21 Kasım 2017

Hicrî 6. Yıl Hudeybiye sulh-nâmesi:

Hudeybiye sulh-nâmesi:

Hendek gazâsından sonra, İslâm Devleti'nin gücünü çevredeki kabîlelerin bir kısmı kabûl ettiler. Artık müslümanlarla dost geçinmenin, hattâ müslüman olmanın en isabetli yol olacağını düşünmeye başladılar. Bâzıları, Peygamber efendimizin huzûruna gelip, müslüman olmakla şereflendiler.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, dîn-i İslâmın yayılması için, Eshâbından birlikler teşkil ederek, çevre kabîleleri İslâm’a dâvete gönderdi. Bâzı kabîlelere bizzat kendileri gittiler. Dûmet-ül-Cendel halkı gibi kabîleler, yapılan nasîhatlerı kabûl edip müslüman oldular. Gatafanlılar, Lıhyânoğulları gibi kabîleler de İslâm askeriyle karşılaşmaktan korkup kaçtılar. Böylece civar kabîlelere gözdağı verilmiş oldu.
Hicretin altıncı senesinde, müthiş bir kıtlık olmuş, gökten tek damla düşmemişti. Bu sebeple yerde ot bitmemiş, insanlar ve hayvanlar açlık sıkıntısına düşmüşlerdi. Ramazân-ı şerîf ayının bir Cumâ günü sevgili Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Duâ buyursanız da, Allahü teâlâ yağmur ihsân eylese!..." diyerek, murâdlarını bildirdiler. Peygamber efendimiz, Eshâbıyla sahraya çıkıp, ezân okunmadan ve kamet getirmeden iki rekat namaz kıldılar. Peygamber efendimiz, mübârek ridâsını ters çevirip tekbir getirdiler. Sonra mübârek ellerini, yenlerinin arasından mübârek koltuk altları görününceye kadar kaldırıp; “Ey Allah'ım! bize yağmur ihsân eyle!..." diye duâ etmeye başladılar. Eshâb-ı kirâm da; "Âmin! Âmin!" diyordu. O anda gökyüzü gâyet berrak olup, bir bulut yoktu. Resûl-i ekrem efendimiz duâ ederken, bir rüzgâr esmeye başladı ve gökyüzünü bulutların kapladığı görüldü. Sonra ince ince bir yağmur başladı. Âlemlerin efendisi bu defâ; “Allah’ım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına yağdır ve hakkımızda hayırlı eyle!" diyerek duâ ettiler. O anda bardakdan boşanırcasına, yağmur yağmaya başladı. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın elbiselerinde, ıslanmadık yer kalmadı. Eve varıncaya kadar, sular her tarafı göl hâline getirdi. Herkes, sulara dalarak yürüyordu. Yağmur devam ediyordu. O gün, ertesi gün... ertesi gün... bir sonraki Cumâ vaktinde Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Evlerimiz yağmur sularından yıkılmaya, hayvanlarımız da boğulmaya başladı. Allahü teâlâya duâ eyleseniz de yağmur kesilse!..." dediler. Sevgili Peygamberimiz, gülümsediler ve mübârek ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bu yağmuru mezralara, ağaç biten yerlere, vâdilere gönder!" diyerek duâ ettiler. O anda, bir hafta müddetle yağan yağmur durdu ve duâ edilen yerler ıslanmaya başladı.
Hicretin altıncı senesinin Zilkâde ayı idi. Bir gece Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz rüyâsında, Eshâb-ı kirâm ile Mekke-i mükerremeye gidip Kâbe-i muazzamayı tavâf ettiklerini, bir kısmının saçlarını kısalttıklarını, bir kısmının da kazıttıklarını gördü. Resûlullah efendimiz, bu rüyâsını Eshâbına anlattığında, onlar pek ziyâde heyecanlandılar. Hicretten bu yana, doğup büyüdükleri, acı tatlı hâtıralarla dolu, o güzel yurtları olan Mekke'ye gideceklerdi. Beş vakit namazda yönlerini döndükleri ve hasretini çektikleri mukaddes Kâbe'yi ziyâret edip tavâfta bulunacaklardı. Bu ne güzel bir müjde idi... Eshâb-ı kirâm, sevgili Peygamberimizin; “Siz, muhakkak Mescid-i Haram'a gireceksiniz!" müjdesini alır almaz, hemen hazırlıklara başladı.
