Varlık Felsefesi (Philosophy of Existence)
Prof. Dr. İsmail Özçelik
Felsefenin temel ilgi alanlarından birisi de, var oluşu, bizzat varlığı, araştırmaktır. Bir varlık gerçekten var mıdır. Eğer varsa, nasıl var olmuştur. Bu varlık Reel manada mıdır?; yoksa düşünsel boyutta mıdır?. İşte Felsefenin bu ilgi boyutundaki halinin açıklaması, ontolojiye dayanmaktadır. Ontolojinin temel amacı var olmanın anlamını araştırmaktır. Bu hususla ilgili olarak ontoloji, gerçeklerle açıklanamayan sorulara, cevaplar bulmaya çalışmaktadır. Reel (gerçek) ve ideal (düşüncel) varlık alanları, töz (cevher) ve öz ile oluş nedir gibi sorular ontolojinin (varlık öğretisinin) temel sorunlarıdır. Ontoloji bu haliyle, öğretim ve öğrenme konularına odaklanmıştır. Bu noktada birbirinden etkilenen disiplinler, en son manada interdisipliner yaklaşımla, Eğitim Felsefesini, dünyaya getirmişlerdir. İlgili açıklama ve varsayımlar ilkçağlara kadar dayanmaktadır. Fakat ontolojinin bir felsefe dalı olması ve bu adı alması 17. yüzyılda Wolf'a dayanmaktadır. 18 ve 19 yüzyılda Kant ve Hegel'in bu alandaki çalışmalarını, 20. yüzyılda Hartmann izlemiştir. Fakat doğaldır ki varlık sorunu ilk günden bu yana felsefeyi meşgul etmiştir. Başlangıçta doğa filozoflarının ilgilendiği varlık sorunu, onların hemen ardından Atina idealistlerinin fizikötesi anlayışında temel sorun olmuştur. Varoluşu idealist bir anlayışla ele almak orta çağında karakteristiği olarak karşımıza çıkar. Şimdi bunları açıklamaya çalışalım:
İLKÇAĞ MADDECİLERİ
İlkçağ Maddecileri (Doğa Filozofları) Thales'ten Demokritos'a kadar uzanan ve coğrafya olarak Anadolu'da yaşayan düşünürlere verilen addır. Maddeci düşünürler; evrenin bir yaratıcısı olmadığı ve ezeli bir var oluş içinde olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre “Hiçten bir şey olmaz.” Evrenin de bir ilk biçimi, ilk olanı, arkhé'si vardır. Her şey arkhénin dönüşümü sonucu bugünkü halini almıştır. O zaman, Arkhe'ye, nesnelerin, ilk hali diyebiliriz. Thales'e göre ilk olan sudur. Her şey sudan gelir ve yine suya dönecektir. Dünya da sonsuz su (okeanos) içinde yüzer. Arkhe'nin ne olduğu konusunda çok farklı isimlendirmelere rastlanmaktadır. ilk olan kimi zaman toprak, hava, su ya da ateş ya da bunların kombinasyonu şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Kimi hallerde ise, sayı, apeiron (sınırsızlık-sonsuzluk) sperma (tohum) ya da atom olarak, belirmektedir. Batı Felsefesinin ilk filozofu. M.Ö. 6. Yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Thales'te, felsefe bakımından önem taşıyan husus, onun 'Neyin var olduğu', 'Neyin gerçek olduğu' ya da 'Neyin gerçekten var olduğu' sorusu üstünde düşünmüş olmasından kaynaklanmaktadır.
O, doğada var olan nesnelerin tüketici yönden, bir listesini yapmayı amaçlamamış; fakat şeylerin varlığa gelmeleri ve daha sonra da yok olup gitmeleri olgusundan etkilenmiştir.
