İBN MEYMUN
Arapça "Ebu İmran Musa Bin Meymun Bin Ubeydullah" olan adı İbranice "Moşe Ben Maymon", Latince "Moses Maimonides Rambam" (30 Mart 1135 Kurtuba - 13 Aralık 1204 Mısır) Endülüslü Yahudi filozof, hukukçu ve hekimdir.
İbn Meymun Kurtubalı seçkin bir Yahudi ailesinin oğludur. Emevilerin Endülüs'te yaşayan herkese tanıdığı dini hürriyet ortamında yetişti. Ancak 1148'te Berberi Muvahhidlerin Kurtuba'yı ele geçirmesinden sonra şehirdeki her Yahudi ailesi gibi Meymun ailesi de evlerinde gizlice Yahudi ibadet ve ritüelleri sürdürürken, dışarıda, halk arasında olabildiğince Müslüman olarak gözüktü ve yaşadı.
İbn Meymun ailesi ile 1159 yılında Fas'ın Fez şehrine göç edinceye kadar din, hukuk ve tıp eğitimi gördü. Fez'de haham metinleri ve Yunan felsefesi üzerine bilgisini daha da derinleştirdi. Tıp eğitimini geliştirdi.
İbn Meymun'un hocası Rabbi Yehuda bin Şoşan, gizlice Yahudi inanç ritüellerini sürdürdüğü için 1165'te idam edildi. Bunun üzerine Meymun ailesi önce Filistin'e sonra Mısır'a, Kahire yakınlarındaki Fustat'a göç etti. Burada Yahudiler istediği gibi ibadet edebiliyordu. Ancak Müslüman olmuş bir Yahudi'nin tekrar Yahudiliğe dönmesinin cezası ölümdü. İbn Meymun hiçbir zaman gerçekten Müslüman olmadığını ispat ederek cezadan kurtuldu.
Mısır'da babası ve varlıklı mücevher tüccarı olan kardeşi Davud bir deniz kazasında öldü. Bu kazada ailenin bütün serveti yok olmuştu. İbn Meymun o dönemde hahamlara ücret ödenmediği için doktorluğa başladı. Selahaddin Eyyubi ile oğlu El Efdal'ın saray hâkimi oldu. Yahudi cemaatinin lideri konumuna geldi.
Oldukça geç yaşta evlenen İbn Meymun'un oğlu Abraham da Yahudi bilginleri arasında önemli bir yer edindi.
İbn Meymun'un eserleri arasında 16 yaşından önce yazdığı Arapça eseri "Makale fi Sinaati'l - Mantık (Millot ha - Higgayon - Mantık Terminolojisi Üzerine İnceleme) mantık ve metafizikte kullanılan muhtelif teknik terimleri konu almakta.
İbn Meymun 23 yaşında Arapça yazmaya başladığı ve 33 yaşında tamamladığı "Mişna" yani Yahudi sözlü şeriat derlemesinin yorumu / tefsiri "Kitabü's - Sirac" ile ilk büyük eserini ortaya koydu. Bu kitapta arkeoloji, ilahiyat ve fen bilimlerine sık sık atıfta bulunarak tek tek kelime ve cümleleri açıkladı. Böylece Mişna'daki genel felsefi meselelerle ilgili bir dizi oluşturdu. Bunlardan biri de Yahudiliğin öğretileri "13 İman Maddesi" adlı "Yahudiliğin Amentüsü"dür.
İbn Meymun'un 10 yılda İbranice kaleme aldığı "Mişna Tora" (Tevrat'a Yeniden Bakış) O'nun başeseridir. Bu eserinde bütün Yahudi şeriatını duru bir İbranice ile sistemleştirmişti.
İbn Meymun Yahudi şeriatı üzerine iki dar kapsamlı kitap daha yazdı: a)Sefer ha-mitsvot (Kurallar Kitabı). Ortalama düzeyde bilgiye sahip Yahudiler için yazılan bu eser Yahudi şeriatını özetler. Bu kitap Arapça kaleme alınmıştır. b)İbranice yazdığı Hilhot ha-Yeruşalmi (Kudüs Kanunları) kitabı ise Filistin Talmud'undaki kanunları özetler.
