21 Kasım 2017

Hicrî 7. Yıl Hayber'in fethi:

Hayber'in fethi:

Nûrlu Medîne'de, görünüşte müslüman, hakîkatte münâfık olan yahudiler bulunurdu. Bunların içlerinde sihir yapmakta meşhûr, münâfık Lebîd bin A’sam isminde biri vardı. Yahudiler ona altın vererek; "Muhammed'in, kavmimizi Medîne'den sürüp çıkardığını ve erkeklerimizi nasıl öldürdüğünü bilirsin. O'na sihir yapıp cezâlandırmanı istiyoruz!" dediler. O da bunu kabûl edip, sevgili Peygamberimizin mübârek saçlarından ve tarağının dişlerinden elde etmeye çalıştı. Bu arzusunu, Resûlullah efendimizin hizmetinde çalışan bir yahudi çocuğu ile gerçekleştirdi. Lebid, Peygamber efendimizin mübârek saçlarına ve tarak dişlerine bir ip ile onbir düğüm bağlayıp, üfledi. Kuyuda bir taşın altına bastırıp bıraktı. Bundan sonra, Peygamber efendimizin sıhhati bozuldu. Hastalanıp yatağa düştüler ve günlerce kalkamadılar. Eshâb-ı kirâm, sık sık ziyârete gelip, her geçen gün rahatsızlığın şiddetlendiğini gördükçe; ciğerleri dağlanır, gözlerinden yaş yerine kan dökerlerdi. Münâfıklar ise, sevinçlerinden bayram yaparlardı.
Nihâyet bir gün Peygamber efendimiz, hazret-i Âişe vâlidemize buyurdu ki: “Ey Âişe! Bilir misin? Allahü teâlâ, bana kendisinde şifâm olan şeyi bildirdi ki, bana iki kişi (Cebrâil ve Mikâil) gelip biri baş ucumda, öbürü de ayak ucumda oturdu, ve biri öbürüne; “Bu zâtın hastalığı nedir?" diye sordu. O da; “Sihir yapılmıştır" diye cevap verdi. “Kim sihir yapmıştır?" diye sorduğunda da, Öbür melek; “Lebîd bin A’sam" diye cevap verdi. Sonra; “Bu sihir ne ile yapılmıştır?" diye sordu. O da; “Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine" diye cevap verdi. “O nerededir?" suâline de; “Zervân kuyusunda" diye cevap verdi."
Zervân, Medîne'de Benî Züreyk kabîlesinin bahçesinde bulunan bir kuyu idi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, o kuyuya hazret-i Ali, Zübeyr, Talha ve Ammâr'ı (radıyallahü anhüm) gönderdi. Kuyunun suyunu çekip, dibindeki taşı kaldırdılar. Altından onbir düğüm ile düğümlenmiş bir iplik buldular. Alıp, sevgili Peygamberimize getirdiler. Bir hayli uğraşmalarına rağmen düğümleri çözemediler. Cebrâil aleyhisselâm gelip, Felâk ve Nâs sûrelerini getirdi. Resûlullah efendimiz bu sûreleri yâni toplam onbir âyet-i kerîmeden her birini okudukça, düğümün biri çözüldü. Düğümler bitince, Kâinatın efendisi rahata ve sıhhate kavuştular.
Lebîd yahudisi yakalanıp, Resûlullah efendimizin huzûruna getirildi. Peygamber efendimiz, ona; Allahü teâlâ, bana, yaptığın sihri haber vererek yerini gösterdi. Sen, bunu niçin yaptın?" buyurduklarında, "Altına olan muhabbetim!..." diye cevap verdi. Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; "Yâ Resûlallah! İzin verirsen, şu yahudinin boynunu vuralım!" dediklerinde, şahsı için hiç kimseye cezâ vermeyen, sevgili Peygamberimiz“Onun, sonunda göreceği ilâhî azâb, daha şiddetlidir" buyurarak, öldürülmesine izin vermediler.
Yahudiler, Medîne'den sürülünce, Arabistan'ın kuzey taraflarına gitmişlerdi. Bunlardan bir kısmı, Hayber'de kalıp yerleştiler. Bir kısmı ise kuzeyde bulunan Şam'a gittiler. Resûlullah efendimize suikast tertip etmeleri sebebiyle yurtlarından çıkarılmışlardı. Fakat müslümanlara karşı içlerindeki kin, hırs ve intikâm duyguları hiç bir zaman sönmedi. Hattâ günden güne şiddetlendi. Bir an önce Kâinatın sultânı olan Allahü teâlânın Habîbinin hayatına son vermek, dîn-i İslâm’ı ortadan kaldırmak istiyorlardı. İleri gelenlerinden bâzıları; "Gatafanlılara gidip yardım isteyelim, müslümanlara karşı onlarla birlikte çarpışalım!" dediler. Bâzıları da; "Fedek, Teymâ ve Vâd-il-Kurâ yahudilerini de yardıma çağırıp, müslümanlar bizim üzerimize saldırmadan, biz onların şehrine hücûm edelim, olmuş olacak bütün intikâmımızı alalım!..." dediler. Hayber yahudileri bu sözü kabûl edip, çevredeki yahudi kabîlelerini ve Gatafanlıları yardıma çağırdılar. Sâdece Gatafanlılardan çok sayıda seçme savaşçı gelip, Hayber'de hazırlıklara başladı.
Onlar bu hazırlıkları yaparken, Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, yahudilerin durumlarından haberdâr oldu. Abdullah bin Revâha hazretlerinin yanına üç sahâbî verip, derhal Hayber'de olup bitenleri öğrenmek üzere gönderdi. Abdullah bin Revâha ve üç arkadaşı (radıyallahü anhüm) sür’atle Hayber'e geldiler. Burası, sekiz muhkem kalesi, verimli arâzileri, bol miktarda bağ ve bahçeleri bulunan zengin bir şehirdi. Hazret-i Abdullah, arkadaşlarından birini Şıkk, birini Ketîbe, diğerini Natât kalesine gönderdi. Kendisi de başka bir kaleye girip, üç gün yahudilerin durumlarını, harbe hazırlıklarını yakından incelediler. Üç günden sonra buluşma yerinde birleşip, sür’atle Medîne'ye varıp, yaptıkları hazırlıkları Peygamber efendimize tek tek anlattılar.
