YANLIŞLAR - DOĞRULAR
Bazı kitaplarda gördüğümüz
Yanlışlar-doğrular
Her sorunumuz için deriz ki: “Kitap getir, kitap ne diyor, kitapta var mı?” Böyle demede haklıyız. Çünkü, ölçümüz kitap, dayanağımız kitap! Önemle belirtmek lâzım ki, kitaptan kastımız Allah’tan gelen kitap, yani Kur’an, sünnet ve bunu esas alan, yani vahyi esas alan kitap! Yahut deneylerle doğruluğu kanıtlanmış olan veriler!.. Vahyin dışındaki görüşler, yani insanın kendi aklının ürünü olan görüşler doğru olabilir, yanlış olabilir. Bu durumda, söyleyen kişinin, iddiasını kanıtlaması için beşer kaynaklı kitaplarda yer almış olması yeterli değildir. Hakk’ın kitabına dayanması, veya aklen doğruluğu ispat edilmiş olması, yani kanıtı/burhanı olması lâzım! Bu konu, Allah’ın kitabında zaman zaman bize hatırlatılmaktadır:
“De ki: “Eğer doğru sözlü iseniz, hadi getirin burhanınızı/kanıtınızı” (Bakara: 111) Bu anlamda daha birçok ayetler vardır. (Bak: Enbiya: 24, Neml: 64, Kasas: 75) Yazık ki, bu konuda Allah’ın emrine uymayı ihmal eden ve bu yüzden çok zarar-ziyan görenler, çok perişan olanlar olmuştur. Telafisi kolay olmayan kayıplara maruz kalanlar olmuştur. Tevrat adına konuşanlar olmuş, delil yok, İncil adına konuşanlar olmuş, delil getiren yok, Kur’an adına konuşanlar olmuş delil getiren yok.. Mesnetsiz, delilsiz iddialara inananlar olmuş, bu mesnetsiz sözleri “din” sananlar olmuş ve bu yüzden hak yoldan sapanlar olmuş, yolunu şaşıran kitleler olmuş!...
Kitapta vardır
Diyen olur ki: “Kitapta vardır” Evet, kitapta vardır ama hangi kitapta vardır? Kitapta olan her şeyin doğru olacağını sanmak yanlıştır. Anlaşılan bunlar kitapta olan her sözün doğru olacağını sanıyorlar. Kitaplarda yanlışın asla yer alamayacağını vehmediyorlar. Öyle bir “Amentü” okumuşlar ki, “Ve kütübihi” derken kitap haline getirilmiş olan bütün kâğıtlara, bütün “zübürlere” iman etmiş olduklarını ifade etmekteler. Halbuki “kütübihi” deki zamir, Allah’a racidir. Allah’tan gelen kitap demektir. Müminin tereddütsüz inandığı kitap, Allah’tan gelmiş olan kitaptır. İnsanın yazdığı veya yazabileceği kitap değildir. İnsan düşüncesinin ürünü olan kitap değildir ve yazılmış olan her kitap da değildir. Bu konuda tartıştığımız insanlar olmuştur: “Müslümanların yazdığı kitapta yanlış olmaz” hükmünü basanlar olmuştur. Bunu iddia edenlere derim ki: Bazı Alevi kardeşlerimizin yazdıkları kitaplarda, üç halife için “hain” denmektedir. Haricilerden Hz. Ali için “kâfir” diyenler olmuştur. Bu yazarların hepsi de “Ben Müslüman’ım” demektedir. Alevilerin bu sözleri kitapta var, haricilerin sözleri de kendi yazdıkları kitaplarda var! Bütün bu iddiaları “kitapta var” diye doğru sayabilir miyiz?
Unutmamak lâzım ki, insanlardan doğru konuşanlar olduğu gibi, yanlış konuşanlar da vardır, yalan söylemeyenler olduğu gibi, yalan söyleyenler de vardır. Haliyle insanların yazmış olduğu kitaplarda da doğrular,
yanlışlar, gerçekler, yalanlar olacaktır. Onun için bir sözün kitaba geçmiş olması yeterli değildir, doğru olması, delile (burhana) dayanması, aklen veya naklen kanıtlanmış olması gerek!.
Yanlış söyleyenler, yanlış yazanlar olduğu gibi, doğru sözlere yanlış katanlar, doğru kitaplara yanlışları ilave edenler de çok görülür. Bazı tefsir kitaplarına Yahudi söylencelerin katılmış olduğu bilinmektedir. Bu konuda çok araştırma kitapları kaleme alınmıştır. Bu kitaplardan biri de Sayın Dr. Abdullah Aydemir’in yazdığı ve Diyanetin yayınladığı 330 Sahifelik “Tefsirde İsrailiyyât” adlı kitaptır. Yazarı ve Diyaneti kutlarız.
En büyük yanlış
Yanlış 1- “Keyfî yorum”
Keyfî yorum yanlıştır, bu, öyle bir yanlıştır ki, birçok yanlışa uygun vasat hazırlar. Bu yanlış, âdeta yanlışların anasıdır. Çünkü birçok yanlışlara müsait ortam oluşturur. Çok yanlışlar üretmeye, üretilen yanlışlara mazeret oluşturur, daha birçok yanlışlara neden olur. “Ayetin mecazî anlamı böyledir” diye bahane bulunur. “Zahirî-batınî” sistemi devreye sokulur. Küfür, iman gibi, şirk de ihlas gibi gösterilir. Kabahat, marifet görünümünde olur. Ayetin açık ve sarih anlamıyla hiç ilgisi olmayan, hatta mefhum yakınlığı bulunmayan iddialar ortaya atılır. Yapılan işin kılıfı hazırdır, denir ki: “Bu âyetin mecazi anlamıdır, yahut Batınî anlamıdır” Bunlar, fitne arayıcılarıdır, Allah’ın kitabında hiç yeri olmayan, hatta Kitaba ters düşen bir mefhumu Kitaba mal etmeye çalışırlar. O kadar ki, “Ben Allah’ım” diyenin sözünde bile bir ince hikmet, bir derin mana, bir gizli nükte arayanlar olur, neticede yığınla hikmetler bulduklarını söyleyenler olur “Bu söz, şu demektir, bu demektir” diyenler olur. “Ben Allah’ım” sözünü bile tevil edenler olur, doğru bulanlar olur, bu söze sahiplenenler olur. Böylesi sözü söyleyene de “evliyalık” payesi verenler olur, “şehitlik” gömleğini giydirmeye çalışanlar olur.
Böylesi söze itiraz edene de “incelikten, derin hikmetten” anlamaz, kabukta kalmış, içe nüfuz edememiş, işin özünden habersiz, cahil adam yaftasını uygun görenler olur. Bu iddiacılara bir tek sözümüz vardır, deriz ki:
Siz “Lailahe illallah” gerçeğine inanıyor musunuz, inanmıyor musunuz? Kanaatimce “inanıyoruz” diyecekler. O zaman da deriz ki, “Hak tecezzi kabul etmez, hak birdir, birdir, birdir, tek bir tanedir. Birbirine zıt olan iki hak olamaz. Siz şaşırdınız mı, delirdiniz mi? “Ben Allah’ım” sözünü nasıl doğru buluyorsunuz? Hem lailahe illallah gerçeğine inandığınızı söylersiniz, hem de “Ben Allah’ım” diyeni doğrularsınız. Kaldı ki, böyle diyen biçare, Şer’î mercilerin yargıladığı, ittifakla yanlış yolda bulduğu, kendisine tövbe teklif ettiği, bu teklifin kabul görmediği bir meczuptur. Böylesini evliya gösterme uğruna “Tevhit gerçeğini” feda ediyorsunuz, nasıl feda ediyorsunuz?
Bütün ak ve mümin vicdanlara da bir sözümüz vardır, deriz ki:
Açık konuşmak lâzım, sözü eveleyip gevelemeye, zikzak çizmeye gerek yok.. Din oyuncak değildir, din hafifliğe alınmamalıdır. Bir insanın “Ben Allah’ım” demesi şirk değil mi, değil mi? İnkâr mı, değil mi, küfür mü, değil mi? Bunun mecazisi, kinayesi nedir? Allah’ın bütün peygamberleri, İslâm mücahitleri hep tevhit uğrunda mücadele vermediler mi, bunun için savaşmadılar mı, bunun için seve seve ölüme gitmediler mi? Tevhit gerçeği gayet açık, net arı-duru bir gerçek değil mi, gayet net bir muhkem değil mi? “Ben Allah’ım sözü, müteşabihata da girmez. Bu sözün ne olduğu gayet açıktır. Kaldı ki, Rabbimiz, muhkem dururken müteşabihlere takılmayı yasaklıyor, şöyle buyuruyor:
“Sana kitabı indiren O’dur. O’nun (Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. İşte kalbinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun teviline yeltenmek için müteşabih âyetlere yapışıp onlarla uğraşır, dururlar. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise, “ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır” derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlar” (Ali İmran: 7)
Tekrar etmiş olalım ki, “Allah olduğunu” iddia edenin muhkem veya müteşabih ayetlerlerden hiçbiriyle en ufak bir ilgisi olamaz. Daha önce Firavun, “Ben sizin en büyük Rabbinizim” (Naziat: 24) demiş, suda boğuluncaya kadar Hz. Musa ile kavga etmeye devam etmişti. Firavun’un akıbeti malum: Kur’an bu akıbeti bize haber veriyor: “Allah onu (Firavn’ı) herkese ibret olması için dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı” (Naziat: 25) diyor.
Enteresandır ki, Firavun hakkında ilahî hüküm bu kadar açık ve net iken bazı fitne arayıcıları, Firavun’un Musa’dan üstün bir evliya olduğunu, bu bakımdan Musa’nın bu ince hikmeti kavrayamadığını söylemişler, Firavundan beter inatlarına, Kitabın muhkem olan hükümlerine ters düşmelerine devam etmişler, Kur’an’ın açık beyanına muhalif, hatta inkârcı duruma düşmüşlerdir. Allah’ın dinini, Allah’ın kitabını oyuncak haline getirmişler, Yüce kitabı, istedikleri yöne çekmekten, keyfi olarak tefsir ve tevil etmekten çekinmemişlerdir! Bu durumda, diyebiliriz ki, şu hususlar her Müslüman’ın dikkatinden kaçmamalıdır:
a) Allah’ın kitabı, “Kitab-ı Mübin” dir. Beyan eden, açıklayan kitaptır.
b) Anlaşılmayan kitap değildir, anlaşılabilen kitaptır, bilmece, bulmaca lüğaz kitabı değildir..
c) Açık ve muhkem hükümlerin tersini ifade edecek bir gizli mefhum aranmamalıdır.
d) Muhkem olan ayetleri mecaza çekmek, Allah’ın dinine, kitabına saygısızlıktır.
e) Müteşabih olan ayetleri de keyfi olarak yorumlamak, nefsanîliğin istediği manaya çekmek yanlıştır
f) Cifr yoluyla anlamlar çıkarmak tamamen yersiz, mesnetsizdir, din dışıdır, İslâm dışıdır.
g) Kâhinlik Kitaba aykırı düşen bir yanlıştır, Büyük günahlardandır.
h) Bazı ayetleri kâhinliğe malzeme yapmak Allah’ın kitabına hainlik etmektir
Tefsirlerden:
Tefsirlerde Yanlışlar-doğrular
Gerçek o ki, Allah’ın kitabında asla yanlış olmaz. Allah yanılmaktan, yanlış yapmaktan münezzehtir. Kur’an da Allah’ın sözüdür. Elbette onda da yanlış olmaz. Bu kitabın beyanına sadık kalan tefsirlerde de yanlış olmaz. Ancak bazı insanların kitaba sadık kalmadan yaptıkları yorumlarda yanlış olabilir. Bazı tefsirler, yazık ki, Yahudi uydurmalarına da yer vermişlerdir. Bu Yahudi uydurmalarına “İsrailiyyât” denir.
İsrâiliyyât İsrail menşeli, İsrail kökenli, Yahudi kaynaklı demektir. Yahudi bilginleri, değişik konularda birçok görüş ileri sürmüşler, birçok söylenceler üretmişler, birçok kıssalar anlatmışlar, yerli-yersiz birçok yorumlar yapmışlardır. Din hakkında gerekli bilgiyle mücehhez olmayan bazı Müslümanlar da bunlara inanmış, bunların anlattıkları kıssaları din sanmışlardır. Yazık ki, bu Yahudi kökenli kişilerin kıssaları, yorumları bazı tefsirlerde de yer almıştır.
Bu gereksiz yorumların birçoğunun, Peygamber (as) devrinde İhtida edip Müslüman olduğunu söyleyen Kâbü’l Ahbar, Vehep bn. Münebbih gibi bazı Yahudi kökenli kişiler tarafından üretilmiş olduğu söylenmektedir Kendi ürettiğini onlara mal eden işgüzarlar da olabilir. Bazı rivayet silsilelerinin güvenilir kişilere kadar götürülmesi insanı aldatmamalıdır. Allah’ın kitabına Allah’ın Elçisine iftira edebilen biri, Ashaptan birine iftira edemeyecek mi? Bu hileye isimleri en çok karıştırılan Sahabîler şunlardır: Abdullah bn. Abbas, Ebu Hureyre, Abdullah bn. Amr bn As, Abdullah bn. Selam, Temim Darî! Bunlar, Ashap arasında âlim olarak tanınmış halkın güvenini kazanmış takva sahibi, faziletli kişilerdi. Bu yüzden düzmece işini yapanlar, ürettiklerini bunlardan birine dayandırma kurnazlığı yapmış olabilirler. Çoğu Yahudi kaynaklı bu uydurmalar, yeterli din kültürü alma imkânı bulamayan bir kısım saf Müslümanlar tarafından kabul, hatta destek görmüş, zamanla bu yorumlar bazı tefsircilere de malzeme olmuştur. İşte tefsir kitaplarında yer alan bazı yanlışlar:
Yanlış 2- “On sekiz bin âlem”
Allah’ın kelâmı açık ve nettir. Bunun anlamını iyi düşünelim. Bir de yapılan yorumları düşünelim. Görürüz ki birçoğunda hiç münasebet yoktur. İşte ayetin meâli: “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’adır” Fatiha Suresinin ikinci ayetinin meâli böyledir. Ayette, “âlem” kelimesinin çoğulu olan “âlemler” geçmekte, ancak âlemlerin sayısı belirtilmemektedir. Âlemlerin sayısı hakkında Kur’an’da sarahat olmadığı gibi, bu anlamda bir Hadis olduğu da kanıtlanmış değildir. Buna rağmen, âlemlerin sayısı hakkında çok söz edenler olmuştur:
a) İbni Ebi Hatim’e göre, bin âlem vardır, bunların altı yüzü denizde, dört yüzü de karadadır.
b) Veheb bn. Münebbih’e göre, on sekiz bin âlem vardır.
c) Mukatil’e göre seksen bin âlem vardır. (İbni Kesir: 1/44) Açıklanan bu rakamların ayetin ifadesiyle ne ilgisi olabilir? Ve de mesnedi olmadığı halde, “tefsir diye” Allah’ın kitabına ilaveler yapmak yanlıştır.
Yanlış 3- “Yedi kat yer, bir öküzün boynuzları üzerinde, öküz de balığın üzerindedir”
Bu iddia yanlıştır. Çok yaygın bir söylencedir. Hiçbir ayet veya sahih hadiste yer almaz. Ayetin dediği şudur: “Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O’nundur” (Taha: 6) Bu mealde daha birçok ayetler vardır. Bu ayetlerin hiç birinde, “yer kürenin öküzün boynuzları üzerinde olduğu” ifadesi var mı?. Bu anlam, sıhhatli hadislerin de hiç birinde yer almaz. Buna rağmen, Kur’an’ı tefsir adına hayal âleminde üretilen söylencelere bazı Kur’an tefsirlerinde yer verenler olmuştur. 1960’lardan önce ülkemizde bundan bahsetmeyen, birbirine anlatmayan yok gibiydi.
