CEBRİYYE, KADERİYYE VE MUTEZİLE’NİN KADER GÖRÜŞÜ \ Said AKDAĞ
Kader veya kadr “gücü yetmek, bir şeyin hacmini ve şeklini belirlemek, bir nesneyi biçimlendirmek, bir şeyi başka bir şeyle mukayese etmek” gibi manalara gelir. Terim olarak kader veya takdir Cenab-ı Hakkın bütün nesne ve olaylarıyla kâinatı ezelde planlamasından ibarettir.[1] Dolayısıyla Cenab-ı Hakkın evrende insanın iradesine bağlı olsun ya da olmasın bütün her şeyi bilip planlaması kader başlığı altında incelenir.
Yani ihtiyari fiiller gibi gayri ihtiyari fiillerde kaderin konusudur. Örneğin arının bal yapması, güneşin batması, ağacın meyve vermesi gibi insanın iradesi dışında gerçekleşen fiillerde kaderin konusudur. Ancak İslam Kelam düşüncesinde bir problem olarak görülmesinden dolayı bu başlık altında genel olarak ihtiyari fiiller incelenmiştir.
Bu mesele Müslümanlarda akaid, felsefe ve tasavvuf çevresinde büyük önemi olan bir meseledir ve bu konu hakkında kelamcıları üç gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki ihtiyar görüşüne meyil etmişlerdir. Bu grubu Kaderiyye ve Mutezile oluşturur. İkincisi cebre meyil etmişlerdir. Bu grubu ise Cebriyye oluşturur. Üçüncüsü ise orta yol tutarak fiillerde Allah’a ve insana eşit görevler verir. Bu görüşü savunanlar ise Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tır.
A) CEBRİYYE VE KADERİYYE’NİN GÖRÜŞÜ
İslam Kelam düşüncesinin başlangıcına gidildiğinde bu konu hakkında karşımıza birbirine zıt iki görüş ortaya çıkmaktadır. Bu görüşlerden ilki cebri görüştür. Bunlar fiilleri yüce Allah’a izafe ederler. Onlara göre insan fiillerinde mecburdur. Dolayısıyla insanın kudret ve iradesi yoktur.
Bu görüşü Cebriyye savunmuştur. Kader konusundaki cebri görüşün ilk temsilcisi Cehm b. Safvan’dır (128/746). Cehme göre: Allah’tan başka hiçbir fail yoktur. Yalnız Allah faildir. İnsanlara fiiller mecaz olarak nisbet edilir. Bu tıpkı ağaç büyüdü, güneş battı demek gibidir. Oysa bunları yapanda yaptıranda Allah’tır.[2]Şehristani Cehmiyye’nin kader konusundaki görüşlerini şu şekilde açıklamıştır: “insan hiçbir şeye kadir değildir.
O güçle de (istitaa) tavsif edilemez, Çünkü o fiiller konusunda mecburdur. Ne kudreti ne iradesi nede ihtiyari vardır. Ancak Allah onda fiilleri öteki cansız varlıklarda yarattığı gibi yaratır; fiiller insana cansız varlıklara nisbet edildiği gibi mecaz olarak nisbet edilir. Tıpkı bu ağaç meyvelendi, yağmur yağdı denmesi gibidir. Ceza ve mükâfatta tıpkı bütün fiiller gibi cebridir. Cebr sabit olunca teklif dahi cebr olur…”[3]
Katıksız cebri görüş nasıl cehm adıyla özdeşleştirilmişse kaderi görüş de aynı şekilde Mabed el-Cüheni (699) ve onu müteakip Gaylan ed-Dımeşki (743) ile özdeşleşir. İnsanın fiillerini kendisinin yarattığını söyleyen kaderiler bir anlamda Emevilere karşı etkin bir başkaldırma eğiliminde olan siyasi bir hareketin itikadi cephesi gibi görünmektedir. Zira Mabed ve Gaylan’ın Emevi halifelerince öldürülmeleri yalnızca kaderi görüşe inanmalarından değil fakat bu itikadi görüşün tazammum ettiği siyasi neticelerden dolayıdır.
İşte siyasi açıdan Emevi iradesine karşı oluşun bir ifadesi de olan kaderilik Abbasiler zamanında tamamen ortadan kalkmıştır. Fakat onun kader ile ilgili görüşleri Mutezile tarafından devam ettirilmiştir.[4] Kaderilerin kader ile ilgili görüşlerini kısaca şu şekilde tasnif edebiliriz.
Şöyle ki:
a) Hayır ve iyilikler Allah’tan: şer ve kötülükler insandandır.
b) Allah insanda tam ve eksiksiz bir fiil yapma gücü (istitaa) yaratmıştır.
c) İnsanın fiilleri ve amelleri kendisine bırakılmış (tefvid) tır.
d) İnsana güç verilen konuda Allah’ın kudreti yoktur.
e) İnsanın ne yaptığı ve ne olacağı konusunda Allah’ın önceden bilgisi, takdiri ve dilemesi yoktur.
f) İnsan fiilleri Allah tarafından takdir edilmiş ve yaratılmış değildir, onlar bizzat insan tarafından takdir edilir ve yapılır.[5]
B) MUTEZİLENİN GÖRÜŞÜ
Mutezile Mezhebi mensuplarının kendilerine has farklı görüşleri olmakla beraber bunların hapsinin umumiyetle kabul ettiği bazı noktalar vardır. Beş esas (usul-i hamse) halinde toplanan bu prensiplerden ikincisi “adl” prensibidir. Genel olarak “adl” prensibi içerisinde incelenen konu insanın sorumluluğu, yükümlülüğü ve fiilleridir.
