Birinci Zümre (Yakubiler)
Sabatay’ın kaynı Abdullah Yakup’a, yani Josef Kerido’ya bağlanan ve Mustafa Çelebi’nin yaptığı bölünmeden sonra, onunla ayrıimayıp Yakup’a bağlı kalan kırk üç ailelik zümreye “Yakubiler” adı verildiğini yukarıda söylemiştik. Sonraları bir aralık belediye reisliğinde bulunan Hamdi Bey isimli birinin adına nispetle, bu zümreye Hamdi Beyler takımı unvanı da verilmiştir.
Yakubiler, “gözle görünen ibadet ve âdet” hususunda Müslüman ananelerine daha çok riayet ederlerdi ve asıl farkları bu noktada idi.
Yakup, kendine mensup cemaati, zenginler ve zayıflar diye iki gruba bölmüş ve bu suretle toplumsal eşitsizlik üzerine dayanan bir teşkilat meydana getirmiştir.
Bu zümrenin fertleri, asırlarca kendi âleminde, gayet muhafazakâr bir hayat geçirmiş, ticarete meyil göstermemiştir. Yalnız içlerinden bir kısmı, memurluğa girmişler ve memur olanlar arasında, sonraları tersane emini, sürre emini, saray ve şehir kethüdası gibi oldukça yüksek mevkilere çıkanlar da bulunmuştur.
Yakubiler, yani Hamdi Bey takımı, kıyafetçe de hususiyet taşıyorlardı. Mesela bütün erkekler saçlarını ustura ile tıraş ettirirlerdi, ökçeli ayakkabı giymek yasaktı. Hatta kabilenin reisi, kendini ziyarete gelen mensuplarının ayakkabılarını muayene eder ve içlerinde biraz ökçesi bulunanları balta ile kırarmış.Bunların garip kıyafetleri, hususi âdetleri ve gizli ayinleri halk arasında ara sıra dikkat çeker ve dedikodu uyandırırdı.
Bu kabilenin, izdivaç ile erişilen Sabatayistlik sırrına çok riayetkâr olduğu, Vatan’m yazı dizisinin şu satırlarından da hissediliyor:
“Zaten kabilenin gizli hayatı, izdivaç edenlere mahsus bir nevi masonluk esrarı mahiyetinde idi. Çocukların terbiyesine hiçbir tesiri yoktu. Tamamıyla Türk, Müslüman terbiyesi görerek büyüyen bir çocuk, etrafında bir esrar perdesi görüp veya mektepteki arkadaşlarından bir şeyler işitip evinde sualler sormaya başladığı zaman, kati surette olumsuz cevap alırdı. ‘Sizin bir reisiniz varmış, gizli âdetleriniz varmış.’ gibi sözler söyleyen bir çocuk, azarlanır, ‘Reis ne demektir? Reis denince mahkeme reisi, belediye reisi anlaşılır. Onlardan başka reis diye bir şey bilmiyoruz. Gizli âdet filan da yoktur.’ tarzında cevaplara maruz kalırdı. İzdivaç eden adam, gizli tarikatın esrarını öğrenir; kabilenin uzvu hâline girerdi. Bu suretle, ayrılık gayrdık hissi, sonradan elde edilmiş geçici bir mahiyette kalırdı.”
Vatan’ın bu yazılarında, izdivaçtan sonra öğrenilen gizli tarikatın esrarı acaba ne idi? Bunun, yukarıda bayramlar vesilesiyle bahsi geçen
“Kuzu ziyafeti”
Ve
“Dört Gönül Bayramı”
meselesiyle alakası olduğu tahmin edilebilir.
Yakubilerin hükümet memurluklarında bulunması, birkaç defa, hükümetin kendileri haklarında şüphelenmesine vesile vermiştir. Soruşturma yapılmasına bile sebep olan bu vesilelerden biri, Hüsnü Paşa’nın valiliği esnasında geçmişti.
Kabile mensuplarından Kanbur isminde biri, Selanik eşrafından Abdullah Bey isminde bir zata müracaat ederek, gizlenen sırların mahiyetini ve Yakup’un “Saadethane” denen evinin yerini anlatır. Yakup’un torunları tarafından kabileye terk edilen bu evin bir köşesinde, Sabatay Sevi’nin ve Yakup’un kullandıkları bazı eşya; kıymetli ve mukaddes hatıralar gibi muhafaza edilirmiş.
