18 Ocak 2019

SABETAYİZM


Mustafa Kemal'in Sırrı

SABETAYİZM 
Fransa ve İspanya'da kralların başına dert oldukları gibi, Osmanlı topraklarında da rahat durmadılar. Yahudilerin temel sorunu hep inançtan kaynaklanmıştır. Kendilerini Tanrı’nın seçtiği "üstün ırk" olarak görme eğilimi tarih boyunca davranış bozukluklarına yol açtı. Bir gün Mesih geldiğinde vadedilmiş topraklarda kurulacak büyük İsrail Devleti umudu, içinde yaşadıkları topluma ihanet fikrini hep canlı tuttu. Hiçbir zaman sadık olamadılar. Bireysel olarak kastetmiyoruz, içlerinde farklı düşünenler olabilir, ama genel toplum psikolojisi, Tanrı’nın bütün dünya milletlerini Yahudilerin hizmetine sunacağı inancına dayanıyordu. Dolaysıyla sadakat, vefa gibi vasıflar onlardan hep uzak oldu. 
İşte böyle bir Mesih umuduyla yaşamlarına devam ederken bekledikleri kurtarıcı İzmir’de çıktı. 1626’da doğan Sabetay Sevi (Zwi - Geyik) 22 yaşında Mesih olduğunu ilan etti. Tabii hahamlar bu durumdan rahatsız oldular. Sabetay, yetenekli ve zeki biriydi. Pek çok kişiyi etkilemeyi başardı. Üstelik dini kaynaklardan deliller getirerek Yahudilerin beklenen kurtarıcısı olduğuna bazı din bilginlerini bile ikna etmişti. Şöhreti kısa zamanda Avrupa’ya yayıldı. Karşı çıkanlar kadar sevenleri de vardı. 
1666 yılında kıyametin kopacağı kehanetinde bulundu. Ancak işler umduğu gibi gitmedi. Hahamların şikâyeti üzerine Saray duruma el koydu. Zaten siyasi söylemleri de rahatsız ediciydi. Dünyayı yönetmekten bahsediyor, kendince her bölgeye krallar tayin ediyordu. Doğal olarak kendisi krallar üstüydü. Padişah buna sessiz kalamazdı. Divan’da yargılandı. İki seçenek sunuldu: Ölüm veya İslam. Mecburen Müslüman oldu. 
Taraftarları kendisinden bir mucize beklerken, Sevi acı haberi verdi; müritlerin de kendisi gibi Müslüman olmalarını istedi. Bir süre şaşkınlık yaşadıktan sonra 200 kadar aile onu takip ederek İslam dinine geçti. Daha doğrusu öyle göründü. Herkes biliyordu ki bu geçici bir taktikti. Aziz Mehmed Efendi adını alan Sabetay Sevi bir süreliğine bu eziyete katlandı. Ama fırsat buldukça inananları ile gizli ayinler yaptı. Birkaç defa İbranice dualar okurken yakalandı. 
Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa kendisini uyardı ama ikazlar işe yaramadı. Sonunda hiçbir Yahudi’nin olmadığı Arnavutluk’ta bir kasabaya sürgün etti. Takipçileri de peşinden giderek Selanik’e yerleştiler. Böylece Selanik dönmelerin merkezi haline geldi. Kendisine iman edenlerin başında gelen Abraham Nathan Aşkenazi bilgili biriydi. Sabetay Sevi’nin neden İslamı kabul ettiğini yorumlayarak ikna edici açıklamalarla takipçilerinin tereddütlerini izale ediyordu. 
Sabetay Sevi’nin gizemli ölümü sonrası cemaat üçe bölündü. Polonyalı eşi Sarah ismini ‘Fatma’ olarak değiştirirken kardeşi Jacob Kerido ‘Yakup’ adını almıştı. Yakup’u Mesih’in halifesi olarak kabul edenler Yakubi olarak adlandırıldı. Daha sonra ortaya çıkan Baruhya Ruso (Osman Baba)’ya inananlar ‘Karakaşlar’ grubunu oluşturdu. Aslında Osman Ağa’nın mesihlik iddiası yoktu. Cemaatin ileri gelenlerinden Mustafa Çelebi, Sabetay Sevi’nin ölümünden dokuz ay sonra doğmuş olması nedeniyle Mesih’in ruhunun bu çocuğa geçtiğini söyledi, cemaati de buna inandırdı. Sonra daha da ileri giderek Tanrısal bir konuma yükseltti. Bu durum cemaatin bölünmesine yol açtı. 1720’de Osman Ağa’nın ölmesi üzerine Mustafa Çelebi’nin görüşlerine karşı çıkanlar mezarını açmayı teklif etti. Eğer gerçekten mesih ise cesedinin bozulmamış olması gerekirdi. Bu kavgalar sonunda cemaat tekrar bölündü. Ne Osman Ağa, ne de Yakup Kerido’yu kabul etmeyenler ‘Kapancılar’ grubunu oluşturdu. 
Cumhuriyet sonrası unvanlar kaldırılınca Karakaşlar Osman Ağa yerine ‘Oğan’ demeye başladılar. Bu durum vefat ilanlarında da görülür: 

