebe gitmeğe başladım. Yedi sene sonra, ilk mektebi temâmlıyarak, orta kısma devâm etdim. Âilem beni katolik terbiyesi ile yetişdirdi. Sonradan, Anglikan kilisesine bağlandım. En sonunda, Anglo-katolik oldum. Bütün bu tehavvüller esnâsında, hep aynı şeyle karşılaşıyordum. Hıristiyanlık, insanın normal günlük hayâtından temâmen ayrılmış, yalnız Pazar günleri giyilen ve onun için sandıkda saklanan bir elbiseye benzemişdi. İnsanlar, hıristiyanlık dîninde aradıklarını bulamıyorlardı. Hıristiyan dîni, insanları kiliseye dürlü renkli ışıklar, resmler, günnük kokuları, zevkli müzik ve Azîzler 226
227 için yapılan dürlü parlak merâsim ve düâlarla bağlamağa çalışıyor. Fekat, insanları bir dürlü toplamağa muvaffak olamıyordu. Çünki hıristiyan dîni, yalnız efsânevî husûslarla meşgûl oluyor, kilise dışındaki olan bitenle hiç alâkası olmuyordu. İşte bunun için, ben hıristiyanlıkdan temâmen nefret etdim ve yaldızlı reklâmlarla medh olunan komünistlikle faşistliği tecribe etmeğe karâr verdim. Komünist olurken, komünistlikde sınıf farkı olmadığına inanmış ve buna çok sevinmişdim. Fekat zemân geçdikçe, komünistlerin, sınıfsız olmak şöyle dursun, âdetâ bir esîr hayâtı yaşadıklarını, içlerindeki küçük bir zümrenin diğerleri üzerine zulm ve işkence yapdığını, kimsenin birşey söylemeğe hakkı olmadığını ve ufak ve haklı bir i tirâzda bulunsa, hemen cezâlandırıldığını ve bu cezâlandırmanın ölüme kadar gitdiğini dehşet ile gördüm. Komünizmin hakîkî yüzü hakkında, bize Stalin en bâriz bir misâldir. Bunun üzerine komünistliği bırakarak, faşist olmağa karâr verdim. Faşistlikde gördüğüm disiplin ve intizâmı, çok beğendim. Fekat faşistler, ancak kendilerini beğeniyorlar. Kendilerinin dışında olan bütün insanları, başka ırkları hakîr görüyorlardı. Burada da, zulm, ızdırab, haksızlık ve tahakküm vardı. Birkaç ay içinde, faşistlikden de, temâmen nefret etdim. Çünki, İngilterede Mosley, Almanyada Hitler, İtalyada Mussolini, tâm bir terör, merhametsiz ve keyfî bir zulm nümûnesi olmuşlardı. Fekat buna rağmen, faşistlikden ayrılamıyordum. Çünki başvuracak başka bir yer kalmamışdı. Bu sırada, rûhî ızdırâblar arasında çırpınırken, bir kitâb satıcısında, (The İslamic Review = İslâm Mecmû ası) adında bir dergi gördüm. Bunu biraz karışdırdım. Bedeli 2 şilin 6 pens olan (bugünkü para ile 15 lira) ve benim için çok pahalı sayılan bu mecmû ayı, niçin satın aldığımı hâlâ anlıyamıyordum. Kendi kendime, (Beyhûde para sarf etdim. Her hâlde bunun içindekiler de hıristiyanların, komünistlerin, faşistlerin söyledikleri ve iki para etmiyen laflara benzer) diye düşünüyordum. Fekat mecmû ayı dikkat ile okumağa başlayınca, şaşırıp kaldım. Okudum, bir kerre, bir kerre dahâ okudum. O zemân islâmiyyetin, hıristiyanlığın ve sonu (izm) ile biten bütün ideolojilerin en iyi taraflarını kendinde toplayan mükemmel bir din olduğunu gördüm ve anladım. Fakîrliğime rağmen, bu mecmû aya abone oldum. Birkaç ay sonra, müslimân olmağa karâr vermişdim. O günden beri, yeni dînime iki elle sarılmış bulunuyorm. Üniversiteye girer girmez, Arabî öğrenmeğe başlayacağımı ümmîd ediyorum. Şimdiki hâlde, Latince, Fransızca ve İspanyolca öğreniyor ve (İslâm Mecmû ası)nı okuyorum. 227
228 29 T. H. Mc BARKLİE (İrlandalı) Ben, İrlandalı olmama ve İrlandalıların çoğunun katolik dînine bağlı bulunmasına rağmen, protestan mezhebinde yetişdirildim. Fekat, dahâ çocuk yaşında iken, hıristiyanlık hakkında bana öğretilen şeyleri hiç beğenmiyor, bunların doğruluğundan şübhe ediyordum. Üniversiteye başlayıp, birçok yeni ilmler öğrenince, şübhem artık kanâ ate vardı. Hıristiyan dîni, artık bana hiçbir şey vermiyordu. Ondan temâmen nefret etdim ve ona inanmıyordum. İçimdeki, (beni hak yola kavuşduracak bir rehberi aramak) arzûsu, o kadar şiddetliydi ki, bir müddet, düşündüğüm tarzda bir i tikâd yolu kurmuş ve bununla kendimi tatmîn etmeğe çalışmışdım. Bu karışık rûh hâleti oldukça uzun sürdü. Birgün, elime (İslâm ve Medeniyyet) isminde bir kitâb geçdi. Bunu okuyunca, büyük bir hayret ve sevinç ile gördüm ki, aklımdan geçen bütün ümmîdler, süâller ve bunların cevâbları, bu kitâbda mevcûd idi. Hıristiyan fırkalarının zulm ve baskılarına karşı islâm dîninin huzûr dolu, canlı kâ ideleri, beşeriyyete doğru yolu göstermişdi. İslâm memleketlerindeki ilm ve medeniyyet kaynakları, karanlık ve vahşet içinde bulunan Avrupaya nûr saçmışdı. Hıristiyanlıkla kıyâslandığı zemân, islâm ne kadar mantıkî, fâideli bir din idi. İslâmiyyetde beni, ilk görüşde kendisine hemen bağlıyan husûs, hıristiyanlıkda bulunan (İnsanların günâhkâr olarak doğduğu ve dünyâda keffâret vermek mecbûriyyeti bulunduğu) akîdesinin islâm dîninde red edilmesiydi. Sonraları, islâmiyyetin insânî, medenî diğer ahkâmını öğrenerek, bu dînin büyüklüğüne hayrân oldum. İslâmiyyetde zengin, fakîr ayrılığı yokdu. İslâmiyyetde her ırkdan, her renkden, her dilden insanlar birbirinin kardeşi sayılıyordu. İslâmiyyet, insanların aralarındaki servet, mevkı, ırk, memleket, renk farklarını bir hamlede yıkıyordu. İşte bunun için müslimân oldum. 30 MAHMÛD GUNNAR ERİKSON (İsveçli) Allahü teâlâya hamd-ü senâ ile söze başlıyorum. Allahü teâlâdan başka bir ma bûd bulunmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın Onun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim. Bundan beş sene evvel müslimânlarla görüşdüm. Dostlarım- 228
229 dan biri, birgün, Kur ân-ı kerîmi merak etdiğini ve onu okumağa başladığını söylemişdi. O zemâna kadar, Kur ân-ı kerîm hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Arkadaşımın Kur ân-ı kerîm okumağa başladığını öğrenince, onun yanında küçük düşmemek için ben de Kur ân-ı kerîmi tedkîk etmeğe karâr verdim ve İsveççe bir Kur ân-ı kerîm tercemesini bulmak için şehrimizin kütübhânesine mürâce at etdim. Oradan, böyle bir terceme buldum ve okumağa başladım. Kütübhâneden aldığım bir kitâbı ancak onbeş gün yanımda tutabiliyordum. Fekat, Kur ân-ı kerîm, benim üzerimde o kadar büyük bir te sîr yapdı ki, onbeş gün kâfî gelmedi. Kitâbı geri verdikden birkaç gün sonra, tekrar kütübhâneye gidiyor ve onu tekrar alıyordum. Böylece, her 15 günde bir geri vererek ve birkaç gün sonra tekrar alarak, bu Kur ân-ı kerîm tercemesini def alarca okudum. Kur ân-ı kerîmi okudukça, ona hayrân oluyor ve müslimânlığın hakîkî din olduğuna inanmağa başlıyordum. 1950 senesi Kasım ayında, artık müslimân olmağa karâr vermişdim. Fekat islâmiyyetin hakîkî ma nâsına vâkıf olmak ve onun derinliğine nüfûz etmek için biraz dahâ beklemek ve bu dîni biraz dahâ tedkîk etmek istiyordum. Bunun için, Stockholmda umûmî kütübhâneye giderek, islâm dîni hakkında yazılmış eserleri araşdırdım. Bu eserler arasında, Muhammed Alînin Kur ân-ı kerîm tercemesini buldum. Muhammed Alînin, Kadıyânî ve Ahmedî denilen bir sapık teşkîlâtın mensûblarından olduğunu sonradan öğrendiğim hâlde, bu kifâyetsiz kimsenin yapmış olduğu tercemeden bile, çok fâidelendim. Artık müslimân olmak için hiç bir şübhem kalmamışdı. Müslimânlarla görüşmem işte o zemân başladı. 1952 senesinden i tibâren onlarla birlikde ibâdetlere iştirâk etdim. Büyük bir tâli eseri olarak, Stockholmda müslimânlar tarafından te sîs edilmiş bir cem iyyet buldum. Onlarla tanışdım. Onlardan da, birçok şeyler öğrendim. 1372 hicrî senesinin Ramezân bayramında İngiltereye gitdim ve bayramın birinci günü (Woking) câmi inde resmen müslimân oldum. Müslimânlıkda beni kendisine en çok cezb eden şey, müslimânlığın son derece mantıkî bir din olmasıdır. İslâmiyyetde, akl-ı selîmin kabûl etmediği hiçbir şey yokdur. İslâmiyyet, Allahü teâlânın bir olduğuna inanmağı emr eder. Allahü teâlâ gafûr ve rahîm (afv edici ve çok merhametli)dir. İnsanlara râhat ve huzûr içinde yaşıyabilmeleri için, her an sayısız lutf ve ihsânlarda bulunur. İslâm dîninde en çok sevdiğim şeylerden biri de, islâm dîninin 229
230 yalnız Arabların dîni olmayıp, bütün insanların dîni olmasıdır. Allahü teâlâ, bütün âlemlerin rabbidir. Hâlbuki yehûdîler, kendi kudsî kitâblarında, hep (İsrâîlin Allahı)ndan bahs ederler. Ya nî, Allahü teâlâyı sırf kendilerine tahsîs ederler. Yine İslâm dîninde sevdiğim bir husûs, bu dînin şimdiye kadar gelen bütün Peygamberleri aleyhimüssalevâtü vetteslîmât kabûl etmesi, hepsine hurmetkâr olması ve başka dîne inananlara büyük bir şefkat ile mu âmele etmesidir. Bir müslimân, temiz olan her yerde, tarlada, hattâ bir kilisede bile nemâz kılabilir. Hâlbuki bir hıristiyan, bir câmi in yanına bile yaklaşmaz. İslâmın en doğru ve en son din, Muhammed aleyhisselâmın da en son Peygamber olduğunu, Kur ân-ı kerîm, ne güzel ta rîf etmekdedir: Mâ ide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Bugün, dîninizi kemâle erdirdim. Size olan ni metlerimi temâmladım ve sizin için din olarak İslâmı seçdim) buyurulmuşdur. Âl-i İmrân sûresi ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Ve, kat î olarak biliniz ki, Allahü teâlâ katında din, İslâmiyyetdir) buyurulmuşdur. 31 ABDÜLLAH UEMURA (Japon) Niçin müslimân oldum? Çünki islâm dîni, Allahü teâlânın birliğini, ölümden sonra, ikinci bir hayât olduğunu, kıyâmet günü, insanların dünyâda yapdıkları işler için muhâkeme edileceğini bildirmekdedir. Sevgiyi, doğruluğu, dürüstlüğü ve son derece temiz ahlâklı olmağı emr etmekdedir. Bütün bunlar, bir insanın hak yolda râhat ve huzûr içinde yaşaması için en lüzûmlu olan husûslardır. Bunlar, hiçbir dinde bu kadar açık ve vecîz olarak bildirilmemişdir. İslâmda, sadâkat [doğruluk] çok kıymetlidir. Allahü teâlâya ve kullara karşı doğruluk, islâmiyyetin esâsını teşkîl eder. Ben de, hakîkati ararken, onu islâm dîninde buldum ve müslimân oldum. Bütün dinleri tedkîk etdim. Edindiğim kanâ ati aşağıda açıklıyorum: Bugünkü hıristiyanlık, hiçbir zemân, Îsâ aleyhisselâmın telkîn etdiği temiz din olamaz. Îsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâdan aldığı ve insanlara teblîg etdiği emrler temâmen değişdirilmişdir. Bugünkü İncîllerde, onun sözleri diye başka şeyler konulmuşdur. 230
231 Zuhûrundan bugüne kadar, saf ve temiz kalan tek din, islâm dînidir. Kur ân-ı kerîm, bir kelimesi bile değişmeden, bugüne kadar gelmişdir. Bugünkü İncîllerde, Allahü teâlânın emrleri değil, yalnız Îsâ aleyhisselâmın zemânla değişdirilen sözleri ile, yapdığı işler yazılıdır. Hâlbuki, islâm dîninde Allahü teâlânın emrleri ile Peygamberinin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem sözleri birbirinden ayrılmışdır. Allahü teâlânın emrleri Kur ân-ı kerîmde yazılıdır. Hazret-i Peygamberin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem sözleri ise, (Hadîs) ismi altında ayrıca toplanmışdır. Müslimânlıkda, Allahü teâlâ doğrudan doğruya kullarına hitâb eder. Hıristiyanlıkda böyle birşey yokdur. Hıristiyanlıkda, akl-ı selîm sâhiblerinin kabûl edemiyeceği en mühim mes ele, (Üç Tanrı) akîdesidir. Hıristiyanlar, tek Allaha değil, üç Tanrıya inanırlar. Hiç bir hıristiyan din adamı, bugüne kadar, bu husûsu mantıkî bir tarzda îzâh edememişdir. Etmesine de imkân yokdur. Zîrâ, bu akîde temâmiyle temelsiz ve anormaldir. Bu dünyâyı ancak bir tek büyük yaratıcı yaratabilir. Üçlü Tanrıya inanmak, puta tapmak demekdir. Aklı başında olan bir insan, ancak bir tek hâlıka [yaratıcıya] inanır. Bundan mâ ada hıristiyanlar, insanların günâhkâr olarak doğduğunu, bu günâhlardan temizlenmek için, keffâret vermek mecbûriyyetinde bulunduklarını, eğer insanlar, hıristiyanların esâs i tikâdları olan üç tanrıya inanmıyacak olurlarsa, sonsuz bir ölüme mahkûm olarak, tekrâr dirilmiyeceklerini telkîn ederler. O hâlde, esâsen günâhkâr olarak doğan ve bir dahâ dirilmek imkânından da mahrûm bulunan insanların dünyâda beyhûde yere ibâdet edecekleri yerde, hâzır ellerine fırsat geçmişken, zevk ve safâ ile vakt geçirmeleri, birbirlerini aldatmaları, her dürlü fenâlıkları yapmaları kadar tabî î ne olabilir? Bunun içindir ki, bugün hıristiyanlar, ahlâk ve din kâ idelerine uymadan yaşamakda ve büsbütün dinsizliğe doğru gitmekdedirler. Bunlar, makina hâline gelmişlerdir ve rûhları bomboşdur. Şimdi Japon dinlerine gelelim: Japonyada esâs olarak iki din vardır. Bunlardan biri olan Mahayana Budistliği, ibtidâî budistlik ile sâf budistliğin birleşdirilmiş şeklidir. Biraz Brahmanizme benziyor. Bunların i tikâdları tedkîk edilince, Budanın bir ateist [Allahsız] olduğu görülür. Çünki Buda, Allahü teâlâdan hiç bahs etmemekde ve beden öldüğü zemân, rûhun ölmiyeceğine de inanmamakdadır. Brahmanların rûh hakkındaki kanâ atleri, bu kadar maddî değildir. Ama, öyle karışık ifâde olunmakdadır ki, ne de- 231
232 mek istedikleri pek iyi anlaşılamamakdadır. Esâsen, Brahmanların Brahma hakkındaki kanâ atleri, ya nî onun Allah mı, kul mu, yoksa Peygamber mi olduğu hakkındaki düşünceleri, açık ifâde olunmamışdır. Brahmanlar, dinden ziyâde, din felsefesi ile uğraşırlar. Brahmayı dâimâ gözlerinin önüne getirmek için, ona benzetdikleri veyâ ona yakışdırdıkları eşyâyı [meselâ çiçekleri] kudsî kabûl eder ve bu yüzden Allahü teâlâya tapacakları yerde, Allahü teâlânın yaratdığı eşyâ veyâ hayvanlara tapmağa başlarlar. Bütün bu karmakarışık akîdeler arasında yalnız islâm dîni, Allahü teâlâyı en doğru olarak bize tanıtmakdadır. (Allahü teâlâ birdir. Azîmdir. Bütün âlemlerin rabbidir. Ne doğmuş, ne doğurmuşdur. Dünyâda ve Âhiretde ne varsa, hepsi Onun mahlûklarıdır. Ondan başka kimseye tapılmaz. Ondan başka kimse, kullarına emr veremez.) Japonyada ikinci din Şinto dînidir. Bu din, budistlikden dahâ fenâdır. Çünki, ahlâkî bir din değildir. Ayrıca, birçok tanrılara inanırlar ve ibtidâî kavmlerde olduğu gibi, bunların hepsine ayrı ayrı taparlar. [Ya nî putperestdirler] Size yukarıda, dünyâda bulunan ba zı dinler hakkında gâyet samîmî ve muhtasar ma lûmât verdim. Bunları böylece görüp öğrendikden sonra, acabâ hanginiz islâmı bir tarafa bırakarak, bunlardan birini seçerdiniz. Buna imkân var mıdır? Siz de görüyorsunuz ki, birçok karmakarışık, insan aklının aslâ kabûl edemiyeceği akîdeler arasında, islâm dîni, pırıl pırıl parlamakdadır. Tâm mantıkî ve insânî kâ ideleri ile, tek hak din olduğu ilk bakışda görülmekdedir. İşte ben de, rûhumun huzûr ve selâmete kavuşması için, göz yaşları ile hakîkat yolunu ararken, en ma kûl ve mantıkî din olarak müslimânlığı buldum ve (işte aradığım din budur) diyerek, iki elle ona sarıldım, seve seve müslimân oldum. 32 MUHAMMED SÜLEYMÂN TAKEUCHİ (Japon) Allahü teâlânın inâyeti ile müslimân oldum. Müslimân olmağa aşağıdaki sebebler ile karâr verdim: 1) İslâmiyyetde çok kuvvetli bir kardeşlik rûhu vardır. 2) İslâmiyyet, bir insanın hayâtında zuhûr edebilecek her nev den müşkilâtın bir çâresini bildirir. Din ile dünyâyı birbirinden ayırmamışdır. İslâmiyyetde yalnız ma nevî husûslar değil, bunun aksine, insanları bir araya toplamak, hangi ırk ve sınıfdan 232
233 olursa olsun, aynı sâfda berâber ibâdet etmek, fakîrlere mu âvenet etmek, birbirlerinin derdlerini öğrenip müştereken çâre bulmak gibi, bugünkü nizâmlara temâmen muvâfık ictimâî husûslar da mevcûddur. 3) İslâm dîni, hem rûhu, hem de bedeni terbiye etmekdedir. Ya nî islâmiyyet rûhânî ve cismânî husûsları kendisinde cem etmişdir. İslâmiyyetdeki uhuvvet [kardeşlik], ne ırk, ne de sınıf farkı tanımaz. Bütün dünyâdaki müslimânlar birbirlerinin kardeşidir. Dünyâda çok müslimân vardır. İslâmiyyet, akl-ı selîm sâhiblerinin dînidir. İster Hindli, ister Pâkistânlı, ister Arab, ister Afganlı, ister Türk, ister Japon veyâ Çinli olsun, dünyâda bulunan bütün müslimânlar birbirlerini kardeş bilirler. Bu sebebden, islâm dîni temâmiyle beynel-milel bir dindir. Bugün bozulmuş, perîşân hâle gelmiş insan cem ıyyetlerini doğru yola sokacak, onun kusûrlarını düzeltecek biricik vâsıta, islâm dînidir. Allahü teâlânın ihsân etdiği bir din olduğu içindir ki, hangi ırkdan, hangi milletden olursa olsun, hepsinin uyacakları mezhebler vardır. İslâm dîni, medeniyyet târîhinde çok mühim rol oynamış, yarı barbar insanları kısa bir zemân içinde, medeniyyete vâsıl etmişdir. İslâm dîni, insanların sulh ve huzûr içinde yaşamalarını ister. Onların, se âdete, huzûra kavuşmaları için, îcâb eden ahkâmı vaz etmişdir. Bu husûsda diğer dinlerin, meselâ hıristiyanlık veyâ budizmin emrleri temâmen farklıdır. Bu iki din, insanları bir araya getirmek şöyle dursun, insanların dünyâdan elini eteğini çekmesini ve birbirlerinden uzaklaşmalarını emr eder. Birçok Buda ma bedleri, güç aşılabilen dağların tepesinde kurulmuşdur. Bunun sebebi, buralara mümkin olduğu kadar az insanın gelmesini temîn etmekdir. Japonların dînî akîdeleri tedkîk edilecek olursa, onların da birbirinden mümkin olduğu kadar uzak yaşamağı esâs tutdukları görülür. Hıristiyanlara gelince, koyu hıristiyanların kiliseleri hep tenhâ yerlerde kurulmuşdur. İçleri mümkin olduğu kadar karanlık tutulmuşdur. Ancak son zemânlarda, kiliseler şehrin içine girebilmişdir. Hıristiyanlar, insanların günâhkâr olarak doğduğunu, onun için dünyâda dâimâ azâb çekmeleri îcâb etdiğini ileri sürerler. Görülüyor ki, bütün bu dinlerde din ile insan hayâtı birbirinden ayrılmış, dünyâdaki hayâtın ancak çile çekmek olduğu telkîn edilmişdir. Hâlbuki islâm dîni, insanları Allahü teâlânın sevgili kulları olarak kabûl eder. Mescidler köylerin tam ortasına, insanların arasına kurulmuşdur. İçerleri ferâh ve aydınlıkdır. İnsanlar bura- 233
234 ya seve seve ibâdete gelirler. Bir araya gelir, cemâ at ile ibâdet ederler. İbâdetden sonra, birbirlerine hayr düâ ederler. Hâtırlarını sorar, îcâb ederse, birbirlerine yardım ederler. İslâmiyyetde muhtâc olanlara yardım etmek, hattâ yardım edemiyenin, güler yüz, tatlı dil ile bir müslimânı sevindirmesi çok sevâb olur. Bir insanda hem rûh, hem beden vardır. Allahü teâlâ, bize hem rûh, hem beden vermişdir. Biz hayâtımız müddetince hem rûhu, hem de bedeni farklı terbiye etmeğe ve bunları birbirinden ayırmamağa mecbûruz. İşte islâmiyyet, insanın yalnız rûhî ihtiyâcını değil, aynı zemânda bedenini de hesâba katmış, her ikisi için de son derece mantıkî ve ilâhî ahkâm koymuşdur. Ben yeni bir müslimânım. Müslimânlığı iki sene evvel kabûl etdim. İslâmın, rûhî ve bedenî bütün ihtiyâçlarımı birlikde karşıladığına emînim. Bugün Japonya, teknolojide son derecede ilerlemiş bir memleketdir. Bütün dünyâ ile başarılı olarak yarışmakdadır. Japon halkı, bu mu azzam fennî terakkî ve maddî kazanç yüzünden temâmen değişmişdir. Japonyada tabî î kaynaklar yokdur. Bütün ibtidâî maddeler hâricden gelir. Buna rağmen, diğer memleketlerden dahâ mükemmel ve dahâ ucuz mal yapabiliyoruz. Bu da, devâmlı çalışmak ve aza kanâ at etmek sâyesinde oluyor. İşte, mütemâdiyen, durmadan, gayret etmek, çalışmak ihtiyâcında olan Japonların, rûhiyyât ve ma neviyyât ile meşgûl olmağa vaktleri kalmamış, birer makina hâline gelmişlerdir. Japonlar, şimdi kendilerini Avrupalıların maddî hayâtına uydurmuşlardır. Dinleri, îmânları kalmamış, ma neviyyât ile alâkayı kesmişlerdir. Bugünkü Japonların karınları mükemmel sûretde doymuşdur. Ceplerinde çok para vardır. Amma, rûhları gitdikçe fakîrleşmekde ve boş kalmakdadır. Ma nevî fakîrlik karşısında, maddî zenginliğin ne kıymeti olabilir. Vücûdü güzel elbiselerle süslenmiş, fekat rûhu boş kalmış olan insanların dünyâya ne fâidesi olabilir? Benim kanâ atimce, şimdi Japonyada İslâm propagandası yapmanın tâm zemânıdır. Çünki, maddî varlık bakımından kemâle varmış olan Japonlar, rûhlarındaki noksanlığı çok iyi his etmekde ve kendilerine bir rehber aramakdadır. Rûhlarındaki bu iflâsı, yalnız ve yalnız islâm dîni telâfî edebilir. Çünki islâmiyyet, onlara aynı zemânda hayâtda da rehberlik edecekdir. Ben şuna emînim ki, eğer Japonyada islâm dîninin tanınması için ciddî ve muntazam bir teşkîlât kurulacak olur ve îcâb eden neşriyyât yapılırsa, iki üç nesl sonra, bütün Japonlar müslimân olacakdır. Böyle olunca, müslimânlık, yalnız uzak şarkı şerefli bir mevkı a ulaşdırmakla kalmıyacak, bütün beşeriyyet bundan fâidelenecekdir. 234
235 33 ALÎ MUHAMMED MORİ (Japon) Bundan tâm 18 sene evvel, ya nî 1929 senesinde ben Mançuryada bulunuyordum. O zemânlar, Japonya şarkda çok kudretli bir devletdi. Mançuryada dolaşırken Pieching civârında bir çölde müslimânlarla ahbâb oldum. Bunlar gâyet sâde ve dindârâne bir hayât sürüyorlardı. Onların hayât tarzına, Allahü teâlâya olan itâ atlarına, birbirlerine karşı olan tatlı mu âmelelerine, yabancılara karşı gösterdikleri müsâfirseverliğe ve sadâkatlarına hayrân olmuşdum. Mançuryaya girdikçe, dahâ birçok müslimânlarla tanışmış, hepsinde aynı temiz ve güzel ahlâkı görmüş, onlara karşı büyük bir muhabbet beslemeğe başlamışdım. Bundan sonra, ancak 1946 senesinde tekrar Japonyaya dönebildim. Bu arada Japonya İkinci Dünyâ Savaşına katılmış ve bu savaşdan mağlûb bir hâlde çıkmışdı. O kudretli Japon İmperatörlüğünden artık hiçbir şey kalmamışdı. O zemâna kadar, Japonların çoğunun can ve yürekden bağlı olduğu budizm, temâmen bozulmuş, esâsını gayb etmiş, mantıkî kısmları unutulmuş, cem iyyet üzerine artık fenâ bir te sîr yapmağa başlamışdı. Japonların bir kısmı artık hıristiyanlığı kabûl etmişdi. Evet, hıristiyanlık 90 seneden beri Japonyaya gelmiş bulunuyordu. Fekat hıristiyan olan Japonlar pek azdı. Şimdi bunların çoğalmış olduğunu görüyordum. Çünki, Japonlar, Budanın artık kendilerine bir fâidesi olmadığını, onları mağlûb olmakdan ve felâketden kurtaramadığını görmüşler, Budaya olan i timâd ve muhabbetlerini gayb etmişlerdi. Şimdi yeni bir din arıyorlardı. Bilhâssa gençler, hıristiyanlığın, gayb etdikleri îmânın yerine geçeceğini sanmışlar ve hıristiyan olmuşlardı. Fekat kısa bir zemân sonra, onları hıristiyanlığa teşvîk eden misyonerlerin Amerikan veyâ ingiliz kapitalistlerinin birer âleti olduğunu ve onları hıristiyan yaparak yalnız budistlikden değil, aynı zemânda temiz ve dürüst Japonlukdan da uzaklaşdırdıklarını görmüşlerdi. Hıristiyan misyonerler, onları hıristiyan yaparken, durmadan Amerikan ve İngiliz mallarının nefâsetinden bahs ediyor, onlarda Japon mallarına karşı bir nefret uyandırıyor, memleketimize mütemâdiyen yabancı mal gelmesine sebeb oluyorlardı. Ya nî kapitalistler hıristiyanlık sâyesinde, bizim sırtımızdan zengin oluyorlardı. Japonya, Rusya ile Amerika arasında bulunan bir memleket- 235