Yanlış 4- “Şeytan Hz. Süleyman’ın suretine girdi”
Bu iddia yanlıştır. Yazık ki, bazı tefsirlerde yer almış, uzun bir hikâyedir. Hikâyeyi, Nesâî, Taberî ve İbni Hatim’in İbni Abbas’tan rivayet ettikleri iddia edilmektedir. Diyen olur ki: “İbni Abbas yanlış tefsir eder mi?” Ben de derim ki: “ Evet, İbn. Abbas yanlış tefsir etmez, ancak Allah’a, Peygamber’e iftira eden, uydurduğu sözü Allah’a rahatlıkla atfeden İbni Abbas’a iftira etmekten mi kaçınır?”
Bu rivayete göre Hz. Süleyman (as), bir gün helaya gideceği zaman yüzüğünü (mührünü) hanımlarından biri olan Cerade’ye teslim eder. Derhal şeytan Hz. Süleyman’ın kılığına girer, gelir, mührü ister ve alır, Hz. Süleyman dönüp Cerade’den yüzüğünü isteyince Cerade: “Yüzüğü Süleyman’a verdim” der. “Yahu Süleyman benim” derse de hanımı inanmaz, kendisini kovar, yalancılıkla, sahtekârlıkla itham eder. Saray muhafızları da şeytanı Süleyman, Hz. Süleyman’ı da sahtekâr sanırlar. Hz. Süleyman’ı kovarlar, Süleyman durumu kime anlatırsa da herkes kendisini yalancılıkla itham eder, kılığına girmiş olan şeytanı gerçek Süleyman sanır, hatta çocuklar Hz. Süleyman’la alay adar, O’nu taşa tutarlar. Süleyman’ın kılığına girmiş olan şeytan ise O’nun tahtına çıkar, memleketi yönetmeye başlar, iş bununla da kalmaz, Süleyman sanılan bu şeytan, Hz. Süleyman’ın hanımlarına da sahiplenir. Gerçek Süleyman ise, ortada kalır. Hiçbir yerde kabul görmez, çünkü yüzük yoktur. Hz. Süleyman günlük yiyeceğini kazanabilmek için deniz kenarında bir balıkçının yanında hamal olarak çalışır. Yüzük bir daha “Süleyman’ın eline geçmesin” diye şeytan yüzüğü denize atar, bir balık yüzüğü yutar, bu balık da avlanır, diğer balıklarla beraber bir adama satılır, Adam, bu balıkları evine taşımak için hamal Süleyman’a verir. Süleyman bunları adamın evine götürür, ücret olarak adam Süleyman’a bir balık verir, Süleyman balığı temizlerken karnını yarar, içinde yüzüğü görür, derhal parmağına takar, hemen varır, tahtına oturur, eski ihtişamına kavuşur. Hikâye devam eder. Hepsini yazmaya gerek yoktur.
Sad Suresinin otuzdan kırka kadar on ayeti, Süleyman’dan bahsetmektedir. Allah(ın kitabında bu nikâye yoktur. Hikâye, bu ayetlerin açıklaması, tefsiri olarak sunulmaktadır. Ayetlerle bu hikâyenin arasında bir münasebet kurulabilir mi? Bu ne biçim tefsir, ne biçim ayet açıklaması? Açıklama mı, tahrif mi?
Yanlış 5- “Unuk oğlu Avc 3333 zira boyundaydı”
Bu iddia yanlıştır. Bununla tefsirle hiçbir ilgisi yoktur. Hz. Nuh (as)ın tufanını anlatan ayetlerin açıklamasında anlatılmaktadır. Bu söylenceye göre: “Adı, Avc bn. Ununk olan ve Hz. Nuh’un davetini kabul etmeyen bu inkârcıyı Hz. Nuh gemiye almaz. Tufan suları, hatta okyanuslar adamın diz kapağına ancak ulaşır. Adam Nuh ve gemiyle alay eder. Yiyecek bulmakta da zorluk çekmez. Eğilir okyanusların sularında balık yakalar, kolları o kadar uzun ki, güneşin yakınına kavuşur, balıkları güneşe uzatır, derhal balıklar pişer, adam pişirdiği balıkları bol bol yer. Ömrü de boyu gibi uzundur. Hz. Musa (as) zamanına kadar yaşar”
Hz. Huh’tan, Hz. Nuh’un tufandan bahseden birçok ayetler vardır. Bu hikâyenin muhtevasına uyumlu düşecek bir tek ayet var mı? İşte Nuh’tan ve tufandan bahseden ayetlerin meâli:
“Andolusn ki, Nuh’u kavmine gönderdik. “Ey kamim! Dedi, Allah’a kulluk edin. O’ndan başka ilahınız yoktur. Hala sakınmaz mısınız? Kavminin içinden kâfir olan kodamanlar şöyle dedi: “Bu adam sizin gibi bir insandan başka şey değil, size üstünlük taslamak istiyor. Eğer Allah dileseydi, melekler indirirdi. Biz ilk atalarımız arasında böyle bir şey duymadık. O, cinnet getirmiş bir adamdan başkası değildir. Belli bir süreye kadar göz altında tutun onu.. Nuh şöyle yakardı: “Rabbim! Beni yalanlamaları karşısında bana yardım et! Bunun üzerine, biz Nuh’a şöyle vahiy ettik: “Gözlerimizin önünde ve vahyimize uygun olarak gemiyi yap. Emrimiz gelip tandır kaynayınca her cinsten eşler halinde iki çifti gemiye al. İçlerinden haklarında daha önce hüküm verilmiş olanları dışarıda bırak. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma. Onlar kesinlikle boğulacaklardır Sen, yanındakilerle birlikte geminin üzerine çıktığında şöyle de: “Zalimler topluluğundan bizi kurtaran Allah’a hamd olsun. Şunu da söyle: “Rabbim, beni bereketli bir yere indir. Sen konuk ağırlayanların en hayırlısısın”. (Müminûn: 23-29) Nuh (as) ve tufan olayı Kur’an’da böyle anlatılır. Hud Suresinde Nuh ve tufan olayı daha da ayrıntılı olarak geçer. (Bak Hud: 25-49) Allah’ın kitabında böyle anlatılan ayetleri, tefsir ederken bazı müfessirler, ne ilaveler yapıyor, ne hikâyeler anlatıyor! Bu ayetlerde ve Kitabın hiçbir yerinde adı geçmeyen Unuk oğlu Avc” diye bir insan azmanı hayal ediliyor ve tefsir olarak takdim ediliyor, Allah bu oyuna razı olur mu? Bu nasıl tefsir, bu ne biçim yorum! Bu hikâyelerin, söylencelerin âyetle ne alakası olabilir?
Yanlış 6- “Garp denizi: “Üzerimdeki insanları boğacağım” dedi”
Bu iddia da yanlıştır. İddiaya göre, Allah şark deryası ve garp deryasıyla ayrı ayrı konuştu. Garp deryasına dedi ki: “Ben kullarımdan bir kısmını sana yükleyeceğim. Onlara ne yapmayı düşünüyorsun?” Garp denizi şöyle dedi: “Ben onları boğacağım” Şark denizine aynı soruyu sordu. Şark denizi, “Ben onları şefkatle taşıyacağım” dedi. Allah, şark denizini deniz avlarıyla ve süslerle mükâfatlandırdı. (İbn Kesir: 4/187)
Denizler hakkında birçok ayetler vardır. Anlatılan bu hikâyenin bu ayetlerle ne ilgisi olabilir?
Yanlış 7- “Ruh, bir melektir ki, 70.000 yüzü, her yüzünde 70.000 ağzı, her ağzında 70.000 dili, her dilinde de 70.000 lûgatı vardır” Bu söz, Hz. Ali’ye mal edilmektedir. Süheyli’nin başka bir iddiasına göre: “Ruh, bir melektir ki, 100.000 başı, her başında 100.000 yüzü, her yüzünde 100.000 ağzı, her ağzında 100.000 dili vardır”
Bu iddia da yanlıştır. Kur’an’ın ruh hakkında verdiği bilgiyle uyumlu olamaz. Bu uydurmaları Hz. Ali’ye mal etmek de yanlıştır, Hz. Ali, Ashabın en âlimlerindendir. O’nun böyle söylencelerle geçecek vakti yoktur.
Tabaranî’nin beyanına göre, İbni Abbas da ruhu şöyle anlatmıştır: “Allah’ın ruh adında bir meleği vardır ki, yedi kat yer ve yedi kat gök tabakalarını bir lokmada yutabilir” Hikâyeler böyle diyor, amma Kur’an ne diyor? Kur’an, ruh hakkında şu bilgiyi veriyor: “Sana ruh hakkında sorarlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir. Ve size (ruh konusunda) ilimden sadece az bir şey verilmiştir” (İsra: 85) Kur’an böyle diyor. Şüphesiz İbni Abbas da Kur’an’ın dediğini diyecek. Kur’an’a iftira eden, İbni Abbas’a iftira etmekten sakınacak mı? Anlatılan bu hikâyeler, ayet ile uyumlu olabilir mi? Hatta ayete aykırı düşmüyor mu?
Yanlış 8- “Sokağa çıkan kadınlar şeytan askeridir”
Bu söz yanlıştır. İslâm, yaşanacak dindir. Aklı muhatap edinen dindir. Bir kadının hiç sokağa çıkmaması, sokağa çıkmadan yaşaması düşünülür mü? Hayat gerçeklerine uygun düşer mi? Dünyada böyle bir ülke var mı? Sahabi kadınlar hep evlerinde oturmaya hükümlüler miydi? Onlar hiç dışarı çıkmadılar mı? Savaşa gitmediler mi? Peygamber (as)ın meclisine, derslerine devam etmediler mi? Örnek kişiliğe sahip Hz. Aişe (ra) deveye binip ordunun başında, barışı sağlamak için ta Küfe’ye kadar gitmedi mi? Ticaretle uğraşan, savaşa çıkan,, savaşlarda kahramanlıklar gösteren hesapsız kadınlar yok mu? en çok hadis dersi verenlerden biri de Hz. Aişe değil mi? Evinin kuytu bir köşesinde ömrünü geçirmiş olsaydı, insanlar bu hadisleri kimden öğrenebileceklerdi?...
Gel gör ki, din adına benzer iddialar ortaya atılmıştır. Birçok Müslüman’ın evinde görmeye alıştığımız “Müzekkin Nüfus” adlı kitaba bakın. Bu kitapta şöyle denmektedir: “Şeytan dedi ki, “Ya Rabbi! Bana asker lâzımdır” Hak Teâlâ buyurdu ki: “Sokaklarda gezen kadınlar senin askerin olsun” (Müzekkin Nüfus: 285) Kur’an, kadını aşağılamaz, onun hakkını elinden almaz. Onu evinde hapsetmez. Çalışmaktan, üretime katkıda bulunmaktan alıkoymaz. Kur’anın birçok ayetlerinde kadın konusuna yer verilir, Kur’an’ın en uzun surelerinden birinin adı, “Nisa: Kadınlar Suresi”dir. (Nisa: 20-21)
Bu gün yeryüzünde sayıları bir milyara yaklaşan kadın nüfus vardır. Bunların evlerinden hiç dışarı çıkmayacağını düşünmek bile ne kadar şaşırtıcıdır! Müzekkin Nüfus’a göre evlerinden çıktılar mı, şeytan askeri oluverirler. Onun için hiç çıkmamaları gerek. Bu iddialar Kur’an’la, İslâm’la uyumlu sayılabilir mi?
Yanlış 9- “Allah dedi ki: “Emrimi tutmayan, namaz kılmayan şeytanın eşeğidir”
Bu söz yanlıştır. Allah’ın sözü Kur’an’dır. Bu anlamda Kur’an’da bir ayet var mı, bu anlamda bir Kutsi Hadis var mı? Olmadığına göre bunları Allah’a mal etmek doğru olur mu? Yazık ki böyle kaba tabirleri benimseyen, bunları dinden sayan bir kesim olmuştur. Şüphesiz namaz, İslâm’ın temel Farzlarındandır. İslâm’ın beş esasından biri sayılmıştır. “Müslüman’ım” diyen her insan, namaz kılmakla mükelleftir. Namaz kılmayan, en büyük günahlardan birini yapmış olur. Namaz kılmayan uyarılır, namazın önemi kendisine anlatılır. Ancak namaz kılmayanı aşağılamak, hakaret etmek gerekmez. Özellikle “şeytanın eşeği” gibi kaba ifadeler kullanmak asla tasvip edilmez. İslâm’ın tebliğ esasına uygun düşmez. Yazık ki bu münasebetsiz sözleri din sayanlar olmuştur. Dini kitap sanılan bazı eserlerde yer almıştır. Şu ifadenin kabalığına bakın: “Şeytan dedi ki: “Ya Rabbi! Bana binmek için eşek gerek” Hak Teâlâ buyurdu ki: “Emrimi tutmayan ve namaz kılmayanlar senin eşeğin olsunlar” (Müzekkin Nüfus: 283) Bu kitabı “dini kitap” sayanlar vardır, bu kitaptan dinini öğrenmek isteyenler vardır. Kitabın ihtiva ettiği söze bakın. Bu söz, Kur’an’la eşdeğerde sayılıyor. Çükü Allah’a mal ediliyor, kaynak da gösterilmiyor. Çünkü kaynaklarda böyle bir beyan yoktur.
Yanlış 10- “Yahya için 95 bin adam öldürdüm…”
Bu söz yanlıştır. İddianın tamamı şöyledir: “Allah Taalâ Muhammed’e (s.a.v): “Ben Zekeriya oğlu Yahya için doksan beş bin kişi öldürdüm. Senin kızın oğlu Hüseyin için bunun iki mislini öldüreceğim” diye vahiy etti” (İrfan sofraları, Niyazi-Mısri. Çeviren Süleyman Ateş:)
Bu iddia yanlıştır, Allah’a ve O’nun dinine iftiradır. Allah’ın dinine kitabına aykırıdır. Haksız yere bir adamı öldüren katil, hak ettiği cezayı görür. Katilin akrabaları, yakınları, hemşerileri, dostları, vatandaşları da mı öldürülür? Maktul şayet Hüseyin olsa o zaman suçlu-suçsuz demeden binlerce, on binlerce insanı öldürmek mi lâzım? Sıradan bir insan öldürülünce yalnız katil cezalandırılır da maktul, hayatı pek değerli olan biri olursa, o zaman on binlerce insanı öldürmek mi icap eder? Bu hangi akla, mantığa, hukuka uygun düşer? Mutlak Âdil olan Allah’ın adaletine sığar mı? Allah’ın kitabı ne diyor? İşte Kitabın hükmü: “Haklı bir sebep olmadıkça, Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir insan haksızlıkla öldürülürse, onun velisine yetki verdik. Ancak veli de kısasta ileri gitmesin (Çok adam öldürmesin)” (İsra: 33)
Görüldüğü gibi, kısasta ifrata varıp fazla adam öldürmeyi Allah yasaklamıştır. On binlerce insanı haksız yere öldürmek ne büyük cinayet, ne büyük zulüm olur! böyle bir zulmü Allah’a isnat etmek ise tüyler ürpertici bir hata olmaz mı?.Azamet ve celal sahibi Allah’ı her türlü zulümden tenzih ederiz.
Yazık ki, hiçbir akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği bu saçmalık yüz yıllarca ümmet için kahri çekilmez bir mihnet kaynağı olmuş, yüz binlerin başına bela olmuştur. Kerbela olayını nice despot zalimler, ihtiraslarına dayanak yapmışlar, her fırsatta “Hüseyin’in intikamı” parolasıyla ayaklanmışlar, binlerce, on binlerce kelle devşirmişler. Memleketi kan gölüne çevirmişler. Kerbelâ olayına hiç karışmayan, hatta bu olaydan yıllarca sonra doğmuş olan veya Kerbela olayını hiç duymamış olan nice masum insanlardan da suçlananlar olmuş, hatta kafası kesilenler olmuş, İsra Suresinin 33. cü ayeti göz ardı edilmiştir. Bu güne kadar “Hüseyin’in intikamı” bahanesiyle katledilen masum insanların sayısını ancak Allah bilir. Yazık ki hala kana, katliamlara doymayanlar, özellikle her Muharrem ayında “mukaddes” saydıkları kini tazelemek isteyenler vardır.