Sevgili Peygamberimiz, Eshâbının acele hazırlanmasını emretti. Yahudilerin, Medîne-i münevvereye saldırmalarını önlemek için, Hayber üzerine gitmeye karar verdiler. Bu kararı duyan Medîne'de bulunan yahudiler telâşa düştüler. Müslümanların mânevîyatlarını bozmak için; "Yemîn ederiz ki, eğer siz, Hayber'deki kaleleri, oraya birikmiş yiğit savaşçıları görmüş olsaydınız, hiç bir zaman oraya adım atmazdınız!.. Dağların tepesindeki yüksek burçlu kaleleri, zırhlı yiğitler korumaktadır. Çevreden binlerce asker onlara yardıma gelmişlerdir!... Sizin, Hayber'i fethetmeniz mümkün müdür?!..." diyorlardı. Bunlara karşı kahraman sahâbîler; "Allahü teâlâ, Habîbine, Hayber'i fethedeceğini vâd buyurmuştur" diyerek, yahudilerden hiç bir zaman korkmayacaklarını belirtiyorlardı. Eshâbın bu kararlı hâli, yahudileri daha çok üzüyor, endişeye düşürüyordu.
Münâfıkların başı Abdullah bin Übeyy; "Muhammed, az bir kuvvetle üzerinize geliyor. Korkacak bir durum yok, fakat tedbirli olup, mallarınızı kalelerinize doldurun. Onları, kaleden çıkarak karşılayın!" diyerek, Hayber'e acele haber gönderdi.
Eshâb-ı kirâm hazırlıklarını tamamladı, evdekilerle helâlaşıp, Peygamber efendimizin etrâfında toplandı. İkiyüz süvâri ve bindörtyüz piyâde olmuşlardı. Allahü teâlânın dînini yaymak, cihâd etmek ve şehitlik mertebesine kavuşmak için sevgili Peygamberlerinin emrine hâzır oldular. Bu sırada bâzı kadınların, harpde, Eshâb-ı kirâmın yiyeceklerini hazırlamak, yaralıları sarmak ve daha başka yapabilecekleri işleri yapmak üzere Peygamber efendimizden vazife istedikleri görüldü. Resûlullah efendimiz merhamet buyurup, onları bu sevâbtan mahrûm etmediler. Böylece mücâhidlere, başta sevgili Peygamberimizin mübârek hanımı Ümmü Seleme hazretleri olmak üzere, yirmi hanım mücâhide de katılmış oldu.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne'de yerine vekil olarak, Gıfâr kabîlesinden Sibâ' hazretlerini bıraktılar ve Hayber'e hareket emrini verdiler. Nümeyle bin Abdullah'ın bırakıldığı da bildirilmiştir. Yolculuk tekbirlerle başladı. Mâzeretleri sebebiyle savaşa katılamayan, yaşları küçük olduğu için izin verilmeyen sahâbîler, Peygamber efendimize ve kahraman babalarına, dedelerine, amcalarına, dayılarına ve ağabeylerine gıbta ile bakıyorlar, onları tekbir ve duâlar ile uğurluyorlardı...
Takvim, hicretin yedinci yılını gösteriyordu. Peygamber efendimizin mukaddes sancağını hazret-i Ali taşıyor; sağ kol kumandanlığını da hazret-i Ömer yapıyordu. Yolculuk neş'eli bir şekilde geçiyordu. Şâirler, şiirleriyle, Allahü teâlâya, verdiği nîmetlerinden dolayı hamdediyorlar, sevgili Peygamberimize salevât söylüyor ve şanlı Eshâbı medhetiyorlardı. Sahâbîler de, bayrama gider gibi hep birlikte; "Allahü ekber! Allahü ekber! Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber!" diyerek her tarafı inletiyorlardı. Her konak yerinde Kâinatın sultânı; “Allah'ım! İstikbâle endişelenmekten, geçmişe tasa etmekten, güçsüzlük ve gevşeklikten, cimrilik, korkaklık ve bel büken borçtan, zâlim ve haksız kimselerin musallatından sana sığınırım." diyerek duâ buyuruyordu. Hayber'e yaklaşıldığı zaman, sevgili Peygamberimizin, Eshâbını durdurduğu görüldü. El açarak; “Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah'ım! Ey yerlerin ve üzerindekilerin rabbi olan Allah'ım! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah'ım! Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbi olan Allah'ım! Biz senden, bu beldenin hayrını ve iyiliğini, bu beldede yaşayan insanların hayrını ve iyiliğini, yine bu beldede bulunan herşeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Bu beldenin şerrinden, insanların şerrinden ve içindeki her şeyin şerrinden de sana sığınırız!" diye münâcâta başladılar. Sahâbelerin dudaklarından; "Âmin, âmin" sesleri dökülüyordu. Bundan sonra Eshâbına; “Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek ilerleyiniz" buyurdular.
Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), Resûl-i ekrem efendimizin etrâfında tekrar yürüyüşe geçtiler. Hayber'in en güçlü kalelerinden Natât kalesi yakınına gelip, karargâhlarını kurdular. Vakit akşamdı. Resûlullah efendimiz, âdet-i şerîfesi, sabah olmadıkça baskın yapmaz ve önce İslâm’a dâvet ederdi. Tekliflerini kabûl etmedikleri takdirde harbe başlarlardı. Bu sebeple Eshâb-ı kirâm sabahı beklediler. Yahudilerin hiç biri, İslâm ordusunun geldiğini anlamamıştı.
Kâinatın efendisi, sabah namazını kıldırdıktan sonra hazırlıklarını bitirdi ve mücâhidleri harekete geçirdi. İkiyüz süvâri ve bindörtyüz piyâde, düzenli hareketlerle Natât kalesi önlerine yaklaştılar. Bu sırada, bağ, bahçe, tarla işleriyle uğraşmak üzere kaleden çıkan yahudiler, bir anda İslâm askerleriyle karşılaşınca şaşkına döndüler ve; "Yemîn ederiz ki, bunlar Muhammed ve düzenli ordusudur!..." diyerek, gerisin geri kaçmaya başladılar. Onların bu hâlini gören sevgili Peygamberimiz“Allahü ekber! Allahü ekber! Hayber, harâb olup gitti" buyurdular ve bu mübârek sözünü üç defâ tekrar ettiler.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, yahudilere; ya müslüman olmalarını, ya teslim olup haraç ve cizye vermelerini, yoksa harb edilip kan döküleceğini bildirdiler. Yahudiler, ileri gelenlerinden Sellâm bin Mişken'e gidip, durumu bildirdiler. Sellâm; "Daha önce, Muhammed'in üzerine yürüyünüz demiştim, kabûl etmemiştiniz. Hiç olmazsa şimdi, onunla çarpışmakta gevşek davranmayınız. Müslümanlarla çarpışa çarpışa ölmeniz, hayatta kimsesiz kalmanızdan daha hayırlıdır!..." diyerek onları harbe teşvik etti. Yahudiler, sür’atle çocuk ve kadınlarını Ketîbe kalesine, erzaklarını Nâim'e, askerlerini de Natât kalesine yığdılar.
