29 Haziran 2018

BAKARA 256–HAPSEDEN AĞIRLIK Ahmet BAYDAR



BAKARA 256–HAPSEDEN AĞIRLIK
Ahmet BAYDAR

Kelam uleması, insana güç yetiremediği dini yükümlülüklerin yüklenmesine teklif-i mâ lâ yutak tabir etmiş ve bu meselenin mümkün olup olmadığında ihtilaf etmiştir. 
Bu ihtilafın sebebi, ulemanın meseleye kendi prensipleri üzerinden bakmış olmalarıdır. 

Mutezile meseleye, işlerinde hikmetli ve merhametli olan Allah’ın kullarına zulmetmeyeceği noktasından bakmış; yüce Allah’ın her şeyde olduğu gibi fiillerinde de adil olacağına, bütün fiillerinde adil olanın da, insanların kaldıramayacakları emir ve yasağı teklif etmeyeceğine inanmışlardır. 

 Matüridîler ise, sorumluluk konusunda insanın kapasitesinin önemli olduğunu düşünmüşler ve ilahi tekliflere, insanın gücü nispetinde olması gerektiği noktasından bakmışlardır. Dolayısıyla onlara göre de Allah’ın, insana güç yetiremeyeceği şeyleri yüklemesi, insanın kudreti açısından caiz değildir. 

 Eş’arîlere gelince. Onlar meseleye, Allah’ın kudreti açısından bakmışlar; dilediği her şeyi yapabilen Allah’ın, insana güç yetiremeyeceği şeyleri teklif etmesinin de caiz ve mümkün olduğunu düşünmüşlerdir. 

 Mutezile ve Matürîdîler, gücü yetmeyene teklifin mümkün olmayacağı hususuna, Kur’an’dan birçok delil getirirler. Onlara göre, görüşlerini takviye için getirilebilecek delillerin en önemlilerinden birisi, Bakara 2/286 ayetidir: “Allah, kimseye gücünün yetmeyeceğini teklif etmez.” 

 Eş’ârîler’in, Allah’ın gücü yetmeyen kimseye teklifte bulunmasının mümkün olduğunu gösteren delillerinden birisi de, yine bu ayetin devamında gelen dua formundaki şu kısımdır: “Efendimiz! Takatimizi aşan şeyleri yükle(t)me bize!” Müminlerin, “Takatimizi aşan şeyleri yükle(t)me bize” diye duada bulunması, Eş’ârîlere göre; Allah’ın böyle bir teklifte bulunmasının imkân dâhilinde olduğunu göstermektedir. 

 Şimdi cevabı aranması gereken soru şudur: Kelamcıların aynı ayetin yorumlanmasındaki bu ihtilafı, bu ayetin iki yarısı arasında gerçekten bir işkâl bulunduğuna işaret eder mi? Aslında, iki farklı yoruma sebep olan bu ayetin doğru anlaşılabilmesi, Kur’an’ın sorumluluğun kişiselliği bahsinde vazettiği akli ve şer’i ilkeyle birlikte mütalaa etmeye bağlıdır. 

Bu tartışmada hakem olabilecek birçok ayet zikretmek de mümkündür. Ancak, biz özellikle bu ayeti konu edinmek ve bazı zihinlerde işkal gibi duran meseleyi ele almak istiyoruz. Hemen kaydetmemiz gerekir ki ayetin delaletine vukuf için, Bakara Suresinin sonlarında değinilen ahkâmı ve bu Suresinin nüzulü döneminde karşılaşılan sorunları göz önüne almak, bu ayet üzerinde düşünürken kaçınılmaz bir gerekliliktir. 
 Hicretten hemen sonradır. 

Kitap ehlinin, Hz. Peygamber’e ve müminlere kucak açmaları beklenirken onlar, Muhacirlerin hayatını daha da zora sokmaktadır. Bu nedenle, 261. Ayetten itibaren infak, sadaka, cimrilik, fakirlik, dilenme, faiz, alışveriş, senetleşme ve tanıklık konularında hükümler sıralanır. 

Bu içtimai konularla ilgili hükümler biter bitmez 285. Ayet yer alır. 285. ayet şöyledir: “Elçi de Efendi’si tarafından kendisine indirilene iman etti, müminler de. Hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine iman etti.” 
 Burada, kitap ehlinin ortak olduğu dört iman esası zikredilmiştir. 
Müminleri sıkıntıya sokan içtimai ahkâma değinildikten hemen sonra buna işaret edilmesi, şu manayı takdir etmemizi gerektirir: Hz. Peygamber ve müminler, Kitap ehlinin inandıkları gibi Allah’a, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmaktadır. 