Abdullah Bey, Vali Hüsnü Paşaya müracaat ederek Kan-bur’dan aldığı malumatı bildirir ve esrarın meydana çıkarılmasını ve bu gizli hususiyetin ortadan kaldırılmasını rica eder. Hüsnü Paşa, müracaatı kabul ederek evi bastırır. Fakat Kanbur’un hareketlerinden şüphelenen kabile mensupları tarafından, yadigâr olan eşya daha önce evden kaldırılmış bulunur.
Hüsnü Paşa, burada bir şey bulamayınca, evde bekçi sıfatıyla oturan Nimetullah kadın isimli bir dul kadını hapsettirir ve baskı yaparsa da kadın, esrarı ortaya dökmez.
Bu hadise, kabileyi dağıtacak yerde bilakis dayanışmasını kuvvetlendirmiştir ve galiba Sabatayistler, bu çeşit müdahalelerle daima daha kuvvetli ve dayanışma içinde olmasını bilmişlerdir.
Yakubi partisinin geçirdiği ikinci badire, sonra Sadrazam olan meşrutiyet kahramanı meşhur Mithat Paşa’nm valiliği esnasındadır. Mithat Paşa, 1821’de Selanik’e vali olduğu zaman memurlar arasında başları ustura ile tıraşlı birtakım kimseler bulunduğunu hayretle görmüş ve bunların ayrı bir cemaate mensup insanlar olduğunu soruşturmuştur. Bunun üzerine, başını tıraş edenlerin memur olamayacaklarını ilan ederek Yakubi zümresinin kabak kafa ile gezmeleri âdetine nihayet vermiştir.
______________________________
Dipnot: Hüseyin Hüsnü Paşa;Abdülaziz zamanında zaptiye müşirliğinde ve muhtelif valiliklerde bulunmuş Osmanlı devri paşalanndandır.
Mora muhacirlerinden Erzurum defterhane müdürü Abdülkerim Efendi’nin oğludur.
Pepe Mehmet Paşa’ya kâtip olarak, onun Yanya valiliğinde Tırhala kaymakamı, sonra sancak beyi olmuş, 1858’de vezirlikle Yanya valisi; daha sonra Girit, Selanik ve Adalar valisi olmuştu.
Vali iken idareye ve inzibata ait işlerle meşhur olmuştu. 1868'de zaptiye müşiri oldu. Üç sene sonra azledilerek Kıbrıs'a sürüldü.
Ve sonraları affedilip Konya’da, Bursa'da ve tekrar Yanya’da valilik etti.
Şair Ziya Paşa, “Zafername’yi, İzmit sancak beyi Fazıl Paşa ağzından yazılmış olarak göstermişti.
Onun beşlemesini de yine Ali Paşa’nın adamlarından Hayri Efendi adında biri tarafından yapılmış gibi ilan etti.
Zafernamenin açıklamasını da bu Hüsnü Paşa tarafından meydana getirilmiş gibi göstererek, onun cehaletiyle ve Ali Paşaya sadakatiyle alay etmiştir.
Fakat Hüsnü Paşa, Ziya Paşa’nm anlatmak istediği kadar cahil bir adam değilmiş. Şiire ve edebiyata da oldukça vâkıfmış.
Dolgun vücutlu, orta boylu, güler yüzlü, vazifesinde becerikli ve şiddetli bir adam olarak tanınır. 1877'de ölmüştür. (Meşhur Adamlar Ansiklopedisi).
_________________________________
Fakat ne Hüsnü Paşa’nın baskısı ne de Mithat Paşa’nm saç tıraşına müdahalesi, şüphe yok ki Yakubiliğin ve umumiyetle Sabatayistliğin devamına mâni olamazdı.
İkinci Zümreye Gelince (Karakaşiler)
Yakup ile aralarında çıkan ihtilaf üzerine, ikinci zümrenin Mustafa Çelebi tarafından tesis edildiğini ve ekseriyeti elinde bulunduğunu yukarıda hikâye etmiştik.
Bu ikinci zümre, Mustafa Çelebinin adını taşıdığı gibi; “Karakaşlar, Müminler, On yollular, Osman Baba partisi” isimleriyle de anılır.
Bu partinin ötekinden esaslı farkı, Müslüman âdet ve ibadetlerine Yakubiler kadar riayete lüzum görmemek hususundadır.
Mustafa Çelebi, Yakup’tan ayrıldıktan sonra, kendi zümresini bağlayacak esrarengiz hurafeler bulmak lüzumunu hissetmiş ve o zamanın umumi cehaleti, bilhassa mensuplarının her türlü mantıksız hurafeye ihtimal veren gözü bağlı esareti, buna imkân hazırlamıştır.