236 dir. Bu iki büyük devletin her biri, Japonyayı kendi nüfûzu altına almak ister. Onların bize yapdıkları telkînler, bizim rûhumuzun selâmeti için değil, kendi menfe atlarını te mîn içindir. Hâlbuki Japonların, doğru dürüst bir rûhî mürebbîye ihtiyâçları vardı. Benim kanâ atimce, Japonların bu ihtiyâcını tatmîn edecek, onların rûhunu sükûn ve selâmete kavuşduracak, onlara hayâtda ta kîb edecekleri en doğru yolu gösterecek olan, ancak islâm dînidir. Ben her şeyden önce, islâmiyyetdeki, müslimânların birbirlerini kardeş bilmeleri meziyyetine hayrânım. İslâmiyyet, bütün müslimânların, renk ve ırk farkı yapmadan, kardeş olduğunu kabûl eder ve Allahü teâlâ, insanların sulh ve selâmet içinde, birbirine hiçbir fenâlık yapmadan kardeş olarak yaşamalarını emr eder. Bugünkü dünyânın perîşân hâline bakınca, bundan dahâ mükemmel, dahâ doğru bir emr düşünülebilir mi? Böyle bir emri veren büyük varlığın hakîkî Allah olduğundan kim şübhe edebilir? Geçen sene, üç müslimân Tokoşimaya gelmişlerdi. Bunlar Pâkistânlı idiler. Ben hemen kendilerini ziyâret etdim. Onlardan müslimânlık hakkında çok güzel, çok derin ma lûmât öğrendim. Ondan sonra, müslimân Japonlarla sohbet etdim. Bunlardan Tokyoda bulunan Bay Molivala ile Bay Mita beni aydınlatdılar ve müslimân olmamı tavsiye etdiler. Ben de, müslimânlığı kabûl etdim. Bütün kalbimle temennî ediyorum ki, en mantıkî, en temiz ve hak din olan müslimânlık, bütün dünyâ üzerine yayılarak, insanları felâketden kurtarsın. Eğer bütün dünyâ müslimân olursa, bu perîşân dünyâ bir Cennet hâline girecekdir. Allahü teâlânın lutf ve azameti, insanların rûhunu tenvîr edecek, onları doğru yola sevk edecek ve insanlar nihâyet selâmete kavuşacaklardır. İnsanlar, ancak islâmiyyet sâyesinde, hem rûhî, hem maddî bahtiyârlığa ve Allahü teâlânın râzı olacağı kulları olmak se âdetine erişeceklerdir. 34 ÖMER MİTA (Japon) (Ömer Mita, ekonomi mütehassısı, ictimâ î [sosyal] işlerde çalışan, fekat bir müddet budist râhibliği de yapmış ve va zlar vermiş, müslimân oldukdan sonra, bütün fe âliyyetini İslâmiyyeti yaymak için neşriyyât yapmağa hasr etmiş olan bir Japon fikr adamıdır.) Allahü teâlâya hamd-ü senâ olsun ki, üç seneden beri müslimânım. Mes ûd bir hayâta nâil oldum. Bana, hakîkî ve dürüst bir 236
237 hayâtın nasıl olduğunu, Pâkistânlı müslimân kardeşlerim öğretdi. Bu Pâkistânlı kardeşlerim, Japonyayı ziyârete geldikleri zemân, benimle tanışdılar. Bana müslimânlığı anlatdılar ve beni müslimân yapdılar. Kendilerine minnet borcum çokdur. Japonyada ehâlînin çoğu budistdir. Fekat, hakîkatde budistlikle hiç ilgileri kalmamışdır. Artık budist âyinlerine katılmamakdadırlar. Dînî bilgilerin hemen hemen temâmını unutmuşlardır. Bunun sebebi, budistliğin çok muğlak, çok karmaşık bir felsefe olması ve bu dîni seçenlere dünyâda hiç bir fâide vermemesidir. Hayâtda her gün mücâdele etmek zorunda olan veyâ başına gelen muhtelif hâdiselere nasıl karşı koyacağını, nasıl hareket etmek îcâb etdiğini bilmiyen vasat düşünceli bir insana, budizmin hiç yardımı olmaz. Böyle bir insan, bu dîni anlıyamaz ve bu dinden hiç fâidelenemez. Hâlbuki islâm dîni, böyle değildir. İslâmiyyet, herkesin anlıyabileceği, sâde, insânî ve ilâhî bir dindir. Bu din, insan hayâtının bütün safhalarına nüfûz eder ve müslimânlara her bir hâdise karşısında, nasıl hareket etmek lâzım geldiğini öğretir. İslâmiyyetde esâs, temizlikdir. İslâmiyyet, rûhu temiz olan insanların en mükemmel rehberidir. İslâmiyyet, o kadar mantıkîdir ki, en câhil bir insan bile, onun ne dediğini anlar. İslâmiyyetde, diğer dinlerde olduğu gibi, imtiyâzlı bir râhibler sınıfı ve râhib inhisârı (monopolu) yokdur. Benim kanâ atimce, Japonyada islâmiyyetin yayılması çok kolay olacakdır. Belki başlangıçda, ba zı müşkilât meydâna çıkacakdır. Fekat, bu mâni ler izâle edilebilir ve Japonlar müslimân olmağa başlarlar. Bu işi yapmak için, her şeyden önce Japonlara hakîkî müslimânlığı tanıtmak lâzımdır. Japonlar, gün geçdikçe maddîleşiyorlar. Fekat, bundan memnûn değildirler ve rûhlarındaki boşluğu his etmekdedirler. Onlara islâm dîninin yalnız rûhânî bilgiler verdiğini değil, aynı zemânda, insanlara dünyâda yapacakları bütün işler, sürecekleri hayât için de tâm ve mükemmel bir rehber olduğunu öğretmek îcâb eder. İkinci iş olarak, Japonyaya bu neşriyyâtı yapabilecek kudretde, çok bilgili hakîkî müslimânların gelmesi lâzımdır. Ne yazık ki, Japonyaya muhtelif müslimân memleketlerinden gelen talebeler, bu mühîm vazîfeyi yapabilecek kudretde değildir. Bunlarla temâs etdiğim zemân, onların kendi dinleri hakkında bilgi sâhibi olmadıklarını, hattâ kendi dinlerine tâbi olmadıklarını, büyük bir teessür ile gördüm. Bunlar bize rehber olamazlar. Bunlar garb dünyâsına hayrân olan, Avrupa terbiyesi almış, batılıların kolejlerinde, papaz mekteblerinde okumuş kimselerdi. İslâmiyyet hakkında 237
238 hiçbir şey bilmiyorlardı. İslâm dîninin Japonyaya yayılması mes elesini bütün müslimânlar ciddiyyet ile düşünmeli ve yukarıda da söylediğim gibi, bizim memlekete hakîkî âlimler göndermelidirler. Bu gelen müslimânlar, Japonlara yalnız lafla değil, kendi hâl ve hareketleri ile de bir İslâm nümûnesi olmalıdır. Biz Japonlar, sulha, hakîkate, doğruluğa, samîmiyyete, fazîlete müştâkız. Gün geçdikçe, bu güzel hasletlerimizi gayb ediyoruz. İşte, ancak İslâmiyyet, bizim imdâdımıza yetişebilir ve bizi harâb olmakdan kurtarabilir. Müslimânlar büyük ve tek hâlık Allahü teâlâya îmân eder. Japonların da böyle bir îmâna ihtiyâcları vardır. İslâmiyyet (sulh) demekdir. Japonlar kadar sulh istiyen bir başka millet yokdur. Sulha ve huzûra kavuşmak için kendisi (sulh) demek olan İslâmiyyeti kabûl etmek îcâb eder. İslâmiyyet, insanlar ile sulh ve se âdet içinde berâber bulunmak ve Allahü teâlânın emrlerine teslîm olmak demekdir. Bütün müslimânlar, birbirinin kardeşleridir. İnsanlık, ancak islâmiyyet sâyesinde felâketlerden ve vahşetden kurtulacakdır. 35 Bayan FATMA KAZUE (Japon) İkinci Cihân Harbinden sonra, dînimize olan rağbetin gitdikçe za îflemekde olduğunu görüyordum. Japonlar, yavaş yavaş Amerikalıların hayât tarzına alışıyorlardı. Bu hayât tarzı, insanın dinle alâkasını azaltıyor, onu bir makina hâline sokuyordu. Fekat, böyle maddîleşen insanlarda bir büyük nâkısa vardır. Ben bu eksikliği his ediyordum. Rûhumda bir boşluk vardı. Bu hayât tarzından memnûn değildim. Fekat, noksan olan neydi, bunu anlamağa imkân bulamıyordum. Bir müddet kalmak için, Tokyoya gelen bir müslimânı ziyâret etdim. Onun din hakkındaki sözlerine ve ibâdet tarzına son derecede hayrân oldum. Ona birçok süâller sormağa başladım. Verdiği cevâblar, hem beni memnûn ediyor, hem de rûhumdaki boşluğu dolduruyordu. O, bir tek hâlık [yaratıcı] olduğunu, bu yaratıcının, se âdet ve selâmet ile yaşamamız için neler yapmamız lâzım geldiğini bize bildirdiğini, kendisinin de, onun emrlerine uygun olarak yaşadığını anlatdı. Bu sözler, benim üzerimde o kadar derin bir te sîr yapdı ki, ben de onun dînini kabûl etmek istediğimi bildirdim ve onun rehberliği ile müslimân oldum. Müslimân ol- 238
239 dukdan sonra, yaratana bu kadar yakın olarak yaşamanın ne büyük bir se âdet olduğunu kalbimde his etmeğe başladım. Hayât tarzım değişdi ve huzûra kavuşdum. Müslimânlığın hak din olduğunu anlamak için, birbirlerine selâm verişlerine dikkat etmek yeter. Biz birbirimize (Gün aydın) veyâ (geceler hayr olsun) der geçeriz. Bu kuru, maddî sözlerin yerine, müslimânlar birbirlerine, (Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühu) derler ki, bunun ma nâsı, (Huzûr ve selâmet, Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun) demekdir. Bundan dahâ güzel bir söz, bir selâm tarzı düşünülebilir mi? Müslimân arkadaşım, bana müslimânların nelere îmân etdiği, islâmiyyetin hangi esâslara dayandığı ve nasıl ibâdet edildiği hakkında birçok kıymetli ma lûmât verdi. Bunlar çok sâde, çok mantıkî ve insânî idi. Gördüm ve inandım ki, İslâmiyyet, temiz, sâde, mantıkî ve sulh içinde bir hayâtı mümkin kılan bir dindir. Gerek şahsî, gerek ictimâ î hayâtda, insanların sulh ve sükûna kavuşabilmeleri için, bu dîne tâbi olmaları lâzımdır. Bunun için, kendim sulh ve selâmete kavuşdukdan sonra, bütün âilem ferdlerini, dostlarımı, ahbâblarımı müslimân olmağa kavuşdurmak için çalışıyorum. 36 THOMAS İRVİNG (Kanadalı) Niçin müslimân olduğumu size bildirmek için, müslimân olmadan evvel ve müslimân oldukdan sonra, neler his etdiğimi ve müslimânlık ile nasıl temâs edip, bundan nasıl feyz aldığımı anlatmam îcâb etmekdedir. Her şeyden evvel, şunu bildireyim ki, binlerce Kanadalı ve Amerikalı, benim, müslimân olmadan evvel, düşündüğüm gibi düşünmekde, aynı noksanlığı duymakda, kendilerine hakîkî müslimânlığı öğretecek Ehl-i sünnet âlimlerini beklemekdedir. Ben çocuk iken, dînim olan hıristiyanlığa iki elimle sarılmışdım. Çünki din, benim için rûhî bir ihtiyâcdı. Fekat büyüdükçe, hıristiyanlıkda birçok noksanlıklar bulunduğunu görmeğe başladım. Îsâ aleyhisselâmın hayâtı ve Onun [hâşâ] Allahın oğlu olduğu hakkında verilen bilgiler, bana hurâfe, hayâlî şeyler gibi geliyordu. Çünki aklım kabûl etmiyordu. Kendi kendime, (Eğer hıristiyanlık, hak din ise, niçin dünyâda hıristiyan olmayan birçok insan var? Niçin yehûdîlerle hıristiyanların esâs din kitâbları birbirinin aynı iken, diğer husûslarda birbirlerinden ayrılmışlar? Hıristiyan olmıyanlar, başka hiç bir kabâhat işlemedikleri hâlde, ni- 239
240 çin mahv ve perîşân olacaklar? Birçok milletler, niçin hemen hıristiyan olmuyorlar?) gibi süâller soruyordum. Bu esnâda Hindistânda vazîfe görmüş olan bir misyonere tesâdüf etdim. O bana, (Müslimânlar çok inatçıdır. Ne kadar uğraşsam, onları aslâ hıristiyan yapamıyorum. Onlar hakîkî dînin hıristiyanlık değil, müslimânlık olduğunu ileri sürüyor ve dinlerini değişdirmek için yapdığım bütün gayretlerim netîcesiz kalıyor) diye dert yandı. Bu sözler, müslimânlık hakkında duyduğum ilk ta rîf oldu. İçimde, hem müslimânlığa karşı bir merak, hem de dinlerine bu kadar sâdık olan müslimânlara karşı büyük bir takdîr hissi uyandı. (Şu müslimânlığı biraz yakından tedkîk edeyim) dedim. Üniversitede (Şark Edebiyyâtı) derslerini ta kîbe başladım. Şarklıların, bizim inandığımız (üç tanrı) akîdesini red ederek, akl-ı selîme tam muvâfık olan (Tek Allah) akîdesini kabûl etdiklerini gördüm. Îsâ aleyhisselâm, kendi dînini neşr ederken muhakkak, bir tek Allahdan ve kendisinin yalnız Onun bir kulu ve Peygamberi olduğundan bahs etmişdi. Onun bahs etdiği Allah, muhakkak, merhametli bir Allah olmalıydı. Hâlbuki, bu güzel ve doğru îmân, birtakım ma nâsız efsâneler, sonradan eklenen hurâfeler, puta tapanların hıristiyanlığa sokduğu bid atler arasında gayb olup gitmiş, merhametli ve müşfik tek Allah yerine, kendisine ancak râhibler vâsıtası ile erişilebilinen, insanları dahâ doğarken günâhkâr halk eden bir üçlü tanrı zuhûr etmişdi. O hâlde, sâf ve temiz (tek Allah) akîdesini insanlara tekrâr telkîn için yeni bir dîne, yeni bir Peygambere lüzûm vardı. Avrupa, o sıralarda yarı barbar bir hâldeydi. Bir tarafdan vahşî kavmler memleketleri isti lâ ediyor, bir tarafdan ufak bir zümre, din perdesi altında, her dürlü kötülüğü, fenâlığı yapıyordu. İşte insanlık böyle feci bir hâlde iken ve temâmiyle putperestliğe ve dinsizliğe dönmüşken, Îsâ aleyhisselâmdan [târîhcilere göre] altı asr sonra, şarkda Allahü teâlânın son Peygamberi Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem zuhûr ederek, insanlara hakîkî Allahın hakîkî dînini telkîne başladı ki, bu dînin esâsını, tek hâlıka îmân etmek teşkîl ediyordu. Ben bunları okuyup öğrenince, Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin, Allahü teâlânın son ve hakîkî Peygamberi olduğuna inandım. Çünki: 1) Yukarıda da söylediğim gibi, insanların yeni bir Peygambere ihtiyâcları vardı. 2) Benim, Allahü teâlâ hakkındaki bütün düşüncelerim, bu büyük Peygamberin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem neşr etdiği dîne temâmen uyuyordu. 240
241 3) Kur ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğunu, onu okuduğum zemân hemen his etmişdim. Kur ân-ı kerîmin bildirdikleri ile Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin hadîs-i şerîfleri [sözleri] beni her cihetden tatmîn ediyor, rûhumu huzûra kavuşduruyordu. İşte, bunun için müslimân oldum. Emîn olunuz ki, yukarıda da beyân etdiğim gibi, binlerce Amerikalı ve Kanadalı, hıristiyanlıkdaki noksanları ve yanlışlıkları benim gibi his etmekdedir. Amma ne çâre ki, onlar benim gibi İslâm dînine tâm nüfûz etmek imkânını bulamamışlardır ve bir rehbere muhtâcdırlar. İslâmiyyete böylece îmân etdikden sonra, müslimânlık hakkında neşr edilmiş olan kitâbları tedkîk etmeğe başladım. Bu husûsda, burada tavsiye edebileceğim birkaç eserden bahs etmek isterim. Hindli bir hayr sâhibi bana Q.A.Jairazby H.W.Lovlegroveun (What is İslâm = İslâm nedir) adlı kitâbını yolladı. Bu kitâbı bilhâssa tavsiye ederim. İçinde çok sâde, çok pratik ve çok doğru bilgiler vardır. Bu kitâb, İslâmı en iyi ta rîf eden bir kitâbdır. Bunun bütün dünyâya dağıtılması, İslâmiyyetin intişârı cihetinden çok fâideli olur. Bundan sonra, Maulvi Muhammed Alînin İngilizce Kur ân-ı kerîm tercemesini okudum ve beğendim. Bunlardan başka, dahâ ba zı kitâbları da okudum ve İslâmiyyet hakkında neşriyyat yapan mecmû aları da ihmâl etmedim. Montrealda islâmiyyet hakkında neşr olunmuş birçok Fransızca eserler buldum. Bunların bir kısmı İslâmiyyetin lehinde, bir kısmı ise aleyhinde yazılmışdı. Fekat aleyhde yazılı eserlerde bile, İslâmın büyüklüğü gizlenemiyordu. Bunlar bile, bu dînin hak din olduğunu bana bir kerre dahâ isbât ediyordu. TENBÎH: (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbını hâzırlayan biz, Hakîkat Kitâbevi, İslâm dînini doğru olarak öğrenmek istiyen temiz insanlara hizmet etmek için, İngilizce, Fransızca, Almanca ve dahâ başka dillerde kitâblar hâzırladık. Bunların hepsi büyük ve hakîkî islâm âlimlerinin eserlerinden toplanan bilgilerden meydâna gelmişdir. Bu kitâbların ismleri, bâzı kitâblarımızın sonunda bildirilmişdir. Adresi, kitâbımızın başında yazılı olan (Hakîkat Kitâbevi)nden, mektûbla isteyenlere hemen gönderilmekdedir. Bu kitâbları dikkat ile okuyan insâflı her insanın islâm dînine samîmî olarak îmân edeceğine ve seve seve müslimân olacağına inanıyoruz. Çünki İslâm dîni, akl-ı selîm sâhiblerinin kabûl edeceği akîdelerden ve ahkâmdan ibâretdir. Akl-ı sakîm sâhibleri, rûhları hasta olanlar, nefslerine düşkün olanlar, yalnız kendi çıkarlarını düşünenler, İslâm dînini idrâk ve takdîr edemez. 241 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-16
242 37 Prof. Dr. ABDÜLKERÎM GERMANUS (Macar) (Prof. Dr. Germanus, Budapeşte Üniversitesinde Şark ilmleri profesörü olup, bütün dünyâca meşhûrdur. Kendisi Birinci ve İkinci Cihân Harbleri esnâsında Hindistânı gezmiş ve bir müddet Tagorenin idâre etdiği (Şanti Naketen) Üniversitesinde hocalık yapmışdır. Bundan sonra, Delhîye gelmiş ve (Câmi a-i Milliyye)de müslimân olmuşdur. Prof. Germanus bilhâssa Türk lisânı ve Türk edebiyyâtı üzerinde büyük bir nüfûz sâhibi [otorite] kabûl edilmekdedir.) Dahâ yeni delikanlı olmuşdum. Yarı çocuk sayılırdım. Yağmurlu birgün, elime eski bir resmli dergi geçdi. Bunda uzak memleketlere âid resmler bulunuyordu. Sahîfeleri kaydsızca çevirirken, birdenbire bir resme gözlerim takıldı. Bu resmde birtakım tek katlı küçük evler, bunların etrâfında, içinde güller bulunan bağçeler vardı. Evlerin damları üzerinde bizim bilmediğimiz biçimde birtakım güzel elbiseler giymiş insanlar oturuyor ve bir yarım ayın ancak aydınlatdığı alaca karanlık semâ altında kendileri ile sohbet eden birisini dikkat ile dinliyorlardı. İnsanlar, elbiseler, evler, bağçeler Avrupadakilerden temâmen farklı idi. Resm altında bulunan ifâdeden anlaşıldığına göre, bu resm, Arabistânda, küçük bir şehrde, bir meddâhı dinleyen Arabları gösteriyordu. Ben, o zemân onaltı yaşındaydım. Macaristanda, koltuğa kurulmuş bir üniversite talebesi Macar olarak, bu resme bakdıkça, kendimi sanki orada, o Arabların yanında, meddâhın tatlı ve gür sadâsını duyuyor, bundan zevk alıyordum. Bu resm, hayâtıma bir istikâmet verdi. Hemen Türkçe öğrenmeğe başladım. Çünki artık şark ile alâkam hâsıl olmuşdu. Türkçe öğrendikçe, farkına vardım ki, Türk dilinde Türkçe kelimeler azdır ve Türkçenin şi ri, Fârisî, nesri ise, Arabî ile takviye edilmişdir. O hâlde şarkı iyice anlamak için, bu iki dili de öğrenmek îcâb ediyordu. İlk Üniversite ta tîlinde Macaristana en yakın olan Bosnaya gitmeğe karar verdim. Hemen yola çıkdım. Bosnaya gelince, bir otele iner inmez (Buradaki müslimânlar nerede bulunur?) diye sordum. Bana bir yer ta rîf etdiler. Oraya gitdim. Türkçeyi dahâ ancak yarım yamalak biliyordum. Acabâ Türklerle anlaşabilecek miydim? Müslimânlar, kendi mahallelerinde, bir kahvede toplanmışlar, keyf çatıyorlardı. Bunlar şalvarlı, bellerinde kuşak ve kuşağın içinde parlak kınlı hançerler bulunan ciddî sûretli, iri yarı insanlardı. Başlarındaki sarık- 242
243 lar ve geniş şalvarları ile hançerleri, onlara biraz acâib bir görünüş veriyordu. Ben, biraz mahcûb, biraz korkak bir hâlde kahveden içeri girerek, bir köşeye büzüldüm. Biraz sonra, onların kendi aralarında gizli gizli hafîf sesle konuşduklarını ve gözleri ile bana işâret etdiklerini gördüm. Muhakkak benden bahs ediyorlardı. Aklıma, Macaristanda işitdiğim ve müslimânların hıristiyanları nasıl öldürdüklerini anlatan hikâyeler geldi. (Şimdi yerlerinden kalkacaklar, hançerlerini çekerek beni boğazlıyacaklar) diye düşünüyor, buraya geldiğime bin kerre pişmân oluyordum. Nasıl firâr edeceğim diye plânlar yapıyor, fekat, korkudan yerimden kımıldayamıyordum. Birkaç dakîka sonra, garson bana güzel kokulu bir fincan kahve getirdi. İşâretle, bunun bana kendilerinden, o kadar korkduğum müslimânlardan ikrâm edildiğini bildirdi. Korka korka onlara bakdığım zemân, onlardan biri samîmî ve tatlı bir gülümseme ile bana bakarak selâm verdi. Ben de korkudan titreyen dudaklarımla gülümsemeğe çalışarak selâmına mukâbele etdim. Benim düşmân zan etdiğim bu adamlar, yerlerinden kalkarak yanıma geldiler. Kalbim hâlâ şiddet ile çarpıyor, (şimdi bana saldıracaklar) diye bekliyordum. Hâlbuki, hepsi dostça etrâfıma dizildiler. Tekrar selâm verdiler. Biri sigara uzatdı. Sigarayı yakarken, kibritin verdiği ışıkda, uzakdan vahşî görünen bu adamların yüzlerinde çok mubârek bir ifâde olduğunu hayret ile gördüm. Korkum biraz zâil oldu. Pek noksan Türkçem ile onlarla konuşmağa gayret etdim. Dahâ ağzımdan ilk Türkçe kelimeler çıkarken, onların yüz ifâdeleri büsbütün güzelleşdi. Artık dost olmuşduk. Hançerle saldıracak zan etdiğim kimseler, beni evlerine da vet etdiler. Birçok ikrâmlarda bulundular. Bana şefkat ellerini uzatdılar. Onlar yalnız benim istirâhatımı, iyiliğimi istiyorlardı. İşte müslimânlarla ilk muârefem [tanışmam], böyle oldu. Ondan sonra, birçok hâdiseler birbirlerini ta kîb etdi. Her yeni hâdise, gözümde başka bir perdeyi açdı. İslâm memleketlerini birer birer ziyâret etdim. Bir müddet, İstanbul Üniversitesinde okudum. Anadolunun ve Sûriyenin güzel yerlerini ziyâret etdim. Bu arada Türkçeden başka, Arabî ve Fârisî de öğrenmiş olduğumdan, Budapeşte Üniversitesi beni (İslâm Eserlerini Araşdırma) Enstitüsüne profesör olarak ta yîn etdi. Üniversitede asrlardan beri toplanmış birçok eski eserleri buldum. Bunları incelemeğe başladım. Pekçok güzel şeyler öğrendim. Bu esnâda, İslâm dîni hakkında da bilgiler topluyordum. Bunları inceledikce, İslâmiyyet kalbime nüfûz ediyor ve ben okuduğum kitâbların [bunların arasında özellikle Kur ân-ı kerîm ile 243
244 Hadîs-i şerîf kitâblarının] te sîri altında kalıyordum. Nihâyet, tekrar şarka giderek bu sefer islâm dînini çok yakından tedkîk etmeğe karâr verdim. Bu seferki seyâhatim, beni Hindistâna götürdü. Rûhum boşdu. Rûhum susamışdı. Delhîye geldiğim gece, rü yâmda Muhammed aleyhissalâtü vesselâm bana göründü. Üzerinde sâde, fekat çok kıymetli bir elbise vardı. Bu elbiselerden bana doğru, çok güzel bir koku geliyordu. Kibâr, çok güzel, sevimli, parlak yüzü ve nûr saçan tatlı gözleri karşısında, dilsiz kalmışdım. Bana çok tatlı, fekat emr edici bir sesle ve arabî olarak, (Neden üzülüyorsun? Önündeki yolu artık biliyorsun. Doğru yolun hangisi olduğunu seçecek bir seviyeye vardın. Hiç durma ve hemen o yola gir!) buyurdu. Bütün vücûdüm titriyordu. Kendisine arabî olarak, (Yâ Resûlallah sallallahü aleyhi ve sellem! Sen Allahın Peygamberisin! Ben artık buna inandım. Fekat acabâ müslimân olursam huzûra kavuşacak mıyım? Sen çok büyük bir varlıksın! Sen, bütün düşmanlarını yendin ve dâimâ doğru yolu gösterdin! Fekat, ben zevallı, âciz bir kul, göstereceğin yolda bulunabilecek miyim?) dedim. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ciddî ciddî bana bakdı ve yavaş yavaş Kur ân-ı kerîmden meâl-i şerîfi, (Biz dünyâyı size bir mesken, dağları da dayanak olarak yaratmadık mı? Sizleri çift olarak dünyâya getirdik ve size dinlenmek için, uyku ni metini verdik) olan, Nebe sûresinin yedi, sekiz, dokuz ve onuncu âyetlerini okudu. Bunları söylerken, ağzından çıkan kelimeler, gümüş çıngırakların sesi gibi, tatlı tatlı çınlıyordu. Kan ter içinde kalmışdım. (Allahım, ben artık uyuyamıyorum, etrâfımda bulunan ve kalın örtüler içinde saklı duran muammaları [anlaşılmaz şeyleri] çözemiyorum. Yâ Resûlallah, yâ Muhammed aleyhissalâtü vesselam! Bana yardım et, beni aydınlat!) diye bağırmağa başladım. Bir yandan da, o büyük Peygambere sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem eziyyet vermekden korkuyordum. Buğazımdan anlıyamadığım sadâlar çıkıyor, çırpınıyordum. Nihâyet, kendimi bir boşluğa yuvarlanıyormuş gibi his etdim ve tere batmış bir hâlde uyandım. Kalbim şiddet ile atıyor, kulaklarım çınlıyordu. Cum a günü, Delhîde Şâh cihân câmi inde şöyle bir hâdise oldu. Sarı saçlı, donuk beyâz yüzlü yabancı bir genç, ba zı yaşlı müslimânların arasında câmi e giriyordu. Bu bendim. Üzerimde bir Hindli elbisesi vardı. Yalnız, göğsüme bana İstanbulda verilen bir altın madalyayı takmışdım. Câmi deki müslimânlar, bana hayret ile nazar ediyorlardı. Ben ve arkadaşlarım minberin yakınına vâ- 244
