14 Ekim 2018

ŞANSSIZ BİR ADAM


ŞANSSIZ BİR ADAM ile ilgili görsel sonucu
ŞANSSIZ BİR ADAM
Şanssızlık beni her yerde izliyor, eminim ki, doğduğum gün gökyüzünde birkaç kötü yıldız, gezegen ya da herhangi bir gök cismi vardı. Bir süre önce çalışmak için Fransa’da bulunmuş ve dönmüş olan bir teknisyenle tanıştığımı anımsıyorum; o da şanssız olduğunu söylerdi. Bu teknisyen birkaç delikanlıyla el ele vemişti: Geceleri arabayla dolaşıyorlar dükkanların kepenklerine zincir bağlayarak arabayı çalıştırıyorlar, böylece kepenk fırlayarak sarılıyor, onlar da içeri girip eşyaları çalıyorlardı. Her neyse, bu teknisyenin göğsünde bir giyotin dövmesi vardı. Üzerinde ise fransızca sözcüklerle; İtalyanca’da “hiç şansım yok” anlamına gelen şu yazı yazılıydı: “Pas de chance” göğsünün kaslarını hareket ettirdiği zaman giyotinin bıçağı gibi görünüyor, teknisyen de sonunun böyle biteceğini söylüyordu. Gerçekten de, giyotine gitmedi ama beş yıllık hapis cezasına çarptırılmayı başardı. Şimdi aynı yazıyı benim de göğsüme yazdırtmam gerekiyor. Çünkü herkes benim yaptığımı yapar ama onların işleri iyi giderken benimki ters gider. Demek ki; şanssızım ve birisi kesinlikle kötülüğümü istiyor, ya da dünyanın benimle alıp veremediği var. Başkalarından daha dürüstçe olmasa da her zaman işlerimi dürüst olarak yürütmeye çalıştım. Çünkü, bilindiği gibi hepimiz kusurluyuz yalnızca Tanrı kusursuzdur. Evlendikten hemen sonra karımım parasıyla bir dükkan açarak ayakkabı tamirciliğine başladım ve bir memur mahallesi seçmekle iyi yaptım. Memur olarak çalıştıkları ve işyerinde iyi görünmek zorunda oldukları için, halktan kişiler olan bizim gibi yırtık ayakkabıyla gezemezler. Dükkanım, mahallenin tam ortasında, içinde en az binlerce memurun oturduğu köhne evlerin arasındaydı. Aynı caddede, benim tam karşımda başka bir ayakkabı tamircisi vardı. Yetmiş yaşlarında ve nereydeyse önünü göremeyen yarı kör bir ihtiyardı. Dükkanı açtığım gün benimle kavga etmeye geldi. Baykuş öyle kötü bir adamdı ki, karım bana nazardan korunmam için dikkatli olmamı söyledi. Bense ona kulak asmamakla iyi etmedim. Başlangıçta herşey iyi gitti. Başarılıydım, gençtim, cana yakındım, çalışırken şarkı söylüyor, patronlarının ayakkabılarını getiren hizmetçilere her zaman söyliyecek güzel sözler buluyor ve onlarla şakalaşıyordum. Dükkanım artık mahallenin salonu haline gelmişti ve kısa zamanda o kötü ihtiyarın tüm müşterilerini elinden almıştım. Öfkeleniyordu ama yapacak birşey yoktu çünkü ben aramızdaki rekabeti kızıştırmak için daha düşük fiyata çalışıyordum. Doğal olarak bir de planım vardı; tüm müşterilerimi avucumum içinde hisseder hissetmez onu uyguladım. Bir ayakkabıya kösele taban, diğerine ise kösele taklidi olan işlenmemiş bir taban koyarak sırayla yapmaya başladım. Yani birine koyuyor diğerine koymuyordum. Daha sonra bu işin farkedilmediğini görerek cesaretlendim ve tümüne koymaya başladım. Gerçekte bu tam anlamıyla karton değildi ama savaş boyunca üretilmiş olan sentetik bir üründü ve yemin ederim ki, köseleden daha da iyiydi. Böylece hep neşeli, hep nazik ve keyifli, hevesle çalışarak yeterince kazanmaya başladım. Herkes beni seviyordu. Bilindiği gibi ihtiyar ayakkabı tamircisi dışında. O sıralarda ilk oğlum dünyaya geldi. Aynı günlerde nasıl oldu bilmiyorum, belki de yağmurdan, ne yazık ki pençe yaptığım ayakabılardan biri açıldı. Müşteri itiraz etmek için dükkana geldi. Raslantı eseri tam o günlerde onardığım ayakkabılar açılmaya başladı. Bu gibi şeylerin nasıl yayıldığı bilinir. Tüm mahallede herkes olayı biribirine anlattı ve o günden sonra hiç kimse bana gelmedi. Müşterilerin tümü ihtiyara döndü. O, dükkanın