21 Nisan 2018

Kütübü Sitte Hadisleri Fitneler Bölümü 6 NCI BÖLÜM

Kütübü Sitte Hadisleri Fitneler Bölümü ile ilgili görsel sonucu

AÇIKLAMA : 1- Bu hadis, önceki hadiste geçen dalalet fırkasıyla ilgili mütemmim bilgi sunmaktadır. Dinden çıkan bu yaşça genç, aklı kıt, lafı güzel, ameli kötü gürûhun bir daha kazanılamayacağı ifade edilmektedir. Onların geri gelmesi, okun kirişine geri gelmesine bağlanmıştır. Yani olması muhal olan şeye dilimizde böylesi makamda "balık kavağa çıkınca" deyimini kullanırız. Maksad muhal olan şeyi ifade etmektir. Keza bunların okuduğu Kur´ân´dan zerre miktar bir tesir, bir iz kalmayacağı, kalplerine hiçbir şey inmeyeceği hakikatı da, okuduklarının köprücük kemiklerinden aşağı gitmeyeceği tabiriyle ifade edilmiştir. Başka rivayetlerde köprücük kemiği yerine boğaz, hançere, gırtlak gibi başka tabirler kullanılmıştır. Şarihlerimiz bu tabiri "Kıraatleri Allah´a yükselmez. Allah kabul buyurmaz" şeklinde de anlamıştır. 2- Hadis, böylesi insanlarla cihad gereğine dikkat çekmektedir. Çünkü, dinî sloganlarla, Kur´ân tilavetiyle meydana çıktıkları için mü´ minler arasında tereddüt çıkabilecektir. Aleyhissalâtu vesselâm bu tereddütü yenmek ve izale etmek maksadıyla onları öldüren gazi, onlar tarafından öldürülen şehit olur mânasında olmak üzere "Onları öldürene ve onlar tarafından öldürülene ne mutlu!" buyurmuştur. 3- Onların alâmeti başı tıraş etmek olarak belirtilmiştir. Nevevî der ki : "Alimlerden bazıları bu hadisten hareketle başı tıraş etmenin mekruh olduğuna hükmettiler. Ancak, hadiste buna delalet yoktur, tıraş onların alâmetidir. Alâmet, bazan da mübah olur. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm : "Onların alâmeti bir pazusu kadın memesi gibi olan siyah bir adamdır" buyurmuştur. Malum olduğu üzere, bu haram değildir. Ayrıca Ebu Dâvud´un Sünen´inde Buhârî ve Müslim´in şartına uygun sahih bir rivayette "Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) başının birkısmı tıraş edilmiş bir çocuk görmüştü : "Ya tamamını tıraş edin ya tamamını kesmeyin" buyurdu" denmiştir. Bu rivayet başın tıraş edilmesinin mübahlığı hususunda sarihtir, te´vile ihtimali yoktur. Ulemâ der ki : "Her durumda başın tıraş edilmesi caizdir. Kişiye yağlanması ve bakımı meşakkat getirecekse tıraş etmesi müstehab olur. Eğer meşakkat getirmiyorsa kesilmesi müstehab olur." İkinci hadiste, tıraş olarak tercüme ettiğimiz tahlik kelimesini te´kîden tesbîd, ( bazı nüshalarda tesmîd şeklindedir) kelimesi gelmiştir. Lügatte aynen deriden saçın tıraş edilmesi mânasına gelirse de Ebu Dâvud, saçın kökten yolunması diye açıklar.[177] ـ4818 ـ6ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]أتَى رَجُلٌ رَسُولَ اللّهِ # مُنْصَرَفَهُ مِنْ حُنَيْنٍ، وَفي ثَوْبِ بَِلٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه فِضَّةٌ، وَرَسُولُ اللّهِ # يَقْبِضُ مِنْهَا وَيُعْطِى النَّاسَ. فَقَالَ : يَا مُحَمَّدُ، اعْدِلْ فَقَال : وَيْلَكَ فَمَنْ يَعْدِلُ إذَا لَمْ أعْدِلْ؟ لَقَدْ خِبْتُ وَخَسِرْتُ إنْ لَمْ أعْدِلْ. فَقَالَ عُمَرُ : دَعْنِى يَا رَسُولَ اللّهِ أضْرِبْ عُنُقَ هذَا الْمُنَافِقِ. فَقَالَ # : مَعَاذَ اللّهِ أنْ يَتَحَدَّثَ النَّاسُ أنَّ مُحَمَّداً يَقْتُلُ أصْحَابُهُ، وَإنَّ هذَا وَأصْحَابَهُ يَقْرَأُونَ الْقُرآنَ َ يُجَاوِزُ حَنَاجِرَهُمْ، يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرقُ السَّهْمُ مِنَ الرَّمِيَّةِ[. أخرجه الشيخان، واللفظ لمسلم . 6. ( 4818 )- Hz. Câbir ( radıyallahu anh) anlatıyor : "Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın Huneyn dönüşünde bir adam yanına geldi. Bu sırada Hz. Bilâl´in eteğinde gümüş ( para) vardı. Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) bundan avuç avuç alıp insanlara dağıtıyordu. Gelen adam : "Ey Muhammed! Adil ol!" dedi. Aleyhissalâtu vesselam ( öfkeli olarak) : "Yazık sana! Ben de adil olmazsam kim adil olabilir Eğer adil olmazsam zarara ve hüsrana düşerim!" buyurdular. Hz. Ömer atılıp : "Ey Allah´ın Resûlü! Bana müsaade buyurun şu münafığın kellesini uçurayım!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm : "Halkın "Muhammed arkadaşlarını öldürüyor" diye dedikodu yapmasından Allah´a sığınırım. Bu ve arkadaşları Kur´ân okurlar ( ama okudukları) hançerelerinden aşağı geçmez. Dinden, okun avı delip geçtiği gibi çıkıp giderler!" buyurdular." [Buhârî, Humus 16; Müslim, Zekât 142, ( 1063). Metin Müslim´inkidir.][178] AÇIKLAMA : 1- Hadis birçok vecihten rivayet edilmiştir. Müslim´in Zekât bölümündeki 140-160 arasındaki hadisler bu vak´a ile alakalı. Bazı rivayetlerdeki ziyadelerden anlaşıldığına göre, hâdise, Huneyn Savaşı´ndan elde edilen ganimetin Ci´râne´de dağıtımı sırasında cereyan etmiştir ve bu itirazcının adı Zülhüveysıra´dır. Bir rivayette adam tasvir de edilir : "Gür sakallı, elmacıkları çıkık, gözleri çukur, alnı yüksek, başı traşlı." Bir rivayete göre, "Sağında ve solunda olanlara verdi. ( Henüz) arkadakilere vermemişti. Arkadakilerden bir adam kalkarak : "Ey Muhammed, taksimde adil olmadın" der. Resulullah bu söze çok öfkelenir. Ancak : "Vallahi, benden sonra, benden daha adil olacak birini bulamazsınız" demekle yetinir. Sonra şu açıklamayı yapar : "Ahirzamanda bir kavim çıkacak. Sanki bu, onlardan biridir. Onlar, Kur´an okurlar fakat okudukları köprücük kemiklerini geçmez. İslam´dan okun avdan geçtiği gibi geçip giderler. Alametleri tıraştır. Bunların arkası kesilmez; sonuncuları Mesih Deccal´le birlikte çıkar. Onlara rastladığınız zaman bilin ki, onlar halkın ve hayvanların en şerirleridir." 2- Havazinliler, askerlerinin daha fedakârane savaşmaları düşüncesiyle mallarını ve hatta çocuk ve kadınlarını da cephe gerisine getirdiklerinden savaşta mağlup olunca Müslümanlara çok miktarda ganimet intikal etmişti; 6.000 kadın ve çocuk, 4.000 okiyye gümüş, 24.000 deve, 40.000´den fazla koyun. Vakidî, o gün her bir gaziye dört deve ile kırk koyun ganimet isabet ettiğini belirtir. Ayrıca müellefe-i kulub denen kalpleri kazanılacak, şair, hatip, kabile reisi gibi nüfuzlu kimselere, durumuna göre 50´şer, 100´er deve verilmiştir. 3- Bazı rivayetlerde, Resulullah´tan bu adamı öldürme müsaadesi isteyen Halid İbnu Velid´dir. Dahası, hâdisenin Ci´rane´de değil Medine´de cereyan ettiğini ifade eden rivayet de var. İbnu Hacer el-Askalânî, bu rivayetlerin arasında zıtlık olmadığını, hâdisenin birkaç sefer cereyan etmiş olabileceğini söyleyerek zahirî zıtlığı te´lif eder. 4- Bu hadisler, Haricîlerle ilgili olması haysiyetiyle, bunların şerhi zımnında, Haricîlerin tekfir edilip edilmeyeceği hususuna da yer verilir. Hemen belirtelim ki, onların tekfiri hususunda ihtilaf edilmiştir. Şâfiîlerden cumhur-u ulemâya göre Haricîler tekfir edilemez. Bakillânî, onların sarih küfre düşmediğine, fakat küfre müeddi olan söz söylediklerine dikkat çekmiş ise de bu, tam bir tekfir sayılmamıştır. Kadı İyaz, "tekfir hususunda, ulemanın, muteber tek delili olduğunu, bunun da, onların kendi dışındaki Müslümanları tekfir etmeleri bulunduğunu, zîra bir hadiste mü´mini tekfir eden kimsenin sözünün havada kalmayıp, haksız yere tekfirde bulunan kimseye geri döneceğini bildirdiğini" söyler. Aslında bu hüküm, diğer fırâk-ı dâlle için de geçerlidir. Ehl-i Sünnet uleması, tekfir hâdisesi, dinde çok nazik bir bahis olması sebebiyle, tekfir etme hususunda fazlaca dikkatli ve ihtiyatlı davranmışlardır. Dolayısıyla onların kestiklerinin yeneceğine, kadınlarıyla evlenilebileceğine, cenazelerine iştirak edileceğine, şehadetlerinin makbul olacağına hükmetmişler ve bu hususta icma etmişlerdir. Hz. Ali´ye : "Onlar kâfir midirler " diye sorulmuş : "Küfürden kaçtılar!" demiştir. "Münafık mıdırlar " denilmiş, "Münafıklar Allah´ı pek az zikrederler. Halbuki onlar akşam sabah zikrediyorlar!" demiştir. "Onlar kimdir " denilmiş, "Fitneye maruz kalıp, bu yüzden hakka karşı körleşen, sağırlaşan kimselerdir!" demiştir.[179] * HAKEMEYN HÂDİSESİ VE YEZİD İBNU MUAVİYE´YE BİAT VAKASI ـ4819 ـ1ـ عن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]دَخَلْتُ على حَفْصَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها فَقُلْتُ : قَدْ كَانَ مِنَ النَّاسِ مَا تَرَيْنَ، وَلَمْ يُجْعَلْ لِى مِنَ ا‘مْرِ شَىْءٌ. فَقَالَتْ : اَلْحَقِ النَّاسَ فَهُمْ ينْتَظِرُونَكَ، وَأخْشى أنْ يَكُونَ في احْتِبَاسِكَ عَنْهُمْ فُرْقَةٌ، فَلَمْ تَدَعْهُ حَتّى ذَهَبَ. فَلَمَّا تَفَرَّقَ النَّاسُ خَطَبَ مُعَاوِيَةُ وَقَالَ : مَنْ كَانَ يُرِيدُ أنْ يَتَكَلَّمَ في هذَا ا‘مْرِ فَلْيُطْلِعْ لَنَا قَرْنَهُ، فَلَنَحْنُ أحَقُّ بِهِ مِنْهُ وَمِنْ أبِيهِ. قَالَ حَبِيبُ بْنُ مَسْلَمَةَ : فَقُلْتُ لِعَبْدِاللّهِ، فَهََّ أجَبْتَهُ؟ فقَالَ : لقَدْ هَمَمْتُ أنْ أقُولَ أحَقُّ بِهذا ا‘مْرِ مِنْكَ مَنْ قَاتلَكَ وَأبَاكَ عَلى ا“سَْمِ، فَخَشَيْتَ أنْ أقُولَ كَلِمَةً تُفَرَّقَ بَيْنَ الْجَمِيعِ وَتُسْفِكُ الدَّمَ وَيُحْمَلُ عَنِّى غَيْرُ ذلِكَ، فَذَكَرْتُ مَا أعَدَّ اللّهُ في الْجِنَانِ. قُلْتُ : حُفِظْتَ وَعُصِمْتَ[. أخرجه البخاري . 1. ( 4819)- İbnu Ömer ( radıyallahu anhümâ) anlatıyor : "Hz. Hafsa ( radıyallahu anhâ)´nın yanına girdim ve : "( Ali ile Muaviye ( radıyallahu anhümâ)´nin Sıffîn´deki hâdiseleri sebebiyle) halka gelenleri görüyorsun. ( Şimdi Harameyn ve başka yerde hayatta kalan sahabeleri toplayıp fikirlerini almak istiyorlar.) Bu hilafet ve emîrlik meselesinde bana hiçbir hak tanımadılar ( bu sebeple gitmek istemiyorum, ne dersin )" dedim. "Katıl. Çünkü onlar seni bekliyorlar. Onlardan geri durmanı, onların bir muhalefet saymalarından korkarım!" dedi ve Abdullah, oraya gidinceye kadar Hafsa onu bırakmadı. ( Hakemlerin hüküm vermesinden sonra) Hz. Muaviye bir hutbe irad etti ve ( Abdullah´la babası Ömer´i kastederek) dedi ki : "Kim bu hilafet meselesi hakkında bizimle konuşmak isterse kendini bize göstersin ( meydana çıksın). Şurası muhakkak ki biz, halifeliğe ondan da babasından da ehakkız." Habib İbnu Mesleme der ki : "Abdullah´a : "Ona cevap vermedin mi " dedim. Abdullah cevaben : "Bu işe senden daha ehak olan, İslam adına sana ve babana karşı ( Uhud´da, Hendek´te) mücadele vermiş olan Ali ( radıyallahu anh)´dir!" demek istedim. Fakat, herkesin arasına tefrika sokup, kan akıtacak ve istemediğim bir mânaya çekilecek bir kelime sarfetmekten korktum. Allah´ın ( sabredene) cennette hazırladığı mükafaatları da hatırlayarak ( Muaviye´ye) karşılık vermedim" demiştir. Habib İbnu Mesleme : "Bu tavrı takdir ederek : "Sen bir fitneden ( inayet-i İlahî ile) korunmuş ve ( ciddî) bir felaketten muhafaza edilmişsin!" dedim" der. [Buharî, Megazî, 29.][180] AÇIKLAMA : 1- İbnu Hacer´den alarak koyduğumuz parantez arası açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Hz. Abdullah İbnu Ömer, Sıffîn Savaşı´nda, ihtilafın çözümü Hakemeyn´e yani biri Hz. Ali, diğeri de Hz. Muaviye ( radıyallahu anhümâ) tarafından seçilecek iki hakemin tesbit edeceği ortak görüşe havale edildikten sonra, hayatta kalan sahabelerin fikirlerini almak üzere yapılan bir davete icabet edip-etmeme hususunda Resulullah´ın zevcelerinden ve aynı zamanda kızkardeşi bulunan Hafsa ile istişare etmiştir. Kendisi kırgın bir hava taşımakta, bu sebeple de davete icabet etmemek istemektedir. Ancak Hz. Hafsa, katılmasını tavsiye etmektedir. Abdullah katılır. Hz. Muâviye´nin kulağına Abdullah´tan bir şeyler ulaşmış olmalı ki, ilk hutbesinde ta´rizkâr ve hatta tehditkar bir üslupla Hz. Abdullah´a laf atar. Abdullah, Hz. Ali lehine konuşup, bidayetten beri İslam için çalıştığını, Hz. Muâviye ve babası Ebu Süfyan´a karşı Uhud´da, Hendek´te İslam´ı korumak için savaş verdiğini, bu sebeplerle onun hilafete kendisinden ehak olduğunu söylemeyi düşünür. Fakat, fitne çıkmasın diye sükut eder. Said İbnu Mansur´un kaydettiği munkatı bir rivayette Hz. Abdullah, Muâviye´ye şöyle söylemek istemiştir : "Hilafete, İslam adına sana ve babana karşı savaşmış olanlar ehaktır." Ancak kan dökülmesi ve sözünün yanlış anlaşılması korkusuyla susmayı tercih eder, ( radıyallahu anh). 2- Hadiste, Hz. Abdullah´a bu davranışı sebebiyle takdirlerini ifade eden Habib İbnu Mesleme, küçük sahabelerdendir. Şam´a yerleşmiştir. Babasının Resulullah´la sohbeti mevcuttur. Aslında Hz. Muaviye taraftarlarındandır. Muaviye ( radıyallahu anh) onu, kuşatma altındaki Hz. Osman´a yardım etmesi için bir askerî birliğin başında Şam´dan Medine´ye göndermiş, ancak o gelmeden Hz. Osman şehid edilmiş olduğu için geriye, Hz. Muâviye´nin yanına dönmüştür. Şam´da Hz. Muâviye ile beraberdir. Hz. Muâviye onu Rumlara karşı yapılan gazvelerin başına komutan tayin etmiştir. Sıkça Rumlarla karşılaştığı için Habibu´r-Rum lakabıyla şöhret bulmuştur. Hz. Muâviye´nin hilafeti sırasında vefat etmiştir. Habib İbnu Mesleme´nin Hz. Abdullah´a "Allah seni fitne ve felaketten himaye etmiş" sözü, o sırada Hz. Muâviye aleyhine sarfedeceği bir sözün mutlaka bir kavgaya sebep olacağını ifade eder. Çünkü hâdiselerin içinde, hatta yetkili bir şahsiyettir, havayı gayet iyi bilmektedir. 3- İbnu Hacer´in açıkladığına göre, Hz. Muâviye, hilafet meselesinde şu görüşte idi : "Kuvvet, re´y ve marifette üstün olanın, İslam´da öncelik, diyanet ve ibadet yönleriyle üstün olana takdim edilmesi gerekir." İşte bu görüş gereğince kendisinin hilafete ehak olduğunu ileri sürmüştür. İbnu Ömer ise aksi görüşte idi ve fitne korkusu olmadıkça mefdula biat edilmeyeceği kanaatini taşıyordu. İşte bu sebeple sonradan Hz. Muâviye´ye ve daha sonra da oğlu Yezid´e biat etti, çocuklarına da biatlarını bozmayı yasakladı. Aynı düşünce ile, Yezid´den sonra da Abdülmelik İbnu Mervan´a biat etmiştir.