TARİHTE ARYAN VE TURAN TARTIŞMASI
Genel TÜRK Tarihi tarafından yazılan yazılar"
Genel TÜRK Tarihi
Günümüze kadar süregelen Aryan-Turan tarih tezinin esası, Batılılar tarafından tek taraflı geliştirilmiş Batı ırkçılığına dayanan bir tezdir.
Bu tezin hedefi
Batılı (Mordik) kavimlerin dünya üzerinde emperyalist emellere ilim kılıfı geçirerek zemin hazırlama gayesi yatmaktadır.
Anglo-Sakson emperyalizminin atağa geçtiği 17. yüzyıl itibara alınırsa son derece anlam kazanır.
Ancak tartışmasız Batılı tarih tezinin günümüzde yavaş da olsa sorgulanmaya başlanması ve yeni araştırmaların gün yüzüne çıkması, Batı’nın yalanlarını ortaya koyarken dönüşü olmayan bir kimlik bulmamıza da yol açıyor.
Bu yol bugüne kadar aldatılan Doğu aleminin şahsiyet bulma yoludur.
Türklerin ilk yurdu (Haritayı büyütmek için üzerine tıklayın)
Türklerin tarihin derinliklerindeki ata yurdunun neresi olduğu konusu, Batılı akademisyenler tarafından özellikle tartışmaya açılmaz ve Ural-Altay etekleri Türk ata yurdu olarak kabul edilir. Elbette bu klasik bir bakış açısıdır, ama Batılı tarihçilerin bunu kesin bir postulat gibi kabul edip tartışmaya açmamalarının arkasında başka bir sinsilik yattığı sezilmektedir. Bu da ancak, Tanrının dünya yaratıldığından beri sanki Türkleri eliyle Ural-Altay eteklerine koymuş gibi gösterilerek, bu halkın gittiği her yerde “işgalci” sayılmasını sağlama amacına matuf olabilir. Nitekim Batı dünyası şu anda Türkleri Anadolu’da işgalci bir halk olarak görmekte ve ata yurdumuza dönüp gitmemiz gerektiği görüşünü ileri sürmektedir.
Tarihi incelediğimizde Türkler’in Orta Asya’ya gelmeden çok daha önceleri Sibirya ve Moğolistan‘da yaşadıkları, daha sonraları yavaş yavaş Asya’nın ortalarına doğru sarktıkları ve oradan da başka yönlere dağıldıkları örülmektedir. Ama ne zaman? Tarihin sayfalarını karıştırdığımızda bu olayların MÖ. 3000 ile M.S. 1000. yıl arasında gerçekleştiği görülüyor. Avrupalı ve Rus tarihçiler, İskitler‘i Ari ırkına mensup İran menşeli bir halk olarak göstermeye bayılırlar.1 Esasen bunların hiçbirisi bu konuyu araştırmış falan değildir ve sadece kendisinden bir öncekinin sözlerini tekrarlamakla yetinmektedirler. MeselâHerodot ve onun müteakipleri, İskitler’i M.Ö. VII. yüzyılda Karadeniz sahillerine yakın bölgelerde ve ağırlıklı olarak Kırım yarımadası ve civarında yaşayan bir halk olarak takdim etmişler ve dünya tarih literatürüne de bu olay bu şekilde kaydedilmişti. Fakat 2002 yılında Tuva’da bulunan mezarlar ve mezarlardaki eşyaların incelenmesi sonucunda İskit’lerin henüz VI. yüzyılda bu bölgelerde yaşadıkları gerçeği anlaşılınca, geçmişteki bütün tezler çöpe atıhverdi. Çünkü bunun anlamı, İskitler’in Avrupa taraflarından gelen Ari bir halk değil, Asya’dan Batıya doğru ilerleyen Turanî bir halk olduğu idi. Hâttâ İskitler’i, Ariler’in torunları olarak görenlerden Rus arkeolog S. İ. Rudenko “Donmuş mezarlar “da bulunan ölünün cesedini inceledikten sonra “Şaşılacak şey ki, bu ölü Mongoloiddir!” demekten kendini alamamıştı,’ G. Thomson’un Peiasglar ve Anadolu’nun eski halkları üzerine yaptığı araştırmalar, Batılı tarihçi ve arkeologların bilinçli veya bilinçsizce yalan söylediklerini ortaya koymaktadır. Bilinçli veya bilinçsiz kelimeleri burada tesadüfen seçilmemiştir. Bazıları kasıtlı olarak tarihi gerçekleri çarpıttılar. Bir çokları ise bilinçsizce, hiçbir tenkide tâbi tutmadan öncekilerin görüşlerini tekrarladılar. Bugün aynı şeyi Kürt tarihi konusunda yapmaktadırlar. Hiçbir mesnetleri olmadığı halde, Kürtler’i tarihin derinliklerinde on bin, on beş bin yıl önce yaşamış ve yeryüzünde temsilcisi kalmamış halklara ve uygarlıklara bağlamakta, Kürt aydınları da bu saçmalıkları ilmî verilermiş gibi aynen tekrarlamaktadırlar. Halbuki sadece akarsular nadiren de olsa bir yerde toprağın içine akarak, ilerilerde bir yerde, bazen çok uzaklarda tekrar yeıyüzüne çıkarlar. Ama halklar akarsu değildir. Yani aradan beş on bin yıl geçtikten ve büyük bir tarihi kopukluktan sonra ortaya çıkıp da, filan halkın devamı ve temsilcisi olduğunu iddia edersen, ancak kendi kendini kandırmış olursun. Bir halkın etnogenezi incelenmeden, etnik mensubiyeti belirlenemez.
Kazanlı dil bilimci ve tarihçi Nurihan Fattah‘ın elinizdeki bu eseri değişik bir tez ve iddialar içermektedir. Elbette onun eserinde ileri sürdüğü görüşler tartışılabilir. Belki bütünüyle reddedilebilir. Ama aynı görüşleri değişik şekillerde ve hatta daha katı bir biçimde savunanlar geçmişte de vardı. Örneğin Ord. Prof. Yusuf Ziya Özer‘in Mısır Tarihi adlı eserinde ileri sürdüğü görüşler, eserin yazarı Fattah’ın görüşlerini desteklemektedir. Osman Karatay‘ın, Haluk Tarcan‘ın, Kazım Mirşan‘ın çalışmaları ve keza adı yukarıda zikredilen G. Thomson‘un eserleri bu açıdan dikkatle incelenmelidir. Özellikle Kazım Mirşan’ın Anadolu ve Avrupa’daki Runik yazılı kitabelerin çoğunu çözmesi, Batılılar tarafından burun kıvrılarak görmezlikten gelinse bile, desteklenmelidir. Halklar tarihten silinebilirler, ama mutlaka yaşadıkları topraklarda arkaların da bir takım izler bırakırlar. Buralardaki Runik yazılı kitabeler gökten zembille inmediğine ve Asya’ daki Runik yazılı Türk kitabeleriyle büyük ben zerlikler arzettiğine göre, geriye bunlardan hangisi nin önce olduğunun tespit edilmesi kalıyor. Fakat karbonlama usulü kayalar üzerine tatbik edilemediği için bu şimdilik imkânsız görünüyor. Çünkü bu meselenin halli, Asya’dan mı Batıya doğru, yoksa Batıdan ve Yakın Şarktan mi Asya’ya doğru göçlerin yapıldığı tartışmasına da son noktayı koymuş olacaktır. Birçok Türk tarihçisi, ön-Türkler’in Milat öncesi yüzyıllarda ve hatta binyıllarda Asya’dan Bati ve Yakın Doğu’ ya doğru göçler gerçekleştir dikleri, dolayısıyla ilk ata yurdun Asya’nın iç kısımlarında (Güney Sibirya, Batı Moğolistan) oldu ğu kanaatindedirler. Meselâ Türk kavimlerinin sayısını 56’dan 60’a çıkaran Kazanlı Hasan Ata el-Abesi bu görüşü savunanlardandır. Ona göre sadece Türk halkları değil, bütün halklar Turan’dan dünya ya yayılmışlardır.
N. Fattah, kesin olarak Tatarlar’ın atalarının Anadolu’da, Girit’de, Mısır’da, Habeşistan’da yaşayan proto-Türk halklar olduğunu ileri sürmekte ve bunu etnonim, toponim, hidronimlerle, eski destanlarda bahsedilen örf ve gelenekler arasındaki benzerliklerle izah etmeye çalışmaktadır.