Habîb-i ekrem efendimiz, hazırlıklarını bitirdikten sonra, Abdullah bin Ümm-i Mektûm'u, Medîne'de vekil bıraktı. Zilkâde ayının birinci Pazartesi günü, Kusvâ ismindeki devesine bindi. Hazırlanan bindörtyüz Eshâbı ile birlikte, Medîne'de kalanlarla vedalaştılar. Umreye niyet ederek, Mukaddes belde Mekke'ye doğru yürüdüler. Yanlarına yolcu silâhı olan kılıçlarını ve kesmek üzerede yetmiş deve almışlardı. Kâfileye ikiyüz atlı ve dört hanım sahâbi katılmıştı. Hanımlardan biri, sevgili Peygamberimizin mübârek, mutâhhar zevcesi hazret-i-Ümmü Seleme idi.
Zü'l-Huleyfe denilen mîkât yerine geldiklerinde, ihrâma girdiler, öğle namazını kıldılar. Sonra, kesilecek develerin kulaklarını işâretleyip, boyunlarına ip bağladılar. Naciye-tübnü Cündüb Eslemî’ye (radıyallahü anh), yardımcılar verilerek, develerin başında vazifelendirildi. Abbâd bin Bişr, yirmi kişilik bir süvâri birliğine kumandan tâyin edilerek ileri keşfe gönderildi. Büşr bin Süfyân, Mekke'ye haberci gönderildi.
İhrâm elbisesini giyen sevgili Peygamberimiz ve kahraman Eshâb, beyazlara bürünmüş bir hâlde, Allahü teâlâya hamd ve şânının yüceliğini tasdik etmeye ve yalvarmaya başladılar; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke Lebbeyk! İnnel hamde ven-ni’mete leke vel-mülke lâ şerîke lek!" Bu mübârek telbiye ile yer gök inliyor, Zü'l-Huleyfe, nûranî bir havaya bürünüyordu. Herkes heyecanlanmış, bir an önce Mekke'ye varmak için Zü'l-Huleyfe'den ayrılmışlardı.
Yolda, hazret-i Ömer ile Sa'd bin Ubâde hazretleri, Habîb-i ekrem efendimize yaklaşıp; "Yâ Resûlallah! Seninle harp hâlinde bulunan kimselerin üzerine silâhsız olarak mı gideceğiz? Kureyşlilerin size saldırıp, mübârek vücûdunuza bir zarar eriştirmelerinden korkarız!..." diyerek, endişelerini belirttiler. İki cihânın serveri, onlara; “Ben, umreye niyet ettim. Bu hâlde iken silâh taşımak istemem" buyurdular.
