21 Haziran 2018

HANEFİ MEZHEBİ

Hanefi Mezhebi nedir?
HANEFİ MEZHEBİ
Günümüzde özellikle Türkiye’deki insanların tabi olduğu ve Diyanet İşlerinin ana mezhepolarak kabul ettiği Hanefi mezhebi hakkında bilgi verir misiniz?
Cevap: Hanefilik günümüzde en çok bağlısı bulunan fıkıh mezhebidir. Şimdi bu büyük mezhebi iyi anlayabilmemiz için kurucusundan başlayarak Hanefi Mezhebi hakkında geniş bilgi verelim. Hanefi mezhebinin kurucusu olan Ebu Hanife 80/699 yılında Kûfe’de dünyaya gelmiştir. Babası kumaş tüccarı olan Ebu Hanife bir taraftan baba mesleğini yaparken diğer yandan Kufe’de birçok alimden ders alarak yetişmiştir. 18 yıl fıkıh dersi gördüğü Hammad b. Ebî Süleyman onun en değerli hocasıdır. Hocası Hammad’ın vefatından sonra Kufe’de ders kürsüsüne oturmuştur. 30 yıl kadar ders halkasına katılan talebe sayısının 4000’i aştığı ve bunlardan en az 40 kişinin içtihad derecesine geldiği kabul edilmektedir.
Emeviler Abbasiler devrini yaşayan Ebu Hanife bu dönemlerde çok sıkıntılar yaşamış, kendisine teklif edilen devlet görevlerini kabul etmemiştir. Kûfe’de derslerini sürdüren Ebu Hanife, halife Ebu Cafer el-Mansur tarafından aralarındaki anlaşmazlık üzerine hapse atılmıştır. Hapiste öldüğüne dair bilgiler nakledilmekle birlikte, sürgün hayatı yaşadığı Kufe’deki evinde h. 150/767 yılında vefat etmiştir. Birçok kitabında kendisinin sahabeden kimselerle görüştüğü ve tabiinden olduğu anlatılmaktadır. Ebu Hanife künyesiyle ilgili olarak kaynaklarda daha çok, “Hanife”nin o zaman Irak’ta bir çeşit divit olduğu ve Ebu Hanife’nin yanında çoğu zaman divit taşıdığından dolayı bu künyeyle anıldığı zikredilir. Hanîfenin boyun eğen ve dini Allah’a özgüleyen anlamında “hanif” kelimesinin müennesi olduğu veya Ebu Hanîfenin Hanîfe isminde bir kızı olduğu rivayetleri de kaynaklarda geçmektedir. Ebu Hanîfe’nin kaynaklarda Hammad isimli oğlu haricinde kız veya erkek başka bir çocuğunun varlığından söz edilmemektedir.
Ebu Hanife Abdullah İbn Mes’ud’dan kendisine kadar gelen zamandaki Irak rey ekolüne bağlı âlimlerin mirasını bir içtihat meclisi niteliğindeki ders halkalarında geliştirip sistematik hale getirerek İslam âleminde bağlısı en fazla olacak fıkıh mezhebinin ilk temellerini atmıştır. Hanefimezhebinde Ebu Hanife’nin ders halkalarında yetişen Ebu Yusuf, Muhammed ve Züfer gibi âlimlerin son derece önemli yeri vardır. Zira bu ilk nesil mezhep âlimleri kendisinden çok fazla kitabın naklolunmadığı Ebu Hanife’nin görüşlerini tedvin ederek, mezhebin görüşlerinin yazılmasında ve sistematik hale getirilmesinde büyük rol oynamışlardır.
İlk nesil alimlerinin ve bunu takip eden bir iki asırlık zamandaki Tahâvî, Kerhî, Cessâs, Kudûrî ve Debûsî gibi âlimlerin önemli katkılarıyla mezhep tam olarak oluşmuş ve İslam aleminin değişik yerlerinde görüşleri hızlı bir şekilde yayılmıştır. Ebu Yusuf’un Abbasiler devrinde kadı’l-Kudat’lık makamında bulunması mezhebin resmi bir nitelik kazanmasına neden olmuş, aynı şekilde İslam tarihindeki en uzun ömürlü devletlerden Osmanlı Devleti’nin de resmi mezhebinin Hanefi mezhebi olması mezhebin yayılmasına hizmet etmiştir.
Hanefi mezhebi meselelerin çözümünde nasların yanında reye de yer vermesi, böylece naslar ile rey arasında makul denge kurmaya çalışması, istihsan metoduna sıklıkla başvurması gibi özellikleriyle diğer mezheplerden ayrılmaktadır. Hanefî mezhebinde diğer mezheplerden farklı olarak mezhep kitaplarında, farazî fıkıh meselelerine de yer verilerek teorik fıkhın ve fıkıh biliminin metodolojisi olan fıkıh usulünün gelişmesine büyük katkı sağlanmıştır.