Ancak, bu konunun halli, kuru iddialarla pek mümkün değildir. İkna edici deliller, yazılı belgeler, tarihi yadigârlardan örnekler getirilmeden ileri sürülen görüşler, sadece bir kanaattir ve indî görüştür. Yukarıda belirtildiği gibi Batılı tarihçi ve antropologların Türkler’e ata yurt olarak Ural-Altay eteklerini göstermeleri, aynı görüşün Türk bilim adamlarınca da kabul edilmesi, tarihin belli bir döneminden sonrası için doğrudur ve geçerlidir. Ama bizim problemimiz Türkler’in ondan öncesinde nerede olduklarıdır. Bu konuda şu an için herhangi bir kriter yok. Eserin yazarı N. Fattah, kesin olarak Tatarlar’ın atalarının Anadolu’da, Girit’de, Mısır’da, Habeşistan’da yaşayan proto-Türk halklar olduğunu ileri sürmekte ve bunu etnonim, toponim, hidronimlerle, eski destanlarda bahsedilen örf ve gelenekler arasındaki benzerliklerle izah etmeye çalışmaktadır. Fakat bu dahi bir tezdir, kesin hüküm değildir. Tatar adı üzerinde biraz sonra durulacaktır. Çünkü tarihte bazen kimi halklar, geçmişte atalarının hiç ilgisi olmadığı halkların isimlerini alabiliyorlar.
.
Türkler’in ilk ata yurdunun Anadolu ve Yakın Doğutopraklan olduğu konusunda kesin delil sunmak oldukça zor; ama az önce işaret ettiğimiz gibi, efsaneler bir ışık sunabilir. Örneğin Ebu’l Gazi Bahadırhan’ın “Şecere-i Türk” adlı eserinde Nuh peygamberin Tufan’darı sonra yeryüzünü üç oğlu arasında paylaştırdığı belirtilerek, herbirini bir yöne; “Ham‘ı Hindistan taraflarına, Şam‘ı İran, Yafes‘i de kuzey ülkelerine [Turan’a] gönderdiği kaydedilir.” Ebu’l Gazi’nin, eserini kısmen Mirza Uluğ-Bey‘in Dört Ulus Tarihi‘ne, fakat ağırlıklı olarak Reşidüddin‘in eserlerine dayandırdığı anlaşılıyor. Esasen Uluğbey‘in eseri de Reşidüddin’in bir tür tekra rından başka birşey değil. Çünkü her üç eserde Tu fanla ilgili verilen tarihler, Tevrat’da belirtilen tarih lerle örtüşmektedir, Reşidüddin’in de Yahudi asıllı olduğu güz önünde bulundurulursa, bu tarihlerin Tevrat’a dayandırılması normaldir, fakat hiçbir inandırıcı tarafı yoktur. Esasen kendisi de tarihçi değil, maliyecidir ve sırf Moğollar’a şirin gözükmek için, o sıralar işsiz dolaşan bazı bilim adamlarına hazır lattığı risaleleri tenkit süzgecinden geçirmeden aynen eserine almıştır.” Reşidüddin’i aynen tekrarla yan Mirza Uluğbey, eserinin bir yerinde, “Turan topraklarını ve Türkistan’ı Yafes aleyhisselam ken dine ayırmıştı.”7 diye yazmaktadır. Başka bir yerde ise, “Yafes ibni Nuh, Cudi dağından indikten sonra, Allah’ın emriyle Doğu (Maşrık) tarafına yöneldi”ve keza babası Nuh’a müracaatta bulunarak, “Bana verdiğin yerlerde iklim kurakmış, gerektiğinde yağmur yağdıracak bir dua öğret, dedi. Nuh da ona ism-i a’zam duasını öğretti ve Yada (veya Cada) taşını verdi” denilmektedir.8
Fakat arkeolojik ve tarihi verilerin sessiz kaldığı yerlerde, destanlar ve efsaneler, kutsal kitaplardaki imalardan dişe dokunur bir şeyler çıkarılabilir. Çünkü unutmamak gerekir ki, destanlar bazı tarihi gerçeklerden çıkarlar ve satır aralarında bilinmeyen bazı tarihi muammaları çözecek bilgiler içerirler. Mesela Mısırlı yazar Enis Mansur “Gökten İnenler” adlı eserinde, efsanevî kral Minos’un Asya’da Minas şeklini aldığını ileri sürmektedir.4 Bilindiği kadarıyla kral Minos, kronolojik olarak Manas‘tan daha erken tarihlidir.
Bu hikayenin esasen fazla inandırıcı bir tarafı yok ve daha ziyade birbirinden kopyalanmış bir efsaneyi anlatmaktadır. Zaten Tufan’ın bütün yeryüzünü mü kapladığı, yoksa bölgesel bir olay mı olduğu, suların kaç metre yükseldiği dahi tartışmalıdır. Çünkü Tufan olayı, hemen her milletin geleneksel inançları arasındadır. Mayalar‘a bakacak olursanız. Tufan kendi ülkelerinnde olmuştur vs.9 Fakat bu konu bizi ilgilendirmiyor. Bizi daha ziyade ilgilendiren, Türk’ün babası Yafes’in Nuh tarafından Turan ülkelerine gönderildiğidir. Demek ki daha önce orada değildi ve Tufandan önce de yer yüzü halklar tarafından iskan olunmuştu. Bir kere, Nuh’un gemisinin nereye oturduğu tespit edilmiş değildir. Bugüne kadar da izi bulunamadı. Diğer taraftan bir babanın durup dururken oğullarını uzak diyarlara gönderip, oraya yerleşmelerini istemesi de anlamsız. Yani bu olayı doğru kabul etsek bile, Nuh’un ailesiyle birlikte Tufan’dan sonra, uzun yıllar yaşadığı biliniyor, ihtimal -eğer olay doğruysa- bu uzun yıllar zarfında bulundukları yerde nüfus kesafeti başlamış ve topraklar yetmez olunca, oğullarını halklarıyla birlikte göndermiştir. Böyle bir açıklama daha mantıklıdır. Fakat bu olayın ne zaman vuku bulduğu konusu bilinmezliğini muhafaza etmektedir. Kur’an’da Tufanla ilgili açıklama son derece kısadır ve tarih verilmez. İslami tefsirlerde konuyla ilgili yer alan bilgiler ise Yahudi kökenlidir ve tamamıyla Tevrat’a dayanır. İşin burası da bizi fazla ilgilendirmiyor.
Burada ilk ata yurdun Turan-zemin ve bu arada Ural-Altayetekleri olduğu, daha sonra çeşitli sebeplerle oradan Batıya ve Yakın Doğuya doğru, göçler yaşandığı; örneğin Sümerler‘in Yulduz (Yıldız) Vadisi’nden muhaceret ettikleri ileri sürülmek te ve dolayısıyla ilk ata yurdun Asya’da olduğu belirtîlmektedir.'” Hatta Z. V. Togan “Türklerin ana vatanı Orta Asya’dır(11) diye kestirip atmaktadır.11 Ancak, ordinaryüs prof. unvanı almış bir kişinin, bir halkın ata yurdunu tesbit ederken, tarih dilimine işaret etmemesi anlaşılacak gibi değildir. Hatta biz de muteber tarihçilerden kabul edilen Lâszlo Râsonyidahi Türk ana yurdunun İndogerman ana yurdunun yanında ve bugünkü Kazakistan’da olması gerektiğini savunurken, belli bir tarihi dilimi vermez.(12) Gerek Ari göç ve istilaları, gerekse Türkler’in ata yurdunun Asya’da bir yerlere bağlanması konusunda kesin bir tarih verilmemesi; çoğu kez “Milattan birkaç bin yıl önce”, bazen “Milattan 3-5 bin yıl”, bazen “on onbeş bin yıl önce” gibi yuvarlak sözlerle geçiştirilmesi, kimsenin elinde ileriye sürebileceği bir delilin olmamasından kaynaklanmaktadır. Bizim kanaatimize göre, tarih öncesi dönemlerde halklar, çeşitli sebeplerle (kuraklık, nüfus kesafeti veya güçlü bir düşmanın itmesi) oradan oraya savrulmuş ve sonunda her biri bir yerde karar kılmıştır. Türkler de -o dönemlerde başka adla anılmış olsalar bile- oradan oraya savrulduktan sonra, Ural-Altay eteklerinde karar kılarak, oradan değişik yönlere yayılmışlardır. Dolayısıyla hiçbir milletin ilk ata yurdu şurasıdır diye kesin bir hüküm verilemez. Kaldı ki, halkların bazen göç ettikleri bir yerde barınamayıp, ana yurda geri döndükleri veya dönmeye çalıştıkları da görülmüştür. Örneğin Nedao savaşından sonra Hunlar’ ın tekrar Doğu’ya doğru çekilmek istedikleri, fakat başaramadıkları bilinmektedir. Ancak, daha sonra da işaret edileceği gibi, Batıdan doğuya doğru bir Ari istilası gerçekleştiği iddiası, sadece ve sadece siyasi amaçlarla imal edilmiş sinsi bir yalandan ibarettir.
Esasen ilk ata yurdun Ural-Altay etekleri olması da o kadar önemli değildir. Milattan binlerce yıl önce Asya’dan Anadolu ve çevresine göçler yaşanmış ve atalarımızın bir kolu buralarda hayat sürmüşse, bunun ikna edici delillerle ispat edilmesi çok daha önemlidir. Peki bu ispat edilirse ne faydası olur? K. Mirşan’ın dediği gibi ‘sadece atalarımızın geçmişi ve tarihimizle övünmeye’ değil, tarihen atalarımıza ait topraklara yüzlerce yıl sonra tekrar çıkıp geldiğimiz iddiasının verdiği haklılığa önce kendimizi inandırmamıza yarar. Biraz sonra üzerinde detaylı duracağımız Ari göçleri meselesinde de göreceğimiz gibi, Ruslar Türkistan’ı istila ettiklerinde, bu teze dayanarak “bunun bir işgal sayılamayacağını; buraların bir zamanlar Ari yurdu olduğunu, dolayısıyla torunun dedesinin yurduna geri çıkıp gelmesinin anormal bir tarafı bulunmadığını” iddia etmişlerdi. Biz, bu hakkı, onların bulduğu yerden buluyoruz!