İslâm ordusunun bu teklifine, yahudiler ok atmakla karşılık verdiler. Mücâhidler, okları kalkanlarıyla karşıladılar. Sevgili Peygamberimizin emri ile yaylar gerildi, hep birden kale burçlarında bulunan yahudilerin üzerine; "Allahü ekber!..." sadâları arasında oklar fırlatıldı. Artık harb başlamıştı. Bir tarafta Kâinatın sultânı ve kahraman Eshâbı, İslâmiyeti yaymak, onların müslüman olup Cehennem’den kurtulmalarına sebeb olmak için çarpışıyorlardı. Diğer yanda ise, nasîhatten anlamayan, her fırsatta müslümanları arkadan vurmak isteyen hakîkati görmemekte direten yahudiler vardı. Hâtem-ül enbiyânın (son Peygamberin), kendi kavimlerinden gelmediğini görünce, kıskançlıklarından, O'nu kabûl etmemişler, Peygamber efendimizi, çocukluğundan beri ortadan kaldırmak için, akıllarına gelen her kurnazlığa başvurmuşlar, fakat Allahü teâlânın koruması ile hiç bir şey yapamamışlardı.
Binaltıyüz şanlı mücâhidin üzerine, onbinden ziyâde yahudi askeri ok atıyordu. Eshâb-ı kirâm, peşpeşe gelen bu oklara karşı kalkanlarıyla korunuyorlar, fırsat buldukça da, yere düşen okları yahudilerin üzerine fırlatıyorlardı. Fakat bâzı sahâbîler yaralanmışlardı. Bir ara Habîbullah efendimizin huzûruna, Habbâb bin Münzir hazretlerinin büyük bir edeb ile yanaştığı görüldü ve; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Karargâhımızı, başka bir yere kursak olmaz mı?" diye suâl edince, Peygamber efendimiz; “İnşâallahü teâlâ akşam olunca değiştiririz!" buyurdular. Mücâhidler, ok menzili içine girmişlerdi. Yahudilerin kaleden attığı oklar, İslâm karargâhının arkalarına kadar ulaşabiliyordu.
O gün akşama kadar, çarpışma ok ile devam etti. Elli kadar sahâbi, atılan oklarla yaralanmışlardı. Akşam olunca, yeni bir karargâh keşfi için Muhammed bin Mesleme hazretlerine vazife verildi. O da, Reci' denilen mevkîin mûsâid olduğunu belirtince, İslâm karargâhı, buraya nakledildi. Yaralılar da tedavi görmeye başladı.
Ertesi gün Natât önlerine gelen kahraman Eshâb, akşama kadar çarpıştı. Üçüncü, dördüncü ve beşinci günlerde de kuşatma devam etti. Yahudiler hep müdâfaada kaldılar. O günlerde sevgili Peygamberimiz, şiddetli bir baş ağrısına tutulduklarından, iki gün mücâhidlerin arasında bulunamadılar. İlk gün sancağı hazret-i Ebû Bekr'e, ikinci gün hazret-i Ömer'e verdiler. Her ikisi de, Eshâb-ı kirâmın başında, yahudilere karşı pek şiddetli çarpıştılar, fakat kaleyi fethetmek mümkün olmadı.
Bu arada cesâretleri artan yahudilerin, kale kapılarını açıp hücûma geçtikleri görüldü. Artık göğüs göğüse çarpışmaya başlamışlardı. Savaş pek ziyâde kızışmıştı. Peygamber efendimiz, Eshâbına; “Allahü ekber! Allahü ekber!... diyerek tekbir getiriniz" buyurdukça, tekbir sadâları arasında aşk ve şevk ile düşmana kılıç çalıyorlardı. Bir ara Muhammed bin Mesleme'nin kardeşi Mahmûd (radıyallahü anhümâ) şehîd edildi. Çarpışmalar da, şiddetli bir şekilde, akşama kadar devam etti.
Ertesi gün Hayber'in en ünlü kumandanlarından Merhab, zırhlara bürünmüş olduğu hâlde kaleden dışarı çıktı. Güçlü kuvvetli dev gibi bir adamdı. Şimdiye kadar, karşısına, bir pehlivan çıkmamıştı. Mücâhidlere dönüp; "Ben, cesâreti, kahramanlığı ile tanınmış Merhab'ım!" diyerek övünmeye başladı. Böyle övünürken, sahâbîlerin arasında bir mücâhidin ileri atıldığı görüldü. Merhab'a karşı; "Ben de, dehşetli ve şiddetli savaşların ortasına atılmaktan korkmayan Âmir'im!." diye nâra attı ve derhal karşısına dikildi. Dev Merhab, üzerinde; "Kime değerse helâk eder!..." yazılı kılıcını, hazret-i Âmir'e olanca gücü ile vurdu. Kahraman Âmir (radıyallahü anh) ânında kalkanını kaldırdı. Enli kılıç, kalkana çarptığında şiddetli bir ses ortalığı çınlattı ve kalkana saplandı. Hazret-i Âmir, yaradana sığınıp; "Yâ Allah!" diyerek kılıcını Merhab'ın zırhlı bacaklarına çaldı. Kılıç, çelik zırha değer değmez, geri tepti ve birden sahâbînîn bacağına değiverdi. Kılıcın, şiddetli bir şekilde geri tepişi hazret-i Âmir’in bacağındaki atar damarının kesilmesine sebeb oldu Eshâb-ı kirâm, koşarak Âmir'i kucakladılar ve tedavi için karargâha götürdüler. Fakat Âmir (radıyallahü anh) orada şehâdete kavuştu.