Yanlış 11- “Tebbet Suresini çok okumak iyi değildir”
Bu söz yanlıştır. Bilgisizlik ve cahillik eseridir. Surede Peygamber (as)ın amcası suçlandığı için Sureyi okumak, Peygamber’e saygısızlık sanılmıştır, böyle algılayanlar olmuştur. “Bir kişi namazda çok olurmuş, Peygamberimiz rüyasında: “Beni rahatsız ediyorsun” demiş…” gibi hikâye uyduran olmuştur. Bu bakımdan Sure’nin az okunması veya hiç okunmaması önerilmiştir.
Bu yakıştırma, yersiz bir sanıdır, bilgisizliğe dayalı bir hayaldir.
Tebbet Sure’sini okumak, asla yanlış değildir, Peygamber (as)a saygısızlık da değildir. Tebbet suresi, Allah’ın kitabının 114 suresinden biridir. O da Allah kelamıdır, o da Kur’an’dır. Tebbet Suresini beğenmemek, Kur’an’ın tamamını beğenmemek olur.
Bilindiği gibi, Rahmet Peygamberinin en azılı düşmanlarından biri, amcası olan Ebu Lehep idi. Ebu Lehep olayında alacağımız çok önemli mesajlar vardır, bu olay gösterdi ki:
a) “Soy gayreti” tutarsızdır. (Aziz Peygamber’e, O’nun bütün ehli beytine selam olsun)
b) Peygamber (as)ın en yakın akrabası da inkârcı olabilir. İşte Ebu Lehep!
c) Allah’ın dininde ayrıcalık, yoktur.
d) Allah’ın dininde torpil-iltimas yoktur.
e) Hz. Muhammed (as), Allah’ın Elçisidir, kral değildir.
f) Hz. Muhammed (as) hanedanlık kurmadı. Sonsuza dek soyundan gelenlerin, torunlarının yöneteceği bir devlet kurmadı. Benden sonra “Benim çocuklarım sizi yönetsin” demedi.
g) Peygamber (as)ın soyundan bir ehven, hatta bir inkârcı gelebilir. Hatta çocuklarından da! Hz. Nuh (as) peygamberdi, oğlu inkârcı değil miydi? İlave edelim ki, Hz. Muhammed (as)ın bütün çocukları müslümandı. Hepsine selam olsun. Ancak akrabalarından inkârcı da vardı.
İşte canlı bir örnek ve işte canlı bir kanıt! İşte Ebu Lehep olayı!
Ebu Lehep, Peygamber (as)ın da mensup olduğu “Haşim oğulları” soyundandı, Bu soy, bütün memlekette izzet ve faziletiyle ün kazanmıştı. Ancak bu soydan Ebu Lehep gibisi de vardı. Ebu Lehep, Allah Elçisinin amcasıydı. Bununla beraber Peygamber’e, İslâm’a, tevhit inancına şiddetle karşı çıkmadı mı? Ebu Leheb’in. Allah Elçisinin davetini dinlemeye tahammülü bile yoktu. İlk dinlediğinde, Peygamber’i taşa tutmuş, O’na hakaret etmiş, aşağılamak istemiş, “Tebben lek: Kahr olasın” demiş, “Sen bizi bunun için mi çağırdın?” diye susturmuş, amansız düşmanlığı göstermiştir.
Ebu Lehep, böyle karşı çıkmakla kalmamış, Peygamber (as)ın yolu üzerine karısı ile beraber dikenler serpmiş, bu suretle ona ve ashabına eziyet etmek istemiş, aziz daveti sabote etmiş, ömrü boyunca, bütün gücüyle bu aziz davete karşı koymuştur. Olay üzerine bu Sure nazil olmuş, dünya-âleme bir “ders-i hikmet” verilmiş, soyculuk belasına karşı uyarıda bulunulmuş, bir soylu olan saldırgan suçlanmış, şiddetle takbih edilmiş ve Âlemlerin Rabbi şöyle buyurmuştur:
“Ebû Leheb’in iki eli kurusun, zaten kurudu ya!
Ne malı kurtardı onu, ne de kazandığı.
O, yakında alevli bir ateşe yaslanacaktır, Karısı da öyle.
Odun hamalı olarak. Boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde”
Görüldüğü gibi, Peygamber (as)ın amcası olduğu halde, Ebu Lehep İslâm’ın amansız düşmanlarındandı. Putçuların başını çekmekteydi. O’nun İslâm düşmanı olduğu, cehennemlik olduğu Kur’an’la sabittir. O’nu suçlayan Allah’tır, Allah’ın Elçisidir. Bu Sure’yi okuyan milyarlarca Müslümanlardır. Sure okundukça Ebu Lehep takbih edilecektir, kıyamete kadar bu takbih devam edecektir. Mensup olduğu şerefli soyun ona sağlayacağı hiçbir fayda olmayacaktır. Sure’yi okumanın Peygamber’e saygısızlık olduğunu sanmak yanlıştır. Böyle yanlış bir varsayım, Allah’a, Resûlüne ve bu Sure’yi okuyan bütün müminlere saygısızlık olur. “Peygamber (as)ın soyundan” diye bir kâfirin küfrünü hoş görmek mi lâzım? Kişi ehven ise, soyu ne kadar izzetli olursa olsun kendisine bir faydası mı olacaktır?
Bu mübarek Sure’yi okumanın hiçbir sakıncası yoktur, sevabı vardır, bunun verdiği mesajı anlamanın da çok büyük erdemi vardır. Bunda alınacak fazilet dersleri vardır. Sure’yi okumamanın, özellikle insanlığa sunduğu mesajı anlamamanın sakıncası çoktur. Çünkü “soyculuk” anlayışı, insanlığın en büyük sorunlarından biridir. En büyük belalardan biridir. İnsanlık bunun çok kahrını çekmiş, çok zararını görmüş, çok perişan olmuştur. Bu yüzden sayısız savaşlar çıkmış, vuruşmalar, boğazlaşmalar eksik olmamıştır. Sayısız insan ölmüş, oluk oluk kan dökülmüştür. Soyculuğun ne denli bela olduğunu kavramayan bir akıl, bir vicdan düşünülemez, amma kimse bu belayı önleye bilecek bir çare bulamamıştır. Ancak İslâm, bu müzmin marazı tedavi edebilmiş, bu zalim akıma en kahhar darbeyi indirebilmiştir. Yazık ki, çok geçmeden bu maraz yeniden tepmiş, bu azgın canavar yeniden hortlamıştır. Bazen haklı bir görünüme bürünmüş, “Ali Muhammed” gibi izzetli bir sloganı kullanmıştır. Zaman olmuş ki bu slogan, İslâm dünyasını sarmış, ardı arkası gelmeyen bölünmeler, cepheleşmeler, düşmanlıklar, vuruşmalar yeniden başlamıştır. Suçlu-suçsuz demeden yüz binlerce insanın kanı akmıştır. İnsanlar “Tebbet Suresinin” verdiği mesajı anlayabilselerdi bu kahirler, bu çileler olmayacaktı.
Yanlış 12- “Kitabu fîhi ma fîhi…”
“Fihi ma fihi” Kitabının takdimindeki bu sözler yanlıştır. Arapça olan bu mısraların Türkçesi şöyle: “Fîhi ma Fîhi kitabı, kadri yüce olan muhtevaya sahiptir. Kim bu kitaptakileri beğenmezse, köpeğin bevli/idrarı onun ağzına olsun” Bu dizelerin Mevlana’ya ait olmadığı açıktır. Mevlana gibi edebi önde tuttuğunu söyleyen birinin bu gibi mısraları söylemesi de beklenemez. Edep okyanusundan bir katre olsun nasibi olan bir insanın bu seviyeye düşmüş olması mümkün değildir.
Edepten nasibi olan hiçbir âlim, “Benim kitabım, benim sözüm tenkit edilmez” hükmünü veremez. Allah’tan vahiy aldığı halde Peygamberimiz, şahsi görüşleri konusunda tenkit kapısını kapamış değildir. Arkadaşlarına düşüncelerini özgürce ifade etme imkânını vermişti.
Benim her sözüm, her düşüncem doğrudur, kimse itiraz edemez” iddiası, Müslüman’ın benimseyeceği bir iddia değildir, Müslüman’ın yolu değildir, ancak diktatörlerin, despotların yoludur.
Yanlış 13- “Veliler Allah’ın çocuklarıdır”
Bu söz yanlıştır. Allah’a çocuk isnat etmek olur. Bu ise yanlıştır. Kur’an’ın açık beyanına aykırıdır. Kur’an, Allah’ı şöyle tanıtır:
“De ki: O, Allah birdir. Allah Sameddir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir”(İhlas Suresi) Mekke müşrikleri, “Melekler Allah’ın kızlarıdır” derler, Hıristiyanlar, “İsa Allah’ın oğludur” derler. Yahudiler, Uzeyir, “Allah’ın oğludur” derler. Bazı çılgınlar, “Evliya etfal-ı Hakkand ey püser: Veliler Allah’ın çocuklarıdır” derler. Bu tür yanlış yakıştırmaları Allah şiddetle reddediyor. Kur’an şöyle diyor:
“Onlar, “Rahman çocuk edindi” dediler.
Hakikaten siz pek çirkin bir şey ortaya attınız.
Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp dağılacaktır.
Rahman’a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden” ((Meryem: 88-91)
Allah’ın kitabına açıkça ters düşen bir sözü, tevil ederek, başka anlamlara çekerek meşrulaştırmaya çalışmak doğru değildir. Bilindiği gibi, ruhbanlar, kardinallar da “Allah üçün üçüncüsüdür” derken çok yorumlar, çok teviller yapmaktalar. Onlar tevillerine devam ede dursunlar, onlar hakkında Allah’ın hükmü açıktır: Allah’ın kitabı şöyle der:
“Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler kâfir olmuşlardır. Bir tek ilahtan başka ilah yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap vardır” (Maide: 73)
Görüldüğü gibi, ayetlerin anlamı açıktır, konu ise iman ve tevhit konusudur. En ciddi konudur. Mecaza çekmenin, tahrif ve tevil etmenin anlamı yoktur. Veliler, Allah’ın çocuklarıdır” sözü, bu ayetle ile uyumlu olabilir mi? Allah’a sığınırız.
Yanlış 14-- “Burası, âşıkların Kâbe’sidir”
Bu söz yanlıştır. Bir türbenin giriş kapısında iki manzum mısra olarak yazılmıştır. Tamamının dilimize tercümesi şöyledir: “Bu makam, âşıkların Kâbe’sidir, kim eksik olarak bu makama gelecek olsa çıkarken eksiksiz olarak, kemal sahibi olarak çıkar” Bu söz doğru olabilir mi? Bu söz, Allah’ın dininden, kitabından, Allah’ın Elçisinden onay alabilir mi? Bir türbe nasıl Kâbe sayılır, Bir mezara karşı nasıl secde edilir? Hangi türbedir ki, ondan içeri girenin bütün günahları affa uğrasın, tertemiz ve kemal sahibi olarak çıksın? Tevhit dini olan İslâm’dan, İslâm kültüründen en ufak bir nasibi olan insan, böyle bir iddiayı nasıl benimser? Allah’ın dinini kabul edenler, Kâbe’yi kıble tanırlar, Kâbe’ye doğru ibadet ederler. Bu yöneliş, Kâbe’nin taşına, harcına değildir. Sadece Hakk’ın emrine uymak içindir. Bir yatırın mezarına doğru secde etmek de niçin? Bunu emreden, bunu bizden isteyen bir hüküm var mı? Olmadığı halde, yatıra saygı için onun mezarı Kâbe edinilirse o yatır ilahlaştırılmış olmaz mı?
Enteresandır ki, bu konularda halka uyarıda bulunan mert uyarıcılar çok görülmüştür. Ancak bunlar toplum tarafından iyi karşılanmamışlar, hatta uyarıda bulunan kişi baskıya uğramış, suçlanmıştır. Çünkü geniş bir menfaatçi kesim vardır. Türbenin kapısına asılan ve şirk içeren bu sapıklığa itiraz etmeyi “Evliyaya saygısızlık” gibi algılarlar. Uyarıcıyı halktan tecrit ederler, uyarıları etkisiz hale getirirler.
Bilindiği gibi, Kâbe bir tanedir. İslâm’ı kabul etmiş olan bütün müminlerin kıblesidir. Kâbe’ye doğru namaz kılınır, secde edilir. Hiçbir mezara doğru secde etmenin yolu yoktur. Âlemlere rahmet olan Peygamber (as)ın türbesine doğru bile secde edilmez, hiçbir türbe Kâbe yerine konamaz.
Yanlış 15- “Bunlar, Allah’ın kudretine sığmaz mı?”
Bu söz de doğru değildir. Allah’ın kuvvet ve kudreti sınırsızdır. Allah’ın her şeye gücü yeter. Allah her şeye kadirdir. Allah’ın kitabı bu gerçeği açık ve net olarak birçok ayette ifade etmektedir. “…Bilmez misin Allah her şeye kadirdir” (Bakara: 106) “…Muhakkak Allah her şeye kadirdir” (Bakara: 109) Ve daha bir çok âyetler: (Bak: Bakara: 20-148-159-284- Ali İmran: 26-29-165-189- Maide: 17-19-40-120- En’am: 17) Bu ifade, Kur’an’ın birçok ayetinde tekrarlanmaktadır. Şüphesiz ki Allah, her dilediğini yapar, her dilediğini yapmaya muktedirdir. Hiç kimseye hesap verecek durumda değildir. Hiçbir yaratık Allah’ı sorgulayacak yetkiye sahip değildir. Allah’ın irade ve tasarrufu konusunda da kimse Allah’a yön gösterici olamaz. Ancak Allah’ın kudret ve iradesi, dilemesi, yaratması, “Sünnetullah” çerçevesinde tecelli eder. Sünnetüllüh’ta tebdil tağyir ve tahrif olamaz. (Bak: İsra: 77-Ahzab: 62-Fatır: 43) Allah’ın her şeye gücü yeter amma, koyduğu hükümlere aykırı bir uygulamayı dilemez. Her şeye gücü yeter, ancak müminleri cehenneme, kâfirleri cennete göndermez. Çünkü sünnetüllüh’a aykırıdır. Bir insanın yanlışlarını “Allah’ın kudretine” fatura etmeye yeltenmesi, Allah’a saygısızlıktır.