245 sıl olduk. Biraz sonra, ezân sesi duyulmağa başladı. Câmi in içinde bulunan yaklaşık 4000 kişinin, sanki bir ordu gibi sür at ile bir hizâya geldiğini gördüm. Nemâz başlamışdı. Ben de onlarla berâber nemâza durdum. Bu benim için unutulmaz bir ân idi. Nemâz bitip hutbe de okundukdan sonra, Abdülhay beni elimden tutarak minbere götürdü. Minbere giderken, yere bağdaş kurmuş olanlara çarpmamak için, son derece dikkat ediyordum. Nihâyet minberin yakınına vâsıl oldum ve merdivenlerini çıkmağa başladım. Dahâ ilk adımlarımı atdığım zemân, beyâz sarıklar altında bulunan birçok yüzlerin, tarla içindeki papatyalar gibi, bana çevrildiğini görüyordum. Minber etrâfında toplanmış olan ulemâ bana teşvîk edici nazarlarla bakıyorlardı. Onların bu bakışı, lâzım olan kuvveti bana veriyordu. Minbere çıkdım. Etrâfıma bakdım. Önümde mu azzam bir insan denizi vardı. Herkes başını kaldırmış, dikkat ile beni dinliyordu. Ağır ağır ve arabî olarak söze başladım. (Ey burada hâzır bulunan çok muhterem insanlar! Ben buraya uzak bir memleketden, orada öğrenemiyeceğim şeyleri öğrenmek için geldim. Burada maksadıma kavuşdum ve rûhum huzûr ile doldu.) Sonra, onlara, târîhde islâmiyyetin aldığı mevki, Allahü teâlânın, büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın elinde muhtelif mu cizeler yaratdığını, bugün islâm devletleri, eski kudretlerini gayb etmişlerse, bunun sebebinin, müslimânların, dinlerine, îcâb eden ri âyeti göstermemeleri olduğunu anlatdım. Ba zı müslimânların, çok kerre insanın kendi başına birşey yapamıyacağını, bunun için, çalışmağa lüzûm olmadığını, çünki her şeyin Allahü teâlâdan geldiğini, insanın bunu değişdiremiyeceğini söylediklerini, hâlbuki, Kur ân-ı kerîmde, Allahü teâlânın (İnsanlar kendilerini düzeltmedikce, hiçbir şeyin düzelmiyeceğini ve kendileri gayret etmezlerse, hiçbir şeyi başaramıyacaklarını), (Çalışanlara yardım edeceğini) beyân buyurduğunu ilâve etdim. Kur ân-ı kerîmde, insanların dâimâ çalışması, âciz kalmaması hakkında yazılı olan âyet-i kerîmeleri ele alarak, bunları birer birer îzâh etdim. Nihâyet, muhtasar bir düâ yaparak minberden indim. Minberi terk ederken, gök gürültüsü gibi, bir ALLAHÜ EK- BER!! sesi câmi i çınlatdı. Büyük bir heyecân içindeydim. Etrâfımı göremiyordum. Refîkım Aslanın beni kolumdan tutarak sür at ile câmi den çıkardığının farkına vardım. (Neden böyle acele ediyoruz?) diye sordum. (Arkana bak!) dedi. Başımı arkaya çevirdim. Aman Allahım, bütün cemâ at arkamdan koşarak bana yetişmeğe çalışıyordu. Yanıma geldiler. Bir kısmı boynuma sarıla- 245
246 rak beni kucaklıyor, bir kısmı ise, elimi öpmeğe çalışıyordu. Başka bir kısmı, onlara düâ etmemi taleb ediyordu. (Allahım, benim gibi çok âciz bir kulun, onların gözünde âlî bir insan olarak görünmesine müsâade etme!) diye yalvarıyordum. O kadar mahcûb olmuşdum ki, kendimi bu temiz müslimânların malını çalmış veyâ onlara hıyânet etmiş zan ediyordum. İşte o gün anladım ki, halkın beğendiği bir politikacının eline mu azzam bir kuvvet geçiyor! Eğer böyle bir politikacı, halkın ona verdiği kuvveti fenâ kullanırsa, memleket harâb olur. O gün, bütün müslimân kardeşlerime, çok âciz bir kul olduğumu söyliyerek evime döndüm. Fekat onların dostluğu, sevgisi, bana karşı gösterdikleri hürmet, haftalarca devâm etdi. Bana, o kadar büyük bir sevgi gösterdiler ki, bunun te sîri, hayâtımın sonuna kadar bana kâfî gelecekdir. 38 İBRÂHÎM VOO (Malayalı) Ben, müslimân olmadan evvel katolik bir hıristiyandım. Misyonerler beni katolik yapmışdı. Fekat, bu dîne bir dürlü ısınamıyordum. Çünki, râhibler, üç Allaha inanmaklığımı istiyorlar ve sonra İşâ-i rabbânîyi ya nî [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmek ve kanının şerâb olduğunu temsîl eden âyini] ve kudsî ekmeğe tapmak mecbûriyyetini emr ediyorlardı. Papanın, günâhsız olduğunu ve o ne derse yapmak îcâb etdiğini ve buna benzer aklın kabûl etmediği birçok şeyleri öğretiyorlar, bilhâssa hıristiyanların islâm dînine düşman olmaları lâzımdır, diyorlardı. Bunlara inanılmazsa, insanın mahv ve perîşân olacağını söylüyorlardı. Râhiblerden, söyledikleri şeylerin ne demek olduğunu soruyor, onlardan aklımın kabûl edeceği bir îzâh bekliyordum. Fekat hiç biri, bu husûsda tafsîlat veremiyor, (Bunlar kudsî sırlardır. Kimsenin aklı ermez) demekle iktifâ ediyorlardı. Bir insan aklı ermediği bir şeyi nasıl kabûl ederdi? Ben yavaş yavaş bu işde bir sakatlık olduğunu, hıristiyanlığın doğru bir din olmadığını düşünüyor ve ondan büsbütün nefret ediyordum. Hele, râhiblere başka bir dinden, meselâ islâmiyyetden bahs edilse, hemen ifrit kesiliyorlar, (Muhammed bir yalancıdır. İslâm uydurma bir dindir) diye bar-bar bağırıyorlardı. (Peki, bu din, niçin yalancı bir dindir?) diye sorduğum zemân, buna da bir cevâb veremiyorlar, kekeliyorlardı. Onların bu hâli, beni islâm dînini yakından tedkîk etmeğe sevk etdi. Malayada bulunan müslimânlarla temâs etdim. Onlardan dinleri hakkında bilgi taleb eyledim. Bunlar râhiblere hiç benzemiyordu. Bana islâmiyyet hakkın- 246
247 da çok güzel ma lûmat verdiler. Şunu da sözlerime ilâve edeyim ki, başlangıçda kendileri ile adamakıllı münâkaşa etdim. Fekat onlar, benim bütün süâllerime o kadar inandırıcı cevâblar verdiler, bunları o kadar metânet ve sabrla karşıladılar ki, yavaş yavaş gözümün önünde bir perde açıldığını, içime büyük bir huzûr ve ferâhlık geldiğini his ediyordum. Birçok hurâfelerle dolu olan hıristiyanlığın tam aksine, bu dinde herşey akla uygun, mantıkî ve fikrî idi. Müslimânlar tek bir hâlıka [yaratıcıya] inanıyorlardı. Bu büyük yaratıcı, insanların günâhkâr olduğunu söylemiyor, onlara ni metini bol bol ihsân ediyordu. Verdiği emrler arasında, benim anlamadığım tek şey yokdu. İbâdetleri, sırf Allahü teâlâya hamd etmek içindi. Onlar muhtelif resmlere, işâretlere tapmıyorlardı. Kudsî kitâbları olan Kur ân-ı kerîmin her âyetinin lezzetini rûhumda duyuyordum. İbâdet için muhakkak bir ma bede gitmek mecbûriyyeti yokdu. İnsan, evinde yâhud herhangi bir yerde ibâdet edebilirdi. Bütün bunlar, o kadar güzel, doğru ve insânî şeylerdi ki, ben artık, hakîkî Allah dîninin, müslimânlık olduğunu kabûl etdim ve seve seve müslimân oldum. 39 İSMÂ ÎL WİESLEW ZEJİLERSKİ (Polonyalı) 1900 senesinde Polonyada Krokov şehrinde doğdum. Âilem Polonyanın ismi târîhe geçen meşhûr bir âilesidir. Babam tam bir ateist [dinsiz] idi. Fekat, buna rağmen çocuklarının katolik terbiyesi almasına izn vermişdi. Polonyada çok katolik vardı. Annem de koyu bir katolik olduğundan, bizim de katolik olarak yetişmemizi istiyordu. Ben, dîne karşı büyük bir saygı sâhibi idim. Gerek ferdin, gerek cem ıyyetin hayâtında dînin en mühim bir rehber olduğuna inanıyordum. Bizim âile, sık sık yabancılarla görüşürdü. Babam gençliğinde, çok seyâhatlar yapmış ve birçok ecnebî ahbâblar te mîn etmişdi. Bundan dolayı biz, diğer ırklara, medeniyyetlere, dinlere karşı bir saygı besliyorduk. Kimseyi kimseden ayırmaz, her millete, her ırka, kısaca her insana karşı hürmet duyardık. Ben kendimi Polonyalı değil, dünyâ vatandaşı sayardım. Âilemin dünyâ işlerinde düşüncesi, tam (orta yolu tutmak) fikrine dayanıyordu. Babam, hiçbir iş görme âdeti olmıyan aristokrat [imtiyâzlı] bir sınıfdan gelmiş olmasına rağmen, tenbelliği, işsizliği hiç sevmez, herkesin muhakkak bir işi olmasını tavsiye ederdi. Diktatörlüğün temâmiyle aleyhinde idi. Fekat, dünyâda 247
248 kurulmuş olan nizâmı ve intizâmı bozacak bir sosyal inkılâbı [devrimi] da aslâ kabûl etmiyordu. Eski zemânın getirdiği âdetlere büyük bir saygısı vardı. Bunların bozulmasını istemiyordu. Kısaca, babam kurûn-u vüstânın [Orta çağın] modernleşmiş ve orta yoldan yürüyen bir şövalyesi idi. Babamın bana verdiği hür terbiye, beni bir müdekkık [araşdırmacı] yapmış, sosyal mes eleleri araşdırmağa başlamışdım. Dünyâda çözülmesi lâzım birçok sosyal, siyâsî, ekonomik problemler vardı. Bunları çözmek ve doğru yolu bulmak için ne yapmak gerekiyordu? Görüyordum ki, insanlar bu işlerde birbirinden çok uzak iki cebheye ayrılmışdı. Bir tarafda kapitalizm, diğer tarafda komünizm. Bir tarafda baskı ve terör, diğer tarafda temâmen başıboşluk. Hâlbuki, insanların râhat ve huzûr içinde yaşaması için, bu iki cebhenin bir anlaşmaya varması ve orta bir yol bulması îcâb ediyordu. Benim kanâatime göre insan cem iyyeti, hür, fekat disiplinli, bugünkü hayât şartlarına uygun, fekat eski âdetlere de saygılı bir esâsa dayanmak zorunda idi. (Tam orta yolda yürümek) prensiplerine uygun olarak yetişdirilen, benim gibi bir insanın böyle düşünmesi gâyet tabî î idi. Bize (İlerlemiş muhâfazakârlar = Progressive Traditionalist) adını koymuşlardı. Onaltı yaşına basdığım zemân, (Acaba katolik dîni, bu esâsı kuramaz mı?) diye düşünmeğe başladım. Bunun için, katolik dînini dahâ yakından inceledim. O zemân, kilisede bana telkîn edilen akîdelerin ba zısının, bir dürlü aklıma yatmadığını gördüm. Bunların en başında üç tanrı mes elesi geliyordu. Sonra İşâ-i rabbânî [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmeğe, kanının şerâba dönmesi] inancı, Allahü teâlâya düâ ederken, muhakkak araya bir papaz koymak mecbûriyyeti ve bizim gibi bir insan olan Papanın, günâhsız olduğu iddi âsı, ya nî ona bir nev tanrılık verilmesi, birtakım işâret, resm ve heykellere, ibtidâî insanlar gibi tapılması, birtakım garîb hareketler yapılması, beni yavaş yavaş hıristiyanlıkdan nefret duymağa sevk etdi. Bu dînin insânlığı felâketlerden halâs etmesi şöyle dursun, esâsı çürük ve hiçbir kıymeti olmıyan bâtıl bir inanış olduğunu düşünmeğe başladım. Artık dîne karşı temâmen kayıdsız kaldım. İkinci Cihân Harbinden sonra, içimde tekrâr bir dîne inanma ihtiyâcı duydum. Farkına vardım ki, insanlık hiçbir zemân dinsiz kalamaz. İnsanların rûhu dîne muhtacdır. Din, en büyük rehber, en derin tesellî menbâ ıdır. Dinsiz insan mahv olmağa mahkûmdur. İnsanlara en büyük fenâlık, dinsizlikden gelmekdedir. Tâm ve mükemmel bir cem iyyet hayâtı yaşayabilmek için, insanların 248
249 birbirine bağlanması, doğru yolda yürümesi, ancak din sâyesinde mümkindir. Şunun da farkına vardım ki, bugünkü mütekâmil bir insan, bugünün hayât şartlarına, ilmin bugün erişdiği dereceye uymıyan, yalnız birtakım garîb fikrlerden ibâret olan ve akl-ı selîme uygun gelmiyen bir dîni de kabûl edemez. Hıristiyanlık dîni böyle idi. Acabâ diğer dinler nasıldır diye merak ederek, dünyâda bulunan bütün dinleri tedkîk etmeğe karâr verdim. Amerikalı Quakerlerin dînini, Unitarianları, hattâ Behâîleri bile tedkîk etdim. Fekat bunların hiçbiri, beni temâmiyle tatmîn etmedi. Nihâyet İslâmiyyeti keşf etdim. Elime Esperanto lisânında yazılmış (İslâmo Esperantiste Regardata) isminde bir kitâb geçdi. Bu kitâbı, müslimân bir İngiliz olan, İsmâ îl Colin Evans neşr etmişdi. İşte bu kitâb, beni 1949 senesinde, müslimânlığa götüren rehber oldu. Onu okudum. Kâhirede (Dâr-ut-teblîg-ul-islâm) teşkilâtına mürâceat etdim ve onlardan müslimânlık hakkında ma lûmât istedim. Oradan bana gönderilen, gene Esperanto dilinde yazılmış (İslâmo Chies Religio) isminde bir kitâb, benim îmânımı temâmladı ve müslimân oldum. Müslimânlık, çocuklukdan beri taşıdığım düşünce, arzû ve temennîlerime tam cevâb vermekdedir. İslâmiyyetde hem hürriyyet, hem de disiplin vardır. İslâmiyyet, Allahü teâlâya karşı olan vazîfelerimizi sayarken, dünyâda da râhat ve huzûr içinde yaşamak için lâzım olan şeyleri bildirir. İslâmiyyet, bütün insanlar için, hattâ her canlı için, haklar tanır. İctimâ î mes elelerde, islâmiyyet en mühim problemleri en doğru tarzda çözmüşdür. Ben bir sosyolog olarak, islâmiyyetdeki (zekât) ve (Hac) vazîfelerinin büyüklüğüne ve mükemmelliğine hayrân kaldım. Kendisine, dünyâ malından fazla pay verilmiş kimsenin, malının belli bir kısmını fakîrlere dağıtması [zekât] ve zengin, fakîr, büyük rütbeli, küçük rütbeli, yaşlı, genç, tüccâr, esnâf, asker, bütün müslimânların bir araya gelerek yanyana Allahü teâlâya ibâdet etmeleri ve birbirini tanımaları [cemâ at ile nemâz ve hac], bugün sosyal ilmlerin erişmek istediği ve bir dürlü vâsıl olamadıkları yüksek gâyelere, islâm dîninin çokdan vardığını göstermekdedir. İslâm dîni bu sâyede, kapitalizm ile komünizm arasında en mükemmel vasat yolu göstermiş, bütün insanların arzûladığı husûsları te mîn etmişdir. İslâmiyyet, hangi ırk, hangi milliyyet, hangi sosyal derece, hangi renkden ve dilden olursa olsun, dünyâdaki bütün insanları bir araya getirebilen, onlara aynı hakları veren, servet farkını, ictimâ î [sosyal] yardımı ayarlayan, aynı zemânda onlara Allah korkusunu da aşılayarak, maddî ve mâ nevî disiplini sağlıyan mu azzam bir dindir. İslâ- 249
250 miyyetde tenkid edilen poligami [ya nî teaddüd-i zevcât, birkaç kadınla evlenmek] bile, insanların biyolojik ihtiyâcına göre bildirilmiş bir keyfiyyet olup, hiç bir zemân tek kadınla yaşamayan katoliklerin, iki yüzlü monogamisinden [tek kadınla evlenmek] dahâ dürüst bir hükmdür. Son söz olarak, Allahü teâlâya, bana doğru yolu gösterdiği ve beni kendi rızâsına kavuşduran hak yola kavuşdurduğu için hamd-ü senâ ederim. 40 MÜ MİN ABDÜRRAZZAK SELLİAH (Sri-Lankalı = Seylanlı) Bir zemânlar, islâmın en büyük düşmanıydım. Çünki, bütün âile efrâdım, bütün tanıdıklarım bana islâmın saçma sapan, uydurma ve insanı doğru Cehenneme götürecek bir din olduğunu söylüyor ve benim müslimânlarla konuşmamı men ediyorlardı. Ben de müslimânları gördükçe hemen kaçıyor, arkalarından onlara la net ediyordum. O zemânlar, rü yâmda, birgün bu dîni yakından tedkîk ederek ona hayrân kalacağımı ve müslimânlığı kabûl edeceğimi görseydim, muhakkak hayra yormazdım. Niçin müslimân oldum? Buna vereceğim cevâb çok kısadır. İslâmda beni kendisine çeken en büyük meziyyet, bu dînin çok sâde, tertemiz, gâyet mantıkî, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilen, bunun yanında, içinde çok derin nasîhatlar ve hikmetler bulunan bir din olmasıdır. İslâm dînini dahâ tedkîk etmeğe başlar başlamaz, benim üzerimde büyük bir te sîr yapdı ve onu hemen kabûl edeceğimi anladım. Ben hıristiyan terbiyesi gördüm. Elime verilen İncîlden dahâ kıymetli bir din kitâbı bulunmadığını zannediyordum. Fekat Kur ân-ı kerîmi okumağa başlayınca, bu kitâbın elimdeki İncîlden kat kat üstün olduğunu, bana İncîlin öğretmediği birçok güzel şeyleri öğretdiğini hayret ile gördüm. Hıristiyan dîninde, akl-ı selîmin kabûl edemiyeceği birçok efsâne, garîb i tikâdlar vardı. Kur ân-ı kerîm, bütün bunları red ediyor, insanlara onların anlıyacağı ve her bakımdan doğru bulacağı esâsları öğretiyordu. Yavaş yavaş İncîl gözümden düşmeğe başladı. Artık, iki elimle Kur ân-ı kerîme sarılmışdım. Onda okuduğum her şeyi anlıyor, beğeniyor, hayrân oluyordum. Demek oluyor ki, hak din, islâm dîni idi. Bunu idrâk edince, İslâmiyyeti kabûle karâr verdim ve îmân ederek huzûr ve sevgi dînine kavuşdum. 250
251 İslâmiyyetde en çok beğendiğim ve beni kendisine kuvvet ile cezb eden husûs, müslimânların birbirini kardeş kabûl etmesidir. Renk, ırk, meslek, milliyyet, memleket farkı olmadan, dünyâda bütün müslimânlar, birbirlerini kardeş bilirler, severler, birbirlerine iyilik etmeği, yardım etmeği mukaddes vazîfe kabûl ederler. İncîlin (Komşunu kendin gibi seveceksin) kâ idesi, ancak müslimânlarda vardır. Diğer dinlerin hiçbirinde yokdur. İslâmiyyetdeki kardeşlik, yalnız lafda kalan bir bağlılık değildir. Dünyâdaki bütün müslimânlar, her zemân, her yerde, birbirini tanısın, tanımasın, dâimâ el ele verirler, birbirlerine yardıma koşarlar. İslâmiyyetde takdîr etdiğim ikinci bir husûs da, bu dinde hiçbir hurâfenin, anlaşılmaz bir husûsun bulunmayışıdır. Müslimânlık ahkâmı, mantıkî, pratik, aklî ve moderndir. İslâm dîni, tek bir hâlık [yaratıcı] tanır. Rûh-ul-kuds kelimesi Kur ân-ı kerîmde vardır. Fekat bu, Allahü teâlânın kudsiyyeti veyâ Cebrâîl ismindeki melek ma nâsına gelir. Ayrı bir ilâh değildir. İslâmın ahkâmı, ya nî emr ve yasakları, son derece sâde, mantıkî ve her bakımdan, en modern yaşama tarzına uygundur. Bütün dünyânın kabûl edebileceği tek hak din, İslâm dînidir. TENBÎH: Rûh-ul-kuds kelimesi, Kur ân-ı kerîmde birkaç sûrede vardır. Bulundukları yere göre, çeşidli ma nâlara geldiği, tefsîr kitâblarında yazılıdır. Kısaca, Cebrâîl ismindeki melek, Allahü teâlânın hayât verici, koruyucu sıfatları, Îsâ aleyhisselâmın rûhu, İncîl kitâbı ma nâlarına gelmekdedir. Kelimenin ma nâsı, temiz rûh demekdir. 41 FÂRÛK B. KARAI (Zengibarlı) Müslimânlığı, büyük Peygamber Muhammed aleyhisselâma hayrân olduğum için kabûl etdim. Zengibarda birçok müslimân ahbâbım vardı. Müslimânlık hakkında çok güzel şeyler anlatıyorlardı. Bana verdikleri müslimânlığa âid kitâbları âile fertlerimden gizli olarak okuyordum. Nihâyet, 1940 senesinde, ne olursa olsun, müslimân olmağa karâr verdim. Âilemin ısrârlarına ve o zemâna kadar mensûb bulunduğum Parsi dîninin râhiblerinin tazyîklerine rağmen, müslimân oldum. Bu sebebden başıma neler geldiğini, ne gibi zorluklarla karşılaşdığımı uzun uzadıya anlatmıyacağım. Âilem beni, îmândan mahrûm etmek için akla sığmaz vâsıtalara başvurdu. Bana çok eziyyet etdiler. Fekat, bir kerre hidâyete erişdikden sonra, her cins tehdîde mukavemet ederek, hak dînime kuv- 251
252 vet ile sarıldım. Şimdi tek Allahı ve Onun son Peygamberi Muhammed aleyhisselâmı, cânımdan çok seviyorum. Âilemin bana çıkardığı her dürlü müşkillere, Cebel-i târık kayaları gibi karşı koydum. Bu zorluklarla uğraşırken (Ben Allahü teâlânın emr etdiği yoldayım. Allahü teâlâ her şeyin doğrusunu bilir ve beni korur) i tikâdım bana kuvvet ve cesâret veriyordu. Guyratide Kur ân-ı kerîmi okuyup tedkîk etmek fırsatı buldum. Kur ân-ı kerîmi okudukça, ona temâmen bağlandım. Dünyâda başka hiçbir dînin insanlara doğru yolu gösteremiyeceğine bütün kalbimle inandım. Kur ân-ı kerîm, insanlara sâdelik içinde yaşamağı, kardeşliği, eşitliği ve insanlığı öğreten, dünyâda ve âhiretde râhat ve huzûr içinde bir hayât bahş eden mukaddes bir kitâbdır. İnsanlar için en büyük rehber olan, Allahü teâlânın bu kitâbının getirdiği islâm dîni, dünyânın sonuna kadar devâmlı kalacakdır. 42 KAPTAN KUSTO (Fransız) [Fransada müslimânlık, her san atda, her cihetde şöhret kazanmış kimseler arasında hızla intişar ediyor. Hıristiyanlığı bırakarak İslâm dînini tercîh edenlerin adedi yüzbine ulaşdı. Katolikliğin Fransada en yüksek makâmı olan Paris Arşovekliği bu rakamı tasdîk eyledi. İslâm dînini tercîh edenlerin sâdece işsizler, memurlar değil, her cihetde şöhret kazanmış kimseler olması, nazar-ı dikkati celb etmekdedir. Müslimânlığı tercîh edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile bütün dünyânın yakından tanıdığı Kaptan Kusto yer alıyor. Fransada dünyâca meşhûr kimselerin müslimânlığı kabûl etmelerinin te sîrleri devâm ederken, dünyânın en meşhûr denizaltı kâşiflerinden Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmekle hayâtının en doğru karârını verdiğini söyledi. Televizyonda yayınlanan (Yaşayan Deniz) programı ile okyanusların sırlarını bir bir gözler önüne getiren Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmesine asl sebeb olan vak anın, Atlas Okyanusu ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tesbît etdikden sonra, bunun 1400 sene önce dünyâya indirilen Kur ân-ı kerîmde beyân buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirdi.] Kaptan Kusto, İslâm dînini tercîh etmesine sebeb olan hâdise- 252
253 yi şöyle anlatdı: (1962 senesinde Alman ilm adamları, Aden körfezi ile Kızıldenizin birleşdiği Mendeb boğazında, Kızıldenizin suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdenizin sularının birbirine karışıp, karışmadığını tedkîk etmeğe başladık. Evvelâ, Akdenizin kendine hâs sıcaklığı, tuzluluğu ve kesâfeti ile ihtivâ etdiği canlıları tesbît etdik. Aynı tedkîkatı Atlas Okyanusunda tekrârladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitârık boğazında birleşiyordu. Bu vaz iyyetde, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet gibi unsurların birbirlerine müsâvî, hiç olmazsa yakın olması îcâb ediyordu. Hâlbuki, her iki denizin en yakın kısmlarında bile deniz suyu kendi hâssasını koruyordu. Ya nî, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mâni oluyordu. Bu hâli anlatdığım Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslâmın kudsî kitâbı Kur ân-ı kerîmin bunu açık bir şeklde yazdığını söyledi. Hakîkaten bu hâl Kur ân-ı kerîmde dosdoğru açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur ân-ı kerîmin (Allahü teâlânın kelâmı) olduğuna inandım. Hak din olan İslâmiyyeti seçdim. İslâm dîni, mânevî gücü ile bana gayb etdiğim oğlumun acısına dayanma sabrını verdi.) İlâhî nedir bu aşk, yakdı cismü cânımı? bundaki zevk başkadır, duyulur izhâr olmaz. Ne tarafa giderim, bırakıp sultânımı, seni sevdi bu gönül, ölse ele yâr olmaz! Herkese nasîb olmaz, huzûrundaki ânlar, ebedî hâtıradır, bu bulunmaz zemânlar. Kadrinizi biz gibi, bir nebze anlayanlar, derler ki, bu devrde, sen gibi serdâr olmaz. Feth etdiniz kalbimi, gizli bir miftâh ile, bundan sonra, nefsimin ısyânları nâfile! Her bülbül âşık olur, böyle vefâlı güle, kim demiş zemherîrde, ılık bir behâr olmaz. Her sözünüz kalbime âb-ı hayât katresi, senden başka rûhumun yok kurtuluş çâresi. Ey! Cihânın şu ânda, bir teki, bir dânesi! biz günâhkârlar için, bundan büyük kâr olmaz! 253