Yolculuk sâkin geçiyordu. Yol üzerindeki çeşitli kabîlelere uğranıyor, Peygamber efendimiz, onları İslâm’a dâvet ediyordu. Bir kısmı kabûl etmekten çekiniyor, bir kısmı hediyeler gönderiyorlardı. Bu şekilde yolun yarısını geçmişler, Usfân'ın arkasında Gadîr-ül-Eştât denilen mevkîe gelmişlerdi. Burada, daha önce Mekkelilere haber gönderilmek üzere vazifelendirilen Büşr bin Süfyân hazretleri, Kureyşlilerle görüşüp geri dönmüştü. Peygamber efendimize, gördüklerini şöyle anlattı: "Yâ Resûlallah! Kureyşliler, senin geldiğini haber almışlar. Korkularından etrâftaki kabîlelere ziyâfetler çekerek, onların yardımlarını istemişler. İkiyüz kişilik bir süvâri birliğini keşf için size doğru yola çıkardılar. Etrâftaki kabîleler, bu isteği kabûl edip Beldah mevkîinde birleştiler. Pek çok askerî yığınak yaptılar ve sizi Mekke'ye sokmamak üzere yemîn ettiler." Bu habere, Âlemlerin efendisi çok müteessir oldular ve; “Kureyş helâk oldu. Zâten harp onları yiyip bitirmiştir... Kureyş müşrikleri, kendilerinde bir kuvvet mi var zannediyor? Vallahi Allahü teâlânın, yaymak için beni gönderdiği bu dîni, hâkim ve üstün kılıncaya, başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışmaktan aslâ geri durmayacağım!" buyurdu. Sonra kahraman Eshâbına dönerek, bu konudaki rey ve görüşlerini sordu. Bütün benliği ile Resûlullah'a kendilerini adamış olan şanlı Eshâb; "Allahü teâlâve Resûlü daha iyi bilir. Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Biz, Beytullah'ı tavâf etmek niyetiyle yola çıkmış bulunuyoruz. Ne bir kimseyi öldürmek, ne de çarpışmak için geldik. Ancak, Kâbe'yi ziyâret etmemizi engellemek isterlerse, muhakkak onlarla çarpışır, hedefimize ulaşırız!..." dediler.
Eshâb-ı kirâmın bu kararlı hâli, sevgili Peygamberimizin hoşuna gitti. Buyurdular ki: “Haydi, öyle ise Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile yürüyünüz!..." Sahâbîler, Peygamber efendimizin etrâfında; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!..." diyerek telbiye ve; "Allahü ekber! Allahü ekber!..." diyerek tekbir getirerek Mekke'ye doğru ilerlemeye başladılar.
Bir öğle vaktinde Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh), sesinin bütün güzelliği ile ezân-ı şerîfi okuyarak, namaz vaktinin girdiğini bildirmişti. Bu sırada, ikiyüz kişilik Kureyş süvâri birliği oraya yetişmiş, Mekke ile sahâbîlerin arasına girerek, hücûma hazır vaziyette durmuştu. Buna rağmen, Âlemlerin efendisi yüce Eshâbı ile saf olup namaza durdular. Sevgili Peygamberimizin arkasında binbeşyüz civarındaki Eshâbının saf hâlinde hareketsiz kıyamda duruşları, rükûya eğilmeleri, görülmeye değer bir manzara idi. Hele, hep birlikte secdeye gitmeleri, heybetli bir dağın eğilip, doğrulmasına benziyordu. Onların, Allahü teâlânın huzûrunda şerefli alınlarını toprağa sürerek tevâzû göstermeleri, Kureyş süvârilerinden bâzılarının kalblerine İslâmın muhabbetini düşürdü. Eshâb, selâm verip namazdan çıktıklarında, Kureyş süvâri komutanının; "Müslümanların bu hâllerinden istifâde ederek baskın yapsaydık, onların çoğunu öldürürdük!... Onlar namazda iken niçin saldırmadık?" diye hayıflandığı, sonra da; "Merâk etmeyiniz. Nasıl olsa, canlarından ve çocuklarından da sevgili olan bir namaza daha duracaklardır!..." diyerek, bu defâ fırsatı kaçırmayacaklarını arkadaşlarına bildirdi.
Onların bu sözlerini Allahü teâlâCebrâil aleyhisselâm ile vahiy göndererek Peygamber efendimize bildirdi.