Hadis konusunda yanlışlar-doğrular
Hadis, Allah Resûlü’nün prensiplerine, irşadına, seçmiş olduğu yola ve özellikle sözlerine denir. O’nun hiçbir sözü zayıf değildir, hiçbir sözü gereksiz değildir. Hiçbir sözü yanlış değildir. Allah’ın kitabı şöyle buyurur: “Andolsun inip çıktığı zaman yıldıza ki, arkadaşınız ne saptı, ne de azdı. O, keyfi olarak konuşmaz. Kendisine indirilmiş bir vahiyden başkası değildir konuştukları” (Necm: 1-4) Evet, rahmet peygamberi, Allah’ın emin elçisidir. Din konusunda, Allah’tan geleni ancak söylemiştir. Söylediği zayıf değildir, ancak O söylemişse, yani gerçekten hadis ise asla zayıf değildir, şüpheli, şaibeli değildir. Ancak ve yazık ki O’na iftira edenler, O’nun demediğini “dedi” diye ortaya çıkanlar çok olmuştur. Zamanla bu kampanya büyümüş, binlerce, belki on binlerce söz, hadis diye piyasaya sürülmüştür
Peygamberimiz (as) hayatta iken çok az görülen uydurma hadisler, zamanla çoğaldıkça çoğalmış, memleketi adeta istila etmiştir. Hemen belirtelim ki, hadis uyduranların bir kısmı iyi niyetliydi. Bir kısmı bozguncu ve menfaatçiydi. En büyük tahribatı da mezhepçilik yapanlar yapmıştır. İyi niyetli olanlar, nafile ibadetlere teşvik etmek, günahlardan sakındırmak için (terğıp-terhip için) hadis uyduruyorlar, karşılığında sevap bile bekliyorlardı. Hadis uydurmanın büyük vebal olduğundan gaflet ediyorlardı. Bozguncu ve çıkarcıların zaten günaha aldırdıkları yoktu, onlar şahsi menfaatleri uğruna, düşman edindiklerini yenmek uğruna günaha girmeye razı idiler. Mezhep gayretinin bu işte büyük rolü vardı. Ali’yi aşırı öven, nebîlere, resûllere eşit sayan ölçüsüzler vardı. Şüphesiz, Ali’yi, hatta diğer Sahabileri, öven sahih hadisler vardır, ancak İslâm’ın getirdiği ölçülere ters düşen mübalağaların yeri olamaz. Ali’yi ilahlaştırmak isteyenler olduğu gibi, Ali’yi aşırı kötüleyen, hatta kâfir sayanlar da vardı. Muaviye’yi öven, Ali’den üstün sayanler vardı. Buna mukabil Muaviye’yi cehenneme gönderen, görüldüğü yerde öldürülmesi gerektiğini ileri süren insanlar vardı. Yazık ki bunların hepsi de “hadis” diye uydurdukları sözlerden güç alıyorlardı. Bu uydurmalarla, hile bilmeyen temiz insanları kandırabiliyor, mezhepçilik ateşini tutuşturuyorlardı. Şunu asla unutmamak lâzım ki, Peygamberimiz (as)ın adına hadis uydurmak, niyet iyi olsa da yanlıştır. Buna cinayet diyenler olmuştur, uyduranlara “zındık” diyenler, hatta uydurmacıları idama mahkûm edenler olmuştur.
Yazık ki bu gün, zayıf, hatta mevzu, yani uydurma hadislerle çok karşılaşırız. Güvenilir bazı kitaplara bile uydurma hadisleri sokmayı başaranlar olmuştur.
İşte bir örnek: Hazinetül’l Esrar kitabı! Bu kitap, 352 sahifedir. Yazarı Seyyid Muhammed Hakkı’dır. Elimdeki nüshada basım tarihi yoktur. Kur’an’daki bazı surelerin ve bazı ayetlerin faziletini anlatır. Anlattıklarının hepsine de “Hadis” der. Hadis diye takdim ettiği bu metinlerin çoğu sıhhatli hadis kitaplarında yoktur. Bir çok sureleri, özellikle İhlas Suresini okumanın sevabı hakkında da çok hadis rivayet etmektedir. İşte onlardan bir tanesi:
“Peygamberimiz (as) buyurdu ki: “Miraç olayında ben göklere çıktığımda Arşı gördüm ki, 360 bin direk üzerindedir. Bir direk ile diğeri arasındaki mesafe, üç yüz bin yıllık yol vardı, her direğin altında üç yüz bin sahra vardı, her sahranın genişliği mağripten maşrık’a kadardı. Her sahrada seksen bin melek vardı. Hepsi de durmadan İhlas Suresini okuyorlardı. Bitirince şöyle dua ediyorlardı: “Ey Rabbimiz! Bu okuduğumuzun sevabını, erkek veya kadınlardan kim İhlas Suresini okursa ona bağışladık” Peygamber (as), devamla dedi ki: “Ey ashabım! Siz hayret mi ettiniz?” “Evet ya Rasûlallah!” dediler. Peygamberimiz devamla dedi ki: “Bu surenin birinci ayeti Cebrail’in, ikinci ayeti, Mikail’in, üçüncü ayeti İsrafil’in, dördüncü ayeti Azrail’in kanadı üzerinde yazılıdır. Kim bu sureyi bir kez okusa bu dört büyük meleğin sevabını birden kazanır” Peygamber (as) yine sordu: “Ey benim Ashabım! Siz taaccüp mü ettiniz?” “Evet ya Rasûlallah!” dediler, buyurdu ki: “Bu surenin birinci ayeti Tevrat’ta, ikinci ayeti İncil’de, üçüncü ayeti Kur’an’da yazılır, kim bu sureyi bir kere okusa Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’ın tamamını okumuş gibi sevap kazanır” Peygamber (as) yine sordu: “Ey benim ashabım! Siz hayret mi ettiniz?” “Evet ya Rasûlallah!” dediler, devamla buyurdu ki: “Bu surenin birinci ayeti Ebu Bekir’in alnında, ikinci ayeti Ömer’in alnında, üçüncü ayeti Osman’ın alnında, dördüncü ayeti Ali’nin alnında yazılıdır. Kim bir defa bu sureyi okuyacak olsa, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin sevabının tamamını kazanır” (Hazinet’ül-Esrar: 294-295 Arapçadan tercüme: B. Bilhan)
Tekrar edelim ki, Peygamber (as)ın her sözü haktır, doğrudur. O, boş konuşmaz. Kur’an okumanın, İhlas Suresini okumanın da sevabı vardır. Kur’an okumayı teşvik etmek de takdire şayandır. Ancak bunun için “Hadis uydurma cinayetini” irtikâp etmenin anlamı nedir? Bu sözleri uyduran hiç düşünmedi mi, Tevrat, Zebur ve İncil’in neresinde bu Surenin birer ayeti yazılı, kim gördü, kim okudu? Dört büyük meleği, Ashaptan belki gören yoktu amma, dört halifeyi gören on binlerce insan vardı, bu halifelerin alnında yazılı olan ayetleri niçin kimse görmedi? Hadis, fıkıh, tefsir ilimlerinden bir bilgi kırıntısına sahip olan bir insan, bu mübalağalı sözlere hadis der mi? Allah’ın Aziz Elçisini tanıyan, O’na saygısı olan bir Müslüman, O’nun adına yalan söyler mi?
Peygamberimiz hayatta iken
Yanlış 1- “Hadislerin hepsi doğrudur, uydurma hadis olmaz”
Bu söz yanlıştır. “Hadis” denilen sözler hadis ise elbette doğrudur. Ancak uydurduğu sözlere “hadis” diyen insanlar olmuştur. Bunlar da pek çoktur. Hatta Peygamberimiz (as) hayatta iken bile bazı bozguncular iş başı yapmışlar, Peygamber adına yalan söylemeye başlamışlardı.
Yanlış 2-“Hocalar hep hadis anlatıyorlar”
Bu söz yanlıştır. Hocalardan dikkatli olan, zayıf hadis anlatmaktan sakınanlar vardır. Dikkat etmeden rasgele “Peygamberimiz buyurmuş ki…” diye söz edenler de vardır. Şuurlu dinleyiciler, hocalardan kaynak sormalıdırlar. Kaynağı bilinmeyen sözleri de ihtiyatla karşılamak lâzım.
Yanlış 3-“Birçok âlimin yazdıkları kitaplarda da kaynak yoktur, bunlar yanlış olamaz”
Bu söz yanlıştır. Yazık ki, böyle kitaplar çoktur. Kaynağını göstermeden delilsiz olarak “Peygamberimiz buyurmuş ki…” diyen kitaplara çok rastlarız. Bu kitaplara ihtiyatlı yaklaşmak, tahkik etmek, araştırmak gerek.
Yanlış 4- “Ashap arasında yalan söyleyecek biri düşünülmez”
Bu söz yanlıştır. Ashap nesli çok izzetli bir nesildi. Allah’ın kitabı onları birçok ayette, Allah Elçisi birçok sözlerinde övmüştür. Onlar gökteki yıldızlar gibiydiler, erişilmesi kolay olmayan mekânları vardır. Onlara minnetimiz vardır. “Hepsinden Allah razı olsun” deriz. Ancak ashabın arasına karışmış olan bazı münafıkların varlığı da inkâr edilemez. Bu, bizim iddiamız değildir, Kur’an bu gerçeği çok yerde anlatır. Allah’ın yüce kitabı onlardan çok bahseder. Bu konuda birçok ayet vardır. Hatta müstakil bir sure de vardır. (bak Münafikun Suresi)
Peygamberimiz (as), hayatta iken O’nu can kulağıyla dinleyen, dediğini iyi anlayan, sözlerini zapt eden, başkalarına da olduğu gibi aktaran takva sahibi geniş bir kadro vardı. Onlar vahyin kaynağından aydınlandılar. Aldıkları aydınlığı bütün bir cihana yaydılar. Yazık ki az da olsa onların arasında bozguncular da vardı. Bunlar da iş başında idiler. Ancak rivayeti zayıf görülenlerin hepsi bozguncu değillerdi. Bunların bir kısmı, Peygamber (as)dan duyduklarını iyi zapt edememişler, bu yüzden duyduklarını anlatmada hataya düşmüşlerdi. Bir kısmı, duyduğu hadisin bir bölümünü unutmuş, ancak bir bölümünü hatırlayabilmiş, bu hadisleri başkasına anlatırken hataya düşmüşlerdi. Ve bir kısmı da hainlik yapmış, Allah Elçisine iftira etmiş, O’nun demediğini O’na mal etmeye çalışmıştı. (Geniş bilgi için bak: Nehc’ül belağa: 2/210 Arapçadan tercüme: B. Bilhan)
Gerek Peygamberimiz (as) hayatta iken, gerek O’nun vefatından sonra Ashap nesli arasında hadis uydurmaya çalışan bozguncular vardı. İşte onlardan birkaç örnek:
Örnek 1- Çıkarları için hadis uyduranlar oldu. Kaynaklarımız şöyle anlatır: Adını bilemediğimiz bir kişi, Medine’ye iki mil mesafede bulunan “Beni Leys” kabilesine varır, orada bir kadınla evlenmek ister, kadın tarafından isteği kabul görmez. Bir müddet sonra yine gelir, üzerindeki elbisenin Peygamber tarafından kendisine hediye edildiğini, kabile halkını irşat için görevlendirildiğini söyler. Kabile halkı tarafından saygıyla karşılanır. Yeniden aynı kadına talip olur, bu sefer arzusu kabul edilir, kadınla evlenir. Ancak kabile halkı tarafından adam şaibeli görülür. Durumu tahkik için Medine’ye, Peygamber (as)ın yanına birkaç görevli gönderilir, olayı işiten Peygamber (as) son derece öfkelenir. Sahtekâr için “Allah’ın düşmanı yalan söylemiştir” der. Güvendiği birkaç kişiye görev verir. “Gidin adamı hayatta bulursanız öldürün, ölmüşse ölüsünü ateşe yakın” buyurur. Adamı o gece yılan sokmuş, ölmüştü. Gidenler emredileni yapar, Medine’ye döner, durumu Peygamber (as)a bildirirler. Peygamber (as) şöyle buyurur: “Kim bilerek benim ağzımdan bir yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazırlansın” (Buhari Muk. 39-54-59) Hadis âlimleri bu hadis için “mütevatir Hadis”, yani Kur’an’dan sonra en kuvvetli “beyan” demişlerdir. Bu olay, bütün Müslümanlara şu mesajları sunmaktadır:
a) Allah’ın Aziz Elçisi hayatta iken bile hadis uyduran, Peygamber adına yalan söylemeye yeltenen bozguncular olmuştur.
b) Hadis uydurmak, en büyük günahlardan biridir, çünkü bu işte Allah’ın dinini tahrif etme ve bu yüce dine ihanet etme cinayeti vardır.
c) Hadis uydurana Peygamber (as) tarafından ağır bir ceza verilmiş, öldürülmesi istenmiş, şayet ölmüşse cesedinin ateşe atılıp yakılması emredilmiştir. Ölünün cesedinin yakılması ölüye eziyet vermese de konun önemi hakkında Müslümanlara etkili bir uyarıda bulunulmuştur.
d) Peygamberimiz (as), hadis uyduran, din konusunda mesnetsiz konuşan, halkın inancını sömüren kişi için “Allah’ın düşmanı” demiştir.
e) Peygamberimiz (as)ın ashabı, çok izzetli ve saygın bir nesildi, Hz. Muhammed (as)ın ümmeti bu nesli örnek kabullenmiş ve bunlara “Ashab-ı kiram: Keremli, kerametli ashap” demiş, bunlara (Radiyallah Anhum: Allah onlardan razı olsun) diye dua etmeyi uygun görmüştür. Ancak bunların da arasına karışmış olan münafık ve mürtetler, bozguncular, mesela hadis uydurmaya yeltenenler vardı.
Rahmet Elçisinin yakınında senelerce bulunan birçok Sahabî, “yanılabiliriz” endişesiyle çok az hadis rivayet etmişlerdir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer bunların başında gelirler. Uzun zaman Peygamber’e arkadaşlık yaptıkları halde çok az hadis rivayet etmişlerdir. Bu konuda Hz. Ömer’le Hz. Aişe’nin dikkat ve titizlikleri ünlüdür. Hz. Osman (ra), çok hadis rivayet eden Ebu Hüreyre’ye itiraz ettiği, bu işe devam ettiği takdirde Devs dağlarına, Kâb’ı de Krede dağlarına sürgün edebileceği tehdidinde bulunduğu rivayet edilmektedir.
Hz. Osman şehit edildikten sonra fitne dur durak bilmedi. İhtilaflar, münakaşalar, mücadeleler bir daha durmamak üzere başladı. Bölünmeler, mezhepleşmeler, ayrılıklar baş gösterdi. Elbette iyi niyetli insanlar, takva sahibi kişiler vardı. Ancak bozguncular da az değildi. Yabancı unsurlardan İslâm’ı benimsemeyen, putu unutmayan, tabaa haline gelerek Arapların yöneticiliğini içlerine sindiremeyen kesimler vardı. Bunlar fitne ateşine odun, fitne değirmenine su taşır oldular. Fitne ateşi alevlendi, fitne değirmeninin taşı döndü. Öncelikle hain ellerini Kur’an’a uzattılar, Kur’an’ı tahrife kalktılar. Allahu Taalâ kitabını korudu. İlk Halifelerin dirayeti de bu hayırlı işe vesile oldu. Kur’an’ı tahrif edemeyen bozguncular hadis alanına yöneldiler. İletişim imkânlarının kısıtlı olduğu, Peygamber (as)a ait hadislerin çok bilinmediği bu dönemde, bozguncular binlerce hadis uydurdular.