İbn Meymun (1176 - 1191) tarihleri arasında 15 yılda tamamladığı Latince Doctor Perplexorum (Şaşırmışların Kılavuzu) adlı ve sonradan İbranice More Nevuhim başlığı ile tanınan "Delaletü'l - Hairin" adlı eseri ile Yahudi inancına daha akılcı bir felsefe kazandırma gayesi taşıyordu.
Bu eser, BİLİM-FELSEFE-DİN arasındaki yakınlaşmaya büyük katkıda bulunuyordu. Arapça yazdığı bu kitabı öğrencisi Yehosef İbn Aknin'e gönderdi. Eser İbn Meymun'un sağlığında İbranice'ye çevrildi. Daha sonra da Latince ve bazı Avrupa dillerine çevrildi.
İbn Meymun daha pek çok küçük metinler kaleme aldı. Bunlardan biri "Maamar Kidduş ha Şem ya da İggeret ha - Şemad" (Dinden Dönme Üzerine Mektup) adlı kitabıdır.
İbn Meymun halk sağlığı için yazdığı kılavuzunu Sultan el Efdal'a ithaf etti.
İbn Meymun'un mezarı Filistin'de Taberiye'dedir. Günümüzde Yahudiler ve Evanjelist Hıristiyanlar için dini bir ziyaret merkezidir.
Fransa'da aşırı muhafazakârlığı ile tanınan Montpellier hahamı Solomon İbn Meymun'un "Delaletü'l - Hairin" (Şaşırmışların Kılavuzu) adlı eserini yaktırmaya kalktıysa da muvaffak olamadı. Üstelik Yahudi filozofların en büyüğü olarak kabul edilmesinin yanında geleneksel Yahudi inancının temellerinden biri olarak "peygamber" muamelesi görmeye başladı. "On Üç İman Maddesi" geleneksel Yahudi ibadetinin temel metinleri arasına girdi.
Latinceye çevrilen felsefe eseri Orta Çağ'ın büyük skolastik yazarlarını etkiledi. Spinoza ve Leibniz bazı görüşlerini İbn Meymun'un kitaplarından esinlenerek geliştirdiler.
20. yüzyılda ise Alman Yahudisi - Amerikalı Siyaset felsefecisi Neo-conların temel dayanaklarından biri olan Leo Strauss (1899-1973) İbn Meymun'un görüşlerini DİN-FELSEFE-SİYASET temelinde Yahudi ırkının koruması ideolojisine dönüştürdü.
LEO STRAUSS
Din ve felsefe ilişkisi M.Ö IV. yüzyıldaki Antik Yunan'da "mitostan Logos'a geçiş" olarak adlandırıldığından beri, bir ucu ilahi olanı, diğer ucu ise insani olanı esas alan bir gerilim hattını oluşturur.
İnsan paganizmin Olimpos'lu tanrılarına karşı kendinde bir şeyler aramıştır. Felsefenin pagan tanrılara karşı ilk kurbanı Sokrates'tir. Sokrates sitenin (şehirdevlet) gençlerini tanrılara karşı ayartmakla suçlanmıştı.
Sokrates Zeus'un mağarasını felsefenin ışığı ile doldurmak istemişti. Pagan tanrıların ilahi yasaları tarafından yönetilen, yasaları tartışmanın yasak olduğu bir toplumda Sokrates gençlerle ilahi yasaları tartışmıştır.
Pagan Olimpos tanrıları insanların günlük hayatı ile ilgilenmezlerdi. Dolayısıyla pagan dinin toplumsal hayatın düzenleyici prensibi olmaması sebebiyle, Antik Yunan'da felsefe - pagan dinle açık bir çatışmaya girmemiş ve pratik - insani hayatla girdiği siyasi ilişki, onu toplum ve pagan dini nezdinde açık bir hedef olmaktan korumuştur.