Tatar Adı Üzerine
Türklük araştırmalarında, konunun gereği olarak, sık sık “Tatarca, Tatar, Tataristan”kelimeleriyle karşılaşılır. Ancak çoğu zaman Tatarlar’ın başka bir millet olduklarını zannedenler çıkabilir. Dolayısıyla yanlış bir anlamaya fırsat vermemek için, Tatar adının bugünkü Kazan Türklerine nasıl verildiği üzerinde kısaca durmakta fayda vardır.
Tarihte Tatar adında bir halk vardır. Ama onların bugün Kazan civarında ve Kırım‘daki Tatarlar’la bir ilgileri yoktur. Çin kaynaklarında Shih-we-i adıyla geçen Otuz-Tatarlar (14) arasında ‘Kara Tatarlar‘ denilen Türk kabileleri de vardı.” Fakat bu küçük kabileler, daha sonra Moğollar tarafından itaat altına alındılar ve onların bir parçası olarak görülmeye başlandılar. Böylece Tatar kelimesi Asya’da tarihe karıştı ve zaman içinde bir etnonim haline geldiği Altın Orda‘nın tebaası İtil boyu Türklerine yani Kama Bulgarlarına misafir oldu.16 Moğollar, geçmişte aralarındaki adavet sebebiyle sevmedikleri Tatar savaşçıları, öncü birlikler olarak en ön saflarda gönderiyorlar ve onlarla ilk karşılaşan düşmanlar, isim konusunda yanılgıya düşüyorlardı. Bir Rus vakayinamesinde şöyle deniliyor: “O yaz, günahlarımız yüzünden kim olduklarını bilmediğimiz kafırlar çıkageldiler. Kimse onlar hakkında birşey bilmiyordu. Kimdiler ve nereden geliyorlardı, hangi dili konuşuyorlardı, hangi kabileye mensuptular ve neye inanıyorlardı, kimse bilmiyordu. Ama adları Tatar idi…”17
Çingiz-han’ın ölümünden sonra, vasiyetine binaen, her bir ordaya gerçek Moğol olan dörder bin asker olmak üzere toplam 20 bin savaşçı düştüğüne göre, 18 ordunun bünyesinde yer alan Tatarlar’ın da bu rakamdan fazla olması mümkün değildir. Dolayısıyla bu rakamın ancak bir kısmının ‘Moğol ordusuyla birlikte Rusya’ya geldiği, bilahare onların da büyük bir kesiminin Moğolistan’a geri döndüğü düşünülecek olursa, geri kalanlarının Kıpçak, Oğuz, Bulgar veRuslar‘la meskun bir bölgede okyanustaki bir damlacık mesabesinde kaldığı ve kısa sürede eriyip gittikleri kendiliğinden anlaşılır. Halbuki bugün Tatar diye bilinen Kazan Tatarları, diğer bir deyişle İtil Bulgarları, Atilla Hunları döneminde, yani henüz IV.-V. yüzyıllarda Bulgar adıyla biliniyorlardı. Daha sonra Moğollar döneminde yani XII-I.-XIV. yüzyılda bir miktar Kıpçak Türkü de gelerek Kazan civarındaki Bulgarlarla kaynaştılar. Böylece XV. yüzyılda dahi Bulgar adını taşıyan bu halkın ismi İtil boyunda tarihe karıştı ve onun yerini Kazan, Tatar ve Çuvaş gibi adlar aldı.” Bu yüzden olsa gerektir ki, A. Mercanî, “Bugün Özbek adı nasıl saçma bir adsa, Tatar adı da aynı şekilde saçma bir isimdir” demek zorunda kalmıştır.2″
Avrupalı tarihçiler, XVIII. yüzyılda tüm göçebelere “Tartar” (Latince tartarus=şeytan)21 diyorlardı. Fakat Avrupalıların Tatar adını tüm göçebeler için umumileştirmelerine karşılık, Ruslar Bulgarlar’a bu adı verirken, tıpkı onların Rus kelimesiyle Hıristiyan! kastettikleri gibi, onlar da Müslüman anlamında Tatar diyorlardı, ama yine de bu adlandırmada vaktiyle gerçek Tatarlar’ın kendilerine yaptıkları zulmü hatırlatan nefreti yansıtan bir duygu vardı.22 Tabi ki L. N. Gumilev‘un olaya bakış açısı farklı: “Volga [İtil] boyunun aslî sakinleri Altın Orda hanına rağbetlerinin işareti olarak kendilerini Tatar diye adlandırmaya başladılar. Buna karşılık, bu adın ilk taşıyıcıları -Keraitler, Naymanlar, Oyratlar ve Tatarlar da kendilerine Moğol adını aldılar. Böylece isimler yer değiştirdi. Tatar antropolojik tipinin Mongoloid, İtil boyundaki Türk-Kıpçaklar‘ın dilinin Tatarca diye adlandırıldığı ilmi terminoloji de bu dönemde ortaya çıktı. Başka bir deyişle biz dahi literatürde kamufle edildiği gün gibi aşikâr olan terimlerden faydalanıyoruz.23
Birçok köle, kendilerini Tatarlar’a mensup saymak ve Tatar adını almak suretiyle azamet ve onur elde ettiler
Görüldüğü gibi, coğrafi adlar gibi, kabile ve halk adları da bazen değişebilmekte, bazen de yanlış adlar bilerek veya bilmeyerek, gerçekte o adla hiç ilgisi olmayan topluluklara verilebilmektedir. Nitekim Reşidüddin buna işaret ederek şöyle demektedir: “Birçok köle, kendilerini Tatarlar’a mensup saymak ve Tatar adını almak suretiyle azamet ve onur elde ettiler. Tıpkı bunun gibi Naymanlar, Celayirler, Öngitler, Keraitler ve belli isimieri olan diğer kabileler, azamet ve şöhret kazanmak maksadıyla kendilerini Moğol olarak adlandırdılar. Bunların torunları ise, aslında geçmişte hiç sahip olmadıkları bu ismi, güya ezelden beri taşıyorlarmış havasına kapıldılar.”24
Dolayısıyla yazarın eserindeki sık sık kullandığı Tatar ve Tatarca gibi kelimeler okuyucuyu aldatmasın. Onlar Kama ve İtil civarı Bulgarlarıdır. Geçmişte Müslüman ve Türktüler, bugün de Türk ve Müslümandırlar. Tuna Bulgarları ise, adlarını korumakla birlikte, dil, din ve milliyetlerini kaybetmiş; Slavlaşmış, Hıristiyanlaşmış ve geçmişten geriye sadece “Bulgar” adı kalmıştır. İtil Bulgarlarındaysa geçmişten bugüne sadece “Bulgar” adı kalmamıştır.
Ari Modeli Üzerine
Hint-Avrupaî terimi ilk defa 1816’da Fransız Bopp tarafından ortaya atıldı.25 Bu terimin yanı sıra Avrupalıların Ari ırktan oldukları, bugün İran, Tacikistan, Yakın Doğu ve Kafkaslar‘da yaşayan halkların da beyaz olmaları sebebiyle Ari sayılmaları gerektiği tezi ileri sürüldü ve tamamı getirilip Helen uygarlığına bağlanmak istenildi. Fakat hep yarım ağızla. Çünkü ileri sürdükleri tezlerin dayandığı sağlam mesnetler yoktu ve bir yaz-boz tahtası üzerindeki denemeleri hatırlatırcasına, farklı şeylere işaret ediyordu.26
Acaba durup dururken, Ari göçleri, Ari istilaları ve Hint-Avrupaî dil ailesi vs. gibi kavramlar neden ortaya sürüldü ve bu iddiaların arkasında ne vardı?
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için mecburen biraz gerilere giderek, Ari Modeli’nin Eskiçağ Modeli‘nin yerini alması, arkasından Hint-Avrupa dil ailesi ve ırk birliği tezinin güya arkeolojik belgelerle kanıtlanma çabasının ortaya çıkışı, bu görüşlere karşılık yine Batıda ve Rusya’da kendini gösteren karşı fikirler üzerine “Ari Modeli”nin de bir yana bırakılarak “Avrasya” görüşünün oturtulması üzerinde durulacaktır.