Örnek 2- Mezhep gayretiyle hadis uyduranlar oldu: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den sonra Müslümanlar arasında, uyumakta olan fitne uyandı. Şimdiye kadar İslâm’ın etrafında birleşen, en izzetli birlik örneği veren insanlar azınlığa düşmüşlerdi. Bunlar toplumda etkin değillerdi. Söz ayağa düşmüştü. Her ağızdan bir ses çıkıyordu. O günün insanları, cepheleştiler, bölündüler. Tarafgirlik ve mezhepçilik başladı. Birçok Sahabi hakkında, özellikle Hz. Ali hakkında, Hz. Ali’yi öven veya yeren çok hadisler uyduruldu. Hz. Ali için “Hayrul’beşer” diyenler olduğu gibi, Hz. Ali için -haşa- kâfir diyen, bu iddialarını uydurdukları hadise dayandırmak isteyen bozguncular görüldü. Şu sözlere bakın:
Allah’a suret ve fotoğraf”
Mümin vicdanlara bir soru: Allah için suret belirlemeye vicdanınız razı olur mu? Çok yazık ki, Müslümanlar arasında, Allah’a suret ve fotoğraf yakıştırmak isteyenler olmuş ve buna hayal ettikleri bir hadisi mesnet göstermeye çalışmışlardır. Her çeşit yalancı ve bozguncuların şerrinden Allah’a sığınmak lâzım! Bunların “Hadis” dediklerini beraber okuyalım:
“Şüphesiz, Allah, Âdem’i kendi sureti üzere yarattı” (Şerhi divan-ı Hafız lis’Seyyid Muhammed Vehbî Konevî: Sa. 9) “Allah, Âdem’i kendi sureti üzere yarattı,” ne demek? Bu söz, “Allah insana benziyor, hatta insan şeklindedir, insan da haliyle Allah biçimindedir” Anlamına gelmez mi? Yazar Konevî, buna Hadis-i Şerif diyor. Kaynak göstermiyor. Hangi Hadis kitabından aldığını belirtmiyor. Belirtemez, çünkü sıhhatli kaynaklarda böyle bir hadis yoktur. Böyle bir iddia, ayetlerin ve hadislerin vasfettiği, tanıttığı eşi, benzeri, şeriki, nazîri olmayan Allah olamaz. Allah’ın kitabına yabacı olmayan herkes bilir ki:
a) Allah’ın yardımcısı, ortağı olmadığı gibi, şeriki, naziri, eşi, dengi ve benzeri de yoktur.
b) Allah, cisim değildir, suret değildir, araz değildir, yarattıklarından hiç birine benzemez.
c) Hiçbir anadan doğmamıştır, anası, babası, çocuğu, evladı yoktur, doğurmamıştır. Her şeyi bilendir, her şeyi görendir, her şeye gücü yetendir, bütün varlıkları var edendir. Kudreti sonsuzdur, mutlak kemal sahibidir, rahmeti sınırsızdır, affedendir, affetmeyi sevendir. Bununla beraber suçluları cezalandırandır, vereceği ceza, şiddetlidir. Çünkü Âdildir. Kimseye zulmetmez, zalimleri sevmez, onları cezalandırandır. Darda kalanların, çaresizlerin yardımcısıdır. Her an kullarını gözetleyendir. Evvel, Ahir, Zahir, Batındır. Bütün evvellerden evveldir. Bütün ahirlerden ahirdir, bütün yaratıklar fanî, Allah’ın zatı ise bakîdir, ölümsüzdür.
c) Uydurma sözlere dayanarak Allah’ın resmini tasarlayanlar, resmini çizenler olmuştur. Bunların yaptığı sadece vehimdir, bir takım kuruntulardır, yanlıştır. Âlemlerin Rabbini tanımamaktır. Kitaptan uzak durmaktır, vahiyden uzak durmaktır. Bunların Kitaba aykırı düşen sözleri asla doğru olamaz, Allah’ın kitabından onay alamaz. Âlemlerin Rabbi, Kitabında kendi zatı hakkında şöyle demektedir:
“O, gökleri ve yeri yaratandır, size, kendinizden eşler, hayvanlardan da eşler yarattı. Zira sizi bu şekilde üretir. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir” (Şura: 11) Ve Kitabın özeti olan Sure’de:
“De ki O, Allah birdir. Allah Sameddir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiç kimse, O’nun dengi, benzeri olmadı, olmamıştır” (İhlas suresi) Şimdi mümin vicdanlar, iyi düşünmeli, Rabbini, kitabın anlattığı gibi tanımaya çalışmalıdır. “Allah, Âdem’i kendi sureti üzere yarattı” sözü, bu ayetlere aykırı düşmez mi? İslâm’ın özü olan tevhide aykırı düşmez mi? Allah’ın kitabına ters düşen bir söz doğru olabilir mi?
Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’in hayali resimlerini çizmişler, bu resimleri, büyük-küçük tablolar halinde mabetlerine sokmuş, duvarlara asmışlar, o resimleri takdis etmekle ibadet ettiklerini sanmışlardır. Müslümanların böyle saçmalıkları tasvip etmesi beklenemez. Ancak ve çok yazık ki, bazı Müslümanlar, beter yanlışlara düştüklerinin farkında değiller. Allah’a şekil ve suret biçmeyi içlerine sindirebilmektedirler.
Çocukluğumda hatırlarım: İstanbul’da yayınlanan haftalık bir dergi vardı. Bir sayısının kapağına uzun ve aksakallı, zıbınlı, yaşlı bir resim koymuş, resmin altına hadis dediği bu yazıyı koymuştu. “Allah insanı kendi sureti üzere yarattı”
1980’lerde olsa gerek, yine İstanbul’da, İran irtibatlı bir örgüt, “Kur’an-ı Musavvar” diye bir Kur’an bastırdılar. Aksakallı bir ihtiyara “Allah” diye rol veriyorlardı. Müslüman kesimin tepkisi sert oldu, belki bu yüzden, hareket durdu. Bütün bu yanlışlara yeşil ışık yakan, sanırım böyle mesnetsiz uydurmalardır.
Yanlış 5- “Fakirliği tamam olan, işte o Allah’tır” Bundan önceki maddede adı geçen kitap, buna da hadis diyor. Yaptığım tercümeyi beğenmeyen olabilir. Onun için Arapça olan aslını da yazayım, yaptığım tercümeyi beğenmeyen kendileri tercüme etsinler. İşte Arapçası: “İza temmel’fakru fe huvallah” ve işte “hadis” denen bu metnin kaynağı! Kitabın adı bundan önceki madde de geçti. (age: 9)
“Ben Müslüman’ım” diyen bir insan nasıl Rabbine karşı bu denli saygısız olur? tek sözümüz: Bu ve benzer hezeyanlardan Allah’a sığınırım.
Yanlış 6- “Dünya semasında seksen milyon melek vardır ki bunlar Ebu Bekir ile Ömer’i sevenlerin affı için dua ederler. İkinci semada seksen milyon melek de Ebu Bekir’le Ömer’i sevmeyenlere lanet okurlar” (İbni Arak: 1/348)
Bu iddia yanlıştır. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in fazileti malumdur. Bu konuda sıhhatli hadisler de vardır. Ancak bu ifade ile sahih bir hadis olamaz. Kur’an mesajıyla asla uyumlu olamaz.
Yanlış 6- “Ali insanların en hayırlısıdır, bunu inkâr eden kâfirdir” (İbni Arak: 1/39)
Yanlış 7- “Ali’yi sevenler hemen cennete, sevmeyenler hemen cehenneme gidecekler” (Zehebî Mizan: 3/67)
Yanlış 8- “Ali’yi sevenler, istedikleri kadar günah işlesinler, onların günahları sevaba dönüşecek” (Dehlevi: 35)
Yanlış 9-“Ali benden sonra Peygamberdir”
Yanlış 10- “Her ümmetin bir Firavun’u vardır, bu ümmetin Firavun’u da Muaviye’dir”
Yanlış 11-“Muaviye’yi minberimde görürseniz derhal öldürün”
Yanlış 12- “Muaviye’yi minberimde görürseniz derhal kabul edin”
Bu iddialar yanlıştır. Peygamber (as)ın böyle dediği kanıtlanmış değildir. İslâm’a, Kur’an’ın açık beyanına da aykırıdır.
Uydurmacılara göre Peygamber (as), Gadir Hum’da Ali’nin elini tutarak şöyle dedi: “Ali, benim vasîm, kardeşim ve benden sonraki halifenizdir. Ali’nin sözlerini dinleyin, O’na itaat edin” (Ali’yül kari: mevzuat: 109)
İşte uydurmacıların seviyesizliği! Bunların İslâm gerçeğinden nasipsiz oldukları açıktır. Nasipsiz olmasalardı şu hakikatleri göz ardı edemezlerdi:
a) Uydurduklarını Peygamber (as)a mal etmek en büyük günahlardandır. Allah’ın Elçisi bunlar için “Allah’ın düşmanı”, bunlar için “Cehennemdeki yerlerine hazır olsunlar” demiştir. (Kaynağı yukarıda geçti)
b) İslâm, insanlara doğru yolu göstermek için mi geldi, yoksa Ebu Berkir veya Ali’yi sevdirmek onları tabulaştırmak için mi geldi?
c) Kur’an’a göre, cennetlik olmanın tek şartı iman ve Salih amel, cehennemlik olmanın sebebi de küfür ve kötü amel değil mi? Hz. Ebu Bekir’i, Hz. Ali’yi veya bir başkasını sevmekle bir insan nasıl cennetlik olur? Bunları seven bir adam gayrimüslim de olabilir?
d) İnsanların en hayırlısı Ali mi, Peygamber mi? Ali’nin en hayırlı olduğunu kabul etmeyene nasıl “kâfir” denir? Bu, Ali’yi putlaştırmak olmaz mı?
e) Ali’yi sevenin bütün günahları nasıl af olunur, üstelik sevaba dönüşür? Hangi din, hangi akıl ve vicdan bunu onaylar? Bir insan, her zalimliği, hainliği yapsın, Ali’yi sevsin. Onun bütün zalimlikleri iyiliğe dönüşsün! Bundan beş bin sene evvelki ilkel insanların inandıkları bazı put dinleri bile belki bu denli seviyesiz değillerdi. Aziz ve Celil olan Allah’ı ve O’nun yüce dinini bu seviyesizlikten tenzih ederiz.. İslâm, bu denli torpil ve iltimas dini mi? Yazık ki, bu saçmalıkları yüz yıllarca Müslümanlara yutturanlar olmuş, “Bi hubbi Ali neca men necâ…” hezeyanını süslü püslü yazılarla yazıp cami duvarlarına asanlar bile çıkmıştır.
f) Rahmet Peygamberi (as), Hz. Muaviye’nin derhal öldürülmesini nasıl emreder? Hz. Muaviye’ye özel sekreterlik görevini veren, meclisine, yanına oturtan, O’na Umman valiliğini veren bizzat Peygamber (as) değil mi? Öldürülmesi gereken bir suçluya böyle önemli vazifeler verilir mi, vermek de suç olmaz mı? Allah”ın aziz Elçisini tenzih ederiz.
Dikkatli bir Müslüman şu hususlarda gaflete düşmemelidir:
1-İnandığı konuda tahkikçi olmak, araştırmacı olmak gerek. Her alanda yalancılar, hatta bozguncular vardır. Birçok kesimden yalancılar, fesatçılar çıkmıştır. Ancak özellikle Şiî kesimden hadis uyduranlar dünya-âleme parmak ısırtacak cinstendirler.
2-Hz. Ali, büyük İslâm kahramanıdır, eşi kolay bulunmaz mücahittir. O’nun etrafında toplanan on binlerce Sahabi de izzetli kişiliği olanlardı. Din konusunda muhalifleriyle aralarında hiç bir anlaşmazlık yoktu. Zamanla taassup o kadar ağır bastı ki, Hz. Ali’nin taraftarları bile Ali’yi dinlemeyenler görüldü.,. Ali’nin taraftarlarına “Şiî” dendi. Başta Hz. Ali’ye her türlü zorluğu çıkaran Kûfe’liler, Hz. Ali’nin vefatından sonra Ali sevgisini istismar etmeye, onun adına kılıç çekip rasgele insanları öldürmeye başladılar.
Bir Yahudi ajanı olduğu anlaşılan Abdullah bn. Sebe, Hz: Ali’nin “ilah” olduğunu, göklere çıkıp yeri idare etmekte olduğunu iddia etti. Bu Yahudi fanatiğin karşısına herkesten önce Ali çıktı ise de onun bozgunculuğunu önleme imkânı bulamadı.
Kûfeliler üç yüz bin hadis uydurdular
3-Halilî, Kûfelilerin Hz. Ali’nin üstünlüğü konusunda üç yüz bin hadis uydurduklarını söylemektedir. Benzer iddiada bulunan mutedil Şiîler bile vardır. İnsaflı bir Şiî olan Nehcül’Belağa şarihi İbni Ebi Hadit, mezheptaşı olan Şiîlerin Hz. Ali hakkında hesabını bilemeyeceğimiz kadar hadis uydurduklarını söyler. (İbni Ebi Hadid Şerhi Nehcül’Belağa: 3/23)
4-Şiîlerden, bunun daha kötüsünü yapanlar oldu. Ali’nin ilah olduğunu, Hz. İsa gibi göklere çıktığını söyleyenler oldu, Ali’yi sevenlerin cennete gidecekleri, bütün günahlarının iyilik sayılacağını, sevmeyenlerin de cehennemlik olacaklarını, onların da bütün iyiliklerinin kötülük sayılacağını söyleyenler oldu.
5- Hz. Ali, “Müminlerin Emîri, takva ehlinin imamıdır” Kendisi hakkında ortaya atılan aşırılıklardan son derece rahatsızdı. Onlarla savaştığı, bir kısmını öldürdüğü tarihi bir gerçektir. Böyle bir akımdan nefret etmiş olacak ki, Kûfe camii minberine çıkıp şu tarihî konuşmayı yapmış olduğu ünlüdür: “Ey Kûfeliler! Benim Ebu Bekir ile Ömer’den üstün olduğumu iddia eden birini ele geçirecek olsam onu müfteri kabul eder ve ona had cezası uygularım” (Minhacüs’Sünne: 1/220)
Mezhep tassubu
Mezhep taassubu konusunda, hiç kimse Şiîlerle yarışamaz. Ancak ve yazık ki, diğer akımlarda da bu taassuba kapılanlar vardır. İşte birkaç örnek:
Yanlış 13- “Allah, İmamı Azam’a “Seni ve mezhebine girenlerin hepsini affettim” dedi”
Bu söz yanlıştır. Allah’ın böyle dediğini kim biliyor, nereden öğrenmiş? Ahir zaman Peygamberinden sonra hiç kimse : “Allah bana şöyle vahyetti, böyle vahyetti” deme hakkına sahip değildir.
Yanlış 13 a-“Peygamberimiz (as), İmamı Azamın geleceğini müjdelemiştir”
Bu söz de yanlıştır. Böyle bir müjde, güvenilir kaynaklarda yoktur. Yazık ki bazı fıkıh kitaplarında yer almıştır. Peygamber (as)ın haber verdiği her şey doğrudur, haktır. Ancak haber verdiği kanıtlanmayan bir sözü Peygamber’e mal etmek doğru değildir, Peygamber (as)a iftira olur.
Hz. Ebu Hanife’nin büyük âlim ve müçtehit olduğu tartışmasızdır. Bu gün yeryüzünde yaşayan yüz milyonlarca Müslüman Ebu Hanife’yi rahmet ve minnetle anar. Ancak O’nun fazileti hakkında hadis uydurmak asla tasvip edilemez. Ebu Hanife’nin aziz ruhu onlardan ne kadar rahatsızdır!
Yanlış 14- “ Peygamberimiz buyurdu: “Kureyş’ten bir âlim kişi, yerin katmanlarını ilimle dolduracaktır”
Bu söz yanlıştır. Hadis diye bunu uyduranlar, Bununla İmam Şafiî’nin kast edildiğini iddia ederler. Anlaşılan bunlar, mezhepçilik yüzünden hadis uydurma günahına girmişlerdir. Yazık ki, mezhep taassubu, çok insanın yanlış işlere girmesine sebep olmuştur. Peygamber (as)ın her sözü doğrudur, amma bu sözü söylediği kanıtlanmış değildir. Peygamber (as)ın söylediği kanıtlanmamış ise, sağlam kaynaklarda yoksa ona “hadis” demek yanlıştır. Söyleyen, farkında olmadan Peygamber’e iftira etmiş olur.
Ebu Hanife’ye de, Şafiî’ye de, bütün ilim ve içtihat erlerine de Allah rahmet eylesin. Onlar Müslümanları irşat için didinmişler, ilme sarılmışlar, öğrenci yetiştirmişler, Müslümanların sorunlarına Kur’an ve sünnet ışığında çözüm bulmaya çalışmışlardır. Onlar, pek izzetli ve mübarek insanlar olarak bilinirler. İslâm âlemi onları her zaman hayırla yad etmekte, onlara minnet ve şükran duymaktadır. Ancak onları övmek için hadis uydurmaya, böylece günaha girmeye hiç gerek yoktur. İşgüzarlık edip hadis uyduran kişiler onların sevgisini değil, onların da, Aziz Peygamberin de nefretini kazanmış olmazlar mı?. Allah’ın dinine, kitabına karşı suçlu durumda olmazlar mı?