Bu zümre içinde Abdurrahman Efendi isimli saf bir adam varmış. Bu adamın, 1677'de, yani Sabatay Sevi’nin ölümünden tam dokuz ay sonra dünyaya gelen Osman isimli oğlu, işte bu hurafenin kahramanı olmuştur.
Yakubiler, Sabatay Sevi’nin ruhunun Yakup’a göç ettiğini ileri sürdükleri gibi; Mustafa Çelebi de Mesih’in Yakup’ta değil, Osman Ağa’da tekrar dünyaya geldiği iddiasını yürütmüştür. Ona göre Sabatay, Yakup'un vücuduna girmemiştir ve giremezdi. Çünkü Yakup, Sabatay Sevi’nin hayatında çoktan doğmuş bulunuyordu. Hâlbuki Osman, onun ölümünden tam dokuz ay sonra meydana geldiğine göre, Mesih öldüğü zaman onun maneviyatı Abdurrahman Efendi’nin zürriyetinden ana rahmine düşmüş ve Osman Efendi’nin vücuduyla tekrar dünyaya doğmuştur.
İşte Karakaş partisinin ilk şefi, sonraları Mesih’i, hatta Tanrısı sayılan Osman Ağa ve Osman Baba ananesi budur. Mustafa Çelebi’nin uydurduğu bu masala bütün kabile inandı veya inanmış göründü.
Yakubiler ile Karakaşların ilk ayrıldığı tarihten on üç sene kadar sonra, yani 1702’de, Mustafa Çelebi tarafından bu Osman Ağa, Sabatay Sevinin vekili ve mümessili olarak ilan edilmiştir. O zaman henüz 26 yaşlarında bulunan Osman, uzun boylu, şişman, esmer, mavi gözlü ve aptal suratlı bir oğlandı. Mustafa Çelebi’nin elinde bir aletten ve oyuncaktan başka bir mahiyeti olmayan bu delikanlı, kırk yaşma geldiği zaman Mesih olarak ilan edilmiş ve daha sonraları tanrılık mertebesine kadar çıkarılmıştır.2
Fakat Mustafa Çelebi’nin bu kadar ileri gitmesi, kabile fertlerinden bazılarınca hoş görülmemiş ve itirazı davet etmiştir. İtiraz eden aklıselim erbabının başında İbrahim Ağa isimli biri vardır. Osman’ın Mesihliği münakaşası, beş sene kadar devam etmiş ve Karakaş partisinin de ikiye ayrılarak zümrenin üç kısma bölünmesine, işte bu ihtilaf sebep olmuştur.
Üçüncü Zümre (Kapaniler)
1720 Ramazanında Osman Ağa ölünce, onun Mesihliği üzerindeki ihtilaf daha şiddetli bir şekil almıştı. Osman’ın Mesih olmadığını, Sabatay Sevi’nin sadece bir vekili bulunduğunu iddia eden İbrahim Ağa partisi, davasını ispat için mezarın açılmasını ileri sürdüler. Onların mantığına göre, Mesih’in çürüyüp kokmaması icap eder. Eğer mezar açıldığı zaman Osman’ın vücudu dağılmamış ve kokmamış bulunursa onlar da Mesihliği-ne inanacaklardı. Şayet her fanide olduğu gibi zavallı Osman’ın da bedeni dağılmış bulunursa Mesih olmadığı hususunda hepsi ittifak edeceklerdi. Fakat Osman’ın Mesihliğine münakaşasız iman edenler, mezarının açılarak kendisine hürmetsizlik gösterilmesine razı olmadılar. Bu uyuşmazlığın neticesinde İbrahim Ağa ya taraftar olanlar, Karakaşlardan yani Mustafa Çelebi partisinden ayrılarak, Sabatayistlerin üçüncü zümresini teşkil ettiler.
_______________________________
Ağalık unvanının kaldmlması üzerine Sabatayistler, Osman Ağa'ya Osman Oğan demeye başladılar ki, onu hâlâ Tanrı saydıklarının delili 21 Aralık 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmış olan şu vefat ilanından da anlaşılır:
"Selanik eşrafından Merhum Emin Lütfi kızı, Recep Osman Oğan’ın refikası Bayan Aliye, uzun ve azaplı bir hastalık neticesinde vefat etmiştir. Cenazesi, bugün öğleyin saat ikide, Şişli’de Matbaa Sokağında Şişmanyan apartmanının bir numaralı dairesinden kaldırılarak, Üsküdar’a nakil ve aile kabristanına defnolunacaktır. Allah rahmet eylesin.”