254 7 MÜSLİMÂNLIĞI KABÛL EDENLERİN BEYÂNLARINDAN ALINAN NETÎCE Kendi dinlerini değişdirerek islâmiyyeti kabûl eden, muhtelif ırk, memleket ve meslekden insanların islâmiyyeti niçin kabûl etdiklerine dâir, çok yerleri birbirinin aynı olan açık ve samîmî beyânlarından, dînimizin diğer dinlerden olan farkı ve üstünlüğü kendi ağızlarından şöylece meydâna çıkmakdadır: İslâm dîni, tek hâlık [yaratıcı], tek ma bûd tanır. Bu tek ma bûdun ismi, Allahü teâlâdır. İnsanların akl-ı selîmi, onlara tek Allah olduğunu telkîn eder. Diğer dinlerde bulunan birden fazla ma bûd mefhûmunu [kavramını] akllı bir insan kabûl edemez. İslâm dîni, insanlara yalnız rûhî bilgiler vermekle kalmaz, aynı zemânda onlara dünyâda ne yapmaları gerekdiğini bildirir ve onlara rehber olur. Hıristiyanlar, insanların günâhkâr olarak doğduğunu, dünyâda ancak keffâret vermek ve azâb çekmek için bulunduğunu iddi â ederken, islâm dîni, insanların ma sûm [günâhsız] doğduğunu, her çocuğun, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğunu, âkil, bâliğ olan insanların kendi yapdığı işden mes ûl bulunduğunu, doğru yolda kaldıkları müddetce, âhiret ni metlerinden de bol bol fâidelenebileceklerini söyler. İslâmiyyet, ibâdet, düâ ve tevbe etmek için, kul ile Allahü teâlânın arasına kimseyi sokmaz. Bunları yapmak için papaza ihtiyâc yokdur. İslâmiyyet hangi ırk, renk, dil ve memleketden olursa olsun, bütün müslimânların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. İslâm dîninde, Allahü teâlânın huzûrunda herkes birbirine müsâvîdir. Nemâz kılarken, en büyük rütbeli bir müslimân ile en küçük rütbeli, en zengin ile en fakîr, bir beyâz ile bir zencî müslimân yanyana durur ve Allahü teâlâya birlikde secde ederler. İslâmiyyetde, Peygamberler aleyhimüsselâm, bizim gibi bir insandır. İnsanların, her bakımdan en üstünüdürler. Vazîfeleri, Allahü teâlânın emrlerini bize bildirmekdir. Güzel ahlâk ve seciyye- 254
255 leri sebebi ile, Allahü teâlâ onları seçmiş, kendilerine bu vazîfeyi vermişdir. Şimdiye kadar gelmiş bütün Peygamberleri aleyhimüssalevâtü vetteslîmât islâm dîni kabûl eder ve onlara hurmet eder. İslâm dîni, çok mantıkî bir dindir. Kur ân-ı kerîmde anlaşılmıyan ve hayât şartlarına ve fen bilgilerine uymıyan bir tek hükm yokdur. Verdiği emrler gâyet fâidelidir. İslâm dîninde hurâfeler yokdur. Putlara, resmlere, heykellere tapmak gibi, ancak ibtidâî kavmlerin ve puta tapanların kabûl etdiği ve hâlâ hıristiyan dîninde bulunan akl almaz husûslar, islâm dîninde bulunmaz. Hıristiyanlık, insanı sâdece Allahü teâlâdan korkutur. İslâmiyyet ise, insana Allahü teâlâyı sevdirir. Müslimân, Allahü teâlânın kendisini sevmiyeceğinden korkar. Müslimân olmak için kimse kimseyi zorlamaz. Kur ân-ı kerîmde Bekara sûresinin ikiyüzellialtıncı âyetinde meâlen, (Zorla dîne sokmak yokdur) emri vardır. Hâlbuki hıristiyan misyonerler, insanları zorla veyâ menfe at va d ederek hıristiyan yapmağa uğraşırlar. İslâmiyyetde ibâdetler, yalnız Allahü teâlâya şükr etmek, Onun sevgisini kazanmak için yapılır. İbâdet sâatleri muayyen olduğundan, bunlar insanları intizâma, senede bir ay tutulan oruc ise, irâdesini kuvvetlendirmeğe ve nefsine hâkim olmağa alışdırır. İslâmiyyet, temizliğe çok ehemmiyyet veren bir dindir. İbâdete başlamadan evvel, vücûd temizliğini emr eden yegâne din, islâmiyyetdir. Diğer dinlerde böyle birşey yokdur. İslâmiyyetde, ibâdetler kısa olduğu için, bunlar günlük hayât üzerinde aksi bir te sîr yapmaz. Hıristiyan râhiblerin va zlarında söyledikleri, fekat kendilerinin ve diğer hıristiyanların hiçbir zemân yapmadığı hilm, yardım ve merhamet gibi iyi huylar, yalnız müslimânlarda vardır. İslâmiyyet, iktisâdî bakımdan kapitalist ve komünist düşünceleri red eder. Fakîri korumuş, zengini de zem etmemişdir. Zenginlerin, fakîrlere zekât ve sadaka vermesini emr etmişdir. Ayrıca dünyâdaki çeşidli millet ve ırklara mensûb müslimânları bir araya getirerek [Hac gibi], dünyâda en mükemmel ictimâ î [sosyal] nizâmı ta yîn etmişdir. İslâmiyyet, alkollü içkileri, kumarı ve uyuşturucu maddeleri harâm etmişdir. Dünyâdaki en büyük fenâlıklar, bu üç belâdan hâsıl olmakdadır. 255
256 İnsanların öldükden sonra ne olacaklarını, âhiret hayâtını, hâllerini hiçbir hıristiyan din adamı îzâh edemiyor. Bunu, en güzel ve en mufassal şeklde îzâh eden din, İslâmiyyetdir. İslâmiyyet, fakîrlere, kimsesizlere, müsâfirlere ve hangi dinden olursa olsun, yabancılara yardım etmeği emr eden tek dindir. İslâmiyyet, kimseden, anlıyamadığı şeyleri kabûl etmesini istemez. Diğer dinlerde olduğu gibi (sır) kabûl edilen akîdeleri yokdur. İslâmiyyetde, herhangi bir işde evvelâ Kur ân-ı kerîme mürâce at etmek, orada bulamadığı husûsları Resûlullahın aleyhisselâm sünnetinde aramak, orada da bulunmadığı husûslar için, akl-ı selîme göre ehl olanların ictihâd etmesi [o işin hükmünü beyân etmesi] esâsdır. İslâmiyyet, en yeni bir dindir. Kur ân-ı kerîm, ilk gününden bugüne kadar hiç bozulmadan, bir kelimesi bile değişmeden gelmişdir. İçinde, her ihtiyâcı karşılayacak ahkâm [hükmler] vardır. Bu, o kadar açıkdır ki, artık başka bir din gelmiyeceği, insanların dînî ihtiyâclarının temâmiyle te mîn edilmiş bulunduğu, islâm dîninin hakîkî Allah dînî olduğu kendiliğinden meydâna çıkar. İslâmiyyetde, her yerde ibâdet etmeğe müsâ ade edilmişdir. İbâdet için muhakkak câmi e gitmek mecbûriyyeti yokdur. Bir müslimân, bir başka dînin ma bedine tecâvüz etmez ve mecbûr olunca bir kilisede de nemâz kılabilir. İslâmiyyet, kadınlara çok kıymet vermiş, onlara en büyük hakları tanımışdır. İslâm dîninde birkaç kadınla evlenmek gibi bir emr yokdur. İslâm dîni, bu husûsda belirli bir adedi geçmemek ve ba zı haklara riâyet etmek şartıyla izn vermişdir. İslâm dîni zuhûr etdiği zemân, Arablar istedikleri kadar kadınla, onlara hiçbir hak tanımaksızın birlikde yaşarlardı. İslâmiyyet, kadınları bu fecî vaziyyetden kurtarmış, onların haklarını korumuşdur. Muhammed aleyhisselâm, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurarak, kadınlara mümtâz [seçkin] bir mevki vermişdir. Hiçbir dinde bu imtiyâz yokdur. İslâmiyyet, insanları, çalışmağa, fâideli şeyleri öğrenmeğe, önce kendi aklı ve gayreti ile iş görmeğe başladıkdan sonra, Allahü teâlâdan yardım istemeğe da vet eder. (Bir sâat tefekkür etmek ve fâideli iş görmek, bir sene [nâfile] ibâdete müsâvîdir) diyen başka hiçbir din yokdur. İslâmiyyet, rûh ve beden temizliğidir. Bu ikisini müsâvî tutar. 256
257 İslâmiyyetde, yalnız sevgi, güler yüz, tatlı söz, dürüstlük ve iyilik etmek vardır. İslâmiyyet Allahü teâlâyı (Rabbül âlemîn) ya nî bütün âlemlerin Allahı olduğunu beyân etmişdir. Başka dinlerde olduğu gibi, yalnız o dîne mensûb olanların Allahı olarak düşünülmez. Tesellî arıyan bir zevallı, bunu ancak Kur ân-ı kerîmde bulur. Kur ân-ı kerîmde, muhtâcları tesellî eden, onları ferâhlatan, ne yapmaları lâzım olduğunu öğreten birçok güzel nasîhatler vardır. HÜLÂSA Hiçbir cebr altında kalmadan, sırf kendi düşünceleri ve dinleri birbiri ile karşılaşdırmaları netîcesinde, islâm dînini seve seve kabûl eden, muhtelif millet ve memleketlerden ve meslek ve tabakadan insanların, islâm dîni hakkında söyledikleri bu güzel, açık, candan sözlerini okuyunca, insan müslimân olduğuna ne kadar şükr ediyor ve dîni ile ne kadar iftihâr ediyor! İnsanlar, alışdıkları ve gâyet tabî î buldukları birçok şeylerin başkaları tarafından büyük takdîrle karşılanmasına hayret eder. Tek Allaha inanmak, kardeşlik, güler yüzlülük, dürüstlük, merhamet, müsâfirseverlik, başkalarına yardımcı olmak, vatanının yükselmesi için her çâreye başvurmak, dîni, îmânı, nâmûsu korumak için cânını fedâ etmek gibi iyi huylar sebebi ile, islâmiyyet, propaganda yapılmadan ve hıristiyan misyonerlerin bağlı olduğu zengin teşkilâtın yapdığı gibi, avuç dolusu para sarf edilmeden, diğer dinlere tercîh edilmekdedir. İslâmiyyetde fenâ düşünceler, zararlı hareketler yokdur. İslâmiyyeti, şahsî menfe atlerine, politikalarına, kötü ideolojilerine âlet etmek isteyen münâfıklar ve bid at ehli olanlar vardır. (Ehl-i sünnet) ya nî doğru îmânlı fırkadan olan hakîkî bir müslimân, bunların âleti olamaz. Bunların aldatması sebebi ile, doğru îmânını bozmaz. Müslimân, hangi dinden olursa olsun, hiç kimsenin hakkına tecâvüz etmez. Peygamberimizin aleyhisselâm haber verdiği, yetmişiki bozuk fırkadan birinde bulunan kimse, sapıkdır. Bu kitâbımızın birinci kısmında uzun uzadıya îzâh etdiğimiz gibi, Ehl-i sünnet i tikâdında olan hakîkî müslimân, beş vakt nemâz kılan, tertemiz bir kimsedir. İslâmiyyet, bir din kardeşine, şaka olsa bile, silâh tutmağı harâm etmişdir. Allahü teâlânın her ni metine mâlik olan, iyi iklim, bol su, zengin ma den kaynaklarıyla dünyâda eşi bulunmayan vatanımız Türkiye, Ehl-i sünnet i tikâdında olan hakîkî müslimânlara muhtâc- 257 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-17
258 dır. Ancak bu hakîkî müslimânlar, el ele vererek, birbirlerini sayarak, severek, koruyarak, müslimân ismini taşıyan bid at ehlinin ve islâm düşmanlarının saçma ve sapık neşriyyâtını red ederek, durmadan çalışarak, yirminci asrın fen ve teknolojisine ulaşarak ve hattâ onu da geçerek, bu kudsî vatanı lâyık olduğu dereceye erişdirebilirler. Allahü teâlâyı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi tanımayan, halâle, harâma ehemmiyyet vermeyip, kendisine aşılanmış yabancı fikrlere aldanarak, din kardeşlerine düşman olan bid at sâhiblerinden bu memlekete hayr gelmez. Bunların rûhları hastadır. Bir makine, bir hayvan gibi, kimin eline geçerlerse, onun istediğini yaparlar. Memlekete en büyük fenâlığı yapan bunlardır. Allahü teâlâ, bizi bu gibi zararlı bid at sâhiblerinin şerrinden muhâfaza buyursun! İslâmiyyeti tercîh eden fen ve siyâset adamları, (İnsanın rûhu boş kalırsa, onda fâide yokdur. Bu boşluğu ise, ancak hakîkî bir din doldurur) demekdedirler. Rûhu müslimânlıkla temizlenmiş olan ve harâmlardan sakınan bir kimse, hiç bir kötü propagandanın esîri olmaz ve Ehl-i sünnet âlimlerin kitâblarında yazılı olan doğru yolda yürüyerek, müslimân kardeşleri ile el ele verip, dînine ve memleketine hizmet eder. Böylece, hem bu dünyâda, hem de âhiretde Allahü teâlânın lutf ve inâyetine kavuşur. Eskiden tek taraflı düşünen islâm düşmanları, dâimâ islâm dînini kötülemeğe çalışırlar, bu hak dînin esâslarını değişdirmeğe kalkarlar, kısaca, birçok haksızlıklar yaparlardı. Böyle kitâbların çoğu, hıristiyanlar ve müslimân ismini taşıyan bid at fırkaları tarafından neşr edilmişdir. Avrupada, islâm dînini tedkîk etmeden, müslimânları, dinsiz, şeytâna tapan, her fenâlığa müsâ ade eden, zâlim, yalancı, kadınları âdî bir mal sayan insanlar olarak tanıtan, bozuk kitâblar vardır. Şarkda da, böyle sapık kitâblar neşr olunmuşdur. Bugün, insanlar, birbirlerini dahâ iyi anladıkça ve birbirlerinin kitâblarını okudukça, doğru kitâblar yayılarak, eski nefret hissi, takdîre dönmekdedir. Vaktiyle, hıristiyanları, müslimânlarla ve bid at fırkalarındaki sapık müslimânları, Ehl-i sünnet i tikâdındaki hakîkî müslimânlarla savaşa teşvîk eden bölücü, yıkıcı düşünceler azalmışdır. Şimdi, hıristiyanlar dinlerindeki noksanları anlamakda, bunları tashîhe çalışmakdadırlar. Bu kitâbı hâzırlarken, bize Hindistândan bir mektûb geldi. Bu mektûbla berâber, oradaki hıristiyan misyonerlerin dağıtdığı, bir (Açıklama) da gönderilmişdi. Bunda şöyle deniliyordu: (Allah hepimizi yaratdığı için, biz hepimiz Allahın oğlu veyâ kızıyız. Sen de, Allahın bir oğlu veyâ kızısın. İncîlde okuduğun, Allahın oğlu ifâdesi, Allahın kulu demekdir. Ya nî, Îsâ 258
259 aleyhisselâm, Allahın oğludur demek, Allahü teâlâ Onu, sen ve ben gibi yaratmışdır demekdir. Yoksa, Allahla başka bir yakınlığı yokdur. Rûh-ul-kudse gelince, bunun ma nâsı, Îsâ aleyhisselâma verilen büyük ma nevî kudret demekdir. Bunu ayrı bir ilâh diye kabûl etmek hatâdır. İncîlde (Üç Tanrı = Teslîs) diye birşey yokdur. Allah birdir. Üç ma bûda inanmak yanlışdır. İnsanların günâhkâr olarak doğdukları hakkında size şimdiye kadar öğretilen husûslar da yanlışdır. Herkes Allahü teâlâya karşı sırf kendi yapdıklarından mes ûldür.) Görülüyor ki, hıristiyan papazlar bile, teslîsin ne kadar ma nâsız birşey olduğunu anlamışlar ve onu tashîhe kalkmışlardır. Bu da gösteriyor ki, bütün insanlar (Tek ma bûda) îmân etmek etrâfında toplanmakdadırlar. Bu dönüş, islâm dînine dahâ çok yaklaşmak demekdir. Ümmîd ederiz ki, bir gün gelecek, islâm dîni bütün dünyâyı kaplıyacakdır. Yoksa, insanlar temâmiyle dinsizleşecek, bu da beşeriyyetin felâketi olacakdır. Kitâbımızın bu kısmını Kur ân-ı kerîmde (Nasr) sûresinin meâl-i âlîsini tekrârlıyarak bitiriyoruz: (Allahü teâlânın yardımı ve zafer günü gelip, insanların, Allahü teâlânın dînine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini tesbîh et! Ondan afv dile! Çünki O, tevbeleri dâimâ kabûl eder). İSTİGFÂR DÜÂSI İstigfâr etmek, (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) veyâ kısaca (Estagfirullah) demekdir. Bunun ma nâsı, (Yâ Rabbî! Beğenmediğin şeylerden birini yapdım ise, beni afv et! Yapmadıklarımı yapmakdan da beni koru!) demekdir. İstigfâr düâsı, (Estagfirullahel azîm, ellezî lâ ilâhe illâ huv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh)dir. Muhammed Ma sûm hazretlerinin 2.ci cildi, 80.ci mektûbundaki hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İstigfâr düâsına devâm edeni, Allahü teâlâ derdlerden kurtarır ve ummadığı yerden rızklandırır). Bu fakîr, farz nemâzlardan sonra, üç kerre bu düâyı okuyorum. Bu düâyı okudukdan sonra, yalnız (Estagfirullah) okuyarak yetmişe temâmlıyorum. İstigfâr etmek, ölümden başka, her derdden kurtarır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölmesine yardım eder. 259
260 8 HİLYE-İ SE ÂDET Eshâbına nasîhatdan sonra, Fahr-i âlem dedi, benden sonra, Hilye-i pâkimi, görse biri, olur o, yüzümü görmüş gibi. Gördükde, hubbu hâsıl olsa, ya nî, hüsnüme âşık olsa. Beni görmeği etse arzû, kalbi, sevgimle olsa dolu. Cehennem olur, ona harâm, Rabbim, Cenneti eder ikrâm. Dahî, haşretmez çıplak, ânı Hak, olur gufrânına, Hakkın mülhak. Denildi ki, hilye-i Resûli, severek yazsa, birinin eli, Eder Hak, onu korkudan emîn, belâ ile dolsa, rûy-i zemîn. Hastalık görmez, dünyâda teni, ağrı çekmez hiç, bütün bedeni. Günâh etmiş ise de, bu adam, Cehennem cismine, olur harâm. Âhiretde azâbdan kurtulur, dünyâda her işi, kolay olur. Haşreyler, ânı hem, Rabb-i celle, dünyâda, Resûlü görenlerle. Hilye-i Nebîyi, güç iken beyân, başlarız, ona oldukça imkân. Sığınarak Zülcelâle, vasf ederiz âcizâne. 260
261 İttifak etdi, bu sözde ümem, kırmızı beyâzdı, Fahr-i âlem. Mübârek yüzü, hâlis ak idi, Gül gibi, kırmızımtırak idi. İnci gibi, yüzündeki teri, pek hoş eylerdi, güzel cevheri. Terleyince, O menba ı sürûr, dalgalanırdı sanki, bahr-i nûr. Görünürdü gözü, dâim sürmeli, kalbleri çekerdi, güzel gözleri. Akı, beyâz idi gâyetle, medh eyledi Rabbi, âyetle. Siyâhı ânın, değildi ufak, bir idi ona, yakınla uzak. Geniş, güzel ve latîfdi gözü, nûr saçardı hep, mübârek yüzü. Kuvve-i bâsıra-i Mustafavî, gece gündüz gibi, olurdu kavî. Bakmak arzû etseydi, bir yere, cism-i pâki de dönerdi bile. Başa tâbi ederdi cesedi, bunu terk etmemişdi ebedî. Hem, cism idi, Resûl-i ekrem, yaraşır, rûh-i mücessem desem. Güzel, hem sevimli idi Resûl, Hakka çok, sevgili idi Resûl. Mâlikle Ebû Hâle, söyledi, hilâl gibi, açık kaşlı idi. İki kaşı arası, her zemân gümüş gibi görünürdü, ayân. Mübârek yüzü, az yuvarlakdı, derisi, berrak, hem de parlakdı. Siyâh kaşları mihrâbı, ânın, kıblesi idi, bütün cihânın. 261
262 Ortası yüksekce görünürdü, yandan bakınca, mübârek burnu. Çok güzel idi, çekme ve latîf, edemez gören, Onu tam ta rîf. Seyrek idi, dişlerinin arası, parlardı, sanki inci sırası. Ön dişleri, etdikçe zuhûr, her tarafı, kaplardı bir nûr. Gülse idi, iki cihânın serveri, canlı cansız, herşeyin Peygamberi. Görünürdü, ön dişleri, pek afîf, dolu dâneleri gibi, çok latîf. İbni Abbâs der, Habîb-i Hudâ, gülmeğe, eyler idi istihyâ. Hem hayâsından O, dînin senedi, kahkaha etmedi derler, ebedî. Nâzik, mahcûb idi, Resûl-i cenâb, dâim eyler idi, bakmağa hicâb. Yüzü benzerdi, yuvarlak aya, zâti aynaydı, yüce Mevlâya. Nûrlu idi hep, o vech-i hasen, bakılmazdı, tenevvüründen. Gönüller aldı, o güzel Nebî, âşıkı oldu yüzbin Sahâbî. Bir kerrecik görenler, rü yâda, dediler, böyle zevk yok, dünyâda. Hem güzel yanakları, bileler, fazla etli değildi, diyeler. Ânın etmişdi, cenâb-ı Hâlık, severek, yüzün ak, alnın, açık. Boynunun nûru, ederdi her ân, saçları arasında, leme an. 262
263 Mübârek sakalından, iyi bil, ağarmışdı ancak, on yedi kıl. Ne kıvırcıkdır, ne de uzun, her uzvu gibi idi, mevzûn. Gerden-i pâk-i Resûl-i âfak, gâyet ak idi ve gâyet berrak. Eshâb içinden, çok ehl-i edeb, karnı, göğsiyle, birdi, dedi hep. Açılsaydı, mübârek sînesi, feyz saçardı, ilim hazînesi. Aşka olunca, mahall-i teşrîf, başka olurmu, o sadr-ı şerîf? Mübârek sînesi, geniş idi, ilm-i ledün, Ona inmiş idi. Ak ve berrakdı, o sadr-ı kebîr, sanırdı görenler, bedr-i münîr. Ateş-i aşk-ı zât-ı ezelî, odlara yakmışdı, O güzeli. Bilir elbet bunu, pîr-ü civân, yassı kürekliydi, Fahr-i cihân. Sırtı ortası hem, etli idi, kerem sâhibi, devletli idi. Gümüş teninde, letâfet vardı, irice mühr-i nübüvvet vardı. Sırtında idi, mühr-i nübüvvet, sağ tarafına yakındı, elbet. Bildirdi bize, edenler ta rîf, Bir büyük ben idi, mühr-i Şerîf. Rengi, sarıya yakın, karaydı. güvercin yumurtası kadardı. Etrâfını çevirmiş, sanki hatlar, birbirine bitişik, kılcağızlar. 263
264 Anlatanlar, O âlî nesebi, dedi, iri kemikliydi Nebî. Her kemik iri, merdâne idi, sûreti, sîreti şâhâneydi. Mübârek a zâsının her biri, uygun yaratılmışdı hem, kavî. Çok hoş idi, her uzvu ânın, âyetleri gibi, Kur ânın. Elleri ayası, O sultânın, ayakları altı, dahî ânın. Geniş ve pâk idi, nâzik mergûb, tâze gül gibi, latîf ve mahbûb. Çok mevzûn idi, der ehl-i nazar, o kerâmetli, mübârek eller. Selâm verseydi, birine eğer, tebessüm ederdi hep, Peygamber. Bir iki gün, geçseydi aradan, hattâ uzasaydı da, bir aydan. Belli olurdu, hoş kokusundan, o kimse, adamlar arasından. Billûr gibiydi, ten-i bîmûyu, nice medh edeyim, ol pehlûyu. Dostu seyr etmek için, O şerîf, göz olmuşdu, bütün cism-i latîf. Kemâl üzereydi, nâzik teni, Hallâk göstermişdi. hikmetini. Yokdu, göğsünde, karnında aslâ, hiçbir kıl, sanki gümüş levha. Göğsü ortasından aşağı yalnız, bir sıra kıl, dizilmişdi, hilâfsız. Bu siyâh hat, mübârek bedeninde, hoşdu, hâle gibi, ay çevresinde. 264
265 Bütün ömründe kalmışdı, kezâ, gençlikde gibi, mübârek a zâ. İlerledikçe, sinn-i Nebevî, tâzelenirdi hep, gonca gibi. Hem dahî, kâinatın Sultânı, zan eyleme ki, ola pek yağlı. Ne za îf, ne de pek etli idi, mu tedil, hem pek kuvvetli idi. Lâhmı, şahmı, dediler ehl-i derûn, birbirinden, ne ziyâdeydi, ne dûn. Etmiş, ol beden serâyın üstâd, adl-ü dâd ile, esâsın bünyâd. İ tidâl üzere idi, pâk teni, nûra gark olmuşdu, bütün bedeni. Orta boylu idi, o Sidre mekân, ortalık, Onun ile buldu nizâm. Seyreden, mu cize-i kâmetini, dedi hep, medhedip hazretini. Görmedik böyle, gül yüzlü güzel, boyu, hem hûyu, hem yüzü güzel. Orta boylu iken, Nebî, uzun kimseyle yürüseydi. Ne kadar, uzun olsa idi, o er, yine yüksek görünürdü, Peygamber. uzun boylu olandan o cevher, yüksek idi, el ayası kadar. Bir yol gitseydi, izzetle, hızlı yürür idi, gâyetle. Deriz, vasf-ı şerîfinde yine, yürürken, eğilirdi önüne. Ya nî, bir yokuşdan iner gibi, dâim önüne, az eğilirdi. 265
266 Şanlı, şerefli idi, o Celîl, İftihâr eylerdi, rûh-ı Halîl. Bir zâtı ki, murâd ede Hudâ, her a zâsı, olur elbet a lâ. Yolda giderken, eğer bir kimse, ansızın, Resûlullahı görse, Korku düşerdi, kalbine ânın, yüksekliğinden, Resûlullahın. Hem de biri, Nebî ile, müdâm, sohbet ederek, söylese kelâm. Sözlerindeki lezzet ile, ol, kul olurdu, kabûl etse Resûl. Etmişdi Onu, Hallâk-ı ezel, hüsn-i ahlâkla, bî misl-ü bedel. Yâ Resûlallah! gücüm yok medhine, yaratıldık hep, senin hurmetine. Hâsılı, ey Şâh-ı iklîm-i vefâ, sana cânım da fedâ, herşey fedâ! Şeytân ve düşman şerrinden ve kötü nazardan korunmak için: E ûzü Besmele ve Kul e ûzü sûrelerini okuyup, sonra (E ûzü bikelimâtillâhittâmmati min şerri külli şeytânın ve hâmmatin ve min şerri külli aynin lâmme) okumalı ve (Bismillâhillezî lâ-yedurru ma asmihî şey ün fil ardı velâ fissemâ ve hüvessemî ul alîm) okumalı ve yetmiş kerre (Estagfirullah min külli mâ kerihallâhül azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel-hayyel kayyûm ve etûbü ileyh) okumalı ve hepsini okurken, ma nâlarını düşünmelidir. [E ûzü: sığınırım, hâmme: haşere, ayn: göz, lâmme: zararlı, hemezât: saldırmaklar, estagfirullah: beni afv et yâ Rabbî demekdir] ve (Allahümme innî e ûzü bike min hemezâtişşeyâtîn) okumalı, sonra (Allahümme innî e ûzü bike min azâbil-kabri ve min azâbinnâr ve min fitnetil mahyâ velmemâti ve min fitnetil Mesîhiddeccâl) okumalıdır. 266
267 III KUR ÂN-I KERÎM VE BUGÜNKÜ TEVRÂT VE İNCÎLLER MUKADDEME Bugün dünyâda bulunan üç büyük dînin, ya nî müslimânlık ve yehûdîlik ve hıristiyanlığın mensûbları elinde, kendileri tarafından (Allah kelâmı) kabûl edilen, birer kitâb vardır. Yehûdîliğin [Mûsevîliğin] kitâbı (Tevrât)dır. Hıristiyanlığın [Îsevîliğin] kudsî kitâbı (Bible = Kitâb-ı mukaddes)dir. Bu kitâb, (Ahd-i Atîk) ya nî Tevrât ve (Ahd-i Cedîd) ya nî İncîller ve bunlara mülhak risâleler olmak üzere iki kısmdan müteşekkildir. Müslimânların mukaddes kitâbı ise (Kur ân-ı kerîm)dir. Hıristiyanların tanrılaşdırdıkları Îsâ aleyhisselâmı, biz müslimânlar Peygamber olarak tanırız. Peygamber olduğu için, Allahü teâlânın Ona bir kitâb vermesi tabî îdir. Bunun içindir ki, Îsâ aleyhisselâmın kitâbı olan hakîkî İncîl hiç şübhesiz (Allah kelâmı)dır. Ama bugün, bu hakîkî İncîl mevcûd değildir. Bugün hıristiyanların elinde bulunan İncîllerde, eski hakîkî İncîlden kalmış pek az parça vardır. Hakîkî İncîl, İbrânî dilinde idi. Bu hakîkî İncîl, kısa zemânda, yehûdîlerin düşmanlıkları sebebi ile gayb oldu. Hurâfeler bulunan muhtelif İncîller ortaya çıkdı. Bu kitâblar sonradan Yunancaya ve Latinceye yanlış, hatâlı olarak terceme edilmiş, zemânla bir çok parçalar ilâve edilmiş, mütemâdiyen değişdirilmiş, böylece pekçok İncîller yazılmışdır. Bunların çoğu çeşidli rûhban meclislerinde red edilmiş ve nihâyet bugünkü dört İncîl kalmışdır. Bunun isbâtı, ilerdeki sahîfelerde görülecekdir. Fekat hâlâ değişdirmeler, tashîhler, açıklamalar devâm etmekdedir. Buna mukâbil Kur ân-ı kerîm, Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem vahy olunduğu günden bugüne kadar, bir harfi bile değişmeden aynen kalmışdır. Buraya kadar söylediklerimiz, yalnız müslimânların i tikâdı değildir. Bil âks garb ilm adamları, teologlar [din adamları], bu- 267