'Neyin var olduğu' sorusunu yanıtlamanın en önemli yolu, onun gözünde birlikle çokluk ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu bir biçimde ifade edebilmekten geçmiştir. Gözle görünen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun, çokluğun gerisinde akılla anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçekliğin var olduğuna inanmıştır. Thales, çokluğun kendisinden türediği, çokluğun gerisindeki bu birliğin 'su' olduğunu öne sürmüştür. Kendisinden önceki felsefenin bir anlamda tarihini yazmış olan Yunan filozofu Aristoteles, Thales'i bu sonuca, her şeyin sıvı bir varlıktan beslendiği, sıcağın da sudan türeyip, suyla beslendiği, her şeyin tohumunun nemli bir yapıda olduğu gözleminin götürdüğünü belirtir. Yine, Thales'in Akdeniz'i aşarak, Mısır'a yapmış olduğu seyahatler, suyun insan yaşamı üstündeki önemi ve değerini ona göstermiş olabilir. Thales'i Arkhe'nin su olduğu sonucuna götüren nedenler ne olursa olsun, onu felsefe tarihinde ilk filozof olarak önemli kılan şey, verdiği yanıttan çok, sorduğu sorudur. Buna göre, o varlığın ya da dünyanın en son ve en yüksek doğasının ne olduğu sorusunu sormuş olduğundan önemlidir.
İlk çağ maddecileri içinde öne çıkan düşünürlerin başında Efesli Herakleitos gelir. İlk varlık olarak ateşi kabul eden Herakleitos; evreni karşıtlıkların zıtlığı ve birlikteliğiyle açıklamaktadır. Tanrı da ihtiyarlıkla gençlik, geceyle gündüz gibi zıtlıkların arkasında bir olan noustur, akıldır. Ona göre evrende değişmeyen tek şey değişimdir. Bu yüzden de “Aynı ırmakta 2 kez yıkanamayız. Çünkü hem ırmak değişmiştir; hem de biz.”. Kesin bir gerçeklikten söz edilemeyeceğini ve her şeyin insanın kavrayışına göre olduğunu söylemiştir. Her şey görecedir ve sezgiyle görülebilir. Evrendeki her şey hareket halindedir ve değişmektedir. Çeşitlilik vardır ve bu sonsuza kadar gitmektedir. Her şey kendi karşıtına dönüşmektedir ve ateşten oluşmuştur. Dünya tektir, onu ne bir tanrı, ne de bir insan yaratmıştır. O kendi yasasına göre tutuşan ve sönen sonsuz bir ateştir ve hep öyle kalacaktır. Ölümsüzlüğün ve canlı ateşin oyunundan bahsetmiş ve bu oyunda ateşin kendisiyle oynadığını söylemiştir. Bu yorumda gizli olarak, Tanrı hüviyetine oturtulan ateş, sadece kendisini muhatap almaktadır. Bu yüzden eğer oyun oynayacaksa; Tanrı kendisiyle ya da kendi kendiyle oynayacaktır. Ateş dönüşüm içindedir; buhar olur, su olur, toprak olur. İlginç bir kişilik olan Heraklaitos Efesos'ta saltanat süren önemli bir ailenin çocuğu olmasına rağmen dağlarda yalnız yaşamayı seçmiştir. Kendisini arayarak, bulmaya çalışmıştır.
Maddeci görüşü son noktasına taşıyan da Teos'lu Demokritos'tur. Ona göre evrenin temel yapı taşı bölünemeyen madde yani atomdur. Canlı-cansız, bitki-hayvan, insan-ruh her şeyin temelinde atom vardır. Atomlar yapısal olarak aynı oldukları halde hareket alanları, hareket hızları, ağırlıkları, dizilişleri farklılık göstermektedir. Bunun için dünyadaki maddeler, birbirlerinden, farklı biçimde oluşmaktadır. İnsan duyu organlarıyla ancak maddenin dış görünüşü hakkında bilgi sahibi olabilir. Fakat maddenin temelini oluşturan atomlar hakkında bilgi edinilemez. Bu yüzden de maddelere ait bilgilerimiz doğruluktan yoksundur ve karanlıktır.