____________________________________
Bu üçüncü zümreye
“Kapancılar” ve “Papular” adı da verilir.
“Papu”, İbrahim Ağaya düşmanlan tarafından takılmış bir lakaptır.
Kapancılar, Sabatay’dan kalma inanışları ve ayinleri muhafaza etmekle beraber, Yakubilerden ve Karakaşlardan daha makul idiler ve ötekilerden ayrılışlarını yeni bir hurafeye dayandırmaya lüzum görmeyişleri de bunu ispat eder.
Bu üç zümre, birbirine kız değil, selam bile vermezlerdi. Ailece görüşmedikleri gibi, iş hayatında da münasebette bulunmazlardı. Bu ayrılıkların kalıntıları son zamanlara kadar devam etmiştir ve zümre arasındaki farkların hâlâ mevcut olduğu da birçok hareketleriyle sabittir.
Yakubilerin, “gözle görülen işlerde” Sabatay’ın on sekiz emrindeki tembihine uyarak, Müslüman ananelerine daha fazla bağlı olduklarını yukarıda yazmıştık. Yakup’un, kendine tabi olan birkaç kişi ile birlikte Hicaz’a gitmeleri de bu gösteriş ihtiyacından doğmuş ve Yakup, orada bir deve altında kalarak ölmüştür.
Onun ölümünden sonra, beraberinde olanlardan Hacı Mustafa Ağa, Yakup’un yerine zümrenin reisi seçilmişti. Yakup’un oğlu yoktu. Yalnız Ayşe isimli bir kızı vardı ki, buna kabile mensuplan sadece “Hanım” derlerdi. “Damat” lakabıyla anılan Hüseyin Efendi isminde biriyle evli idi. Ayşe hanımın reis olmasına imkân görülmediği için, Hicaz’dan Yakup’un son emir ve arzularını getiren Hacı Mustafa Efendi tabi olarak reis seçilmiş, o da, hükümet konağı karşısında, Sabri Paşa Caddesinin köşesindeki evinde cemaat işlerini yönetmeye başlamıştır. O sıralarda iki zümre arasında anlaşma ümitleri hasıl olmuşken Hacı Mustafa, vaktiyle Mustafa Çelebinin Yakup’a hakaret ettiğini ileri sürerek buna mâni olmuştur. Güya Yakup’un, “Mustafa Çelebi mensuplarına katiyen yüz verilmemesi, onlarla bir dam altında bulunulmaması, etek eteğe gelinmemesi” hakkındaki vasiyetlerini ileri sürmüştür.
Yakubi reisi olarak Hacı Mustafa’nın ölümünden sonra; Meh-med Ağa, İshak Ağa isminde iki reis gelmiştir ki bunlara “Zişan” unvanı verilirmiş. İshak Ağa’dan sonra gelen on beş reise de “Devletli” denirmiş.
Yakup’un zümresinin reisi, küçücük ölçekte bir diktatör sayılabilir. Başlıca vazifesi “Hâlihazırın olduğu gibi muhafazasına, giyinme ve inanma gibi âdetlerin sarsılmamasına” dikkat etmekti. Bir seyahate çıkacak adam ondan izin alır, çocuğunu sünnet ettirecek, evlendirecek; meslek seçecek, cerrahi bir ameliye yaptıracak her mensup mutlaka ona danışırdı. “Sadaka” namı altında herkesten yardım toplar, muhtaç olanlara maaş verir, hastalık ve felaket hâlinde hastabakıcı göndermek gibi suretlerle yardım ederdi. Sadakanın bir daimî ve mecburi şekli, bir de kaza ve belayı defetmeye ve bir sevincin şükranını ödemeye mahsus çok fazla çeşitleri vardı. Bunlar, ya doğrudan doğruya reise veya kese sahibi denilen iki kişiye verilirdi. Sünnet, izdivaç ve vefatta İslami hükümlere riayet edilmekle beraber reis, kabile âdeti üzere bir dua okurdu. Kadın eşlerin çoğalması, boşanma hususundaki izinler kati surette kaldırılmıştı. Fakat buna mukabil kadınların veraset hakları tanınmıyordu. Tesettür hususunda son derecede taassup vardı. Kadınlar evlat, baba ve kardeş haricinde hiçbir erkeğe görünemezdi. Kocanın biraderinden ve kardeş çocuklarından bile tesettür “mecburi” idi.