İnsanın sorumluluğu yükümlülüklerine ve fiillerine bağlı olduğuna göre, kader kavramından söz edildiğinde açık ya da gizli insan fiillerinden de bahsediliyor demektir. Zira İbn Rüşd insan fiillerini kaza ve kader başlığı altında ele alırken Maturidi, irade ile birlikte kaza ve kader meselelerinin “fiillerin yaratılması” meselesine dâhil olduğunu söylemektedir.[6]
Bu doğrultuda şehristanide kelam ilminin konularının dört kaidede toplandığını bunlardan ikinci kaidenin kader ve adl olduğunu bu konunu ise kaza, kader, cebir, kesb, hayrın ve şerrin irade edilmesi, makdur, malum gibi meseleleri ihtiva ettiğini söyler.[7] Watt’a göre de adl kader akidesini ve iradeyi temsil eder.[8] Dolayısıyla “adl” yukarıda saydığımız meselelerinin hepsini içine alır. Bu doğrultuda Mutezile “adl” prensibi içerisinde efal-i ibad, cebr-ihtiyar, aslah-salah, kader konularını inceler. Bu kısa açıklamadan sonra meseleyi daha detaylı bir şekilde incelemeye çalışacağız. Bu doğrultuda ilk olarak meselenin kaynağını açıklayacağız.
1) MESELENİN KAYNAĞI Eş’ariye göre Peygamber efendimizin (s.a.v) vefatından sonra İslam ümmeti arasında çıkan ilk büyük ihtilaf imamet meselesiyle ilgilidir. [9] Şehristani de bu görüşe katıldıktan sonra şunları söyler: Efendimizin vefatından sonra İslam ümmeti arasında birçok ihtilaf çıkmıştır. Daha sonra bu ihtilaflar imamet ve usül konularındaki anlaşmazlıklar olarak iki kısma ayrılmıştır. Usül konusundaki ihtilafların ise kader konusundaki bidatları ve hayır ile şerrin kadere izafesini inkâr ile ilgili hususları kapsadığını söyler.[10]
Meselenin ortaya çıkış nedenlerine ilişkin birçok yorum yapılmıştır. Kasım Turhan’a göre bu meselenin sebeplerini dâhili ve harici olmak üzere iki grupta toplayarak dâhili olanları da dini ve beşeri diye ikiye ayırmak uygun görülmektedir. Bu iki sebepten dini olanından kastımız İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve hadistir. Beşeri sebep tabiriyle de, İslam’ın müntesiplerinin insan olarak sahip oldukları psikolojik özellikleri, toplumun içtimai ve siyasi yapısında bulundukları konumları kastedilmektedir. Kur’an’da ihtiyarı gösteren birçok ayet vardır.
Örneğin: “De ki Kur’an rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin dileyen kâfir olsun”[11] “Kim bir fenalık yapar yahut nefsine zulmeder de Allah’tan mağfiret dilerse Allah’ı çok bağışlayıcı çok merhametli bulur. Kim bir günah işlerse onu ancak kendi aleyhine yapmış olur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Hükmünde hikmet sahibidir.[12] Buna mukabil cebre delalet eden insanın seçme ve yapma gücünü yok sayan dolayısıyla insanın, Allah’ın ezeli bilgi, irade ve kudretiyle mukadder kıldığı bir hayatı yaşamak zorunda hissettiren ayetlerde vardır.
Bu ayetlere örnek olarak: “Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse iman etmez.[13] “Biz her şeyi bir kadere göre yaratmışızdır…”[14] İki grup halinde gösterdiğimiz bu ayetler kader probleminin ortaya çıkışında amil olan dini sebepleri teşkil etmektedir.[15] Taftazani ilk bakışta çelişkili gibi görünen bu nasslar arasında az dahi olsa bir çatışma yoktur.
Bu ayetlerden her biri insanın Allah ile olan alakasının bir yönünden söz etmektedir. Yani insan bir yandan mecburdur diğer yandan muhtardır. Dolayısıyla bir çatışma ve zıtlık yoktur.[16] Bu dini sebepler beşeri sebeplerle birleşince kader meselesi fiili bir problem olarak ortaya çıkacaktır.
İlk Müslüman nesil yani Peygamberimizin yakın arkadaşları olan sahabe arasında Resulullah’ın ahirete irtihalinden hemen sonra imamet yahut liderlik konusunda ihtilaf meydana gelmiş ve bu ihtilaf ilerde oluşacak önemli hadiseler için toplumda psikolojik bir zeminin oluşmasında sebep olmuştur.[17]
Zira üçüncü halife olan Hazreti Osman’ın şehit edilmesi ve ondan sonra Cemel ve Sıffin savaşının meydana gelmesi Müslümanlar arasında çözümü zor bazı akaid problemlerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Nitekim ortada bir katl hadisesi vardır.
Öldürende öldürülende Müslümandır.
Hâlbuki katl İslam’da büyük günahtır.
O halde büyük günah işleyenin iman bakımından durumu nedir?
Sonra bu fiili işleyen kişi fiili işlerken hür bir iradeye sahip midir?
Yoksa kaderi ilahinin mecburi bir tatbikatçısı mıdır?
Görüldüğü gibi İslam dünyasında zuhur eden sosyal ve siyasi bazı hadiseler neticede akaid sahasına tesir eden amiller haline gelmiştir.[18]
İşte Hz. Osman döneminden itibaren meydana gelen bu gerilimin toplumda itikadi bir çözülmeye yol açmaması için, toplum tarafından saygı duyulan manevi lider durumundaki bazı insanlar, toplumu teselli etmek için bütün bu olanları ilahi bir kadere bağlamışlardır.