Yine Miletoslu fizik ve doğa bilimcisi Anaksimandros (Milattan Önce 610-574) ise her şeyin kaynağını belirli bir maddeye bağlamayıp sonsuzluk ve sınırsızlıktan söz etmiştir. Belirli özellikleri olan bir varlığın hiçbir şeyin özü olamayacağını anlatmaya çalışmıştır. 'Sonsuz bir birlikten söz ediliyorsa çokluk niye var?’ ve ' neden durmadan yineleme var?' gibi sorulara cevap aramıştır. Sonsuzluk belirsizdir ve içinde karşıtlıkları barındırır. Her şeyin kendi karşıtına dönüşmeyeceğini, bir tek var olanla değişmenin açıklanamayacağını öne sürmüştür."Her şey, her şeyden doğar." demiştir. Hareketin görünüş değil gerçek olduğunu kanıtlamıştır. Anaksagoras varlıkların belirleyicisinin madde olduğunu söylemiştir. Sonsuz sayıda maddeden söz etmektedir. Zamanın gerilerinde bir ilk hareketi kabul etmektedir. Hareketini kendinden alan zihin evrende egemen tek varlıktır. Zihinden önce kaos vardı, zihin onu keyfince düzenlemiştir. Anaksagoras'ın maddeyle ilgili düşüncelerini Abdera'lı Demokritos benimsemiş Atomcular felsefe okulunu oluşturmuştur.
Bir başka Miletoslu filozof Anaksimenos (M.Ö. 550-480) Anaksimandros'un öğrencisidir ve her şeyin havadan geldiğini ve havaya döndüğünü, ruhun ise solunan hava olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre esas varlık, asal varlık havadır.Sokrates öncesi Anadolulu filozoflar evreni anlamaya çalışmış ve evrenin içinde kendi yerlerini sorgulamaya başlamışlardır. Evreni açıklarken kaynağını araştırmış ve belirli bir şeye bağlamışlardır.
Daha geç bir dönemden önemli bir filozof Sinoplu Diyojen'dir (Milattan Önce 413-327). Diyojen bir düşünürün son derece ilkel bir yaşantı sürmesi gerektiğini savunuyordu. Ona göre en üstün iyi erdemdir. Felsefesinin özü sadelik ve doğadır. Özentiyi, müsrifliği kötülemelidir, ihtiyaçları en aza indirgemelidir. Bir fıçı içinde yaşayan Diyojen'e bir isteği olup olmadığını soran İskender onun çok ünlü olan şu sözlerine şaşırmıştır: "Gölge etme başka ihsan istemem"
Platon'un 'çılgın Sokrates' dediği Diyojen yalınayak dolaşır, tapınak kapılarında yatar ve gündüz elinde bir fenerle dolaşıp soranlara 'bir insan arıyorum', demiştir.
Tüm bu filozoflar, Sokrates öncesi düşünce dünyasını yansıtırlar. Düşünce üretmekte kendilerine göre bir sistem oluştururlar. Antik dönemde doğa olaylarının kişileştirilip tanrılarla simgelenmesini ve efsanelerin yaygınlaşıp geliştirilmesini, onlara tapınılmasını, kısacası pagan tanrılarını kabul etmeyip bunlara bireysel çıkışlar olarak başkaldırmışlardır.
SOFİSTLER İLKÇAĞ ŞÜPHECİLERİ
“Bilen” anlamına gelen sofist sözcüğü, ilkçağda genellikle gezgin öğretmenlik yaparak yaşamlarını çok farklı mekanlarda geçiren düşünürlere verilen bir addır. Sofistler genelde kuşkucu bir yaklaşım içindedirler. İnsan sorununa geniş yer verdikleri düşünceleri; görelilikten bilinemezciliğe kadar uzanır.