Eskiçağ Modeli şeklinde kendini gösteren teorik akım, Batı medeniyetinin ve onun medar-ı iftihar olarak kabul ettiği Helen Uygarlığı‘nın aslında Eski Mısır ile Sami kültür ve ırkının istila ve etkileriyle oluştuğunu savunuyordu.27 Ari Modeli’nin şiddetli karşı çıktığı Eskiçağ Modeli, Avrupa’da bir süre kabul görmesine rağmen “ırkçı akımların” ortaya çıkışıyla birlikte Yahudi kültürünün Batı medeniyetine büyük ölçüde etkili olduğu tezinin de reddedildiği 28 bir dönemde zaten tutunamazdı. Ari Modeli’ne göre, kuzeyden -eski geleneklerde sözü edilmeyen- bir istila olmuş ve istilacılar, “Ege” ya da “pre-Helen” kültürüne baskın gelmiştir. Yunan uygarlığı, Hint-Avrupa dili konuşan Helenler ile yerli tebaalarının karışmasının bir sonucudur.29 Fakat pre-Helen kültürü üzerinde etkili olanlar Sami ırk değil, Asya’dan gelen göçebelerdir.30 Batılı tarihçilerin ve Ari Modeli savunucularının kabul ettikleri bu “Asya’dan gelen göçebeler“in kimliği üzerinde pek durulmak istenmemiş, olay kısaca Himalayalarda yaşayan (!) Ari halklarının atalarının Batıya göçü şeklinde geçiştirilmiş, fakat bunların proto-Türklerolabileceği, gerek Helen kültürün ve gerekse Batı medeniyetinin temelini bu halkların attıkları görmezlikten gelinmiştir.”
Ancak, kesin kanıt elde etmek, deneysel bilimlerde ve hatta belgeli tarihte bile zor iken, bir ülkenin coğrafi isimlerinden birkaçının başka bir kültüre mensup halkların dilindeki bazı kelimelerle benzerliğinden, yahut dillerin semantik yapıları ve sentakslarından, sözcüklerin ve fiil köklerinin teşkilindeki benzerlikten veya hayat tarzları arasındaki müşabehetten yola çıkarak, binlerce yıl önce vuku bulduğu ileri sürülen istilalarla oluşan bir medeniyetin esasen başka bir halkın eseri olduğu ispat edilmiş olsa bile, bu, kesinlikle geriye dönük hak iddiasında bulunma hakkını vermez.
Batılı düşünürler, ilk başlarda Eskiçağ Modeli‘ne ihtiyatla yaklaşıyor, hatta kısmen de sempatiyle bakıyorlardı. Çünkü en güvendikleri tarihçi sayılan Herodot‘un Tarih’inde de Yunan kültürünün, Hıristiyanlık öncesi dini inançlarının, dini terminolojisinin Mısır‘dan ve Babil‘den taşındığı kaydediliyordu. “
Gerçekte Dionysos adını, ona kurban sunma törenlerini ve phallos için düzenlenen töreni Yunanistan’a sokan bu Melampus‘tur.. Kesin olan birşey varsa, phallos’un şatafatlı gösteriler ve alaylar düzenlenerek Dionysos‘a götürülmesi törenlerini Yunanistan’a sokan odur ve Yunanlılar bugün ne yapıyorlarsa ondan öğrenmişlerdir. Kendi hesabıma doğruluyorum, evet, Melampus, derin bir bilge olarak, kendisinde peygamberce bir güç görüyordu ve Mısır öğretisi sayesinde, Yunanistan’a, öbür görenekler arasında, Dionysos dinini de o getirmiştir..”31 “Pelasglar, ilk zamanlar, tanrılara kurban keserlerken dua ederlerdi, ama Dodona‘da dinlediklerimden biliyorum, hiçbir tanrının, ne gerçek ne de takma adım annarlardı; çünkü o zamana kadar bu adlan duymamışlardı.. Daha sonra ve uzun bir zaman sonra, Mısır’dan gelen Tanrı adlarını öğrendiler… O zamandan sonradır ki kurban keserlerken tanrıları adlarıyla anar oldular ve daha sonra Yunanlılar da, bir Pelasg mirası olarak bu adları benimsediler.”33 Thukydides‘in anlattığı şeyler, bunların aynısı değilse de, mana itibarıyla yakındı.34 Hatta onun anlattıklarında Sami etkisinin daha fazla olduğu kaydediliyordu. Ancak, gerek Herodot ve gerekse Thukydides, Pelasgiar’ınnn orijini üzerinde kafa yormamışlar, sadece Kuzeyden veya Doğudan gelen bir kavim olduğunu belirtmişlerdir. K. Mirşan’ın proto-Türk dilleri üzerine yaptığı çalışmalar sonucunda ise, Pelesglar‘ın bu göç sırasında Anadolu’da karar kılan bir Türk kolu olduğu anlaşılmış, fakat Ari Modeli saplantısının dışına çıkamayan Batılı tarihçiler bu iddiayı ciddiye almamışlardır. Avrupalı antropolog ve ideologlarının böyle bir görüşü kabul etmeleri zaten beklenemez. Çünkü onların ortaya attıkları Ari Modeli, hem Avrupa’yı, hem de Asya’yı Ari ırkın ebedi mülkü olarak görme hastalığının bir neticesidir. Biraz sonra göreceğimiz gibi, Ari Modeli’ne karşı Rus fikir adamlarının ortaya attığı Avrasya modeli, Batı Avrupa’yı tamamen dışlamasına rağmen, neden teoriye Avrasya adının verildiğini anlamak hayli zor.
A. Hitler “Almanları birinci sınıf, Tüıkler’i de ikinci sınıf ırk olarak” kabul ve ilan edecekti.
Avrupa’da antesemitizmin şahika dönemini yaşadığı günlerde, güya dünyanın en eski medeniyetine, en parlak zekasına sahip Batılının Sami ırkın kültür tesiriyle şekillendiği tezi bir kenara atılmalıydı. Ama bunun için önce Eskiçağ Modeli‘nin bir yanılgı olduğu ortaya atılacak, arkasından bunun yerine başka bir model getirilecek ve o da bir yer¬lere dayandırılacaktı. Böylece Kitab-ı Mukaddes geleneğinin yıkılması görevini Götingen’de doğa tarihi profesörü J. F. Blumenbach üstlendi. Esasen onun 1775’de yayınlanan De Generis Humani Vari-etata Nativa adlı eseri Buffon tarafından kurulan Avrupa merkezci modelin devamı niteliğindeydi. Blumenbach, ilk defa “Kafkas ırkı” terimini kullanıyordu ve ona göre beyaz derililer ya da Kafkas ırkı ilk ortaya çıkan en yetenekli ırktı ve bütün öteki ırklar bunun yozlaşmasından neş’et etmişti.
Yine ona göre Nuh’un GemisiKafkaslar’în güneyindeki Ağrı Dağı’nda karaya oturmuştu. Bu durumda insanların ve dolayısıyla Avrupalıların kökeni, eski çağ insanlarının inandığı gibi Nil ve Fırat vadilerinde değil, doğudaki dağlarda idi.35 J. G. Herderise insanların kökenini Himalayalar‘a yerleştiriyordu. Buna göre insanların ya da onların en saf biçimi olan Ariler, Asya’nın dağlık bölgelerinden geliyordu.16 Asya kökenine dayalı şemanın bir avantajı da, Batı Avrupalılara göre Almanlar’ı insanlığın saf başlangıcının daha yakınlarına yerleştirmesiydi. Nitekim daha sonar A. Hitler “Almanları birinci sınıf, Tüıkler’i de ikinci sınıf ırk olarak” kabul ve ilan edecekti. Hatta Hitler, 1930’da Japonlar’a “fahri Arilik” unvanı verecekti.37 İngiliz, Fransız, Hollandalı ve hatta Ruslar’ın şiddet yoluyla ele geçirdikleri ülkelerin “Turan halklarını” yerli, parya, aşağılık yaratıklar olarak gördükleri bir dönemde, Almanlar’ın güya Türkler’i ve Müslümanları yüceltmesi, yardım edebileceklerini açıklaması ise, elbette pastayı başkalarına kaptırmama felsefesine dayalıydı.38
Böylece Eski Mısır kültürünün ve Sami ırkın, Helen medeniyetinin, dolayısıyla Batı uygarlığının anası sayıldığı, Yunan dilinin de Yakın Doğu dillerinin tesiriyle şekillendiği ve geliştiği görüşü, 18. yüzyılda David Hume ve Benjamin Franklin gibi “ırkçı” düşünürlerin tesiriyle geriye itilmiş ve yine aynı yüzyılda Yunanlıların genç ve saf olduğu iddiasının Almanya’daki en büyük savunucusu Joachim Winckelmann’ın tesiriyle tamamen reddedilmiştir. Ari terimi, 1790’iardan itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Elliot Smithtarafından ortaya atılan “yayılma” teorisine göre, Mısır uygarlığını Asyalı göçmenler kurmuş ve bu uygarlığı Avrupa ile dünyanın öteki bölümlerine yaymıştır. Kafkas ırkının Asya dağlarından gelmesi gibi, Avrupa dilleri de aynı kökten gelmiş farz ediliyordu. Almanlar’ın Urheimat, yani asıl ana yurttan en son ayrılan oldukları için Kafkas ırkının daha saf bölümünden farzedilmesi sonucunda Almancanın da öteki dillerinden daha saf ve eski olduğu iddiası ortaya atıldı. Böylece İndo-German dil ailesi terimi ortaya çıktı. Burada merhum Ord. Prof. Z. Veüdi Togan’ın Batılı müsteşriklerin ve Rus aydınlarının görüşlerini, Türkiye’de pek çok araştırmacı tarafından hiç tereddüt edilmeden kullanılan eserinde, hemen hemen aynen tekrar etmesini yadırgadığını belirtmek isterim.