[181] ـ4820 ـ2ـ وعن ابْنِ الْمُسَيَّبِ قَالَ : ]لَمَّا وَقَعَتْ اَلْفِتْنَةُ ا‘ولى، يَعْنِى مَقْتَلَ عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه لَمْ تُبْقِ مِنْ أصْحَابِ بَدْرٍ أحَداً؛ ثُمَّ وَقَعَتِ الْفِتْنَةُ الثَّانِيةُ يَعْنِى الْحَرَّةَ، فَلَمْ تُبْقِ مِنْ أصْحَابِ الْحُدَيْبِيَةِ أحَداً؛ ثُم وقَعَتِ الثَّالِثَةُ فلَمْ تَرْتَفِعْ وَلِلنَّاسِ طَبَاخٌ[. أخرجه البخاري . يقال فن » طَبَاخَ لهُ« أى عقل له و خير عنده، والمراد أنها لم تبق في الناس من الصحابة أحداً . 2. ( 4820)- İbnu´l-Müseyyeb ( radıyallahu anh) anlatıyor : "İlk fitne yani Hz. Osman ( radıyallahu anh)´ın şehid edilmesi vukua geldiği zaman Ashab-ı Bedr´den kimseyi hayatta bırakmadı. Sonra ikinci fitne yani Harra hâdisesi vukua geldi. Bu da Hudeybiye ashabından kimseyi hayatta bırakmadı. Sonra üçüncüsü vukua geldi. O da insanlar arasında akıl ve kuvvet ( sahabe) barakmadı." [Buhârî, Megazî 11.][182] AÇIKLAMA : 1- Hadiste üç fitneye temas edilmektedir. Bunlardan ilki Hz. Osman´ın şehid edilmesi hâdisesidir. Bu vak´a hicrî 35 senesinde vukua gelmiştir. İkinci fitne Harre vakasıdır. Bu vaka Hicri 63 yılında vukua gelmiştir. Üçüncü fitnenin hangi hâdise olduğu tasrih edilmemektedir. Kastalânî Irak´ta vukua gelen Ezârika fitnesi, Haccac tarafından İbnu Zübeyr ( radıyallahu anh)´in şehid edilmesi ve Kâbe´nin yıkılmasıyla sonuçlanan hicri 74 yılındaki fitne; Mervan İbnu Muhammed´in hilafeti sırasında 130 yılında Medine´de cereyan eden Ebu Hamza el-Haricî fitnesinin kastedilmiş olabileceğinin ileri sürüldüğünü kaydeder. İbnu Hacer, üçüncü fitnenin Ezârika fitnesi olduğunu söyleyen Davudî´ye itiraz eder ve katılmayış sebebini iki sebebe bağlar : 1) Hadisin ravisi Yahya İbnu Said burada Medine´de vukua gelen fitneleri kastedmiştir, diğerlerini değil. 2) Ezârika fitnesi ise Yezid İbnu Muâviye´nin vefatını müteakip vukua gelmiş; yirmi seneden fazla devam etmiştir.[183] İbnu Hacer üçüncü fitnenin hangisi olduğunu belirleme maksadıyla İmam Malik´in Yahya İbnu Said´den kaydettiği şu açıklamaya yer verir : "Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın mescidinde iki gün namaz terkedilmiştir : 1) Hz. Osman´ın şehid edildiği gün, 2) Harra günü." İmam Malik : "Üçüncüyü unuttum" demiştir. İbnu Hacer devam eder : "İbnu Abdü´l-Hakim : "Haricî Ebu Hamza´nın huruc ettiği gündür" der. Bu ise Mervan İbnu Muhammed İbnu Mervan İbni´l-Hakem´in hilafeti zamanında 130 yılında cereyan etmiştir. Bu hâdise Yahya İbnu Said´in vefatından bir müddet önce vukua gelmiştir. Ben, Dârakutni´nin Garaibu Malik nam eserinde, kendisine Yahya İbnu Said´den sahih bir senetle ulaşan buna benzer bir rivayete rastladım. Sonunda şöyle diyordu : "Üçüncüsü vaki olursa insanlarda akıl ve güç bırakmaz." İbnu Ebî Hayseme´nin tahricinde "Şayet üçüncü vaki olsaydı" şeklinde gelmiştir. Bu ifade, sadedinde olduğumuz hadiste üçüncü fitne hakkındaki cezme muhaliftir ( yani hâdisenin henüz vukua gelmediğini beyandır). Aralarını bulmak ve te´lif etmek mümkündür. Şöyle ki : "Yahya İbnu Said bu sonuncu ifadeyi önce söylemiştir, sonra da mezkur üçüncü fitne, o daha sağ iken vaki olmuştur. Hâdiseden sonra Yahya İbnu Said, Leys İbnu Sa´d´ın kendisinden naklettiği ifadeyi söylemiştir." 2- Hadiste geçen Tabah kelimesi kuvvet, akıl, hayır gibi mânalara gelir. İbnu´l-Esir, Camiu´l-Usul´de bundan maksadın Sahabe olduğunu belirtir. Rivayetten, mezkur üç fitneden birincide Bedir Ashabı, ikincide Hudeybiye Ashabı, üçüncü de Ashabın geri kalanı öldürülecek gibi bir mâna anlaşılmaktadır. Fakat mâna öyle değil. O sıralarda onların kalmamış olacağı ifade edilmiştir. Yani, "Bedir Ashabı´nın tükenme sıralarında Hz. Osman katledildi, birinci fitne husule geldi; Hudeybiye Ashabı´nın tükenmesi zamanında Harra hadisesi vukua geldi, Ashab´ın tükendiği sıralarda da üçüncü fitne vukua geldi" denmektedir. 3- Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz : Sadedinde olduğumuz rivayet Said İbnu´l-Müseyyeb´ten bir nakil gözükmektedir. Yapılan açıklamalara göre bu eser Yahya İbnu Said´e aittir. Nitekim Said İbnu´l-Müseyyeb hicrî 94 yılında vefat etmiştir. Halbuki üçüncü fitne olarak yorumu yapılan hâdise hicrî 130 yılında cereyan etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, hadisin baş kısmı Said İbnu´l-Müseyyeb´e aittir. Ravi Yahya İbnu Said, Said İbnu´l-Müseyyeb´in sözlerini naklettikten sonra kendisi şu ilavede bulunmuştur : "...Sonra üçüncü bir fitne daha vukua geldi, o da insanlarda akıl ve kuvvet bırakmadı." Ne var ki bu derc´e raviler dikkat çekmemişlerdir. Yahut bu söz, Buharî, rivayetinin zahirine göre müdrec değildir. Gerçekten Said İbnu´l-Müseyyeb´e aittir. Bu durumda üçüncü fitne hususunda yapılan ve İbnu Hacer tarafından da benimsenmiş olan yorum yanlıştır. Üçüncü fitneyi Said İbnu´l-Müseyyeb´in ölümünden önce cereyan eden bir fitne ile izah etmek gerekecek ki bu da Davudî´nin yaptığı izahtır : Ezarika fitnesi. [184] * HAKEMEYN HÂDİSESİ VE HARİÎİLER Bu iki hadise birbirine bağlı olduğu için ikisini birlikte kısaca Suyutî´nin anlatımından kaydedeceğiz : "Hz. Ali´ye Osman´ın şehit edilmesinin ertesi günü, Medine´de bulunan sahabeler ( radıyallahu anhüm) biat ettiler. Aşere-i Mübeşşere´den Talha ve Zübeyr ( radıyallahu anhümâ)´in istemeyerek biat ettikleri söylenmiştir. Bu sebeple o ikisi Mekke´de bulunan Hz. Aişe´nin yanına giderler. Üçü beraber, Hz. Osman´ın kanını talep etmek üzere Basra´ya giderler. Haber Hz. Ali´ye ulaşınca o da Irak´a hareket eder. Basra´da Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe ( radıyallahu anhüm) ve beraberindekiler ile karşılaşırlar. Cemel Vakası vukua gelir. Hicrî 36 yılında cereyan eden bu hâdisede Talha ve Zübeyr´in de aralarında yer aldığı 13.000 kişi hayatını kaybeder. Bunlardan 2.000 kadarı Hz. Ali saflarından, geri kalan da Hz. Aişe saflarındandır. Hz. Ali, 15 gün kadar Basra´da kaldıktan sonra Kûfe´ye geçer. Bu esnada Şam´dan da Hz. Muaviye, beraberindekilerle birlikte Hz. Ali´nin üzerine yürür. Sıffîn´de karşılaşırlar. Tarih hicrî 37 Safer ayı. Aralarında başlayan savaş birkaç gün neticesiz devam eder. Şamlılar Mushafları kaldırarak onun hakemliğine başvurmayı teklif ederler. Bunun, Amr İbnu´l-As tarafından teklif edilen bir harp hilesi olduğu söylenmiştir. Hz. Ali´nin askerleri Kur´an´a karşı savaşmak istemezler. Sulh talep ederler. İki hakem tayin edilir. Daha önce belirttiğimiz üzere, Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş´arî´yi, Hz. Muaviye de Amr İbnu´l-As ( radıyallahu anhüm ecmain)´ı hakem tayin eder. Aralarında yazılı bir vesika tanzim ederek yılbaşına Ezruh´ta bir araya gelip ümmetin meselesini halletme hususunda görüş birliğine varırlar. Herkes dağılır. Hz. Muaviye Şam´a, Hz. Ali de Kûfe´ye dönerler. Bu sırada Hz. Ali´nin saflarından, Haricîler denecek olan bir zümre ayrılır. Bunlar hakem hâdisesine karşı çıkarlar. "Hüküm Allah´a aittir" derler. Harura´yı kendilerine karargâh yaparlar. Hz. Ali bunlara İbnu Abbas´ı nasihatçi olarak gönderir. Onlarla bazı münakaşalar yapar, açıklamalarda bulunur. Bir kısmı nasihat dinler; gidilen yolun yanlış, şeriate aykırı olduğunu kabul edip rücu eder. Bir kısmı da batılda ısrar eder. Bu ısrarcılar Nehravan´a giderler, orada başkaldırırlar. Hz. Ali oraya gidip, onlarla savaşır ve -önceki rivayette ( 4813. hadis) açıklandığı üzere- Zü´s-Südye başta olmak üzere pek çokları öldürülürler; yıl hicrî 38. Aynı senenin Şa´ban ayında Ezruh´ta hakemlerin hükmünü dinlemek üzere toplanırlar. Sa´d İbnu Ebî Vakkâs, İbnu Ömer ve diğer pekçok sahabe -4819 numaralı hadiste de açıklandığı üzere- oraya gelirler. Amr İbnu´l-As, kurnazlık yaparak ilk önce Ebu Musa el-Eş´arî´yi konuşturur. Aralarındaki antlaşma gereği o, Hz. Ali´yi azleder. Arkadan Amr konuşur, hilafette Hz. Muâviye´yi sabit tutar ve ona biat eder. Halk bu kargaşa ile ayrılır. Hz. Ali askerlerinin ihtilafına muhatap olur. İşte bu kargaşa sırasında Haricîlerden üç kişi, ortaya atılıp : Abdurrahman İbnu Mülcem el-Murâdî, Bürek İbnu Abdillah et-Temîmi ve Amr İbnu Bekr et-Temîmi. Bunlar Mekke´de biraraya gelip, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnu´l-Âs radıyallahu anhüm´ü öldürmek ve ümmeti bunların fitnesinden huzura kavuşturmak hususunda antlaşma yaparlar. İbnu Mülcem : "Ben Ali´yi halledeyim" der. el-Bürek : "Ben Muâviye´yi halledeyim" der. Amr İbnu Bekr de : ÔBen de Amr İbnu´l-Âs´ı halledeyim" der. Ehl-i Sünnet ulemâsı hürmet ve sevgi ile mükellef olduğumuz Ashab-ı Kiram hazeratının aralarında cereyan eden elim vukuatı naklederken, hürmet ve muhabbeti zedeleyerek teferruata inmekten içtinab etmişler kısaca hülasa etmişlerdir." Bu bahsin sonunda Ashab arasında cereyan eden hâdiselerin mahiyeti hakkında Bediüzzaman´ın bir yorumunu kaydedeceğiz.[185] * İBNU´Z-ZÜBEYR DEVRİ ـ4821 ـ1ـ عن أبى نَوْفَلْ قَالَ : ]رَأيْتُ عَبْدَاللّهِ بْنَ الزُّبَيْرِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما على عَقَبَةِ الْمَدِينَةِ، فَجَعَلَتْ قُرَيْشٌ وَالنَّاسُ تَمَرُّ عَلَيْهِ، حَتّى مَرَّ عَلَيْهِ عَبْدُاللّهِ ابْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فَوَقَفَ عَلَيْهِ. فقَالَ : السََّمُ عَلَيْكَ أبَا خُبَيْبٍ ثَثاً، أمَا وَاللّهِ لَقَدْ كُنْتُ أنْهَاكَ عَنْ هذَا وإنْ كُنْتَ مَا عَلِمْتُ صَوَّاماً قَوَّاماً وَصُوً لِلرَّحِمِ، أمَا وَاللّهِ ‘ُمَّةٌ أنْتَ شَرُّهَا ‘ُمَّةُ خَيْرٍ. فَبَلَغَ الْحَجَّاجَ مَوْقِفُ عَبْدِاللّهِ ابْنِ عُمَرَ وَقَوْلُهُ. فأرْسَلَ إلَيْهِ فأُنْزِلَ عَنِ جِذْعهِ فَأُلْقِىَ في قُبُورِ الْيَهُودِ. ثُمَّ أرْسَلَ الى أُمَّةِ أسْمَاءَ بِنْتِ أبِى بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما، فأبَتْ أنْ تَأتِيَهِ، فأعَادَ إلَيْهَا الرَّسُولَ لتَأتِيَنِّى أوْ ‘بْعَثَنَّ إلَيْكِ مَنْ يَسْحَبُكِ بِقُرونِكِ. فأبَتْ فقَالَتْ : واللّهِ َ أتِى إلَيْكَ حَتّى تَبْعَثَ مَنْ يَسْحَبُنِى بَقُرونِى فقَالَ : أُرونِي سِبْتِيَّتَيَّ فأخَذَ نَعْلَيْهِ ثُمَّ انْطَلَقَ يَتَوَذَّفُ حَتّى دَخَلَ عَلَيْهَا فقَالَ : كَيْفَ رَأيْتُنِى صَنَعْتُ بِعَدُوِّ اللّهِ؟ قَالَتْ : رَأيْتُكَ أفْسَدْتَ عَليْهِ دُنْيَاهُ وَأفْسَدَ عَلَيْكَ آخَرَتَكَ. بَلَغَنِى أنَّكَ تَقُولُ : يا ايْنَ ذَاتَ النِّطَاقَيْنِ، أنَا واللّهِ ذاتُ النِّطَاقَيْنِ. أمَّا أحَدُهُمَا فَكُنْتُ أرْفَعُ بِهِ طَعَامَ رَسُولِ اللّهِ # وَطَعَامَ أبِى مِنَ الدَّوَابِّ، وَأمَّا اŒخَرُ فَنِطَاقُ الْمَرْأةِ الَّذِى َ تُسْتَغْنِى عَنْهُ. أمَا إنَّ رَسُولَ اللّهِ # حَدَّثَنَا أنَّ في ثَقِيفٍ كَذَّاباً وَمُبِيراً. أمَّا الْكَذَّابُ فقَدْ رَأيْنَاهُ، وَأمَّا الْمُبِيرُ فََ إخَالُكَ إَّ إيَّاهُ. فقامَ عَنْهَا وَلَمْ يُرَاجِعْهَا[. أخرجه مسلم.وزاد رزين أن الحجاج قال : ]دَخَلْتُ إلَيْهَا ‘حْزِنَهَا فأحْزَنَتْنِى[.و»قرونُ المَرأةِ« ضفائرها.و»التَّوْذفُ« التبختر، وقيل ا“سراع.و»السِّبْتِيَّتَانِ« النعن، وأصله من السبت، وهو جلود البقر المدبوغة بالقرظ يعمل منها النعال نسبت إليها. وقيل من السبت وهو حلق الشعر ‘ن شعر الجلود ترمى عنها ثم تعمل منها النعال.و»الْمُبيرُ« المهلك . 1. ( 4821)- Ebu Nevfel anlatıyor : "Abdullah İbnu´z-Zübeyr ( radıyallahu anhümâ)´i ( Mekke´deki) Akabetü´l-Medine ( denilen yerde) ( asılmış) gördüm. Kureyş ve diğer halk onun yanına gelmeye başlamıştı. Derken Abdullah İbnu Ömer ( radıyallahu anhüma) de geldi. Yanında durdu. "es-Selâmu aleyke ey Ebu Hubeyb!" dedi ve bu selamı üç kere tekrar etti. Sonra sözlerine devamla [üç kere de] "Vallahi seni bu işten men etmiştim ( ama beni dinlemedim)" deyip şunları söyledi : "Vallahi, benim bildiğime göre sen, çok oruç tutan, çok namaz kılan, yakınlara çokca yardımcı olan bir kimseydin. Vallahi, en kötüsü sen olan bir ümmet mutlaka en hayırlı bir ümmettir!" Haccâc´a, Abdullah İbnu Ömer ( radıyallahu anhümâ)´in İbnu´z-Zübeyr karşısındaki tavrı ve söylediği bu sözleri ulaştı. Derhal adam göndererek İbnu´z-Zübeyr´in cesedini asılı olduğu kütükten indirtip, Yahudilerin kabirlerine attırdı. Sonra annesi Esma Bintu Ebî Bekr ( radıyallahu anhâ)´i de bir adam gönderip çağırttı. Fakat kadıncağız gitmekten imtina etti. Haccâc ikinci bir elçi daha gönderdi ve : "Ya bana kendi rızanla gelirsin ya da, sana saç örgülerinden sürüyerek getirecek birisini gönderirim!" dedi. Esmâ yine imtina edip : "Sen, örgülerimden tutup beni sürükleyecek birini gönderinceye kadar vallahi gelmeyeceğim!" dedi. Haccâc : "Bana ayakkabılarımı gösterin!" dedi. Papuçlarını alıp, çalımla koşup Esmâ´nın yanına girdi. "Allah düşmanına ne yaptığımı gördün mü " dedi. "Ona dünyasını berbat ettiğini, onun da senin ahiretini berbat ettiğini gördüm. Bana ulaştığına göre ona : "Ey iki kuşaklının oğlu" demişsin. Vallahi iki kuşaklı benim. Onlardan biriyle ben Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın ve Ebu Bekr´in ( hicret sırasındaki) yiyeceklerini bağladım. Diğeri de, kadının belinden ayırmadığı kuşağıdır. Şunu ilave edeyim ki, Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) bana : "Sakif´te bir yalancı, bir de zalim var!" demişti. Yalancıyı gördük. Zalime gelince; bunun da ancak sen olacağını zannediyorum!" dedi. Haccâc, hiç cevap vermeden yanından ayrıldı." [Müslim, Fezâilu´s-Sahâbe 229, ( 2545).] Rezîn şu ilavede bulundu : "Haccâc ( bilahare) demiş ki : "Ben Esmâ´ nın yanına onu üzmek için girmiştim, ama o beni üzdü."[186)) AÇIKLAMA : 1- Daha önce ( 4454-4455) açıkladığımız üzere Hz. Abdullah İbnu´z-Zübeyr, Hz. Muâviye radıyallahu anh´ın vefatından sonra oğlu Yezîd´e biat etmeyip Mekke´de halifeliğini ilan etmiş idi. Sadedinde olduğumuz hadis, Haccâc´la yaptığı savaşta, şehid düşen Abdullah´ın cesedine yapılan bed muameleyi aksettirmektedir. Haccâc, hakaret maksadıyla Akabatu´l-Medine denen mahallede[187] bir ağaca tepesi aşağı astırıp teşhîr etmiştir. Abdullah İbnu Ömer ( radıyallahu anhüma) cesedi hürmetle karşılayıp selam vermiştir. O sırada sarfettiği sözlerden, İbnu Ömer´in, Abdullah İbnu Zübeyr´e halife olma hususunda arzu izhar edip Emevîlerle nizaya girmemesini tavsiye etmiş olduğunu anlamaktayız. Ama İbnu´z-Zübeyr, onu dinlememiş, sonu elemle biten bir kararda ısrar etmiştir. 