Hanefi Mezhebinin Yoğun Olduğu Bölgeler

Günümüzde Türkiye, Balkanlar, Bosna-Hersek, Ukrayna, Kırım, Azerbaycan, Kafkasya, Kazan, Ofa, Ural, Sibirya ve Türkistan Türkleri, Çin, Mançurya ve Japonya Müslümanları, Afganistan, Horasan, Belucistan, Siyam (Tayland), Hint, Keşmir, Pakistan ekseriyetle Hanefî’dir. Yemen, Hicaz, Mısır. Filistin, Cezayir ve Tunus’ta Hanefi’lerin sayısı oldukça az, Etiyopya, Suriye ve Irak’ta ise nispeten daha fazladır.
‘’Bu bilgilerin yanı sıra daha geniş ve detaylı bilgi için TDV. İslam Ansiklopedisi’nin “Hanefi Mezhebi” maddesine bakılabilir.’’

Hanefi Mezhebi nedir?

Hanefi mezhebi, ismini kurucusu Ebû Hanife'den almış İslam dininin sünni fıkıh mezheplerinden biridir.

Hanefi mezhebi, (Arapça: الحنفية veya المذهب الحنفي) İslam dininin Sünni(fıkıh) mezheplerinden biri Hanefilerin itikatta (inançta) mezhepleri ise Maturidilik olarak kabul edilir. İsmini, kurucusu Ebû Hanife'den (Numan bin Sabit) (699-767) alır. Hanefi mezhebi; daha çok Türkiye, Suriye, Irak, Pakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan, Afganistan; Çin'in Sincan Uygur Eyaleti'nde, Kafkaslar ve Balkanlar'da yaygınlık kazanmıştır.  Hanefi mezhebi dört Sünni mezhebin nüfus açısından en genişi. Takipçileri tüm İslam aleminin yaklaşık %56'sını oluşturmaktadır. Hanefilik günümüzde en çok bağlısı bulunan fıkıh mezhebi.
MEZHEBİN KURUCUSU EBU HANİFE'NİN HAYATI
Mezhep ismini aldığı Hanefi mezhebinin kurucusu olan Ebu Hanife'nin asıl adı Numan'dı. Babasının adı Sabit'ti Hicretin 80. yılında doğdu, 150. yılında Bağdat'ta vefat etti En büyük imam anlamında İmam-ı Azam da denilen Ebu Hanife'nin talebeleri, onun rivayet ettiği görüşleri toplayarak sistemleştirdiler, Onun görüşlerinden yeni yeni eserler telif etttiler. Böylece İmam-ı Azam'ın görüşleri bir mezhep halini aldı. Ebu Hanife 18 yıl fıkıh dersi gördüğü  en önemli hocası Hammad b. Ebî Süleyman'ın vefatından sonra Kufe'de ders kürsüsüne oturmuştur.  Devlet kademelerinde görev almayı kabul etmeyen Ebu Hanife, Kûfe'de derslerine devam etti. Halife Ebu Cafer el-Mansur tarafından aralarındaki anlaşmazlık üzerine hapse atıldı. Hapiste öldüğüne dair bilgiler nakledilmekle birlikte, sürgün hayatı yaşadığı Kufe'deki evinde 767 yılında vefat etti.
HANİFE İSMİNE DAİR RİVAYETLER
Birçok kitabında kendisinin sahabeden kimselerle görüştüğü ve tabiinden olduğu anlatılmaktadır. Ebu Hanife künyesiyle ilgili olarak kaynaklarda daha çok, “Hanife”nin o zaman Irak'ta bir çeşit divit olduğu ve Ebu Hanife'nin yanında çoğu zaman divit taşıdığından dolayı bu künyeyle anıldığı zikredilir. Hanîfenin boyun eğen ve dini Allah'a özgüleyen anlamında “hanif” kelimesinin müennesi olduğu veya Ebu Hanîfenin Hanîfe isminde bir kızı olduğu rivayetleri de kaynaklarda geçmektedir. Ebu Hanîfe'nin kaynaklarda Hammad isimli oğlu haricinde kız veya erkek başka bir çocuğunun varlığından söz edilmemektedir.