Protagoras'a göre “İnsan her şeyin ölçüsüdür, var olanların varlıklarının da; var olmayanların var olmadıklarının da.” Buna göre her şey için tam karşıt 2 tez ileri sürülebilir. Gorgias biraz daha ileri giderek; genel olarak varlık hakkında bilginin olanaksızlığını ileri sürer. Ona göre hiçbir şeyin varlığı kesin değildir. Varlık olsaydı bile onu bilmek olanaksızdır. Bir şekilde varlığı bilseydik bile bunu başkalarına bildiremezdik.
İLKÇAĞ İDEALİSTLERİ
Atina'da felsefe diğer şehirlerden çok farklı bir yol izler. Sokrates'le başlayan, Platon'la devam eden ve Aristoteles'le noktalanan idealist yaklaşımlar yalnızca kendi dönemlerinde değil, çok sonraları da etkili olmuştur. Bu düşünürlerin kurdukları ruhçu ve idealist yaklaşım özellikle de 2 büyük dinin resmi görüşlerinin temelini oluşturmuştur. Hıristiyanların yanısıra İslam dünyası da bu düşünürlere büyük önem vermiştir. Platonu EFLATUN olarak tanıyan İslam dünyası, Aristo için de BAŞÖĞRETMEN sıfatını kullanmıştır. Varlık hakkındaki düşünceleri idealist olan üçlünün bilginin kaynağı konusundaki yaklaşımları da akılcıdır. Akılcı öğreti bilginin kaynağının öznel ve aldatıcı olan duyu verileri olamayacağı görüşündedir. Akılcı öğreti herkes için geçerli olan gerçek bilgilere ancak akıl yoluyla ulaşabileceğimiz savındadır. Fakat kendi aralarında da 2 farklı yaklaşım sergilerler. 1. görüş (Sokrates ve Platon) bilgilerin doğuştan insan aklında hazır olduğunu; 2. görüş (Aristoteles) ise doğuştan bilgilerin değil, bilgiyi elde etmede kullanılan akıl ilkelerinin doğuştan var olduğunu ileri sürer.
SOKRATES (Atina; 469-399)
Sokrates'e göre insanlara yeni bir şey öğretmek mümkün olmamaktadır. Böyle bir işe kalkışmak da saygın bir davranış değildir. Çünkü bilgiler insan aklında doğuştan vardır. Daha sonra bu bilgiden etkilenen, psikologlar çevresel öğrenme teorilerini inşâ etmişlerdir. Özellikle öğrenmenin alışkanlık (habitual) olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre latent (gizil) öğrenme bağları zaten organizmada doğuşta vardır. Tek yapılabilecek şey, tekrar, egzersiz yoluyla bu bağları açığa çıkararak kalıcı hale getirmektir. Bu kuramcılara göre, öğrenmede alışkanlık ve tekrar esastır.Yapılması gereken şey bilgileri ruhun derinliklerinden gün ışığına çıkartmaktır. Bunun yolu da karşılıklı konuşmadır diyalogdur. Uygun sorularla doğurtulamayacak bilgi yoktur. Sokrates diyalog konusunda kendine özgü ince-alaylı bir konuşma sanatı olan ironiyi geliştirmiştir. “Bir tek şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğim.” diyerek yola çıkar. Bilgiyi arama serüveninde; konunun uzmanlarıyla, uzmanlık alanlarına giren konular üstünde söyleşir. Bir yandan bilgiyi ararken diğer yandan da bilgiye sahip olduklarını sananlarla ince ince dalga geçer, alay eder. Bu tavrının bedelini “Atina'nın Tanrılarına inanmamak ve gençleri baştan çıkarmak”la suçlandığı mahkemeden aldığı ölüm cezasıyla ödemiştir. Mahkemede yaptıkları nedeniyle ceza değil ödül alması gerektiğini ileri sürmüştür. Mahkemenin verdiği ölüm cezasının da aslında ceza değil ödül olduğunu, çünkü ölümün sonsuz bir uyku ya da bir başka dünyaya göç olduğunu; her 2 durumda da ceza olamayacağını anlatmıştır.