Çarpışmalar bütün şiddeti ile devam ediyordu. Akşama doğru sevgili Peygamberimiz, yahudilere dörtbin askerle yardıma gelen ve harbe katılan müşrik Gatafanfılara, ayrılıp memleketlerine dönmelerini teklif etti. Bunu yaptıkları takdirde, Hayber'in bir senelik hurma mahsulünü kendilerine vereceğini de vâdetti. Fakat Gatafanlılar, bu teklifi reddettiler. Bunun üzerine Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâbına, Gatafanlıların bulunduğu kalenin etrâfında sabahlamalarını emretti. Gatafanlıilar, gece mücâhidlerin saldırmasından çok korktular, bir türlü uyuyamadılar. O gece, nereden geldiği belli olmayan bir ses; "Gatafan ülkesine baskın yapıldığını, çoluk-çocuklarının ve mallarının teslim alındığını" bildiriyordu. Bu ses, üç defâ tekrar edilmiş ve bunu bütün Gatafanlılar, büyük bir korku içinde dinlemişlerdi. Kumandanları Uyeyne de aynı sesi üç defâ duymuş, şafak sökmek üzereyken askerini alarak Hayber'den acele uzaklaşıp memleketlerinin yolunu tutmuştu. Sabahleyin yahudiler, Gatafanlıların sebepsiz yere Hayber'i terketmelerine şaşırdılar ve ümîdsizliğe düştüler. Onları yardıma çağırdıklarına da çok pişman oldular.

Heybetli bir aslan gibiyim!...

O gün de Hayber önlerinde şiddetli çarpışmalar oldu. Fakat kale fethedilemedi. Akşam, Kâinatın sultânı; “Yarın sancağı öyle bir yiğide vereceğim ki, o, Allahü teâlâyı ve Resûlünü sever. Allahü teâlâ ve Resûlü de onu severler. Allahü teâlâ, onun eli ile fethi gerçekleştirecektir!" buyurarak müjde verdi. O gece Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), heyecanla sabahı bekledi. Her biri sancağın kendisine verilmesini umuyor, bu yolda, Allahü teâlâya duâlar ediyordu. Bilâl-i Habeşî hazretleri, sabah ezânını yanık ve güzel sesi ile okudu. Ezân okunurken herkeste ayrı bir heyecan, ayrı bir zevk hâsıl olur, o ilâhî zevkin tadına doyulmazdı. Sevgili Peygamberimiz, Eshâbına sabah namazını kıldırdıktan sonra ayağa kalktılar. Mübârek İslâm sancağının getirilmesini emrettiler. Mukaddes sancak getirilirken, Eshâb-ı kirâm ayakta bekliyor, merâkla, Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dudaklarından çıkacak sözleri dinlemek için, dikkat kesiliyorlardı. Nihâyet Âlemlerin efendisi; Muhammed'in zâtını peygamberlikle şereflendiren Allahü teâlâya and olsun ki, ben, bu sancağı kaçmak nedir bilmeyen bir yiğide vereceğim" buyurduktan sonra, mübârek gözlerini Eshâbı arasında gezdirip; “Ali nerededir?" buyurdu. Sahâbîler; "Yâ Resûlallah! Onun gözleri ağrıyor" deyince, Efendimiz; “Onu bana çağırınız" buyurdu. O günlerde hazret-i Ali göz ağrısına tutulmuş ve gözlerini açamaz olmuştu. Yanına giderek, durumu bildirdiler ve mübârek koluna girip, Resûlullah efendimizin huzûruna gelirdiler. Kâinatın sultânı, hazret-i Ali'nin şifâ bulması için, Allahü teâlâya duâ etti ve mübârek parmaklarını ağzında ıslatıp gözlerine sürdüler. O anda, hazret-i Ali'nin gözlerinde hiçbir ağrı kalmadı. Ayrıca; “Yâ Rabbî! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını bundan gider" diyerek, onun için duâ buyurdular. Sonra hazret-i Ali'nin üzerine, mübârek elleriyle bir zırh giydirip beline kendi kılıcını kuşatarak, eline beyaz İslâm sancağını verdiler ve; Allahü teâlâ, sana zafer nasîb edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme!" buyurdular. Hazret-i Ali de; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Onlarla, dîn-i İslâm’a girdikleri zamana kadar çarpışacağım" dedi. Sevgili Peygamberimiz de; “Vallahi, senin sebebinle Allahü teâlânın, onlardan tek bir kişiyi hidâyete kavuşturması, senin için, bir çok kızıl develere sâhip olup, onları Allahü teâlânın yolunda sadaka vermenden daha hayırlıdır" buyurdu.
Hazret-i Ali, elinde sancak ile yahudi kalesine ilerlerken, şanlı sahâbîler de peşinden yürüdüler. Kaleye iyice yaklaşıp, sancağın bir taşın dibine dikildiği sırada, Natât kalesinin kapısının açıldığı görüldü. Yahudilerin hücûm birlikleri dışarı çıktılar. Bunlar, Hayber'in en seçme kahramanları idi. Her biri, çift zırhlarla kaplı, demir muhâfazalara bürünmüşlerdi. İçlerinden birinin, hazret-i Ali'ye doğru yürüyüp, çarpışmak için karşısına geçtiği görüldü. Bu, Merhab'ın cesârette bir benzeri olmayan kardeşi Hâris idi. Sür'atle saldırdı... İki çeliğin çıkardığı ses meydanı doldururken, Zülfikar'ın şimşek gibi indiği ve Hâris'in başını gövdesinden ayırdığı görüldü. Bu anda, "Allahü ekber! Allahü ekber!" sesleri göklere yükseliyordu. Kardeşinin öldürüldüğünü işiten Merhab, emrindeki askerlerle dolu dizgin meydana yürüdü. Hazret-i Ali'nin karşısına dikildi. Onun da üzerinde çift zırh vardı. Çift kılıç kuşanmış olduğu hâlde, iri cüssesi ile sanki bir devi andırıyordu. Bütün hiddeti ile; "Ben ki, harplerin en şiddetli olduğu zamanlarda ortaya atılıp, kahramanca çarpışan Merhab'ım! Ben, kükreyen aslanları bile mızrak veya kılıcımla delik deşik ederim!..." diyerek, kendini övmeye başladı. Hazret-i Ali de; "Ben ki, anam bana Haydar (Aslan) ismi vermiştir. Ben, heybetli bir aslan gibiyimdir! Seni bir hamlede yere serecek bir yiğit kişiyimdir!" diyerek, karşılık verdi. Merhab, hazret-i Ali'den, Haydar kelimesini işitince, kalbine bir korku düştü. Çünkü gece rüyâsında bir aslan kendisini parçalamıştı. Rüyâda gördüğü aslan bu mu idi? Derken dev Merhab'ın hamle ettiği ve Hazret-i Ali'nin onu kalkanıyla karşıladığı görüldü. Sonra Allahü teâlâya sığınıp, Zülfikar'ı, kâfirin başına öyle bir indirdi ki; koca Merhab'ın, Zülfikar'a karşı tuttuğu kalın çelik kalkanını ve çelikten yapılmış miğferini ikiye biçip, kafasını tepesinden ensesine kadar bölüp ayırdığı görüldü. Zülfikar'ın çıkardığı korkunç ses, Hayber'in her tarafında işitilmişti. Peygamber efendimiz“Sevininiz! Hayber'in fethi artık rahatlaştı, kolaylaştı" buyurdular. Eshâb-ı kirâm, hazret-i Ali'nin bu bahadırlığına hayran kalmışlar; "Allahü ekber!" tekbirleri ile semâyı çınlatmışlardı. Çarpışma bütün şiddeti ile devam ediyordu.