Gelen âyet-i kerîmede buyruluyordu ki: (Ey Habîbim!) Sen de içlerinde bulunup, (düşman karşısında) onlara (Eshâbına) namaz kıldıracağın zaman (onları iki kısma ayır), bir kısmı seninle birlikte (namazda, diğeri de düşman karşısında) dursun. Silahlarını yanlarına alsınlar. Seninle namazda olup, bir rekat kılanlar (namazı bozacak amellerden sakınarak) düşman karşısına gitsinler. Bundan sonra, henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip, ikinci rekatı seninle kılsınlar ve onlar da zırhlarını, koruyucu aletlerini ve silâhlarını yanlarına alsınlar. (Teşehhüdü seninle okusunlar. Sen selâm verince, onlar selâm vermeden düşman karşısına gitsinler. Önce bir rekat kılmış olanlar geri gelip, kendi başlarına bir rekat daha kılarak selâm versinler. İkinci rekatı imâmla kılmış olanlar da tekrar gelip, bir rekat daha kılarak namazı tamamlayıp selâm versinler.) Kâfirler arzu ederler ki, silâh ve eşyalarınızdan gâfil bulunasınız da size ansızın bir baskın yapalar... Eğer size, yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta bulunursanız, silâhlarınızı koymanızda üzerinize bir vebal yoktur. Fakat yine bütün ihtiyat tedbirlerini alın. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ kâfirlere, hor ve hakîr edici bir azâb hazırlamıştır." (Nisâ sûresi: 102)
İkindi vaktinde, hazret-i Bilâl ezân okuduğunda, Kureyş süvârileri yine Mekke ile Eshâb-ı kirâmın arasında hücûma hazır olarak durdular. Peygamber efendimiz, Eshâbına âyet-i kerîmede belirtildiği gibi namazlarını kıldırdı.
Müslümanların bu tedbirli namaz kılışlarına, müşrikler hayret ettiler. Allahü teâlâ, onların kalblerine korku verdi. Herhangi bir harekette bulunmaya cesâret edemediler. Mekke'ye haber götürmek üzere oradan ayrıldılar. Peygamber efendimiz ve Eshâbı da buradan Hudeybiye denilen mevkie doğru harekete geçtiler.
Mukaddes Mekke hudûduna geldiklerinde, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin devesi Kusvâ, zâhirî hiç bir sebep yok iken çöküverdi. Kaldırmak için çok uğraştılar fakat kalkmadı. Bunun üzerine, Kâinatın sultânı efendimiz buyurdular ki; “Onun böyle bir çökme huyu yoktur. Fakat, bir zamanlar (Ebrehe'nin) fili(ni) Mekke'ye girmekten tutup alıkoyan Allahü teâlâ, şimdi de Kusvâ'yı tutup alıkoydu. Varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Kureyş, Allahü teâlânın, Harem dâhilinde yapılmasını haram ettiği (çarpışmayı ve kan akıtmayı terk etmek gibi) şeylerden hangisini benden isterlerse istesinler, onların bu isteklerini muhakkak yerine getireceğim!" Bundan sonra Kusvâ'yı kaldırmak istediler. Deve sıçrayıp kalktı. Harem hududlarından içeri girmedi, tam hudud üzerinde bulunan Hudeybiye mevkîinde durdu. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâmla, suyu az olan bu yerde konakladılar.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, çadırını mübârek Mekke hudûdunun dışına kurdurdu. Eshâbıyla burada beklemeye başladılar. Vakit girince, namazları, Mekke-i mükerreme hudûdu içinde kılıyorlardı. Kuyularda içecek ve kullanacak su kalmamıştı. Sâdece Peygamber efendimizin ibriğinde vardı. Güç durumda kalan sahâbîler; "Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Yanımızda, yalnız sizin ibriğinizde su var. Mahvolduk!." dediler. Âlemlerin efendisi; “Ben, sizin aranızda iken, siz mahvolmazsınız" buyurdular. Sonra “Bismillah" diyerek, mübârek elini ibriğin üzerine koydular. Sonra kaldırıp; “Alınız!..." buyurduğunda, mübârek parmaklarının arasından, çeşme gibi, sular akmaya başladı. Eshâb-ı kirâm; kana kana su içtiler, abdest aldılar, bütün kırbalarını doldurdular at ve develerini suladılar. Eshâbını gülümseyerek seyreden merhamet deryâsı sevgili PeygamberimizAllahü teâlâya hamd ettiler.
O gün, orada hazır bulunan hazret-i Câbir bin Abdullah; "Biz, binbeşyüz kişi idik. Eğer yüzbin kişi dahî olsaydık, o su, hepimize yeterdi" buyurdu.