Fakat bu durum Emevi yöneticileri tarafından istismar edilip yaptıkları haksız uygulamaları Allah’ın kaderine bağlamak suretiyle yaptıklarını meşrulaştırmak yoluna gitmişlerdir.
Bütün bu izahlar kader probleminin ortaya çıkışının İslam’da dini ve siyasi gelişmelerden meydana geldiğini bize gösterir.
2)MESELENİN MAHİYETİ
İslam kelam düşüncesinin başlangıç dönemine gittiğimizde insan fiilleriyle ilgili iki zıt görüşün mevcut olduğunu görürüz.
Bunlardan ilki yukarıda saydığımız tereddütlerden meydana gelen cebri görüştür. İkincisi ise bu görüşe muhalif olarak gelişen kaderi-mutezili görüştür.
Mutezilenin adl ilkesiyle açıkladığı bu görüşe göre insan irade hürriyetine ve bir fiil yapabilme gücüne sahip olduğu için yaptıklarından sorumludur.
Aksi takdirde kendisine ait olmayan fiillerden sorumlu tutulmasının ve bu yüzden cezalandırılmasının adaletsiz olacağı kesindir.
Mutezile adl ilkesini açıklarken bunu tevhide dayandırarak açıklar.
Onların tevhit ilkelerinde göze çarpan en belirgin husus ise ilahi sıfatların ilahi özden ayrı ve kadim olmayışlarıdır.
Zira irade ezeli olmayıp muhdes bir sıfattır.
İlahi irade ezeli olmayınca tabii olarak insan fiilleri de ezelden belirlenmiş olmayacaktır.[19]
Mutezile, Allah’ın küfürü günahları ve başkasının fiillerinden hiç bir şey yaratmadığı hususunda fikir birliği etmiştir.(Salih kubbe hariç) Bunlar iman ismini ve onu güzel olduğu; küfür ismini ve onu çirkin olduğu hükmünü Allah’ın verdiğini söylerler. Fakat Allah kâfiri kâfir olmadan yaratmıştır. O sonra kâfir olmuştur. Müminde böyledir. Allah adil olduğu, güzeli isteyip yaptığı aksine çirkini yapmayacağı için kullarını güçlerinin yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz.
Mutezileye göre Allah mala yutakı teklif etmez. Çünkü onun adil olması bunu teklif etmesini caiz kılmaz. Ebu Hanifeye göre ise Allah’ın bunu teklif etmesi caizdir ve adaletine aykırı değildir. Fakat burada kendi ihtitarıyla böyle bir şeyi yapmaktan kaçınmıştır.[20] Mutezileye göre ise bu çirkin bir şeydir. Allah’ın, dini meselelerinde kulları için en uygun olanı yapması, yükümlü oldukları şeyleri yerine getirebilmeleri için muhtaç oldukları hususlarda engelleri gidermesi gerekir.(izahu’l-ilel) İnsanın fiillerinin faili olduğu hususunda bütün mutezile ittifak etmiştir.
İnsanın fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir, aksine insan onların yaratıcısıdır.(muhdis)ve o bütün tasarruflarında serbesttir. Her ne kadar kula güç veren onları güçleriyle yaptıkları konularda (makdurat) güçlü kılan Allah ise de o, başkasının makdurunda kadir değildir. Çünkü iki kadirin bir tek makduru olması mümkün değildir. İnsan canlı ve kendiliğinden güç yetirebilen bir varlıktır. İşte fiil bu istitaa veya kudret sayesinde meydana gelir. En-naşi dışında bütün mutezililer insanın mecaz olarak değil gerçek anlamda fail, muhdis, muhderi ve münşi olduğu görüşündedir.
Mutezile, fiilin kendisiyle meydana geldiği şey olarak anladıkları istitaanın, insanda fiilden önce mevcudiyetinde, onun herhangi bir fiile veya onun zıttına elverişli olduğunda ve fakat fiili gerektirici olmadığında görüş birliği içindedirler.[21]Ehl-i Sünnet ise gücün fiille beraber verildiğini söyler. Zira Ebu Hanife istitaat, fiille beraberdir, kulun masiyet işlemesine elverişli olan istitaat kulun taat işlemsesine de uygundur. Ve bu güç kulda fiilden önce bulunmaz. Eğer böyle olsaydı kul ihtiyaç anında Allah’tan müstağni olurdu demektedir. Mutezile ise Allah kula fiili yaratma gücü veriyor ve bunu fiili işleme anından önce veriyor. Artık kula bu güç verildikten sonra Allah’a ihtiyaç kalmıyor. Yani Allah kula verdiği bu özgür alan içerisine giremiyor.[22]
Bişr, Sümame ve Gaylan’a göre istitaa, organların sıhhat ve selameti afetlerden hali olmasıdır. Ebu Huzeyl, Muammer ve el-murdara göre istitaa araz olup sıhhat ve selamet değildir. Mutezilenin çoğunluğuna göre o devam eder. Bazı Mutezilelere göre ise istitaa iki anda devam etmez. Fiil ikinci anda yok olan önceki kudret ile var olur. Lakin acz ile birlikte fiilin meydana gelmesi caiz olmadığından Allah ikinci anda bir kudret yaratır ki böylece fiili önceki kudretle meydana gelir.