Korkunun bilgisizlikten kaynaklandığını, sonuçlarını bildiğimiz durumlardan korkulmayacağını söyler. Ölüm cezasının infazını cellâtlara bırakmaz, kendisi uygular ve öğrencilerinin önünde ölür. Bu tavrı kuram-eylem bağlamı açısından tutarlı ancak trajik bir örnektir. Kendisini izleyen düşünürler üstünde özellikle de ethik (ahlâk felsefesi) yönünden oldukça etkili olmuştur. Fakat izleyenleri onun zevk teorisini (Hedonizm) farklı biçimlerde yorumlayarak farklı dünya görüşlerine ulaşmışlardır. Sokrates'i en iyi anlayan ve en doğru yorumlayan, giderek de görüşlerini sistemli bir biçime sokan Platon'dur.
PLATON (427-347 Atina)
Sokrates'in diyaloglarını yazıya geçirmiştir. O öldükten sonra da yapıtlarında Sokrates'i konuşturmaya devam etmiştir. Platon düşüncelerini Akademia adını verdiği okulunda geliştirmiştir. Sokrates'te dağınık olan idealist anlayışları sistemli bir dünya görüşü haline getirmiştir. Platon'a göre 2 ayrı dünya bulunmaktadır. Bunlardan birincisi “idea”ların evrenidir. İdea'lar düşünsel varlıklardır, nesnellik taşımazlar. Fakat gerçektirler. Her İdea'dan bir tane vardır. Hem tek hem de gerçek olan idea'ların bilgisi de tek ve gerçektir. Fakat idea'ları duyu organlarıyla kavramak olanaksızdır. Onları bilgisine ancak akıl yoluyla ulaşabiliriz. Platon bu bilgilere “episteme”, “sophia” (gerçek bilgi) adını verir.Bu bilginin pesine düşen insan da gerçek bilginin dostu olan filo-sophia yani filozoftur.Gerçek bilgiyi sağlayan disiplinde felsefedir. 2. evren ise şu an içinde yaşadığımız “fenomen”ler evrenidir. Fenomenler idea'ların gölgeleridir. Fenomenler evreni nesneldir. Fakat gerçeklikten yoksundur. O bir yanılsamadır (İllüzyondur). Sanal bir evrendir. İdea'ların fenomenler evreninde birden çok gölgesi yani yansımaları vardır. Gölgelerin hiçbiri tam olarak idea'ları yansıtamazlar. Bir fenomen (gölge) idea'sına ne kadar benzerse o kadar o “şey” olur. Varlık dışı nitelik kazanır.Fenomenler duyu organlarıyla kavranırlar. Biz onlar hakkında bu yolla bilgi sahibi olabiliriz. Fakat bu bilgiler fenomenler evreni gibi “tek”likten ve “gerçek”likten yoksundurlar. Doxa (sani bilgisi) adını verdiği bu bilgilerin peşinde koşan ve ideaların farkında olmayan kişilere sani dostu anlamına gelen filo-dox adını kullanmıştır. Platona göre insan ruh olarak idea'lar evreninde yaşar. Bu yüzden de idea'lar bilgilere ruh olarak sahiptir. Fakat insan zaman zaman bir beden içinde fenomenler evrenine ulaşabilmektedir. Fenomenler dünyasında yaşarken idea'ları unutur. Fenomenlerin aldatıcı bilgileri peşine düşer. Filodox olur. İçlerinden bazılarıysa idea'ların bilgisini akılları aracılığıyla anımsarlar ve gerçek bilgilerin peşine giderler. Filozof olurlar. O zaman kısaca, belirtmek gerekirse gerçek bilgiye sadece filozoflar ulaşabilmektedirler.
ARİSTOTELES (384-322 Atina)
Öğretmeni Platon'un düşüncelerine katılmadığı için, yetiştiği okula yani Akademia'ya yönetici olmayı kabul etmeyip, kendi okulunu, Lyceum'u açmıştır.