Eshâb-ı kirâm, çarpışa çarpışa kale kapısının yanına geldikleri bir sırada, bir yahudi, kılıcıyla hazret-i Ali'nin kalkanına vurdu. Kalkan yere düştü. Fakat eğilip alacak zaman yoktu. Fırsatı kaçırmak istemeyen yahudi, kalkanı kaptığı gibi geriye kaçtı. Buna çok üzülen Allahü teâlânın aslanı, Zülfikar ile etrâfındaki düşmanları dağıttıktan sonra, kalenin kapısını kalkan yapmaya niyetlendi. "Bismillâhirrahmânirrahîm" diyerek, kocaman demir kapının halkalarına asıldı. Kancalarını duvarından sarstı çıkardı... Hazret-i Ali kapıyı sökerken, kale yerinden sarsıldı. Sekiz on pehlivanın yerinden kıpırdatamayacağı bu kapıyı, tek eliyle kalkan yapıp, çarpışmağa başladı. Karşısına peşpeşe, yahudilerin en yiğit altı pehlivanı daha çıktı. Onları da Allahü teâlânın izni ile alt eden hazret-i Ali, kahraman arkadaşları ile kaleye girdiler. Artık kalenin içinde çarpışılıyordu. Kısa zamanda, karşılarına çıkacak kimse kalmadı, İslâm sancağını kaleye diktiler. Böylece en muhkem kaleleri olan Natât, fethedildi. Sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ali'nin gözlerinden öptükten sonra; “Gösterdiğin kahramanlıktan dolayı, Allahü teâlâ ve Resûlü senden râzı oldu"buyurdular. Bu mübârek kelâmı işiten Ali (radıyallahü anh), sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz“Niçin ağlıyorsun?" buyurduğunda; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Sevincimden ağlıyorum. Zirâ Allahü teâlâ ve Resûlü benden râzı oldu" dedi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz“Yalnız ben değil, Cebrâil, Mikâil ve cümle melekler senden râzı oldular" buyurdu. Bu sırada Devs kabîlesinden dörtyüz müslüman, Peygamber efendimize yardıma geldi. Bundan sonra, diğer kaleleri fethetmek için çarpışmalara şiddetli bir şekilde devam edildi.
Hayber’in geri kalan yedi kalesi teker teker düşürülünce, çâresiz kalan yahudiler, heyet göndererek sulh isteğinde bulundular. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu teklifi kabûl ederek şu maddeler üzerinde anlaştılar:
1- Bu gazâda müslümanlarla çarpışan yahudilerin kanları dökülmeyecek.
2- Hayber'i terkeden yahudiler, yanlarında sâdece çocuklarını ve bir deve yükü lüzumlu ev eşyasını götürebilecekler.
3- Geri kalan taşınan ve taşınmayan malların hepsi; zırh, kılıç, kalkan, yay, ok gibi bütün silâhlar, üzerlerindeki elbiseden başka giyeceklerin tamamı; kumaşlar, altınlar ve ayrıca hazineler, at, deve, koyun gibi bütün hayvanlar... ne varsa hepsi müslümanlara kalacak.
4- Müslümanlara bırakılması gereken her hangi bir şey, hiç bir sûretle gizlenmeyecek. Gizleyenler, Allahü teâlâ ve Resûlünün emânından ve himâyesinden dışarda bırakılacak...
Bu şartlara uymayan, hazînelerini tulumlarla toprağa gömen Kinâne bin Rebî' cezâlandırıldı. Ele geçen ganîmetin, haddi hesâbı yoktu. Hayber'in o verimli arâzileri, hurmalıkları tamâmen İslâm ordusuna bırakılmıştı. Bu sırada, memleketlerine dönen Gatafanlılar, yahudilere yardım için geri Hayber'e dönmüşlerdi. Peygamber efendimizin Hayber'i fethedip yahudileri teslim aldığını gördükleri zaman; "Ey Muhammed! Sen, Hayber'i terkettiğimiz takdirde, bize Hayber'in bir senelik hurmasını vermeyi vâd etmiştin. Sözümüzde durduk. Haydi bize onları ver!" dediler. Efendimiz onlara; “Filanca dağ sizin olsun" buyurdular. Gatafanlılar da; "Öyle ise biz, sizinle çarpışırız" diyerek tehdide yeltendiler. Resûl-i ekrem efendimiz de; "Çarpışma yerimiz Cenefa olsun"buyurdu. Cenefa, Gatafanlıların bir bölgesinin ismi idi. Gatafanlılar bunu duyunca korkularından çekilip gittiler.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ve kahraman Eshâbı, Hayber'in fethi esnâsında çok yorulmuşlardı. Bir taraftan yaralılar tedavi ediliyor, diğer yandan dinleniyorlardı. Yahudilerin ileri gelenlerinden Sellâm bin Mişken'in karısı Zeynep, Peygamber efendimizi zehirleyerek öldürmek istedi. Bunun için, bir keçi kesip pişirdi ve ete bol miktarda zehir kattı. Sonra, Resûlullah efendimizin huzûruna çıkarak, hediye getirdiğini söyledi. Resûl-i ekrem efendimiz kabûl edip, Eshâbını çağırdılar. Hep birlikte yemek için oturdular. Âlemlerin efendisi, keçinin kol kısmından bir parça koparıp; “Bismillâhirrahmânirrahîm" diyerek mübârek ağızlarına aldılar. Bir kaç defâ çiğnedikten sonra hemen mübârek ağızlarından çıkarıp; “Ey Eshâbım! Bu yemekten elinizi çekiniz! Zirâ şu kürek eti, zehirlenmiş olduğunu bana haber verdi" buyurdular. Sahâbîler derhal ellerini yemekten çektiler. Fakat etten bir lokma yiyen Bişr bin Berâ hazretlerinin, hemen vücûdu morardı ve şehîd oldu. Sevgili PeygamberimizCebrâil aleyhisselâm gelip, mübârek tükürüklerine karışan zehirin tesirinden kurtulmak için, mübârek omuzları arasından hacamat yaptırarak kan aldırmasını söyledi. Öyle yapıldı. Sonra, zehirli kebab toprağa gömüldü. Bu işi yapan Zeynep, yakalanarak huzûra getirildi. Efendimiz ona; “Bu davar kebabını sen mi zehirledin?" buyurdular. O da, yaptığını îtîrâf ederek; "Evet! Ben zehirledim!" dedi. Peygamber efendimiz“Bunu niçin yapmak istedin!" diye sorduklarında; "Sen, benim kocamı, babamı, amcamı öldürdün. Kendi kendime; "Eğer O, hakîkaten peygamber ise, Allah O'na bildirir. Değilse, bu zehir O'na tesir eder ve ölür. Böylece kendisinden kurtulmuş oluruz" dedim. Eshâb-ı kirâm, bu hâdiseye çok üzülmüştü. "Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bunu öldürelim mi?" diye sorduklarında, kendi şahsına yapılan her hakâreti affeden Âlemlerin efendisi, bunu da affetti. Bu büyük merhameti gören Zeynep, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu (radıyallahü anhâ).