Adetler hakkındaki bu satırlar Vatan gazetesinden alınmıştır. Sünnet, izdivaç ve vefatta İslâm âdetlerine riayet edilmekle beraber reis, kabile âdeti üzere bir dua okurdu denmesi dikkate şayandır. Çünkü kabilenin haricî nazarları oyalamak üzere İslam âdetlerini tatbik ettikleri, fakat asıl dinî merasimi Sabatay ananesine göre yaptıkları muhakkaktır ve zümrenin bazı mensuplarında bu ananenin hâlâ devam ettiği de ispat olunabilir.
Vatanın yazı dizisi, Yakubi cemaatinin âdetlerini izahta şu suretle devam etmişti:
“Reisin asıl vazifesi yeniliğe mâni olmaktı. Alışkanlık ve görüşlerden kıl kadar sapmaya izin yoktu. Erkekler için saçlarını tıraş etmek, kadınlar için ince örgülere ayırmak mecburi idi. Bu mecburiyete en ufak bir riayetsizlik gösteren veya elbisesinde, kundurasında, hayat tarzında eskiden beri kurulu numunelerden ayrılan bir adam, kovuşturmaya uğrardı. Kovuşturma, erkekler için bir “mübaşir” vasıtasıyla, kadınlar için de “kılavuzcu kadın” denen bir kadın vasıtasıyla yapılırdı. Reis, vazife hâlinde mutlaka beyaz bir sarık sararak oturur, bir hâkim tavrıyla meseleyi soruşturur, ihtar ve nasihatlerde bulunurdu. Tekerrür ettiği takdirde, bizzat kabahatli çağrılarak azarlanırdı. Emir haricine çıkanlar, derece derece ihraç cezalarına uğrardı. Bütün ceza sistemi boykot üzerine kuruluydu. Kabahatliden ve bütün aile fertlerinden belirli bir müddet selamı kesmek veya hiçbir şekilde temasta bulunmamak şekilleri vardı. İçki, zina hatta cariyeyle birlikte olma gibi hareketler katiyen affedilmez ve pek uzun müddet için ihraç cezasını davet ederdi. İhraç cezasının müthiş bir tesiri vardı.
Kabile dâhilinde demir gibi bir inzibat idame etmeye kâfi geliyordu. İnzibat o derecede idi ki, mühimce emir ve yasakların haricine çıkmayı kimse hatırına bile getirmezdi. Kabile hayatı, her hususta baskı esasına dayanmakla beraber; reis, ihraç gibi mühim kararlar verirken belirli bir zümreye mensup ihtiyarlardan oluşmuş mecliste hazır bulunanlara danışarak reyini sorardı.”
Yakubi zümresi hakkında bu izahatı veren Vatan yazı dizisi, Mithat Paşanın yukarıda bahsettiğimiz müdahalesinden sonra, kabile mensupları arasında isyanlar ortaya çıkmaya başladığını ve ihraç cezalarının artık eskisi kadar etkili olmadığını anlatıyor. 1300 senesine, yani 1884 senesine doğru, “Goncai Edeb” isimli bir mecmua çıkaran genç Sabatayistler, güya Sabatay ananesinin artık unutulması lazım geldiği ve izdivaç yoluyla Türk camiasına karışmamanın pek gülünç olduğu şeklinde propagandalar yapmaya başlamışlardır.
Bu sıralarda kabile reisleri, yeniliğe taraftarlar ile pazarlığa girişmeye mecbur olmuşlar. Mesela 1884 tarihine kadar ecnebi lisanı tahsiline katiyen müsaade etmezken, buna hoşgörü göstermeye başlamışlar, fakat İstanbul yüksek mekteplerinde tahsile müsaade vermiyorlarmış. Sonra hukuk ve mülkiye için hoşgörüye başlamışlar ve öteki mektepler hakkındaki yasakta bir müddet daha dayanmışlar. Daha sonra eczacı mektebine, nihayet veterinerliğe müsaade çıkmış. Fakat hekimlik tahsiline şiddetle muhalefet edilirmiş. Bir zaman sonra doktorluğa da müsaade etmeye mecbur olmuşlar ve bir müddet de Avrupa tahsiline izin vermemişler. Kadınların ferace yerine çarşaf giymesi hususunda da aynı tarzda mücadeleler olmuş.