Geleneksel ve pagan ilahi otoriteye karşıt olarak gerçekliğin tabii ve rasyonel açıklamasını talep eden felsefe antik dönemde müthiş bir saygınlık kazandı.
Felsefe M.S birinci yüzyıldan itibaren, Hıristiyanlığın "dünyevi" zaferiyle birlikte ilk kez mutlak güce sahip yaratıcı Tanrı'ya tabi olup onun ışığıyla donatılacaktır.
Felsefe, belki de Yahudiliğin sadece İsrailoğullarının dini olarak kalmasından dolayı vahiy ile karşılaşmamıştı. Ama Hıristiyanlığın zaferi ile birlikte, aklın ilahi hakikat karşısındaki yetersizliğini ilan eden vahiyle tanıştı.
Üstelik felsefe, Tanrı'nın göksel hâkimiyetinin - imparatorluğunun yeryüzündeki temcilsi olan ve insan hayatıyla ilgili son sözü söyleyen tanrısal ve mutlak bir güçle donatılmış kilise gibi dişli bir rakibe sahip olmuştu.
Hıristiyan Ortaçağ'ı boyunca Kilise, Tanrı'nın yeryüzündeki mutlak hâkimiyetinin tenkit edilemez, soru sorulamaz temsilcisi oldu.
Öyle ki özel alanı temsil eden İsa figürü bile kamu alanını temsil eden Kilise karşısında adeta geriledi. Kilise gücünü ve yetkisini vahiyden almaktaydı.
Bu hususu Dostoyevski ünlü romanı Karamazov Kardeşler'in "Büyük Engizisyoncu" bölümünde muhteşem bir şekilde anlatır.
Hıristiyanlığın patristik döneminde felsefeyi, dolayısıyla aklı bütünüyle reddetmek ve / veya kilisenin himayesine almak arasında farklı tavırlar sergileyen kilise babaları, kendisini Yahudi geleneğine bağlayan, ancak bu bağı ifade edecek biçimde "Yeni Ahit" olarak isimlendirdiği İncil'de; Eski Ahit - Tevrat'tan farklı olarak evrensel bir mesaja sahip olan ve merkezinde Baba Tanrı'nın oğlu Tanrı - insan İsa'nın şahsiyeti bulunan Hıristiyan dininin dramatik evren tasarımından hareketle ortaya çıkan bu yeni sosyo - kültürel gerçeklik karşısında felsefenin statüsü ne olacaktır?
Kilise babalarının bu bakış açısına göre, felsefenin yani aklın otonom bir alanının olamayacağıdır.
Hıristiyan dünyasında din ve felsefenin uyumunu iddia edenler filozoflar değil, teologlardır.
İslam dünyasında ise, İslam ve felsefenin uyumu iddia ve talebi İslam ilahiyatçılarına değil filozoflara aittir.
Albert Bayet: "Bir Tanrı'nın konuşmadığı, bir kilisenin prensiplerini belirtmediği alanlarda mümin kişi de düşüncesini rahatça geliştirebilir ama Göksel Esin (Tanrısal Vahiy) doğrularının eşiğine gelir gelmez eğilmek mecburiyetindedir." (A. Bayet, Dine Karşı Düşünce Tarihi, s. 6)
Hıristiyanlığın pagan Roma İmparatorluğu topraklarında kök salması, onun felsefe ile kolay kaynaşmasına vesile olmuştur.
Felsefenin dinle en şiddetli kavgası İslam dini ile karşılaştığında ortaya çıkar. Din olarak İslam felsefeye tamamen yabancı bir kültürün çocuğudur. İslam yalnızca kendinden önceki dinlerle hesaplaşmak gibi bir avantaja sahipti. Bu tarihi hakikatten dolayı İslam dünyasının felsefeyle tanışması oldukça geç bir tarih sayılan IX yüzyıl ortalarında gerçekleşmiştir.
Leo Strauss din - felsefe ilişkisinin İslam'daki farklı tezahürünün, kutsal öğretinin yorumlanma biçiminden kaynaklandığını ileri sürer.
