10 Temmuz 2018

CENNET VE CEHENNEM TASVİRLERİ MECAZİDİR (MÜTEŞABİHTİR) \ AHMET BAYDAR



CENNET VE CEHENNEM TASVİRLERİ MECAZİDİR 
(MÜTEŞABİHTİR) \AHMET BAYDAR 

MUHKEM AYETLER VE MÜTEŞABİHLER 
 MUHKEM AYETLER (Kesin hükümlü ayetler) 
 MÜTEŞABİHLER (Benzeşenler-Mecazlar) 
 Al-i İmran suresi, 7-“Sana kitabı indiren O’dur. 
Ondandır muhkem ayetler -ki onlar kitabın anasıdır- ve diğerleri müteşâbihlerdir 
(BENZEŞENLER-MECAZLAR). 

Şu var ki, kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne aramak ve tevilini aramak için ondan müteşabih olanları izlerler. 
Ve bilemez tevilini Allah’tan başkası ve ilimde derinleşenler derler ki; 
“Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır. 
”Ancak akıl sahipleri düşünebilirler.” 

 İkinci Hayat (AHİRET: CENNET-CEHENNEM) Konusunda Benzeşenler

İnsanın bilgi edinmesi için iki alan vardır. 

Birincisi ‘Şehadet’ alanıdır. 
Biz burayı müşahede eder, işitir, görür dokunur ve kavrayabiliriz. 
Böylece muhkem bilgiler elde ederiz. Bu bilgilerden, evrensel yasalara dayanan Fiziksel bilimler doğar. 

Bilgi edinilebilecek
 ikinci alan ise, +metafizik olan ‘Gayb’dır.
 Fakat duyu organlarımız bu alanı kavramakta yetersiz kalır. 
Her iki terim de şu ayette kullanılmıştır; “O, görülen (şehadet)i de görülmeyen (gayb)ı da bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır.”[1] 

Burada önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekmektedir. Gayb; sadece “Görülmeyen” demek değildir. Aynı zamanda ‘Şu anda hazırda bulunmayan’ demektir. Bu nedenle, o anda hazırda bulunmayan kimsenin onu üzecek biçimde anılmasına ‘Gıybet’ denmektedir. Kelime bazen, bilinenin mukabili olarak da kullanılır. 

Kur’an’da daha çok insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan hakikati nitelemek için kullanılmıştır. Oysa sadece görülmeyen niteliğindeki bir şey, şehadet alanında bulunan, fakat duyularımızdan uzak kalan yahut zihnimizde gelecek biçiminde algılanan eşya, haber ve hadiseler olabilir. Bunlar bilinebilirlik açısından gayba benzer. 

Fakat mutlak bilinmez değildir. 
Meselâ çocuk, annesine misafir geldiğini duymuştur. 
O bir misafirin geldiğini muhkem olarak bilmektedir. 
Ancak tanımadığı için misafirin kimliği ve ne zaman döneceği ona gayb gibidir. 

Fakat bunları her an bilme imkânı olduğundan tam bir gayb da değildir. 
İşte şehadet alanında bulunup da, gayba benzeyen bu tür haber ve olayları gayb dışında bir isimle adlandırmamız gerekmektedir. 

Hiç bilinemeyecek olana Kur’an’da ‘el-Gayb’ denmektedir. 
Biz bundan hareketle; zamanla bilinebilir olana aynı kökten bir kelimeyle ‘Gâib’ diyebiliriz. Böylece mutlak gayb ile şu anda bize gayb gelen şeyi birbirinden ayırmış oluruz. Meselâ Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek bizim için mutlak anlamda bir gaybdır. 

Çünkü onun zamanını sadece Allah bilir; “Saat’in bilgisi ancak Allah’a mahsustur.”[2] “Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem.”[3] “Size söylenen şey yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyacaktır, bilmem. 

Gaybı bilen O’dur.”[4] Fakat yağmurun ne zaman, nereye ve ne kadar yağacağını takdir eden bilgi mutlak gayb olsa da, onun yağacağı yer, zaman ve miktarı bilmek gayb değil gâibdir. 

Çünkü bulutların cinsi, yoğunluğu ve rüzgârın seyri gibi emareler, onun zamanını ve yerini bize haber vermektedir. 

Nitekim yukarıdaki ayet, kıyametin zamanını bilmeyi Allah’a tahsis ettikten sonra şöyle devam eder; “Yağmuru indirir, rahimlerde bulunanı bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. 

Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.” Allah, sadece bunları değil, her şeyi bilir. Ama hiç kimsenin bilemeyeceği, sâdece Allah’ın bileceği başka şeyler de vardır. Bu ayette vurgulanan şudur. Yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemeyen kimse, kıyametin saatini nasıl bilsin?

 Fakat yağmurun ne zaman yağacağı, ana rahminde ne olduğu, ne zaman şiddetli bir depremin olacağı mutlak gayb ile sınırlanmamıştır. Bunlar sadece bilemeyene gâibdir. İlk ikisinin şu anda bilim adamları için gâib olmaktan çıktığını da biliyoruz. 

İkinci hayata (ahrete) gelince. 
O mutlak anlamda bir gaybdır. 
Doğal olarak oradaki nimet ve azabın mahiyet de insan için gayb kalacaktır. Fakat din koyucusu, kulların iman ve inkârına karşılık onlara vereceği nimet ve azabın niteliklerini anlatacaktır. 

Bu anlatış da elbette muhataplarının diline yani onların nimet ve azap kültürlerine uygun düşmesi gerekir. Aksi takdirde, sözün ruhlara bir etkisi olamaz. Kur’an’ın ilk seslenişi, döneminin büyük bir kentinde, köleleri ve hizmetçileri bulunan zengin bir halka olmuştur. 

Bu halkın yoksulları genelde ona uymuşlar, zenginleri karşı koymuşlardır. Bu nedenle, Kur’an vaat ettiği nimetleri doğal olarak o yoksulların hoşlanacağı, kendisiyle tehdit ettiği azabı da o şımarık zenginlerin kaygılanıp korkacağı niteliklerle anlatmıştır. 

 Onların nankör zenginlerinin en nefret ettiği şey şüphesiz sıcaklıktır. Kur’an da, onların yaptıkları kötülüklere karşılık onların hiç istemediği bir şeyden, ateşten söz eder. Fukaranın hasret kaldığı şey de yeşillikler arasında ferah bir ortamdır. 

Kur’an da, o yoksulların iyiliklerinin karşılığını, onların özlemini duyduğu bahçelerle tasvir eder. Şimdi eğer biz, günlerinin çoğunu kar ve buz üzerinde geçiren zalimleri ateşle tehdit etsek yahut hayatı zaten bağ ve bahçelerde geçen iyilere bahçeler vaat etsek, Kur’an’ın aldığı neticeyi almayabiliriz. 

Yani, üzerinde durulan coğrafya Arabistan, uyarılan toplum Arap, aralarından seçilen elçi Arap, onlara cehennemi ve cenneti tanıtan da Arapça bir Kur’an’dır. Buradan şu noktaya ulaşmamamız zor olmasa gerektir. 

Kur’an’ın kendi dilini Arapça ile sınırlaması, aynı zamanda o günkü Arap kültürüyle de sınırlandırması anlamına gelir. Yani Arapça Kur’an, aynı zamanda gününün Arap kültürüyle konuşan Kur’an demektir. 

 Bu durumda, yukarıdaki üç paragraftan şunlar anlaşılırsa yanlış olmayacaktır. Mutlak gayb alanını anlamak için iki benzetmeye ihtiyaç olacaktır. Birincisi gaybdan haber vermedeki zorluktandır. 

Bu zorluk, haber verilen yerle o haberi alanın saha ayrılığından kaynaklanır. Bu nedenle Kur’an ikinci hayattaki meyveleri bu hayattaki meyvelere benzetir. “İnananlar ve yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele. Onlara bir ürün rızk olarak verildiğinde, “Bu daha önce de bahşedilenin aynısıymış” derler. 

Bunlar, müteşabih olarak sunulmuştur.”[5] Benzetme gereğinin ikincisi, verilen haberin, zihinlerde algılanış biçimindendir. Bu haberi veren toplumla, alan toplumun kültür farkı bu gereği artırır.

 Ayetlerde cennet; huzur verici gölgeler, tarifsiz güzellikte eşler, üzüm, nar, hurma, kuş eti, girift ağaçlar, zencebîl, kâfûr, misk, ipekler, atlaslar, kanepeler, divanlar, yastıklar, dolaşıp hizmet eden sürekli aynı yaşta, güzel kız ve oğlanların bulunduğu, içinden ırmaklar akan bahçeler şeklinde tasvir edilir. 