Hayber'de ele geçen ganîmetler ve esirler arasında, Huyey bin Ahtab'ın kızı Safiyye de (radıyallahü anhâ) vardı. Başkumandanlık hakkı olarak, Peygamber efendimizin hissesine düşmüştü. Âlemlerin efendisi, esirini âzâd etti. O da bu hâle çok duygulanıp, cân u gönülden, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Bu duruma çok sevinen sevgili Peygamberimiz, hazret-i Safiyye vâlidemizi nikâhıyla şereflendirip sevindirdiler. Böylece hazret-i Safiyye, mü’minlerin annesi oldu. Sehbâ mevkîinde düğünü yapılıp, kavun ve hurmadan velîme yâni düğün yemeği verildi. Safiyye (radıyallahü anhâ) vâlidemizin, mübârek gözlerinde bir morluk görülüyordu. Sevgili Peygamberimiz“Nedir bu iz?" buyurduklarında, o; "Bir gece rüyâmda ayın gökten inip koynuma girdiğini görmüştüm. Kocam Kenâne'ye anlatınca; "Sen şu üzerimize gelen Arab Meliki’nin hanımı olmaya göz dikmişsin!" diyerek, gözüme bir tokat vurdu ve gördüğünüz gibi morardı" dedi.
Hayber fethedildikten sonra, yahudiler, Peygamber efendimize; "Yâ Muhammed! Biz Hayber'den çekip gideceğiz. Fakat, biz zirâattan, tarla, bağ, bahçe bakımından iyi anlarız. İstersen, bu verimli arâzileri bize kirâya ver. Bu mülkleri işleyelim ve çıkan mahsulün yarısını sana verelim!" diye teklifte bulundular. Sevgili Peygamberimizin ve sahâbîlerin, tarla işleri ile uğraşacak zamanları yoktu. Onlar dîn-i İslâm’ı yaymak için uğraşıyor, cihâd-ı fî sebîlillah için gecelerini gündüzlerine katarak durmadan çalışıyorlardı. Bu teklife Peygamber efendimiz memnun oldular ve; “Sizi istediğimiz zaman çıkarmak şartı ile!" buyurdular. Yahudiler bunu kabûl ettiler ve Hayber arâzilerini işletmeye başladılar. Peygamber efendimiz, Eshâbı ile, muzaffer olarak Medîne'ye döndüler. Bu arada daha önce Habeşistan'a hicret eden Esbabının, Ca’fer bin Ebî Tâlib başkanlığında geldiklerini görünce, çok sevindiler. Hazret-i Ca'fer'in alnından öpüp, bağrına bastı ve; “Ben Hayber'in fethine mi, yoksa Ca'fer'in gelişine mi sevineyim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defâdır. Siz, hem Habeş ülkesine, hem de yurduma hicret ettiniz" buyurdular.
Hayber'de elde edilen ganîmetler; Hudeybiye andlaşmasına katılan bütün Eshâb-ı kirâma, Hayber'e katılanlara, Habeşistan'dan hicret eden Eshâba ve fethe iştirâk eden Devs kabîlesine paylaştırıldı. Hayber'in fethedilmesi ile, Arabistan'daki bütün yahudiler, Peygamber efendimizin emri altına girmiş oluyorlardı. Artık müşriklere yardım etme imkânları kalmamıştı. Çevrede bulunan kabîleler ve devletler de, silâh ve asker bakımından fethedilmesi imkânsız gibi görünen Hayber kalesini zapteden müslümanların, büyük bir güce sâhip olduğunu anladılar ve bu İslâm Devleti'nden çekinmeye başladılar. Mekkeli müşrikler, Hayber'in fethi ile büyük bir üzüntüye ve ye'se kapıldılar. Bu fetihden sonra, küçüklü büyüklü pek çok kabîleler, müslüman olmak için Medîne-i münevvereye geldiler ve Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendiler, hattâ Gatafanlılar bile... Yola gelmeyen bâzı kabîleler ise kuvvet gönderilerek itâat altına alındılar.

Umret-ül-kazâ Seferi:

Hudeybiye sulhü üzerinden bir sene geçmişti. Kurban bayramına bir ay kala, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâb-ı kirâmına, umre için hazırlık yapmalarını emrettiler. Umre için Hudeybiye'ye gidip Bî’at-ür Rıdvân'a katılanlar, vefât edenler hariç, hazır bulunacaklardı. Bu emir üzerine, ikibin sahâbî hazırlıklarını tamamladılar. Kurban edilmek üzere yetmiş deve alındı. Bunların Mekke'ye kadar otlatılarak götürülmesi için, Naciye bin Cündüb'e ve dört arkadaşına (radıyallahü anhüm) vazife verildi. Ayrıca Muhammed bin Mesleme hazretlerinin emrine yüz süvâri verilerek; zırh, mızrak, kılıç gibi harpte kullanlacak silâhları götürmek üzere önden gönderildi. Müşriklere güvenilmezdi. Herhangi bir saldırı hâlinde, bu silâhlardan istifâde edilecekti. Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; "Yâ Resûlallahî Hudeybiye sulhüne göre, umreye, kınına sokulmuş kılıçlardan başka silâh ile gelmiyecektik!" dediler. Âlemlerin efendisi; “Biz, bu silâhları Harem'e, Kureyşlilerin yanına sokmayacağız. Ancak onlar, Kureyşlilerden bize yapılacak bir saldırı karşısında yakınımızda, elimizin altında bulundurulacaktır" buyurdu.