268 günkü Tevrât ve İncîlleri yeniden tedkîk etmeğe koyulmuşlar, onların (Allah kelâmı) olmadığını isbât etmişlerdir. Unutmıyalım ki, yirmibirinci asra girdik. Dünyâda ilmin ve fennin son derecede inkişâf etdiği ve en câhil milletlerin bile, üniversiteler kurduğu bir devrde, insanların herhangi bir i tikâdı (babamdan böyle duydum), (sebebini bilmiyorum ama, hocam böyle söyledi) diye gözü kapalı kabûl etmesine imkân yokdur. Bugünkü gençlik, her şeyin esâsını, sebebini araşdırmakda, aklının kabûl etmediği bir şeyi derhal red etmekdedir. Türkiyede, her sene birmilyondan ziyâde genç üniversite duhûl [giriş] imtihânlarına iştirâk ediyor. Yeni ilmlerle yetişmiş olan bu gençlerin, din husûsunda da söylenilen, öğretilen şeyleri akl ve mantık süzgecinden geçireceğine de şübhe yokdur. İşte, bu sebebden, bugün batılı din adamları da, ellerindeki Tevrât ve İncîllerin kusûrlarını ortaya koymakdadırlar. Biz de, onların neşriyyâtlarından fâidelenerek, bugünkü Tevrât ve İncîller ile Kur ân-ı kerîm arasındaki büyük farkı müslimân kardeşlerimize bir kerre dahâ bildirmek istedik. Bu kısmı hâzırlarken, Amerikalı dînî eserler müellifi Houserden de fâidelendik. Bundan başka, Anselmo Turmeda, meşhûr İspanyol papazı idi. 823 [m. 1420] senesinde islâm dînini kabûl etdi. Abdüllah-ı Tercümân ismini alan bu âlimin İncîlde bulduğu hatâları bildiren (Tuhfet-ülerîb) kitâbını ve Pâkistânlı S.Merran Muhyiddîn sâhib İkbâlin (Pearls of Bible = İncîlden İnciler) ismindeki eserini ve 1309 [m. 1891] da vefât etmiş olan, müderrisîn-i kirâmdan ve meclîs-i meârif a zâsından Harputlu İshak Efendinin (Diyâ-ül-kulûb) ismindeki, 1295 [m. 1878] de neşr edilmiş olan türkçe eserinde Tevrât ve İncîller üzerinde yapdığı îzâhları tedkîk etdik. Bu kitâb, 1407 [m. 1987] senesinde, İstanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından (Cevâb Veremedi) ismi altında, latin harfleri ile basdırılmışdır. Yine hâce İshak efendinin, İstanbulda Süleymâniyye umûmî kütübhânesi, Düğümlü baba kısmında 204 numarada kaydlı olan 1278 [m. 1861] tab lı türkçe (Şems-ül-hakîka) kitâbı da, 290 sahîfe olup, Kur ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğunu ve hıristiyanların İncîl dedikleri kitâblarının sonradan yazılmış bir târîh kitâbı olduğunu, kuvvetli vesîkalarla isbât etmekdedir. Bunlardan başka, Bosnalı hâcı Abdüllah bin Destan Mustafâ efendinin [1] yazdığı türkçe (Îzâh-ul-merâm) kitâbı, 1288 [m. 1871] de, İstanbulda, Edirnekapı hâricinde Mustafâ pâşa tekkesi şeyhi Yahyâ efendinin matba asında basılmış olup, Süleymâniyye kütübhânesi, Nâfiz pâşa kısmında, 771 rakamı ile kaydlıdır. Hıristiyan dîninin temâmen [1] Abdüllah bin Destan, 1303 [m. 1885] de vefât etdi. 268
269 bâtıl, bozuk olduğunu muhtelif delîller ile isbât etmekdedir. Hıristiyanlığa en büyük darbeyi vuran ve aslı, esâsı olmadığını ortaya koyan, Hindli Rahmetullah efendinin (İzhâr-ül-hak) kitâbından da istifâde etdik. Fârisî (Makâmât-i ahyâr) kitâbının üçyüzdoksanıncı sahîfesinde diyor ki, (Protestan papazı Fander, hıristiyanlar arasında çok meşhûr idi. Protestan misyoner teşkilâtı, seçdikleri papazlar ile Fanderi Hindistâna gönderdi. Hıristiyanlığı yaymak için çalışacaklardı. 1270 [m. 1854] senesinin Rebî ul-âhır ayında ve Recebin onbirinci günü, bu misyoner hey eti, âlimler ve seçilmiş zâtlar arasında, Delhînin büyük islâm âlimi Rahmetullah efendi ile münâzara, ilmî mücâdele yapdılar. Uzun münâkaşalar netîcesinde, Fander ve yardımcıları cevâb veremez hâle geldiler. Dört sene sonra, ingiliz hükûmeti Hindistânı işgal edince [ve müslimânlara ve bilhâssa sultâna ve din adamlarına korkunç işkenceler yapınca] Rahmetullah efendi, Mekke-i mükerremeye hicret eyledi. 1295 [m. 1878] senesinde, bu misyoner hey eti İstanbula gelerek, hıristiyanlık propagandasına başladı. Sadr-ı a zam Hayreddîn pâşa, Rahmetullah efendiyi İstanbula da vet etdi. Misyonerler, karşılarında Rahmetullah efendiyi görünce çok korkdular. Süâllere cevâb veremiyerek, firâr etmekden başka çâre bulamadılar. Pâşa, bu büyük islâm âlimine çok ihsânda bulundu. Hıristiyanları nasıl red ve perîşan etdiğini yazmasını ricâ etdi. Bu da, Recebin onaltıncı gününden Zilhicce sonuna kadar, arabî (İzhâr-ul-hak) kitâbını yazdı ve Mekkeye gitdi. Hayreddîn pâşa, bunu türkçeye terceme etdirip, ikisini de basdırdı. Avrupa dillerine de, terceme ve tab ve her memlekete neşr edildi. İngiliz gazeteleri, (Eğer bu kitâb yayılırsa, hıristiyanlık çok zarar görecekdir) şeklinde neşriyyât yapdılar. Bütün müslimânların halîfesi olan sultân ikinci Abdülhamîd hân rahmetullahi aleyh [1], 1304 Ramezân ayında tekrâr da vet edip, serâyında çok hurmet ve ikrâm yapdı. Rahmetullah efendi 1308 [m. 1890] Ramezân ayında Mekke-i mükerremede vefât etdi. Bütün bu eserlerden başka Kur ân-ı kerîm hakkında, bundan 100 sene evvel yazılmış ba zı garblıların eserlerini de tedkîk etdik. O zemân şu kanâate vardık ki, bu iki mukaddes kitâb temâmen tarafsız olarak tedkîk edilecek olursa, hangisinin (Allah kelâmı) olduğu [en inâdcı bir insanın bile], hangi dinden olursa olsun âşikâr olarak kabûl etmeğe mecbûr olacağı bir tarzda meydâna çıkmakdadır. [1] Abdülhamîd hân, 1336 [m. 1918] de vefât etdi. 269
270 Bu bölümü iki kısm olarak tertîb etdik. Birinci kısmda, yukarıda ifâde etdiğimiz gibi Kur ân-ı kerîm ve şimdi elde bulunan Tevrât ve İncîller ve Kur ân-ı kerîm üzerindeki ilmî tedkîkleri bildirdik. İkinci kısmda, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın mu cîzeleri, fazîletleri ve güzel ahlâkı yazılıdır. Bunların hepsini, Osmânlı devletinde yetişmiş islâm âlimlerinin meşhûrlarından Nişancı zâde Muhammed efendinin rahime-hullahü teâlâ (Mir ât-ı Kâinât) ismindeki türkçe târîh kitâbından intihâb etdik. Kendisi 1031 [m. 1622] de vefât etmişdir. Kitâbı, 1269 [m. 1853] de İstanbulda basılmışdır. Sevgili okuyucularımızın, kitâbımızın bu kısmını da büyük alâka ile okuyacaklarını ve verilen ma lûmâtdan fâideleneceklerini ümmîd ederiz. Allahü teâlâ hepimize hidâyet versin. Cümlemizi doğru yolda bulundursun. Âmîn! Kış günleri gidip, behâr gelince, açılır gafletden, gözü dağların. Donanır, süslenir, gonca güllerle, geçmez bülbüllere, nazı dağların. Gece gündüz, tesbîhledir işleri, Allah, Allah söyler, dâim kuşları. Göklere uzanmış, sanki başları, düâ kıblesine, yüzü dağların. Kudretden, hepsine, hulle biçilir, Hak rahmeti, üstlerine saçılır. Dürlü dürlü, çiçekleri açılır, Cennet-i a lâdır, yazı dağların. Bakıp doyulmaz, yeşil alanlara, hidâyetler olur, Hakdan anlara. Esen yeli, safâ verir canlara, miskü anber kokar, tozu dağların. Bir yanda, zanbaklar, bir yanda lâle, ırmakları benzer, âb-ı zülâle. (Sebbeha) ma nâsı, geliyor dile, şükür Hakka, dâim sözü dağların. 270
271 1 BUGÜNKÜ TEVRÂT VE İNCÎLLER Bugün dünyâda, Allahü teâlânın varlığına inanan üç büyük din vardır: Yehûdîlik, Hıristiyanlık ve İslâmiyyet. Dünyâda tahmînen 900 milyon hıristiyan, 600 milyon müslimân ve 15 milyon yehûdî bulunduğu, 1979 senesi milletlerarası istatistiklerinde yazılıdır. Geriye kalan insanlar [2 milyardan fazla] ya Allah mefhûmu bilmeyen Buda, Hindu, Brahman ve benzeri dinlere mensûb bulunmakda veyâ putlara, ateşe, güneşe tapmakda, yâhud hiç bir dîni kabûl etmemekdedir. Son günlerde, Amerikan neşriyyâtında, müslimânların 600 milyon değil, 900 milyon olduğu bildirilmekdedir. Nihâyet Romada bulunan CESİ [Centro Editoriale Studi İslamici = İslâm Teharriyyâtı ve Neşriyyâtı Merkezi]nin 1980 yılındaki neşriyyâtına göre, dünyâda: Asyada 592,3 milyon, Afrikada 245,5 milyon, Avrupada 21 milyon, Amerika ve Kanadada 6 milyon, Avustralyada 0,5 milyon olmak üzere 865,3 milyon müslimân bulunmakdadır. (The Muslim Educational Trust) islâm merkezinin 1984 senesindeki ingilizce neşr etdiği (İslâm) kitâbında, dünyâdaki müslimânların mikdârının bir milyarelliyedimilyon olduğu bildirilmekde, kırkaltı islâm devletinde ve diğer dünyâ devletlerindeki müslimânların mikdârları verilmekdedir. Bu mikdârın her sene artmakda olduğunu istatistikler göstermekdedir. Nüfûsunun % 50 sinden fazlası müslimân olan devletlerin sayısı ise 57 yi bulmakdadır. 21. asra girdiğimiz bugünlerde, insanların içinde hâlâ puta tapanların bulunması, acınacak bir hâldir. Bunun yanında, Allahü teâlânın varlığına îmân eden üç büyük dîne mensûb olanların bir kısmı da, inançlarını temâmen gayb etmişdir. Çünki, onların ellerinden tutan hakîkî mürşid kalmamışdır. İlm ve fen öğrenerek yetişen gençleri, din ve fen bilgilerinden mahrûm, câhil din adamları vâsıtası ile din sevgisine kavuşdurmak imkânı yokdur. Onları se âdete kavuşdurabilmek için, zemânımızın fen bilgilerinde mütehassıs, açık fikrli, dînini iyi bilen rehberlere ihtiyâc vardır. Biz, bu kısmda, temâmîle bî-taraf olarak hakîkî Allah dînini arayıp bulmak ve dünyâda bulunan iki büyük kitâbın, ya nî bugünkü Tevrât ve İncîller ile Kur ân-ı kerîmden hangisinin hakîkî Allah kitâbı olduğunu, ilmî üsûllerle tedkîk ve tesbît etmek ve bu husûsda tereddüde düşen kimselere doğru yolu göstermek istiyoruz. 271
272 Okuyucularımız şuna emîn olsunlar ki, bu tedkîkler yapılırken, temâmen bî-taraf olarak hareket edilmişdir. Tedkîk etdiğimiz iki büyük din kitâbı, Kitâb-ı mukaddes, ya nî Tevrât ve bugünkü İncîller ile Kur ân-ı kerîmdir. (Ahd-i Atîk) ismi altında, Kitâb-ı mukaddese ilâve edilmiş olan, Tevrât da İncîl ile birlikde tedkîk edilmişdir. Ya nî tedkîk için ele aldığımız kitâb, bugün Hıristiyan âleminde (Kitâb-ı mukaddes = Evangelium) ismi altında, hakîkî İncîlin yerine konmuş olan kitâblardır. Kitâb-ı mukaddes tek kitâb değildir. İçinde evvelâ, (Ahd-i Atîk = Eski Ahd) kısmı vardır. (Ahd-i Cedîd = Yeni Ahd) denilen ikinci kısmı ise, Matta, Markos, Luka ve Yuhannânın yazdığı İncîl kitâblarını ve Lukanın Resûllerin işleri kitâbı ve havârîler ile, Pavlosun, Ya kûbun, Petrusun, Yuhannânın yazdıkları mektûbları ile Wohy kitâbını ihtivâ etmekdedir. (Ahd-i Atîk) üç kısmdan müteşekkildir. Birinci kısm, Mûsâ aleyhisselâma indirilen (Tevrât) zan edilen beş kitâb olup, Tekvîn, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniyedir. İkinci kısm, (Neviim) ya nî Peygamberlerdir. Bu kısm da, ilk peygamberler ve son peygamberler olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar Yeşu, Hâkimler, Samuel, Melikler, İşâyâ, Yeremya, Hezekiel, Hoşea, Yoel, Amos, Obadya, Yûnüs, Mika, Nâhûm, Habakkuk, Tsefanya, Haggay, Zekeriyyâ ve Malakidir. Üçüncü kısm (Ketuvim), ya nî kitâblar, yazılardır. Bunlar, Dâvüd aleyhisselâm tarafından yazıldığı zannedilen Mezmurlar ile, Süleymânın meselleri, Neşîdeler neşîdesi, Vâiz, Rût, Ester, Eyub, Yeremyanın mersiyeleri, Daniel, Ezrâ, Nehemyâ ve Târîhler gibi kitâblardır. Bütün bu kitâblarda mevcûd olan husûsları kim bildiriyor? Müteassıb yehûdîler ve hıristiyanlar ki, aynı kitâblara inandıkları hâlde, aralarında pek çok ihtilâflar vardır. Bunlar, bu kitâblarda mevcûd olan sözlerin Allah kelâmı olduğunu iddi â etmekdedirler. Hâlbuki, iyice tedkîk edilirse, bu kitâblarda mevcûd olan sözlerin üç menba dan geldiğini kabûl etmek îcâb eder. 1) Bunların bir kısmı Allah kelâmı olabilir. Çünki, burada bizzat Allahü teâlâ insanlara hitâb etmekdedir. Meselâ: (Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir Peygamber çıkaracağım ve kelâmımı onun ağzına koyacağım ve ona emr edeceğim her şeyi onlara söyliyecek). [Tesniye, 18:18] (Ben Rabbim! Benden başka halâskâr, kurtarıcı yokdur). [Eş iyâ [İşâya]: 43:11] (Ey dünyânın nehâyetleri, hepiniz bana teveccüh edin, yönelin de kurtulun! Çünki, Allah benim. Benden başkası yokdur). [Eş iyâ: 45:22] 272
273 Bu cümlelerin Benî İsrâile gönderilen Peygamberlerin kitâblarından alındığını zan ediyoruz. Zîrâ, dikkat ediniz, Allahü teâlâ bu sözlerle, BİR olduğunu (Oğul ve Rûh-ül-kuds gibi ilahların olmadığını), Peygamberleri kendisinin gönderdiğini ve kendisinden başka HİÇBİR İLAH BULUNMADIĞINI beyân etmekdedir. Şimdi Kitâb-ı mukaddesin ikinci menba ını îzâh edelim: 2) Bu ikinci kısmda yazılı olan sözler Peygamberler tarafından söylenilmiş olabilir. Meselâ: (Sâat dokuza doğru Îsâ, feryâd ederek (Eli, Eli, Lama, Sabaktani). Ya nî Allahım, Allahım, beni niçin terk etdin? diye yüksek sesle bağırdı.) [Matta, 27:46] (Îsâ ona cevâb verdi: Dinle ey İsrâîl! Allahımız Rab, bir tek olan Rab dir.) [Markos 12:29] [Dikkat edin, yine Oğuldan ve Rûhülkudsden bahs edilmiyor.] (Îsâ ona dedi: Niçin bana kerîm, iyi diyorsun? Allahdan gayrı kerîm, iyi yokdur). [Markos 10:18] Îsâ aleyhisselâm tarafından söylendiği rivâyet edilen bu sözler, Peygamber kelâmı olabilir. O hâlde Kitâb-ı mukaddesde Allahü teâlânın kelâmı ile Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât kelâmları birbirine karışmış bulunmakdadır. Hâlbuki müslimânlar Allahü teâlânın kelâmı ile Peygamberin kelâmlarını birbirinden ayırmışlar ve Peygamberin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât kelâmlarını (Hadîs-i şerîf) ismi altında ayrı kitâblarda toplamışlardır. Şimdi Kitâb-ı mukaddesin üçüncü kısmındaki sözlere gelelim: 3) Buradaki sözlerin bir kısmı Îsâ aleyhisselâmın havârîleri tarafından, Îsâ aleyhisselâm hakkında kayd edilmiş vak alardan, bir kısmı ba zı kimselerin sözlerinden, bir kısmı ba zı târîhçilerin rivâyetlerinden, bir kısmı ise, kimin tarafından ve niçin söylendiği ma lûm olmıyan rivâyetlerden ibâretdir. Bir misâl verelim: (Uzakda yapraklı bir incir ağacı gördü. Belki onda birşey bulurum diye onun yanına geldi. Yanına varınca, üzerinde yapraklardan başka birşey bulamadı. Çünki incir mevsimi değildi). [Markos 11:13] Burada bir kimse, diğer bir kimseden bahs ediyor. Anlatanın kim olduğu belli değildir. Ancak, incir ağacının yanına giden zâtın Îsâ aleyhisselâm olduğu beyân edilmekdedir. Bu satırları yazan Markos ise, Îsâ aleyhisselâmı hiç görmemişdir. Buradaki diğer bir husûs da, bu âyetin devâmı olan 14 üncü âyetde, Îsâ aleyhisselâ- 273 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-18
274 mın, incir ağacına bir dahâ hiç meyve vermemesi için, beddüâ etmesidir. Böyle bir şey aslâ düşünülemez. Zîrâ, mevsimsiz incir vermek, ağacın elinde değildir. Bir Peygamberin, Allahü teâlânın yaratdığı âciz bir ağaca, mevsimsiz meyve vermediği için beddüâ etmesi, akla, ilme, fenne ve dinlere zıddır. Bugün elde bulunan Kitâb-ı mukaddesin büyük bir kısmında, kim tarafından söylenildiği bilinmeyen, fekat muhakkak insan sözü olduğu hemen anlaşılan sözler çokdur. Bunları Allah kelâmı olarak kabûl etmenin imkânı yokdur. Şimdi lütfen elimizi kalbimizin üzerine koyarak iyice bir tefekkür edelim: İçinde bir kısm Allah kelâmı, bir kısm Peygamber sözü, fekat büyük bir kısmı insanların muhtelif rivâyetleri bulunan bir kitâb (Allah Kelâmı) olarak kabûl edilebilir mi? Hele (insan sözü) olan kısmlarında dürlü dürlü yanlışlıklar bulunması, aynı husûsu anlatanların birbirinden çok farklı ifâdeleri, verilen rakamların birbirini tutmayışı -ki bunlardan aşağıda bahs olunacak, yanlışlar gösterilecekdir- bugünkü Tevrât ve İncîllerin temâmîle bir insan eseri olduğunu açıkça isbât etmekdedir. Müslimânların kitâbı olan Kur ân-ı kerîmde, Nisâ sûresinin seksen ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlar, hâlâ Kur ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğunu ve ma nâsını düşünmiyecekler mi? [Kur ân-ı kerîm Allah kelâmıdır.] Eğer böyle olmasaydı, içinde muhakkak ihtilâflar bulunurdu) buyurulmuşdur. Bu ne kadar doğru bir sözdür! Kitâb-ı mukaddesde bulunan ayrılıklar, onun bir insan eseri olduğunu göstermekdedir. Aşağıda ayrıca anlatacağımız gibi, Tevrât ve İncîller birçok def alar dînî hey etler, sinod [synode = meclis-i rûhânî]ler tarafından tedkîk edilmiş, tashîh edilmiş, değişdirilmiş, islâh edilmiş, kısaca şeklden şekle girmişdir. Allahü teâlânın kelâmı tashîh edilebilir mi? Kur ân-ı kerîm, vahy olduğu günden bugüne kadar, bir tek harfi dahî değişmemişdir. Kur ân-ı kerîm bahsinde göreceğiniz gibi, bu husûsun te mîni için her dürlü çâreye başvurulmuşdur. Kur ân-ı kerîmin bugüne kadar değişmeden geldiğini en müte assıb hıristiyan din adamları bile, hasedlerinden çatlayarak, i tirâf etmekdedirler. Allah kelâmı böyle olur! Hiç değişmez. Bugünkü İncîllerin Allahü teâlânın kelâmı mı, yoksa insan eseri mi olduğu hakkında sözü, hıristiyan din ve fen adamlarına bırakalım: Moody İncîl Enstitüsünden Dr. Graham SCROGGİE, (İncîl Allah kelâmı mıdır?) adlı kitâbının 17. sahîfesinde diyor ki: (Evet, Kitâb-ı mukaddes insan eseridir. Ba zı kimseler, neden olduğunu anlamadığım sebeblerden ötürü, bunu inkâr etmekde- 274
275 dirler. Kitâb-ı mukaddes, insanların dimâgında teşekkül etmiş, insanlar tarafından, insan dili ve insan eli ile yazılmış ve temâmen insan karakteri taşıyan bir eserdir.) Kenneth Cragg, hıristiyan din adamı olmasına rağmen, şöyle demekdedir: (Kitâb-ı mukaddesin Ahd-i Cedîd kısmı, Allah sözü değildir. Burada doğrudan doğruya insanların anlatdıkları hikâyeler ve her hangi bir işin nasıl yapıldığını gören insanların görgü şâhidliği vardır. Sırf insan sözü olan bu kısmlar, kilise tarafından insanlara Allahü teâlânın kelâmı gibi nakl edilmekdedir.) Teolog Prof. Geyser: (Kitâb-ı mukaddes Allah kelâmı değildir. Fekat, buna rağmen kutsal bir kitâbdır) demekdedir. İncîlde yazılı husûslara, bilhassa Allah, oğul ve rûhulkuds gibi üçlü tanrıya inanmayan papalar bile zuhûr etmişdir. Bunlardan biri olan Papa HONORİUS, üçlü tanrıyı kat iyyetle red etdiği için, ölümünden 48 sene sonra İstanbulda toplanan ruhban meclisi tarafından, m. 680 senesinde resmen la netlenmişdir. Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden biri olan ve Pavlos ile birlikde hıristiyan dînini neşr etmek için seyâhatlar yapmış bulunan Barnabasın yazdığı İncîl ise, birdenbire yok edilmiş ve bu İncîlde yazılı olan, (Îsâ aleyhisselâm, benden sonra bir Peygamber dahâ gelecek, onun ismi Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem olacak ve size birçok şeyler öğretecekdir dedi), hakîkati, müte assıb hıristiyanlar tarafından gizlenmişdir. [Bu husûsda dahâ geniş bilgiyi, bu kitâbın (Müslimânlık ve Hıristiyanlık) kısmında bulabilirsiniz.] Demek oluyor ki, bugünkü Kitâb-ı mukaddes hakkında, bütün garblı ilm adamları ile birlikde vereceğimiz karar şudur: Kitâb-ı mukaddes Allah kelâmı değildir. Allah kelâmı olan hakîkî Tevrât ve İncîl, bugünkü şekli ile temâmen başka bir kitâb hâline dönüşmüşdür. Bugünkü İncîlde Allah kelâmı olması düşünülebilen sözler yanında, başka kimseler tarafından ilâve edilen birçok sözler, tahmînler, rivâyetler ve hikâyeler vardır. Hele üçlü tanrıdan bahs eden kısmlar, îmânın esâsı olan (Allah birdir) akîdesine ve insanların akl-ı selîmlerine hiç uymayan iddi âlardır. Tevrât ve İncîl yunancaya ve latinceye terceme edilirken, o zemâna kadar yüzlerce tanrısı olan putperest Romalılar ve Yunanlılar, tek tanrıyı çok az görerek, onu çoğaltmak istemişlerdir. Ba zı âlimlere göre, hakîkî İncîldeki tek Allah i tikâdının yunanca tercemede üçe çıkarılmasına Yunanlıların Eflâtun felsefesine bağlı ol- 275
276 maları sebeb olmuşdur. Eflâtun felsefesi, her şeyi üçe böler. Meselâ edeb üç his kuvvetine dayanır: Ahlâk, akl ve tabî at. Tabî at da, nebât, hayvan ve insan olarak üçe ayrılır. Eflâtun, esâsda dünyâyı yaratan kudretin tek olduğunu düşünmekle berâber, onun iki yardımcısı dahâ olabileceğini ileri sürmüşdür. Bu da, (teslîs = Üçlü tanrı) fikrinin doğmasına sebeb olmuşdur. Bu nazariyyeyi kabûl eden birçok târîhci vardır. Hâlbuki, bugünkü Tevrât ve İncîllerde bile, birçok yerlerinde, aşağıda göreceğiniz gibi, (Allah benim! Allah tekdir. Benden başka Allah yokdur) sözleri bulunmakdadır. Bugünkü Kitâb-ı mukaddesler bile, zorla içine sokuşdurulan üç tanrı akîdesini, i tikâdını red etmekdedir. Bu üç tanrı fikrinin terceme hatâsı olduğu da iddi â edilmekdedir. Bilhâssa son günlerde, üçlü tanrıya artık hiç bir kimsenin inanmadığını gören hıristiyan kilisesi, (baba) ve (oğul) kelimelerinin büsbütün başka ma nâlara geldiğini öne sürmekde ve Tek Allah inancı üzerinde durmakdadır. Aşağıda bu terceme mes elesini tekrâr ele alacağız. Bugünkü Tevrât ve İncîllerin, Allah kelâmı olmadığı anlaşıldığı ve birçok hıristiyanlar da bunu bildirdikleri hâlde, hâlâ ba zı müte assıb hıristiyanlar, (İncîlin her sözü Allah kelâmıdır) diye iddi â etmekdedirler. Bu gibi müte assıblar için ancak şu sözleri söyleyebiliriz: Bekara sûresinin, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlar [hakkı dinlemekden ve kabûlden] sağırdırlar, [îmânı ve hakkı söylemiyen] dilsizdirler, [doğru, hak yolu görmiyen] kördürler. Bu hâllerinden rücû edip, doğru yola dönmezler) buyurulmuşdur. Matta İncîlinin onüçüncü bâbının, onüçüncü âyetinde, (Gördükleri hâlde görmezler, işitdikleri hâlde işitmezler ve anlamazlar) demekdedir. Şimdi İncîli tekrâr tedkîk edelim: Her şeyden evvel, bütün hıristiyanların elinde bulunan İncîllerin tek bir İncîl olmadığını söyleyelim. Bir katolik ile İncîl hakkında konuşmak isterseniz, size (Hangi İncîl?) diye sorar. Çünki, katoliklerin, protestanların ve ortodoksların muhtelif İncîlleri vardır. Siz (Nasıl oluyor da, Allah kelâmı olan İncîlin birçok cinsleri var?) diye sorarsanız, onlar biraz tereddüd etdikden sonra, (Efendim, esâsda İncîl birdir. Fekat tefsîrlerinde farklar olabilir) diye soru ile alâkası olmıyan garîb bir cevâb verirler. Eğer târîhi tedkîk edersek görürüz ki, ilk Romen Katolik İncîli, Jeromeun latin İncîli, Vulgatanın tercemesi ile 990 [m. 1582] senesinde Reimsde meydâna çıkmış, 1609 senesinde Douayde tekrar basılmışdır. Bugün de İngilizce olarak RCV (Roman Catholic Version = Romen Katolik İfâdesi) ismi altında mevcûddur. Fekat bugün İngilizlerin 276