2- Abdullah İbnu Ömer´in, İbnu Zübeyr hakkında ifade ettiği savvam, kavvam övgüsünü anlamamıza Taberânî´nin bir rivayeti yardımcı olur : "İbnu´z-Zübeyr bütün sene oruç tutar, bazan hiç iftar etmeden birkaç gün üst üste oruç tutardı. Geceleri de namazla ihya eder, çoğu kere vitir namazında Kur´ân´ı hatmederdi. Haccâc, bütün bu haline rağmen onu, "ümmetin en kötüsü" diyerek asmıştır. Abdullah İbnu Ömer´in : "Vallahi en kötüsü sen olan bir ümmet en hayırlı ümmettir" sözü, Haccâc´a bir cevap olmaktadır. 3- Hz. Esmâ´nın Zâtunnitakeyn, iki kuşaklı lakabı, Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilmiş bir lakaptı. Hicret hazırlığı sırasında, deve hazırlanırken, yol azıklarının deveye yüklenmesi anında birkısım eşyanın ( yiyecek ve içeçecek malzemelerinin) bağlanması gerekmiş, şartlar icabı zaman darlığı olduğu için Esmâ ( radıyallahu anhâ), zekasını kullanıp, kuşağını çıkararak ikiye bölmüş, bir yarısı ile eşyalar bağlanmış, diğer yarısını da tekrar beline bağlamıştır. Onun bu pratik zekasından memnun kalan Fahr-ı Kâinat, muhterem baldızlarına Zatunnitakeyn ( iki kuşaklı) lakabını takarak iltifat buyurmuşlardır. Esmâ validenin, o fırsatta Haccâc´a bunu açıklama ihtiyacını duymasından anlıyoruz ki, Haccâc, İbnu´z-Zübeyr ( radıyallahu anhümâ)´e "İbnu Zatunnitakeyn" diyerek hakaret etmiştir. Hz. Ebu Bekri´s-Sıddîk´in kızı olmaya bihakkın layık Zâtunnitakeyn Esmâ radıyallahu anha validenin cesaret ve fetâneti karşısında hayran kalmamak mümkün mü 4- Hadis, Abdullah İbnu´z-Zübeyr ( radıyallahu anhüma)´in o savaşta haklı olduğunu göstermektedir. İslâm uleması da bu hususta ittifak eder. Halifeliğini ilan edince kendisine biat edilmiş, Haccâc ve diğer Emevî taraftarları ona isyan edip şehit olmasına müncer olan hâdiselere sebep olmuşlardır. Abdullah İbnu Ömer, ona olan takdirlerini ifade etmekten çekinmemiş, Haccâc´ın kulağına gideceğine aldırmamıştır. 5- Ulemâ, hadisten hareketle, kabirdekilere selam vermenin, bunu üç kere de tekrar etmenin, ölenleri hayırlı yönleriyle yadetmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.[188] * HACCAC ـ4822 ـ1ـ عن الزُّبير بن عدي قال : ]دَخَلْنَا عَلى أنَسِ بْنِ مَالِك رَضِيَ اللّهُ عَنْه فَشَكَوْنَا إلَيْهِ مَا نَلْقَى مِنَ الْحَجَّاجِ. فقَالَ : اصْبِرُوا، فإنَّهُ َ يَأتِى عَلَيْكُمْ زَمَانٌ إَّ وَالَّذِى بَعْدَهُ شَرٌّ مِنْهُ حَتّى تَلْقَوْا رَبَّكُمْ. سَمِعْتُ هذَا مِنْ نَبِيِّكُمْ #[. أخرجه البخاري والترمذي . 1. ( 4822)- Zübeyr İbnu Adiy ( rahimehullah) anlatıyor : "Hz. Enes İbnu Mâlik ( radıyallahu anh)´in yanına girdik. Haccâc´ın bize yaptıklarını şikayet ettik. "Sabredin, buyurdu. Zîra öyle günlerle karşılaşacaksınız ki, her yeni gün, gidenden daha kötü olacak. Bu hal Rabbinize kavuşuncaya kadar devam edecek. Ben bunu, Resûlünüz ( aleyhissalâtu vesselâm)´den işittim." [Buhârî, Fiten 6; Tirmizî, Fiten 35, ( 2207).][189] AÇIKLAMA : 1- Bu hadis, Haccâc´ın zulmünü belirtmeye ayrılmıştır. Haccâc, Emevî halifelerinden Abdülmelik İbnu Mervân ve oğlu Velid zamanında Irak ve Horasan valiliği yapmış, sert ve zalimâne muameleleri sebebiyle zalim lakabıyla meşhur olmuştur. Taiflidir ve Benî Sakîf´tendir. Bu sebeple Sakafî diye nisbeti de vardır. Hicrî 75 yılında 54 yaşında ölmüştür. Şa´bî, onun sert muamelesini belirtme sadedinde şu kıymetli bilgiyi sunar : "Hz. Ömer ve kendinden sonra gelenler, asi olan kimseyi tutup, sarığını çıkararak halka teşhir ederlerdi. Bu hal Ziyâd´a kadar devam etti. O, cinayetlere kamçı ile vurma cezası getirdi. Daha sonra Mus´ab İbnu Zübeyr buna sakalı traş etmeyi de ilave etti. Bişr İbnu Mervan, caninin elini çivi ile çakmaya başladı. Haccâc gelince : "Bütün bu cezalar ( ciddiyetten uzak) eğlencedir!" dedi ve kılıçla öldürme cezası getirdi." Müteakip hadiste görüleceği üzere Haccâc´ın kılıçla ölüm cezasına mahkûm ettiklerinin sayısı 120 bini bulmuştur. 2- Hadiste her gelen günün giden günü aratacağı ifade edilmekte ve karşılaşılan menfi durumlar karşısında en çıkar yolun sabretmek olduğu belirtilmektedir. İbnu Mes´ud´un şöyle dediği rivayet edilmiştir : "Dün bugünden hayırlıdır, bugün yarından hayırlı olacak. Bu hal kıyamete kadar devam edecek." İbnu Battâl der ki : "Bu hadis, Resûlullah´ın nübüvvetinin delillerinden biridir; bir mucizedir. Zîra, ümmetin halinin bozulacağını haber vermektedir. Bu ise gayba ait bir haldir, re´y ile bilinemez, vahiyle bilinebilir. Hadiste her gelen günün bir öncekine nazaran kötü olacağı mutlak bir üslupla ifade edilmiştir. Halbuki zaman zaman eskiye nazaran iyi günler yaşanmıştır. Bu hal bir tezad olarak görülmüştür. Nitekim, Ömer İbnu Abdilaziz, Haccâc´dan az sonra gelmiş ve gerçekten ümmete hayırlı günler yaşatmıştır. Onun günlerinin önceki günlerden daha kötü olduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta onun zamanında şerrin kalmadığını bile söylemek mümkündür. Bu durumu nazar-ı dikkate alan Hasan Basrî hazretleri, hadisin hükmünü ekser ve ağleb duruma göre diye te´vil etmiştir. Haccâc´dan sonra Ömer İbnu Abdilaziz´in gelmesi sorulunca da : "İnsanların bir nefes alması gerekir!" diye cevap vermiştir. Temas edilen müşkile bazı alimler : "Tafdilden murad, asırların mecmuunun asırların mecmuuna tafdilidir. Zîra Haccac asrında çok sayıda Sahabe vardı. Ömer İbnu Abdilaziz´in asrında, onlar münkariz oldular. Sahabenin yaşadığı zaman, kendinden sonra gelen zamandan hayırlıdır. Nitekim "Asırların en hayırlısı benim asrımdır. Bundan sonra onu takip eden asır gelir. Onu da daha sonraki asır takip eder" hadisi bu hususu te´yid eder. Şu hadis de bu hususta kayda değer : Ashabım ümmetimin güvencesidir. Ashabım gitti mi vaadedilen ( fitneler) ümmetimin başına gelecektir." İbnu Hacer´in İbnu Mesud´dan kaydettiği bir hadiste yer alan tasrihat, mevzuyu daha açık hale getiriyor. Gelecek kötülükten murad ilmin gitmesidir : "Size artık gittikçe daha kötü olan günler gelecek. Bu hal kıyamete kadar devam edecek. Burada, yaşayışınıza gelecek sıkıntıları kasdetmiyorum, hadis bunu ifade etmez. Lakin, size her gelen gün ilim cihetiyle gidenden daha düşük olacaktır. Alimler gittimi insanlar müsavileşir, ma´rufu emretmezler, münkerden yasaklamazlar. İşte bu durumda helak olurlar." İbnu Mes´ud´un, bir başka tarikten şöyle dediği rivayet edilmiştir. "...Biz bereketli bir yıl yaşamıştık. Dedi ki : "Bunu kasdetmiyorum. Kasdettiğim şey ulemanın gitmesidir." Bir başka hadiste de : "...Size daima eskisinden daha kötü günler gelecek. Ancak bu kötülükle emîrlerinizin kötülüğünü kasdetmiyorum. Fakat alimlerinizi, fakihlerinizi kastediyorum. Bunlar gidiyorlar, sizler onların yerine yenisini bulamayacaksınız. Bunlar yerine kendi reyleriyle fetva verecekler geliyor." Bu hadisin bir başka veçhinde : "...Ben bununla yağmurun bolluk veya darlığını kasdetmiyorum, fakat ulemanın gitmesini kastediyorum. Bunlar gidince kendi reyleriyle fetva verecek bir kavim gelecek. Bunlar İslam´ı delip helak edecekler." Deccal´den sonra İsa aleyhisselam´ın gelme hâdisesi de hadise zıt bulunmuştur. Ancak Kirmânî bu müşkili şöyle cevaplar : "Hadisten murad, Hz. İsa´dan sonra gelecek zamandır veya içinde umeranın bulunacağı zaman cinsidir. Aksi takdirde, dinimizde zaruri olarak bellidir ki, masum peygamber devrinde şer yoktur."İbnu Hacer, bu nakillerden sonra ilave eder : "Zamanlardan murad Deccal ve ondan sonrakiler gibi kıyametin büyük alâmetlerinin zuhurundan önceki zamanlar olması da muhtemeldir. Böylece, şerde üstün olan zamandan murad, Haccâc´dan Deccal´e kadar geçecek zaman olur. Hz. İsa´nın zamanı ise, ayrı bir hükme tabidir. Doğruyu Allah bilir." Mezkur zamanlarla kastedilen şey Sahabelerin devri de olabilir. Zîra, bunun muhatabı onlardır, hüküm onlara has olur. Böyle olursa, onlardan sonra gelecekler mezkur haberde kastedilmemiş olur. Ancak, Ashab bunu kendilerine mahsus olarak değil, bütün ümmeti ilgilendiren bir hüküm olarak anlamıştır. Bu anlayış sebebiyledir ki, Hz. Enes, kendisine Haccâc´ dan şikayet edene bu tarzda cevap vermiş ve sabır tavsiye etmiştir. Onların tamamı veya çoğunluğu Tabiin´dendi. İbnu Hibban, Sahih´inde, "Yeryüzü zulümle dolduktan sonra adaletle dolacağını ifade eden Mehdi hadislerini gözönüne alarak, Enes hadisini âmm hükmüyle almamak gerektiğini" istidlal eder. Ancak ben, sadedinde olduğumuz hadisi tefsirde işe yarayacak olan ve de İbnu Mes´ud´dan gelen bir kaydı, Darimi´nin Müsned´inde hasen senedle gelen bir rivayette buldum. Der ki : "Size her yeni gelen yıl öncekinden daha kötüdür. Ancak ben bu sözümde bir tek yılı kastedmiyorum."[190] ـ4823 ـ2ـ وعن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # : في ثَقِيفٍ كَذَّابٌ وَمُبِيرٌ[. أخرجه الترمذي . وقال يُقَالُ : الكَذَاب المختار بن أبى عبيد، والمبير الحجاج بن يوسف . 2. ( 4823)- İbnu Ömer ( radıyallahu anhümâ) anlatıyor : "Resululah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki : "Sakif´ten bir yalancı, bir de zalim çıkacaktır." [Tirmizî, Fiten 44, ( 2221).][191] AÇIKLAMA : 1- Bu hadis 4821 numarada geçen uzun bir hadisin parçasıdır. Orada gerekli izah yapıldığı için, burada iki noktaya temas edeceğiz : 1) Mübir : Yıkıcı, helak edici mânasına gelir ise de zalim olarak tercüme ettik. Çünkü yıkma, helak etme de zalime mahsus bir haldir, zalimin vasfıdır. Üstelik bununla kastedilen şahıs da Haccâc´dır ve ümmet ona zalim demekte, onu bu vasıfla anmakta ittifak etmiştir. 2) Yalancıya gelince; onun da Muhtar İbnu Ebî Ubeyd es-Sakafî olduğu kabul edilmiştir. Bu herif, Hz. Hüseyin´in şehit edilmesinden sonra zuhur etmiş, halkı onun kanının intikamını almaya çağırmıştır. Bu işte asıl maksadının, insanların yüzünü kendine çevirmek, bu suretle emîrlik ele geçirmek olduğu anlaşılmıştır. Dünyayı talep ettiği halde, asıl maksadını başka bahanelerle gizlemeye çalışmıştır. Babası büyük sahabelerdendi. Hicret yılında doğan Muhtar´ın sohbeti yoktur, rivayeti de yoktur. Abdullah İbnu İsmet, hakkında : "Bu, Resulullah´ın : "Sakif´ten bir yalancı çıkacak" hadisiyle haber verdiği yalancıdır" demiştir. Önceleri fazilet, ilim ve hayırla meşhur idi. Bu hali Abdullah İbnu Zübeyr´i terkedinceye kadar devam etti. O andan itibaren gizlediği hali ortaya çıktı. Emîrlik talep etti ve içinde gizlediği bozuk fikirlerini, sapık inançlarını, hevâsını açığa vurdu. Böylece dine muhalif pek çok yönleri ortaya çıktı. Sahtekârlıklarını, kendisine Cebrail´in vahiy getirdiğini söyleyecek kadar ileri götürdü. Bu halini hicrî 62 yılında öldürülünceye kadar sürdürdü.[192] ـ4824 ـ3ـ وعن هِشام بْنِ حِسَانِ قالَ : ]أُحْصِىَ مَا قَتَلَ الْحَجَّاجُ صَبْراً فَوُجِدَ مِائَةُ ألْفٍ وَعِشْرُونَ ألْفاً[. أخرجه الترمذي.قوله »صَبْراً« المراد به كل من قتل في غير حرب و اختس كمن تضرب< عنقه أو يحبس الى أن يموت أو يصلب أو نحو ذلك من هيْئاتَ القتل فهو مقتول صبراً . 3. ( 4824)- Hişam İbnu Hısan rahimehullah anlatıyor : "Haccâc´ın hükmen öldürttüğü insanların miktarı sayılmış, 120 bin kişiye ulaştığı görülmüştür." [Tirmizî, Fiten 43, ( 2221).][193] AÇIKLAMA : Sabran öldürme; savaş ve kavga sırasında veya hataen olmaksızın icra edilen öldürmeye denir. Buna hükmen diyebiliriz. Harp esirleri ve suçlulara uygulanan öldürme vakaları sabran öldürmedir. Sadedinde olduğumuz rivayet Haccâc´ın zulmünün büyüklüğünü göstermeye kafidir.[194] BENÎ MERVAN ـ4825 ـ1ـ عن سعيد بْنِ عَمْرُو بْنِ سعيدِ بْنِ الْعَاصَ قَالَ : ]أخْبَرَنِى جَدِّى قَالَ : كُنْتُ جَالِساً مَعَ أبِى هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه في مَسْجِدِ الْمَدِينَةِ وَمَعَنَا مَرْوَانُ. فقَالَ أبُو هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه : سَمِعْتُ الصَّادِقَ الْمَصْدُوقَ # يَقُولُ : هَلَكَةُ أُمَّتِى على يَدَيْ أُغَيْلِمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ. قَالَ مَرْوَانُ : لَعْنَةُ اللّهِ عَلَيْهِمْ؛ فقَالَ أبُو هُرَيْرَةَ : لَوْ شِئْتُ أنْ أقُولَ فَُنُ وَفَُنُ لَفَعَلْتُ. قَالَ سَعِيدٌ رَحِمَهُ اللّهُ : فَخَرَجْتُ مَعَ جَدِّى الى الشَّامِ حِينَ مَلَكَهُ بَنُو مَرْوَانَ، فإذَا رَآهُمْ غِلْمَاناً أحْدَاثاً قَالَ : عَسى أنْ يَكُونَ هؤَُءِ الَّذِينَ عَنَى أبُو هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه. فَقُلْتُ : أنْتَ أعْلَمُ[. أخرجه البخاري.»الصَّادِقُ وَالْمَصْدُوقُ« هو النبي #، صدق في قوله وما أخبر به، وصُدِّق فيما جئ به إليه من الوحي.و»أُغيلمةٌ« تصغير غلمة. 1. ( 4825)- Said İbnu Amr İbni Said İbni´l-As anlatıyor : "Ceddim bana dedi ki : "Ben Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh) ile beraber Medine mescidinde oturuyordum. Yanımızda Mervan da vardı. Bir ara Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh) : "Ben, sadık ve masduk olan Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle buyurduklarını işittim : "Ümmetimin helak olması Kureyş´e mensup [aklı kıt] bir grup çocukcağızın elleriyledir!" Mervan : "Allah onlara lanet etsin!" dedi. Ebu Hüreyre der ki : "Eğer ben dileseydim falan falan diye onları teker teker ismen sayardım." Said rahimehullah dedi ki : "Ben, Benî Mervan iktidar olduğu zaman dedemle birlikte Şam´a gittim. Orada onları genç oğlanlar olarak görünce : "Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh)´nin kastettiği bunlar olmasın " dedi. Ben de : "Sen daha iyi bilirsin" dedim." [Buhârî, Fiten 3, Menakıb 25.][195] AÇIKLAMA : 1- Bir rivayette : "Ben Resulullah´tan iki dağarcık ilim aldım. Birini rivayet ediyorum. Diğerini de rivayet etsem boynumu vurursunuz" diyen Ebu Hüreyre´nin bu ikinci dağarcığı hakkında bir ipucu veren rivayetiyle karşı karşıyayız. Bu ve bunu açıklama sadedinde kaydedeceklerimizden anlaşılacaktır ki Ebu Hüreyre, Aleyhissalâtu vesselâm´dan fitnelerle ilgili teferruatlı bilgiler edinmiş, fakat rivayet etmede çok ihtiyatlı davranmıştır. Bu rivayet, fitnecileri Ebu Hüreyre´nin ismen bildiğine delalet etmektedir. 