“Selanik eşrafından Merhum Emin Lütfi kızı, Recep Osman Oğan’ın refikası bayan Aliye, uzun ve azaplı bir hastalık neticesinde vefat etmiştir. Cenazesi, bugün öğleyin saat ikide, Şişli’de Matbaa Sokağında Şişmanyan apartmanının bir numaralı dairesinden kaldırılarak, Üsküdar’a nakil ve aile kabristanına defnolunacaktır.”
Sabetayist aileler arasındaki anlaşmazlık kısa zamanda düşmanlığa dönüştü. Birbirinden kız alıp vermeyi yasaklamakla kalmadılar, mezarlıklarını bile ayırdılar. Üsküdar Bülbülderesi mezarlığında Karakaşlar ve Kapancıların yerleri merdiven ile ayrılır. Yakubiler cenazelerini Maçka’daki mezarlığa defnederken, Feriköy mezarlığında bir bölümü Kapancıların kullandığı bilinmektedir. Bunlar Müslüman mezarından oldukça farklıdır. Kıbleye dönük değildir. Mezar taşında genellikle resim bulunur, âyet veya besmele yazmaz. 
Yakubiler, Sabetay Sevi’nin koyduğu 18 emir gereğince İslami kurallara uygun yaşamayı tercih ettiler. Ama bu görünüşten ibaretti. Örneğin oruç tutuyorlardı ama iftarı beş dakika önce açıyorlardı.45 M. David Baer, İslam’a tamamen geçmek isteyen cemaat mensuplarına 1800’lü yıllara kadar işkence yapıldığından bahseder. Bu amaçla kullanılan evler ve işkence aletleri vardı. 
Sabetayist cemaatlerin okulları da ayrıydı. Feyziye Mektebi Karakaşların, Şişli Terakki Kapancıların, Boğaziçi Lisesi ise Yakubilerindi. Zamanla bu okullara Müslüman Türkler de girdi. Baer’in tespitine göre Kapancılar daha çok Mevlevi tarikatını tercih ederken, Karakaşlar Bektaşiliği benimsediler. Bu yüzden günümüzde kimin gerçek Alevi, kimin Sabetayist olduğunu belirlemek kolay değildir. 
Bu arada Karakaşları tespit etmenin bir yolunu belirtelim; ailede doğan ilk erkek çocuğun adı Osman’dır. İki isim verilirse birisi mutlaka Osman olur. Böylece Osman Oğan adı hep yaşatılır. 
Diğer Sabetayist gruplar da genellikle iki ad alırlar, soyadı ile birlikte üç olur. Eskiden iki isimden biri çoğunlukla Ahmet veya Mehmet olurdu. Ama toplum içinde Yaşar, İlker gibi ikinci ismi kullanırlar. Kendilerini yeterince güvende hissettiklerinden olsa gerek, yeni nesil artık İslami adlar almaz oldu. İsim uydurma sanatında o kadar ileri gittiler ki, akla hayale gelmeyecek sözcükler kullanılmaya başlandı. Sabetayist çevrelerin, sanat, medya ve iş dünyasında etkili olmaları nedeniyle ürettikleri isimler modaya dönüştü. Artık çocuğuna Esra, Merve gibi adlar koyan ailelerin Yahudi mi, Müslüman mı olduğunu adından yola çıkarak belirleyemiyoruz. Neyse ki Yalçın Küçük’ün temellerini attığı onomastik bilimi soyadlarında hâlâ işe yarıyor. 
Deşifre olma korkusu 