277 elinde bulunan İncîl, bu eski İncîlin çok değişmiş bir şeklidir. Çünki 1600 senesinden bugüne kadar İncîl birçok tebeddüllerden geçmiş, içindeki ba zı kısmlar (apocrypha), ya nî (doğruluğundan şübhelenilen kısmlar) olarak çıkarılmış, ba zı kısmları, meselâ Jüdit, Tobias, Bâruh, Ester v.s. büsbütün kaldırılmışdır. Nihâyet AV (Authorised Version = Resmen kabûl edilmiş ifâde) ismi ile (son ve doğru İncîl) olarak neşr olunmuşdur. Fekat birçok ilm adamları, hattâ meşhûr başvekîl Churchill bile, (Bu İncîlin ifâdesi son derecede bozukdur) dedikleri için, bir müddet, 1611 senesinden kalan ve KJV (Kral James İfâdesi) ismi altında meşhûr olan eski İncîle dönülmüşdür. Nihâyet 1952 senesinde İncîl yeniden düzeltilmiş ve RSV (düzeltilmiş ve gözden geçirilmiş ifâde) isminde yeni bir İncîl hâzırlanmış, fekat bu da kâfî derecede düzeltilmemiş kabûl edildiğinden, bundan kısa bir zemân sonra 1391 [m. 1971]de (Çifte tashîhli İncîl) ortaya konulmuşdur. Katoliklerin İncîli de pek çok tahrîfâta [değişikliklere] uğramışdır. Şöyle ki, İbrânîceden yunancaya ve ondan da latinceye çevrilen İncîl, 325 senesinde Büyük Konstantinin emri ile toplanan İznik meclisi, 364 senesinde Ludicia meclisi, 381 de İstanbul meclisi, 397 senesinde Kartaca ruhban meclisi, 431 de Efesus [Efes] meclisi, 451 de Kadıköy meclisi ve dahâ birçok meclisler tarafından tedkîk edilip, her def asında yeniden tertîb edilmiş, her def asında ba zı kısmlar tebdîl edilmiş, Ahd-i Atîkde bulunan ba zı kitâblar çıkarılmış, ba zı meclislerde red edilen ba zı kitâblar ise kabûl edilmişdir. Fekat 930 [m. 1524] senesinde Protestanlık meydâna çıkınca, bu kitâblar tekrâr incelenmiş, yine değişiklikler yapılmışdır. Bütün bu müddet zarfında, pek çok hıristiyan din adamı, yapılan terceme ve değişikliklere i tirâz etmiş, kitâb-ı mukaddesin ba zı kısmlarının ilâve edildiğini ileri sürmüşlerdir. Yukarıda da bahs etdiğimiz gibi, İncîlin en eski şekli olan, İbrânîce nüshasından yanlış terceme edildiğini iddi â edenler çok haklıdırlar. Zîrâ İbrânîcede (Baba) kelimesi, yalnız bir çocuğun kendi babası değil, aynı zemânda (Hürmete lâyık büyük bir şahsiyyet) ma nâsına da gelmekdedir. Bunun içindir ki, Kur ân-ı kerîmde, İbrâhîm aleyhisselâmın amcası olan Âzere (Âzer denilen babası) denilmekdedir. Çünki, asl babası olan Târuh ölmüşdü. Amcası Âzerin yanında yetişmiş ve o zemânki âdete uyarak, ona baba demişdi. Türkistânda, hürmet edilen, merhamet edilen kimselere de (baba) denildiğini, (Reşehât) kitâbındaki konuşmalar göstermekdedir. Biz türkçede de, (Ne baba adam!) diye bir kim- 277
278 seye duyduğumuz hayrânlığı ifâde ederiz. (Oğul) kelimesi de İbrânîcede çok kerreler, bir şahsın rütbece veyâ yaşça kendisinden dahâ küçük olan, fekat kendisine son derece bir sevgi ile bağlı bulunduğu bir şahsı tasvîr etmek için kullanılmakdadır. Matta İncîlinin beşinci bâbı, dokuzuncu âyetinde, (Ne mutlu sulh edicilere! Zîrâ onlara Allahın OĞLU denecekdir) denilmekdedir. Görülüyor ki, burada (Oğul) kelimesi, (Allahın sevgili kulu) ma nâsına kullanılmakdadır. O hâlde, hakîkî İncîlde (Baba), mübârek bir mevcûd ve (oğul) da sevgili bir kul olarak beyân olunmuşdur. Ya nî maksad, üç tanrı değildir. (Baba) ve (Oğul) kelimelerinin kullanıldığı yerlerden çıkan ma nâ, her şeyin hâkimi ve mâliki Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâm gibi sevgili bir kulunu insanlara peygamber olarak gönderdiğidir. Aklları ancak bu günlerde başlarına gelen hıristiyanların büyük kısmı, (Hepimiz Allahın kulu, çocuğuyuz. Allah hepimizin rabbi, babasıdır. İncîllerdeki (Baba) ve (Oğul) kelimelerini böyle anlamak lâzımdır) demekdedirler. İbrânîce olan en eski İncîl nüshalarından birçok kelimelerin de yanlış terceme edildiği, aşağıdaki misâllerden anlaşılmakdadır. Şöyle ki: 1) Ahd-i atîkin ilk kitâbı Tekvînin İbrânîce aslında Cenâb-ı Hakdan (ALLAH) ya nî bir (L) harfi eksik olarak (ALAH) diye bahs olunmakdadır. Hâlbuki ikide birde tashîh edilen, değişdirilen İncîlde, bu kelime çıkarılmışdır. Ya nî hıristiyanlar Müslimânların Allahına yakın olmakdan korkmuşlardır. 2) Ahd-i atîkin İbrânîce aslında (bâkire = kız) kelimesi yokdur. Îsâ aleyhisselâmın doğumu hakkında eski İbrânîce nüshalarının, İşâyâ kitâbı, 7. ci bâbı 14. cü âyetinde, (Rab, size bir alâmet verecek, işte kız gebe kalacak ve bir oğlu olacak ve onun adını İmmanuel koyacak) demekdedir. Burada İbrânîce (Kız) ma nâsına (AL- MAH) kelimesi kullanılmışdır. Hâlbuki, İbrânîce (Bâkire) BET- HULAH kelimesi ile ifâde edilir. Bâkire kız kelimesi hıristiyanların dahâ işine geldiğinden (Kız) yerine (Bâkire kız) kelimesi kullanılmış ve hıristiyanlık âlemine (Kudsî Bâkire) ma nâsı aşılanmışdır. 3) Koyu müte assıb İngiliz papazları, dahâ ileriye giderek, Yuhannâ İncîlinin 3. cü bâbının 16. cı âyetindeki, (Zîrâ Allah dünyâyı o kadar sevdi ki, biricik oğlunu [ya nî çok sevdiği kimseyi] verdi [ya nî oraya gönderdi], tâ ki ona îmân eden her adam helâk olmasın, ancak ebedî [sonsuz] hayâtı olsun) cümlesini, (Zîrâ, Allah dünyâyı o kadar sevdi ki, (Kendisinin doğurmuş olduğu) biricik 278
279 oğlunu verdi, tâ ki ona îmân eden herkes helâk olmasın, ancak ebedî hayâtı olsun) şekline sokmak bedbahtlığında bulunmuşlardır. Burada, İngilizce (begotten) kelimesini kullanmışlardır ki, bu kelime doğrudan doğruya (doğurmuş) ma nâsına gelir. Hâlbuki, bugünkü Kitâb-ı mukaddesin birçok yerlerinde Allahü teâlânın BİR olduğu, Îsâ aleyhisselâmın ise, (Peygamber) olarak gönderildiği yazılıdır. Bunların bir kısmını aşağıda zikr ediyoruz: (Dinle ey İsrâîl! Allahımız Rab bir olan Rabdir) [Markos, 12:29] (Allah birdir. Ondan gayrı yokdur.) [Markos, 12:32] Tesniyenin 4. cü bâbının 39. cu âyetinde, (Ve bugün bil ve yüreğine koy ki, yukarıda göklerde ve aşağıda yerde RAB O AL- LAH dır, başkası yokdur) demekdedir. Tesniyenin 6. cı bâbının 4. cü ve 5. ci âyetlerinde ise, (RAB, BİR OLAN RABDİR ve ALLAH ın olan RABBİ bütün kalbinle ve bütün cânınla ve bütün kuvvetinle seveceksin) demekdedir. Yine Tesniyenin 32. ci bâbının 39. cu âyetinde de, (Şimdi görün ki, BEN, BEN Oyum ve nezdimde [başka] ilâh yokdur) demekdedir. İşâyânın 40. cı bâbının 25 ve 26. cı âyetlerinde, (Beni kime benzeteceksiniz ki, BEN Ona müsâvî olayım? Kuddûs [olan Allah] diyor. Gözlerinizi yukarı kaldırın ve görün, bunları [gökleri] kim yaratdı) demekdedir. Yine İşâyânın 43. cü bâbının 10. cu ve devâmındaki âyetlerinde, (RAB diyor: Siz şâhidlerim ve seçdiğim kulumsunuz, tâ ki, bilip bana inanasınız ve benim O olduğumu anlıyasınız. BENDEN ÖNCE (ALLAH) OLMADI ve BENDEN SONRA OLMIYA- CAK. Ben, ben Rabbim ve Benden başka kurtarıcı yokdur. RAB diyor ve BEN ALLAHIM) demekdedir. Yine İşâyânın 44. cü bâbının 6. cı âyetinde, (Rab diyor, ilk benim ve son benim ve benden başka ALLAH yokdur) demekdedir. Yine İşâyânın 45. ci bâbının 5. ci âyetinde, (RAB benim ve başkası yokdur. BENDEN BAŞKA ALLAH YOKDUR) demekdedir. Yine İşâyânın 45. ci bâbının 18. ci âyetinde, (Çünki gökleri yaratan RAB, dünyâya şekl veren ve onu yaratan, onu pekişdiren ve onu boşuna yaratmayan, üzerinde oturulsun diye ona şekl veren ALLAH şöyle diyor: RAB benim ve başkası yokdur) demekdedir. 279
280 Aynı bâbın 21 ve 22. ci âyetlerinde ise, (Ben RAB değil miyim? Ve benden başka ALLAH yokdur. Benden başka hak AL- LAH ve kurtarıcı yokdur. Ey yeryüzünde olanlar, hepiniz bana dönünüz de kurtulun. Çünki ALLAH benim ve başkası yokdur) demekdedir. Yine İşâyânın 46. cı bâbının 9. cu âyetinde ise, (ALLAH benim, başkası yokdur. Ben ALLAH ım ve benim gibisi yokdur) demekdedir. Îsâ aleyhisselâmın peygamber olduğuna dâir İncîllerden beyânlar: Matta İncîlinin 21. ci bâbının 10. cu ve 11. ci âyetlerinde, (Îsâ Yeruşalime [Kudüse] vardığı zemân bütün şehir, bu kimdir? diyerek sarsıldı. Ve kalabalıklar, Galilenin Nâsıra şehrinden ÎSÂ PEY- GAMBER budur dediler) demekdedir. Yuhannâ İncîlinin 5. ci bâbının 30. cu âyetinde, (Îsâ dedi ki, ben kendiliğimden bir şey yapamam, işitdiğime [ya nî bana verilen vahye] göre hükm ederim. Kendi irâdemi [bir şeyi yapdırmak arzûsu] değil, ancak beni gönderenin [ya nî Allahın] irâdesini ararım) demekdedir. Matta İncîlinin 13. cü bâbının 57. ci âyetinde Îsâ aleyhisselâm onlara, (Bir Peygamber, kendi vatanından ve evinden gayrı yerlerde de i tibârsız değildir dedi) demekdedir. Yuhannâ İncîlinin 8. ci bâbının 26. cı âyetinde, (Beni irsâl eden [gönderen] Allahdır. Ben dünyâya ancak Ondan işitdiklerimi söylerim) demekdedir. Yuhannâ İncîlinin 14. cü bâbının 24. cü âyetinde, (İşitdiğiniz sözler benim değil, ancak beni gönderen babanındır [ya nî büyük bir varlık olan Allahındır]) demekdedir. Yuhannâ İncîlinin 17. ci bâbının 3. cü âyetinde, (Ey Baba, ebedî hayat [Cennet hayâtı, hakîkî bir ALLAH olan] Seni ve gönderdiğin Îsâ Mesîhi bilmekdir) demekdedir. Yuhannâ İncîlinin 14. cü bâbının 28. ci âyetinde Îsâ aleyhisselâmın, (Baba benden büyükdür) dediği yazılıdır. Resûllerin işlerinin 2. ci bâbının 22. ci âyetinde, (Ey İsrâîl erleri, bu sözleri dinleyin: Nâsıralı Îsâyı ve onun tarafından tasdîk edilmiş olan adamı, siz kendiniz de bilirsiniz) demekdedir. 3. cü bâbının 26. cı âyetinde ise, (Allah her birinizi kötülüklerinden döndürmekle mübârek kılsın diye, kulunu kıyâm etdirip, önce size gönderdi) demekdedir. 280
281 4. cü bâbının 30. cu âyetinde de, (Mukaddes kulun Îsânın ismi ile alâmetler ve hârikalar olsun diye..) demekdedir. Bu âyetlerde, Îsâ aleyhisselâmın peygamberliği ve Allahü teâlânın vahy etmesi ile konuşmuş olduğu, açıkca bildirilmekdedir. Bütün bu cümleler bugün hıristiyanların elinde bulunan Kitâb-ı mukaddesden alınmışdır. Ya nî ne kadar değişdirilirse değişdirilsin, hâlâ bugünkü Tevrât ve İncîllerde muhakkak hakîkî İncîlden kalma doğru sözler bulunmakdadır. Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâmı Allahın oğlu olarak göstermek isteyenlere, hattâ bu maksad ile Tevrât ve İncîldeki cümleleri değişdirmek küstahlığında bulunanlara karşı ne kadar gazaba geldiği, Kur ân-ı kerîmde Meryem sûresinin 88-93. cü âyetlerinde meâlen şöyle beyân buyurulmuşdur: ([Yehûdîler ve Hıristiyanlar], Rahmân çocuk edindi dediler. [Ey Resûlüm sen onlara de ki,] ortaya büyük bir yalan atdınız. İsnâd etdikleri o sözden, nerede ise, gökler paralanacak, yer yarılacak, dağlar dağılacakdı. Hâlbuki Rahmânın çocuk edinmesi, Onun azametine lâyık değildir. Çünki göklerde ve yerlerde hiçbir kimse yokdur ki, Rahmâna kul olarak gelici olmasın.) Kur ân-ı kerîmin İhlâs sûresinin üçüncü âyetinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor: (Allah doğmamış ve doğurmamışdır.) Nisâ sûresinin yüzyetmişbirinci âyetinde meâlen, (Ey ehl-i kitâb [Yehûdîler ve Hıristiyanlar]! Dîninizde taşkınlık etmeyin. Allahü teâlâ hakkında doğruyu söyleyin [Ona iftirâ ederek Îsâ aleyhisselâm Allahın oğludur demeyin], Meryem oğlu Îsâ, Allahü teâlânın resûlüdür. Ol emri ile yaratılmış mahlûkudur. Onu Meryeme ilkâ etdi. [Ey hıristiyanlar] Allahü teâlâya ve resûlüne îmân edin, ilah üçdür ve Allahü teâlâ üçüncüsüdür demeyin. Bundan sakınmanız sizin için hayrlıdır. Allah ancak bir TEK ma bûddur. Çocuğu olmakdan münezzehdir) buyurulmuşdur. Allahü teâlâ Kur ân-ı kerîmde, İncîli değişdirenlere karşı, Bekara sûresinin onuncu âyetinde meâlen şöyle hitâb etmekdedir: (Kalblerinde [şek ve nifak] hastalığı vardır. Allahü teâlâ hastalıklarını artdırmışdır. Yalancılıklarından dolayı elem verici azâba uğrıyacaklardır). Bekara sûresi 79. cu âyetinde meâlen, (Vay, [tahrîf olunmuş] kitâbı kendi elleri ile yazıp da, onu birkaç kuruşa satmak için, Allah tarafındandır diyenlere! Vay, ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!) buyurularak, onların elîm bir azâba uğrayacağını haber vermişdir. 281
282 2 KİTÂB-I MUKADDESDEKİ (Tevrât ve İncîllerdeki) HATÂLARDAN BA ZILARI Tevrâtda ve İncîlde değişdirilmiş yerleri bildiren kitâblardan en meşhûru (İzhâru tebdîlil-yehûd vennasârâ fittevrâti vel-incîl ve beyânü-tenâkudi mâ-bi eydihim)dir. Bu kitâbı 456 h.de vefât eden Alî bin Ahmed Emevî yazmışdır. Bugün, hakîkaten, (Kitâb-ı mukaddes)i mütemâdiyen değişdirerek yeni İncîller neşr etmek, bu kitâbları satmak, çok büyük bir kazanç kaynağıdır. Çünki, ister inansın, ister inanmasın, her Avrupalının evinde bir Kitâb-ı mukaddes [Tevrât ve İncîl] vardır. Hele Avrupalı köylülerin çoğu, Kitâb-ı mukaddesden başka bir kitâb bilmez, bundan başka hiçbir kitâb okumazlar. Avrupalıların kültür seviyesi, çoğumuzun zan etdiği kadar yüksek değildir. Köylerde oturanlar okuma yazma bilirler ise de, dünyâdan haberleri yokdur. Ancak, Kitâb-ı mukaddes okurlar. Onun için, her yeni (gözden geçirilmiş ve düzeltilmiş) Kitâb-ı mukaddes, milyonlarca nüsha basılmakda ve bu Kitâb-ı mukaddesi basanlara her sene milyonlar kazandırmakdadır. O hâlde, Kitâb-ı mukaddesi ikide birde değişdirerek yeniden basmakdan dahâ kârlı bir iş yokdur. Garblı mecmû alar, ikide birde (Kitâb-ı mukaddesde hatâ var) diye yazmakdan geri kalmazlar. İçlerinde, meşhûr ilm adamlarının veyâ teologların ibret ile okunacak ciddî makaleleri de bulunur. Aşağıda bunlardan birini göreceksiniz: Şimdi siz de, Allahü teâlânın kelâmı nasıl yanlış terceme edilir? Allahü teâlânın kelâmı nasıl insanlar tarafından tashîh edilir? Allahü teâlânın kitâbı nasıl tedkîka tâbi tutulur? Böyle mütemâdiyen değişdirilen, düzeltilen bir kitâb mümkin değil (Allahü teâlânın kelâmı olamaz) diyeceksiniz. Hele 1971 senesinde ikinci def a değişdirilen İngiliz İncîlinin mukaddemesinde bulunan şu kelimeleri okursanız, büsbütün hayret edeceksiniz. En son tashîhi yapan dînî hey et, önsözde şunları söylüyor: (... Kral James tarafından hâzırlatılan Kitâb-ı mukaddesin ifâdesi hakîkaten son derece mükemmeldir. İngiliz neşriyâtının en yüksek bir eseri olarak kabûl edilebilir. Fekat, ne yazık ki, bu kitâbda gâyet ağır hatâlar vardır ve bu hatâlar, o kadar çok ve o kadar ciddîdir ki, bunların 282
283 muhakkak düzeltilmesi lâzımdır.) Düşünün bir kerre, bir dînî hey et toplanıyor ve İngilterede 1020 [m. 1611] senesinden 1391 [m. 1971] senesine kadar (Allah kelâmı) diye inanılan kitâbda birçok CİDDÎ hatâlar buluyor ve bunların muhakkak tashîhi lâzımdır diye karar veriyor! Artık bu kitâbın (Allah Kitâbı) olduğuna kim inanır? Aşağıda size hoş bir hikâye nakl edeceğiz. Bu hikâyeyi anlatan, hıristiyan din ve fen adamları ile, hıristiyanlık akîdeleri ve kitâb-ı mukaddes üzerinde münâzaralar yapan ve bunların tahrîf edilmiş olduğunu isbât eden Güney Afrikalı Ahmed Didatdır. [Hıristiyanlık ve tahrîf edilmiş İncîller üzerinde çalışmalar yapan bu zât, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlıyamamış bir mezhebsizdir.] Ahmed Didat diyor ki: (Amerikada neşr olunan AWAKE (Uyan!) mecmû asının 8 Eylül 1957 târîhli nüshasında şöyle bir makâle çıkdı: (Meğerse Kitâb-ı mukaddesde temâm 50.000 hatâ varmış! Geçenlerde bir genç hıristiyan, KJV (Kral James Beyânı) olan Kitâb-ı mukaddesden bir dâne satın almışdı. Tabî î İncîli (Kitâb-ı mukaddesi) Allah kelâmı olarak kabûl etdiğinden, içinde hiçbir hatâ bulunmadığını zan ediyordu. Fekat eline geçen bir Look mecmû asında (İncîl Hakkında Hakîkatler) ismindeki bir makâlede, 1133 [m. 1720] târîhinde kurulan bir dînî meclîsin Kral James tarafından hâzırlatılan Kitâb-ı mukaddesde 20.000 hatâ bulunduğunu meydâna çıkardığını okuyunca şaşırıp kaldı. Çok üzüldü. Bu mes eleyi rûhânî arkadaşlarıyla görüşdüğü zemân, onlar kendisine, (Bugünkü Kitâb-ı mukaddesde, 20.000 değil, 50.000 hatâ vardır) demezler mi? Genç adam kendinden geçdi. Şimdi bize soruyor: Allah aşkına söyleyin bana, bizim Allah kelâmı zan etdiğimiz Tevrât ve İncîl, böyle hatâlarla dolu bir eser midir? Ben bu mecmû ayı dikkat ile okumuş ve saklamışdım. Bundan beş altı ay evvel, birgün evimde otururken, kapım çalındı. Kapıyı açdığım zemân, karşımda kibâr tavrlı, güler yüzlü, tatlı dilli bir genç adam gördüm. Beni hürmet ile selâmladıkdan sonra, hüviyyetini uzatdı. Hüviyyetinde (Yehova Şâhidi) diye yazılı idi. Bu ism, bir kısm misyonerlere verilen bir lakab idi. Bu genç misyoner, bana çok tatlı bir sesle, (Biz her şeyden önce, hak yolundan çıkmış, sizin gibi tahsîlli insanları hak din olan hıristiyanlığa çağırmak için çalışıyoruz. Size Allah kelâmı olan Tevrât ve İncîlden ba zı güzel bahsleri ihtivâ eden kitâblar getirdim. Size bunları takdîm edeyim. Bunları okuyunuz, düşününüz ve karârınızı veriniz) dedi. Kendisini içeri da vet etdim. Kahve ikrâm etdim. (Herifi gâlibâ yarı yarıya kandırdım) diye düşündüğünü tahmîn ediyor- 283
284 dum. Kahveleri içdikden sonra, ona (Azîz dostum, siz Tevrât ve İncîli Allah kelâmı olarak kabûl ediyorsunuz değil mi?) diye sordum. (Muhakkak) diye cevâb verdi. (O hâlde, Tevrât ve İncîlde hiç bir hatâ yokdur değil mi?) dedim. (Olamaz) dedi. O zemân kendisine Awake mecmû asını gösterdim ve (Bu mecmû a, hıristiyan memleketi olan Amerikada çıkmış bir eserdir. Bu mecmû a, İncîlde temâm 50.000 hatâ olduğunu yazıyor. Eğer bu mecmû adaki makâleyi yazan bir müslimân olsaydı, ona inanıp inanmamakda serbest olurdunuz. Sizin dîninizde olan kimselerin çıkardığı mecmû anın sözlerini kabûl etmeniz gerekmez mi? Siz bu iddi âya karşı ne dersiniz?) dedim. Adamcağız birdenbire hayrete daldı. (Şu mecmû ayı verin de bir okuyayım) dedi. Okudu, tekrâr tekrâr okudu. Yüzünün nasıl tegayyür etdiğini, ne kadar mahcûb olduğunu görüyor ve içimden kıs kıs gülüyordum. Nihâyet bana verilecek bir cevâb buldu: (Bakınız, dedi, bu mecmû a 1957 senesinde basılmışdır. Biz şimdi 1980 senesindeyiz. Aradan temâm 23 sene geçmişdir. Herhâlde bu arada hatâları bulunmuş ve tashîh edilmişdir.) Ben büyük bir ciddiyyet ile (Peki ama acabâ bu 50.000 hatâdan kaç bini düzeltildi? Düzeltilen hatâlar hangileridir? Nasıl düzeltilmişdir? Bunlar hakkında bana ma lûmât verebilir misiniz?) diye sordum. Başını öne eğdi ve (Ma atteessüf bunu yapamam) dedi. Ben ilâve etdim: (Azîz misâfirim! İçinde 50.000 hatâ bulunan, ikide birde değişdirilen veyâ düzeltilen bir kitâbın Allahü teâlânın kitâbı olduğuna nasıl inanırım? Bizim Allahü teâlânın kitâbı olarak inandığımız Kur ân-ı kerîmin bir harfi bile bugüne kadar değişmemişdir. İçinde tek hatâ yokdur. Siz beni hidâyete erişdirmek istiyorsunuz ama, rehberiniz olan İncîl ve Tevrât hatâlı, seçdiğiniz yol şübhelidir. Bunu bana nasıl îzâh edersiniz?). Zevallı perişân olmuş, hayretde kalmışdı. (Bana müsâade ediniz de, büyük papazlar ile görüşeyim. Birkaç gün içinde size uğrar ve sorduklarınıza cevâb veririm) dedi ve acele ile yanımdan firâr etdi. Gidiş o gidiş. Aylardan beri kendisini bekliyorum. Ne gelen var, ne giden!) Şimdi Tevrât ve İncîlde tesâdüf edilen birçok hatâlar, birbirinden farklı ifâdeler ve aynı husûs hakkında verilen birbirlerine mugâyir beyânlar hakkında biraz dahâ îzâhat verelim. Evvelâ şunu söyliyeyim ki, Tevrât ve İncîlin hatâlı kısmlarını arayan ve bulan, en çok kilise mensûblarıdır. İçine düşdükleri tezâdlardan kurtulmak için çâre aramakdadırlar. Londrada (İngilizceye terceme edilmiş modern İncîl) ismindeki eseri 1970 senesinde neşr eden Philips, Matta İncîli hakkında şöyle diyor: 284
285 (Mattaya âid olduğu kabûl edilen İncîlin, hakîkatde onun tarafından yazılmadığını ileri sürenler vardır. Bugün birçok kilise mensûbları, bu İncîlin sırlarla örtülü bir şahıs tarafından yazıldığını ileri sürmekdedirler. Bu esrârengiz kişi, Mattanın İncîlini eline almış, onu istediği gibi değişdirmiş, içine başka birçok sözleri de ilâve etmişdir. Üslûbu açık ve akıcıdır. Hâlbuki hakîkî Matta İncîlinin üslûbu dahâ ağır, fekat sözleri dahâ muhâkemelidir. Matta, gördüklerini, duyduklarını zihninde bir muhâkemeden geçirdikden ve duyduğu sözlerin Allah kelâmı olduğuna temâmen inandıkdan sonra, bunları kaleme alıyordu. Hâlbuki, şimdi Matta İncîli olarak elimizde bulunan metin, dikkat ile yazılmamışdır.) Allahü teâlânın kelâmı mütemâdiyen değişemiyeceğine göre, yalnız yukarıdaki sözler, bugünkü Matta İncîlinin insan eli ile yazıldığını isbâta kâfîdir. Matta İncîli ortadan gayb olmuş, onun yerine meşhûr olmıyan bir kişi yeni bir İncîl yazmışdır. Bu kişinin kim olduğunu kimse bilmemekdedir. Bugünkü Kitâb-ı mukaddesin (yeni ahd) kısmında bulunan dört İncîl, bilindiği gibi, Mattadan başka, Yuhannâ, Luka ve Markos tarafından yazılmışlardır. Bunlardan yalnız Yuhannâ [ki Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu idi] Îsâ aleyhisselâmı görmüş, fekat, İncîlini Onun semâya kaldırılmasından sonra Samosda yazmışdır. Luka ile Markos ise, Îsâ aleyhisselâmı hiç görmemişlerdir. Bunlardan Markos, Petrusun tercümânı idi. Yalnız Matta İncîli değil, Yuhannâ İncîli de başkası tarafından yazılmış ve değişdirilmişdir. Bunların isbâtı 271. ci sahîfeden i tibâren bildirilmişdir. Kısaca bu dört İncîl hakkında birbirlerinden farklı birçok rivâyetler vardır. Bütün dünyânın birleşdiği bir husûs vardır. O da, bu dört İncîl (aşağıda göreceğiniz gibi), aynı hâdiseleri başka anlatan ve insan eliyle yazılmış hikâyelerden ibâretdir. Allahü teâlânın kelâmı değildirler. Bugünkü Kitâb-ı mukaddesin ya nî Tevrât ve İncîllerin içindeki ba zı hatâları anlatmadan evvel, Tevrât ve İncîllerin başka bir husûsiyyetinden de bahs etmek istiyoruz. Hıristiyanlarla münâzara eden ve onları cevâbdan âciz bırakan Ahmed Didat şu hikâyeyi anlatıyor: (Birgün, hıristiyan komşularıma ricâ etdim. (Ben şimdi kitâb-ı mukaddes ile meşgûl oluyorum. Size ondan bir parça okumak istiyorum) dedim. Benim Kitâb-ı mukaddes ile alâkadâr olduğuma pek memnûn kaldılar. (Gâlibâ hidâyete kavuşuyor) diye sevindiler. Sür ât ile etrâfımda toplandılar. Ellerine birer Kitâb-ı mukaddes verdim ve (İşâyâ) kitâbının 37. ci bâbını açmalarını ricâ etdim. (Şimdi ben size kendi elimdeki Kitâb-ı mukaddesden bu bahsi okuyacağım. Lütfen beni ta kîb edin ve doğru okuyup okumadığı- 285
286 ma dikkat edin) dedim. Hepsi beni dikkat ile dinlemeğe ve okuduğum parçayı ellerindeki Kitâb-ı mukaddesden ta kîb etmeğe başladılar. Okuduğum parça şöyle idi: (Vâki oldu ki, Kral Hizkiya bunu işitince, esvâbını yırtdı ve çul sarınıp Rabbin evine girdi. Ve Kral, evi üzerinde olan Elyakimi ve Kâtib Şebnayı ve kâhinlerin ihtiyârlarını çula sarılmış olarak, Amatsun oğlu Peygamber İşâyâya gönderdi. Ve ona dediler: Hizkiya şöyle diyor: Bugün sıkıntı, tekdîr ve rüsvâlık [aşağılık] günüdür. Çünki çocuklar doğum vaktine geldi, fekat doğuracak kudret yok.) Bir müddet dahâ okudum. Ben devâm ederken onlara, (Nasıl, harfi harfine doğru okuyor muyum?) diye soruyordum. Onlar da (tâm tamına, harfi harfine doğru okuyorsun) diye tasdîk ediyorlardı. Birdenbire kendilerine: (Şimdi size bir şey söyliyeceğim: Sizin elinizde dinlediğiniz kısm Ahd-i atîkin [Tevrâtın] İşâyâ kitâbının 37. ci bâbıdır. Benim okuduğum parça ise yine Ahd-i atîkin İkinci Melikler [Krallar] 19. cu bâbıdır. Ya nî, iki kitâbın bu iki bahsi harfi harfine birbirinin aynıdır. Demek ki, bunlardan biri temâmen diğerinden sirkat edilmiş, çalınmışdır. Ama hangisi, hangisinden aşırmış, bunu ben bilmiyorum. Bu husûsda karâr vermek size âiddir. Fekat, sizin kutsal zan etdiğiniz bu kitâblar birbirinden sirkat edilmişdir. İşte isbâtı!) dedim. Bir kıyâmetdir kopdu. (Böyle şey mümkin değildir!) feryâdları yükseldi. Hemen elimdeki Kitâb-ı mukaddesi aldılar. Dikkat ile tedkîk etdiler. Okuduğum bahsin hakîkaten İkinci Meliklerin 19. cu bâbının, ellerinde bulunan İşâyânın 37. ci bâbının harfi harfine aynı olduğunu görünce, ağızları açık kaldı. Onlara, (Bana darılmayın ama, bir Allah kitâbında böyle yazı aşırma [intihâl] keyfiyeti olur mu? Ben nasıl olur da, böyle kitâblara inanırım?) dedim. Hepsinin başı öne düşmüşdü. İster istemez bana hak veriyorlardı.) Şimdi aşağıda, Tevrât ve İncîllerde anlaşılmıyan birkaç parça gösterelim: Matta İncîlinin 9. cu bâbının 9. cu âyetinde, (Îsâ, oradan geçerken gümrük mahallinde oturan ve Matta denilen bir adam görüp ona, ardımca gel dedi. O da kalkıp ardınca gitdi) demekdedir. Şimdi iyice dikkat ediniz, bu cümleleri yazan Mattanın kendisi ise, niçin kendisi olduğunu söylemeyip, bir başka Matta gibi söylemişdir. Eğer bu İncîli yazan Mattanın kendisi olsaydı, (Ben gümrük mahallinde otururken Îsâ oradan geçiyordu. Beni gördü, 286