Strauss'a göre, Müslümanlar için vahiy inançtan ziyade kanun karakteri taşır. Hıristiyanlıkla İslam ve Yahudilik arasındaki ilk ve en önemli fark işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Hıristiyan için kutsal öğreti vahyedilmiş teolojidir. Yahudi ve Müslüman için kutsal öğreti en azından öncelikle, ilahi Yasa'nın -Talmud ve Fıkıhın - hukuki yorumudur. (L. Strauss, Persecution and The Art of Writing, s. 18 -19)
Strauss diyor ki, kutsal metinler Hıristiyan için teoloji, Müslüman ve Yahudi için hukuktur.
Bir din, inanç öğeleri olmanın ötesinde ve esasen hukuki normlar olarak algılanıyorsa, bu o dinin, bu sebeple, bir toplum projesini hizmetine sokması anlamını taşır. Strauss'un deyimiyle Hıristiyanlıkta felsefe, resmi olarak kabul görmüş, kutsal öğretinin bütünleyici bir parçası haline gelmiştir. Ve pagan unsurlar taşır. Keza Yahudilik için de aynı husus söz konusu. İslam için aynı şeyi söylemek mümkün değildir.
Strauss felsefenin İslam ve Yahudi dünyasındaki statüsünün paralelliğine dikkat çekmesine rağmen, aslında İslam bu konuda Hıristiyanlıkla Yahudilik arasında bir noktada yer almaktadır.
Çünkü;
Hıristiyanlıkta felsefe kilisenin gözetimi altında meşruluğu resmen kabul edilmiş bir faaliyet alanıdır.
Yahudilikte de felsefe, öğreti olarak Yahudi İlahi Yasası ve felsefe arasında herhangi bir ilişki kurmak imkânı bulunmamaktadır. Yahudi dünyasında İlahi Yasa'nın felsefi bir meşrulaştırmasından çok, felsefenin hukuki olarak meşrulaştırılmasına ihtiyaç duyulmuştur.
Yahudilikte kutsal öğretiden anlaşılan öncelikle değil yalnızca ilahi yasadır.
Strauss'a göre, İslam Yahudilikten farklı, kelam biliminin İslam'da sahip olduğu konumdan kaynaklanmaktadır. Kelam ilmi, yani teoloji; İslam'da fıkıhtan sonraki en önemli ilimdir.
Nitekim Ralph Lerner ve Muhsin Mahdi de bu hususta Leo Strauss'la aynı görüşü paylaşırlar.
Yine bu ikili ve Zerrin Kurtoğlu'na göre Hıristiyan toplum ilahi bir kanun tarafından değil, kutsal bir öğreti tarafından tesis edilmiştir.
"Hıristiyanlık Eski Ahit'i iptal ederek başlar ve onu Yeni Ahitle, İNAYET YASASIYLA değiştirir. Bu yeni yasa "Pentateuch"un (Tevrat'ın, Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye'den oluşan ilk beş kitabı - RKK) olduğu manada kapsayıcı değildir. O, integral bir parçası olarak insanların vatandaşlar olarak özel ve kamusal hayatlarını düzenlemeyi içermez. Yeni Ahit'te hiçbir cezai yasa yoktur. Yeni Ahit, Sezar'ın sivil ve kamusal kanunlarının yerine geçmekten ziyade, onları tamamlayan inançları salık verir. Sezar'ın kanunu bağımsız olarak gelişir ve önce olduğu gibi, insanların siyasi ve sosyal hayatlarını düzenlemeye devam eder. (R. Lerner and M. Mahdi, Medieval Political Philosophy, Introduction, s. 12)
Hıristiyanlıkta üstün bilim teolojidir. Hıristiyan vahyinin İlahi Kanun olarak yorumu IV. yüzyıla denk gelmektedir. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunun devlet dini olarak kabul edildiği, dolayısıyla kutsal öğretinin İlahi Kanun formunda siyasi iktidara taşındığı dördüncü yüzyıla kadar, Hıristiyanlar, kendilerini, siyasal bir toplum olarak değil, ahlaki bir topluluk olarak tanımlamışlardır.