Ari Modeli’nin yanı sıra gelişen Aşırı Ari model ise, Avrupa topraklarının ve ikliminin öteki kıtalarınkinden daha iyi olduğu, onun için Avrupalıların üstün olması gerektiği inancını savunuyordu. Çünkü Sami ırkın, dolayısıyla Yahudikültür ve medeniyetinin daha üstün olduğu belirtilen görüşe göre Tanrı’nın Kutsal Varlık günlerini yaratıp, Sebt gününü kendine ayırdığı; yılları yaratıp, Sebt yılını kendine hasrettiği; ulusları yaratıp, İsrail’i seçtiği; toprakları yaratıp, İsrail toprağını kendine ayırdığı kaydediliyordu.40 Kaldı ki Ahd-i Atik‘in Tekvin Kitabı‘nda Yakub‘un Tanrıyla güreştiği ve onu yendiği belirtilir. “.. Yakub’u yenemeyeceğini anlayınca, onun uyluk kemiğinin başına çarptı. Öyleki güreşirken Yakub’un uyluk kemiği çıktı. Adam, ‘Bırak beni, gün ağarıyor’ dedi. Yakub, ‘Beni kutsamadıkça seni bırakmam’ diye yanıtladı. Adam, ‘adın ne?’ diye sordu. ‘Yakub.’ Adam, ‘artık sana Yakub değil, İsrail denecek’ dedi. ‘Çünkü Tanrı’yla, insanlarla güreşip yendin'”41 Gerçekten de îbranice’de İsrail “Tanrıyla güreşen” anlamındadır.42 Görüldüğü gibi Ortaçağ Modeli, Sami ırkı ve dolayısıyla Yahudileri en üstün ve seçkin millet olarak ileri çıkarıyordu ki, Batılının hazmedemediği de bu idi. Bu yüzden Batıda başlayan ırkçılık akımıyla birlikte yeni bir üstün ırk, yeni bir üstün efendi tipi yaratılması amaçlanmıştı. Bunun için de yapılacak ilk şey, Sami ırkla ve Yahudiler’le köprüleri atmaktı. Böylece bu dönemin Ari Modeli’nin savunucuları, Avrupalı “üstün efendinin kimseden birşey almadığını, buna ihtiyacı da olmadığını savunmaya başladılar. Elbette Mısır medeniyetini reddeden bir görüş, onun temelinde dahi proto-Türkler’in bulunduğu, dolayısıyla Türk kültürünün Batı medeniyetinin temel taşı olduğu görüşüne gülecektir. Hatta Helen medeniyetinin Eski Mısır ve Sami medeniyetinin çocuğu olduğu görüşünü savunan Herodot bile bu uğurda hiç çekinmeden karalanmıştı. “Herodots” diyordu Ârmand Berard, “bize herşeyin Fenike’den ve Mısır’dan geldiğini beyhude yere anlatıp duruyor. Biz, sevgili yaşlı Herodots hakkında ne düşüneceğimizi biliyoruz., ama yine de onların (Yunanlılar’ın) kurumlarının, göreneklerinin, dinlerinin, törenlerinin, fikirlerinin, edebiyatlarının ve bütün ilkel uygarlıklarının da Şarktan alınmış olduğu gibi saygısızca bir varsayım karşısında, biraz da şok olarak irkiliyoruz.”43 Bu haşlama dan nasibini alan sadece Herodot değildir. George Thomson ve Martin Bernal da kararalananlar ara-sındaydı.44 Sonunda Aşırı Ari Modeli savunucuları, Arilerin kimseden birşey almadığını ileri sürecek kadar çılgınlaşmışlardı. Örnek olarak Latincedeki “lapsus qalamus” hukuk teriminin esasen Arapça’daki “labisa al-qalame“den geldiğini iddia eden Mısırlı bir hukukçuya İtalyan meslektaşının verdiği cevap “Latin dilinin Arapça’dan çok eski olduğu” şeklindeydi.45 Bir başka örnek: Logaritma (algorithm) kelimesinin al-Khowarizmi‘den geldiği W. Barthold tarafından ispat edilmesine rağmen reddedilmişti.46 Esasen Avrupalının diğer insanlardan üstün olduğu görüşü Montesquieu ve Rousseautarafından daha önce işlenmişti. Kaldı ki Avrupa’da hortlayan Ari ırkçılığının kökenleri ta Eflatun‘a kadar dayanır. Çünkü o da Yunanistan’ın coğrafî durumu sebebiyle Yunanlıların üstün olduklarını iddia ediyordu.47 İngiltere’de deri rengine dayalı ırkçılığın gelişmesi de köklerini yine Üstün Ari modelinden alıyordu ve bu görüşe göre Ariler, diğer ırkları köleleştirmen, hatta yok etmeliydi. Bu, “üstün efendi”nin “aşağı” tebaası ve kölesine karşı pek tabi bir hakkıydı. Amerikalı yerlilerin kökünün kazınması da desteğini bu görüşten almıştır. Daha sonraları aynı görüşü Rusya’da Bolşevik Devri-mi’nden sonra Markoff Vtoroy tekrarlayacak ve “Kazak-Kırgızlar Çingiz ve Temur’un torunlarıdır. Bunun için Amerika Kızılderilililerine ne gibi muamele yapılmışsa, biz de Kazak-Kırgızlar’a öyle muamelede bulunmalıyız.”48 diyecek kadar ileri gitmişti. Hatta G. Y. Grumm-Grjimay-io “Zapadnaya Mongoliya i Uranhayski Kray” (Batı Moğolistan ve Uranha Bölgeleri) adlı üç ciltlik eserinde, Orta Asya Türk topraklarının esasen Ari toprakları olduğunu, Ural-Altaylar arasından çıkan Türkler’in Ari yurtlarını istila ve onları yok ettiklerini ileri sürecekti. Onu müteakiben ırkçı Batı da, Aşın Ari Modeli’ne dayanıp, Orta Asya’nın, Hindistan ve civarının esasen Ari atalarının yurdu olduğunu ileri sürerek, buraların ele geçirilmesinin tabi bir hak sayıldığını belirtecekti. Böylece Rusya, Orta Asya’ya doğru yayılırken, İtalya, İngiltere, Hollanda ve Fransa’da, Afrika’dan ta Endonezya’ya kadar yayılma hareketlerine giriştiler. Buna “Ariler’in ata yurduna geri dönüşü” deniliyordu. 18. yüzyılda Sanskritçe ile Avrupa dilleri arasında esaslı bir ilişki olduğu iddiasından kaynaklanan görüşle 49 İngiltere Hindistan’a dönüyordu.
Irkçı Ari modelinin saldırganlığı bu kadarla bitmeyecekti. Fransız Devrimi‘yle başlayan dönem, Hıristiyanlığın ihyası dönemi idi. Bundan başka Hıristiyanlık Avrupa ile özdeşleştirildiği için, “eski” ve “kâfir” Türkler’e karşı Hıristiyan, Avrupalı ve “genç” olan Yunanlıların mücadelesini destekleyen Helensever hareket ortaya çıktı. Hatta Amerika’dan bir grup öğrenci dahi Ari kültürünün çocuğu, Batı medeniyetinin babası Hellenizmin yurdundan Türkler’in kovulması için cepheye koşmuşlardı.
Sonunda Aryanizm tezinin saçmalığı bizzat bazı Batılı tarihçi ve düşünürler tarafından da reddedilmeye başlandı. Ama biraz geç kalınarak. İşte bu bu gecikme Hitler’in Yahudiler’e, Slavlar’a ve Çingenelere karşı başlattığı katliamda 6 milyon Yahudi, 3-5 milyon Slav ve 130-170 bin arasında Çingenenin 50″ ortadan kaldırılmasına yol açmıştır.
Fakat ırkçı Ari Modeli‘nin eksik biri tarafı vardı. Çünkü bu görüş, Arap-Berberilerin istilasına uğrayan İspanya ile Moğollar’ın ve ondan önce Varegler’in işgaline maruz kalan Slavlar’ın kenarda kalmış Ari halklar olduklarını, durağanlıklarından dolayı geçici bir istilaya katlandıklarını ileri sürerek, onları suçlamakta; tıpkı sonradan Yahudiliği kabul edenlere doğuştan Yahudi olanların “cüzzamlılar” adını takmaları gibi, onlar da İspanyol ve Ruslar’ı Ari halkın kenar mahalle kültürünün tem¬silcileri olarak görmekteydiler.