Vatan gazetesi, 1924 Ocak ayında yayınladığı makalelerin onuncusunda şu cümleleri yazıyor:
“Selanik’te üç buçuk asır evvel kurulan ve gizli bir hayat geçiren üç kabilenin mevcudiyetini, zaman, dağılmaya uğratmış, nihayet maziye gömmüştür. Bununla beraber ortada birtakım enkaz vardır ki, belirgin bir tasfiyeye muhtaçtır. Geride hâlâ bir ayrılık, gayrılık izi kalmamasına sebep, bu tasfiyenin icra edilmemesinden ibarettir. Rüştü Karakaş Bey’in teşebbüsü ne sebeple vuku bulmuş olursa olsun tasfiyenin vukuuna ve asırların örttüğü esrar perdesinin umumi surette yırtılmasına ve tarihe karışmasına iyi bir vesile teşkil etmiştir.”
Sabatayist zümre tarafından yayınlanan Vatan gazetesi, o zaman Rüştü Karakaş isimli bir Sabatayist’in ifşaatına cevap teşkil etmek üzere yazdığı bu makalelere daima Sabatay’m zümreye mahsus emirlerini gizli tutmuş ve her vesile ile zümre âdetlerinin artık tarihe karışmak üzere bulunduğunu, hatta tarihe karıştığını ileri sürmüştü. Hâlbuki iş, bir kısmı için böyle olsa bile hâlâ Sabatay inanışlarını bütün, teferruatıyla yaşayan, doğuştan ölüme kadar onun âdetlerine bağlı bulunan, oturdukları mahallelerden gömüldükleri mezarlıklara kadar kati ayrılık gözeten Sabatayistlerin mevcut oldukları münakaşaya bile tahammül etmeyen bir hakikattir. O sonuncu makaleyi okumakta devam edelim:
“Selanik’teki üç kabile fertleri, vasati zekâ seviyesince düşkün adamlar olmadıkları hâlde, on yedinci asırda ortaya çıkan bir şarlatanın bunların üzerinde nesillerce etkili kalmış olması ve antropoloji ilminin en basit ve ilkel kabileler arasında tesadüf ettiği birtakım gülünç hurafelerin gelişebilmesi ve uzun müddet baki kalması hayretle karşılanacak tarihî bir hadisedir.”
Vatan yazı dizisi, Sabatay’m Musevilikten ayrılınca kendine göre muntazam bir itikat sistemi kurmuş ve cemaatini cazibelerle ve hayati faydalarla bu sistem etrafında toplamış olduğunu söylemek istemiyor ve işi, aşağıdaki satırlarla izah etmeye çalışıyor:
“Bunun İlmî surette yegâne tarzı izahı, iki buçuk asır evvel küçük bir muhitte yaşayan iki yüz ailelik bir kitlenin, birdenbire hayata karışarak muhitten hasmane bir baskı gördüğünden ve bu baskının âdeta mekanik bir tesir göstererek fertleri birbirine bağladığından ibarettir. Bu fertler arasındaki durgun, yalnız bir hayatta pek kolayca bir takım hurafeler de oluşmuştur.”
Bu izah tarzına bakılırsa, Sabatayistler arasındaki hususi teşkilatın ve dayanışmanın ancak haricî baskıdan ileri geldiği ve hurafelerin de bundan dolayı meydana geldiğini kabul etmek lazım gelir. Hâlbuki Sabatay’ın yaydığı kanaatler ve ortaya koyduğu on sekiz emir meydanda iken zümre dayanışmasının, âdet ve hurafelerinin haricî baskı sebebiyle değil, bizzat zümrenin içinde doğduğu neticesine varmamak mümkün değildir. Kendisine inanılan adam, “Ötekilere karışmayınız, yalnız kendi aranızda evleniniz, onların âdetlerinden ve ayinlerinden ancak gözle görülenleri yaparak gözlerini örtülü bulundurunuz!” gibi belirgin emirler vermiştir. Bu emirleri haricî baskıdan gelme addetmek, en basit muhakemeyi bile tatmin edemeyecek bir yorumlama yolu değilmidir?