İslam'ı Yahudilik ve Hıristiyanlıktan ayıran en önemli unsurlardan biri, İslam'ın çok hızlı ve erken siyasi başarısı, gerçekleşmiş bir sosyal düzen projesi olmasıdır.
Yahudi toplumu da dini ve dünyevi her şeyi kuşatan vahyedilmiş bir kanun tarafından tesis edilir.
Kendisi de 20. yüzyılın en önemli bir siyaset filozofu olan Strauss için, İslam filozoflarının "pagan hocalardan" devraldıkları yalnızca felsefe değil aynı zamanda bir felsefe yapma tarzıdır. "İslam filozoflarının kendilerine verdikleri adın 'Yunan tarzında felsefe yapanlar' anlamına gelen felasife olduğunu biliyoruz." (Z. Kurtoğlu, İslam Düşüncesinin Siyasal Ufku, s. 41)
Strauss'a göre, Yunan tarzında felsefe, ezoterik felsefeden, ezoterik yazma sanatından başka bir şey değildir.
Strauss, "ezoterik yazma sanatı, filozofun teolojik - siyasal problem nedeniyle, felsefe yaparken kullandığı özel, meslekten olmayanlara kapalı bir söylem türüdür" diyor.
Hemen belirtelim, Yeni Dünya Düzeni ideologlarının dayandığı ideolojik alt yapı Endülüslü Meymanides - Strauss çizgisinin Din - Felsefe - Siyaset teorisidir. Bu bağlamda Strauss'un "Persecution and The Art of Writing" adlı eseri ile "What is the Political Philosophy" Türk siyaset yapıcıları, planlayıcıları tarafından mutlaka okunmalıdır.
Yukarıda zikrettiğimiz "Political Philosophy"de, toplumun devamı için, felsefenin küçük bir azınlığın himayesinde kalması gerektiğine, ezoterik yazma tarzının da işte bu nedenle mecburi olduğuna işaret eden Strauss, ezoterik öğreti, filozofların konulara, dolayısıyla topluma saygısızlık etmeksizin, hakikati ifşa etmelerini mümkün kılar diyor.
Ezoterik öğretinin yalnızca çok dikkatli, iyi eğitilmiş okuyucular tarafından keşfedilebileceğini söyleyen Strauss, tam da bu sebeple, felsefenin, bir de herkes tarafından anlaşılabilecek, böylece toplum huzuruna çıkabilecek bir görünümünün daha olması gerektiğini belirtmektedir. İşte felsefenin ezoterik görünümü de "felsefi olmayan hayata, insani, siyasal hayata en yakın branşı olan siyasal felsefe olacaktır."
Kısaca, Strauss'a göre, felsefenin halka dönük olan ezoterik yüzü siyasal felsefeden başka bir şey değildir.
"Ezoterik öğretiye felsefeyi korumak için ihtiyaç duyulur. O, felsefenin kendisi içinde, siyasal topluma görünür hale geldiği formdur. Felsefenin siyasal görünüşüdür. Siyasal felsefedir. (L. Strauss, Persecution and The Art of Writing, s. 18)
Bir başka filozof Shodia B. Drury, "The Political Ideas of Leo Strauss" adlı ve 1998 yılında yayımlanan çalışmasında "ezoterizmin asıl fonksyionu toplumun devamının sağlanmasıdır. Öncelikle, toplumun devamı için ezoterik öğreti gereklidir" görüşünü savunuyor. Drury'e göre "felsefenin ortaya koyacağı hakikat toplum için hiç de faydalı olmayacaktır. Felsefenin hakikati ne olursa olsun, toplumların varlıklarını sürdürebilmesi için mitlere, geleneklere, değer ve inançlara v.b. ihtiyaç vardır. Felsefenin hakikati toplumların bu temel taşlarının yerine geçmeyeceğine göre, onu aleni ilan etmenin toplum nezdinde zaten bir önemi olmayacaktır."