Medîne-i münevvereye vekil olarak Ebû Zer-il-Gıfârî (radıyallahü anh) bırakıldı. Ebû Rühm-ül-Gıfârî'nin de bırakıldığı rivâyet edilmiştir. İkibin sahâbî, sevgili Peygamberimizle birlikte Mekke'ye doğru yola çıktılar. Eshâb-ı kirâm, çok heyecanlanmıştı. Senelerdir, Allahü teâlâ yolunda, sevgili Peygamberimiz uğrunda evlerini, ocaklarını, terk ettikleri yurtlarını göreceklerdi... Beş vakit namazda yönlerini döndükleri Kâbe-i muazzamayı ziyâret edeceklerdi... Henüz müslüman olup da andlaşma gereği Medîne'ye gelemeyen akrabâlarına kavuşacaklardı... Senelerdir, kendilerine gözlerinden yaş yerine kan akıtan, zulüm altında inim inim inleten, putlarına taptırmak için pek çok kardeşlerini şehîd eden Kureyşli müşriklere, İslâmın haysiyet ve şerefini göstereceklerdi. Belki bunu gören müşriklerin kalbine İslâm sevgisi düşer de, müslüman olurlardı!...
Medîne'de kalanlar, Vedâ yokuşuna kadar Âlemlerin efendisini tekbirlerle teşyî edip, uğurladıktan sonra geri döndüler...
Sevgili Peygamberimiz, Medîne'ye on kilometre kadar uzakta bulunan Zülhuleyfâ'ya gelince, ihrâma girdiler. Şanlı Sahâbîler de O'na uydular. Herkes beyazlara bürünmüştü. Umre yapmak için Mekke-i mükerreme yolculuğu başlamıştı. Artık; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke lebbeyk! İnnel hamde ven-nimete leke vel-mülke, lâ şerîke lek!..." sadâlarıyla yer gök İnliyordu. Yolculuk, Allahü teâlâya hamd etmek ve yalvarmakla, O'nun mübârek ismini zikretmekle, çok zevkli geçiyordu.
Önden giden Muhammed bin Mesleme (radıyallahü anh) komutasındaki birlik Mekke’ye yaklaşınca, Kureyşli müşrikler tarafından görüldü. Korku ile yanlarına yaklaşıp, biz, bir sene önce böyle mi anlaşmıştık dercesine; "Bu nedir?" diye sordular. Muhammed bin Mesleme (radıyallahü anh), onlara iliklerini donduran şu cevâbı verdi: "Bunlar, Allahü teâlânın Resûlünün süvârileridir...Allahü teâlâ izin verirse, yarın onlar da burayı teşrîf edeceklerdir!..." Müşrikler, korka korka geri dönüp haberi Mekke'ye ulaştırdılar. Mekkeli müşrikler de; "Yemîn ederiz ki, biz andlaşmaya bağlı kaldık. Muhammed bizimle niçin çarpışsın?..." diyorlardı. Derhal aralarından bir heyeti, Peygamber efendimizle görüşmek üzere gönderdiler.
Bu sırada Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke'yi görebilecekleri Batn-ı Ye'cec denilen yere gelmişlerdi. Üzerlerindeki kılıçtan başka bütün silâhlarını burada bıraktılar. Silahları beklemek üzere de ikiyüz sahâbîyi nöbetçi koydular.
Bu hazırlıklar bitince, Kureyş heyeti Peygamber efendimizle görüşmek ve huzûra kabûl edilmek için izin istedi. Kabûl edilince; "Yâ Muhammed! Hudeybiye andlaşmasından beri, size karşı herhangi bir ihânetimiz olmamıştır. Buna rağmen Mekke'ye, kavminin yanına bu silâhlarla mı gireceksin? Halbuki, andlaşmamıza göre; kınına sokulmuş kılıçlardan başkası yanınızda olmayacaktı!..." dediler. Buna, Âlemlerin efendisi; “Ben, çocukluğumdan bu güne kadar verdiğim sözde durmak ve vefâkarlığımla tanınırım. Harem'e, kınlarında sokulu kılıçlarımızdan başkası ile girecek değiliz. Fakat, silâhların bana yakın bir yerde olmasını istiyorum" buyurarak cevap verdiler. Heyet, kendilerine iletilen haberin değişik olduğunu anlayarak, rahatladılar ve; "Yâ Muhammed! Doğrusu senden hep vefâkarlık ve iyilik gördük. Sana yaraşan da odur" diyerek geri döndüler. Mekke'ye gelip, durumu Kureyşlilere bildirdiler. Onlar da rahatladılar.
Kureyş'in ileri gelenleri, kin ve kıskançlıklarından, Peygamber efendimizi ve Eshâbının bu mes’ûd anlarını görmemek için, Mekke'yi terk ederek dağlara çıktılar.
Sevgili Peygamberimiz, işâretli kurbanlık develeri Zîtuvâ mevkîine önden gönderdi. Sonra, Eshâbıyla hazırlıklarını tamamlayıp, mukaddes Mekke şehrine girmek üzere yürüdüler. Eshâb-ı kirâm, Âlemlerin efendisini ortalarına almışlardı. Kâinatın sultânı, devesi Kusvâ üzerinde, binlerce yıldızın varlığını örten bir güneş gibi, etrâfına nûr saçıyordu. Aman yâ Rabbî! O ne güzellik! O, ne ihtişamlı manzaraydı!... Dillerde; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke Lebbeyk!..." sadâları, gönüllerde Allahü teâlâ ve Resûlünün muhabbeti vardı. Adım adım muazzam Kâbe'ye doğru ilerliyorlardı. Yaklaştıkça heyecanları bir kat daha artıyor, adeta coşuyorlardı. Hep bir ağızdan söylenen telbiye nidâları Mekke'yi dolduruyor, müşrikler, bu muhteşem manzarayı gördükçe içleri eriyor, gönüllerine ılık ılık bir muhabbet şerbetinin aktığını hissediyorlardı. Bir çoklarının kalbine, İslâmın sevgisi düşmüştü. Sonunda Muhammed aleyhisselâm gâlip gelmişti...