Pek çok kitabının yanısıra; doğru düşünmenin yollarını açıkladığı Organon adlı kitabıyla de kendi adıyla anılan Klasik Mantık'ın kurucusu olmuştur. Felsefe alanında olduğu kadar bilimsel çalışmalarıyla da önemli olan Aristoteles, ontolojik anlayışını Fizik kitabının ardından yazdığı ve adını Fizikten Sonra olarak koyduğu Metafizik kitabında ortaya koymuştur. O günden bu yana da fizikötesi kavramı doğaüstü anlamında kullanılmaktadır. Ona göre 2 ayrı evren yoktur. Tek evren vardır. Nesnel olanla gerçek olan ayrı şeyler değildir. Fakat var oluş, 2 farklı özün değişik oranlarda birleşmesiyle gerçekleşmektedir. Var oluş form (salt biçim) ile hyle'in (salt madde) birleşmesidir. Saf madde biçim almaksızın var olamaz. O ancak bir olanaktır, var değildir. Var olabilmesi için mutlaka form alması gerekir. Varlığın en basit biçimi cansız maddedir. Form Hyle'ye şekil, renk, koku gibi temel, basit özellikler vererek onu oluşturur. Varlığın 2. aşaması bitkilerdir. Bitkiler kendinden önceki varlık tabakasının cansız maddelerin- tüm özelliklerini taşımanın yanısıra, özümseme yapma ve benzerini yaratarak çoğalma gibi özelliklere sahiptirler. Bitkiler daha fazla form alarak bu fazla özelliklere sahip olmuşlardır. Varlık tabakalarının üçüncüsü hayvanlardır. Hayvanlar bitkilerden daha fazla form sahibi oldukları için onlardan daha mükemmeldirler ve onlarda bulunmayan duyumsama ve yer değiştirme özellikleri vardır. Hayvanlar üstünde yer alan son varlık tabakası, insanlardır. İnsan akıl sahibi olma özelliğiyle diğer varlıklardan ayrılır. İnsan aklı doğuştan sahip olduğu akıl ilkeleriyle algı sürecinden edindiği malzemeleri işleyerek, sahip olduğu, edindiği, duyum süreçlerini bilgi haline getirir. Bu işlemi yaparken de mantık kurallarıyla davrandığı oranda doğru bilgilere ulaşabilir. Fakat Aristoteles tüm insanların bu yeteneklere sahip olmadığını söyler. Çünkü insanlar da tıpkı kendinden önceki tabakalar gibi kendi içinde farklı tabakalara sahiptir. İnsanların en alt basamağını kadınlar oluştururlar ve onlar aklın ilkelerine sahip değildirler. Onların üstünde yer alan köylü ve köle erkekler de tıpkı kadınlar gibi akıl ilkelerinden yoksun olarak dünyaya gelirler. Bu yüzden de onlar da kadınlar gibi doğru düşünme yeteneğinden yoksundurlar. Varlık tabakalarının dışında form tek başına bulunmaktadır. Bu hal en yetkin haldir. Salt biçim Tanrı’dır.Öte yandan İslam Felsefesi, gerçeğin sadece Tanrı katında olduğunu belirterek, ilk çağ maddeci Filozoflarıyla benzeşmektedir. Gerçek bilgilere sadece Tanrı isterse ulaşılabilmektedir. Bu konuya ilişki Südur yani boşluğa doğmayı ileri sürmektedirler. Bu konuda İslam düşünürleri İnsanın Tanrısal niteliklere sahip olduğunu belirtebilmektedirler. Bir grup ise bu hoşgörülü yaklaşımdan sıyrılmıştır. İşte Hallacı Mansur, Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli ve Mevlana'yı söz konusu, sevgi ve hoşgörü ortamında bulmaktayız. Bunun dışında kalanlar, kesinkes Tanrı’nın, insanı yarattığını va arada hiçbir zaman kapanmayacak farklılık bulunduğunu söylemektedirler.
Daha da ileri giderek, bütün Panteistleri dinsizlikle suçlamaktadırlar. Özetle İslam'da, varlık sahibi de, hikmet sahibi de Tanrı’dır.