Drury'nin ifadesiyle, "hakikat öldürücüdür". Çünkü gizli tutulmadığında, felsefi hakikat toplumun temellerini sarsarak onu yok etme tehdidi taşımaktadır. Ezoterizm hakikate sahip bir avuç insandır." Felsefi hakikati toplum için öldürücü hale getiren, toplumun kendisinden beslendiği iki temel, olmazsa olmaz dayanağın din ve moralite olmasıdır.
Gerçekten de Strauss için, "ezoterik öğreti antiklerin gizli bilgeliği"dir. Ve Strauss için, din ve kaynağını, ilahi kökene sahip olduğuna inanılan yasada bulan, dolayısıyla din ile aynı kulvarda yer alan moralite toplumun iki kurucu öğesini teşkil etmektedir.
Drury, Strauss'un kendisinin de bir ezoterik yazma sanatı ustası olduğunu belirttikten sonra, ezoterik yazmanın felsefenin tabiatına ve onun dünya ile ilişkisine dair özel bir kavrayışı içermediğine, dolayısıyla Strauss'un anladığı şekliyle antiklerin bilgeliğini tamamladığına, onların felsefelerinin zorunlu bir parçasını teşkil ettiğini, aksi taktirde, yirminci yüzyılda, Kuzey Amerika'da yazan Strauss'un, hangi kovuşturmadan korkarak ezoterik stilde yazdığını açıklamanın mümkün olamayacağına dikkati çeker.
"Hayran olduğu antik filozoflar gibi, Strauss da bir sosyal sorumluluk duygusundan ve nezaketinden dolayı kendi görüşlerini gizlemek mecburiyetinde kaldı. O felsefi hakikatin, yalnızca bütün zamanlar için beğenilmeyen bir şey olmadığına, aynı zamanda siyasal hayat için de tehlikeli olduğuna inandı. Bu sebeple filozofun görevi bu hakikati halkın görüşünden gizli tutmaktır." (S. B. Drury, The Esoteric Philosophy of Leo Strauss, Political Theory, s. 316, V: 13, N: 3, 1985)
Siyasal felsefenin yönetim türleri ve en ideal yönetimle ilgilenmesi bile dinin siyasal felsefenin konusu olmasının yeterli açıklamasını verecektir diyor Zerrin Kurtoğlu.
"Dinin hukuki yorumu onun siyasal yorumunu da beraberinde getirir." Siyasal felsefe, siyasal şeyler hakkında kanıların yerine onların hakiki bilgisini geçirme gayretidir. Bu bağlamda siyasal felsefe siyasal teolojiye başvurur. Strauss'a göre, siyasal teoloji ilahi bir vahiyde temellendirilen siyasal öğretilere ilişkin bir araştırmadır. (L. Strauss, What is Political Philosophy, s. 13)
Ve Leo Strauss "The Rebirth of Classical Political Philosophy" adlı eserinde şu görüşü öne sürüyor: "Dinle ilgili felsefi disiplin, din felsefesi değil, siyasal felsefe veya siyasal bilimdir." (s. 223)
Strauss'a göre, en iyi rejim, konusunu filozofun yorumladığı istek nesnesidir. (L. Strauss, Natural Right and History, s. 139) "Tabiatı gereği haklı olan şeyin veya adaletin ne olduğuna dair soru, tam cevabını en iyi rejimin gerçekleşmesinde bulur. ( L. Strauss, a.g.e, s. 144)
"İnsan için neyin iyi olduğuna ya da tabi insani iyinin ne olduğunu belirtmek için, insanın tabiatının ya da insanın tabi yapısının ne olduğu belirlenmelidir. Klasiklerin anladığı şekliyle, tabi hukuk için temel sağlayan, insanın tabi yapısının hiyeraşik yapısıdır." (L. Strauss, a.g.e, s. 127) "Klasikler moral ve siyaseti, insan mükemmelliğinin ışığıyla gördükleri için, eşitlikçi değildirler. Onlara göre bazı insanlar tabiatları gereği diğerlerine üstündürler ve bu nedenle tabiata uygun olarak diğerlerini yönetirler." (L. Strauss, a.g.e, s. 134 - 135)
Din - Felsefe - Siyaset, Yeni Dünya Düzeni ideologları tarafından ezoterik bir formattan geçirilerek okunuyor. Teolog tarafından "BİR"liğine iman edilen Tanrı ilga edilerek, ezoterizmin "BİR"in de aranıyor. Böylelikle ezoterik, senkretik bir siyasal teolojinin kapısı aralanıyor. Bu noktada akıldan hareket ederek kendi siyasal felsefesini oluşturan filozofun yolu, toplum nezdinde hiçbir zaman sahneyi terk etmeyen, bazen siyasi, bazen ahlaki, bazen hukuki dekorlarla ama hep sahnede olan din ile siyaset arasında kurulan ilişkide kesişiyor.