2- Hadiste geçen uğaylime, "ğılme" kelimesinin ism-i tasğîridir. Gılme ise ğulâmın çoğuludur. Gulam, doğumbüluğ arası çocuğa denir. Şu halde, çocukcağızlar demek olur. Ancak İbnu Hacer, büluğa ermiş bile olsa akıl, tedbir ve diyanet yönüyle zayıf olan kimselere de sabiy ( çocuk) veya guleym dendiğini, hadiste bu kelimenin bu mânada kullanıldığını belirtir. "Çünkü, der, Benî Ümeyye halifelerinden hiçbiri büluğa ermeden halife olmuş değildir. Keza işbaşına koydukları arasında da büluğa ermemiş çocuk yoktur. Öyleyse uğaylime´den murad hilafete getirilen bazılarının, fesada sebep olan evladlarıdır." 3- Hadiste geçen ümmetten murad, kıyamete kadar gelecek olan ümmet değil, sadece o asırdaki ümmettir. Bu hadisi daha iyi anlamada, Ebu Hüreyre´nin bir başka merfu rivayeti İbnu Ebî Şeybe´de gelmiştir : "Çocukların emîrliğinden Allah´a sığınırım." Sordular : "Çocukların emîrliği de nedir " dedi ki : "Onlara itaat edecek olsanız ( dininizde) helak olursunuz, isyan edecek olsanız sizi helak ederler ( yani dünyanızı mahvederler; ya canınıza kıyarlar veya malınıza yahut da her ikisine)." Yine İbnu Ebî Şeybe, Ebu Hüreyre ile ilgili olarak şu rivayeti kaydetmiştir : "Ebu Hüreyre çarşı pazar gezerken : "Allahım bana ne altmış senesini ne de çocukların emirliğini gösterme" diye dua ederdi. İbnu Hacer der ki : "Bu rivayette, çocukların ilkinin altmış senesinde iktidar olacağına işaret vardır. Nitekim öyle de olmuştur. Zîra Yezid İbnu Muâviye o yılda hilafeti ele aldı ve altmış dört yılına kadar devam etti. Ölünce oğlu Muaviye halife oldu. Birkaç ay içinde öldü. Ebu Hüreyre´nin ihbarını Yezid´in hali te´yid eder mahiyettedir. Çünkü, büyük merkezlerdeki yaşlıları azlederek, kendi yakını olan gençleri iş başına getirip, idari kadroyu gençleştirmiştir. 4- Bu rivayet, Ebu Zür´a´nın Ebu Hüreyre´den rivayet ettiği "Halkı Kureyş´ten şu kabile helak edecek" hadisini tahsis eder. Zîra burada Kureyş´in tamamı değil, bazısı kastedilmiştir. Bunlar da gençlerdir, tamamı değil. Öyleyse hadisten murad şudur : "Bu gençler, iktidar talep ederek bu yolda savaşlar yaparak halkın ahvalini bozup insanları helake atarlar, fitnelerin peşpeşe devamı suretiyle zarardide olanlar çoğalır." Nitekim fiiliyat, aynen Aleyhissalâtu vesselâm´ın haber verdiği şekilde cereyan etti. Yukarıdaki hadisin devamında "İnsanlar onları terkederlerse ( kendileri için daha iyi olur)" buyrulmakta. Resulullah o çeşit fitnelerde kenara çekilmeyi tavsiye etmiştir. İbnu Hacer kenara çekilmeyi "Onlara müdahale etmemek, onlarla kavgaya girişmemek, dinini fitneden kaçırmak" diye açıklar ve "Bu hadisten masiyetin alenen işlendiği yerden göç etmenin müstehab olduğu hükmü çıkarılmıştır. Çünkü bu, umumi felaketin gelmesine sebep olan fitneye düşmeye sebeptir."der. İmam Malik : "Bir yerde münker alenen işlenirse orası terkedilir" diye hükmetmiştir. 5- İbnu Battal demiştir ki : "Bu hadiste de zalim bile olsa sultana isyan etmemek gerektiğine delil vardır. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm, Ebu Hüreyre ( radıyallahu anh)´ye bunların ve babalarının ismini öğretmiştir. Fakat, -ümmetinin helaki onlar eliyle olacağını haber vermiş olmasına rağmen- onlara isyan etmelerini emretmemiştir. Çünkü isyan, helak yönüyle itaat etmeye nisbetle daha çok helak edici ve tamamen yok olmaya daha yakındır. Böylece iki fenalıktan daha hafifini iki zorluktan daha kolayını tercih etmiş olmaktadır." İbni Hacer son olarak der ki : "Zahirde kendi evlatları olmasına rağmen Mervan´ın bu "oğlancağızlar"a lanet etmesi hayret veren bir husustur. Sanki Cenab-ı Hak Hazretleri, bunu onun diliyle icra etti. Ta ki, aleyhlerine daha şiddetli bir delil teşkil etsin; ola ki ibret alırlar." İbnu Hacer, Mervan´ın babası Hakem´in de lanette bulunduğuna dair Taberanî ve diğer kitaplarda rivayet geldiğini kaydeder.[196] ـ4826 ـ2ـ وعن حُذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # : احْصُوا لِى كَمْ يَلْفَظُ بِا“سَْمِ. قُلْنَا : يَا رَسُولَ اللّهِ! أتَخَافُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ مَا بَيْنَ السِّتِّمِائَةِ الى السَّبِعْمِائَةِ؟ قَالَ : إنَّكُمْ َ تَدْرُونَ، لَعَلَّكُمْ أنْ تُبْتَلُوا. قَالَ : فَابْتُلِينَا حَتّى جَعَلَ الرَّجُلُ مِنَّا َ يُصَلِّي إّ سِراً[. أخرجه الشيخان . 2. ( 4826)- Hz. Huzeyfe ( radıyallahu anh) anlatıyor : "Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) ( bir gün) : "Bana İslam telaffuz eden kaç kişi olduğunu sayıverin" buyurdular. Biz : "Ey Allah´ın Resulü! Bizim sayımız altıyedi yüze ulaşmış olduğu halde hakkımızda korku mu taşıyorsunuz " dedik. "Siz bilemezsiniz, ( çokluğunuza rağmen) imtihan olunabilirsiniz!" buyurdular. Gerçekten öyle ( belaya maruz kalıp) imtihan olunduk ki, içimizden namazını gizlice kılanlar oldu." [Buhârî, Cihad 181; Müslim, İman 235, ( 149).][197] AÇIKLAMA : 1- Bu hadis, nüfus sayımı ile alakalıdır. Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın, hayatî korku mevzubahis olmadan bile sayım emrettiğini göstermektedir. Hadisin Buharî´de gelen bir veçhinde; "sayın" şeklinde değil اكتبوا yani "yazın!" şeklindedir. Demek ki teker teker yazıya dökülen bir sayma mevzubahistir. Hudeybiye ile ilgili rivayetlerde, oraya iştirak edenlerin sayısı 1500, 1400, 1300 kişi arasında değişmektedir. Bir Buharî rivayetinde "Muhacirlerin sekizde birini Eslem kabilesinden olanların teşkil ettiği" belirtilir. Buradan hareketle Muhacirlerin sayısını vermeye çalışan İbnu Hacer, Vâkidî´nin bir rivayetinde Eslemlilerin 100 kişi olduğunun belirtildiğini söyleyerek Muhacirlerin orada 800 kişi olduklarına hükmeder. 2- Huzeyfe ( radıyallahu anh)´nin bahsettiği ibtila ve imtihan ne zaman oldu Bu, alimleri muhtelif görüşler ileri sürmeye sevketmiştir : * İbnu´t-Tin, bunun Hendek kazma sırasında yaşandığında cezmetmiştir. * Davudî şu ihtimali hikaye etmiştir : "Müslümanlar Hudeybiye´de iken olmuştur. Çünkü sayıları hususunda bin beş yüz mü idiler, bin dört yüz mü idiler, ihtilaf edilmişti." * Huzeyfe´nin "imtihan olunduk..." sözüyle Hz. Osman´ın hilafetinin sonlarında, Kûfe emîrlerinden Velid İbnu Ukbe gibi bazılarından vaki olan hallere işaret de olabilir. Onlar zamanında namaz te´hir edilmiş veya icap ettiği tarzda kılınmamıştır. Bu sebeple bir kısım vera sahipleri namazlarını tek başlarına ve gizlice kılmışlar, sonra da fitne korkusuyla mescidde emîrle birlikte kılmışlardır. * Şöyle diyenler de olmuştur : "Bu korku hali, Hz. Osman´ın sefer namazını dört kıldığı zaman olmuştur. Çünkü bazıları gizlice tek başına iki kılıyorlardı, tenkid edilir korkusuyla alenen kılamıyorlardı." * "Bu, Hz. Osman´ın şehid edildiği sıraya rastlar" diyen de olmuştur. Ancak İbnu Hacer, "O esnada Huzeyfe ( radıyallahu anh) Medine´de değildi" der ve bunun bir vehim olduğunu söyler ve ilave eder : ** "Bu hadiste, Resulullah´ın istikbali ihbar nevine giren bir mucizesi vardır. Nitekim Huzeyfe´den sonra Haccâc ve diğerleri devrinde belirtilenden çok daha şiddetli korkularla dolu zamanlar yaşandı."[198] ـ4827 ـ3ـ وفي أخرى لَهُمَا عنه قالَ : ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # : لَيَرِدَنَّ عَلى حَوْضِى أقْوَامٌ فَيُخْتَلَجُونَ. فَأقُولُ : أصْحَابِى. فَيُقَالُ : إنَّكَ َ تَدْرِي مَا أحْدَثُوا بَعْدَكَ[.»فَيُخْتَلَجُونَ« : أىْ يُجْذَبُونَ وَيُنْتَزَعُونَ . 3. ( 4827)- Sahiheyn´de yine Huzeyfe ( radıyallahu anh)´den gelen bir rivayet şöyledir : "Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki : "( Kıyamet günü, havz-ı kevserime bir kısım gruplar da gelecekler ki, onlar oradan uzaklatşırılacaklar. Ben : "Onlar benim ashabımdır!" diyeceğim. Fakat : "Sen, onların arkandan neler işlediklerini bilmiyorsun!" denilecek." [Buhârî, Rikâk 53; Müslim, Fezail 32, ( 2297).][199] AÇIKLAMA : Bu rivayette, Ashab´tan bir kısmının Resulullah´tan sonra bozulacağı mânası çıkmaktadır. Kabisa : "Bunlar, Hz. Ebu Bekir zamanında irtidat edip, Hz. Ebu Bekir´le mukatele edip, küfür üzerine öldürülenler" demiştir. Ancak Hattabî der ki : "Sahabeden kimse irtidat etmemiştir. İrtidat edenler, dinde nasipleri olmayan kaba bedevîlerdir. Dolayısıyla bunlara bakarak meşhur sahabeyi ketmekmek caiz olmaz." Hattâbî, bu hükmüne, hadisin bazı vecihlerinde gelen اُصَيْحَابي "Ashabcıklarım" tabirini delil göstererek : "Onların sayıca azlığına bu tabir delildir" der. Başka alimler, meseleye farklı yorumlar getirmişlerdir : * "Bu zahirî küfürdür. Ancak murad, kendisine icabet eden ümmet ( ümmetü´l-icabe) değil, davetine muhatap olan ümmettir ( ümmetu´dda´ve)" diyen de olmuştur. * İbnu´t-Tin : "Bunların münafıklar veya kebîre işleyenler olma ihtimali var" demiştir. * Bazıları : "Bunlar ölüm korkusu, dünyaya erme ümidiyle İslam´a giren kaba bedevîlerdir" demiştir. * Davudi : "Kebîre işleyenlerin, bid´ata düşenlerin buna dahil olması muhal değildir" demiştir. * Nevevî der ki : "Bunlar münafıklardır, mürtedlerdir" dendi. Öyleyse onların da mü´minlere mahsus alındaki ve abdest uzuvlarındaki nurdan beneklerle haşrolunmaları caizdir, ama sonradan nurları söndürülür." * Dendi ki : "Onların üzerinde alâmet bulunması gerekmez, Müslüman bilinmeleri sebebiyle onlar da çağrılır." * "Onlar, İslam üzere ölen kebîre ve bid´atler ashabıdır. Böyle olunca onların cehenneme gidecekleri kesinlikle söylenemez. Zîra, ceza olarak önce Havz´dan tardedilip, sonra merhamet görmeleri de caizdir." * Onların alın ve diğer abdest uzuvlarında nurdan parlaklıklar olması, bu alâmetleriyle Resulullah´ın onları -ister muasırı olsunlar, isterse kendisinden sonra yaşayanlardan olsunlar- bu alâmetleriyle tanıması da imkan harici değildir. * İyaz ve el-Bâci ve diğer bir kısım âlimler, hadisin ravisi Kabîsa´ nın yukarıda kaydettiğimiz "Bunlar, Aleyhissalâtu vesselâm´dan sonra irtidat edenlerdir" şeklindeki görüşünü müreccah bulmuşlardır. Resulullah´ın onları tanımış olması, onların üzerlerinde Müslümanlara has olan alâmeti taşımalarını gerektirmez. Çünkü bu alâmet, Müslüman amelini izhar eden İlahî bir ikramdır. Mürtedin ameli ise düşmüştür. Öyleyse Resulullah´ın onları tanıması irtidatlarından önce taşıdıkları alametleri itibariyle değil, şahısları itibariyledir. Keza, bu nokta-i nazardan, onların, Aleyhissalâtu vesselâm zamanındaki münafıkların da buraya dahil olmaları uzak bir ihtimal değildir. Şefaat hadisinde de geçtiği üzere "Bu ümmet, içerisinde münafıkları olduğu halde varlığını sürdürecektir." Öyleyse bunlar bu işaretleri olmasa da ümmetle birlikte haşrolunacaklar ve fakat zatları bilinecektir. Kim onun suretini tanırsa, dünyada onu kendinden ayıran haliyle birlikte ona nida ederek belli edecektir. Bid´a ehlinin oraya girmesine gelince : Aleyhissalâtu vesselâm´ın, kendinden sonra bid´alar işlemelerine rağmen onları, "Ashabım" diye ifade etmesi uzak bulundu. Bu müşkil, sohbet kelimesinin umumi mânasına hamliyle cevaplandırılmıştır.[200] ـ4828 ـ4ـ وعن الْمُسَيْبِ بْنِ رَافع قال : ]لَقِيتُ الْبَرَاءَ بْنَ عَازِبٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما. فَقُلْتُ : طُوبَى لَكَ، صَحِبْتَ رَسُول اللّهِ #، وَبَايَعْتَهُ تَحْتَ الشَّجَرَةِ. فقَالَ : يَا ابْنَ أخِى إنَّكَ َ تَدْرِى مَا أحْدَثْنَاهُ بَعْدَهُ[. أخرجه البخاري.وقال : قال خلف بن حوشب كانوا يستحبون أن يتمثلوا بهذه ا‘بيات عند الفتن : الحَربُ أوَّلُ ما تَكُونُ فتِيةًتَسْعَى بِزِينَتِهَا لِكُلِّ جَهُولِحَتّى إذَا اشْتعَلَتْ وَشَبَّ ضِرَامُهَاوَلَّتْ عَجُوزاً غَيْرَ ذَاتِ حَلِيلِشَمْطَاءُ يُنْكَرُ لَوْنهَا وَتَغَيَّرَتْمَكْرُوهَةً لِلشَّمِّ وَالتَّقْبِيلِ 4. ( 4828 )- Müseyyeb İbnu Râfi anlatıyor : "Bera İbnu Âzib ( radıyallahu anhümâ)´e rastladım. Kendisine : "Sana ne mutlu! Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´la sohbet şerefine erdin. O´na ( Hudeybiye´de) ağaç altında biat ettin!" demiştim. Bana şu cevapta bulundu : "Ey kardeşimoğlu! Biz ondan sonra ne bid´alar işledik sen bilemezsin." [Buhârî, Megâzî, 35.][201] AÇIKLAMA : 1- Hadis, Tabiin´in Ashab´a olan gıptasını göstermekte, Resulullah´ı görmenin, Sahabi olmanın şerefini takdir ettiklerini ifade etmektedir. Sahabinin cevapta tevazu yolunu ihtiyar ederek, izhar ettiği kemali, üstelik cereyan eden birkısım dahilî hâdiseler sebebiyle, Allah´a iltica ve tazarrularını ve akibetlerinden endişelerini göstermektedir ki, bu bir başka kemalin ifadesidir. 2- Sadedinde olduğumuz hadisin sonunda, fitne zamanında okunmasının müstehap addedildiği belirtilen şiir, Buharî´de yer almaktadır. mânası şöyledir : "Harp, başlangıçta her cahil erkeğin gözüne zinetiyle koşan genç bir kız olur. Nihayet tutuşup, yakacaklarını yaktığı zaman, Talibi olmayan ihtiyar bir karıya döner. Saçları kırçıllaşmış, çirkin, koklanıp öpülmek istenmez." İbnu Hacer, bu beytin bazı nüshalarda İmru´l-Kays´a nisbet edildiğini, ancak tahkikte Amr İbnu Ma´dikerb´e ait olduğunun anlaşıldığını belirtir. Bu beyti sunan bir rivayette Hz. İsa´dan şu tavsiye kaydedilir : "Krallar size hikmeti bıraktıkları gibi, siz de dünyayı bırakın ( onlarla dünya kavgası yapmayın.)"