Vatan yazı dizisi, izahına şöyle devam eder:
“On altıncı, on yedinci, on sekizinci asırlarda; ortaya Seviye benzeyen gürültüler çıkaran adamlar az değildir. Fakat bu yolda hurafeleri, zaman, kolay kolay hükümden düşürebilmiş ve beş, on sene içinde geriye hiçbir nam ve nişan kalmamıştır. Selanik kabileleri arasındaki ayrılığın uzun müddet devam etmesine sebep, izdivaç itibarı ile olan kaynaşma eksikliğidir. Daha yarım asır evvel kabile hurafeleri, yeni yetişenler arasında yıkıldığı hâlde, izdivaç hududu daha fazlaca müddet baki kalmıştır. Bunun bir sebebi, eski neslin yeniler üzerindeki babalık ve analık itibarı ile olan tesiridir. Diğeri de, yakın vakitlere kadar memleket içinde mevcut olan izdivaç tarzıdır. Bu sistem, izdivacın birçok bilinmeyen içinde vukuunu icap ettiriyordu. Bu cihetle, birbirinin durumunu az çok tanıyanlar, eski izdivaç ananesinden ayrılmamayı bir müddet daha tehlikesiz buldular. Fakat hayatta ve izdivaç tarzında olan umumi inkılap, bilhassa eski setleri, gittikçe artan ve kati bir şekilde yıktı.”
Vatan yazarı, zümredeki izdivaç tekelinin, Sabatay inanışlarının mühim esaslarından biri olduğunu daima söylemeden geçiyor. Ve bunu ancak basit bir muhafazakârlık neticesi olarak kabul ettirmek istiyor. Yıkıldığından bahsettiği eski setlerde, içlerinden ancak pek sınırlı bir kısmı için doğru olabilir.
Ötekilere ait olan setler ise hâlâ Çin setlerinden daha sağlam olarak payidardır. Aynı makalede devam edelim:
“Yetmiş, seksen yaşında bulunanlar üzerinde, mazinin bırakmış olabileceği bazı izler hariç olmak üzere, bugün yalnız Kara-kaş Rüştü Bey’in mensup olduğu zümrenin başlıca fertleri arasında yardıma dayalı hususi teşkilat vardır.
Ve hususi bir mezarlık bulundurmak alışkanlığı baki kalmıştır.”
Yukarıda da işaret ettiğimiz veçhile bu satırların yazıldığı tarihte Sabatayist çocukların, hâlâ Sabatay ayinlerine mahsus duaları ezberledikleri sabit olduğuna göre, mazinin bıraktığı bazı izler yalnız yetmiş, seksen yaşındaki bazı adamlar üzerinde kalmış değildir. Karakaş Rüştü’nün ifşaatı üzerine, yardıma dayalı hususi teşkilatın yalnız o zümrede kaldığını ve ayrılığın onlara mahsus bulunduğunu da Vatan gazetesi istekle ileri sürüyor. Hâlbuki bu teşkilatın, yalnız yardımlaşma maksadına dayalı olmadığı yukarıdan beri verilen malumat ile aşikârdır.
Makale, müdafaalarına şu suretle devam ediyor:
“Kimsenin, yakından tanıdığı ve ihtiyacını takdir ettiği bir adama maddeten yardım etmesine muhalefet edilemez. Fakat yardımlaşma teşkilatında bile eski zümre hududunun yok addedilmesi, muhtaçlara yardım etmek isteyenlerin bu muhtaçları umumi Türk ve Müslüman muhiti içinde aramaları, mazinin kati bir surette tasfiye edilmesi bakış açısından elzemdir. Mezarlık hususundaki âdet de gülünçtür. Bir aile, ölülerine iyi bir mezarlık yapmak isterse bunu herhangi bir mezarlığın bir köşesinde vücuda getirebilir. Eski zümre teşkilatına göre hususi bir mezarlık idame etmek, ayrılığı pek manasız bir surette idame etmek demektir. Eski hurafeler o kadar gülünçtür ki, bunun en küçük bir izini bile silmek hususunda her aklı başında adamda âdeta taassup hisleri mevcut olmalıdır.”
Vatan yazı dizisinin bu cümlelerinde, ilk önce yardım teşkilatının pek tabii bir hak olduğu müdafaa edilmekte ve sonra işin tekeli hatırlanarak bir geri dönüş yapılmakta ve yardım teşkilatının diğer vatandaşları kapsamasının lazım olduğu söylenmektedir. Fakat bu teşkilatın, ayrı bir itikat zümresine mensup adamlar arasındaki dayanışmanın tabii neticesi olduğuna temas edilmemektedir.