camları ardında kendi kendine gülüyor ve kınnapı batırıp çekmekten başka iş yapmıyordu. Bense toptancının beni dolandırdığını, benim suçum olmadığını açıklayarak bas bas bağrıyordum ama kimse bana inanmıyordu. Sonunda; devralacak birini buldum ve birkaç kuruşla birlikte oradan çekip gittim. Ayakkabıcılıkta ısrar etmenin boş olduğunu anlayınca meslek değiştirmeye karar verdim. Delikanlılığımda bir sıhhi tesisatçının yanında çalışmıştım, onun için bir lehimci dükkanı açmayı tasarladım. Bu kez de herşeyi düşünerek yaptım, kentin merkezinde, su boruları çürük ve tüm tesisatları yıpranmış olan, tümüyle eski evlerden oluşan bir mahalle seçtim. Nemli, güneş görmeyen, tıpkı bir mağaraya benziyen bir sokakta, biri kömürcü diğeri ütücü olan iki dükkan arasında yer buldum. Birkaç demir, birkaç kurşun boru, birkaç lavabo ve musluk aldım ve üzerinde, şu yazıların bulunduğu bir levha yazdırdım: “Sıhhi tesisat ve teknik işler bürosu, evlere sevis yapılır, isteğe göre önceden fiyat bildirilir.” İş, çabucak iyi gitmeye başladı. O yıl şiddetli bir kış oldu ve kar bile yağdı. O, çürük ve eski evlerin tümünde patlıyan borular, sayılamayacak kadar çoktu. Öte yandan iyi bir lehimci her zaman kolay bulunmadığı için bir banyo ısıtıcısı ya da bir kahve değirmeni bozulunca halk su tesisatçısına Tanrı’ya güvenir gibi güveniyordu. Suların akmadığı ya da banyolarının su bastığı zaman zengilerin bile ne büyük umutsuzluğa kapıldığını bilemezsiniz. Telefon ederler, yalvarırlar, sizi göklere çıkarırlar ve zamanı gelince de soluk almadan parayı öderler. Su tesisatçısı çok gereklidir ve gerçekten de tümünün kibirinden geçilmez, onlarla iyi geçinmeyenin vay haline! Söylediğim gibi işlerim hemen iyi gitmeye başladı. Dükkan küçüktü, karanlıktı, vitrinine bir düzine musluktan başka bir şey koymuyordum ama bir çok kişi beni çağırıyordu. Kısa zamanda bütün gün çalışmaya başladım. Eğer, benimkinin tam karşısına bir başka tesisatçı dükkanı açmamış olsaydı, bu kez işlerim kesinlikle pürüzsüz gidecekti. Bu sarışın, ufak tefek, sezsiz, büyük kafalı bir gençti. Hemen hemen hiç boynu olmadığı için kafası göğsüne gömülmüştü. İlk iş olarak müşterileri elimden almaya koyuldu. Bana zarar vermeye kararlı göründüğü için; eğer, önlem almazsam başarılı olacağına inandım. Bunu düşünürken, aklıma müşterileri elimde tutmama, hatta işimi arttırmama yarıyacak iyi bir fikir geldi. Diyelim ki, bir banyo ısıtıcısını yerine yerleştiricektim. İngiliz anahtarıyla civata somunlarını sıkıştırarak zaten eski ve yıpranmış olan boruyu duvarın içinde kırılacak biçimde burkuyordum. Gece evi su basıyor, müşteri beni çağrıyor, ben de duvarı yararak boruyu değiştiriyor ve iş yapmış oluyordum. Böylece daha önce onarmış olduğum yerlerde yapmamaya dikkat ederek, bazı bozukluklar yaratıyordum. Sonunda durumu düzelttim. O sıralarda ikinci oğlum doğdu ve derin bir nefes aldım . Bu kez gerçekten şanssızlığın etkisi dışındaydım. Fakat hiç bir zaman büyük söylememek gerek çünkü, yaptığım bozukluklardan biri önüne geçemeyeceğim kadar büyüdü. Bir banyo ısıtıcısı dışarı fırladı. Ateş, bir dolaba, sonra da tüm daireye sıçradı. Şanssızlık eseri, teknik işlere meraklı olduğu anlaşılan bir çocuk, beni izlemişti. Neler çektiğimi anlatamam.Ceza evine girmeme ramak kaldı. Bu kez de dükkanı kapatarak mahalleden çekip, gitmek zorunda kaldım. İnat bu ya, üçüncü kez dükkan açmak istedim. Artık paralar azalmıştı. İki çocuk bir de yoldakiyle durumumuz pek ümit verici değildi. Kent dışında, mezbaha taraflarında fakir halkın otuduğu mahalleye gittim ve ufak bir şilteci dükkanı açtım. Bu kez fikir karımındı çünkü, kayınpederim de şilteciydi. Bir dikiş