Oysa onlar, Hz. Peygamber’e inanmamakta ve Muhacirlere kucak açıp yardım etmemektedir. Elçilerin arasında ayırımdan bahsedilmiş olması, bu mana takdirini teyit etmektedir. Ayetin hemen devamında, müminlerin ağzından şu söz nakledilmektedir: “Elçileri arasında hiçbir fark gözetmeyiz! Bir de (şöyle) dediler: “Duyduk ve itaat ettik; Efendimiz affını diliyoruz! Çünkü dönüş(ümüz) sanadır!” Yani önceki peygamberlerden birisinin elçilik mevkiini inkârda Yahudilerin durumuna, diğer bir peygamberin beşerî mevkiini inkârda da Hristiyanların durumuna düşmeyiz. 

Peygamberlerden birisi, hangi kavme mensup idiyse, hangi dilden konuşmuş idiyse, birisini bir kavim inkâr etmiş, diğerini başka bir kavim yüceltmişse de, biz elçiler arasında ayrım yapmayız. Burada işaret etmemiz gereken önemli bir husus da şudur. Ayetin başında üzerinde ittifak edilen ortak iman esasları zikredilmişti. 

Kur’an-ı Kerim, ahirete iman esasını başka birçok yerde dile getirdiği hâlde burada değinmemiştir. Gerçi ayet “dönüş(ümüz) sanadır!” şeklinde bir vurguyla sonlanmaktadır. Ancak dört iman esasıyla birlikte zikredilmemiştir. Çünkü kitap ehlinin bir kanadının bu konuda ittifak ettiği bir inancı yoktur. 

 İman esasları arasında kadere iman da yer almamıştır. Çünkü kitap ehlinin diğer kanadının da, bu konuda kafası oldukça karışıktır. Aslında kader konusunda Arapların kafası, onlardan pek düzgün değildir. Nitekim Hicretin ikinci asrından itibaren Akaid ve Hadis kitaplarında, insanın fiili olan hayrı ve şerri Allah’a isnat eden kader inancı yer alacaktır. İşte bu nedenle, aşağıda beyan edeceğimiz veçhile, Kur’an bu girişten sonra, kadere imanı, onların bildiği şekilde değil de, bilinmesi gereken şekliyle detaylandırmıştır. 

 Müminler, imanlarını izhara şöyle devam ederler: “Allah, kimseye gücünün yetmeyeceğini teklif etmez. Herkesin lehine olan kendi yaptığı, aleyhine olan da (sadece) kendi yaptığıdır.” Bazı yorumcular, sentakstaki bütünlüğü fark edememiş ve bu sözü kime isnat edeceklerini bilememişlerdir. Aslında bu ifade, müminlerin söylediklerinin devamıdır. 

Siyaka göre de şu manaya gelir: Rabbimiz! Biz biliyoruz ki bir toplum kendi içindekini değiştirmedikçe sen değiştirmezsin. Sadece bu ümmet için değil, geçmiş gelecek bütün toplumlarda uygulaman (sünnetin) böyledir. Sen, ferde de takatini aşan şeyler icbar etmez, kişinin yaptıklarını kavminden, kavminin yaptıklarını da kişiden sormazsın. Bunda da geçmiş ve gelecek her fert eşittir. 

 Başka bir ifadeyle müminler şöyle demektedir: İnanıyoruz ki her türlü oluşu takdir eden Allah’tır, ancak onlardan kesb ve iktisab (hayır-şer) gibi tercihlerde bulunan insandır. Oluştaki her kader Allah’ındır ama o kaderi şerre dönüştüren insandır. Bedenlerdeki halk Allah’tan, fakat eylemlerindeki ahlak insandandır. Bu durumda sorumluluk kişiseldir. 

Allah da, elçiler de, kavim de, kabile de aşiret de, onun yapı ettiklerinden sorumlu değildir. Evet, hayır ve şer işleri yapmada kişisellik esastır. Fakat toplumları da hesap etmek gerekir. Toplum, çeşitli bağlarla ferdi kuşatmış olabilir. Onun özgürlüğünü kısıtlayıp bazı hatalara zorlayabilir. Kur’an üslubunda hatâ, insanın kendisi kast etmediği hâlde, kötü sonuca ulaşmasıdır. 

Hatalar, doğal olarak ferdin kendi dışındaki sebeplerle, edindiği delilden dolayı, daha çok da toplumsal nedenlerle gerçekleşir. Evlatlıkların, üvey babalarının adıyla çağrılması böyledir. Kur’an, evlatlıkların, babaları adına çağırılmasını ister. Kalplerin kast etmediği hatalara da uhrevi bir günah (cünah) terettüp etmeyeceğini söyler. (Ahzâb 33/5) Kur’an’da, kötünün adımlarını izlemek (خطو) kök harfleriyle ifade edilmiştir. 