HANEFİ MEZHEBİNİN GELİŞİMİ
Ebu Hanife Abdullah İbn Mes'ud'dan kendisine kadar gelen zamandaki Irak rey ekolüne bağlı âlimlerin mirasını bir içtihat meclisi niteliğindeki ders halkalarında geliştirip sistematik hale getirmiş, İslam âleminde mensubu en fazla olacak fıkıh mezhebinin ilk temellerini attı. Hanefi mezhebinde Ebu Hanife'nin ders halkalarında yetişen Ebu Yusuf, Muhammed ve Züfer gibi âlimlerin son derece önemli yeri var. Zira bu ilk nesil mezhep âlimleri kendisinden çok fazla kitabın naklolunmadığı Ebu Hanife'nin görüşlerini tedvin ederek, mezhebin görüşlerinin yazılmasında ve sistematik hale getirilmesinde büyük rol oynadılara İlk nesil alimlerinin ve bunu takip eden bir iki asırlık zamandaki Tahâvî, Kerhî, Cessâs, Kudûrî ve Debûsî gibi âlimlerin önemli katkılarıyla mezhep tam olarak oluşmuş ve İslam aleminin değişik yerlerinde görüşleri hızlı bir şekilde yayılmıştır. Ebu Yusuf'unAbbasiler devrinde kadı'l-Kudat'lık makamında bulunması mezhebin resmi bir nitelik kazanmasına neden olmuş, aynı şekilde İslam tarihindeki en uzun ömürlü devletlerden Osmanlı Devleti'nin de resmi mezhebinin Hanefi mezhebi olması mezhebin yayılmasına hizmet etmiştir.
Hanefi mezhebi meselelerin çözümünde nasların yani  İslam fıkıhında Kur'an'da yer alan ayetlerin ve peygamberin söylediği sözlerin yanında reye de  yani anlama, yorumlamaya da yer vermiştir, Böylece naslar ile rey arasında makul denge kurmaya çalışması, toplumsal bir meselede  insanlar için en uygun olanını tercih etmesi yani istihsan metoduna sıklıkla başvurması gibi özellikleriyle diğer mezheplerden ayrılmaktadır. Hanefî mezhebinde diğer mezheplerden farklı olarak mezhep kitaplarında, farazî fıkıh meselelerine de yer verilerek teorik fıkhın ve fıkıh biliminin metodolojisi olan fıkıh usulünün gelişmesine büyük katkı sağlanmıştır.
HANEFİ KELİMESİNİN KÖKENİ VE ANLAMI
Mezhebin ismi kurucusunun künyesi olan Ebû Hanife'den gelir. Hanife sözcüğü hanif kökünden gelir. Hanif sözcüğü İslam öncesinde Allah'ın birliğine inanan ve İbrahim'indininden olanları tanımlamakta kullanılırdı. Fakat Ebû Hanife'nin bu künyeyi nasıl aldığı konusunda çeşitli tartışmalar mevcuttur. En çok kabul görmüş açıklama, hanif sözcüğünün kullanımlarından olan "İslam'a kuvvetle bağlı olan kişi" anlamında, Ebu Hanife'nin İslam'a fazlasıyla bağlı olduğunu belirtmek için verildiği yönündedir. Kesin olan şey, mezhebin ismini kurucusundan aldığıdır.
HÜKÜM ÇIKARMA
Hanefi mezhebinde bir konuda hüküm çıkarmak için önce "kitap"a (yani İslam'ın kutsal kitabı Kur'an-ı Kerim'e) başvurulur. Kitapta bir delil bulunamazsa hadislere bakılır. Hadisler'de yoksa sahabenin birinin görüşü temel alınır. Sahabe sözünde de bir cevap bulunamazsa en son kıyasa başvurulur.
Eş'arilik nedir?