[202] * SAHABE VE FİTNE HAREKETLERİ Fitne ile ilgili olan bu bölümü mütemmim iki parça ile kapatacağız : Birincisinde fitne hâdiselerinde Sahabe´nin tutumu tahlil edilecek, fitne hâdiselerine iradî olarak girmedikleri, hâdiselerin onlar dışında bir tezgahlama olduğu gösterilecektir. İkincisinde, fitne hâdiselerinin hikmeti açıklanmaktadır.[203] Fitnede Sahabe´nin Tutumu Bilindiği üzere, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in vukua geleceğini haber verdiği fitneler, daha Sahabe devrinde çıkmaya başlamıştır. Hz. Ömer´in şehadetiyle başlayan ilk kımıldamalar, esas itibariyle el-Fitnetü´l-Kübrâ denen Hz. Osman´ın şehadetiyle şiddet ve vüs´at kazanmıştır. Pekçok Müslümanın ölümüne sebep olan Cemel, Nehrevan ve Sıffîn vakaları bu fitne hareketlerinin sebep olduğu mühim hâdiselerdir. Şüphesiz burada o hâdiselerin tarihini anlatacak değiliz. Ancak bu hâdiselerle alâkalı olarak bilinmesinde bizim için ibretler, faydalar bulunan bazı durumlar, teferruatlar var ki onlar dikkatten kaçmaktadır. Biz mühim addettiğimiz birkaç noktaya dikkat çekmeye çalışacağız.[204] 1- Fitne Hâdiselerini Sahabeler Çıkarmadı Sahabe zamanında cereyan eden hâdiseler mevzubahis olunca dikkatten kaçan mühim hususlardan biri budur. Bu nokta iyi ve net bilinmezse Sahabeler hakkında yanlış birkısım kanaatler beslemek, hatalı sözler söylemek mümkündür ve bugün Müslümanlar arasında bu çeşit durumlar, maalesef, fiilen mevcuttur. Halbuki, fitnenin çıkışı ile Ashab´ın hiçbir alâkası yoktur. Ashab dışındaki birkısım münafıklar hâdiseleri tezgahlayıp tahrik etmişler, Ashab da ister istemez kendini bu vakaların içinde bulmuştur. Şöyle ki : Kısa zamanda, İslam´ın kaydettiği fütuhatlar, kazandığı zaferler sebebiyle, İslam´ın gittiği Mısır, İran, Suriye gibi yerlerde pekçok kimseler eski düzenlerinin bozulması sonucu menfaatlerini kaybetmişlerdi. Bunlar Müslümanlara karşı intikam hisleri ile dolu idiler. Ne var ki, açıktan açığa Müslümanlara karşı çıkmak mümkün değildi. Müslüman gözükerek ortalığı karıştırmak daha uygun bir metoddu ve öyle yaptılar. O devirde vukua gelen hâdiselerin çıkışından gelişmesine, tahrikçilerinden karşı koyanlarına ve karşı koyuşta takip ettikleri tarz ve metodlara varıncaya kadar bizim için ibret olabilecek yönleri var. Ashab´ın, hâdiselere alâkası bunlardan biridir. Onların, hâdiselerin çıkışından itibaren pek az hisse sahibi olduklarını, hep gayr-i iradî olarak sürüklendiklerini birkaç meseleye parmak basarak göstermeye çalışacağız : [205] a- Fitneyi Çıkaranlar : Söylediğimiz gibi, Ashab devrinin hâdiselerinin gerçek müsebbibleri, İslâm´ın getirdiği yeni idare sebebiyle menfaatleri haleldâr olan, İslâm´a karşı kin ve hasetle dolan kimselerdir. Bu işleri tezgahlayan baş mürettibin Abdullah İbnu Sebe adında bir Yahudi dönmesi olduğunu bilmek bile mesele hakkında kabaca bir bilgi verir. Onun faaliyetlerini ve fitnedeki rolünü biraz detaylı bilmek ise, mevzumuzu oldukça aydınlatır. Abdullah İbnu Sebe kimdir İslâm tarihinde Hz. Osman´dan bu yana akan kardeş kanlarında asıl hissenin sahibi olan bu adam bir Yahudidir. Onun attığı fitne bugün bile tesirini icra etmektedir. Hakkında şahsî yorumdan ziyade, büyük alim Taberî´nin ( vefatı hicrî 311) sunduğu geniş malumattan bir parçayı aynen sunuyoruz. Der ki : "Abdullah İbnu Sebe, San´alı bir Yahudi idi. Annesi siyah bir kadındı. Abdullah, Hz. Osman´ın hilafeti sırasında Müslüman oldu. Sonra İslâm memleketlerini dolaşarak halkı baştan çıkarmaya gayret etti. Bu faaliyetlerine Hicâz´da başladı. Sonra sırayla Basra´ya, Kûfe´ye ve oradan da Şam´a geçti. Fakat Şam ahalisi nezdinde arzularından hiçbirine muvaffak olamadı. Hatta Şamlılar onu Şam´dan sürüp çıkardılar. İbnu Sebe, Şam´dan çıkarılınca Mısır´a geldi. Burada yerleşerek faaliyetlerine devam etti. Ora halkına söyledikleri arasında şu da vardı : "Hz. İsa´nın geri döneceğine inanıp da Hz. Muhammed´in döneceğini reddedenlere şaşmak gerek. Cenab-ı Hakk Kur´ân-ı Kerîm´de "Herhalde o Kur´ân´ı senin üzerine farz kılan ( Allah) seni ( tekrar) dönülecek yere döndürecektir" ( Kasas 85) buyurmaktadır. Öyle ise, Hz. Muhammed geri gelmeye Hz. İsa´dan daha çok hak sahibidir." Taberî´den naklimize burada kısa bir ara vererek hemen şunu belirtelim ki, bu âyet, hicret sırasında nazil olmuştur. Dehhâk´tan gelen rivayete göre, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´den Medine´ye müteveccihen hicret ederken el-Cuhfe denen, Mekke´den dört merhalelik mesafede bir mahalle geldiği zaman Mekke´den ayrılışın üzüntüsünü duyar ve Mekke´ye, doğum yerine karşı bir iştiyak duyar. Cenab-ı Hakk Resûlünü teselli için bu ayeti inzal ederek tekrar buraya geleceğini haber verir. Şimdi tekrar Taberî´den nakle dönüyoruz : "İbnu Sebe´nin bu sözleri kabul gördü. Böylece o, ric´at ( tekrar hayata dönüş) inancını Mısır ahalisi arasına sokmuş oldu. Bu mevzuda pek çok münakaşalar oldu. İbnu Sebe başka görüşler sokmaya devam etti. Bu meyanda diyordu ki : "Şimdiye kadar bin kadar peygamber geldi geçti. Her peygamberin bir vasisi vardı. Ali de Hz. Muhammed´in vasisidir." İbnu Sebe bu görüşünü telkin ettikten sonra şunu ileri sürdü : "Hz. Muhammed Hatemü´l-Enbiya´dır. Ali de Hatemü´l-Esfiya´dır." İbnu Sebe bunu da telkin ettikten sonra şunu ileri sürdü : "Resûlullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın vasîsine tecavüz ederek ümmetin işini eline alan ve Hz. Peygamber´in vasiyetini yerine getirmeyen kimseden daha zalim kim vardır " Bu teşvişleri de piyasaya sürdükten sonra ( yakınlarına) şöyle dedi : "Hilafeti Osman haksız olarak aldı. Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in vasisi ise meydandadır. Öyle ise ey insanlar bu işin tashihi için kalkın, meseleyi uyandırın. Bu maksatla, umerâyı ( idarecileri) kötülemekle işe başlayarak kendinizi emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünkerle meşgul gösterin ki, halkın alâka ve taraftarlığını kazanın ve sonra onları asıl meseleye çağırın..." Bu şekilde yeterli sayıda adam ayarladıktan sonra dâilerini ( militanlarını) her tarafa gönderdi. Gittikleri yerlerde fesat işlerini yürüten bu ajanlarla sıkı bir yazışma yaptı. Bunlar görüşlerini çok gizli bir şekilde yayıyorlardı. Dışa karşı da emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünker yapıyormuş görünümünü veriyorlardı. Bunlar da kendi aralarında mektuplaşıyorlardı ve birbirlerine mektup gönderirken ajanlarının yol dağarcıklarının içerisine iyice gizliyorlardı. Her bölgede bulunan kimseler aynı titizlik ve gizlilik içerisinde karşılıklı olarak, diğer bölgelerde bulunan adamlarıyla mektuplaşarak herbiri kendi bölgelerinde yapılanları ( yeni gelişmeleri) bildiriyorlardı. Her biri mektup geldikçe, bunu bölgesindeki bütün hempalarına okuyordu. Bu şekilde çalışmalarla propagandaları her tarafa ulaştı ve hatta Medine´ye kadar dayandı. Bunlar açıkça söylediklerinden başka şeyler peşinde koşuyorlar, gizlediklerinden başka şeyler izhar ediyorlardı. ( Yapılan propagandalarla başka yerler ahalisi o kadar kargaşa ve huzursuzluk içinde gösterilmişti ki) her bölge halkı ( bu haberleri duydukça) : "Çok şükür, diğer yerlerdeki belalardan ve keşmekeşlerden azadeyiz, afiyetteyiz" diyorlardı. Medine´ye her taraftan bu huzursuzluk haberleri geliyordu. Onlar da bu durum karşısında : "Çok şükür, başka yerleri kasıp kavuran belalardan azadeyiz" diyerek hallerine şükrediyorlardı. Medine´de bu durumla karşılaşan Muhammed ve Talha, Hz. Osman´a çıkarak : "Ey mü´minlerin emîri, insanların huzursuzluğu hakkında bize ulaşmış olan haberler size de geldi mi " dediler. Hz. Osman "Hayır, ben onlardan sadece selamette oldukları hususunda haber almaktayım" dedi. Onlar, hayır diyerek kendilerine ulaşan huzursuzluk vs. haberlerini anlattılar. Hz. Osman, onlara "Siz benim yardımcılarım ve mü´minlerin de şahidlerisiniz, ne yapmam gerekiyorsa söyleyin" der. Onlar da : "Biz sana, itimat ettiğin kimselerden bazılarını diğer bölgelere göndererek durumu tahkik ettirmeni tavsiye ederiz" dediler.[206] Tahkîk Heyeti : Hz. Osman, yapılan tavsiye üzerine bir tahkik heyeti teşkil ederek, başta Kûfe, Basra, Mısır, Şam olmak üzere her tarafa muhakkikleri gönderir. Taşra ahalisine hitaben şu tamimi de yollar : "Ben her yıl hacc mevsiminde valilerimle karşılaşırım. Başa geçeliden beri ümmete emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünkerin hakim kılınmasına gayret ettim. Şimdiye kadar bana intikal eden bir sızlanmada haklı hakkını almıştır. Âmillerime ( valilerime) intikal eden haksızlıklara da el konmuş, haklıya hakkı verilmiştir. Ne ben, ne ailem raiyyetten fazla bir hakka sahip değiliz. Herhangi bir haksızlık oldu ise, hemen terkedilecektir. Medine halkı bana, insanlardan bir kısmının haksız yere hakarete uğrayıp dövülmekte olduklarını söylediler. Kim bizim gıyâbımızda gizlice dövülmüş, hakarete uğramış ise, kim böyle bir haksızlık iddia ediyorsa, hacc mevsiminde Medine´ye gelsin, hakkını benden veya amillerimden alsın veya bağışlasın. Zîra Allah bağışlayanları mükaafatlandıracaktır." Bu mektup taşra vilayetlerde okununca herkesi ağlattı. Halk Hz. Osman´a hayır duada bulundu."[207] Valilerle İstişare : Hz. Osman bununla da yetinmeyip, kendileriyle istişarede bulunmak üzere valileri merkeze çağırır. Abdullah İbnu Âmir, Muâviye, Abdullah İbnu Sa´d ( radıyallahu anhüm ecmain) gelirler. Bunlarla birlikte Saîd İbnu´l-Âs ve Amr´ı da istişare meclisine alır. Yine Taberî´den aynen takip edelim : "Hz. Osman ( valilere) : "Söyleyin, nedir bu şikayet, bu şayia, vallahi aleyhinize kabul görmesinden korkuyorum. Bunu tasdik etmek benim nazarımda zor görünse de başkaları kolay kapılır" dedi. Valiler, cevaben ona şunu söylediler : "Sana biz halktan haber getiriyoruz. Tahkikçiler de çıkardın, onlar da getirdiler. Halktan kimse bizzat temas kurarak, şifahen herhangi bir şikayette bulunmamaktadır. Hayır, Allah´a kasem olsun, ( dedikoducular) doğru söylemiyorlar, dürüst hareket etmiyorlar. Biz, bu duruma hiçbir sebep göremiyoruz. Sen, bununla alâkalı bir kimseyi getirip kesin bir tavır alacak durumda da değilsin. Ortada boş bir şayiadan başka bir şey yok. Bu şayia ile amel etmek, onu ciddiye almak doğru olmaz." Bunun üzerine Hz. Osman "Öyleyse ne yapalım, bana yol gösterin" dedi. Said İbnu´l-Âs söz alarak : "Bu uydurma bir şeydir, gizlice uydurulup el altından yayılıyorlar. Hususî meclislerde bunlar konuşulup büyütülüyor" dedi. Hz. Osman tekrar sordu : "Buna karşı tedbir ne olmalı " Saîd İbnu´l-Âs : "Bu kimseler araştırılmalı. Bu şayiaları çıkaranlar öldürülmeli" dedi. Abdullah İbnu Sa´d da şunu söyledi : "İnsanlara verilmesi gerekeni verince onların eda etmeleri gerekeni de onlardan al. Zîra bu, onları bırakmandan hayırlıdır." Hz. Muâviye de şunu söyledi : "Sen beni vali tayin ettin ve ben de onların işlerini üzerime aldım. Onlardan sana sadece hayır haberi geldi. İki kişi onların bölgesini daha iyi bilir." Hz. Osman ona da : "Ne yapmamız gerekir, fikrin ne " dedi. Hz. Muâviye : "İyi muameleye devam" dedi. Hz. Osman : "Sen ne dersin ey Amr " dedi. Amr da şu ( enteresan) beyanda bulundu : "Ben görüyorum ki, sen insanlara çok yumuşak davranıyor ve ağır alıyorsun. Bu davranış Hz. Ömer´de yoktu. Ben senden önce geçen iki arkadaşının yolundan gitmeni tavsiye ederim. Şiddet gösterilmesi gereken yerde şiddet, yumuşak davranılması gereken yerde yumuşaklık göster. İnsanlara kötülükten başka bir şey yapmayanlara şiddet gerekir. Yumuşak davranış başkalarına karşı hep hayırhah olanlar içindir. Sen hiçbir ayırım yapmadan iki grup için de hep yumuşak davrandın." Bu konuşmalardan sonra Hz. Osman kalkarak Allah´a hamd ve senâda bulundu : "Bana söylediklerinizin hepsini dinledim. Her meseleye girmek için kendine has bir kapısı vardır. Ortada ümmet için endişe duyduğumuz şu iş vardır. Bunun üzerine örtülen ve kendileriyle korunacağımız kapı ise, Allah´ın tayin ettiği hudud yumuşaklık, anlaşma ve uzlaşmadır" dedi. Görüldüğü üzere, son derece sinsi ve hesaplı bir şekilde hazırlanan fitne ve huzursuzluklara Sahabeler tedbir bulmakta zorluk çekmekteler. Zîra görünürde hiçbir meşrû ve mâkul sebep yok, üzerine gidilecek açık hedef yok. Ama tek gerçek şu ki, bu gelişen hâdiselerde Ashab´ın hiçbir dahli yok.[208] 2- Sahabeler Fitneye Katılmadı : Sahabenin fitne karşısındaki tutumunu belirtmek maksadıyla nazar-ı dikkate arzetmemiz gereken mühim bir nokta da, çıkmış bulunan fitneye katılmaktan Ashab´ın kaçmış bulunduğu, fiilen girenlerin, daha doğru bir ifade ile girmek zorunda kalanların sayıca çok az olduğu keyfiyetidir. Bu maksadla, İbnu Sebe´nin Hz. Osman tarafından temsil edilen İslâm devletinin alacağı bütün tedbirleri bozarak Halife´nin şehid edilmesine müncer olan dalaverelerini ve teselsül eden hadiseleri atlayarak, ikinci mühim hâdise olan Cemel Vakası´na geçip onunla alakalı bazı gelişmeleri belirteceğiz.