Tarihte Kavimler Göçü ve Ari Modeliyle İlişkisi
Ari Modeli’ni savunan Batılı bazı teorisyenlere göre, Hunlar döneminde yaşayan Büyük Halk Göçleri’nden çok önceleri büyük bir kavimler göçü yaşandı ve M.Ö. III-İT. Bininci yıllarda neolitik yerli kabilelerin hemen yanı başına, dil yönünden XIX. yüzyılda Hindo-Avrupai denilen gruba mensup bulunan ve Batıdan, VOlga ötesinden muhaceret eden çarvacı (hayvancılıkla uğraşan) kabileler gelip, yerleştiler. Bu muhaceret dalgasıyla gelenler Hint-Avrupaîlerin sadece küçük bir kısmını içine alıyordu.51
Ancak, kavimler göçünün M.Ö. kaçıncı bin yılda olduğu konusu dahi ihtilaflıdır. Bunu 10 bin yıl öncesine bağlayanlar olduğu gibi 52, sadece III-II. Bininci yıla bağlayanlar da vardır.” Bunlara göre Hint-Avrupaî dil grubuna Slavyan, German, Romen, İran dilleriyle, Kuzey Hindistan ve diğer bazı bögelerde kullanılan diller girmektedir. İ. M. Dyakonoffagöre ise bu dil ailesi, takriben M.Ö. V. Binyılda
Tuna, Rhein ve Volga arasında şekillenmiş ve ancak III. Bin yıldaki yükseliş ve düşüş sürecinde, kuzeye ve güneye doğru, ilk anavatanlarına (!) yayılmaya başlamıştır.54 Yine Dyakonoffa göre, hayvancılığın gelişmesi ve eski doğu medeniyetinden tekerlelki yük arabalarının alınmasıyla birlikte (Kafkaslar ve Tuna civarı yoluyla) Hindo-Avrupaîlerin doğu göçü başlamıştır. Halbuki Rus tarihçisi, etnolog, coğrafyacı ve etnogenez tezinin Rusya’daki öncüsü Prof. L. N. Gumilev, aksi görüş savunarak tekerlekli arabaların, kağnıların, üzengi ve denk takımlarının ilk defa Hunlar ve muakipleri Göktürkler tarafından icat edildiğini ileri sürer.55 Ayrıca İran dilinin de Batı dilleriyle hiçbir ortak tarafı yoktur ve herşeyden önce sentaks yönünden birbirlerine tamamen terstir. Nitekim Hintliler ve İranlılar da “Gerçek Ariler biziz, Avrupalılar nereden Ari oluyorlarmış?!” demek zorunda kalmışlardır.
Yine iddiaya göre, Hint-Avrupalı kabilelerin ve bilhassa “Yamnaya” (pit-grave) kültürüne mensup olanların bazı göç dalgalan, kademeli olarak, doğudan hayli uzaklara ulaşmıştır. Sadece Kazakistan’da (bugünkü Karaganda bölgesi) değil, aynı zamanda Yenisey ve Batı Moğolistan’da (Afanasevo kültürü) yapılan arkeolojik kazılar da bunu göstermektedir. Povolje ve Karadeniz civarından doğuya yapılan en büyük kabile muhacereti, bozkırda iki yeni arkeolojik toplumun teşekkül ettiği M.Ö. 1800-1600 yıllarında gerçekleşmiştir. Dinyeper ile Volga arasında teşekkül eden batı kültürüne, Surubnaya (timber-grave/ahşap mezar) kültürleri adı verilmiştir. Kazakistan ile Güney Sibirya arasındaki bozkır bölgesine ait olan doğu kültürü ise, keşif yerine (Yenisey) binaen, Andronovo kültürü olarak anıl¬maya başlanmıştır. Erken Bronz Çağının bozkırlı iki toplumu, gerek ekonomi, gerek sosyal gelişim ve gerekse kültür formları konusunda birbirlerine son derece yakındılar. Bu toplumların, muhaceret ederek gelen çeşitli grupları asimile etmesi ve ilk yakınlığı tedricî surette ortadan kaldırmaları, farklı halkların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Böylece, Andronovo kültürüne mensup olanlarla, Hazar civarı bögelerindeki “Srubnaya”lar, Bronz Çağında Kazakistan bozkırının aslî sakinleri haline geldiler.56
Göründüğü kadarıyla bu kültür, sadece Batı Sibirya ve Yenisey’in yukarı akımlarındaki vadiye yayılmakla kalmamış; Merkezî T’ien-shan‘ın güneyine, Güney Tacikistan’a ve Afganistan’a kadar uzanmıştır. Hatta Kuzey Pakistan’da da (Svata Vadisi) bazı Andronovo unsurlarına rastlanmaktadır. Her halükârda, Andronovların asıl yurdu, Kazakistan ve Ural‘a sınır olan bölgelerdir. Peki, acaba Andronovların görünüşü nasıldı? Meşhur antropolog Ord. Prof. V.P. Alekseyeff bu konuda şu satırları yazıyordu: “Andronovolar, kuşkusuz, Avrupaîdir; karakteristik çizgileri, bir noktada, belki de de çağdaş görüntümüze, tam şekliyle ve hatta fazlasıyla yansımıştır ki, klasik Avrupaî tipin yüzde yüz ve kesin yansıması, Kafkaslıların bariz yüz çizgilerinde görülebilmektedir. Avrupaîler oldukça dikburun; yüzleri, neredeyse elmacık kemiksizdir. Genişçe açılmış gözleriyle, belki de Kafkasların yüzlerini hatırlatıyorlardı. Fakat Avrupaîler, Afanasevolardan daha geniş yüzlü idiler. Alınlarında, gözlerinin altında, kaş kenarları daha güçlü ve yoğun olarak dışa doğru taşmakta idi. Kaba görünümlü, ama yakışıklı; sağlam bünyeli ve mert çehreli idiler… Onları, Avrupaîlerin, tek bir büyük muhaceretle veya muhaceret dalgalan halinde doğuya doğru güçlü bir şekilde yönelişlerinin son tekrarı, son aksi olarak görmek gerekir. Bunları da, Andronovo kültürünün muayyen unsurlarını güya güneye doğru taşıyan eski Arî kabilelerin göçleri takip etmiştir. Arîlerin Hindistan’a gelişleri, tek kelimeyle, eski Doğuyu sarsan önemli veya önemsiz olaylar kaleydoskopunun tümüdür.“57
Andronovoların ana geçim kaynağı,’ daima çarvacılık olmuştur. Mezarlarda bulunan kapların üzerlerindeki izlerden, ana gıda maddelerinin süt ürünleri olduğu anlaşılıyor. Andronovo yerleşim merkezlerinde rastlanan mutfak atıklarının çoğunu ise, sığır, at ve koyun kemikleri teşkil etmektedir.
Ari Modeli’ni savunanların temel felsefeleri şudur:
Eğer Asya’da yapılan kazılarda, açılan kurganlarda bir takım yadigârlar bulunmuşsa ve bunların benzerlerine Avrupa’da da rastlanmışsa, bu kesin olarak o kültürün Avrupa, dolayısıyla Ari orjinli olduğunu gösterir!
Bunun aksi bir görüşü Batılı reddeder ve hatta incelenmeye bile değmez görüşler arasına sokar.
Kısacası bu görüşe göre Orta Asya, kadimden beri Türkîer’in vatanı değil, Ari Andronovoların yurdudur. Dyakonoff un bu görüşü, diğer Batılı meslektaşlarının görüşünün tekrarından başka birşey değildir.
Halbuki Andronovoların yani Turanî halkların, Kafkas ırkıyla hiçbir ilgisi yoktur. Kafkas ırkı, kendi deyişiyle elmacık kemiklerinin neredeyse belirsiz olmasıyla temeyyüz etmektedir. Halbuki Türkler’de elmacık kemikleri oldukça barizdir.
Arilerin Ülkesi
Prof. Kiyashtorny daha da ileri giderek, Orta Asya’dan Hindistan’a kadar olan toprakları Arilere verdikten başka, Zenda Vesta‘da ve Zerdüştî Yaştlarda (İlahiler) geçen kimi kelimeleri Amu-Derya ile Sır-Derya ve Türkistan‘ın bazı coğrafi adlarıyla özdeşleştirmeye çalışır.
“Daha sonraki verilere istinaden, burada geçen iki nehirden Ranha’nın kesinlikle Volga’nın eski adı; Tanrıça Ardvi Sura Anahita’nın nehri olan Ardvi’nin ise M.Ö. III-II. yüzyıllarda Uzboy üzerinden Hazar’a dökülen Amu-Derya olduğu ve bunlarla özdeşleştirildiği bilinmektedir. Ardvi Nehri‘nin döküldüğü Vörukaşa Denizi de Ranha(Volga) ve “Kunduz ülkesi“y!e (Kama havzası’yla) bağlantılı bulunan Hazar Denizi’dir. Bu durumda Arianam Vayca‘nın ikinci nehri Datya, kesinlikle Sır-Derya ile özdeşleştirilebilir. Kangha’nın, Sır-Derya’nın orta ve aşağı mecrasında yer aldığı konusu üzerinde ise daha önce etraflıca durmuştuk. Hipotetizme dahi gerek görülmeden, Çayçasta Gölü, Aral Gölü’yle özdeşleştirilmektedir. Hukarya (“Yüksek Hara”) ya gelince; bu da Pamiro-Altay ve T’ien-Shan bölgeleridir.