Gizlenen her şey dikkat çeker. Bir konunun üstü ısrarla örtülürse insanlar daha fazla şüphelenir. Zamanla bu şüpheler suçlamalara dönüşür. Yasaklar ve tabular sorunu çözmez, tam aksine daha da derinleştirir. Öyleyse örtbas etmeden, bir an önce neşter vurulmalıdır. Bu ciddi bir operasyon olmalıdır. Mümkün olan en derine inip sorun bütün açıklığıyla ortaya konmalıdır ki şüpheler izale olsun, teorilerin yerini gerçek alsın. 
Sabetayist aileler gizli kalmayı tercih ettikçe Türkiye’nin bütün sorunları onlara yüklenecektir. Yurt dışı bağlantıları nelerdir, hangi kurumları ele geçirmişlerdir, nihai amaçları nedir; bütün detaylarıyla bilinmelidir ki içlerinde yanlış işlere karışanlar ayıklansın, ülkesine sadakatle hizmet edenler diğerleri yüzünden zan altında kalmasın. 
Her ne kadar Sabetaycılar bu kanaati paylaşmasa da, aralarında cemaat baskısına direnen cesur insanlar çıktı. Organize bir örgüt karşısında kolay kolay kimse gerçekleri açıklama cesareti gösteremez. Sıradan bir Türk vatandaşının bu baskının şiddetini anlaması zordur. Otoriteye karşı gelenler sadece cemaatten dışlanmakla kalmaz, ömür boyu hain muamelesi görür. İspiyonclukla suçlanma korkusu, bütün yaşamları boyunca taşımak zorunda oldukları bir fobidir. Cemaat içinde konuşulanların ne olursa olsun dışarıdan birine söylenmemesi hayati önem arz eder. Aile sırrını ifşa etmek işlenebilecek en büyük suç olduğundan ‘muhbir’ damgası cemaatin bir ferdi için en aşağılayıcı ithamdır. Dış topluma karşı ketum olma zorunluluğu nedeniyle Sabetayistlerin aile bağları güçlüdür. 
Medyayı büyük ölçüde kontrol ettikleri kesindir. Hiçbir önemi olmayan basit politik veya magazin olayları haftalarca gündemde tutan medya, konu Sabetayizme gelince derin bir sessizliğe gömülür. Bu konuda yazılan kitapları görmezden gelmeleri veya arka sayfa haberleriyle geçiştirme gayretleri daha fazla dikkat çekiyor. Bu da toplum nezdinde suçlu oldukları ve bazı şeyleri gizledikleri kanaatini pekiştirmekte! 
Kerhen yaptıkları haberlerde; demek ki Türkiye’de herkes Sabetayist, Türkiye’yi ele geçirdiklerine göre her Yahudi ailenin yüzlerce çocuğu olmalı gibi ciddiyetten uzak yaklaşımla konuyu sulandırma gayretleri, gerçeği gizlemeye yetmediği gibi, daha da ilgi çekici kılıyor. 
Uzun süre Sabetayizm diye bir şey olmadığı, dönmelerin çoktan asimile olup topluma karıştığı iddia edildi. Medya bunun aksine görüşlere yer vermediği gibi, bu konuyu araştıranları da Yahudi düşmanı komplo teorisyenleri olmakla suçlandı. Kısacası Sabetayizm tabu haline getirilerek halk sindirildi, kanıtı olmayan gülünç iddialar gibi değersizleştirildi. Neyse ki cemaat içinde Karakaş Rüştü gibi cesur insanlar da vardı. 
Ilgaz Zorlu da bunlardan biri, şimdilik sonuncusu... Tabu yıkıldığında belki başkaları da gerçeği dile getirme cesareti bulacaktır. Zorlu’nun daha önce bahsettiğimiz röportajından bazı bölümleri aktarmakta yarar var; 
“- Sanıyorum bazı sıkıntılar yaşayacaksınız ama ben size durumu anlatayım. Sabetaycılık hakkında rahatça konuşulabilmeli. Bunda ciddi bir sakınca yok aslında. Türkiye’de bir resmî tarih ve Cumhuriyet Halk Partisinin getirdiği bir seçkin bürokrat Türkler anlayışı var. Bu anlayış 1924’teki mübadelede Sabetaycıların Türkiye’ye getirilmesiyle doğdu. Sabetaycılığın devlet içindeki rolünün anlaşılabilmesi için Türkiye tarihindeki iki noktanın aydınlatılması gerekiyor. 