[209] Cemel Vakası : Bu hadise, bilindiği üzere, Hz. Osman´ın katillerinin cezalandırılması meselesinde ortaya çıkan görüş ayrılığı sebebiyle vukua gelmiştir. Bir tarafta Hz. Ali, bir tarafta da Hz. Aişe ve onun maiyetinde Hz. Zübeyr ve Hz. Talha vardır. Hz. Osman´ın şehid edilmesinden beş gün sonra halife olan Hz. Ali, sayısı iki bini geçen ve Mısır, Kûfe ve Basra´dan gelmiş bulunan ihtilalcilerin kalabalık oluşları ile, vaka sırasında Medine halkının suskun davranışı gibi hususları nazar-ı dikkate alarak cezalandırma işinde acele davranma taraftarı değildi. Buna karşılık, Mekke´de bulunan Hz. Aişe ve aralarında Hz. Talha ve Hz. Zübeyr´in de bulunduğu diğer birkısım Müslümanlar Hz. Osman´ın katillerinin hemen cezalandırılmasını istiyorlardı. İşe Basra´da başlamaya karar verdiler. Hz. Ali, bunların niyetini ve Basra´ya hareket ettiklerini duyunca herhangi bir hâdiseye meydan vermemek, onlarla anlaşmak niyetiyle o da harekete geçerek Rebeze´ye gelir. Hz. Aişe ve taraftarlarının Basra´ya vardıklarını öğrenince Kûfe´den te´min ettiği kuvvetlerin başına geçerek Basra´ya yürür. Taberî´nin rivayetlerinden aynen takip edeceğimiz üzere her iki taraf da sulhtan başka bir şey istememektedir. Ancak araya giren gizli oyunlar burada da muvaffakiyetler elde ederek iki Müslüman kitleyi savaşa sokarlar. "Askerler konaklayınca Hz. Ali çıktı. Öbür taraftan da Talha ve Zübeyr çıktılar. Bunlar oturup, ihtilaf ettikleri hususlarda konuştular. Sulh etmekten ve harbi terketmekten daha uygun bir şey görmediler. Birbirlerinden bu anlaşma ile ayrıldılar. Hz. Ali karargahına, Hz. Talha ve Zübeyr de kendi karargahlarına çekildiler. Her iki taraf da geceyi sulhle geçirdiler. Çoktandır, aradaki ihtilaf ve yaklaşmakta olan savaş sebebiyle böylesine huzurlu bir gece geçirmemişlerdi."[210] İhtilalciler Sulhten Rahatsız : Taberî, bundan sonra orduya karışan İbnu Sebe ve adamlarının iki tarafı nasıl tutuşturup, harbe soktuklarını anlatır : "...Hz. Osman hadisesini tahrik edenler de çok fena bir gece geçirdiler. Zîra başlarına gelmekte olan felaketi görmüşlerdi. Bütün gece aralarında müzakere yaptılar. Sonunda, gizlice harbi kızıştırmaya karar verdiler. İşlemeye çalıştıkları şerrin duyulmaması için çok gizli yapılmasını istediler. Alacakaranlıkta harekete geçecekler, bundan yakın komşuları bile haberdar olmayacaktı."[211] İbnu Sebe´nin Sözleri : Hâdiseleri takip ederken, atlanmaması, ibretle okunması gereken bir husus, Yahudi dönmesi İbnu Sebe´nin, daha önce, henüz iki ordu karşılaşmadan, yukarıda anlaşma vaki olmadan önce verdiği bir talimattır. Bu talimat bize, fitnecilerin, her iki tarafın da iyi niyetlerini akim bırakacak, çok önceden hazırlanmış bir tertiple her iki tarafın da ordusuna katılmış olduklarını gösterecektir. Hatta hemen hatırlatabiliriz ki, onların bu katılışı rastgele bir katılış değil, hin-i hacette, alınacak kararlara kendi istekleri istikametinde yön vermede müessir olacak şekilde, en kritik noktalarda yer alacak şekilde bir katılış, bir sızmadır. İşte İbnu Sebe´nin sözleri : "Ey kavm, sizin hayat ve şerefiniz insanların birbirine düşmesine bağlıdır. Öyle ise onları birbirine düşürün. Yarın bunlar karşılaştıkları vakit harbi kızıştırın. Onları başka şeylerle meşgul olmaya bırakmayın. Öyle ise kendileriyle beraber olduğunuz kimseler, sizin istemediğiniz şeyden ( yani sulhtan) yüz çevirmenin ve Allah´ın Ali´yi, Zübeyr´i ve Talha´yı ve onlar gibi düşünenleri ( birbirleriyle savaştırarak) meşgul etmesinin zaruri olduğunu bilsinler..." Bu talimatı alan kurmay heyeti orduya dağılarak, sulh yapılmamasının, her iki ordunun birbiriyle çarpıştırılmasının lüzumu hususunda, diğer adamlarını ikna edeceklerdir.[212] Fitneciler Müslümanları Vuruşturuyor : Şimdi, tekrar Taberî´nin Cemel Vakası´nın başlangıcı ile alâkalı açıklamalarına dönelim. Yukarıdaki fitnecilerin sabaha kadar müzakere ederek alacakaranlıkta harekete geçme kararlarını belirtmiştik. İstişareye katılan yönetici ekip, ortalık henüz karanlıkken şafakla birlikte harekete geçerler. "Mudar kabilesinden olanlar, diğer Mudarlı arkadaşlarının yanına, Rebia kabilesinden olanlar diğer Rabialı adamlarının yanına, Yemen´den olanlar da diğer Yemenli adamlarının yanına gittiler ve aniden baskına geçtiler. Basralılar harekete geçerek karşılık verdi. Bütün ordu harekete geçti. İleri gelenleri arasında, onları aniden basanlar da vardı. Zübeyr ve Talha, Mudar´dan olan ileri gelenlerle ortaya çıktılar ve sağ cenaha -ki Rebialılardır- Abdurrahman İbnu´l-Haris´i, sol cenaha da Abdurrahman İbnu Attab İbni Esid´i gönderdiler. Kendileri de merkezde kaldılar ve "Ne oluyor " diye sordular. Onlar ( Abdullah İbnu Sebe´nin oradaki adamları) : "Kûfeliler bize gece baskını yaptı" dediler. Bunun üzerine Zübeyr ve Talha : "Anlaşıldı; Ali harbi kesme sözünde samimi değilmiş; kan dökmek, haramları helal addetmek istiyormuş; bizimle sulh meselesinde mutabık değilmiş" dediler ve Basralıların yanına geldiler. Basralılar kendilerine saldıranları geldikleri yere geri püskürttüler. Hz. Ali ve Kûfeliler, bunların gürültüsünü işitmişti. ( Fitneciler casus olarak) adamlarından birini, diledikleri şeyi ( Hz. Ali´ye) haber olarak sunulmak üzere Hz. Ali´nin yakınlarına yerleştirmişlerdi. Hz. Ali gürültüyü işitince : "Ne oluyor " diye sordu. İşte bu adam, hemen cevap verdi : "Biz ani baskın yapmadık. Ancak onlardan bir grup gece baskını yaptı. Biz de geldikleri yere geri püskürttük. Askerler hemen harekete geçtiler. Hz. Ali sağ ve sol cenah komutanlarına "Yerlerinizi alın" dedi ve ilave etti : "Anlaşıldı; Talha ve Zübeyr harbi kesme sözünde samimi değillermiş; kan dökmek, haramları helal addetmek istiyorlarmış, bizimle sulh meselesinde mutabık değillermiş." Böylece akşamdan sulh üzerine anlaşan iki İslam ordusu birbirine girer ve her iki taraftan beşer binin üzerinde olmak üzere, tarihin on binden fazla ölüye mal olan Cemel Vakası meydana gelir.[213] Fitneye Karışan Sahabeler : Fitne çıktığı zaman Ashab´tan kahir bir ekseriyet, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in fitneye karışmamayı sıkı sıkıya tavsiye eden hadislerini -ki bunlardan birkısmını geçen bahislerde kaydetmiş bulunuyoruz- hatırlayarak karışmamıştır. Esasen karışanlar da çok azdır. Bir Cemel Vakasında on bin kişi şehid oldu dendiği vakit gafletle, bunların Sahabi yani bizzat Hz. Peygamber´i görmüş bulunan kimseler olduğu zihne gelir. Halbuki meseleye, tarih ve rivayet kitaplarının verdiği bilgiler ışığında bakıldığı zaman insanı hayrette bırakan bir gerçekle karşılaşılmaktadır; o da bu savaşa katılanlar arasında, idareciler dışında pek az sayıda Sahabe´nin bulunmuş olmasıdır. Sözü fazla uzatmadan, bu ilk devirdeki fitnelere, çok az sayıda Sahabe´nin katıldığı hususunda bizi ikna edecek bir tahkiki, değerli hocalarımızdan Talat Koçyiğit´ten aynen sunacağız. Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar adlı kitabında der ki : "Sahabenin en fazla bulunduğu senelerde zuhur eden fitneler gözönünde bulundurulacak olursa, bu fitnelere Sahabeden hemen hemen hiç kimenin iştirak etmediği görülür. Mesela Cemel Harbi´ne iştirak eden Sahabilerin sayısı hakkında gelen bir rivayette eş-Şa´bî : "Cemel´e, Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in ashabından Ali, Ammar, Talha ve ez-Zübeyr´den başka hiç kimse iştirak etmemiştir. Eğer beşincisini bulurlarsa ben yalancıyım!" demektedir. Ahmed İbnu Hanbel ise, "Ehl-i Bedr"den Sıffîn Harbi´ne iştirak edenlerin yetmiş kişi olduğuna dair ileri sürülen bir haberi, Şu´be´nin nasıl yalanladığını ve Huzeyme İbnu Sabit´ten başka hiç kimsenin bu harbe katılmadığını nasıl kat´î bir ifade ile belirttiğini zikreder." Şüphesiz, bu vakalara katılan Sahabeler, sayıca yukardaki rivayette zikredilen rakamlarla tahdid edilemez. Şa´bî´nin rivayetini nakleden Zehebî de, Şa´bî´nin kesin ifadesine "Sanki Şa´bî, burada ilk muhacirleri kastediyor" kayd-ı ihtirâzisini koyarak Sahabeden daha başka katılanların da olduğunu ima ediyor. Nitekim, yukarıda ismi geçenler dışında Abdullah İbnu Zübeyr, Muhammed İbnu Ebi Bekr gibi birkısım meşhurların da Cemel Vakası´na iştiraklerini muteber kitaplar te´yid eder. Şu halde, ifade edilmek istenen gerçek, on bini mütecaviz maktul arasında Sahabeden olanların tahmin edilecek kadar az olduğudur. Bunlar da hâdiseleri isteyerek çıkarmış değil, zoraki sürüklenmişler, adeta kendilerini bu vak´aların içinde bulmuşlardır.[214] Sahabenin Fitneye Girişmeyişinin Sebebi : Sahabeleri, bu dahilî hâdiselere girmekten alıkoyan şey, mükerrer olarak temas ettiğimiz üzere, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in bu husustaki uyarı ve tenbihleri idi. Birçok ısrar ve teşebbüslere rağmen bu harplere katılmama hususunda sistemli direniş gösterenlerden Seleme tu´bnu´l-Ekva, Sa´d İbnu Ebi Vakkas, Muhammed İbnu Mesleme, Abdullah İbnu Ömer, Ebu Bekre, Ühban İbnu Sayfi meşhurdur. Bunlardan birkısmı : "Bu fitnelere karışmamak gerekir. Öyle ki, birisi öldürmek niyetiyle gelecek olsa, müdafa-i nefis de yapılmaz" demiştir. Hz. Osman´ın birinci görüşün kurbanı olduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi bazılarının tutumuyla alâkalı bir iki misal göreceğiz. Ahnef İbnu´l-Kays´ın Ebu Bekre ile alâkalı bir rivayeti şöyle : "Ben bu adama ( Hz. Ali´ye) yardım etmek için çıkmıştım, yolda Ebu Bekre´ye rastladım. Nereye gidiyorsun " dedi. Şu adama yardım etmeye dedim. Dön dedi, zîra ben Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in şunu söylediğini işittim : "İki Müslüman silahla birbirlerinin karşısına çıkacak olurlarsa katil de maktul de ateştedir..." Ühbân ise, Hz.Ali´nin yardım teklifini : "Benim dostum, senin de amcaoğlun olan Hz. Peygamber, insanlar arasında kargaşa çıkınca tahtadan bir kılıç edinmem hususunda benden söz aldı..." diyerek reddeder ve Hz. Ali de normal karşılar, ısrar etmez. Üsâme İbnu Zeyd, "La ilahe illallah" diyen bir kimse ile ebediyyen mukatele etmeyeceği hususunda yemin eder. Fitneden kaçanların mühimlerinden biri olan Abdullah İbnu Ömer´e iki kişi gelerek : "İnsanların yaptığını görüyorsun. Sen ki, Hz. Ömer´in oğlusun, Hz. Peygamber´in ashabındansın, seni bu savaşa katılmaktan alıkoyan şey nedir " derler. O : "Allah bana Müslüman kardeşimin kanını haram etti" der. Onlar : "Allah : "Fitnenin olmaması ve dinin tamamı Allah için olsun diye onlarla savaş" ( Enfal 39) demedi mi " diye bir ayet hatırlatırlar. İbnu Ömer şu cevabı verir : "Biz savaştık, hatta fitne kalktı, dinin tamamı da Allah için oldu. Siz de fitne olsun, din de Allah´tan başkası için olsun diye harp ediyorsunuz." Sa´d İbnu Ebî Vakkas da aynı mealde bir ifade ile fitneye girmeyişinin sebebini açıklar. Muhammed İbnu Mesleme´nin de Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in tavsiyesine uyarak tahtadan bir kılıç yaptırdığını ve Hz. Ali´nin davetine rağmen fitneye karışmadığnı daha önce belirtmiştik.[215] 3- Ashab´ın Katıldıgı Fitneler Üzerine Birkaç Mütalaa : Şurası muhakkak ki, sayıca az da olsa, arzu ve rızalarının hilafına da olsa, Ashabtan bazılar fitne hareketlerine bulaşmamışlardır. Bu durum Müslümanları Ashab hakkında birkısım yersiz düşünce ve hükümlere götürebilir. Bu ise, Ehl-i Sünnet akidesi açısından son derece mahzurludur. Gerek ferdî gerek içtimâî hiçbir amelî faydası olmayan bu hatalı değerlendirmelere düşemek için Ehl-i Sünnet alimlerinin bu meselelerle alâkalı olarak beyan ettikleri birkaç mütalaayı burada kaydetmede fayda var : [216] a) Ashab´tan Katılan da Katılmayan da Haklıdır : İbnu´l-Arabî, Ashab´tan bazıları bu dahilî harbe katılırken diğer bazılarının katılmayışını, cihadın farz-ı kifaye oluşuyla izah eder. İbnu Hacer de bu mealde olmak üzere şunları söyler : "Bu meselede hakikat şudur : Mezkur sahabeden herbirisi amelinin doğru olduğuna hükmetmiş olmalıdır. Kıtale bulaşanlar nezdinde, bağiler grubu ile harp etme emrini ifade eden delil vuzuh kazanmıştır ve kendisinde de bu işi yapacak kudret mevcuttur. Katılmayanlar için de, iki gruptan hangisinin baği addedileceği hususu vuzuh kazanmamıştır. Nitekim Huzeyme tu´bnu Sabit, Hz. Ali tarafında olmakla beraber savaşmamıştır. Ne zaman ki Ammar´ı savaşır gördü o da mukateleye katıldı ve "Ammar´ı bağî bir grup öldürecek" hadisini rivayet etti."[217] b) Fitnenin Bir Hikmeti : İbnu´l-Arabi´ye göre, "Ashab arasında cereyan eden bu savaşlarda Allah´ın güttüğü hikmetlerden biri, ehl-i te´vil ile yapılacak harbin ahkâmını öğretmektir."[218] c) Fitneye Karışan Sahabeler Hakkında Verilen Hüküm : "Sahabeler arasında cereyan eden vakalara temas ederken bir noktanın belirtilmesi gerekmektedir. O da, Sahabeler hakkında bu mesele ile alakalı olarak gelişigüzel söz etmemektir. Bu husus, Ehl-i Sünnet ile diğer fırkaların ayrıldığı mühim noktalardan biridir. Haricîler, Şiîler vs. bu meselede birkısım sahabeleri tekfire kadar giden ifratlara düşerler. Nevevî, Ehl-i Sünnet´in itidal üzere olan ve nasslara uygun düşen görüşünü şöyle hülasa eder : "Bil ki, Ashab arasında akan kanlar, hadiste gelen "...