Bu tür yanıltıcı adımlara hutuvat der. Kötünün adımları izlenerek düşülen kötü sonuç ise (خطأ) köküyle, hatâ-hatâyâ-hatîât şeklinde ifade edilmiştir. Bu kötülükler, küçük de büyük de olabilir. Kur’an, şeytanın fakirlik korkusu telkin eden adımlarını izleyen Arapların evlat öldürme cinayetine hıt’en kebîran der. (İsrâ 17/31) 

Nuh toplumunu helake sürükleyen put izleyiciliğini de hatîât şeklinde niteler. (Nûh 70/25) Yani hata, kötülerin, özellikle toplumun yanıltıcı adımlarını izleyerek düşülen küçük olsun büyük olsun, her türlü kötü sonuçtur. Evet, insan, kalbin unuttuğu şeylerden ve kasıtlı olmadığı hatalardan sorgulanmaz. Ancak toplumsal her unutma ve hatanın toplumsal akıbetleri olacağı muhakkaktır. 

 Müminler imanlarını izhar ile dualarına şöyle devam ediyorlar: “Efendimiz! Eğer unutursak veya yanılırsak bizi muaheze etme.” Uhrevi yargıda herkes tek tek hesap verecektir. Birey unuttuklarında ve yanıldıklarından sorumlu olmayacaktır. Ama dünyadaki toplumsal muhasebede böyle olmaz. Toplumlar, zulüm ve fesatlarından dolayı şimdiki hayatta muahezeye tabi olur. 

Eğer iyi fertler, unutarak ve yanılarak, kötü sonuca ortak olmuşlarsa, doğal olarak toplumun fesadı onları da bu helaklerinin içine sürükler. Yaşın yanında kuru da yanar. O zaman müminlerin unutma ve yanılma muhtevalı dualarını şöyle anlamak gerekir: Rabbimiz! Eğer yukarıda işaret edilen ilkeyi unutur veya infak, sadaka, cimrilik, fakirlik, dilenme, faiz, alışveriş, senetleşme ve tanıklık konularında yanılır da, kendisini değişime kapatmış toplumun zindanında kalırsak, onların yaptıkları zulüm sebebiyle bizi de onlarla birlikte cezalandırarak muaheze ve ahzu kabz etme! 

 Ayetin devamı, bu manayı teyit eder: “Efendimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bir ağırlık (ısr) yükleme bize!” Acaba “Öncekilere yüklenen ağırlık (ısr) nedir? Bu ağırlık, ibadetlere mi yoksa muamelata mı dairdir? Akli mi yoksa örfi midir? Bireysel mi yoksa içtimai midir?[1]Dahası bu ağırlığı onlara kim yüklemiştir? Aslında ısr, doğrudan ağırlık demek değildir. 

Lügatlerde, ahit ve akit gibi insanın özgür hareketini kısıtlayan şey olarak tanımlanmıştır. Vesika olarak yazılmış senede vesr ve esr denmiştir. Elmalılı H. Yazır, ayetin tefsirinde bu kelimeyi tanımlarken “Aslı lügatte, esr-ü habs manasıyla alâkadar olup altındakini yerinde tutan ağır yük ve bağ demektir. 

Boyunduruk gibi ağır misaka, zor tahammül edilir ahd-ü tabi’iyete, kezalik rahim-ü karabete ıtlak edilir” demektedir. Kur’an, bir ayette Allah’ın ısrından söz eder. Allah’ın ısrı, önceki peygamberlerden, sonradan gelecek olan peygamberlere iman ve yardım etmeleri için aldığı ahittir.(Âl-i İmran 3/8)Peygamberler, Allah’a verdikleri bu ahdi toplumlarına öğretecek, böylece onlar, içtimai taassup, dini tefrika ve teşeyyu bataklığına düşmeden, gelecek peygamberlere iman ve yardım edeceklerdir. 

Böylece Allah’ın ısrında bağlı olarak dinde berdevam kalacaklardır. Lakin böyle olmamıştır. Tevrat’ın muhatapları, vahyin bu amacını gerçekleştirememişlerdir. Peygamberler arasında ayırım yapmışlardır. Yeniden kavmi ve ırki taassuba dönmüşlerdir. Yani öncekiler, Allah’ın ısrından tekrar kavmî ısra dönmüşler; kendilerini tağyir ve tecdide kapatan bir ağırlığa bağlamışlardır. 

 Kur’an-ı Kerim, işte onların üzerinde bulunan bu taassubu ve onları bağlayan bu zincirleri, Hz. Peygamber’in kaldırdığını dile getirmekte buna da başka bir ayette yine ısr ve zincirler tabir etmektedir. (A’râf 7/157). İşte üzerinde durduğumuz ayet-i kerimedeki ısr da, yukarıdaki iki ayetten farklı değildir. Yahudi ve Hıristiyanlarda, kendilerinden olan peygamberlere bağlılıkları nedeniyle, sonraki peygambere iman etmelerini engelleyen içtimaî taassup söz konusudur. 