Nazzam ve El-esvari ye göre insan kendiliğinden güç yetirebilen bir canlıdır. Yani hayat ve istitaa insanın özünden ayrı değildir. Ebu Huzeyl, Muammer ve Mutezilenin çoğu ise insanın hayy ve mustati olduğunu fakat hayat ve istitaanın ondan başka bir şey olduğu görüşündedirler. Dolayısıyla ona fiilden önce ihtiyaç duyulur, fiil var olduğunda insanın ona ihtiyacı kalmaz. Mutezile fiilde kuvvetin kullanılıp kullanılmadığı konusunda ise iki gruba ayrılmıştır.
Cubbai fiilide kuvvetin kullanılmasını inkâr etmiştir. O kullanmanın, kullanılan şeyde ortaya çıktığını söylemiştir. Bununla beraber o, fiilin kudretle meydana geldiğini iddia etti. Abbad, kuvvetin kullanılmasını inkâr etmiştir. Mutezilenin çoğu, kendisiyle fiilin işlenmesi anlamında fiilide kudretin kullanıldığını söylerler. İnsanın, işleyişinden sorumlu olduğu fiil doğrudan yaptığı fiil midir? Yoksa o, işlediği bir fiilden doğan ortaya çıkan fiilden de sorumlu mudur? Mutevellid fiil adı verilen bu görüşün Bağdat Mutezilelerinin reisi Bişr b. El-Mutemir ihdas etmiştir. Bu konuda tesbit edilen mutezili görüşler kısaca şunlardır:
1) Bişr şunları söylemiştir: bizim fiilimizden tevellüd eden bir şey bizim fiillerimizdir; vurma esnasında meydan gelen ağrı, yeme anında ortaya çıkan lezzet v.s. bütün bunlar bizden baki olan sebeplerden meydana gelen şeylerdir. Aynı şekilde düşme esnasında elin ve ayağın kırılması yahut kemiğin tedavisiyle iyileşmesi insan fiilidir.
2) Ebu’l- Huzeyl ve onun görüşündekiler şunları söyler: insan fiilinden tevellüd eden her şey insan onun keyfiyetini biliyorsa, onun fiilidir.
3) Nazzam’ın görüşü şudur: insanın hareketten başka bir fiili yoktur ve o ancak kensinde işler. Ona göre, insan fiilleri tek bir cinstir ve hepsi bir harekettir. Bütün hareketlerde arazdır ve bütün hareketlerden başak arazda yoktur.
4) Muammer ise bu konuda şunları söyler: insan kensinde hareket ve sukün yapmaz. O, kendisinde irade, bilgi, nefret, düşünme ve temsil yapar. Kendi dışında ise hiçbir şey yapmaz, çünkü o, bölünmeyen, parçalanmayan bir cuz ve manadır ve o, bedenle temas etmeksizin onu yönetir. Mütevellid fiiller ve hareket, sukün, renk, tat, koku, sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık gibi cisimlere hulul eden şeyler, cismin tabiatı gereği hulul ettikleri cismin fiilidir. Allah cisimler dışında bir şey yaratmamıştır. O araz yaratmaz. Arazlar cisimlerin yaratmalarıdır. Cisimlerin arazları yaratmaları ihtiyari olur.
5) Salih kubbe şunları söyler: insan ancak kensinde fiilleri işler. Onun fiili esnasında meydana gelen (atıldığında taşın gitmesi gibi) fiiller Allah tarafından yaratılır.
6) Sümame şunları söyler: insanın iradeden başka fiili yoktur. İradeden başka meydana gelen şeylerin muhdisi de yoktur. Ancak bunlar mecaz olarak insana nisbet edilir.
7) Cahız ise şunları söyler: iradeden sonra olan şey tabiatı gereği insanındır ve onun ona ihtiyarı yoktur. İnsanda iradeden başka ihtiyarla bir fiil meydana gelmez.
8) Dırar b. Amr’ın görüşü ise şöyledir: insan başkasında kendisinin dışında fiil yapabilir ve onun fiilinden başkasında tevellüd eden hareket yahut sukün cinsinden bir şey insanın kesbi, Allah’ın yaratmasıdır.[23] [1]
Bekir Topaloğlu, İslamda İnanç Esasları, s.143, ist. 2004. [2] M. Ebu Zehra, İslamda Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, [3] Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal s. [4] M.ebu Zehra [5] Kasım Turhan, Kelam ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, s. 51, ist 2003. [6] Kasım Turhan,Kelam ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, s.34-35, İfav Yayınları, ist.2003 [7] Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, trc.Mustafa Öz, s, 24, Ensar Yayınları , ist.2005 [8] M.Watt, İslam Düşüncesini Teşekkül Devri, trc.E.R Fığlalı, s.286 [9] Eş’ari, Makalatü’l-İslamiyyin Ve İhtilafu’l-Musallin, s.27, trc, M. Dalkılıç, Ö. Aydın [10] Şehristani, age, s.39-41 [11] Kehf 29 [12] Nisa 110-111 Ayrc Bknz. Müddesir 33-38, Kehf 29-30, Bakara 286, Yasin 54, Sebe 50, Fussulet 46-17, İnsan 3, Zümer 18 [13] Yunus 100 [14] Kamer 49 Ayrc Bknz. Hadid 22, Enam 35,135, Secde 13, Müddessir 31, Şura 49-50, İnsan 29-30… [15] Turhan, age ,s.36-40 [16] Taftazani, age, s.162 [17] Turhan ,age, s.40 [18] Topaloğlu, age, s.27 [19] Turhan, age, s.53 -62 [20] Beyazizade, Ebu Hanife’nin İtikadi Görüşleri, trc. İlyas Çelebi, s. 108, ist. 2000. [21] Eşari, age, s. [22] Beyazizade, age, s. 107. [23] Eş’ari,Makalat, s. 199-208 ve 296-30 4
Yani ihtiyari fiiller gibi gayri ihtiyari fiillerde kaderin konusudur. Örneğin arının bal yapması, güneşin batması, ağacın meyve vermesi gibi insanın iradesi dışında gerçekleşen fiillerde kaderin konusudur. Ancak İslam Kelam düşüncesinde bir problem olarak görülmesinden dolayı bu başlık altında genel olarak ihtiyari fiiller incelenmiştir.