Eş'ârîyye veya Eş'ârîlik, (Arapça: الأشاعرة) 3.) asrın başlarında Ebü’l-Hasan Ali b. İsmâil el-Eş‘arî ile ortaya çıkan İslam itikadi mezheplerinden birisidir. Eşarilik mezhebinde itikadi meselelerin yanında akla da değer verilmiştir. Anca ayet ve hadislerin yanında aklî deliller de kullanılsa da Mu'tezile mezhebi gibi inanç konusunda aklı merkeze almaz.

Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'nin (324/935-36) öncülüğünde kurulmuş kelâm ekolü Eş'arilik, Ehl-i Sünnette, Mâtûridîlik ile birlikte yaygın olan ikinci itikâdî mezheptir. Aklı Mu'tezile kadar önemsememekle birlikte, Selefîyye kadar da küçük çapta ele almaz.
Başlangıçta Mu‘tezile mezhebi mensubu Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî daha sonra hocası Ebû Ali el-Cübbâî'nin görüşlerini yeterli bulmayarak kelamda bazı değişiklikler yaparak Mu'tezile mezhebine anti tez olarak Eş'arilik'i ortaya çıkarmıştır.
EŞ'ARİYYE MEZHEBİ'NİN ORTAYA ÇIKIŞI
Eş'ârî ekolü hicri 4. ve 5. (miladi 10. ve 11.) yüzyıllarda önce Irak ve Suriye'de yaygınlık kazanmaya başlamış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır. İmam Bakillâni ve Ebül Maâli gibi düşünürlerin yönetimi altında gittikçe gelişen bu öğreti baskısını diğer itikadi fırkalar üzerine öylesine arttırmıştır ki Eş'arilik karşıtı akımlar 12. yüzyıl'da batıya geçerek inançlarını Endülüs Arapları arasında yaşamak zorunda kalmışlardır.
Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzi (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286-87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/1390-91); Seyyid-i Şerif-i Cürcânî (816/1413-14); Celâlu'd-din Devvâni (908/15025-03).
EŞ'ARİLİK'TE AKLIN YERİ
Eş'ârîlik, genellikle itikadda aklın yeri hususunda orta bir konumda olsa da, sıklıkla Selefilik'e Mu'tezile'ye olduğundan daha yakındır. 935 yılında hayatını kaybeden Ebu Hasan Eş'ari'nin kurduğu bu okul, inancı her zaman ilk sıraya koyar. Aklın hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceklerini kabul eder. Doğal olaylar, nedenleri bilinmeyen ve belki de asla bilinemeyecek olan salt İlahi ilkenin sonucudur ve bu ilkeye göre  yönetilirler. Bu anlayışa göre akıl, pek güçsüz bir veridir, aklın bugün bilemediğini yarın da bilemeyeceği söylenemez. Bu sebeple insan, bugün ulaşamadı diye belki de yarın ulaşabileceği gerçekler üstünde inancını yitirmemelidir. Bununla birlikte Eş'ariyye, özellikle de Selefîyye gibi akımlar ele alındığında daha orta yoldadır ve hüküm verirken akla da yer verir.
Eş'ârîlik'e en büyük eleştiri ünlü filozof İbn-i Rüşd'den gelimiştir. Aslında genel olarak kelâm ve kelâmcılara karşı çıkmış olsa da İbn-i Rüşd tenkitlerini en çok Gazzali ve Eş'ariyye üzerinde yoğunlaştırır.
EŞ'ARİYYE VE EHL-İ SÜNNET
Eş'ârîyye ismi, Mâtûridîyye'yle birlikte Ehl-i Sünnet'in iki ekolünden birinin ismi olarak kabul edilse de bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında Ehl-i Bid'ata karşılık kullanılması itibarıyla genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı.
Çünkü, o dönemde  akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu. Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyyegörüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi. Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu. Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnet'e "Eş'ârîyye" denilmiştir. İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, Ehl-i bid'ata mukabil olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır.
EŞ'ARİYYE'DE BAZI KAVRAMLAR: KELAM, TE'VİL VE AKIL
Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşısına alarak Selef akidesini esas almıştır; fakat akaid meselelerinin ele alınışında kelâm bir istidlâl yani bir tür akıl yürütme, rehberlik vazifesi amacıyla kullanılmış ve te'vile  yani bir sözü görünür anlamından çıkarıp başka bir anlamda göstermeye, yorumlamaya yer verilmiştir. Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelâmda yenilikler yaparak, Kelâmı felsefe metotlarla tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir. Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır.
EŞ'ARİYYE'NİN TEMEL İTİKADİ GÖRÜŞLERİ 
1. Marifetullah: Akıl hiçbir şeyi vâcip kılamaz. Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'ân vâciptir. Aklen bir vucûbiyyet yoktur. Şeriattan ve dinden haberi olmayan insan, hiçbir şeyden sorumlu değildir.
2. Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadın da peygamber olabilir.[kaynak belirtilmeli]
3. Cüz-i İrâde: Cüzî irade müstâkil değildir, onu da Allah yaratır. Eş'ariyye bu şekilde Cebriyye'ye yaklaşır.
4. Kesb: Kesb, insan gücünün güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır. Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır. Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur.
5. Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz. Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir. Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür. Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez.
6. Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur.
7. Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir.
8. Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir. Ama böyle bir durum vaki olmamıştır.
9. İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler, iman etmekle mükellef oldukları gibi ibâdet etmekle de mükelleftirler. İbâdet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir.
10. İrtidad: Dinden çıkmış olan kimse, yeniden iman ederse önceki âmelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur.
11. Kelâm-ı Nefsi: Allah'ın kendi kendine konuşması demek olan kelâm-ı nefsî'nin işitilmesi caizdir.
12. Kur'an: Kur'anın mahluk olup olmadığı problemi; Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir. O Allah'ın kelâmıdır. Ses ve harflerden oluşmaz. Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur. Eş'arilere göre "Bir şeyi dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir." (En-Nahl: 40) ayeti bunun delilidir. Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktı. Halbuki "ol" sözü de Kur'ân'dadır. Ayrıca Eş'arilere göre Kur'ân'ın bazı âyetleri, bazılarından daha büyük değerdedir. Matüridîlere göre ise, böyle bir şey söylemek doğru olmaz.
13. Ezelde Ma'dûma Hitab: Allah'ın hitâbının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir. Buna göre Allah ezelde mütekellimdir. Eş'ariler bu şekilde yaratılmışlara ait bir özellik olarak gördükleri değişim olayını Tanrı'nın üzerinden nefyederler. (bkn. Antropomorfizm)
14. Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur.
15. Şefaat: Şefaat haktır ve kıyâmet günü gerçekleşecektir.
16. Ru'yetullah: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir. Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir; O günde (kıyamette) peygamberlerin, velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır. Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar. (Kıyâme Sûresi: 22-23)

Vahhabilik nedir?

Vahhabilik nedir?.. Vahhabîlik ya da Vehabilik, kökeni Selefilik'e dayanmakla birlikte tam olarak 18. yüzyılda Muhammed bin Abdülvehhâb tarafından kurulmuş olan görüşlerini Hanbeli mezhebinden alan dinî-siyasi hareket (akım) olarak kabul edilir.