ölen de öldüren de ateştedir" tehdidine dahil değildir. Ehl-i Sünnet ve ehl-i hakk olan mezhebimizin görüşü "Ashab hakkında hüsn-i zanda bulunmak ve onların aralarında cereyan eden hâdiseler hususunda gelişigüzel söz etmekten çekinmek ve onların mukatelelerini te´vil ederek iyiye yormaktır. Şöyle ki : Onların hepsi müteevvil ve müçtehid kimselerdi. Allah´a isyan ve dünyevî bir maksatla hareket etmediler. Aksine her bir fırka, hak yolda olduğuna inanıyordu. Şurası muhakkak ki, bu içtihadlarında bir kısmı musib ( isabet etmiş) bir kısmı da muhti ( hataya düşmüş) idi. Hataya düşenler, bu hatalarında mazur idiler. Zîra içtihad meselesinde, müçtehide hatasından dolayı günah yoktur. Hz. Ali bu hareketlerde içtihadında musib ve haklı idi. Mevcut vaziyet karşısında verilecek hükümler şaşırtıcı idi, doğrusunu bulmak zordu. Bu sebeple Ashab kararda mütehayyir kaldı ve üç gruba ayrıldı. İki grub birbirine zıd içtihadlarla karşı karşıya gelirken, bir üçüncü grup bunlardan her ikisini de terketti, savaşlara katılmadı, doğru olanın hangisi olduğu hususunda kesin kanaat edinemediler." İbnu Hacer, bu mücadelelerde, kimlerin muhik olduğu bilinse bile, Sahabelerden hiçbirine, bu meselelerden dolayı ta´nda bulunmamanın bir vecibe olduğunda Ehl-i Sünnet´in "ittifak ettiğini" belirttikten sonra : "Zîra onlar bu harplerde, içtihadları sebebiyle mukatele ettiler" der. Nevevî´nin -ve veciz olarak da İbnu Hacer´in yukarıdaki açıklamalarında- atıfta bulunduğu "hata da yapsa müçtehidin günahkâr olmayacağı" prensibi, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in şu hadisidir : "Bir hakim, içtihad ederek hüküm verince isabet ederse, kendisine iki sevap vardır; içtihad ederek verdiği hükümde hata ederse kendisine bir sevap verilir." Öte yandan alimler, Hz. Peygamber ( aleyhissalâtu vesselâm)´in : "İki Müslüman birbirine silah çekecek olursa, ölen de öldüren de ateştedir..." hadisini şerhederken burada mevzubahis olan, "ölen ve öldüren"lerin -dine hizmeti gaye edinen bir te´ville değil- dünyevî bir maksat arama veya heva ve cehaletinin sevkiyle mukatelede bulunanlar olduğunu belirtirler. Sahabenin ise, sırf dinî gayretle bu mücadelelere girmiş bulunduğu her çeşit şüpheden uzak bir keyfiyettir. [219] Sahabelerde Ölçü : Burada belirtilmesi gereken bir diğer mühim nokta da, amme meselelerinde zıt içtihad ve görüşleri sebebiyle birbirlerine muhalif düşen ve hatta aralarında savaş cereyan eden Ashabın, savaş dışı meselelerde birbirlerine karşı olan münasebetlerindeki ölçü ve hakkaniyettir. Onlar birbirlerini hataya düşmekle itham etmişler, ancak rencide edici, şahsî faziletlerini inkar edici sözler sarfetmemişler, hele asla tekfir cihetine gitmemişlerdir. Buna en iyi örnek, Hz. Aişe ile ona muhalefet edip Hz. Ali tarafında yer almış olan Ammar İbnu Yasir arasında geçen bazı tarizler, konuşmalardır. Hülasa edelim : Söylediğimiz üzere Ammar İbnu Yasir, Hz. Ali ile Hz. Aişe arasındaki ihtilafta, Hz. Ali´nin haklı Hz. Aişe´nin haksız olduğuna inanıyordu. Bu meselede halkı ikna etmek maksadıyla mescitte yaptığı konuşma tam bir insaf örneğidir. Der ki : "Aişe Basra´ya yürüdü. Allah´a kasem olsun, o dünyada da ahirette de Peygamberimizin ( aleyhisselam) zevcesidir, bunda şüphemiz yok. Ancak, Allah sizi imtihan ediyor; Kendisine mi ( celle celaluhu), yoksa O´na mı ( radıyallahu anhâ) itaat edeceksiniz " Burada, ahirette de Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcesi olduğunun kasemle te´yidi, Hz. Aişe´nin asla tekfir edilmediğini gösterir. Fakat görüşlerinde yanıldığı kesinlikle ifade edilmektedir. Kendisine yöneltilen bu çeşitten şiddetli tenkitler karşısında Hz. Aişe ( radıyallahu anhâ)´nin aksülameli de burada zikre değer. İbnu Hacer´in Taberânî´den naklen kaydettiğine göre, yine aynı Ammar, Cemel Vakası´nın akabinde Hz. Aişe´ye gelerek : "Sizin bu askerî şerefiniz Allah´ın sizinle yaptığı ahde ( anlaşmaya) ne kadar aykırı" der ve bu sözleriyle Resulullah ( aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevceleriyle alâkalı olarak gelmiş bulunan "( vekar ile) evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyet yürüyüşü gibi yürümeyin" ( Ahzâb 33) ayetine işaret eder. Hz. Aişe ( radıyallahu anhâ)´nin cevabı şu olur : "Allah´a kasem olsun sen hakkı söyledin." Ammar da "Senin lisanınla hakkında bu hükmü veren Allah´a hamd olsun" der. İbnu Hübeyre bu konuşmayı şöyle değerlendirir : "Bu rivayetten anlıyoruz ki, Ammar doğru sözlüdür. Kezâ husumet onu, hasmının faziletlerini inkâra da sevketmemiştir. Zîra aralarında cereyan eden harbe rağmen Hz. Aişe´nin tam bir fazilete mazhar olduğuna şehadette bulunmaktadır.[220] Sahabeler Arasındaki Muharebelerin Mahiyeti Ve Hikmeti Bediüzzaman Hazretleri ise Mektubat´ında bu konuyla ilgili şunları söyler : " İkinci sualinizin meali : Hz. Ali ( radıyallahu anh) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir Muhariplere ve harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz Elcevap : Cemel Vak´ası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ve Aişe-i Sıddîka radıyallahu teala aleyhim ecmain arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki : Hz. Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn ( yani Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye, adalet-i mahzaya müsait idi, fakat mürur-u zamanla İslamiyetleri zaif muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkil olduğundan, "ehvenüşşerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye, siyasete girdiği için, muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf "Lillah" için ve İslamiyetin menafii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hz. Ali´nin içtihadı musib ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünkü; içtihad eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulamazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur, sözü hüccet bir zat-ı muhakkik Kürtçe demiş ki : زِ شرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَانُ وَقيلْ لَوْ رَاجَنَّتَيْنَ قَاتِلُ هَمْ قَتِيلْ Yani Sahabelerin muharebesinden kıyl ü kâl etme. Çünkü hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i cennettirler.Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki : مَنْ قَتَلَ نَفْساً بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ في ا‘رْضِ فَكَأنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعاً "Ayetin mânayı işarîsiyle : "Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selameti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk´ın nazar-ı merhametinde hak, haktır; küçüğüne, büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyyet namına rızasiyle olsa, o başka meseledir." Adalet-i izafiye ise; küllün selameti için, cüz´ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nev´i adalet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat, adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür. İşte İmam-ı Ali ( radıyallahu anh), adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslamiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, "kabil-i tatbik değil, çok müşkilatı var" diye adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikat-i sebep değiller, bahanelerdir. Eğer desen : Hilafet-i İslamiye noktasında İmam-ı Ali´nin fevkalade iktidarı, harikulade zekası ve yüksek likayatiyle beraber seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir Elcevap : O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, "Şah-ı Velayet" ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Kül hükmüne geçti. Hatta kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi baki kaldı. Amma Hazret-i İmam-ı Ali´nin Vak´a-i Sıffin´de, Hazret-i Muaviye´ nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani : Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslamiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın birkısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler. Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin´in Emevilere karşı mücadeleleri ise, din ve milliyet muharebesi idi. Yani : Emevîler, Devlet-i İslamiyeyi, Arap milliyeti üzerine istinad ettirip; rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler. Birisi : Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler. Diğeri : Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü; unsuriyetperver bir hakim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez. اَِسْمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ َ فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَا اَسْلَمَا ferman-ı kat´isiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez; hakkaniyet gider. İşte Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, ta makam-ı şehadeti ihraz etmiş. Eğer denilse : Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden muvaffak olmadı Hem neden kader-i İlahî ve rahmet-i İlahiyye onların feci bir akibete uğramasına müsaade etmiş Elcevap : Hazret-i Hüseyin´in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebep olmuş. Amma kader nokta-i nazarında feci akibetin hikmeti ise, Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem´i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Ta, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler, adi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.[221] Üçüncü sualiniz : O mübarek zatların başına gelen o feci gaddarane muamelenin hikmeti nedir diyorsunuz. Elcevap : Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin´in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı : Birisi : Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan : "Hükümetin selameti ve asayişin devamı için, eşhas feda edilir." İkincisi : Onların saltanatı, unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddarane bir düsturu olan : "Milletin selameti için herşey feda edilir." Üçüncüsü : Emevîlerin, Haşimîlere karşı an´anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarda bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti. Dördüncü bir sebep de : Hazret-i Hüseyin´in taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup, sair milletlerin efradına "memalik" tabir ederek köle nazariyle bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, "milel-i saire" Hazret-i Hüseyin´in cemaatine intikamkârane ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddarane ve merhametsizcesine meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir. Mezkur dört esbab, zahirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hasıl olan netaci-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı mâneviye, o kadar kıymetdardır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehit edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, "az bir şey ile pek çok şeyler kazandım" diyecektir." [222] -------------------------------------------------------------------------------- [1] Bu kitap iki cilt halinde tahkikli olarak tabedilmiştir ( Matba´atu´l-Medenî, 1389/1969), toplam dokuzyüz küsur sayfayı bulmaktadır [2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/353. [3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/353-354. [4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354. [5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354. [6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354. [7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354. [8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354. [9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354. [10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354 [11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354. [12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354-355. [13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/354. [14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/355. [15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/355. [16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/355-356. [17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/356-357. [18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/357-359. [19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/358-359. [20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/359-360. [21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/360-364. [22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/365-366. [23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/366. [24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/367. [25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/367-368. [26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/369-370. [27] Hadîsin bu vechini, az ilerde Fitnede Sabır meselesini açıklarken tam olarak kaydedeceğimiz için burada sadedinde olduğumuz hadisin açıklamasında atıf yapacağımız bir iki ziyadeyi kaydediyoruz [28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/370-372. [29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/372-373. [30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/373. [31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/373-374. [32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/374. [33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/374. [34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/374. [35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/375. [36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/375-377. [37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/377-378. [38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/378. [39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/378-379. [40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/379-380. [41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/380. [42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/381-383. [43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/383-386. [44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/386-390. [45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/390-391. [46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/391. [47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/391-392. [48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/392-393. [49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/394. [50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/394-395. [51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/395-396. [52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/396-397. [53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/397-398. [54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/398. [55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/398. [56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/398. [57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/399-400. [58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/401. [59] Hadiste