Bu mesele Müslümanlarda akaid, felsefe ve tasavvuf çevresinde büyük önemi olan bir meseledir ve bu konu hakkında kelamcıları üç gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan ilki ihtiyar görüşüne meyil etmişlerdir. Bu grubu Kaderiyye ve Mutezile oluşturur. İkincisi cebre meyil etmişlerdir. Bu grubu ise Cebriyye oluşturur. Üçüncüsü ise orta yol tutarak fiillerde Allah’a ve insana eşit görevler verir. Bu görüşü savunanlar ise Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tır.
A) CEBRİYYE VE KADERİYYE’NİN GÖRÜŞÜ
İslam Kelam düşüncesinin başlangıcına gidildiğinde bu konu hakkında karşımıza birbirine zıt iki görüş ortaya çıkmaktadır. Bu görüşlerden ilki cebri görüştür. Bunlar fiilleri yüce Allah’a izafe ederler. Onlara göre insan fiillerinde mecburdur. Dolayısıyla insanın kudret ve iradesi yoktur.
Bu görüşü Cebriyye savunmuştur. Kader konusundaki cebri görüşün ilk temsilcisi Cehm b. Safvan’dır (128/746). Cehme göre: Allah’tan başka hiçbir fail yoktur. Yalnız Allah faildir. İnsanlara fiiller mecaz olarak nisbet edilir. Bu tıpkı ağaç büyüdü, güneş battı demek gibidir. Oysa bunları yapanda yaptıranda Allah’tır.[2]Şehristani Cehmiyye’nin kader konusundaki görüşlerini şu şekilde açıklamıştır: “insan hiçbir şeye kadir değildir.
O güçle de (istitaa) tavsif edilemez, Çünkü o fiiller konusunda mecburdur. Ne kudreti ne iradesi nede ihtiyari vardır. Ancak Allah onda fiilleri öteki cansız varlıklarda yarattığı gibi yaratır; fiiller insana cansız varlıklara nisbet edildiği gibi mecaz olarak nisbet edilir. Tıpkı bu ağaç meyvelendi, yağmur yağdı denmesi gibidir. Ceza ve mükâfatta tıpkı bütün fiiller gibi cebridir. Cebr sabit olunca teklif dahi cebr olur…”[3]
Katıksız cebri görüş nasıl cehm adıyla özdeşleştirilmişse kaderi görüş de aynı şekilde Mabed el-Cüheni (699) ve onu müteakip Gaylan ed-Dımeşki (743) ile özdeşleşir. İnsanın fiillerini kendisinin yarattığını söyleyen kaderiler bir anlamda Emevilere karşı etkin bir başkaldırma eğiliminde olan siyasi bir hareketin itikadi cephesi gibi görünmektedir. Zira Mabed ve Gaylan’ın Emevi halifelerince öldürülmeleri yalnızca kaderi görüşe inanmalarından değil fakat bu itikadi görüşün tazammum ettiği siyasi neticelerden dolayıdır.
İşte siyasi açıdan Emevi iradesine karşı oluşun bir ifadesi de olan kaderilik Abbasiler zamanında tamamen ortadan kalkmıştır. Fakat onun kader ile ilgili görüşleri Mutezile tarafından devam ettirilmiştir.[4] Kaderilerin kader ile ilgili görüşlerini kısaca şu şekilde tasnif edebiliriz.
Şöyle ki:
a) Hayır ve iyilikler Allah’tan: şer ve kötülükler insandandır.
b) Allah insanda tam ve eksiksiz bir fiil yapma gücü (istitaa) yaratmıştır.
c) İnsanın fiilleri ve amelleri kendisine bırakılmış (tefvid) tır.
d) İnsana güç verilen konuda Allah’ın kudreti yoktur.
e) İnsanın ne yaptığı ve ne olacağı konusunda Allah’ın önceden bilgisi, takdiri ve dilemesi yoktur.
f) İnsan fiilleri Allah tarafından takdir edilmiş ve yaratılmış değildir, onlar bizzat insan tarafından takdir edilir ve yapılır.[5]
B) MUTEZİLENİN GÖRÜŞÜ
Mutezile Mezhebi mensuplarının kendilerine has farklı görüşleri olmakla beraber bunların hapsinin umumiyetle kabul ettiği bazı noktalar vardır. Beş esas (usul-i hamse) halinde toplanan bu prensiplerden ikincisi “adl” prensibidir. Genel olarak “adl” prensibi içerisinde incelenen konu insanın sorumluluğu, yükümlülüğü ve fiilleridir.