Vahhabilik ameli olarak Hanbeli, itikadı olarak ise Selefi doktrinlerine bağlıdır. Selefiliğin büyük din adamı Ibn Teymiye'nin yorumlarından referans alır. dayanır. Bu dini akımda hakim görüş “Allah'tan başka ilah yoktur”  dur. Bu nedenle dini adanmışlığın tek nesnesinin Allah olması gerektiğini söyler. Her ne olursa olsun, başka bir varlığı içeren herhangi bir tapınma davranışını şirk sayar. Pirlere duyulan hürmet, imamların şefaati, dini bayramların çoğunun kutlanması ve peygamberin sünneti şeklinde görülen tüm ibadetlerine karşıdır. Bu bakımdan Vahabiliğe İslami püritenizm de (dinin ilk saf haline dönme) denilebilir. 
VAHHABİLİK NASIL ORTAYA ÇIKTI
Bugünkü Suudi Arabistan Devleti'nin kurucusu Muhammed Bin Suud ile  o dönemin güçlü aşiretlerinden birinin reisi Muhammet İbn Abdulvahap'ın müttefikliği İslam dünyasında yeni bir hareketin kıvılcımlarının habercisiydi.  Muhammet İbn Abdulvahab  Suud ailesinin sağladığı siyasi destekle büyük ölçüde fikirlerini yaymaya başladı.  Bu fikirlerin yayılmasıyla Suudlar, artık gerileme dönemine girmiş Osmanlı Devleti'nden koparak özerkliğe sahip olmak gibi ayrılıkçı fikirlerin çemberine girdiler. Böyle bir zamanda Abdülvehhab'ın fikirleri Osmanlı'ya isyan için uygun bir zemin hazırlamıştı. Zira bu fikirleri kabullenmek Osmanlı Devleti ve O'nun memurlarının “müşrik” olarak görülmesine neden olmuştur. böylece onlara itaatten vazgeçilmiş, isyan için itikadi sebepler ortaya çıkmaya başlamıştı.
OSMANLI'DA VAHHABİLİK HAREKETİ
Vahhabilik hareketinin Osmanlılar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II. Mahmud, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'yı sorunu çözmekle görevlendirdi. Mehmet Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa komutasındaki orduyla Mekke, Medine ve Taif'i Vahhabilerin elinden kurtardı (1812-1813). Daha sonra bizzat Emir Abdülaziz'in üzerine yürüdü. Emir Abdülaziz'in ölümü (1814) üzerine Vahhabiler ağır bir yenilgiye uğradı. Nihayet Mehmet Ali Paşa'nın kumandanı İbrahim Paşa, Abdülaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah ve çocuklarını esir ederek İstanbul'a gönderdi. Bunların 1819 yılında İstanbul'da asılarak öldürülmeleri ile Vahhabilik hareketinin ilk dönemi kapanmış oldu.
Savaş sırasında kaçarak kurtulmayı başaran Suud hanedanından Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişerek 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vahhabi devletini kurmayı başardı. Daha sonraları bir takım çekişmeler olmuşsa da Suud hanedanından Abdülaziz bin Suud, Vahhabi devletini yeniden kurdu (1901). Hindistan İngiliz yönetiminin de desteğini sağlayan Abdülaziz bin Suud 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile İngilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı diğer bölgelerin hükümdarı olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre Abdülaziz, bu yerleri kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarına bırakacak ve kendisinin seçtiği veliaht da İngilizlere bağlı kalacaktı. Osmanlıların yenik düşmesiyle sonuçlanan I. Dünya Savaşı'nın arkasından Vahhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde'yi de ele geçirdiler (1921-1926). Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi (1926). 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşmasının arkasından da tam bağımsızlığını ilan etti. BöyleceAbdülaziz bin Suud, Suudi Arabistan Kralı olarak tüm Hicaz'ı egemenliği altına aldı. Bu devlet, Suudi Arabistan Krallığı adıyla varlığını sürdürmektedir.
VAHHABİLİKTE TEVHİD İNANCI