Uydurmacılar farkında olmadan Ebu Hanife’ye peygamber kimliğinde görmüşler ki, Allah ile konuştuğunu iddia etmekteler. Başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ashaptan hiç biri “Ben Allah ile konuştum” diye iddiada bulunan var mı? Yazık ki bazı fıkıh kitaplarına sokulmuştur. Allah’ın kimle konuşacağını Kur’an bize söylemektedir. (Bak Şura: 51) Bunun dışında, Allah’ın kimle konuştuğuna bizim karar verme yetkimiz yoktur. Allah adına konuşma hakkımız da yoktur.
İlave edelim ki, Ebu Hanife “Ben Allah ile konuştum” dememiştir. Böyle dediğini kanıtlayan biri olmamıştır. O’nun yazdığı kitaplarda da böyle bir söze rastlamak mümkün değildir. Çünkü Ebu Hanife, -Haşa- yalancı peygamber değil, O, Peygamber (as)ın dostudur, İslâm sevdalısıdır
Aklı dışlamak
Allah, insanın aklına hitap ediyor. İnsan aklıyla mümindir. Aklı olmayanın dini olur mu, aklı olmayan Rabbine muhatap olur mu? Mümin, dua ederken, Kur’an okurken, namaz kılarken, herhangi bir ibadeti yaparken düşünerek, anlayarak, ibadetleri yapmalıdır. Yazık bunun tersini söyleyenler vardır. İşte birkaç örnek:
Hüseyin Hilmi Işık, yazdığı birçok kitaplarda şu yanlışlara düşüyor:
Yanlış l- “Kur’an ve hadisler anlamak için okunmaz”
Bu söz yanlıştır. Merhum Hüseyin Hilmi Işık’a aittir (Ehli sünnet yolu: 57)
Yanlış 2- “Allah’u Teâlâ insanlara “Kur’an-ı Kerim’den hüküm çıkarın” diye emretmiyor. “Resulünün ve Ashabının çıkardığı hükümlere uyunuz, bunları kabul ediniz diyor” (Din adamının din düşmanlığı, H.Hilmi Işık. Dördüncü baskı: 41)
Hüseyin Hilmi Işık, Ülkemizde tanınmış bir zattır, sıradan biri değildir. Sesini geniş bir alanda duyurabilmiştir, çok başarılı olduğu alanlar vardır. Mesela birçok dünyacının gıpta edeceği oranda para toplamış, zengin olmuştur. Dünyacıların gözünü kamaştıracak nispette, veliahdı olan damadına servet bırakmıştır. Damat bey de birine belki bin katarak serveti artırmış, kurduğu finansla yüz binlerin elindeki parasını toplamış, bunları o denli mağdur etmişti ki, intihar edenler bile olmuştu.
H. Hilmi Bey, Diyanetle, İlahiyat Fakültesiyle, İmam-Hatip okullarıyla ve kendisi gibi olmayan herkesle kavgalı olmuştur. Hatta kendi tarikatından olduğu bilinen N.F. Kısakürek’le de kavgalı olmuş, karşılıklı suçlamalar, hakaretler her edepli kişiyi bıktıracak nispette küfürleşmeler uzun süre devam etmiştir.
Merhum’un Yayınladığı kitaplarda doğrular, faydalı bilgiler vardır. Ancak bazı yanlışlar da vardır, En ufak bir eleştiriye, bir uyarıya açık olmadığı bellidir. Diyanet, Merhum’un kitapları hakkında kibarca bazı uyarılarda bulunmuştu, bu zat ise Diyanete ağır hakaretler yapmıştı. Gerçek şu ki, yazılarında uyarı gerektiren hususlar pek çoktur, ne var ki, uyarıları kabul etmek ve onlardan yararlanmak büyük bir erdem işidir. Bu olgunluk herkesten beklenemez. H. Hilmi Işık’ın tashihi gerektiren yazıları pek çoktur, hepsini dile getirmek kolay değildir. Çok olan yanlışlarından iki tanesini yukarıya aldık. Birkaç örnek daha vermeye çalışayım: Bu yanlışlardan ötürü Merhuma Allah’tan af ve rahmet dilerim. Kesinlikle maksadım, birilerini suçlamak, şahsi kusurunu araştırmak değil, maksadım, bildiğim kadarıyla hakkı dile getirmektir. Çünkü yanlışın karşısında susan, her işi yanlış olan birine benzetilmiştir.
Merhumun şu iddiasına bakın: “Biz Kur’an-ı Kerim’i ve Hadis-i şerifleri anlayıp amel etmek için değil, bereketlenmek, faidelenmek için okuyoruz” (Kaynağı yukarıda geçti) Bu söz Allah’ın kitabına aykırıdır. Allah, insanın aklını muhatap almıştır, aklı olmayana hitap etmemiş, onu mükellef tutmamıştır.
Ve şu iddiasına bakın: “Allah’u Taalâ, insanlara Kur’an-ı Kerim’den hüküm çıkarın” diye emretmiyor, Resûlünün ve ashabının çıkardığı hükümlere uyunuz, bunları kabul ediniz” diyor” (Kaynağı yukarıda geçti) Allah böyle mi emrediyor? Böyle diyorsa hangi kitapta diyor? Bu anlama gelen bir ayet var mı, varsa hangi Surede, hangi ayette? Yahut hangi kutsi hadiste? Yazarın delil getirmesi gerekmez mi? Eğer delil yoksa, Allah demediği halde “dedi” diyen kişi, Allah’a iftira etmiş olmaz mı? Dini tahrif etmeye çalışmış olmaz mı, dine ilave etmeye yeltenmiş olmaz mı? Bu da en büyük günahlardan biri değil mi?
Bütün bu sorulara H. Hilmi Işık’ın kitaplarında cevap yok. Bu manaya gelen ayetin gösterilmesi lâzım, gösterilmiyor. Gösterilemez, çünkü Allah’ın kitabında bu anlamda bir ayet yoktur. Ayet olmadığı gibi bu anlama gelen Kutsi bir hadis de yoktur. Allah’ın demediğini Allah’a isnat etmek ise Allah’a iftiradır. Allah’a karşı insanın işleyebileceği en büyük suçlardan biridir. Allah’ın kitabı birçok ayette bunu şiddetle yasaklıyor ve bu suçu işleyenlere “zalim” diyor. İşte bu mealde birçok ayetlerden biri:
“Yalan düzerek Allah’a iftira eden yahut onun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Zalimler ise asla kurtuluşa eremezler” (En’am: 21)
Bu anlama gelen daha birçok ayet vardır. (Bak: En’am: 93-144-157-A’raf: 37-Yunus: 17-Hud: 18) ve daha birçok ayetler…
Müslüman, Allah’ın kitabını okumalı, anlamalı ve ondan dinini öğrenmelidir. Elbette Peygamber (as)ın açıklamasına, sünnetine de ihtiyaç vardır. Ancak Kur’an’ı anlamamayı önermek, mümine tuzak kurmak, onu Kur’an’dan uzaklaştırmak olur. Allah’ın kitabı, anlamayı, düşünmeyi, aklını işletmeyi bize emretmiyor mu? İşte ayet meâli:
“Allah, ayetlerini size böyle açıklar. Ola ki aklınızı işletesiniz” (Bakara: 242) Bu mealde daha birçok ayetler vardır. (Bak Bakara: 44-73-76 Ali İmran: 65-118 En’am: 32-151Âraf: 169 Yunus: 16 Hud: 51) ve daha nice ayetler.
Çok olan yanlışlardan birkaç tane daha:
Yanlış 3-“Takva yolu, kaplama ve dolgu dişleri sökmektir”
H.Hilmi Işık’ın kendi ifadesi şöyle: “Biz diş kaplatanların, dolduranların gusül abdestlerinin ve namazlarının kabul olmayacağını anlatmak istemiyoruz. Bunların Şafiî mezhebini taklit etmelerini…” “Takva yolu, kaplama ve dolguları sökmektir” (Saadeti ebediye: 46-101-102)
Yanlış 4-“Hoparlörle ezan caiz değildir” (Saadeti Ebediye: 129)
Yanlış 5- “İslâmiyet yalnız akla ve tecrübeye dayanan bir dindir” (Saadeti Ebediye: 17)
Yanlış 6- “Misafir namazı dört rekât kılarsa cehenneme gidebilir” (Saadeti Ebediye: 104)
H. Hilmi Bey’in ifadesi şöyle: “Misafir farzı dört rekât kılarsa… günah olur. Tövbe etmezse cehenneme gidebilir” (Saadeti Ebediye: 104)
Yanlış 7- “Kur’an, anlaşılmak için okunmaz”
Yanlış 8-“Sultanların şeriata uymayan hiçbir hareketleri yoktur” (İsmail Kazdal Bir ihtar: 36)
Sayamayacağımız kadar fahiş hatalardan aldığımız birkaç tanesi için Diyanet, uyarıcı birkaç broşür yayınladı. Bu broşürler, gerçekten uyarıcı nitelikteydi. Yüksek din kurulu, bu konuları görüşmüş, incelemiş, gereken cevabı vermiş, verdiği kararlarla uyarılarda bulunmuştu. İşte bu kararlardan üçü :
1-H. Hilmi Işık’ın “İman ve İslâm” adlı eseri hakkında, 226-12/11/1969 sayı ve tarihli karar
2-“Ehli sünnet yolu” adlı eser hakkında kararı (Bu kararın üzerinde tarih ve sayı görülmedi)
3-“Saadeti ebediye” adlı eser hakkında, 14-20/1/1970 sayı ve tarihli karar
H. Hilmi Bey bu uyarılara değer vermemiş, Diyanete şiddetle itiraz etmiş ve hakaretler yağdırmıştı. Şimdi bu yanlışları özet olarak tahlil edelim:
a) H. Hilmi Bey’in iddiasına göre, çürük dişi, dolgu ve kaplama suretiyle onarmak doğru değildir. Çünkü dişi kaplama veya dolgu olan kişi cünüplükten çıkmaz, guslü sahih olmaz.. Şayet kişi bilmeden yapmışsa ve takva sahibi ise dolgu ve kaplamaları sökmesi gerek. Verilen bu fetvanın dayanağı belirtilmiyor. Ayetten, hadisten delili yok. Demek ki, böyle bir hükmü kendisi koymuş oluyor. Herkes bilmeli ki, Allah’ın dini konusunda hüküm verme yetkisi Allah’ındır. Yalnız ve yalnız Allah’ındır.
Allah’ın kitabı şöyle der:
“Gözünüzü açıp kendinize gelin, din, yalnız ve yalnız Allah’ındır…” (Zümer: 3) Rahmet ve hidayet Elçisi de kendiliğinden dine bir hüküm ilave etmiş değildir. O’nun yaptığı, Allah’tan gelen hükümleri tebliğ etmektir. Kendiliğinden katma veya eksiltme yapsaydı ne olurdu? Ne olacağını Allah’ın kitabından dinleyelim:
“Bu Kur’an, âlemlerin Rabbinden bir indiriştir. Eğer O, (Peygamber) bazı sözleri bizim sözlerimiz diye ortaya sürseydi, elbette onu kuvvetle yakalardık. Sonra onun can damarlarını koparırdık.. Sizin hiç biriniz ona siper olamazdınız” (Hakka: 43-47) Verilen bu fetvaya göre, belki sayıları milyonlara varan insanlar varıp dişlerinin dolgusunu veya kaplamasını sökecekler. Bu ne acı, ne ıstırap! Ve ne masraf! Ne zorluk! Allah’ın dininde böyle zorluk var mı? Allah’ın âlemlere rahmet olan kitabı ne diyor? İşte o kitabın sözü:
“Allah sizin için kolaylık ister, O, sizin için zorluk dilemez” (Bakara: 185) Bu mana başka ayette şöyle ifade ediliyor:
“Allah size zorluk çıkarmak istemiyor, ancak sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor. Ola ki şükredesiniz” (Maide: 6)
Allah kulları için zorluk istemiyor amma bazı kulları kalkıp işgüzarlık ederek Allah’ın dini adına zorluk çıkarmak istiyor. Sanki kendisini şari yerine koyuyor. İşin yürek sızlatan tarafı, bazı kesimler zorluk çıkarma günahını “takva” sanıyorlar.
b) Hoparlörle ezan okumanın caiz olmadığı iddia ediliyor. Delil gösterilmiyor. İddiacıdan bizim sorma görevimiz vardır. Deriz ki, caiz olmadığının delili nedir? Hoparlörle ezanı yasaklayan bir ayet veya bir hadis var mı, eğer varsa niçin açıklanmıyor? Açıklanamaz, çünkü Allah’ın kitabında böyle bir ayet yoktur. Yani Allah böyle bir yasak koymuş değildir!... Şunu da belirtelim: Yasak konmayan hususlar serbest bırakılmış sayılır. Çünkü “Şunu yapmak serbest, şunu yapmak serbest… diye meşru olan olaylar sayılmaz. Yasaklar belirtilir. Yasakların dışında kalan, fert veya toplum için zararlı olmayan her şey serbesttir. Allah’ın yasaklamadığını, Allah’ın bir kulu kalkıp yasaklama hakkına sahip değildir. Allah’ın yüce kitabından, Peygamber (as)a da böyle bir yetki verilmediğini anlıyoruz. Tahrim Sure’sinin birinci ve ikinci ayetlerinin beyanı çok açık ve nettir. Yasaklama yetkisinin Allah’a ait olduğu anlaşılmaktadır. İşte bu ayetlerin meâli:
“Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine
haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah, yeminlerinizi çözmenizi size meşru kılmıştır. Allah sizin yardımcınızdır. O, bilen, her şeyi hikmetle idare edendir” (Tahrim: 1-2) Bu ayetlerin beyan ettikleri gerçeği, yetkili bir ilmi kurulun hazırladığı “Kur’an-ı Kerim ve açıklamalı meâli” kitabından okuyalım, Açıklamaya, birinci ayetin meâlinden sonra yer verilmiştir. Açıklama aynen şöyledir:
“Ayetin işaret ettiği hadise şudur: Hz. Peygamber zevcelerinden Zeynep binti Cehş’ın evinde bal şerbeti içmiş ve bu yüzden onun yanında biraz fazla kalmıştı. Bu durumu kıskanan iki zevcesi, Aişe ve Hafsa aralarında kararlaştırıp Peygamber yanlarına vardığında kendisinden meğafir kokusu geldiğini söylediler. Meğafir yemediğini söyledi. “Demek ki balı yapan arı meğafir yalamış” dedi. Hz. Peygamber bir daha bal şerbeti içmemeye yemin etti. Surenin bu münasebetle indiği rivayet olunmuştur (Kur’an-ı Kerim ve açıklamalı meali: 559).
Bu ayetlerin açık beyanından öğreniyoruz ki, Allah bir şeyi yasaklamadıysa, insanlar din adına asla onu yasaklayamazlar. Peygamber (as) bile kendiliğinden din konusunda yasak koyamaz. Çünkü emir ve hüküm yalnız Allah’ındır.
c) Şu lafa bakın: “İslamiyet, yalnız akla ve tecrübeye dayanan bir dindir”
Bu söz yanlıştır, bu söz hezeyandır, bir müminin söyleyeceği söz değildir. “Saadet-i Ebediye” kitabının yazarı bunu yazmamıştır kanaatimce. Olabilir ki, matbaa hatası, yani basım hatasıdır. Yoksa bir mümin kabul ettiğini söylediği din için böyle demez. İslâm, Allah’tan gelen vahye mi dayanır, akla, tecrübeye mi dayanır? Örnek olarak namazı ele alalım: Biz namazı, Allah’tan vahiy alan Peygamberimizin öğrettiği gibi mi kılacağız, yoksa aklen düşünüp nasıl bir namaz kılsak iyi olur diye yaptığımız tasarıma göre mi kılacağız? Yaptığımız tasarımın isabetli olup olmadığını da test yapacağız, birkaç şekilde kılıp daha iyi namaz biçimini bulmaya çalışacağız. Tabiî diğer ibadetler için de aynı işlemi yapmalıyız. Dini böyle anlayan bir mümin dünyada var mı, bilmem, amma varsa ona mümin denmeyeceğini iyi bilirim.