- Bir dakika, 1924’te gayrimüslimler dışarı gönderildi ve Müslümanlar Misak-ı Millî sınırlarına dâhil edildi. 1924 mübadelesinde Türkler ve Türkiye’de yaşayan gayrimüslimler yer değiştirdi. Yani Sabetaycılar Müslüman kabul edilerek mi Türkiye’ye getirildi? 

- Tabii, Sabetaycılar Osmanlı Devleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kayıtlarına göre Müslümanlar. Ben, Müslüman olmadıklarını iddia ediyorum. Sabetaycılık 17. yüzyılda ortaya çıkmış, Sabetay Sevi’nin kurduğu bir Yahudi tarikatıdır. Sabetaycılar 17. yüzyıldan 1920’lere dek Yahudiliğe bağlı kaldılar. 1924’te Karakaş Rüştü vakası yaşandı. Karakaş Rüştü, Ankara’da Millet Meclisine başvurdu ve Sabetaycılığı resmen mahkemelere sundu. Türkiye’de Sabetaycılık diye bir şey olduğunu söyledi ve bunun araştırılmasını talep etti. Konu, o zamanın Vatan, Vakit, Son Saat gibi gazetelerinde tartışıldı. Fakat hiçbir sonuca varılamadı. Aynı tartışma 1937 yılında yeniden gündeme geldi. Ahmet Emin Yalman ve Yunus Nadi arasında bir tartışma geçti.
- Yunus Nadi de mi Sabetayistti sizce?
- Hayır, ama sanıyorum eşi Berrin Nadi Sabetaycı idi. Sabetaycılar üç-dört örgütte etkinlik gösterdi: Mason locaları, İttihat ve Terakki, Melami ve Bektaşi tarikatı ve ordu. 

- Ordu mu?

- Evet. 

- Bugün de orduda... 

- Tabii. Bugün de orduda Sabetaycılar var ve Sabetaycı generaller var. Şimdi ben burada isim vermeyeceğim. 

... 
- Türkiye'de solculuğun temellerini Sabetaycılar attı diyorsunuz?
- Elbette. Yıldız Sertel’in annesi Sabiha Sertel Sabetaycıydı, zaten kızı anılarında bunu anlatıyor. Derviş ailesinden gelen önemli insanlar var ve bunlar Yıldız Sertel’le akrabalar. Ben size şu anlattıklarımı mahkemelere delil olarak sundum, o açıdan bir problem yok.
- Bu söylediğiniz, Atatürk’ün Sabetaycı olmadığı anlamına mı geliyor?
- O konuya hiç girmeyeceğim çünkü bu konuda elimde kesin veriler yok, araştırıyorum.”