makinesi, birkaç demir somya, birkaç portatif yatak, birkaç top şilte kumaşı ve yün ile at kılı satın aldım. Zavallı karım, bebek beklemekle birlikte makinede dikiş dikiyor, bense yünü tel tarakla taramak gibi daha ağır işler yapıyordum. Mahalle çok fakirdi, çok seyrek olarak sipariş geliyordu. Yiyecek yemek bile bulamıyorduk. Karıma söylediğim gibi bu kez şanssızlığımı başımızdan savmamız çok güç olacaktı. Fakat ilkbahara doğru işler iyi gitmeye başladı. Fakirler de temiz olmak isterler, fakir aileler de evi temiz tutmak için her türlü özveride bulunurlar. İlkbaharda mahalledeki kadınların çoğu şiltelerini yeniletmek için bana geldiler. Bu işlerin nasıl yürüdüğü bilinir. Bir ay önce kimse gelmiyordu, şimdi ise elimi hangi işe atacağımı bilemiyordum. İşimi yalnız başıma yürütemediğim için yanıma bir çırak aldım. Onyedi yaşında haylaz bir çoçuktu. Aynı Etopya imparatoru Negus’u andıran esmer derisi ve kıvırcık saçları olduğu için ona Negus diyorlardı. O, şilteleri götürmek ya da almak için dolaşıyor, bense çalışmak için dükkanda kalıyordum. Bu Negus, çamaşırcılık yapan annesinin baş belasıydı. Onu bir faturayı ödemesi için gönderdiğim günlerden birinde geri dönmedi. Futbol maçına ve sonra da başka yerlere giderek paraları yemişti. Ama sonunda; dükkana gelerek, cüzdanını çaldırdığını söyleyecek kadar yüzsüzlük etti. Ona hırsız olduğunu söyledim, o da bana kötü sözlerle karşılık verince bir tokat attım ve dükkandan kovmak için zor kullanmak zorunda kaldım. Bu olay yeni şanssızlığımım başlangıcı oldu. Bu serseri, bir süre önce beş şilteyi onarırken, bunların birinde tahta kuruları bulduğumu ve onları yok etmek şöyle dursun diğer dört şiltenin her birine bir çift tahta kurusu koyduğumu, bunu, gelecek mevsim, şilteleri yeniden onarılmaya göndermelerini sağlamak için yaptığımı anlatarak tüm mahalleyi gezdi. Doğruydu ama bir işi becermek için elden gelen yapılmalı. Herkes öyle yapıyor ama benimkinin öğrenilmesi için şanssız olmam gerekiyormuş. Kısacası, neredeyse bir ayaklanma oldu. Kadınlar dükkanda etrafımı çevirerek beni dövmek istediler. Sonunda polis memuru bile geldi ve benden kuşkulandı. Bu kez son oldu. Dikiş makinasını ve birkaç eşyayı sattım. Geceleyin hırsız gibi sessiz sedasız gittim. Şimdi soruyorum: Benden daha şanssızı var mıdır? Dürüst ve huzurlu çalışmak istiyordum. Dahası, birçok kişinin yaptığından çok değil ama işe biraz da ustalığımı katıyordum. Kısacası iyi bir işçi olmak istiyordum oysa, işsizdim işte. Hiç olmazsa biraz param olsaydı meyhane açardım. Madem ki, şaraba su katıldığını herkes biliyor, belki bu işi kıvırırdım. Artık param yok, çırak olmak zorunda kalacağım. Oysa, bilindiği gibi maaşlı çalışan açlıktan ölür. Gerçekten çok şanssız, hatta nazara gelen biriyim. Karım, cüzdanıma bir aziz resmi dikti, üzerimde ise sayısız nazarlık taşıyorum. Sonra evin kapısına da tüm çivileriyle birlikte bir at nalı astım. Ama yine de şanssızım, şanssız yaşadım, şanssız ölüceğim. Kötülüğümü istiyen kişiyi öğrenmek için gittiğim falcı, elimi görür görmez ellerini gökyüzüne kaldırdı ve bağırdı: “Oh! ne görüyorum, ne görüyorum”. Beni bir korku aldı ve ne gördüğünü sordum. Yanıtladı: “Oğlum siyah mı siyah bir yıdız… Herkes senin kötülüğünü istiyor”. “Eee öyleyse?” diye sordum. “Öyleyse cesur ol ve Tanrı’ya inan” dedi. “Fakat ben” diye itiraz ettim, “Ben her zaman görevimi yaptım”. O, “Oğlum çok kişi senin kötülüğünü istiyor…Böyle olunca görevini yapman neye yarar? Yalnızca rahat bir vicdana sahip ol”. O zaman yanıtladım: “Vicdanımın şimdiki gibi rahat olması bana yeter. Gerisi beni ilgilendirmez”. |

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...