İşte, sevgili Peygamberimiz ve şanlı Eshâbı, bellerinde kılıçları olduğu hâlde Kâbe-i muazzamaya giriyorlardı. Peygamber efendimizin devesi Kusvâ'nın yularını Abdullah bin Revâha hazretleri tutarak ilerliyordu. Mekkeli bâzı müşrikler, kadınları ve çocukları Dâr-ün-Nedve'de dizilmişler, sevgili Peygamberimizi ve kahraman Eshâbını seyrediyorlardı. Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh) ilerledikçe, şu beytleri müşriklerin başına bir balyoz gibi vuruyor, tâ gönüllerine kadar indiriyordu.
Ey kâfirler çekilin, Peygamberin yolundan,
Ki Allahü teâlâ, O'na gönderdi Kur'ân.
Her hayır ve iyilik vardır O'nun dîninde,
Bu din için ölmekdir, en hayırlı ölüm de.
Gerçek Resûlullah'dır, kabûl ettim yürekten,
Her sözüne inandım, kabûl ettim şimdi ben.
Ey kâfirler! Kur'ân'ın, Allahü teâlâdan,
İndiğini siz inkâr eylediğiniz zaman,
Nasıl indirdik ise, darbeleri âniden,
Ve nasıl ayırdıksa, başınızı gövdeden.
Onun mânâsına da, inanmazsanız eğer,
İner aynı şekilde başınıza darbeler.
Başlarım O Allah'ın, mübârek ismiyle ki,
Yoktur O'nun dîninden, başka dîn-i hakîkî.
Ve yine başlarım ki, ismiyle O Allah'ın,
Muhammed hem kulu ve hem resûlüdür O'nun.
Hazret-i Ömer dayanamayıp; "Ey İbn-i Revâha! Sen, Resûlullah'ınönünde ve Harem-i şerîfte nasıl şiir okuyabiliyorsun?" diye ikaz etmek istemiş, fakat Peygamber efendimiz“Yâ Ömer! Ona mâni olma. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çabuk, daha çok tesirlidir. Ey İbn-i Revâha devam et" buyurdu. Peygamber efendimiz biraz sonra Abdullah bin Revâha hazretlerine;
Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur! Bir olan O'dur. Vâdini gerçekleştiren O'dur! Bu kuluna yardım eden O'dur! Askerlerini güçlendiren O'dur! Toplanmış olan kabîleleri, bozguna uğratan da yalnız O'dur! de!" buyurdu. Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh) da;
"Allahü teâlâdan yoktur, başka bir ilâh!
Yoktur O'nun şerîki, Lâ İlâhe illallah!
O'dur müslümanların, askerine güç veren!
Ve O'dur kâfirleri, dağıtan, mağlûb eden!"
diye söylemeye başladı. Müslümanlar da bu sözleri tekrar ediyorlardı.
Sevgili Peygamberimiz Beytullah'a girince, mübârek sağ omuzunu açtılar. Mübârek tenlerinin güzelliği gözleri alıyor, gönülleri cezb ediyordu. Sonra; “Bugün, şu şirk ehline, kendisini güçlü ve zinde gösterecek yiğitleri, Allahü teâlâ, rahmeti ile yarlıgasın!" buyurdular. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm sağ omuzlarını açıp, heybetli bir şekilde hızlı hızlı yürüyerek Kâbe'yi üç defâ tavâf ettiler. Ancak, Rükn-i Yemâni ile Hacer-ül esved köşesi arasında ağır ağır yürüdüler. Peygamber efendimiz ve Eshâbı, Hacer-ül esved'e yaklaşıyor onu öpüyorlar veya geriden ellerini açıp Hacer-ülesved'e karşı tutuyorlardı.
Müşrikler, gerilerden Eshâbı tâkip ediyor, onların bu heybetli ve gösterişli yürüyüşlerine şaşırıyorlardı. Çünkü onlara, Müslümanların Medîne'ye gideliden beri zayıf ve hasta düştükleri anlatılmış ve buna benzer haberler yayılmıştı. Şimdi ise, tam tersi bir hâle şâhid oluyorlardı ve hayretleri artıyordu.
Geri kalan dört tavâf ise yavaş yavaş, ağır ağır adımlarla yapılarak tamamlandı. Tavâftan sonra Makâm-ı İbrâhim'de iki rekat namaz kıldılar. Daha sonra Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa'y yaptılar. Kurbanlar kesildikten sonra, Peygamber efendimiz mübârek başını kazıttılar. Mübârek saçları havada kapışılmıştı. Eshâb-ı kirâm da tıraş oldular. Böylece Resûl-i ekremsallallahü aleyhi ve sellem efendimizin tam bir sene önce gördüğü rüyâ gerçekleşti.
Umre ziyâreti tamamlanmış, öğle vakti girmişti. Âlemlerin efendisi, hazret-i Bilâl'e, Kâbe'de ezân okumasını emredince, Bilâl-i Habeşî derhal emri yerine getirdi. O, Kâbe'de ezân-ı şerîfi okurken, bütün Mekke çalkalanmaya başladı. Eshâb-ı kirâm, büyük bir huşû içinde ezânı dinliyor, hafif bir sesle onu tekrar ediyorlardı. Bitince, Habîbullah efendimiz imâm oldular. Hep birlikte kılınan öğle namazının, müşriklerin kalbindeki te'sîri bir başka idi.
Sevgili Peygamberimize, Ebtah'da deriden bir çadır kurulmuştu. Sahâbîler de etrâfındaki çadırlarda üç gün ikâmet ettiler. Namaz vakitlerinde Beytullah'da toplanıyor, cemâatle namazlarını kılıyorlardı. Diğer vakitlerde akrabâlarını ziyâret ediyorlar, İslâmın kendilerine bahşettiği güzel ahlâk ile onlara örnek oluyorlardı. Onlar da, Eshâbın bu güzel hâlleri karşısında adeta eriyorlar, hayranlıklarını gizliyemiyorlardı. Bu üç gün zarfında, Mekke sanki içten fethedilmişti.
Üç gün dolmuştu... Artık ayrılık zamanı gelmişti. Akşama doğru Peygamber efendimiz"(Umre için gelen) müslümanlardan hiç bir kimse, akşamı Mekke'de geçirmeyecek, yola çıkacaktır!" buyurunca, herkes derlenip toparlandı ve Medîne'ye doğru yola çıkıldı...

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...