“Aynı ve eski tanrılara tapınan, zafer için aynı dille onlara dua eden Arîler, Turlar veHion o kabileleri arasındaki savaşın fırtınalı tarihi de, Ari- anam Vayca sınırlarında, Amuderya ve Sır-Derya sahillerinde, Hazar, Aral, Volga ve Kama kıyılarında geçmiştir. Yankıları Yaştlara yansıyan olaylar, muhtemelen Zerdüşt zamanından daha önce, M.Ö. II. Binyıl ortalarıyla I. Binyıl başlarında vuku bulmuştur.”58
Bu uzun alıntıyı yapmaktan amacımız, Ari Modeli’nin savunucularının, ne kadar peşin hükümlü olduklarını göstermek, varlığını tamamen inkâr edemedikleri gayr-ı ari halkları ise küçücük bir alana hapsetmelerini gözler önüne sermekti. Örneğin yine aynı yazar hiçbir delil göstermeden Ariierin Büyük Bozkır’daki haleflerinin, bunların torunları olan Saka ve Savramatlar olduklarını ileri sürer. Halbuki Zemarkhos, Göktürkler‘e elçi geldiği zaman “Bunlar kendilerine daha önce Saka derlerdi, şimdi adları Türk olmuş!” demekten kendini alamaz. Ne var ki yazarımız, bu arada kendi kendisiyle tezat teşkil ettiğinin farkında değildir. Çünkü eğer gerçekten olmuşsa, Ari göçleri yaşandığı zaman Orta Asya boş, ıssız topraklar değildir. Diğer yandan yazar, Ariler’in Turlarla ve Hionitler‘le çarpıştıklarını kaydetmektedir ki, burada geçen Turlar Türkler’i gösterir.” “Sivri uçlu miğferler giyen savaşçılar” da kesinlikle İskitler’dir. Hionitler ise yıllar sonra Göktürkler tarafından mağlup edilen Ju-an-Juan [Cücen] larla birlikte Avrupa’ya göç ederek Avarlar‘ı teşkil eden halktır.’59”
Fakat bu görüş, Aşırı Ari Modeli’ne ters düşmektedir. Çünkü Ari ve Aşırı Ari Modeli, Avrupa toprak ve ikliminin en iyi iklim ve topraklar olduğunu, dolayısıyla burada yaşayan insanların da diğerlerinden üstün olmaları lazım geldiğini savunur. Eğer bu doğruysa, bir insan neden Allah’ın yarattığı en güzel iklimli topraklan terkedip, Asya’nın yarı çölümsü bozkırına muhaceret etsin? Burada bir terslik var gibi görünüyor. Anlaşılan Prof. Kiyashtorny ve kendilerini Ari sayan Batılılar, Türkler’in asırlardır sahibi oldukları topraklara Arileri yani Batılıların uzak atalarını yerleştirme gayreti içindedirler.
Rus sosyolog ve tarihçisi L. N. Gumilev, Etnogenez -Halkların Şekillenişi, Yükseliş ve Düşüşleri adlı eserinin giriş kısmında, okuyucuya hayali bir geziden bahseder ve güya uzaylıların bir uzay gemisiyle geçmiş dönemde onu ülke ülke dolaştırdıklarını, sonra da Hazarya‘da bir yere bıraktıklarını, fakat bırakırken, “İlim adamı ol, araştırma görevlisi olma!” dediklerini kaydederek, “Çünkü onlar ilim adamıyla araştırma görevlisi arasındaki farkı çok iyi biliyorlardı” diye ilave eder.” Bugün sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde bol miktarda araştırma göreviisine rastlayabilirsiniz, ama ilim adamına rastlamak bir şans işidir. İşte, ortaya atılan
Aryanizm teorisinin de hızlı bir şekiide yayılması, bu araştırma görevlileri sayesinde gerçekleşmiştir. Tetkik etmeden, tenkit süzgecinden geçirmeden, “o söylemişse doğrudur” görüşünden hareketle, yüzlerce araştırma görevlisi, kendisinden öncekilerin söylediklerini adeta “papağan” gibi tekrarladılar. Örnek olarak yukarıda adı verilen iki Rus araştırma görevlisini ele alalım. Klyashtorny, Ari muhaceret ve istilaları konusundaki görüşlerini tamamen Dyakonoffa dayandırır. Sonuncusu da bir başkasına. Vaktiyle M. İ. Artamonoff, “Hazar Tarihi” adlı eserini yazınca, Rusya’da adamı neredeyse ortadan kaldıracaklardı. Bunun sebebi, Artamonoffun kısmen araştırma görevlisi, kısmen bilim adamı olması ve Hazarlar döneminde Kırım’da ve Taman Yarımadası’nda küçük bir Rus devletinin bulunduğu şeklindeki iddialarını çürütüp, pek çok gözde akademisyenin yanlışlarını yüzlerine vurarak, yerin dibine sokmasıydı. Ondan sonra öğrencisi Gumilev de aynı akibete uğrayacaktı. Artamonoff şöyle diyordu: “Kırım ve Taman Yarımadası’nın erken sakinlerinin Slavyanlar olduğu şeklindeki hipotezin dayandığı arkeolojik materyala gelince, bu, arkeologların, ortaya attıkları kişisel hükümlere temel teşkil etsin diye hiçbir tenkide tâbi tutmadan tarihçilerin görüşlerini benimsemelerinin zahmetsizce doğurduğu arkeolojik fantazyalardan biridir.”62
Teorinin Perde Arkasındaki Gerçek
Yukarıdan beri anlattığımız şeyler, Üstün Ari Modeli‘nin sadece bir yönüdür ve belki de olaya anti-semitik bir görünüm vermek suretiyle, “üzerinde güneş batmayan imparatorluğun” yani Britanya’nın şaşaalı günlerinde yayılışına meşru bir zemin hazırlanması asıl güdülen amaçtı.
İngilîzler’in Hintlilere öğrettikleri tarihte özetle şöyle deniliyordu:
Milattan birkaç bin yıl önce, Sanskritçe konuşan ve Merkezî Asya’nın bilinmeyen bir yerinden gelen ve “Aryani” denilen barbar ordalar, Hindistan’ın kuzeydoğusuna saldırdılar. İndus Vadisi’nde gelişmiş bulunan Dravid medeniyetini yerle bir ettiler..
İşte “kültürlü” Hintliler’in uzak tarihiyle ilgili olarak bildikleri tek şey bu. Okul kitaplarında da farklı bir şey yazılmaz. Halbuki onlarca yıldır yapılan bütün kazı ve araştırmalara rağmen, bu iddiayı ispat edecek zayıf bir delil bile bulunamadı. Esasen artık bu iddia arkeolojik, genetik, astronomi, matematik ve tarihi coğrafya tarafından da bütünüyle yalanlanmaktadır.63
Pazırık Buluntusu Halı
Peki temelden reddedilmesine rağmen bu teori nasıl oldu da böyle hızlı ve geniş bir şekilde yayıldı? Öncelikle XIX. yüzyıl aydınları Sanskritçe ile Grekçe veya Latincearasında bir dizi benzerlikler olduğunu görünce, bunun bu dilleri konuşan halkların atalarının akrabalığına işaret ettiğini ileri sürdüler. Halbuki o sırada İngiltere, biraz önce belirttiğimiz gibi, Avrupa’nın medar-ı iftiharı haline gelmişti ve bu durum, gururlu Batılı aydınların dillerinin ve medeniyetlerinin cehalet bataklığında gezinen Hint medeniyeti ve diliyle akraba olamayacağını, dolayısıyla durumun tersine çevrilmesi gerektiği kanaatine varmalarına yo! açtı. Zaten bu arada Hintli aydınlar da Batının hizmetine girmişlerdi ve büyük âlim (!) Max Müller‘in sesine kulak vermeye can atıyorlardı.
İşte bu noktada devreye giren Müller, bir yandan Hintliler’in renkleri, diğer yandan medeniyet seviyelerini göz önünde bulundurarak, akrabalık ve yakınlığın atalar cihetinden değil, sadece dil yönünden mümkün olabileceği görüşünü öne sürdü.64 Böylece ilk önceleri aynı dili konuşan halkların ortak atalara sahip oldukları tezi rafa kaldırılarak, akrabalığın ve benzerliğin sadece dil ve özellikle sözcükler konusunda olduğu tezi yerleştirilmeye çalışıldı, ama yarım ağızla. Mecburen “Ari alanı” daha da genişletilerek, siyah olmayan Persler, Tacikler, Kafkas halkları vs. de bu daire içine alındı. Bunu Batı dilleriyle Hint, İran, Tacik, Rus, Kafkas dillerindeki kelimelerin birbirine benzerliklerinin ispatı aşaması izledi. O da yarım ağızla yapıldı. Çünkü bu defa da Batı dilleriyle diğerleri, özellikle Farsça, Tacikçe vs. arasında “sentaks” ayrılığı problemi kendini gösterdi.