Bu nedenle Bakara 286’daki sır, “elçiler arasında ayrım yapmayız” vurgusundan hemen sonra gelmiştir. Buradaki ısr, bireyin özgürce hareketini engelleyen, sonraki peygambere iman ve yardım etmesine mani olan ahittir. Kur’an üslubunda, “Bize uyun da hatalarınızı taşıyalım” şeklindeki yalancı ahitleridir. (Ankebût 297/12) İşte bu, kendisini değişim ve yeniliğe kapatmış toplumun bireye yüklediği manevi bir ağırlıktır. Müminler, karşılaştıkları bu oluşsal ağırlığa karşı yardım talebinde bulunarak “Efendimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bir ağırlık (ısr) yükleme bize!” diye dua etmektedir. 

 Müminler, imanlarını izhar ile dualarına şöyle devam ederler: “Efendimiz! Zorlanacağımız şeyler yükle(t)me bize! Affet bizi, bağışla bizi, merhamet et bize!” Bireyin takatini aşan ağırlık, onu topluma hapsedip içinde tutan, kavminden, kabilesinden ve aşiretinden bağımsız hareket ettirmeyen ısr’dır. 

Medine’deki müminler, hülasa olarak: “Rabbimiz! Bizi toplum zindanında bırakma. Yardımın olmazsa biz kendi başımıza muvaffak olamayız!” demektedir. Burada, birey, takatini aşan işlerde aczini itiraf ile Allah’tan yardımı istenmektedir. Bu, tıpkı Âdem ve eşinin kişiselliği aşan “Kendimize (biz) zulmettik. Bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen hüsrana düşeriz” (A’râf 7/23) duaları gibidir. 

Tıpkı Hz. Hûd’un, bilmedeki kudretini aşan meseledeki şu yakarışı gibidir: “Efendi’m! (İçyüzünü) bilmediğim şeyi (körü körüne) senden istemekten sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum!” (Hûd 11/47.) Müminlerin dualarının içtimai olduğu, mahalle baskısına ve kör taassuba karşı yapıldığı, bu duanın sonundaki; Mevlâ, yardım, kâfir ve kavm kelimeleri ile de tefsir ve teyit edilmektedir: “Sen velimizsin: kâfir topluma karşı zafer ver bize!” Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. 

Aslında, çok merhametli ve hep merhametli olan Allah’ın, kullarına takatlerini aşan şeyler teklif etmeyeceği ve kulları arasında ayrım yapmayacağı izahtan varestedir. O’nun öncekiler ve sonrakiler hakkındaki sünnetinin değişmeyeceği de bilinen bir husustur. Bu durumda, önceki toplumlara, zorluk açısından sonrakilerden ağır bir şey yüklenmiş olması düşünülemez. 

 İnsanın takatini aşan ağır yük (ısr) de aslında şeri bir emir değildir. Allah’ın da, müminlerin kendilerinin de tercih etmediği bir yüktür. Mümin bireylerin özgür hareketini kısıtlayan, asabiyet kaynaklı içtimai bir boyunduruktur. 

 Ayetten önceki içtimai ahkâm, ayetin başındaki oysa biz “elçiler arasında ayrım yapmayız” itirafı, daha sonra hatırlatılan “Herkesin lehine olan kendi yaptığı, aleyhine olan da (sadece) kendi yaptığıdır” şeklindeki ilke, bu ağır yükün kaynağını bize göstermektedir. 

Duanın sonundaki yardım ve kavim vurgusu da bu manayı teyit etmektedir. İslam dünyasının virtlerinden birisi olan “âmenrrasûlü”nün, ümmet arasında, özgürlükleri kısıtlayan ve kör taassubu körükleyen; ırkçılık, ulusçuluk, mezhepçilik, cemaatçilik, grupçuluk ve kaderciliklerinden ıslah edeceği bir şeyler yok mudur? 
 ——————————————————————
 [1]Müfessirlerin bir kısmı, buradaki ağırlığı, ehl-i kitaba teklif edilen meşakkatli ibadetler şeklinde tefsir etmiştir. Bir kısmı zor ahkâm, diğer bir kısmı da Eski kitaplara bağlılık şeklinde anlamıştır. 

Ancak bu yorumlar, Kur’an’ın, insanın kapasitesi nispetinde sorumlu olacağı esasını vaz eden ve öncekilere uygulanan sünnetin değişmeyeceğini beyan eden üslubuna muvafık değildir. Kur’an, önceki kitaplardaki ilkeleri tasdik eder. 
Tecviz ettiği farklı teşri de, azgınlık, zorbalık ve zulüm gibi değişen şartlara münasiptir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...