 İnananlara; ağzı mühürlü bir testiden, gümüşten sırça kadehlerde, içine kâfur ve zencefil karıştırılmış tertemiz, güzel kokulu bir şarap sunulur. Zencefil, güzel kokusuyla içkiye lezzet katan bir baharattır. 

Kâfûr soğukluk, zencefîl ısı verir. İçildikten sonra ağızda misk kokusu bırakır. İçenleri sarhoş edip salyalarını akıtmaz. Öyle bir iki kadeh içmekle tükenecek gibi de değildir. 

Çünkü Tesnim ve Selsebîl denen bir pınardan beslenir. Tesnim, Allah’a yaklaştırılanların içki pınarıdır. Selsebîl ise içimi gayet lezzetli, tatlı, boğazdan çok rahat geçen bir içkidir. Altın ve gümüş kaplara konulmuş leziz yemekleri ve temiz içkileri dolaştıranlar, ihtiyarlamazlar, tazelikleri bozulmaz. Ölümsüz gençlerdir onlar. 

Etrafa saçılmış inci taneleri gibidirler. İnci taneleri düz yerde dağınık olursa ışığı birbirine vurduğu için güzel bir görünüm verir. O kadar güzeldirler. Onlar süreklidirler.[6] Nankörlüğe karşılık olarak verilecek cehennem için de tasvirler yapar Kur’an. Özellikle ateş bunların başında gelir. 

Düşünün ki şımarık bir zengin; kavurucu bir sıcakta çölde kalmış. Açlık gidermeyen dikenli otlardan başka bir yiyeceği yok. Şiddetli bir susuzluk içinde, fakat kaynamış ve kirlenmiş içeceklerden başka içeceği de yok. Yaşamanın ve ölmenin bulunmadığı bir çaresizlik ortamında. 

 “Cehennem bir gözetleme yeri olmuştur. Azgınlar için bir barınak. Devirlerce kalacaklardır içinde. Ne bir serinlik tadacaklar ne de bir içecek. Sadece; kaynar ve atık bir su”[7] Şimdi cennet ve cehennemle ilgili şu tasvirler bize bir şeyler hatırlatıyor. 

Çünkü bu kavramlara yabancı değiliz. İşte inananlara verilen cennet nimetleri, bu hayatta tanıdığımız nimetlere böyle benzer. Nankörlere verilecek karşılık da bu ilk hayattaki mahrumiyetlere benzer. 

Fakat aynen böyle midir? Buna rahatlıkla hayır diyebiliriz. Gerçekte bunlardan çok farklı olmalıdır zira iki hayatın oluşu birbirinden farklıdır. Orada zaman algısı bildiğimizden farklıdır; “Göklerle yer genişliğindeki cennet”[8] “Sakınanlara vaat olunan cennetin meseli şöyledir: Orada bozulmayan sudan ırmaklar, tadı bozulmayan sütten nehirler, içenlere lezzet sunan bir şaraptan nehirler, süzme bir baldan oluşan nehirler var.”[9] 

 Bu hayatta; tadı bozulmayan su ve lezzeti bozulmayan süt bulunur mu? Süzme baldan bir nehir nasıl olur? Ayrıca, herkes sütü ve balı sevmeyebilir de. 

Şarap, hiç tatmamış kimseye de lezzetli gelir mi? Bu nedenle cennette bunların da ne işi var diyen çıkabilir. Bu son ayetlerden anlıyoruz ki cennet ve cehennem tasvirleri muhkem değildir. 

Çünkü cennet ve cehennem sadece vaad ve vaidden ibaret değildir. 
Zaten ayette bunların bir ‘Mesel’ olduğu söylenmektedir. 
Nitekim bu sayılanları ödül ve ceza olarak algılayışlar da farklıdır. 
Bunlar kalplerinde hastalık olanların hastalığını artırabilir. 
(Ahmet Baydar, Muhkem ve Müteşabih)
 ——————————————— 
 [1] Haşr, 59/22. [2] Lokman, 31/34. [3] Enâm, 6/50. [4] Cin, 72/25-26. [5] Bakara, 2/25. [6] Kur’an’ın sürekli anlamında kullandığı kelime ‘Huld’dur. Uzun zaman kalıcı olmaya da ‘Hulûd’ denilir. Kelime, hem uzun zaman için, hem de sonsuzluk için kullanılır. Yaşlandığı halde saçları ağarmayan, dişleri dökülmeyen kimseye de ‘Muhlid’ denir. [7] Nebe’, 78/21-25. [8] Âl-i İmrân, 3/133. [9] Muhammed, 47/1 5

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...