Mümin, Allah’tan gelen vahye tabi olur, dinini vahiyden öğrenmeye çalışır. Allah’tan gelmiş olduğu sabit ise ona bütün sadakatiyle bağlı kalır, ona hiçbir itirazı olmaz.. Allah’ın kitabı mümini şöyle tanıtır:
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzab: 36) Saadeti Ebediye yazarı bilir ki, Allah’a ibadet etmek, mesela namaz kılmak, ev inşa etmek, yol yapmak, fabrika kurmak gibi değildir ki, akla, tecrübeye dayansın!
d) Misafir namazı dört rekât olarak kılsa ne olur? Cevabını Saadeti Ebediye yazarı şöyle veriyor: “Misafir farzı dört rek’at kılarsa.. Günah olur, tevbe etmezse cehenneme gidebilir” (Saadeti Ebediye: 104) Saadeti Ebediye böyle diyor, bakalım Allah’ın kitabı ne diyor? Şüphesiz ki sözün doğrusu, Allah’ın dediğidir, onu dinleyelim:
“Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanlarınızdır” (Nisa: 101)
Bu ayetin çok açık beyanından anlıyoruz ki, misafir farz namazlarını dört rekât olarak kılacak olsa bu yüzden cehennemlik olmaz. Kasretmekle de günaha girmiş olmaz. Yani dört rekât olarak kılan da iki rekât olarak kılan da bu yüzden cehennemlik olmaz. Ancak Allah’ın dini konusunda yanlış hükümler verenin cehennemlik olmalarından korkulur. Duamız: Allah cümlemizi affetsin.
e) Şu söze bakın: “Kur’an anlaşılmak için okunmaz” İddia sahibinden soralım: Kur’an ne için okunur? “Sevap kazanmak için okunur” Sanırım: “Sevap kazanmak için okunur” diyecek. Dünya-âlem bilsin ki, Kur’an’ı anlamak istemeyenin okumasında sevap yoktur. Kendi nefislerini ve hiç kimseyi aldatmaya çalışmasınlar. Çünkü Kur’an’ı gönderen, insanların Kur’an’ı anlamasını, düşünmesini istiyor. “Ola ki düşünesiniz” diyor. (Bakara: 219-266 En’am: 50) Ve “Ola ki aklınızıişletesiniz” diyor. (Bakara: 73-242-En’am: 151)
f) Şu iddiaya “doğru” demek mümkün mü?: “Sultanların her işi şeriata uygunmuş”
Sultanlardan takva sahibi, mütedeyyin kişiler elbette vardır. Ancak ve yazık ki, içki içen, namaza devamlı olmayan, yargısız adam öldüren, hiçbir suçu olmayan kardeşlerini katleden, sefahate dalan, israfa varan sultanlar da çoktur. Bunları haber veren bütün kaynakların, tarihçilerin, yalan olması düşünülür mü?
Ashap Konusunda:
Yanlışlar-doğrular
Ashap: Sahib kelimesinin çoğulu. Sahip arkadaş anlamında, Ashap (Doğrusu Sahib, Ashabtır), arkadaşlar demektir. Rahmet Peygamberinin arkadaşları anlamındadır. Hayatta iken rahmet Elçisini gören, iman eden ve mümin olarak öldüğü bilinen bahtiyar kişilerdir. Müminlerin vicdanı, onları “Allah onlardan razı olsun” diye selamlar. Allah’ın kitabı, Ashap neslini övmüş, onların iyi hallerini saymış, “Allah’ın onlardan razı olduğunu” haber vermiştir. (Bak Fetih: 18-29 Haşir: 8-9 Tevbe: 100)
Ashap hakkında ileri-geri laf edenler olur. Bunların yaptığı yanlıştır, günahtır. Eğer bunlar Müslüman iseler yaptıkları nankörlüktür. Çünkü bütün Müslümanların bu kerametli kuşağa minneti olmalıdır. Yazık ki, Müslümanlardan bir kesim, özellikle “Şiîyim” diyenler, Ashap düşmanlığını dinleştirmişler, bu yüzden çok yanlışları olmaktadır. Elbette bu yanlışı düzeltme erdemini gösterenler yok değildir. Ancak Ali Şeriati gibi gayretli, çalışkan bir ilim adamının bile bu yanlış gelenekten kurtulamadıklarını görüyoruz. İşte çok olan bu yanlışlardan birkaç tanesi:
Ali Şeriati:
Ali Şeriati’ye Allah rahmet etsin. Doğu-batı kültürü gördüğü anlaşılmaktadır. Eserlerinden, ölçüye dikkat etmediği anlaşılmaktadır. Birkaç örnek:
Yanlış 17- Şu lafa bakın: “Ey kulum! Bana itaat et ki, seni de kendim yapayım” (Ali Şeriati Marksizim ve diğer batı düşünceleri: 86)
Bu söz yanlıştır. Bunu kabullenecek bir mümin düşünülür mü? Ali Şeriati’nin yazdığı kitapta vardır.
Allah kulunu kendisi gibi yapmak istiyormuş. Bir Müminin vicdanı böyle bir hezeyanı onaylayabilir mi?
Bu sözü Allah’a atfetmek çılgınlık değil mi?. Allah böyle mi dedi? Hangi surede, hangi ayette böyle dedi? Kul nasıl Allah gibi olur? Allah’ın hiçbir benzeri olmadığını söyleyen de Allah değil mi? (Bak Fatır: 11) “Şeriati bu ayetleri bilmiyor veya bunlara inanmıyor” diyemeyiz. O halde nasıl ayete, tevhide böyle açıktan ters düşmeyi içine sindiriyor? Anlamak güç! Allah’tan korkmak ve ondan hayâ etmek lâzım! Ve bizim şöyle dememiz lâzım: “Ben Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim” Tevhit konusunda bu denli yanlışı olan birinin mezhep geleneğine uyarak Ashabı suçlaması yadırganmamalıdır, bakın ne diyor:
Yanlış 18-“Bir gecelik seçim darbesiyle başa geçen Ebu Bekir…” (Vahye göre büyük zulüm: 78) Ali Şeriati, bu sözlerinde Hz. Ebu Bekir’i suçluyor. O’nun seçilme tarzını kötülüyor. Haliyle bütün Ashabı suçluyor. Mezhep taassubu yüzünden Allah’ın kitabına, Kitabın açık beyanına, Aziz Peygamber’e muhalif düşmeye vicdanı razı oluyor. Şeriati’nin şu çok açık gerçekleri niçin görmediğine hayret ediyoruz:
a) Hz. Ebu Bekir’in seçilmesi, “bir gecelik seçim darbesi” değildir.
b) Hz. Ebu Bekir’in seçilmesi, göz kamaştırıcı bir nezahet ve olgunlukla olmuştur.
c) Başta Hz. Ali olmak üzere bütün Ashap bu seçimi onaylamış, neticenin çok hayırlı olduğuna şahit olmuşlardır. Hz. Ali de Hz. Ebu Bekir’e özgür iradesiyle, -Biraz geç kalmış olsa da- oy vermiş, yani gönül hoşluğuyla bîat etmiştir.
d) Bu seçimin neticesi, İslâm’ın bütün dünyaya yayılmasına, bütün insanların İslâm gerçeğini duymasına, öğrenmesine vesile olmuştur.
e) Ali Şeriati’nin aşağılamak, suçlamak istediği on binlerce Ashap neslini Kur’an birçok ayette, Allah’ın Elçisi birçok hadislerinde övmüyor mu?. (Bak Berae: 100-Fetih: 18-29) Şeriati, bu ayetleri nasıl anladığını açıklamalıdır. Ve bu ayetlere saygılı olmalıdır. Gerçek kimliğini saklamamalıdır. (Şeriati’nin bu ayetlere inandığını, mezhep taassubu yüzünden bu hatalara düştüğünü sanıyorum)
f) Ali Şeriati’nin suçlamaya çalıştığı Hz. Ebu Bekir’in nezahetini, Peygamber (as)ın arkadaşı olduğunu Kur’an haber vermektedir (Tevbe: 40) Bu beyanın Hz. Ebu Bekir hakkında olduğu tevatürle sabittir.
g) Allah Elçisinin vefatına takaddüm eden günlerde Ebu Bekir’i kendi yerine mihraba geçirdiği yine tevatürle sabittir. Bütün bunların inkârı veya tevili mümkün değildir.
h) Ali Şeriati, Hz. Ebu Bekir’e baş kaldırmadığından ötürü Hz. Ali’yi acizlik ve gevşeklikle suçlamaktadır. Anlaşılan Şeriati, Hz. Ali’nin, Hz. Ebu Bekir’i tanımamasını, ona isyan etmesini, Ali’nin hilafeti zamanında olduğu gibi Müslümanların birbiriyle savaşmasını istemektedir. Bu durumda İran şehinşahlığı yıkılmayacak, İran putperestliği, İren ateşperestliği sona ermeyecek, İran halkı Müslüman olmayacak, Zerdüşt olarak kalacaktı. Şeriati’ye göre bu durum iyi mi olacaktı? (Şeriati’nin putçuluğu tasvip etmesi beklenmez. Sanırım, mezhep taassubu onu bu yanlışlara sevk etmiştir) Ali Şeriati, Şiîlerin temel kitabı kabul ettikleri el-Kâfi’deki şu ifadeleri iyi düşünmeli, dinini mezhebine feda etmemelidir:
Kelime-i şahadet, İslâm’ın esaslarından değil mi?
Şiilere göre kelime-i şahadet İslâm’ın esaslarından sayılmaz. Şiîlerin temel kitabı olan Kâfi İslâm’ın esaslarını şöyle sıralar:
Yanlış 1-“İslâm beş esas üzere kuruldu: Namaz, zekât, oruç, hac ve velayet” (Kâfi: 2/18)
Bu söz yanlıştır. İslâm’ın beş esasının en önemlisi şahadet kelimesidir. Şiîler şahadetin yerine nasıl velayeti koymaktalar, hayret! (Velayetten maksat, Evlad-ı Ali’den olan birinin liderliğidir.)
Yanlış 2- “İslâm’ın temel taşı üçtür: Namaz, zekât, velayet” (Kâfi: 2/18)
Bu söz de öncekisi gibi yalandır, Allah’ın dinini tahrif etmeye çalışmaktır.
Yanlış 3-“Fatıma’nın mushafı, şimdi eldeki Mushafların üç katı idi” (Kâfi: 1/456)
Bu söz de yalandır. Üzerinde durmayı değmeyecek kadar seviyesizdir.
Yanlış 4-“Peygamberimiz Ali’yi halife olarak seçti” (Hükümetül’İslamiyye: 42-43)
Bu söz de yanlıştır. Üzerinde durmayı değmez.
Yanlış 5-“Hucurat Suresinde geçen İman: Ali, Küfür: Ebu Bekir: Fısk: Ömer, İsyan: Osman’dır” (Kâfi: 2/399)
Bu iddia yanlıştır, âyeti tahriftir, zulümdür. Hainliktir, İslâm düşmanlığıdır.
Yanlış 6-“Ali dedi ki: “Yeryüzünün tamamı benimdir, benden sonra çocuklarımındır” (Kâfi: 2/356)
Bu söz yanlıştır. Hz. Ali’ye iftiradır. Hz. Ali, Asla böyle bir söz söylemiş değildir.
Yanlış 7- “Bütün zerreler veliyi emre boyun eğerler” (İslâm fıkhında devlet: 65)
Bu söz yanlıştır. İslâm’a aykırıdır. Bir çeşit müşrikliktir. Çünkü bütün zerreler Allah’a secde ederler.
Yanlış 8- “Şia mezhebi de sıfırdan başladı. Peygamber-i Ekrem bu mezhebin esasını beyan buyurduğu gün istihza ile karşılandı” (İslâm fıkhında devlet: 167)
Bu söz yanlıştır, hezeyandır, mezhepçiliktir, Mezhebi İslâm yerine koymaktır.
Şiîlerin bu saplantıları, Kur’an’ın açık beyanına aykırıdır, bunun gibi akla, vicdana, ilme, tarihi gerçeklere da aykırıdır. Bu iddiaları biraz açalım:
1)“İslâm beş esas üzere kuruldu” diyorlar. “İslâm üç esas üzere kuruldu” diyenler de vardır. Her ikisinde de “kelime-i şahadet” yerine velayet konmuştur. Bu beş esasın en önemlisi olan “kelime-i şahadete yer vermiyorlar, onun yerine “velayet” maddesini oturtuyorlar”. Demek ki kelime-i şahadeti söylemeyen Müslüman dır amma bunların imamına inanmayan Müslüman değildir. Allah’a inanmayan Müslüman, İmama inanmayan Müslüman değil! Hangi vicdan, hangi akıl ve izan buna “evet” diyecek? Anlaşılan bunlar “imam” dediklerini ilah yerine koymaktalar.
a) Allah’ın Resûlünden rivayet edilen hadislerde, “İslâm’ın” beş esası anlatılmış, hepsinde “kelime-i şahadet” başa alınmıştır. Güvenilir kaynakların hiç birinde “velayet” diye bir kelime yoktur.
b) Devlet başkanlığı demek olan velayet, İslâm’ın şartlarından olsa bu gün yeryüzünde Müslüman olarak kimse kalmaz. Çünkü onlara göre, devlet başkanının “Ali’nin çocuklarından” olması lâzım.
c) Hz. Ali’den başka, Şiîlerin saydıkları 12 imamdan hiç biri devlet başkanlığına getirilmiş değildir, hiç birisi yönetici olamamıştır. Devletin başına Emevilerden, sonra da Abbasîlerden devlet başkanı olanlar vardır. Bunların da birçoğu zorbalıkla iş başına gelmiş, bu 11 imam da bunlara itaat etmişlerdir. Bu durumda 11 imamın imanı, Müslümanlığı sahih değil mi? Çünkü velayet şartı gerçekleşmemiştir. (Bunların hepsinin de mümin ve Salih kişiler oldukları kanaatindeyim)
d) Şiîlere göre, Hz. Ali, bir veli, bir imam değil, âdeta bir ilahtır. Hiç yanlışı olmayan, hiç hatas etmeyen bir tabudur. Hz. Ebu Hanife: “Ali’nin görüşü varsa başkasının da, bizim de bir görüşümüz vardır” dediği için rahatlıkla Ebu Hanife’ye lanet okuyabiliyorlar. Şiîlerin temel kitabı olan El-Kâfi’de şöyle demektedir: “Allah Ebu Hanife’ye lanet etsin. O, şöyle diyordu: “Ali bir söz söylemiştir, ben de bir söz söyledim, Sahabiler söz söylemişlerdir, ben de sözler söyledim” (el-Kâfî el-Usul: l/57-58)
2) Müslümanların şimdi ellerinde bulunan Kur’an’ın eksik olduğu, Fetıma’nın Kur’anının bunun üç katı olduğu iddiası gerçekçi olamaz. Bu iddia yalan ve tutarsızdır. Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde Kur’an ayetleri bir araya toplatılıp bir kitap haline getirildi. Cumhuru Ashabın tetkikine sunuldu. Hz. Ali de bu toplumun bir ferdi idi. Kimseden itiraz görülmedi. Kur’anı kısmen veya tamamen bilen on binlerce “bilirkişi” diyeceğimiz Ashap vardı. Nasıl Kur’an’ın üçte ikisi kaybolur? Kaldı ki Kur’an, Yüce Allah’ın güvencesi altında değil mi? (Bak Hicr: 9)
3) Böyle bir iddia, yalan olduğu gibi gülünçtür, akıl dışıdır. Ashap Kur’an’ın üçte ikisini yazmadıysa, Hz. Ali dördüncü Halifedir. Hz. Ali niçin kitabın tamamını yazmadı? O da mı bilmiyordu? Hz. Ali ilim beldesinin kapısı değil mi? Hz. Fatıma’nın da eşi değil mi? O bilmiyor da bu iddiada bulunan yalancı ve müfteriler mi biliyor?