Bir itikada bağlı olanlar arasında yardımlaşma, nasıl olur da o inanışlara bağlı bulunmayanları da kapsayabilir? Mezarlık hususundaki ayrılık da yine bu inanış başkalığının neticesi değil midir? Bu âdetin gülünç kabul edilmesi, eski edebiyat tabiriyle bir ‘Tecahülüarif’tir ve meselede asıl gülünç olan cihet, bu izah tarzına herkesin kanacağını zannetmektir. “Eski hurafelerin en küçük izini bile silmek hususunda, her aklı başında adamda âdeta taassup hisleri mevcut olmalıdır.” diyen Vatan yazarı, yani “bir tarih araştırmacısı” imzasıyla o makale silsilelerini yazan zat, belki samimi idi. Fakat ona fiilen iştirak edenlerin çok sınırlı olduğu da meydanda değil midir?
Aynı makalede şu cümle dahi dikkati çekecek mahiyettedir:
“Selanik’te nesillerce yaşayan üç kabilenin hayatı, hurafelere dayalı bir tarikat sıfatıyla, bir gizli cemiyet sıfatıyla gülünçtür.”
Vatan yazı dizisi, tarikattan ve gizli cemiyetten bahsediyor. Fakat İslam tarikatları arasında Sabatayistlik namına bir tarikat olmadığı gibi, Türkiye’nin siyasi tarihinde de böyle bir gizli cemiyet mevcut değildi. Sabatayistlik başlı başına, Musevilikten ve İslamiyetten ayrı bir sistemden ibaretti. Bunu açıkça söylemek daha samimi olmaz mıydı?
Sonuncu makale, müdafaalarını şu suretle tamamlıyor:
“Dâhili izdivaç usulü, sıhhat itibarı ile çok mazeretlidir. Fakat dağılan üç kabilenin geçirdiği toplumsal imtihanda bir tek nokta vardır ki, memleketin umumi hayatı için nazarı dikkate alınmaya layıktır.
O da küçük ölçüde cemaat teşkilatının meydana getirdiği toplumsal faydalardır. Asırlarca müddet zarfında, Selanik’teki o kabile arasında pek sınırlı nispette cani, serseri, sefil yetişmiştir.
Bu kadar düşkün bir nispete, pek az insan kitleleri arasında tesadüf edilebilir. Buna sebep, birbirlerini göz önünde tutanlar arasındaki yardımlaşma ve sosyal kontroldür.
Zaten bugün sosyal hareketlerin başlıca hedefi de bu nevi kontrolü vücuda getirmektir.
Bilhassa İstanbul gibi büyük şehirlerde asri bir şekil ve ruhta cemaat teşkilatı yapılacak olursa memleketin sosyal hayatına pek hayırlı bir iyilik unsuru girmiş olur.”
İşte Vatan gazetesinde yayınlanmış olan “Tarihin Esrarengiz Bir Sahifesi” unvanı altındaki on makale, yukarıdaki cümlelerle son buluyor.
Bütün o yazıların, bugün yaşayan Sabatayistliği kapamak ve korumak ve aynı zamanda onun artık umumi camiaya karışmasını istemek endişesinde bulunan biri tarafından yazıldığı, her cümlesinden hissedilmektedir.
Dâhili izdivaç usulünün, sıhhat itibarı ile, nesli dejenere etmek itibarı ile zararı görüldüğü içindir ki; aralarında belki diğer teferruatı muhafaza etmekle beraber, bu esastan ayrılanlara tesadüf ediliyor.
Makalede bu üç kabilenin yok olmuş olarak gösterilmek istenmesi de samimi ve doğru değildir. Çünkü her türlü ananelerini muhafaza edenler mevcut iken, yok olma lakırtısına nasıl imkân verilebilir?
Neticede makale, cemaat teşkilatını bütün memleket için, benzemeye çalışmaya layık bir örnek olarak göstermektedir. Bu türlü teşkilat, Türk camiası altında yaşayan Rumlarda, Ermeni-lerde ve Yahudilerde dahi mevcut olduğuna göre, örneğin Sabatayistlerden alınmasına ihtiyaç var mıdır?
Umumi devlet teşkilatından ayrı olarak, bir milletin fertleri arasında yapılacak teşkilat, ya Türkiye’deki gayrimüslimler arasında görüldüğü üzere itikat esaslarına dayanır yahut başka memleketlerde görüldüğü üzere, belediyeler yahut hayır müesseseleri, talim ve terbiye endişeleri gibi bir fikir ve maksat etrafında toplanır. Herhâlde Sabatayistlik teşkilatı İkinciye değil, birinci tarza misal olabilir.