Vahhabiliğin din anlayışı, Muhammed bin Abdülvahhab'ın üzerinde önemle durduğu tevhid (Allah'ın birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanır. Muhammed bin Abdülvahhab'a göre tevhid, kullukta Allah'ı bir tanımaktır. Tevhid kelimesini (Lâ ilâhe illallâh) söylemek Allah'tan başka tapınılan şeyleri tanıdıkça bir anlam taşımaz. Allah kalple, dille ve davranışlarla birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz. Tevhid üçe ayrılır. İlki, Allah'ı isim ve sıfatlarında birlemek (tevhid-i esma ve sıfat), ikincisi Allah'ı Rabb'lıkta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah'ı ilahlığında birlemektir (tevhid-i uluhiya). Allah'ı bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür. Buna göre Kur'an ve Sünnetin dışında emir ve yasak tanımamak, İslâm Peygamberi'nin döneminde bulunmayan şeyleri ve tevessülü terk ederek Allah'ı birlemek gerekir. Bu tevhide ameli tevhid denir. Herhangi bir hüküm koyucu tanımak, Allah'tan başkasından yardım dilemek, Peygamberiçin bile olsa, Allah dışındaki bir varlık için kurban kesmek, adakta bulunmak kişiyi küfre düşürür, can ve mal dokunulmazlığını ortadan kaldırır.
VAHHABİLİĞİN ŞEFAATE VE TASAVVUFA YAKLAŞIMI
Bu tevhit anlayışının getirdiği önemli sonuçlar vardır. Bunlardan birisi, Peygamber'denşefaat talebinde bulunulamayacağıdır. Vahhabilik "Şefaat, Allah'a mahsus bir haktır." der ve  bu nedenle Peygamber'den doğrudan şefaat talep etmeyi, onu Allah'a ortak tutmak olarak yorumlar. Buna gerekçe olarak  Arap paganların da Allah'ı kabul ettikleri halde, melekleri, putları şefaatçi kabul ettikleri için müşrik olduklarını gösterirler. Bu açıdan vahhabilikte şefaat inancı gibi yaygın olan tevessül inancı da şirktir.
Tevessül inancı, daha çok mutasavvıflar arasında yaygındır. Bir takım şeyhlerin, velilerin hem hayatlarında, hem de öldükten sonra tasarruf sahibi olduklarına inanılmakta, onların himmetleri dilenmekte ve Allah'tan şefaat dilenmesi için aracı kılınmaktadırlar. Bu da açık bir şirktir. Çünkü Allah'ın yaratmada, yönetmede, tasarruf etmede, işleri düzenleme ve belirlemede ortağı yoktur.
VAHHABİLİĞİN BİDATLARA YAKLAŞIMI
Vahhabiliğin en önemli özelliklerinden birisi de bid'atlar karşısındaki tutumudur. Muhammed bin Abdülvahhab'a göre Kur'an ve Sünnet'te olmayan her şey bid'attır. Bir bid'at çıkaran dine küfretmiştir ve bid'atlar kesin suretle reddedilmelidir. Bid'atların çoğu insanları şirke düşürmektedir. Bunların başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir.  ahhabiliğe göre mezarlarda yapılan ibadetler şirktir. Sevap umarak Peygamberin kabrini ziyaret bile şirke neden olabilir. Şirke neden olmamaları için, mezar ziyaretleri, türbe yapımı kesin olarak yasaklanmalıdır. Ölülere niyaz, tevessül, falcılara, müneccimlere inanmak, Peygamber'in anısını yüceltmek, Hırka-ı Şerif ve Sakal-ı Şerif ziyaretleri yapmak, Allah'tan başkasına ibadet etmek, şirk koşmaktır.
Mevlit toplantıları düzenlemek, bu toplantılarda mevlit okumak, sünnet ya da nafile namazlar kılmak yasaklanmalıdır. Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak, muska takınmak, ağaç, tas vb. şeyleri kutsal saymak, bir hastalık ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip, hamayi gibi şeyler takınmak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere inanmak, iyi kişilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardım dilemek gibi şeyler de tamamıyla şirke neden olan bidatlardandır. Riya için namaz kılmak, iyi insan gibi görünerek çıkar sağlamak da şirktir. Cami ve mescitlerin süslenmesi, minare yapılması da terk edilmesi gereken bidatlardır

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...