Ilgaz Zorlu’nun kitabında adları zikredilen bazı ünlüler şunlar: İlk Türkçü Ahmet Vefik Paşa’nın dedesi, Ziya Gökalp ile birlikte Türkçülük yapan Alp Er (Moiz Kohen), Kıbrıslı Kamil Paşa, Halide Edip Adıvar’ın babası Mehmed Edip Bey, maliye bakanı Cavit Bey, Ahmet Emin Yalman, Abdi İpekçi vs... 
Milliyetçilikleri sahte olduğu gibi, solculukları da sahteydi. Dünyanın her yerinde ‘sol’ ezilen emekçinin, işçinin, fakirin sesi olmuşken, ilginçtir ki Türkiye solcuları hep halka tepeden bakan kapitalistlerdir. Dünyada sadece Türkiye’de zengin elitler solculuğu temsil eder. 
Çok basit bir gözlemle, Ankara ve İstanbul’un gelir seviyesi en yüksek semtlerinin solun kalesi durumunda olduğu hayretle görülür. Kendini ‘aydın’ olarak tanımlayan yazarlar, gazeteciler, sanatçılar Amerika’da Miami tatillerinde, çocukları Fransız kolejlerinde okurken sıkça işçi, emekçi sözcüklerini telaffuz etmeleri tutarsızlıktan öte bir komedidir. Bu nasıl bir solculuktur bugüne kadar anlayan çıkmadı. Ecdadından nefret eden Türk milliyetçiliği gibi, işçiden tiksinen sol da Türkiye’ye has bir çelişkidir. 
İşin aslı, Franko-Türkler ne solcudur, ne de milliyetçi... Onları ilgilendiren tek şey kendi saltanatlarını devam ettirebilmek için halkın sürekli çatışma halinde olmasıdır. Bu kavganın dozu ne kadar yüksek olursa, onlar da o kadar gizli kalır. 
İngiliz Hilesi 

Gerçek şu ki; Osmanlı yıkıldıktan sonra kurulan devlet hiçbir zaman bağımsız olmadı. Mustafa Kemal ile şansını denedi ama başaramadı, bağımsızlık hayalini hayatıyla ödedi. Kurulduğu günden bu yana ulusal çıkarlarını savunamayan, millî değerlerini koruyamayan dışa bağımlı bir devlet vardır. Bu bağımlılığı gizleyen illüzyon ise yüksek sesle çalınan marşlar, okunan kahramanlık şiirleri ve destanlardır. Kısacası, bağımsızlık edebiyatıdır. 
Gerçekte olan ise galip devletlerin kurmuş olduğu değişmeyen ‘çatışma’ düzenidir. Sağ, sol, laik, dinci, Kürtçü, Türkçü grupların hepsini aynı merkezde birleştiren kripto-Yahudiler bu düzenin taşeronudur. Gücün asıl sahibi, elbette onları kullanan İngiliz devletidir. 
Yeni devletin elit kesimini oluşturan Sabetayistler ve onların yol verdiği diğer azınlıkların İslam’dan hoşlanmamaları doğaldır. Türklerden de hoşlanmazlar ama iki istenmeyenden birini tercih etmek durumunda kalınca Türklüğü tercih ederler. Bir anlamda ‘vebadan kaçıp sıtmaya razı olma’ durumu denebilir. 
İşte bu nedenle sahte Türk milliyetçiliğinde İslami adlar kullanılmaz. Melisa, Alina gibi Avrupalı isimler Türk toplumunca artık yadırganmıyor. Aslında bunlar Yunanca isimlerdir. İngiliz Devleti Yunanların savaş meydanında Türkleri yenmesine izin vermedi. Ama kültürel anlamda yendikleri açıktır. Bir Türk çocuğuna Grekçe ad koyarken kendini daha modern, daha çağdaş hissediyorsa gerçek kazanan Romalılar demektir. Halk tabanı her zaman elit tabakayı takip eder, onlara özenir. Soner Yalçın’ın tabiriyle ‘Beyaz Türkler’in icat ettiği isimleri artık Siyah Türkler de kullanıyor. Gayrimüslim azınlıkların Avrupalılaşma gayreti makuldür. Sonuçta aynı din ve kültüre sahip olmanın gereği, asıllarına dönme arzusudur. Ancak makul olmayan, Türklerin çocuklarını Amerikan kolejlerinde okutma hevesi, frenkleşme suretiyle modern olduğunu kanıtlama çabalarıdır. Türk halkını öz vatanında ikinci sınıf konuma iterek Fransızlara benzemeyeni küçümsemeleri, onları taklit edenleri ise kıs kıs gülerek aşağılamaları son yüzyıllık dramın özetidir. 
Her ne kadar halkı saf görüp aptallıkla suçlasalar da, gerçekte durum tam tersidir. Türk milleti bir süreliğine kandırılmaya razı olmuştur, çünkü başka seçenek yoktu. Bugün toplumun en önemli bilgi eksiği Türkiye Cumhuriyeti’ni bağımsız sanmasıdır. Halkın çoğunluğu dış güçlerce kontrol edilen birilerinin varlığını hissetse de bu şebekeyi tam olarak çözememiştir. 
Büyük kulüplerinde kadehlerini tokuştururken sıkça milletin aptallığından söz ederek eğlenmeleri hak etmedikleri bir övünçtür. Dış bağlantıları kesildiğinde halkın hiç de zannettikleri kadar saf olmadığını göreceklerdir. Müslüman Türk maskesiyle içine sızdıkları toplumu pek zavallı gören bu elitler aslında ilk tokadı Mustafa Kemal’den yemişlerdi. O’nun vücudunu ortadan kaldırmakla işin bitmediğinin kendileri de farkındadır. 
7 Haziran 2004 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajında Yalçın Küçük konuyu şöyle özetledi: 
“15 ve 16. yüzyılda İspanya ve Portekiz’den Yahudiler kovulmadı. Din değiştirenler kovuldu. Sebebi de şu: Tıpkı bugün olduğu gibi bütün yerlere onlar hâkimdi. En büyük din adamları Kripto Yahudi’ydi. Ama Hristiyan görünürdü. Bunları ben icat etmedim. Şu kitabın adı nedir? Cedid el İslam. Kripto Yahudilere İran’da verilen ad. Yıllarca sokakta Müslüman olmuşlar, evde Yahudi. Bizde de böyle çok insan var. Sokakta Türk Müslüman, evde Yahudi… 