287 ardımca gel dedi. Ben de Onun ardınca gitdim) diye yazması îcâb ederdi. Bu da gösteriyor ki Matta İncîlini yazan Matta değildir. Luka İncîlinin 1. ci bâbı başında, (Ey fazîletli Teofilos, kelâmın vekîlleri, hizmetcileri olup, gözleri ile görmüş olanların bize nakl etdiklerine göre, aramızda vâki olan şeylerin hikâyesini tertîb ve tahrîr etmeğe birçok kimseler girişdiğinde, ben de tâ başından beri [olanları] hepsini dikkatle araşdırıp, tahkîk ederek, olduğu gibi, sırası ile sana yazmağı uygun gördüm) demekdedir. Bu ibâreden anlaşılıyor ki: Luka, kendi zemânında dahâ birçok kimseler İncîl yazdıkları bir sırada bu İncîli yazmışdır. Luka havârîlerin kendi elleri ile yazdıkları hiçbir İncîl bulunmadığına işâret etmekdedir. Zîrâ (kelâmın vekîlleri ve gözleri ile görmüş olanların bize nakl etdiklerine göre) cümlesi ile İncîl yazanları gözleri ile görenlerden ya nî havârîlerden tefrîk etmiş, ayırmışdır. Kendisi için havârîlerden birinin şâkirdi, talebesiyim demez. Çünki, o asrda havârîlerden birine isnâd edilen pekçok te lîfler, yazılar, risâleler bulunduğundan öyle bir senedin, ya nî havârîlerden birinin talebesi olduğunu bildirmesinin, kendi kitâbı için başkalarının i timâdına sebeb teşkil edeceğini, ümmîd etmemişdir. Belki, her husûsu kendisi tahkîk ederek, esâsından öğrendiğini bildirerek, dahâ kuvvetli bir delîl olarak göstermek istemişdir. Yuhannâ İncîlinin 19. cu bâbının 35. âyetinde, (Gören şehâdet etdi ve onun şehâdeti doğrudur ve îmân edesiniz diye kendisi doğruyu söylediğini bilir) demekdedir. Şâyet bu ibâreyi Yuhannâ yazmış olsa idi, hâdiseyi (gören şehâdet etdi ve onun şehâdeti doğrudur) diye yazmazdı. Netîcede, Matta, Luka ve Yuhannânın kendilerinden değil, ismi bilinmiyen, kim olduğu belli olmıyan bir kimseden bahs etdiklerini görürsünüz. Bu kimdir? Peygamber mi? Kelâmın hizmetcileri kimdir? Yerinden kalkıp Îsâ aleyhisselâmı ta kîb eden kimdir? Şehâdet eden kimdir? Bu kadar esrâr dolu ve anlaşılmaz bir din kitâbı olur mu? Kim kime ve niçin şehâdet ediyor, o da belli değil! Şimdi Kitâb-ı mukaddesdeki muhtelif bahsler arasındaki ihtilâflardan, farklardan bahs edelim: İkinci Samuelin 24. cü bâbının 13. cü âyetinde, (Gad, Dâvüda 287
288 geldi ve Ona dedi, Sana memleketinde yedi kıtlık senesi mi gelsin? Yoksa düşmanların seni kovalarken onların önünde üç ay mı kaçarsın) demekdedir. Şimdi aynı mes eleden bahs eden Birinci Târîhlerin 21. ci bâbının 11. ve 12. ci âyetlerinde ise, (Böylece Gad, Dâvüda gelip, Ona dedi, RAB şöyle diyor: Bunlardan istediğini seç. Üç sene kıtlık, yâhud düşmanlarının kılıcı sana erişerek seni sıkışdıranların önünde üç ay bitip tükenmek, yâhud da üç gün Rabbin kılıcı ve Rabbin meleği, İsrâîlin bütün sınırlarında insanları helâk edecek vebâ hastalığı) demekdedir. Allah kelâmı denilen bir kitâbın, bu iki bahsinde aynı mes ele arasındaki büyük farkı görüyorsunuz. Hangisine inanalım? Allahü teâlâ iki dürlü beyânda bulunur mu? Bugünkü Kitâb-ı mukaddesin muhtelif kitâbları arasındaki farklar o kadar çokdur ki, bunların hepsini yazmağa kalksak, mu azzam bir kitâb olur. Biz burada okuyuculara umûmî bir fikr vermek için, birkaçından dahâ bahs edeceğiz: İkinci Târîhlerin 36. cı bâbının 5. ci âyetinde, (Yehoyakim melik olduğu zemân 25 yaşında idi ve Yeruşalimde [Kudüsde] on bir sene meliklik etdi) demekdedir. İkinci meliklerin [kralların] 24. cü bâbının 8. ci âyetinde, (Yehoyakim melik olduğu zemân onsekiz yaşında idi) demekdedir. Arada tâm 7 sene yaş farkı var! Anlaşılan bu kudsî kitâbı yazanlar, adı geçen iki kişinin, aynı şahıs olup olmadıklarına dikkat etmemişlerdir. Başka bir misâl: İkinci Samuelin 10. cu bâbının 18. ci âyetinde, (Sûriyeliler, İsrâîllilerin önünden kaçdılar. Dâvüd Sûriyelilerden cenkcileri ile [berâber] 700 araba ve 40.000 atlı telef etdi ve ordu kumandanı Şobakı vurdu ve o arada öldü) demekdedir. Şimdi aynı muhârebe manzarası, Birinci Târîhlerin 19. cu bâbının 18. ci âyetinde, (Ve Sûriyeliler, İsrâîlin önünden kaçdılar. Dâvüd Sûriyelilerden cenkcileri ile [berâber] 7000 [yedibin] arabayı perişân etdi ve 40.000 yaya asker öldürdü. Ordunun kumandanı Şobakı da telef etdi.) Şimdi aradaki farklara dikkat ediniz: Birinci kitâba göre 700 harb arabası, ikinciye göre tâm on misli 7000 harb arabası, birinci kitâba göre 40.000 süvârî öldürülmüş, ikinci kitâba göre bunlar süvârî değil, piyâde askeri imiş! Kitâb-ı mukaddesin içindeki kitâblar böyle birbirinden farklı 288
289 ma lûmât verirse, bunların Allahü teâlânın kelâmı olduğuna kim inanır? Hâşâ, Allahü teâlâ, piyâde ile süvârîyi birbirinden ayıramaz mı? 700 ile 7000 arasındaki 10 misli fark olduğunu bilemez mi? Böyle birbirini nakz eden beyânlarda bulunmak ve sonra bunları Allahü teâlânın kelâmı kabûl etmek, Allahü teâlâya yapılan en büyük iftirâ, en büyük küstahlıkdır. Birkaç misâl dahâ verelim: Burada bahs konusu, Süleymân aleyhisselâmın serâyında yapdırdığı büyük kurban kesme yeri, ya nî (kurban havuzu)dur. Birinci Meliklerin 7. ci bâbı 26. cı âyetinde, (Kalınlığı bir karış idi. Ve onun kenârı bir kâse kenârı gibi, zanbak çiçeği gibi işlenmişdi. 2000 bat su alırdı) demekdedir. (1 bat = 37 litre) Şimdi aynı kitâbın İkinci Târîhlerin 4. cü bâbı 5. ci âyetinde, (Süleymânın yapdığı mezbahın kalınlığı bir avuç idi ve kenârı bir kâse kenârı gibi zanbak çiçeği gibi işlenmişdi. İçi 3000 bat su alırdı) demekdedir. Görüyorsunuz, yine arada temâm 1000 bat, ya nî 37000 litre su farkı var! Anlaşılıyor ki, bu cins kitâbları yazanlar, birbirlerinin farkında olmadan, akllarına geleni kayd etmişler, tekrâr tedkîk zahmetinden de kaçmışlar ve ortaya böyle birbirini nakz eden fıkralar çıkmış ve bunlara, utanmadan (Allah Kelâmı) demişlerdir. Bir misâl dahâ verelim: İkinci Târîhlerin 9. cu bâbının 25. ci âyetinde, (Süleymânın atları ve cenk arabaları için 4000 ahırı vardı ve 12.000 atlısı vardı. Onları, araba şehrlerine ve melikin yanına, Yeruşalime [Kudüse] koydu.) Aynı hikâyeyi Birinci meliklerin 4. cü bâbının 26. cı âyetinden okuyalım. (Ve Süleymânın cenk arabaları için 40.000 ahırı vardı.) Görüyorsunuz, burada ahır mikdârı tam 10 misli artmakdadır! Belki denilebilir ki, (En çok rakkam farkları var, acaba rakkam farkı, o kadar mühim midir?) Buna meşhûr Alberts Schweizer in beyânı ile cevâb verelim. Schweizer diyor ki: (En büyük mu cizeler bile, iki kerre ikinin dört etdiğini veyâ bir dâirenin çemberinde açılar bulunduğunu isbât edemez. Yine en mu azzam mu cizeler, ne kadar çok olursa olsun, her hangi bir hıristiyanın bâtıl i tikâdı içinde bulunan bir eksiği, bir yanlışlığı düzeltemez). Son olarak, birbirinden farklı birkaç metin zikr edelim: 289 Herkese Lâzım Olan Îmân: F-19
290 Matta İncîlinin 27. ci bâbının 44. cü âyetinde, Îsâ aleyhisselâm ile birlikde asılan iki hırsızın, ona karşı yehûdîler gibi kötü sözler söyledikleri yazılıdır. Luka İncîlinin 23. cü bâbının 39. cu âyeti ve devâmında, hırsızlardan birinin Îsâ aleyhisselâma kötü söz söylediği ve bunu işiten ikinci hırsızın onu azarladığı ve (Sen aynı hükm altında olduğun hâlde Allahdan korkmuyormusun) dediği ve Îsâ aleyhisselâmın ikinciye, (Bugün sen benimle berâber Cennetde olacaksın) dediği yazılıdır. Bu iki ibâre arasındaki farklılık meydândadır. Yine Markosa göre, Îsâ aleyhisselâm haçdan indirildikden sonra, ölüler arasında kaldığı sırada, havârîleri ile görüşmüş ve hemen, o gün semâya kaldırılmışdır. Luka İncîlinde de böyle yazılıdır. Hâlbuki yine Lukanın yazmış olduğu (Resûllerin İşleri) kitâbının birinci bâbının 3. cü âyetine göre, hazret-i Îsâ, ölüler arasında 40 gün kaldıkdan sonra semâya kaldırılmışdır. Bu misâller böyle devâm etmekdedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, hepsini kayd etmek için, bu kitâbın hacmi kâfî gelmez. Önsözde, kendisini tanıtdığımız, Müslimân olan eski bir râhib Turmeda, ya nî Abdüllah-ı Tercümân, İncîllerin herbirinin kendi âyetleri arasındaki tenâkuzlarına birkaç misâl veriyor: Matta İncîlinin 3. cü bâbının 4. cü âyetinde, (Yahyânın ta âmı [yiyeceği] çekirgeler ve yaban balı idi) demekdedir. 11. ci bâbının 18. ci âyetinde ise, (Yahyâ ne yir, ne içerdi) demekdedir. Eski râhib, bir noktaya dahâ işâret ediyor: Matta İncîlinin 27. ci bâbı 50., 51., 52. ve 53. cü âyetlerinde, (Îsâ, rûhunu teslîm etdi. İşte o zemân ma bedin perdesi yukarıdan aşağı kadar [yırtıldı], iki parça oldu. Yer sarsılıp kayalar yarıldı. Kabrler açılıp uykuda olan nice mukaddeslerin cesedleri kıyâm etdiler. Onlar kabrlerinden çıkıp Îsânın kıyâmından sonra mukaddes şehre girdiler ve birçok kimselere göründüler) demekdedir. Müslimân olmuş olan bu râhib Anselmo Turmeda diyor ki, (Okuduğunuz bu fâcia tasvîri, temâmen eski bir kitâbdan alınmışdır. Bu tasvîr, Titus Kudüsü zabt ve tahrîb etdiği zemân, bir yehûdî târîhcisi tarafından kaleme alınmışdır. Bu ibâreleri şimdi Mattada görmekdeyiz. Bunun ma nâsı, her hangi bir kimse, bu sözleri Matta İncîline sonradan eklemişdir). Bu da, yukarıda (Matta İncîli, hakîkî Mattanın yazdığı İncîl değildir) sözünün doğru olduğunu bir kerre dahâ isbât etmekde ve bu ilâveleri yapan Matta İncîlini 290
291 yazan esrârengiz kimseyi hâtırlatmakdadır. Bir târîhî hatâdan dahâ bahs edelim: Tekvînin 16. cı bâbının 15. ci âyetinde, (Ve İbrâhîmin aleyhisselâm câriyesi Hâcerden bir oğlu oldu. İbrâhîm bunun adını İsmâ îl koydu) demekdedir. Yine Tekvînin 22. ci bâbının 2. ci âyetinde ise, (Allah İbrâhîme dedi, şimdi oğlunu, sevdiğin biricik oğlunu, İshakı al ve Moriya diyârına git!) denilmekdedir. Ya nî, İbrâhîm aleyhisselâmın ayrıca bir de İsmâîl aleyhisselâm isminde oğlu olduğu unutulmuşdur. Okuyucuları da râhatsız etmeğe başlıyan bu hatâları bir tarafa terk edip, biraz da, bugünkü hıristiyan ve yehûdîlerin inandıkları (Kitâb-ı mukaddes)i ya nî Tevrât ve İncîlleri teşkîl eden kitâbların nereden geldiklerini araşdıralım: (Kitâb-ı mukaddes)in ilk kitâbları, Tekvîn, Hurûc, Levililer, Sayılar ve Tesniyedir. Bu beş kitâba (Tevrât) demekdedirler. Mûsâ aleyhisselâma indirilen Tevrâtın bu kitâblardan meydâna geldiğini zan etmekdedirler. İşâyâ için neler söylenildiğini yukarıda zikr etdik. Rivâyete göre başka biri tarafından yazılmışdır. Hâkimler kitâbının İsmâ îl tarafından yazıldığı düşünülebilir. Rut (Râ ût): Yazan belli değil Birinci Samuel: Yazan belli değil. İkinci Samuel: Yazan belli değil. Birinci Melikler: Yazan belli değil. İkinci Melikler: Yazan belli değil. Birinci Târîhler: Gâlibâ Îsâ aleyhisselâmdan 350 sene evvel yaşamış olan İbrânî haham ve din adamı AZRÂ tarafından yazılmış. İkinci Târîhler: Bunun da, Azrâ tarafından yazıldığı düşünülebilir. Azrâ, Uzeyr demek olduğu (Müncid)de yazılıdır. Fekat, bu kitâbları yazan kimse Uzeyr aleyhisselâm değildir. Azrâ ismindeki bir yehûdîdir. Azrâ: Azrânın bizzat yazdığı kitâb. Ester: Yazan belli değil. Eyyûb: Yazan belli değil. Mezâmir: Zebûrun sûreleri demekdir. Dâvüd aleyhisselâma âid olan sûreler oldukları beyân edilmekde ise de, içinde Benî Korah, Âsaf, Ezrahi, Heman ve Süleymân aleyhisselâmın mezmurları da vardır. Yûnüs: Kimin tarafından yazıldığı bilinmiyor. 291
292 Habakuk: Kim olduğu, nerede bulunduğu, şeceresi, ne iş yapdığı kimse tarafından bilinmeyen bir şahsiyetin yazdığı kitâb. İşte size Kitâb-ı mukaddesin (Ahd-i Atîk = Eski Ahd) kitâblarının mâhiyyetleri hakkında kısa bir ma lûmat. (Ahd-i Cedîd = Yeni Ahd) kısmına gelince, bunun hakkında ve bunu yazanlar ve içindeki farklılıklardan yukarıda ma lûmât verdiğimiz için bunları tekrâra lüzûm görmedik. Kitâb-ı mukaddesin içinde, dahâ birçok ma nâsız sözler vardır: Meselâ, Allahü teâlânın tûfâna nedâmet edişi, Ya kûb aleyhisselâmın rü yâsında Allahla güreş tutarak onu yenmesi, Lût aleyhisselâmın kızları ile zinâ etmesi gibi. Bunların ne kadar habîs şeyler olduğu hıristiyanlar tarafından da kabûl edildiği için, bu bahsleri yavaş yavaş Kitâb-ı mukaddesden çıkarmağa başlamışlardır. Şimdi, bugünkü Kitâb-ı mukaddesin ifâde şekli ve insanlara neler telkîne çalışdığını tedkîk edelim: Tekvînden bir bend alıyoruz. Bu kitâb, ilk insanlardan, ilk Peygamberlerden, Âdem, Nûh, İbrâhîm aleyhimüssalevâtü vetteslîmât gibi büyük nebîlerden bahs eder. Aynı zemânda İbrânî âilelerinin nasıl kurulduğunu anlatır. Yehûdîlerin ceddi olan Yehûdâdan (Juda) bahs eden 38. ci bâbın başında, (Yehûdâ kardeşlerinin yanına indi ve Abdüllah bir adamın yanına indi. Orada Kenanlı bir adamın kızını gördü. Adamın adı Şû idi. Kızı alıp yanına girdi. Kız hâmile kalıp bir oğlu oldu) demekdedir. Şimdi lutfen elinizi kalbinizin üzerine koyarak şu süâllere cevâb veriniz: Bir din kitâbı ne öğretir? Bir din kitâbı, insanlara yapmaları gereken husûslarla, yapmamaları gereken husûsları öğretir. Onlara, dünyâ ve âhiret hakkında fikr verir. Onları, fenâ hareketleri için azarlar ve iyi hareketlerini medh eder. Allahü teâlâya karşı ne gibi vazîfeleri olduğunu, birbirlerine karşı nasıl muâmele etmek îcâb etdiğini anlatır. Dünyâda sulh ve selâmet içinde yaşamak için neler yapmak lâzım olduğunu bildirir. Kısaca, bir din kitâbı, bir AHLÂK KİTÂBI dır. Yukarıda okuduğunuz parça ve devâmında bu fazîletlerden hangisi var? Açık saçık bir fuhş hikâyesidir. Bu parça, bugün dünyânın her yerinde Pornografi [müstehcen] neşriyyat sınıfına girer ve yayınlanması yasaklanır. Hıristiyanların ve yehûdîlerin mukaddes dedikleri kitâbda buna benzer dahâ birçok gayr-i ahlâkî bahsler vardır. Yine (Ahd-i atîk)in Tekvîn kitâbı 19. cu bâbının otuzuncu ve sonraki âyetlerinde Lût aleyhisselâmın iki öz kızının, 292
293 Lût aleyhisselâma içki içirerek serhoş etdikden sonra kendisi ile cinsî münâsebetde bulunarak oğulları olduğu yazılıdır. Dâvüd aleyhisselâmın, kumandanlarından Urianın zevcesi Batşebayı yıkanırken çıplak olarak seyredince dayanamıyarak onunla şehvânî ilişkiler kurduğu ve kocasından ayırmak için zevallıyı bir savaşın en tehlükeli yerine, geri dönmemek üzere gönderdiği Ahd-i atîkin İkinci Samuel kısmının 11. ci bâbında yazılıdır. Bugün birçok Avrupa müzelerinde, Dâvüd aleyhisselâmın Batşebayı çıplak olarak seyretmesini veyâ Uriayı ölüme göndermesini tasvîr eden resmler bulunmakdadır. Avrupa dillerinde (Uria Mektûbu) ta bîri, (İ dam hükmü veyâ çok kötü haber) ma nâsına gelmekde ve Avrupalılar bunu ve benzeri hikâyeleri mukaddes dedikleri kitâblarından almakdadırlar. Bu hikâyeleri okuyanlar ne öğreniyor? Kardeşinin zevcesi ile zinâ etmeğe zorlanan erkekler, gelinini hâmile bırakan kayınbabalar, kızı ile zinâ eden babalar, emrinde çalışanların zevcesini iğfâl eden ve onları ölüme yollayan adamlar. İnsanın aklı zâil olacak. Ba zı hıristiyanlar bile bu çirkin hikâyelere inanmıyor ve red ediyorlar. (Plain Truth) mecmû asının 1977 senesinde çıkan bir nüshasında şöyle yazılıdır: (Çocuklara Kitâb-ı mukaddesi okuturken çok dikkat ediniz! Çünki Kitâb-ı mukaddesin içinde, gayr-ı ahlâkî fuhş hikâyeleri mevcûddur. Bunları okuyan çocuklarda, âile ferdleri arasındaki münâsebetler hakkında, çok hatâlı fikrler hâsıl olabilir. Bilhâssa, Ahd-i atîk kısmında bulunan bu fuhş münâsebetleri, Kitâb-ı mukaddesden çıkarılmalı ve ancak ondan sonra çocuklara bu temizlenmiş Kitâb-ı mukaddes verilmelidir). Mecmû a ilâve ediyor: (Kitâb-ı mukaddes, muhakkak bir tedkîkden geçmelidir. Çünki bu hâli ile ahlâk telkin etmek şöyle dursun, gençleri ahlâksızlığa teşvîk etmekdedir.) Meşhûr edebiyyâtçı Bernhard Shaw, dahâ ileri giderek, (Dünyâda en tehlükeli kitâb Tevrât ve İncîldir. Onu sağlam bir kilit altına koymalı ve bir dahâ meydâna çıkmamasını temîn etmelidir) demekdedir. Dr. Stroggie, Kitâb-ı mukaddes hakkında yazdığı kitâbda, Dr. Parkere atfen şöyle demekdedir: (İnsan Kitâb-ı mukaddesi okuduğu zemân, birbirini tutmaz bahsler içinde gayb olup gidiyor. Kitâb-ı mukaddesin içinde fazla mikdârda muhtelif acâib ismler vardır. Hele Tekvîn kısmında, yalnız şecereler dikkate alınmış. Kim kimden doğdu, nasıl doğdu? Hep bunlardan bahs ediliyor. Bunlardan bana ne? Bunların ibâdet ve Allahü teâlâyı sevmek ile ne 293
294 alâkası var? Nasıl iyi bir insan olunabilir? Kıyâmet günü nedir? Kime ve nasıl hesâb vereceğiz? Sâlih bir insan olmak için neler yapmak lâzımdır? Bunlardan pek az bahs olunuyor. Ekseriyâ, muhtelif efsâneler var. Dahâ gündüz anlatılmadan, geceye geçiliyor.) Prof. F. C. Burkitt (Canon of the New Testament = Yeni Ahdin resmen kabûl edilen kısmı) ismindeki eserinde şöyle diyor: (Îsâ aleyhisselâmın dört İncîlde dört ayrı tasvîri vardır. Bunlar birbirinden farklıdır. Bunları yazanlar bu dört kitâbı bir araya getirmek istememişdir. Onun için yekdiğerinden farklı ma lûmât vermekde, bunlar arasında hiçbir râbıta bulunmamakda, yazılardan biri noksan kalmış bir hikâyeye, diğeri ise meşhûr bir eserden alınmış bir parçaya benzemekdedir.) (Encyclopedia of Religion and Ethics = Din ve Ahlâk Ansiklopedisi)nin ikinci cildinin 582. sahîfesinde: (Îsâ aleyhisselâm, hiç yazılı bir eser bırakmadığı gibi, şâkirdlerinden hiç birisine herhangi bir şey yazması için de emr vermemişdir) diye yazılıdır. Ya nî bu büyük ansiklopedi, dört İncîlin hiçbir dînî kıymeti olmayıp, başkaları tarafından yazılan birbirinden farklı hikâyelerden ibâret olduğunu tasdîk etmekdedir. Avrupalı ilm adamları, târîhçiler, hattâ hıristiyan din adamları, bugün elde mevcûd Tevrât ve İncîllerin bozuk olduklarını i lân ederken, ma nevî kuvvetleri inkâr eden, maddedeki terakkînin serhoşu olup, rûh bilgilerinden haberleri olmıyan din düşmanları da, Tevrât ve İncîllerdeki bozuk yerleri ileri sürerek, dinlere saldırıyorlar. Bu meyânda mu cizeleri inkâr etmelerini haklı göstermeğe kalkışıyorlar. Hâlbuki hıristiyan ve müslimân, kısacası dindar olmanın birinci şartı, mu cizelere inanmakdır. Aklın anlıyamadığı din, îmân bilgilerini akl ile isbât etmeğe kalkışan, bunları inkâr etmeğe sürüklenir. İnsan bilmediği, anlamadığı şeye düşman olur. Mu cizeleri inkâr etmek felâketine dûçar olan zevallılardan biri, tanınmış Amerikalı dîni eserler yazarı Ernest O. Hauserdir. 1979 senesinde neşr edilen yazısında dindarlara hücûm etmekde çok ileri giderek, mu cizeleri te vîle çalışmakdadır. Gençleri igfâl edebilmek için birkaç ateistin [münkirin] yazılarını da kendine şâhid göstermekdedir. Bu makâleyi birlikde okuyalım: (Matta İncîlinde şöyle yazılıdır: (... Ve Îsâ halka çayır üzerine oturmalarını emr etdi ve kendilerine beş somun ekmek ile iki balığı aldı ve şükrân düâsı etdi ve ekmekleri kırıp şâkirdlere verdi. Şâkirdler de halka verdiler. Hepsi yiyip doydular ve parçalardan artanı oniki küfe dolusu olarak kaldırdılar. Yiyenler, kadınlar ve 294
295 çocuklardan başka, beş bin erkek kadar idiler) [Matta bâb 14, âyet 19 ve devâmı.] İşte Matta, bugün Îsâ aleyhisselâmın en çok münâkaşa edilen bir mû cizesinden böylece bahs etmekdedir. Mu cize, bir peygamber tarafından, kuvvet ve kudretini izhâr için,tabî at kanûnlarına muhâlif olarak yapılan hârik-ül âde bir işdir. Fekat, bugün en yeni ilm ve fen bilgilerini öğrenen ve böyle bir muhît içinde yetişen bir hıristiyanın bu mu cizelere îmân etmesini nasıl teklîf edebiliriz? Fekat, bunları İncîllerden ihrâc etmeğe imkân yokdur. O hâlde, bunları dahâ iyi tedkîke mecbûruz. Biz çocukken, Îsâ aleyhisselâm ın, birçok mu cizelerini dinleye dinleye büyüdük. Bunların arasında, Kana şehrindeki düğünde suyu şerâbe çevirmesi, Galile denizindeki korkunç fırtınayı dindirmesi, körlerin gözlerini açması, havârîlerin kayığına kadar denizde yürümesi, ölmüş olan Lazarı diriltmesi, hepimizin hâfızasına nakş edilmişdir. Esâsen İncîlin büyük bir kısmı bu mu cizelerle doludur. Dört İncîlin de, en güzel yerlerini bu mu cizeler teşkîl eder. Îsâ aleyhisselâm, yehûdîlerin yanına geldiği zemân, Peygamber olduğunu isbât etmek için, onlara mu cize göstermek zorunda idi. Çünki yehûdîler, ona (Sen Peygamber olduğunu söylüyorsun. Sana îmân etmemiz için, bize mu cize göstereceksin!) diye inâd etmişlerdi. Hattâ, çok kerreler şübheye düşen kendi havârîlerine bile ba zan mu cizeler göstermeğe mecbûr olmuşdu. Meselâ, denizde kayık içinde giderlerken çıkan korkunç fırtınada, havârîler Îsâ aleyhisselâmı (Kurtar ya Rab, helâk oluyoruz) diyerek uyandırmışlardı. O esnâda Îsâ aleyhisselâmın bir işâreti üzerine fırtına durdu. Bu hareket havârîlerin üzerinde son derecede büyük bir te sîr yapmış, Îsâ aleyhisselâmın ayaklarına kapanarak afv dilemişler, Ona inandıklarını te yîd etmişlerdi. Sonra, bu hikâyeyi başka yehûdîlere anlatdıkları zemân, onlar da hayrân kalmışlar ve nasrânî olmuşlardı. [Matta bâb 8] Yuhannâ İncîlinin 10. cu bâbı 37. ci âyeti ve devâmında Îsâ aleyhisselâmın şöyle dediği yazılıdır: (Eğer, Babamın işlerini yapmıyorsam bana îmân etmeyin. Fekat yapdığım hâlde siz bana îmân etmezseniz bile, işlere îmân edin ki, Babanın bende ve benim Babada olduğumu bilip anlıyasınız!) İşte bu mu cizeler, o kadar büyük bir te sîr yapıyordu ki, meşhûr yehûdî din adamı Nicodemus, Îsâ aleyhisselâma hiç inanmazken, onu bir gece ziyâret etdiği zemân gösterdiği mu cizelerin büyük câzibesine kapılmış ve Ona (Artık inanıyorum ki, sen Allah tarafından gönderilmişsin. 295