İnsanın sorumluluğu yükümlülüklerine ve fiillerine bağlı olduğuna göre, kader kavramından söz edildiğinde açık ya da gizli insan fiillerinden de bahsediliyor demektir. Zira İbn Rüşd insan fiillerini kaza ve kader başlığı altında ele alırken Maturidi, irade ile birlikte kaza ve kader meselelerinin “fiillerin yaratılması” meselesine dâhil olduğunu söylemektedir.[6]
Bu doğrultuda şehristanide kelam ilminin konularının dört kaidede toplandığını bunlardan ikinci kaidenin kader ve adl olduğunu bu konunu ise kaza, kader, cebir, kesb, hayrın ve şerrin irade edilmesi, makdur, malum gibi meseleleri ihtiva ettiğini söyler.[7] Watt’a göre de adl kader akidesini ve iradeyi temsil eder.[8] Dolayısıyla “adl” yukarıda saydığımız meselelerinin hepsini içine alır. Bu doğrultuda Mutezile “adl” prensibi içerisinde efal-i ibad, cebr-ihtiyar, aslah-salah, kader konularını inceler. Bu kısa açıklamadan sonra meseleyi daha detaylı bir şekilde incelemeye çalışacağız. Bu doğrultuda ilk olarak meselenin kaynağını açıklayacağız.
1) MESELENİN KAYNAĞI Eş’ariye göre Peygamber efendimizin (s.a.v) vefatından sonra İslam ümmeti arasında çıkan ilk büyük ihtilaf imamet meselesiyle ilgilidir. [9] Şehristani de bu görüşe katıldıktan sonra şunları söyler: Efendimizin vefatından sonra İslam ümmeti arasında birçok ihtilaf çıkmıştır. Daha sonra bu ihtilaflar imamet ve usül konularındaki anlaşmazlıklar olarak iki kısma ayrılmıştır. Usül konusundaki ihtilafların ise kader konusundaki bidatları ve hayır ile şerrin kadere izafesini inkâr ile ilgili hususları kapsadığını söyler.[10]
Meselenin ortaya çıkış nedenlerine ilişkin birçok yorum yapılmıştır. Kasım Turhan’a göre bu meselenin sebeplerini dâhili ve harici olmak üzere iki grupta toplayarak dâhili olanları da dini ve beşeri diye ikiye ayırmak uygun görülmektedir. Bu iki sebepten dini olanından kastımız İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve hadistir. Beşeri sebep tabiriyle de, İslam’ın müntesiplerinin insan olarak sahip oldukları psikolojik özellikleri, toplumun içtimai ve siyasi yapısında bulundukları konumları kastedilmektedir. Kur’an’da ihtiyarı gösteren birçok ayet vardır.
Örneğin: “De ki Kur’an rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin dileyen kâfir olsun”[11] “Kim bir fenalık yapar yahut nefsine zulmeder de Allah’tan mağfiret dilerse Allah’ı çok bağışlayıcı çok merhametli bulur. Kim bir günah işlerse onu ancak kendi aleyhine yapmış olur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Hükmünde hikmet sahibidir.[12] Buna mukabil cebre delalet eden insanın seçme ve yapma gücünü yok sayan dolayısıyla insanın, Allah’ın ezeli bilgi, irade ve kudretiyle mukadder kıldığı bir hayatı yaşamak zorunda hissettiren ayetlerde vardır.
Bu ayetlere örnek olarak: “Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse iman etmez.[13] “Biz her şeyi bir kadere göre yaratmışızdır…”[14] İki grup halinde gösterdiğimiz bu ayetler kader probleminin ortaya çıkışında amil olan dini sebepleri teşkil etmektedir.[15] Taftazani ilk bakışta çelişkili gibi görünen bu nasslar arasında az dahi olsa bir çatışma yoktur.
Bu ayetlerden her biri insanın Allah ile olan alakasının bir yönünden söz etmektedir. Yani insan bir yandan mecburdur diğer yandan muhtardır. Dolayısıyla bir çatışma ve zıtlık yoktur.[16] Bu dini sebepler beşeri sebeplerle birleşince kader meselesi fiili bir problem olarak ortaya çıkacaktır.
İlk Müslüman nesil yani Peygamberimizin yakın arkadaşları olan sahabe arasında Resulullah’ın ahirete irtihalinden hemen sonra imamet yahut liderlik konusunda ihtilaf meydana gelmiş ve bu ihtilaf ilerde oluşacak önemli hadiseler için toplumda psikolojik bir zeminin oluşmasında sebep olmuştur.[17]
Zira üçüncü halife olan Hazreti Osman’ın şehit edilmesi ve ondan sonra Cemel ve Sıffin savaşının meydana gelmesi Müslümanlar arasında çözümü zor bazı akaid problemlerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Nitekim ortada bir katl hadisesi vardır.
Öldürende öldürülende Müslümandır.
Hâlbuki katl İslam’da büyük günahtır.
O halde büyük günah işleyenin iman bakımından durumu nedir?
Sonra bu fiili işleyen kişi fiili işlerken hür bir iradeye sahip midir?
Yoksa kaderi ilahinin mecburi bir tatbikatçısı mıdır?
Görüldüğü gibi İslam dünyasında zuhur eden sosyal ve siyasi bazı hadiseler neticede akaid sahasına tesir eden amiller haline gelmiştir.[18]
İşte Hz. Osman döneminden itibaren meydana gelen bu gerilimin toplumda itikadi bir çözülmeye yol açmaması için, toplum tarafından saygı duyulan manevi lider durumundaki bazı insanlar, toplumu teselli etmek için bütün bu olanları ilahi bir kadere bağlamışlardır.
Fakat bu durum Emevi yöneticileri tarafından istismar edilip yaptıkları haksız uygulamaları Allah’ın kaderine bağlamak suretiyle yaptıklarını meşrulaştırmak yoluna gitmişlerdir.