geçen üşribe "içirilen" tabiri pek manidardır. Günümüzde şartlandırılan kelimesi bunu en iyi karşılayacak tabir olmalıdır. [60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/401-403. [61] Ebu Ma´mer´in rivayetinde "müslümanların..." denmiştir. [62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/403-404. [63] Muzafın hazfı : Bâbu´l-Basra tabirinde Bâb kaldırılınca Basra kalır. [64] Hülâgû burada Hz. Peygamber´in, rivayet edilen bir hadisine işaret etmektedir. Bu hadis şöyledir : "Benim bir takım askerlerim vardır, onları doğu tarafına yerleştirdim ve onlara Türk adını verdim. Onları hiddet ve gazap arasında yarattım. Herhangi bir kul, bir ümmet benim emrimi yapmazsa, bunları onların üzerine musallat ederim ve bunlar vasıtasıyle onlardan intikam alırım..." bu tip hadislerin hem ilm-i rivayet-ül hadis, hem de dirayet-ul-hadis yönünden muallel ve mevzu bulundukları, muhaddislerce kabul edilmektedir. Fakat bu hadisler mevzu olsalar bile, bize devirlerindeki telâkkiyi anlatırlar ve zamanlarının, muhitlerinin bir bakıma aynası hükmündedirler. Hülâgû mektubunda, Moğolların nasıl göründüğünü, müslümanlarca nasıl karşılandığını pek mükemmel gösterdiği gibi, kendisinin sebeb-i vücudunu da bu görüşe istinat ettirmektedir. Cengiz´in Buhara´daki konuşması, Hülâgû´nun bu mektubu, Papaların ve hıristiyanların görüşleri hep aynı noktada düğümlenmektedir : Moğollar insanların günâhları dolayısıyla Tanrı tarafından gönderilmiş bir ceza makinesidir. Moğollar bunu bilhassa işlemişler ve kendilerini diğer milletleri yola getirmek için Tanrı tarafından gönderilmiş, İkab-ı ilahîyi icraya memur, bir kavim olarak görmüşler ve göstermişlerdir. Bu, onlara karşı mukavemeti kırdığı gibi, kendilerinin de gayrete getirmiş; kuvvetlendirmiştir. [65] Kur´an´da buyrulduğu veçhile Musa ( A.S.), Hızır´la yoldaşlık ederken, Hızır binmiş oldukları gemiyi delmiş, Musa ( A.S.) buna itiraz etmiş, Hızır "geminin önünde her gemiyi gasbeden bir padişah var idi" demişti. Bu söz buna işaret edip, biz ilâhi kudret ve teyidle hareket edip, her şeyi yaparız demek istemekte, hatta daha ileri gitmektedir. [66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/404-408. [67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/409. [68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/410. [69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/410. [70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/410-411. [71] Burada Furkan suresindeki "Allah tevbe edenlerin günahını hasenâta tebdil eder..." mealindeki ayete işaret edilmiştir ( 70. âyet). [72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/411-416. [73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/416. [74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/416. [75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/417. [76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/417-418. [77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/418. [78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/418-419. [79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/419. [80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/419. [81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/419-420. [82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/420. [83] Birinci cilt, 325-328. sayfalar. [84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/421-422. [85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/422-423. [86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/423-424. [87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/424-425. [88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/425-426. [89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/426-427. [90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/427. [91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/428. [92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/428. [93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/429. [94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/429. [95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/430. [96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/430. [97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/431. [98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/431. [99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/432. [100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/432-433. [101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/434. [102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/434. [103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/435-436. [104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/436-437. [105] "Kimimiz yerini düzlüyordu" ibaresi, zikrettiğimiz kaynaklarda mevcut değil. [106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/439-440. [107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/440. [108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/441. [109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/441-442. [110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/442. [111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/442. [112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/443. [113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/443-445. [114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/445. [115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/445. [116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/445-446. [117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/446. [118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/446. [119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/447. [120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/447. [121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/447-448. [122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/448-450. [123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/450-451. [124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/451. [125] Bu hadis 4767 numarada daha geniş açıklandı. [126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/452. [127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/452-453. [128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/453-454. [129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/454. [130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/454. [131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/454-455. [132] Kur´ân´da bu çeşit ifâdeler "namaz kıl, zekât ver" veya "namaz kılın zekat verin" veya "onlar ki namaz kılarlar, zekat verirler" gibi çeşitli şekillerde gelir. [133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/455-456. [134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/456-457. [135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/457-459. [136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/459-460. [137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/460. [138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/461. [139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/461-462. [140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/462-463. [141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/463-464. [142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/464. [143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/464-465. [144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/465-466. [145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/466. [146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/466-467. [147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/468. [148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/468. [149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/469. [150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/470. [151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/471. [152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/471. [153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/472. [154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/472-474. [155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/475. [156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/475-477. [157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/478. [158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/478. [159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/479. [160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/479-480. [161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/480. [162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/480-481. [163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/482-483. [164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/483-484. [165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/484. [166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/485. [167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/485-486. [168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/486. [169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/486-487. [170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/488-489. [171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/490. [172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/490-492. [173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/492-493. [174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/493. [175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/494. [176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/495. [177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/495-496. [178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/496. [179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/496-498. [180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/498-499. [181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/499-500. [182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/501. [183] Yezîd İbnu Mûaviye Hicrî 64 yılında vefat etmiştir. O sıralarda ortaya çıkan Ezârike fitnesi, hâricîlerin çıkardığı bir huzursuzluktur. Bu isim, hâdisenin lideri Nâfi İbnu´l-Ezrak´tan gelir. İbnu Hacer´in yirmi yıldan fazla sürdüğünü belirttiği bu fitne Hicri 77´de büyük darbe yemiştir. [184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/501-502. [185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/503-504. [186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/505-506. [187] Akabe, lügat olarak dağ yolu demektir. Hadiste geçen akabetu´l-Medine tabirini Medine dağ geçidi şeklinde anlamak yanlıştır. Çünkü Hz. Abdullah İbnu´z-Zübeyr Medine´de değil Mekke´de şehid edilmiştir. Nevevî´de şerhinde, Akabetu´l-Medine´nin Mekke´de bulunan bir akabe ( dağ yolu) olduğunu belirtir. Mekke dağlıktır. Şehre giriş veren yollardan birinin bu ismi taşıdığı anlaşılmaktadır. Haccac, Hz. Abdullah´ı bu yol üzerinde bir ağaca asmış olmalı. [188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/506-508. [189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/508. [190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/508-510. [191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/511. [192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/511. [193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/512. [194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/512. [195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/513. [196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/513-515. [197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/515. [198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/515-516. [199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/516-517. [200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/517-518. [201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/519. [202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/519. [203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/519-520. [204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/520. [205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/520. [206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/521-523. [207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/523. [208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/523-524. [209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/524-525. [210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/525. [211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/525. [212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/526. [213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/526-527. [214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/527-528. [215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/528-529. [216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/529. [217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/529. [218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/529. [219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/529-530. [220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/531. [221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/532-534. [222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları : 13/534-535.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...