Aryanizm teorisine ilk karşı çıkanlardan biri Hintli bilim adamı Swami Dayananda Sarasvrati idi. Saraswati, Aryani istilası tezini reddederken Vedalarda geçen “Arya” kelimesinin bir ırk veya halkla değil, ahlak ve derunî halle ilgili olduğunu ispat etti. Swami Dayananda, konuyla ilgili verdiği bir konferansta alaylı şekilde şöyle diyecekti:
“Avrupalı üstatlarınız sizlere, yad ellerden gelen Aryanilerin ülkeyi ele geçirmek için hakimiyet tesis ettiklerini ve kendilerine yer açmak amacıyla yerlileri tenkil ettiklerini anlatıyorlar. Bunlar aptalca, eşşekçe şeyler! Ama bizim Hintli aydınların onlara “amin!” diyerek el pençe divan durmalarına anlam veremiyorum. Tüm bu yalanlan çocuklarımıza öğretiyorlar. Aryanilerin dışarıdan geldiklerini ispat edecek bir tek delil bile yok. Hindistan’ın tamamı Aridir. İşte o kadar!”65
Swami’nin sözleri aslında son derece açık ve bir o kadar da anlamlı. Onun demek istediği, İngilizler’in uzak dedelerinin hiçbir zaman Hindistan’da bulunmadıkları ve dolayısıyla torunlarının bu ülkeye istilacı olarak geldikleri idi. Batılı aydınların ve tabi ki büyük üstadları Max Müller’in demek istedikleri ise şu idi: Biz İngilizler, biz Batılılar, bu toprakların aslî sahipleriyiz. Buraya işgalci olarak gelmedik. Ata yurdumuza geri dönüp geldik..
Dikkat edilirse onların bu iddiasıyla, Türkistan’ı istila eden Ruslar’ın iddiaları birbirinin aynısıydı. Yani gerek Orta ve Merkezî Asya veya Türk yurtları ve gerekse Hindistan Ari yurduydu; fakat nereden çıktıkları belli olmayan yabancı halklar (Türkler ve Hintliler) gelip zavallı Arileri katledip, topraklarına el koydular!
Eğer Aryanizm, Max Müller’in iddia ettiği gibi, ırkî akrabalığı değil, dil akrabalığını esas alıyorsa, bazı kelimelerin birbirine benzemesinin dışında hiçbir ortak yönleri bulunmayan ve bugün asıl Ariler diye bilinen İranî halklarla akrabalık iddiası yerine, dillerinin sentaks yapısı birbiriyle neredeyse yüzde yüz örtüşen Araplarla neden akrabalık tesis etmediklerini bir türlü anlayabilmiş değilim. Çünkü Farsça, Tacikçe, Türkçe sentaks yönünden aynı dil grubuna girerken, Rusça, Arapça, Fransızca, İngilizce vs. arasındaki sentaks benzerliği gerçekten yüzde yüzdür.
Ahsen BaturTuran Dergisi 2005 Sayı 2
1- Bu konuda İskit’lerden bahseden tüm Batılı ve Rus kaynaklarının tamamı sayılabilir. Örneğin, David Christian, A history of Russia, Central Asia and Mongoliya, UK, S. G. Klyashtorny/T. İ. Sultanov, Türkün Üç Bin Yılı, 2004, İst. Selenge Yayınları; B. N. Grakov, Skifi, Moskova, 1971
2- İnan, Abdülkadir, Makaleler, 1/518.
3- Bkz. Hasan Ata ei-Abeşi, Türk Kavimleri Tarihi, Kazan İ908, Taşkent 1993, İstanbul 2002.
4- Mansur, Enis. Vv’allazine habetû min’es semaâ Kahire, 1986, s.!70.
5- Ebu’l Gazi Bahadur-han, Rodoslovnoye drevo tyurkov, Taşkent, Î996, s. 15.
6- Gumilev, L.N. Muhayyel Hükümdarlığın İzinde, D. Ahsen Batur çevirisi, Selenge Yayınları, II. baskı. 2003. İst., s.254-262.
7- Mirza Uluğbey, Tört Ulus Tarihi, Taşkent, i 994, s.34.
8-Age., s.35-36.
9- Coe, Michael D., Mayalar, Arkadaş Yay., Ankara. 2002, s.41.
10- Özer, Ord. Prof. Yusuf Ziya. Mısır Tarihi, s.23-24.
11- Togan, Z. Validi, Umumi Türk Tarihine Giriş, tstanbuj, 1981, s.7.
12- Râsonyı, Lâsziö, Tarihte Türkiük, Ankara, 1996, IV. baskı, s.7.
13- Togan, Z. Validi. Türkistan, s.304-305.
14- Gumilev, L.N. Eski Türkler, Selenge Yayınları, 4. baskı, 2003, İst, s.47.
15-Gumilev, Muhayyel, s. 117-118
16-Age., s.117.
17-Aynı yerde.
18- Gumilev, L.N. Etnogenez- Halkların Şekillenişi, Yükseliş ve Düşüşleri, Selenge Yayınları, 2003, İst., s.76
19- Taymas, Abdullah Battal, Kazan Türkleri, Ankara 1966, 2. basım, s.23.
20-Age., s.216-217.
21- Karatay, Osman, İran ile Turan, Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Karanı yay. Ankara, 2003, s. 118.
22- M. M. Er-Remzi, Waka-i Kazan ve Bulgar ve Müluk at-tatar, Beyrut, 2002, cilt. I, s.23.
23- Gumilev, L.N. Etnogenez- Halkların Şekillenişi, Yükseliş ve Düşüşleri, D. Ahsen Batur çevirisi, Selenge Yayınları, 2003, İst, s. 109.
24- Gumilev, Muhayyel, s. 116-117.
25- Berna! Martin. KaraAtena. Eski Yunan Uydurmacası Nasıl imal Edildi. Kaynak Yay. ist. 1998, Özcan Büze çevirisi, s.327.
26- Karatay, Osman, İran ile Turan, s. 110.
27- Bernal, KaraAtena, s.49-73.
28- Boisard, M. A. L’Humanisme de l’Jslam, s. 14.
29- Bernal, KaraAtena, s.50.
30- Togarı, A.Z.V. Umumi Türk Tarihine Giriş, İst., 1961, s.10-12.
31- Bkz. Tarcan, Haluk Ön-Türk Tarihi ve K. Mirşan’ın çalışmaları.
32- Herodots, Tarih, II 49.
33- Age., İS 52.
34- Bernal, KaraAtena, s.167-169.
35-Age., s.318.
36- Aynı yer.
37-Age.. s.543.
38-Georgeon, F. Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri, Yusuf Akçura, İst. 1996, s. 117.
39- Turayev, B. A. İstoriya Drevnego Vostoka, Leningrad, 1935, C.I, s.l.
40-Johnson, Paul, Yahudi Tarihi, Pozitif Yay. İst. 2000, s.23.
41-Ahd-i Atik, Tekvin 32, 25-28.
42- Age., Tekvin, 32:28 nolu dn.
43- Bernal, Kara Aterm, s.515.
44- Bkz. Charles Freeman, The Greek Achievement. The Foundation of The-Western World, Penguin Books, 1999, s.466^67.
45- Bkz. Şeyhülislam Sabri Efendi, Mevkıfu’l Akl ve’i-ilm ve’1-alim.., Kahire, 1950, 3/430.
46- Minorsky, V. Hudud al-Alam, London, 1937, s. 10.
47- Bu görüşü ilk ortaya atan Eflatun, Kritias’a şöyle der: “Kadın-tanrının .. sizin doğduğunuz yeri seçmiş olması da, mevsimler pek ılık geçtiği için, orasının üstün zekalı adamlar yetiştireceğini önceden görmüş olmasındandı.” Bkz. Eflatun, Timaios, M.E.B. Yay. İst., 1997, s.22.
48- Togan, A.Z.V. Türkistan, s.304-305.
49- Bernal, KaraAtena, s.82.
50- L’Atlas du Monde diplomatigue, Janvier, 2003.
51- Bkz. Klyashtorny, S.G. Trextsaçi letniye letopis, Alma-ata, 1998, s.14.
52- Christian, D. A history of Russia, Central Asia and Mongolia, Oxford, UK, 1998,1. cilt, s.92.
53- Klyashtorny, age., s. 13.
54- Dyakonov, t.M. O prarodine nositeley indoyevropeyskix dialektov, (Hindo-Avrupa Lehçelerini Kullananların Ana Vatanları), VDİ (Kadim Tarih Belleteni), 1982, no. 3-4. Klyashtomy’nin age. ne atfen.
55- Gumilev, L.N. Hunlar; keza, Eski Türkler (Selenge Yayınları, 2002).
56-Klyashtorny, age., s.22.
57-Age., s.23.
58- Kiyashtorny, Trextsaçiye, s.24-36.
59- Bkz. Togan, A.Z.V. Umumi Türk Tarihine Giriş.
60- Gumilev, L.N. Eski Türkler.
61-Gumüev, Etnogenez.., s.42.
62-Artamonov, Mî. tstoriya Hazar, s.379.
63-www. voi. org. (Danino, Michel. The tnvasion That Never Was (L’invasion qui n’a jamais eu lieu), Chroniques de Mere, tome IV.)
64-Aynı yerde.
65-Aynı yerde.