Bütün bu izahlar kader probleminin ortaya çıkışının İslam’da dini ve siyasi gelişmelerden meydana geldiğini bize gösterir.
2)MESELENİN MAHİYETİ
İslam kelam düşüncesinin başlangıç dönemine gittiğimizde insan fiilleriyle ilgili iki zıt görüşün mevcut olduğunu görürüz.
Bunlardan ilki yukarıda saydığımız tereddütlerden meydana gelen cebri görüştür. İkincisi ise bu görüşe muhalif olarak gelişen kaderi-mutezili görüştür.
Mutezilenin adl ilkesiyle açıkladığı bu görüşe göre insan irade hürriyetine ve bir fiil yapabilme gücüne sahip olduğu için yaptıklarından sorumludur.
Aksi takdirde kendisine ait olmayan fiillerden sorumlu tutulmasının ve bu yüzden cezalandırılmasının adaletsiz olacağı kesindir.
Mutezile adl ilkesini açıklarken bunu tevhide dayandırarak açıklar.
Onların tevhit ilkelerinde göze çarpan en belirgin husus ise ilahi sıfatların ilahi özden ayrı ve kadim olmayışlarıdır.
Zira irade ezeli olmayıp muhdes bir sıfattır.
İlahi irade ezeli olmayınca tabii olarak insan fiilleri de ezelden belirlenmiş olmayacaktır.[19]
Mutezile, Allah’ın küfürü günahları ve başkasının fiillerinden hiç bir şey yaratmadığı hususunda fikir birliği etmiştir.(Salih kubbe hariç) Bunlar iman ismini ve onu güzel olduğu; küfür ismini ve onu çirkin olduğu hükmünü Allah’ın verdiğini söylerler. Fakat Allah kâfiri kâfir olmadan yaratmıştır. O sonra kâfir olmuştur. Müminde böyledir. Allah adil olduğu, güzeli isteyip yaptığı aksine çirkini yapmayacağı için kullarını güçlerinin yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz.
Mutezileye göre Allah mala yutakı teklif etmez. Çünkü onun adil olması bunu teklif etmesini caiz kılmaz. Ebu Hanifeye göre ise Allah’ın bunu teklif etmesi caizdir ve adaletine aykırı değildir. Fakat burada kendi ihtitarıyla böyle bir şeyi yapmaktan kaçınmıştır.[20] Mutezileye göre ise bu çirkin bir şeydir. Allah’ın, dini meselelerinde kulları için en uygun olanı yapması, yükümlü oldukları şeyleri yerine getirebilmeleri için muhtaç oldukları hususlarda engelleri gidermesi gerekir.(izahu’l-ilel) İnsanın fiillerinin faili olduğu hususunda bütün mutezile ittifak etmiştir.
İnsanın fiilleri Allah tarafından yaratılmış değildir, aksine insan onların yaratıcısıdır.(muhdis)ve o bütün tasarruflarında serbesttir. Her ne kadar kula güç veren onları güçleriyle yaptıkları konularda (makdurat) güçlü kılan Allah ise de o, başkasının makdurunda kadir değildir. Çünkü iki kadirin bir tek makduru olması mümkün değildir. İnsan canlı ve kendiliğinden güç yetirebilen bir varlıktır. İşte fiil bu istitaa veya kudret sayesinde meydana gelir. En-naşi dışında bütün mutezililer insanın mecaz olarak değil gerçek anlamda fail, muhdis, muhderi ve münşi olduğu görüşündedir.
Mutezile, fiilin kendisiyle meydana geldiği şey olarak anladıkları istitaanın, insanda fiilden önce mevcudiyetinde, onun herhangi bir fiile veya onun zıttına elverişli olduğunda ve fakat fiili gerektirici olmadığında görüş birliği içindedirler.[21]Ehl-i Sünnet ise gücün fiille beraber verildiğini söyler. Zira Ebu Hanife istitaat, fiille beraberdir, kulun masiyet işlemesine elverişli olan istitaat kulun taat işlemsesine de uygundur. Ve bu güç kulda fiilden önce bulunmaz. Eğer böyle olsaydı kul ihtiyaç anında Allah’tan müstağni olurdu demektedir. Mutezile ise Allah kula fiili yaratma gücü veriyor ve bunu fiili işleme anından önce veriyor. Artık kula bu güç verildikten sonra Allah’a ihtiyaç kalmıyor. Yani Allah kula verdiği bu özgür alan içerisine giremiyor.[22]
Bişr, Sümame ve Gaylan’a göre istitaa, organların sıhhat ve selameti afetlerden hali olmasıdır. Ebu Huzeyl, Muammer ve el-murdara göre istitaa araz olup sıhhat ve selamet değildir. Mutezilenin çoğunluğuna göre o devam eder. Bazı Mutezilelere göre ise istitaa iki anda devam etmez. Fiil ikinci anda yok olan önceki kudret ile var olur. Lakin acz ile birlikte fiilin meydana gelmesi caiz olmadığından Allah ikinci anda bir kudret yaratır ki böylece fiili önceki kudretle meydana gelir.
Nazzam ve El-esvari ye göre insan kendiliğinden güç yetirebilen bir canlıdır. Yani hayat ve istitaa insanın özünden ayrı değildir. Ebu Huzeyl, Muammer ve Mutezilenin çoğu ise insanın hayy ve mustati olduğunu fakat hayat ve istitaanın ondan başka bir şey olduğu görüşündedirler. Dolayısıyla ona fiilden önce ihtiyaç duyulur, fiil var olduğunda insanın ona ihtiyacı kalmaz. Mutezile fiilde kuvvetin kullanılıp kullanılmadığı konusunda ise iki gruba ayrılmıştır.