3) Dünyada Kur’an gibi itina ile muhafaza edilen ikinci bir kitap yoktur. Bu gün dünyanın her tarafında milyarlarca Kur’an nüshaları vardır, hepsi aynıdır, hiç biri diğerinden farklı değildir. Kur’an’ı şaibeli kılmak için sayısız müsteşrikler, düzenbazlar hainler seferber olmuş, nice “dam-ı tezvir” kurmuşlar, nice komplolar tezgâhlamışlar, netice hüsran olmuş, bunlar başarı gösterememişler. Onların yapamadığını bazı Şiîler yapmaya kalkmış, “Mühaf-ı Fatımalar” iddia etmişler ancak onlar da hüsrana mahkûmlar. İran coğrafyasında bu gün bildiğimiz Kur’anlar vardır. Ortada bir tek “mühaf-ı Fatıma” yoktur.
4) Peygamberimiz (as)ın Hz. Ali’yi halife seçtiği iddiası yanlıştır, akıl dışıdır. Şu gerçeklere aykırıdır:
5) Veda haccından dönerken Peygamberimizin etrafında on binlerce Müslüman vardı. Bunların hepsi de İslâm davasına, Peygamber’e gönül vermiş sadık kişilerdi. Kur’an onları övmekte, onların sadakatini tescil etmektedir.
6) Bu on binler, Allah ve Resûlü yolunda her an canını vermeye hazır imanlı yiğitlerdi.
7) Bunlar, Hz. Ebu Bekir’i sevdikleri gibi Hz. Ali’yi, Ali’nin çocuklarını candan seven, hele Allah’ın Elçisini canlarından fazla seven, gerektiğinde İslâm uğrunda seve seve canlarını feda edebilecek kahramanlardı.
Kur’an’ın, Peygamber’in övdüğü bu izzetli kuşak, nasıl Ebu Bekir için dinlerini feda ederler?
8) Bu izzetli on binleri hainlikle, dinden çıkmakla itham etmek hangi vicdana sığar?
9) Peygamber (as), Ali’yi Halife atadıysa, ölüm döşeğinde niçin Hz. Ebu Bekir’i kendi yerine mihraba geçirdi? Bilindiği gibi Halife’nin mihraba geçmesi şarttır.
10) Peygamberimiz (as) risaletle gönderilen Allah Elçisi değil mi? O’nu haşa kral mı kabul ediyorsunuz, yoksa Şah, Şehinşah veya Sultan mı kabul ediyorsunuz ki, yönetimi kendi çocuklarına bıraksın?
11) Hucurat Suresinin 7. ci âyetinin meâli şudur: “Bilin ki içinizde Allah’ın Elçisi vardır. Şayet o, birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalbinize zinet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır” (Hucurat: 7)
İşte Âyetin meâli budur! İman kelimesini Ali’ye, kükfür, fısk ve isyan kelimelerini diğer halifelere mal etmeyi gerektiren bir münasebet var mı? Böyle bir yakıştırmada bulunmak, en başta Kur’an’a saygısızlık değil mi, Kur’an’ı tahrif değil mi?
Hemen belirtelim ki, Hz. Ebu Bekir’i kâfir sayan bir münasebetsiz kişi, farkında olmadan ve sırf cahilliğinden Hz. Ali’yi de kâfir sayma cinayetinde bulunmuş olur. Çünkü Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir’e bîat etmiş, O’nun imamlığını onaylamış, senelerce arkasında namaz kılmıştır.
12) “Ali dedi ki: “Yeryüzünün tamamı, benimdir, benden sonra da çocuklarımındır” (Kaynak yukarıda geçti)
Şiîlerin temel kitabı olan el-Kâfi’ye göre Hz. Ali böyle demiş, “bütün yeryüzünün kendi mülkü olduğunu söylemiş”
Bu iddia, büyük yalan ve büyük iftiradır. Hz. Ali bu denli yanlış ve akıl dışı bir sözü söyleyecek bir insan değildir. Hz. Ali âlimdir, erdemlidir, mütevazıdır, İslâm’ı çok iyi bilendir. Böyle tutarsız gerçek dışı akıl dışı sözü söyler mi? Bir insanın böyle bir sözü söylemesi için ya akıldan nasipsiz bir diktatör olması, yahut Firavun gibi tanrılık davasına kalkışmış olması lâzım. Hz. Ali’yi tenzih ederiz. O, Allah’ın kulu olduğunun idrakiyle yaşadı, tevhit uğrunda cihat etti, Allah düşmanlarının, Kur’an düşmanlarının korkulu bir rüyası oldu.
Ali bilmez mi ki, yeryüzü de, gökyüzü de, bütün zerrat-ı cihan da Allah’ındır, Allah’ın mülküdür, yalnız ve yalnız Allah’ındır. Bütün yaratıklar da O’nun mülküdür. Nebîler, velîler, sultanlar, hakanlar ve de bütün insanlar hep O’nun kullarıdır. Allah’ın kitabını dinleyelim:
“Mülk ve yönetim elinde bulunan o Allah ne yücedir! O her şeye kadirdir.” (Mülk: 1)
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır, dönüş Allah’adır” (Nur: 42)
13) “Bütün zerreler veliyy’ül’emre boyun eğerler”
Boyun eğerler tabirinin en yakın anlamı, secde ederler. Ne demek yani? Bütün kâinat bunların imamına secde mi ediyor?! Hayret, bir mümin nasıl böyle bir söz söyleyebilir? Anlamak zor, doğrusu! Diyen olabilir ki, maksat secde değil, yani saygı gösterirler. Onlardan sorarız: Allah’ın dininde, kitabında böyle bir saygı var mı?
Yanlış 9- “Mustafa nurunu alnında kodu/Bil Habibim nurudur bu nur dedi” (Vesiletün’Necat: Mevlit kitabı)
Bu söz yanlıştır. Çünkü Allah’ın kitabında bu mealde bir ayet yoktur. Bir sözün mefhumu doğru bile olsa, Kur’an’da yer almıyorsa o söze, “Allah’ın sözü demek yanlış olur. Bu itibarla bu sözü Allah’a mal etmeye çalışmak yanlıştır, büyük günahlardandır.
Vesiletün’Necat kitabı Süleyman Çelebi’ye atfedilir. Türkiye’de “Mevlit” adıyla bilinir. Çok okunur, çok tekrarlanır. Bazı kesimler, sözlü olmasa da fiilen bu kitaptaki ifadeleri Kur’an’dan önemli görürler. Kur’an’ı dinlerken göstermedikleri saygıyı mevlit okunurken gösterirler. Mevlit okutmakla günahlarının affını beklerler. Bunlar Mevlit okutmayı makbul bir ibadet sayarlar. Doğumlarda, düğünlerde, sünnetlerde, ölümlerde hep Mevlit okunur. Sevinç günlerinde, keder günlerinde, çocuk askere gittiğinde, çocuk askerden geldiğinde yine mevlit ihmal edilmez. Mevlit okunurken, arada Kur’an’dan ayetler okunur, methiyeler okunur, dua ile bitirilir. Doğaldır ki mevlit okuyan kişide güzel ses aranır, zaten sesi güzel olmayan, mevlithan olamaz. Mevlit kitabında, elbette çok doğru ifadeler vardır. Ne çare ki bazı yanlış ifadeler de vardır. İşte o yanlışlardan birkaç tanesi:
Yanlış 10- “Gel Habîbim, sana âşık olmuşam”
Bu söz yanlıştır. İddiaya göre Allah, Peygamberine böyle demiş, yani bu söz, Allah’ın sözü! Bunlara göre Allah, Hz. Muhammed’e âşık olmuş, “ilanı aşk” ediyor. Gerçek şu ki, Allah’ın sözü Kur’an’da olur. Kur’an’da böyle bir ifade var mı? Hangi surede, hangi ayette bu anlama gelen bir ifade vardır? Yahut bu anlamda bir Kutsi Hadis var mı? Eğer yoksa bu iddia Allah’a iftira olmaz mı?
Allah’ın 99 isim-sıfatı vardır. Bunlara “Esmâ-i Hüsnâ” denir. Hepsi bir arada olmasa da bunların hepsi Kur’an’da geçmektedir. Bunların arasında, Allah’ın “Âşık” diye bir sıfatı yoktur. Allah, Salih kullarını elbette sever, Muhsinleri sever, müminleri sever. Ancak kullarından birine âşık olduğu iddia edilemez. Çünkü aşk, kontrol edilmeyen sevgi, ölçüyü aşan bir duygusallık, bir çeşit taşkınlıktır. Allah için kontrol edilemeyen, taşkınlık denecek bir duygusallık düşünülemez.
Yanlış 11- “Cümle halkı sana bende kılmışam”
Bu söz yanlıştır. Çünkü: a) Allah’ın böyle dediği sabit değildir, Ne Kur’an, ne de sünnet dediğimiz hadislerde böyle bir ifade yoktur. b) “Cümle halk”, yani bütün yaratıklar Allah’ın bendesi, yani Allah’ın kuludur. Allah’tan başkasının kulu olan biri yoktur. Bu konuda Kur’an’ın hükmü açıktır. c) Allah’ın yüce kitabı şöyle demektedir:
“Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelecektir” (Meryem: 93)
Yanlış 12- “Hem hava üzre döşendi bir döşek”
Bu söz yanlıştır. Böyle bir olayı anlatan çok olmuştur, Mevlithanlar hep bunu okurlar, dünya-âleme duyururlar. Türkiye’de, her sene on binlerce defa tekrarlanır, adeta halka ezberletilmiştir. Kur’an’dan birkaç sureyi ezbere bilmeyen bazı kişiler bile bunu ezbere bilirler. Ancak bu iddiayı kanıtlayan bir tek kişi çıkmamıştır. Yani güvenilir kaynaklarda böyle bir olay anlatılmamaktadır.
Yanlış 13- “Üç âlem dahi dikildi üç yere”
Bu söz de yanlıştır, tarihi kaynaklarda yoktur.
Yanlış 14-Üç “meh-cebîn: ay yüzlü” nün geldiği”
Böyle bir iddia tarihi kaynaklarda yoktur.
Yanlış 15- “Sundular bir cam dolusu şerbeti”
Bu iddiaların hiç birinin kaynaklarda yeri yoktur. .
Hemen belirteyim ki, kanıtlanmayan bir iddiada bulunmak yanlıştır. Onu “ibadet” diye tekrarlamanın da bir anlamı yoktur. Olsa olsa vebali olur.
İlave edelim ki, Hz. Amine, bu sözleri söylediyse doğrudur. Kimsenin Aziz Valideye itiraz etme hakkı yoktur. Peygamber (as) da söylediyse elbette o da doğru söylemiştir. Hiçbir Müslüman itiraz edemez. Ancak bu konuda hiçbir hadis yoksa, yani Peygamber (as) söylemediyse, söylediğine dair bir delil yoksa ve hiçbir tarihi kanıt da gösterilmemiş ise ona inanmak, onu dinden bilmek yanlıştır, dine ilave etmek olur. Dine ilave yapmak ise, dini tahrip etmeye yeltenmek olur. Şuurlu bir dinleyici, iddiacıya demeli ki:
“Bize anlattıklarını kanıtla! Sen bu dediklerini, okuduklarını kimden duydun, hangi kaynaktan öğrendin, Kim sana anlattı bunları?
Birileri kalkıp “Madem ki delil getirmek lâzım, sen de bu sözlerin aslı olmadığını kanıtla!” deme hakkına sahip değildir. Çünkü İslâm’ın insanlığa öğrettiği âdil prensiplerden biri de:: “Delil getirmek, iddia sahibinin, yemin inkârcının görevidir” Delilsiz konuşmayı Allah’ın kitabı şiddetle yasaklamıştır. Bu konuda çok ayetler vardır. Şu ayetin verdiği dersi iyi düşünelim:
“Onlara de ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin” (Bakara: 111) Öneminden dolayı bu emir, birçok surede, birçok ayette tekrarlanmaktadır. (Bak: Enbiya: 24-Neml: 64-Kasas: 75) Allah’ın kullarına sunduğu hükümler, açık, net ve arı-duru hükümlerdir. Bu hükümlerde hiçbir “zeyğ: şek, şüphe, eğrilik” yoktur. (bak Ali İmran: 7) Sanı, ilimden bir şey ifade etmez, ilham, ilimden bir şey ifade etmez. Peygamberlerin haber verdiği vahiy ancak müminleri bağlar. Vahiy, delildir, ondan kuvvetlisi yoktur. Delile dayanmayan duygusallıklar ise kınanmıştır. Söz, Allah’ın kitabının olsun. Hakîm olan kitabı dinleyelim:
“Bunlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Onlar hakkında Allah bir kanıt indirmemiştir. Onlar, sadece sanıya, bir de nefislerin hoşlandığı şeylere uyuyorlar…” (Necm 23) tahminlere, varsayımlara karşı kalbi muhafaza altına almak mümkün değildir. Çünkü akla gelen düşünceyi önleme gücü insanda yoktur. İnsan, gücünün yetmediği işten sorumlu olmaz. İnsanın gönlünde her çeşit düşünce, sanı belirebilir. Ancak bu sanıların hiç biri “gerçek” sanılmamalı, ilmî bir delile dayanmıyorsa insana yön vermemelidir. Aksi halde insan, ahirete inanmayanlara benzemiş olur. Allah’ın kitabi şöyle der:
“Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takarlar. Onların bu konuda hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna/sanıya uyarlar. Zan ise haktan hiçbir şey ifade etmez” (Necm: 27-28) Bilindiği gibi din, Allah’tan gelmiş olan hükümlerdir. Beşerî değildir, ilahîdir. Dinin tebliğcisi olan Hz. Muhammed (as) kendi şahsi görüşünü, düşüncesini, dine ilave etmiş değildir. Kendisine sorulan bazı sorulara cevap vermemiş, “Bu konuda bana vahiy gelmedi, bilmiyorum, vahiy gelince söylerim” kabilinden cevap vermiş, vahyin gelmesini beklemiştir. (Bak Kehf: 23-24)
Uydurma hikâyelerle Peygamber (as)ı övmeye kalkmak yanlıştır. Bu işgüzarlık, Peygamber’i asla hoşnut edici değildir, aksine öfkelendirir. Bunlar Peygamber’e saygı da değildir, aksine saygısızlıktır.. O’nun izzeti, şanı yücedir., Yalandan, uydurmacılıktan, Hayalcılıktan asla hoşlanmazdı.
Unutmamak lâzımdır ki, Peygamber (as)in izzeti, nezaheti göz kamaştırıcıdır. O’nu övmek isteyen kişinin O’nun gerçek hayatını öğrenmesi yeterlidir. Zaten âlemlerin Rabbi O’nu övmüş ve “Âlemlere rahmet olduğunu söylemiştir. (Bak Enbiya: 107)
Yanlış 16- “Süleyman Çelebî bilmez miydi?”
Bu söz yanlıştır. Birçok yönden hatalıdır:
a) Bu gün ülkemizde tedavülde olan Mevlit kitabının bütün sözleri, mısraları Merhum Süleyman Çelebi’ye mi aittir?
b) Bunların tamamının Süleyman Çelebi’ye ait olduğunu kim söyleyebilir? Senelerce bu kitap elle yazılmış, istinsah edilmiş, bu arada ilaveler, eksiltmeler olduğu da görülmüştür. Eski nüshalarda gördüğümüz “Kesik baş hikayesi”, “Hikâye-i deve”, “Hikâye-i Gögerçin” gibi bölümler yeni baskılarda bulunmamaktadır.
c) Süleyman Çelebi’ye “Allah rahmet eylesin” deriz.. Ancak O’nun hiç yanılmayacağını, hiç yanlış yapmayacağını kim söyleyebilir?
d) Birilerini kayırmak için Allah’ın kitabına, Peygamber (as)ın sünnetine ters düşmeye müminin vicdanı razı olabilir mi?
e) İlim adamına saygılı olmak elbette önemlidir, ancak dinin hükümlerine saygılı olmak elbette çok daha önemlidir.