296 Çünki, Allahın yardımı olmadan bu mu cizeleri yapamazsın) demişdi. Biz biliyoruz ki, Îsâ aleyhisselâm, bu mu cizeleri yapmakdan hiç hoşlanmıyor, hattâ âdetâ hayâ ediyordu. Elinin dokunmasıyle iyi etdiği cüzzamlıya, (Seni iyi etdiğimi sakın kimseye söyleme) demişdi. Mu cizeleri yaparken, ufak bir hareket veyâ birkaç sözle iktifâ ediyordu. İncîle göre, ölmüş çocuğunu diriltdiği kadına, (Yoluna devâm et, çocuğun yaşıyor) demiş, iyi etdiği hastalara yalnız (Yatakdan kalk ve yürü) demişdi. Esâsen mu cizeler, ufak bir el hareketi, bir dokunma ile temâmlanıyordu. Bu mu cizelere ekseriyâ Îsâ aleyhisselâmın merhamet ve şefkati sebeb oluyordu. Bir gün, yol kenarında iki a mâya rastlamışdı. Kendisinden yardım istediler. Îsâ aleyhisselâm onlara acıdı ve ellerini gözlerine sürünce, yeniden göz nûruna kavuşdular. Lukanın anlatdığı mu cizeye gelince, bu da Îsâ aleyhisselâmın ne kadar merhametli olduğunu göstermekdedir. Îsâ aleyhisselâm, bir zevallı kadına tek oğlunun cenâze merâsiminde rastlamış. Kadına çok acıdığından çocuğunu diriltmişdir. Bugün bu mu cizeleri inkâr eden pek çok hıristiyan vardır. Bir fen adamı, Îsâ aleyhisselâma îmân etse bile, onun böyle mu cizeler yapamıyacağını ileri sürmekdedir. Dahâ 1162 [m. 1748] de meşhûr târîhçi İskoçyalı David Hume, şöyle yazıyordu: (Mu cize demek, tabî at kanûnlarının ihlâli demekdir. Tabî at kanûnları kat î ve sâbit esâslar üzerine kurulmuşdur. Bunları tebdîl etmeğe imkân yokdur. Onun için, mu cizelere inanılmaz.) Fekat, en mühim olanı bugünün din adamlarından Rudolf Butmannın sözleridir: Bu teolog: (Evinde elektrik bulunan, radyo ve televizyon kullanan bir adamın artık İncîllerde yazılı olan hayâl mahsûlü mu cizelere inanması imkânı yokdur) demekdedir. Bu mu cizelerin esâsına varmak ve onları mantıkî bir tarzda îzâh edebilmek için, birçok tecribeler yapılmışdır: Meselâ, iki balıkla 5000 den fazla insanın doyurulması, hakîkatde, büsbütün başka bir tarzda cereyan etmişdir. Îsâ aleyhisselâm, diğer nasrânîlerle berâber gezmeğe çıkmış, yemek zemânı gelince, herkes birlikde getirdiği yemeği ortaya koymuş, Îsâ aleyhisselâm da, birlikde getirdiği iki balıkla beş somun ekmeği bunlara ilâve etmiş ve hepsi birlikde yemek yimişlerdir. Îsâ aleyhisselâmın deniz üzerinde yürüyerek havârîlerin gemisine gitmesi ise, temâmen bir optik hatâdır. Sisli havalarda, deniz kenârında yürüyen insanların, sanki denizde yürüyormuş gibi göründüklerini hepimiz biliriz. Fırtınanın kesilmesine gelince, Îsâ aleyhisselâmın işâret etdiği zemânda, fırtına esâsen kesilmeğe başlamışdı. İşâret etmese de kesilecekdi 296
297 diye düşünülebilir. Esâsen bütün bu mu cizeler, bunları görenler tarafından nakl edilmekdedir. Böyle bir hâdiseyi gören bir kimse, kendi hislerine mağlûb olarak, o hâdiseyi küçültebilir veyâ mubâlağa edebilir, yâhud tam hakîkate uygun olmayarak, kendi gördüğü gibi değil, zan etdiği gibi anlatabilir. Fekat, şunu da unutmayalım ki, bugün bu mu cizeler etrâfında yapılan münâkaşalar, artık gayb olmuş gibidir ve artık İncîllerdeki mu cizelere inananlar hemen hemen kalmamışdır. Bir tanınmış başpiskopos geçenlerde: (Bir insan, bu mu cizelere inanmasa da, hakîkî bir hıristiyan olabilir. Çünki, hıristiyanlığın esâsı, Allaha inanmak ve insanlara acımakdır) diyordu. Demek oluyor ki, biz İncîli okurken, ister onun bir masal kitâbı olduğunu ve onda anlatılan mu cizelerin ancak hayâl âleminde meydâna geldiğini kabûl edelim veyâ etmiyelim, bunun dindarlıkla alâkası yokdur. Şurası şâyân-ı dikkatdir ki, Îsâ aleyhisselâmın mu cizeleri, onu, bir tarafdan dünyâya tanıtırken, bir tarafdan da, bir çok kimsenin düşmanlığına sebeb oldu. Yehûdî din adamları, Îsâ aleyhisselâmın Beytanyada hasta adamı iyileşdirdiğini, Lazarı diriltdiğini haber alınca, (Bu adam bu mu cizelerle bütün insanları kendisine cezb ediyor. Artık kendisini Allah yerine koymağa başladı. Bunun şerrinden kendimizi muhâfaza etmek için Onu öldürtmeliyiz) diye karâr verdiler ve Onu Romalılara şikâyet etdiler. Îsâ aleyhisselâm, bu sıralarda son mu cizesini yapıyor ve kendisini yakalamak için gelen askerlerin içinde bulunan ve Petrus tarafından kulağı kesilen başkâhinin hizmetcisinin, kulağını tekrâr yerine koyuyor ve böylece bütün dünyâya, (insanların düşmanlarına bile merhamet etmesi lâzım olduğunu) gösteriyordu. [Bir yehûdî din adamı olan, H. Hirsch Graetzin (History of the Jews) kitâbındaki beyânına göre, yehûdîler, kendi cemâ atlerinin, Tevrâtın emrlerine tam ittibâ edebilmelerini te mîn için, (Yetmişler Meclisi)ni kurdular. Bu meclisin reîsine (Baş kâhin) dediler. Yehûdî gençlerine, mekteblerde dinlerini öğreten, Tevrâtı açıklayan yehûdî din adamlarına (Yazıcılar) denilir. Bunların, Tevrâta yapdıkları açıklamaların, ilâvelerin bir kısmı, sonradan yazılan Tevrâtlara karışdırılmışdır. İncîllerde geçen yazıcılar, işte bunlardır. Bunların bir diğer vazîfesi de, yehûdîlerin Tevrâta ittibâ etmelerini sağlamakdır.] Îsâ aleyhisselâmın mu cizeleri, bundan sonra bitdi. Romalılar Onu yakalayıp, Hirodesin önüne götürdükleri zemân, Hirodes Ondan mu cizeler göstermesini isteyince, Îsâ aleyhisselâm cevâb vermiyerek susdu ve önüne bakdı. Çünki, artık vazîfesi bitmiş, Al- 297
298 lahü teâlânın kendisine verdiği vazîfe sona ermişdi. Başkasına her ne v yardımı yapan bu Peygamber, kendisine yardım edemezdi. Çünki O, insanları kurtarmak için gönderilmişdi. Kendisini kurtarmak için değil! Allahü teâlânın Onun bu hareketinden ne kadar hoşnud olduğu, Onu semâya kaldırmasıyle sâbitdir. (Mu cizelere inanıyor musunuz?) süâli her zemân tekrâr edilmişdi. Evet bugünkü neslin mu cizelere îmân etmesi müşkildir. Fekat unutmıyalım ki, îmân tam mantık ile ifâde edilemez. Îmân aşkdır ve mantık ile başı hoş değildir. İnsanlara bir parça da ma nevî hak bırakılmalıdır. Biz çocukken masalları ne kadar lezzet ile dinlerdik ve büyüdükçe masallardaki konuşan hayvanların, perilerin, sihrbazların, cücelerin hakîkat olmadığını öğrenince, ne kadar üzülmüşdük! Mu cizeler üzerinde çok durmıyalım. En mantıkî düşünen bir insanın bile, hıristiyanlığın mu cize kanatları üzerinde dünyâya indiğini, masal da olsa, düşünmekden zevk alacağını sanırım.) Hauserin yazısı burada temâm oldu. Bu makale bizi düşündürmekdedir. Zîrâ zemânla Kitâb-ı mukaddes içindeki kusûr ve hatâları bulan hıristiyanlar, artık Kitâb-ı mukaddesin hiçbir sözüne inanmamakda, mu cizelerini bile inkâr etmekdedir. Hıristiyan olduğu hâlde, okudukları Tevrât ve İncîllerin Allah kelâmı olamıyacağını anlıyan İngiliz filozofu David Hume ve Rudolf Butmann ismindeki papaz, hıristiyanlığa ve ellerindeki Tevrât ve İncîllere karşı haklı olarak duydukları nefretlerini beyân etmişlerdir. Bu arada, ilm ve edeb esâslarına tecâvüz ederek, hakîkî Allah kelâmı olan Kur ân-ı kerîmde bildirilmiş mu cizeler üzerinde de, hayâlî fikrler beyân etmekden çekinmemişlerdir. Bu, insafsızca ve ilmî bir esâsa istinâd olunmıyan, fekat ilm nâmına yazılmış satırları okuyan gençler, bunların yazarları gibi, yanlış bir fikre sürükleneceklerdir. Temiz gençleri, bu tehlükeden korumak, insanlara hizmet etmeği mukaddes vazîfe bilen, vicdan sâhibleri için birinci vazîfe olmakdadır. Biz de, bu niyyet ile ve iyilik, ihsân etmeği emr eden Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, islâm âlimlerinin büyüklerinden Ahmed Kastalânînin rahmetullahi teâlâ aleyh [1] (Mevâhib-i ledünniyye) kitâbından, aşağıdaki bilgiyi nakl ediyoruz: Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş olduklarını, hakîkati söylediklerini gösteren hârikul âde şeye (Mu cize) denir. Peygamberin, Mu cize gösterirken, (İnanmıyorsanız, siz de yapınız! Fekat, yapamazsınız) [1] Kastalânî, 923 [m. 1517] de Mısrda vefât etdi. 298
299 demesi lâzımdır. Mu cize, âdete, fen kanûnlarına muhâlif olan bir şeydir. Bunun için, fen adamları mu cize yapamaz. Böyle hârikul âde bir şey gösteren kimse, bunu önceden söylemez ve siz yapamazsınız demezse, bunun Peygamber olmayıp, Velî olduğu anlaşılır ve yapılan şeye (Kerâmet) denir. Başkalarının yapdığı böyle şeylere (Sihr) ya nî büyü denir. Büyücülerin yapdıkları şeyler, Peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmât ve Evliyâdan rahime-hümullahü teâlâ da hâsıl olabilir. Fir avnın sihrbazları, iplikleri yılan şekline sokunca, Mûsâ aleyhisselâmın asâsının, dahâ büyük bir yılan olup, onları yutması böyledir. Sihrlerinin bozulduğunu ve kendilerinin yapamıyacağı mu cizeyi görünce hepsi, Mûsâ aleyhisselâmın Peygamber olduğuna îmân etdiler. Fir avnın ölümle tehdîdi ve zulmleri karşısında, îmânlarından dönmediler. Peygamberlerin aleyhimüssalevâtü vetteslîmât mu cizelerini ve Evliyânın rahime-hümullahü teâlâ kerâmetlerini hep Allahü teâlâ yaratmakdadır. Fen kanûnlarına, tabî at hâdiselerine uyan işleri, belli sebeblerin te sîrleri ile yaratdığı hâlde, mu cizeleri böyle sebebler olmadan yaratmakdadır. (Mu cize)ye (Burhân) ve (Âyet) de denir. Sihr, cismlerin fizik özelliklerini, şekllerini değişdirir. Maddenin yapısını değişdirmez. Mu cize ve kerâmet, ikisini de değişdirebilir. Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmın geleceği ve ba zı sıfatları ve Arab yarımadasında zuhûr edeceği ve gelme zemânı yaklaşınca, görülecek hârikul âde şeyler Tevrâtda ve İncîlde bildirilmişdi. Bunların haber verilmesi, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâm için mu cize olduğu gibi, Muhammed aleyhisselâm için de büyük mu cizedir. Allahü teâlâ, her Peygambere, o zemânda meşhûr olup, kıymet verilen şeylere benzer mu cizeler ihsân etmişdir. Muhammed aleyhisselâma ise her Peygambere vermiş olduğu mu cizelerin benzerlerini verdiği gibi, başka mu cizeler de ihsân eylemişdir. Hayâtda iken gösterdiği mu cizelerin üçbinden ziyâde olduğu, türkçe (Mirât-ı kâinât) kitâbında yazılıdır. Bunlardan seksenaltı adedi kitâbımızın (Muhammed aleyhisselâmın mu cizeleri) kısmında bildirilmişdir. Ehl-i sünnet olmıyan müslimânlardan bir kısmı ve fen adamı olarak tanınan ba zı din câhilleri, mu cizelerin bir kısmına veyâ hepsine îmân etmiyorlar. Bunlar, fen bilgilerimize uygun değildir, diyorlar. Bunlardan kâfir olanlara, islâmiyyeti tanıtmak, önce bunları îmâna kavuşdurmak lâzımdır. Îmânı olanlar ise, mu cizelere îmân eder. Çünki, kıyâmet zemânı, yerlerin, göklerin, canlıların, cansızların değişeceklerini, yapılarının bozulacaklarını 299
300 Kur ân-ı kerîm haber veriyor. Fen bilgilerinin dışında kalan bu tebeddüllere inanan kimsenin, mu cizelere de inanması lâzımdır. Biz, (Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât mu cize yapar. Velîler rahime-hümullahü teâlâ de, kerâmet yapar) demiyoruz. Böyle deseydik, inanmıyanlara söz hakkı tanınırdı. Fekat biz, Allahü teâlâ, (Peygamberlerinde aleyhimüssalevâtü vetteslîmât mu cizeler, Velîlerinde rahime-hümullahü teâlâ de kerâmetler yaratır) diyoruz. Yeni fen ilmlerini tahsîl etmiş, biyolojik ve astronomik hâdiselere vâkıf olan aklı başında, insâflı bir kimse, zerreden Arşa ve atomdan güneşe kadar, canlı cansız her varlığın hesâblı yaratılmış olduklarını ve hep birbirlerine merbût [bağlı], tek bir makinanın parçaları gibi çalışdıklarını hemen anlar. Gören, bilen, sonsuz bir kuvvet sâhibinin bunları, dilediği gibi yaratdığına, hepsini idâre etdiğine hemen îmân eder. Bu mu azzam hâlıkın [yaratıcının] mu cizeler, kerâmetler halk etmesini de tabî î olarak karşılar. Fen adamı olarak deriz ki, mu cizeler hakdır ve ancak Allahü teâlâ tarafından yaratılır ve Peygamberlerine aleyhimüssalevâtü vetteslîmât yapdırılır. Peygamberler aleyhimüssalevâtü vetteslîmât kendi başlarına Allahü teâlânın müsâ adesi olmadan mu cize yapamazlar. Îsâ aleyhisselâmın hastaları iyi etmesi, ölüyü diriltmesi mu cizeleri, Allahü teâlânın yaratdığı mu cizelerdir. Böyle olduğu Kur ân-ı kerîmde beyân buyurulmuşdur. Fekat bugün ellerindeki İncîllerin doğruluğu hakkında tâm bir hezîmete tutulmuş olan hıristiyanlar, bu kitâblarının bildirdikleri hiçbir şeye inanmamakda ve dinsiz olmakdadırlar. Zevallı hıristiyanlar, bugünkü Kitâb-ı mukaddeslere nasıl inansınlar. Sizin de şimdiye kadar açıkca gördüğünüz gibi: 1) Kitâb-ı mukaddesde Allah kelâmı olarak kabûl edilecek çok az parça vardır. 2) Kitâb-ı mukaddesdeki ba zı sözlerin Allah kelâmı değil, Peygamber sözü olduğu, onların ismi ile zikr edilmekdedir. 3) Kitâb-ı mukaddese kimin tarafından söylendiği ma lûm olmayan birçok sözler ilâve edilmişdir. 4) Havârîlerin hikâyelerine birçok masallar, efsâneler karışdırıldığı bizzat hıristiyan din adamları tarafından i tirâf edilmekdedir. 5) Havârîlerin Îsâ aleyhisselâm hakkındaki haberleri birbirinden farklıdır. 6) İçinde hakîkî İncîlden beyânlar bulunan (Barnabas İncîli) 300
301 gibi ba zı İncîller hıristiyanlar tarafından imhâ edilmişdir. 7) Kitâb-ı mukaddes bugüne kadar pek çok def alar dînî hey etler tarafından tedkîk ve tebdîl edilmişdir. Bu tedkîkler hâlâ devâm etmekdedir. Bir rivâyete göre, bugün elde birbirinden farklı temâm 4000 Kitâb-ı mukaddes vardır. Her tedkîk hey eti, bir evvelki Kitâb-ı mukaddesin içinde çok ağır hatâlar bulunduğunu iddi â etmekdedir. 8) İmperatörler, krallar Kitâb-ı mukaddesde ta dîlât yapılması için emrler vermişler ve bu emrleri yerine getirilmişdir. 9) Kitâb-ı mukaddesin ifâdesi bir Allah kelâmı ifâdesi olmakdan çok uzakdır. Hele Eski Ahd in ba zı parçaları, yukarıda nümûnesini gördüğünüz gibi, çocukların yanında okunamıyacak kadar müstehcendir. 10) Kitâb-ı mukaddesin içinde 50.000 hatâ bulunduğunu, Avrupalı hıristiyan mecmû aları yazmakdadır. Bu hatâların en mühimmi olan üç tanrı mefhûmunu düzeltmek için, bugün hıristiyanlar hummâlı bir gayret sarf etmekdedir. 11) Kitâb-ı mukaddesin bir Allah kelâmı değil, (insan eseri) olduğu hıristiyan din adamları tarafından da kabûl edilmişdir. Sevgili okuyucularımız! Yukarıdan beri, bugünkü Kitâb-ı mukaddesi bizimle berâber tedkîk etdiniz. Kabûl edeceğiniz gibi, bu incelemede hiçbir taraf tutmadık. İslâm âlimlerinin değil, ancak HIRİSTİYAN DİN ADAMLARININ mütâla alarını zikr etdik. Bunlar, eldeki Kitâb-ı mukaddeslerin içlerindeki farklı ifâdeleri zemân zemân ihrâc etdiler. Herkes bugün satılan Kitâb-ı mukaddeslerden bir aded alıp bunları tedkîk ve murâkabe edebilir. Bildirdiğimiz kısmların Kitâb-ı mukaddesdeki hangi kitâbın hangi bâbının hangi âyeti olduğunu yazdık ve bunların doğruluğunu uzun uzadıya tedkîk etdik. Böyle bir kitâb ile, vahy edildiği günden bugüne kadar, bir harfi dahî değişmemiş olan azametli, fesâhat ve belâgatlı ve mûciz olan Kur ân-ı kerîm nasıl mukâyese edilebilir? Hepimiz, herhâlde şu kanâ ate vardık: Allah kelâmı aslâ tebdîl edilmez. Noksan, yanlış, hatâlı kısmları bulunan, ikide birde insanlar tarafından değişdirilen ve insan eli ile yazıldığı papazlar tarafından da i tirâf edilen bir kitâb Allahın kelâmı OLMAZ. Allahü teâlânın kitâbında bulunması îcâb eden nasîhat, irşâd, iyiyi kötüyü tefrîk, dünyâyı ve âhireti ta rîf, tesellî gibi husûsların acabâ hangisi, bugünkü Kitâb-ı mukaddeslerde mevcûddur? 301
302 Plain Truth mecmû asının 1395 [m. 1975] senesi Temmuz nüshasında şöyle denilmekdedir: (İ tirâf edelim ki, hıristiyan olmayan okumuş kimselere, onların fikrine nüfuz edebilecek kudretde bir kitâb gösteremiyoruz. Onlar bize birbirinden farklı İncîlleri göstererek: Görüyorsunuz ya, siz dahâ kendi aranızda bile ittifâk edememişsiniz. Bizi ne ile irşâd etmek istiyorsunuz? demekdedirler.) Yukarıda zikr etdiğimiz Ahmed Didat şöyle anlatıyor: (1939 senesinde Adams Missionda bir râhib mektebi civârında bulunan bir müessesede vazîfeli idim. 20 yaşındaydım. Râhib mektebinde okuyanlar, ikide bir çalışdığım yere gelirler,bana ve müslimân arkadaşlarıma islâm dîni, Muhammed aleyhisselâm ve Kur ân-ı kerîm hakkındaki kin ve nefretlerini en kaba kelimelerle izhâr ve bizimle istihzâ ederlerdi. Onların i tikâdına göre, müslimânlar dünyânın en âdî mahlûklarıdır ve islâm dîni bâtıl bir dindir. Çok hassâs bir insan olduğumdan, onların bu hücûmlarına çok üzülüyor, geceleri uyku uyuyamıyordum. Kendilerine cevâb veremiyordum. Zîrâ, hıristiyanlık şöyle dursun, kendi dînim hakkında bile esâslı bir ma lûmâta sâhib değildim. Bunun üzerine, her şeyden evvel Kitâb-ı mukaddesi ve Kur ân-ı kerîmi esâslı sûretde tedkîke, hıristiyanlık ve müslimânlık hakkındaki ma lûmâtımı artdırmağa, bu husûsda yazılmış kitâbları okumağa karar verdim. Kırk senedir bunlarla uğraşıyorum. Bu husûsda en büyük yardımcım, Hindli Rahmetullah Efendinin rahime-hullahü teâlâ İstanbulda yazdığı arabca (İzhâr-ül-Hak) kitâbı oldu. [Bu meşhûr kitâb, 1280 [m. 1864] de Mısrda basılmış, birçok dillere, bunların arasında türkçeye de terceme edilmişdir. Rahmetullah Efendi, 1306 [m. 1889] da, 75 yaşında, Mekke-i mükerremede vefât etdi.] Nihâyet bir müddet sonra hakîkat, gözümün önünde güneş gibi parladı. Artık herşeyi, teferru âtı ile biliyor ve anlıyordum. Bundan sonra, bana gelen papaz namzedleri benden îcâb eden cevâbları aldılar ve ağızları açık kalarak ve önlerine bakarak geldikleri yere gitdiler. Ben onlara cevâb verirken, onlar gibi kaba kelimeler kullanmıyor, bil aks Allahü teâlânın emr etdiği gibi, tatlı dille konuşuyordum. Kitâb-ı mukaddesi o kadar i tinâ ile tedkîk etmiş ve kusûrlarını o kadar titizlikle meydâna çıkarmışdım ki, bana verecek cevâb bulamıyorlar, hele Kitâb-ı mukaddesi onlardan dahâ iyi bilmeme hayretde kalıyorlardı. Artık bana büyük hürmet gösteriyorlardı. O sırada elime, Protestan misyoner papazlarından Geo G. Harris ismindeki misyonerin hâzırladığı bir kitâb geçdi. Bu kitâb, 302
303 (Müslimânlar Nasıl Hıristiyan Yapılır?) ismini taşıyordu. Kitâbda papaz şunları tavsiye ediyordu: (Müslimânları hıristiyan yapmak çok müşkildir. Çünki müslimânlar, an anelerine bağlıdır ve çok inâdçıdırlar. Bunları hıristiyan yapmak için aşağıdaki üç vâsıtaya mürâce ât lâzım gelir. 1) Müslimânlara, bugünkü Kitâb-ı mukaddesin ya nî Tevrât ve İncîlin hakîkî Tevrât ve İncîl olmadığı, hakîkî İncîlin tagyîr edildiği, tahrîf edildiği öğretilmekdedir. Onlara hemen şunları sorunuz: a) Elinizde, hakîkî Tevrât ve İncîlden bir nüsha var mıdır? Varsa bize gösterin! b) Bugünkü Tevrât ve İncîl ile hakîkî olduğunu söylediğiniz İncîl arasında, ne gibi farklar vardır? Bu farklar neresinde ve ne kadardır? c) Bahs etdiğiniz bu farklar, kasden mi yapılmışdır, yoksa ifâde farkları mıdır? d) Size, bir Kitâb-ı mukaddes gösteriyorum. Burada bana tagyîr edilen mahalleri gösterin. e) Size, şurada gösterdiğim yer, acabâ eskiden nasıl okunurdu? 2) Kitâb-ı mukaddesde tahrîf edildiğini söylediğiniz kısmlar, kimin tarafından ve ne vakt yapılmışdır? 3) Müslimânlar, elimizde bulunan Kitâb-ı mukaddesin, yâ hakîkî Tevrât ve İncîllerin birer uydurma benzeri, yâhud insanlar tarafından yazılan başka bir kitâb olduğuna inanmakdadırlar. Müslimânlara göre, bugün elimizde bulunan Kitâb-ı mukaddesin Îsâ aleyhisselâmın getirdiği İncîl ve de Tevrât ile hiçbir alâkası yokdur. Fekat, kendilerine yukarıdaki süâller sorulunca, şaşırıp kalacaklardır. Zîrâ, müslimânların çoğu câhildir. Kitâb-ı mukaddesin hakîkî olmadığı hakkındaki fikrleri, yalnız kulak dolgunluğundan ibâretdir. Onlar, (Ahd-i atîk = Eski Ahd), ya nî, Tevrât ve (Ahd-i cedîd = Yeni Ahd) ya nî, İncîller hakkında bilgi sâhibi olmak şöyle dursun, kendi dinlerini bile lüzûmu kadar bilmezler. Kendilerine sorulacak birkaç ciddî süâl karşısında şaşırıp kalacak, ne cevâb vereceklerini bilemiyeceklerdir. O zemân onlara, (Size bu husûslarda ba zı ma lûmât verelim) diyerek, Kitâb-ı mukaddesden hemen anlayabilecekleri güzel parçalardan birkaçını yavaş sesle, güler yüzle, tatlı dille okuyunuz. Onlara, anlayabilecekleri açık bir ifâde ile yazılmış ve hıristiyanlığın fazîletini bildiren risâle ve kitâblardan birkaç tânesini veriniz. Onları hıristiyan olmak için kat ıyyen zorlamayınız. Dâimâ düşünmek ve ondan sonra karar vermek zemânı bırakınız. Emîn olunuz ki, eğer bu tarzda hareket 303
304 ederseniz onları hıristiyan yapmağa muvaffak olursunuz. Hiç olmazsa, kalblerine bir şübhe salarsınız). (Öyle zan ediyorum ki, bugün benim Hıristiyanlık ve bugünkü İncîller hakkında İngilizce olarak neşr etdiğim kitâbları okuyan müslimânlar, papaz Geo G.Harrisin yukarıda yazılı süâllerine kolayca cevâb verebilecekdir. Ben, tam yirmi sene uğraşarak bugünkü Tevrât ve İncîllerdeki birçok hatâları buldum ve onların Allah kitâbı olmadığını isbât etdim. Yalnız ben değil, bizzat hıristiyan ilm ve din adamları da, aynı kanâatdeler. Ancak, onların yazdığı eserleri ve makâleleri okumak için ecnebî lisânı bilmek ve bu eserleri bulmak lâzımdır. Müslimânların çoğu yabancı dil bilmez ve pahâlı kitâb almak için paraları yokdur. Bunun için, bu noksanları temâmlamak maksadıyla bu kitâbcıklarımı müslimânların kullandığı lisanlarla yazarak, dünyâya neşr ediyor, ba zılarını parasız hediyye ediyorum) demekdedir. Bir misyoner şöyle demekdedir: (Müslimânları hıristiyan yapmak, gerek katolikler, gerek protestanlar tarafından çok makbûl sayılan bir işdir. Çünki, müslimânları hıristiyan yapmak, çok müşkildir. Zîrâ müslimânlar, herşeyden evvel an anelerine son derecede sâdıkdır. Ancak aşağıda yazılı olan husûslar iyi netîce vermekdedir: 1 Müslimânlar umûmiyyet ile fakîr kimselerdir. Fakîr bir müslimâna bol para, hediyye ve eşyâ vererek veyâ ona bir hıristiyan yanında iş imkânı sağlıyarak, kendisini hıristiyanlığa teşvîk etmelidir. 2 Müslimânların çoğu, din ve fen bilgilerinde câhildir. Ne Kitâb-ı mukaddes, ne de Kur ân-ı kerîm hakkında ma lûmâtları yokdur. İbâdet etmek için kendilerine gösterilen bir tarzı, şartlarını anlamadan ve hakîkî ibâdetin ne olduğunu bilmeden, gâfil olarak tatbîk ederler. Çoğu arabî bilmediği ve islâm ilmlerinden haberdâr olmadığı için, Kur ân-ı kerîmin münderecâtından ve islâm âlimlerinin kitâblarındaki ince bilgilerden temâmen habersizdir. Ezberledikleri ba zı âyetlerin tefsîrini bilmeden, okurlar. Hele Kitâb-ı mukaddesi hiç bilmezler. Onlara hocalık eden müslimân din adamlarının çoğu da, islâm âlimi değildir. Müslimânlara, yalnız ibâdetin nasıl yapılacağını gösterirler. Onların rûhuna hitâb edemezler. Böyle yetişen müslimânlar, din hakkında derin bilgi sâhibi olmadan, dînin esâslarını bilmeden, gösterilen tarzda ibâdet ederler. Müslimânlığa muhabbetleri, müslimânlığın esâslarını bildiklerinden değil, ana ve babalarından gördükleri ve hocalarından öğrendikleri şeylere olan kuvvetli 304