"Kutsalın toplumla ilişkisi, felsefenin zaman zaman sahneyi terk etmesine neden olsa da, din ve felsefe arasındaki çatışmanın en görünür hale geldiği alan siyasettir. Dinin dinsel kategoriler dışında okunabildiği tek alan olan siyasal alan, felsefeyi de kucaklamakta. Siyasi alanda, farklı gerekçelerle de olsa, ikisi de ister istemez somut insani hayat üzerine benzer yöntemlerle konuşmaktadır." (Zerrin Kurtoğlu, a.g.e, s. 286)
Yeni Dünya Düzeni adına ortaya sürülen "DİN" ilahi değil. Yahudilik - Hıristiyanlık ve Müslümanlığın senkretik hale dönüştürülerek ezoterik "BİR"de kısmen masonik, kısmen "new age", kısmen sufilik olarak herkesin "aradığını" bulmasını sağlamaktır. Hadisenin bu boyutu TOPLUM içindir.
Yeni Dünya Düzeni'nin "FELSEFE" boyutu "seçilmiş klan"ın inisiyeleri tarafından bilinebilen bilgeliği gerektirmektedir. Tabii olarak da sadece "üstün insanları" ilgilendirir.
Yeni Dünya Düzeni'nin "SİYASİ" boyutu, hedefe varmada ihtiyaç duyulan ekonomik hedefleri, ikna edilmesi gereken güç merkezlerini - Ordu, gizli servis, akademisyen, iş dünyası ve medya gibi - ilgilendiren, günün şartlarına uygun olarak tedavüle sürülen projelerdir.
Leo Strauss şöyle der: "Bazen toplumları yönlendirmek için onları şok edecek olaylara ihtiyaç vardır; eğer bunlar kendiliğinden oluşmuyorsa gayenize hizmet edecek şok olayları kendiniz yaratırsınız."
Bu bağlamda Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) siyasi anlamda, 23 İslam ülkesini "demokratikleştirme" - Afganistan ve Irak'ın demokratikleştirildiği gibi - felsefi manada "Tek Dünya Krallığı", dini anlamda Türkiye ve hinterlandında ezoterik bir "Yeni din haritası" çizmedir.
11 Eylül 2001'de İkiz Kuleler ve Pentagon'a "saldırılar" BİRİNCİ "zayıf ihtimaller üzerinden küresel şok"tur. İnsanlığın "GÜVENLİK İHTİYACI"nı yıkmıştır. İKİNCİsi, 14 Eylül 2008'de Wall Street'te "patlayan" ve hızla dünyaya yayılan küresel mali-ekonomik krizdir. İnsanlığın "BARINMA VE BESLENME İHTİYACI"nı yerle bir etmek üzeredir.
Öyleyse Türkler ve insanlık ÜÇÜNCÜ "zayıf ihtimaller üzerinden küresel şok"a hazırlıklı olmalıdır. Bu şokun Türkiye'yi ilgilendiren bölümünü merak edenler için bir "kurgu" kitap ekindeki CD'yi seyretmelerini tavsiye edeceğim. Şener Çelik Berkman, Kontratak, April Yayıncılık, 0312 - 4185709.