Cubbai fiilide kuvvetin kullanılmasını inkâr etmiştir. O kullanmanın, kullanılan şeyde ortaya çıktığını söylemiştir. Bununla beraber o, fiilin kudretle meydana geldiğini iddia etti. Abbad, kuvvetin kullanılmasını inkâr etmiştir. Mutezilenin çoğu, kendisiyle fiilin işlenmesi anlamında fiilide kudretin kullanıldığını söylerler. İnsanın, işleyişinden sorumlu olduğu fiil doğrudan yaptığı fiil midir? Yoksa o, işlediği bir fiilden doğan ortaya çıkan fiilden de sorumlu mudur? Mutevellid fiil adı verilen bu görüşün Bağdat Mutezilelerinin reisi Bişr b. El-Mutemir ihdas etmiştir. Bu konuda tesbit edilen mutezili görüşler kısaca şunlardır:
1) Bişr şunları söylemiştir: bizim fiilimizden tevellüd eden bir şey bizim fiillerimizdir; vurma esnasında meydan gelen ağrı, yeme anında ortaya çıkan lezzet v.s. bütün bunlar bizden baki olan sebeplerden meydana gelen şeylerdir. Aynı şekilde düşme esnasında elin ve ayağın kırılması yahut kemiğin tedavisiyle iyileşmesi insan fiilidir.
2) Ebu’l- Huzeyl ve onun görüşündekiler şunları söyler: insan fiilinden tevellüd eden her şey insan onun keyfiyetini biliyorsa, onun fiilidir.
3) Nazzam’ın görüşü şudur: insanın hareketten başka bir fiili yoktur ve o ancak kensinde işler. Ona göre, insan fiilleri tek bir cinstir ve hepsi bir harekettir. Bütün hareketlerde arazdır ve bütün hareketlerden başak arazda yoktur.
4) Muammer ise bu konuda şunları söyler: insan kensinde hareket ve sukün yapmaz. O, kendisinde irade, bilgi, nefret, düşünme ve temsil yapar. Kendi dışında ise hiçbir şey yapmaz, çünkü o, bölünmeyen, parçalanmayan bir cuz ve manadır ve o, bedenle temas etmeksizin onu yönetir. Mütevellid fiiller ve hareket, sukün, renk, tat, koku, sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık gibi cisimlere hulul eden şeyler, cismin tabiatı gereği hulul ettikleri cismin fiilidir. Allah cisimler dışında bir şey yaratmamıştır. O araz yaratmaz. Arazlar cisimlerin yaratmalarıdır. Cisimlerin arazları yaratmaları ihtiyari olur.
5) Salih kubbe şunları söyler: insan ancak kensinde fiilleri işler. Onun fiili esnasında meydana gelen (atıldığında taşın gitmesi gibi) fiiller Allah tarafından yaratılır.
6) Sümame şunları söyler: insanın iradeden başka fiili yoktur. İradeden başka meydana gelen şeylerin muhdisi de yoktur. Ancak bunlar mecaz olarak insana nisbet edilir.
7) Cahız ise şunları söyler: iradeden sonra olan şey tabiatı gereği insanındır ve onun ona ihtiyarı yoktur. İnsanda iradeden başka ihtiyarla bir fiil meydana gelmez.
8) Dırar b. Amr’ın görüşü ise şöyledir: insan başkasında kendisinin dışında fiil yapabilir ve onun fiilinden başkasında tevellüd eden hareket yahut sukün cinsinden bir şey insanın kesbi, Allah’ın yaratmasıdır.[23] [1]
Bekir Topaloğlu, İslamda İnanç Esasları, s.143, ist. 2004. [2] M. Ebu Zehra, İslamda Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, [3] Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal s. [4] M.ebu Zehra [5] Kasım Turhan, Kelam ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, s. 51, ist 2003. [6] Kasım Turhan,Kelam ve Felsefe Açısından İnsan Fiilleri, s.34-35, İfav Yayınları, ist.2003 [7] Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, trc.Mustafa Öz, s, 24, Ensar Yayınları , ist.2005 [8] M.Watt, İslam Düşüncesini Teşekkül Devri, trc.E.R Fığlalı, s.286 [9] Eş’ari, Makalatü’l-İslamiyyin Ve İhtilafu’l-Musallin, s.27, trc, M. Dalkılıç, Ö. Aydın [10] Şehristani, age, s.39-41 [11] Kehf 29 [12] Nisa 110-111 Ayrc Bknz. Müddesir 33-38, Kehf 29-30, Bakara 286, Yasin 54, Sebe 50, Fussulet 46-17, İnsan 3, Zümer 18 [13] Yunus 100 [14] Kamer 49 Ayrc Bknz. Hadid 22, Enam 35,135, Secde 13, Müddessir 31, Şura 49-50, İnsan 29-30… [15] Turhan, age ,s.36-40 [16] Taftazani, age, s.162 [17] Turhan ,age, s.40 [18] Topaloğlu, age, s.27 [19] Turhan, age, s.53 -62 [20] Beyazizade, Ebu Hanife’nin İtikadi Görüşleri, trc. İlyas Çelebi, s. 108, ist. 2000. [21] Eşari, age, s. [22] Beyazizade, age, s. 107. [23] Eş’ari,Makalat, s. 199-208 ve 296-30 4