- Atatürk’ün durumu nedir? Sizce, o da mı İbrani kökenliydi? 
- Yalçın Küçük ve Soner lafı buraya getiriyor diyenler gayri samimi. Bütün bu anlattıklarımdan Mustafa Kemal’e bir sonuç çıkmaz. Eşi Latife Hanım’ın Sabetayist olması da bu durumu değiştirmez. 19. yüzyılda Sabetayistler arasında evlilik yasağı vardı. Cemaat, bu yasağı ancak şöyle bozardı: Osmanlı’da gerçekten yükselebilecek İbrani kökenli olmayanlarla kızlarını evlendirirdi ama doğacak çocukları İbrani olarak yetiştirirlerdi. Ne var ki Mustafa Kemal’le Latife'nin çocuğu yok. Zaten Mustafa Kemal’in İbrani kökenli olduğuna dair bir belge de yok. Bulamazsınız da. O fakir aile çocuğuydu, fakirlerin istatistikleri tutulmaz. Mustafa Kemal’in Latife hanımla evlenmesinin arkasında büyük bir siyaset var aslında. Mustafa Kemal, Latife hanım ile evlenerek çevresindeki tüm Sabetayistleri çok güzel kandırmış ve Sabetayistleri vatan davası için çokta güzel kullanmıştır. Mustafa Kemal Sabetayistlerin içinde yaşamış bir insandır ve tarihi de çok iyi bilirdi. Yani Osmanlı’nın yıkılışına sebep olan İttihat ve Terakki Partisi içindekilerin Sabetayist ve Mason olduğunu çok iyi biliyordu. Ve bu gücü nasıl kullanacağını da çok iyi biliyordu. İşte buna da ‘Türk’ün kurt kurnazlığı’ diyebiliriz.”

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...