Hayret ilen barmağın dişler kim etse istimâ,
Barmağından verdiği şiddet günü Ensâra su.

Bî'at-ı Rıdvân:

Resûl-i ekrem efendimiz, Hudeybiye'de iken öteden beri müslümanlarla dost olan Huzâa kabîlesinin reîsi Büdeyl, huzûra gelip, Kureyş ordusunun çevre kabîlelerinin de katılmasıyla Hudeybiye'de konduklarını, orduları dağılıncaya kadar çarpışmaya yemîn ettiklerini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz“Biz, buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmiş değiliz. Ancak Umre yapmak, Kâbe-i muazzamayı tavâf ve ziyâret etmek için gelmiş bulunuyoruz. Buna rağmen bizi, kim Beytullah'ı ziyâretten alıkoymaya kalkarsa, onunla çarpışırız. Şüphesiz ki, harpler Kureyş'i ziyâdesiyle yıpratmış, güçsüz hâle getirmiş ve pek çok zararlara uğratmıştır. Şâyet onlar arzu ederlerse, kendilerine bir mütâreke müddeti tâyin edeyim. Bu müddet için de, benim tarafımdan emniyet içinde bulunsunlar. Onlar, benimle diğer kabîleler arasına girmesinler. Beni, onlarla başbaşa bıraksınlar. Eğer ben, o kabîlelere gâlip gelir de, cenâb-ı Hak da onlara hidâyet ihsân edip müslüman olurlarsa, Kureyş müşrikleri isterlerse, onlar gibi müslüman olabilirler. Şâyet ben, zannettikleri gibi, diğer topluluklara gâlip gelemezsem, o zaman kendileri de rahata kavuşmuş, kuvvet kazanmış olurlar. Eğer, Kureyş müşrikleri bunları kabûl etmez de benimle çarpışmaya kalkarlarsa, varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, yaymaya çalıştığım bu din uğrunda, başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım. O zaman Allahü teâlâ da, bana yardım edeceği hakkındaki vâdini şüphesiz yerine getirecektir!" buyurdu. Huzâa kabîlesinin reîsi Büdeyl, Peygamber efendimizin buyurduklarını Kureyş ordugâhına ulaştırmak üzere yola çıktı.
Müşrikler, Büdeyl'den, Resûlullah efendimizin buyurduklarını dinledikten sonra, ileri gelen adamlarından Urve bin Mes’ûd'u, görüşmek üzere Peygamber efendimize gönderdiler. Urve, Kureyş'in hiç kimseyi Mekke'ye sokmamak üzere kesin kararlı olduğunu bildirince, Habîb-i ekrem efendimiz; “Ey Urve! Allah için söyle! Şu kurbanlık develerin kurban edilmelerine, şu Kâbe-i muazzamayı ziyâret ve tavâfa mâni olunur mu?" buyurduktan sonra, Huzâa kabîle reîsine söylediklerini Urve'ye de anlattılar.
Urve, bir taraftan Peygamber efendimizi dinlerken, bir taraftan da Eshâb-ı kirâmın hâl ve hareketlerine, birbirlerine ve Âlemlerin efendisine olan davranışlarına, saygı ve hürmetlerine dikkat ediyordu. Sevgili Peygamberimizin teklifini dinledikten sonra kalktı, Kureyşîlere bunu anlatmak üzere yürüdü. Onların yanına varıp; "Ey Kureyş topluluğu! Benim Kayser, Necâşî, Kisrâ gibi bir çok hükümdârların huzûrlarına elçi olarak gittiğimi bilirsiniz. Yemîn ederim ki, ben, şimdiye kadar, müslümanların, Muhammed'e gösterdikleri hürmet ve saygının hiç bir hükümdâra yapıldığını görmedim. Sahâbîlerinden hiç biri, ondan izin almadıkça konuşmuyor, başından bir kıl düşse, kapıp bereketlenmek için koyunlarında saklıyorlar. Aldığı abdest suyunu, birbirleriyle kapışırcasına paylaşıyorlar. Yanında konuşurlarken, seslerini duyulmayacak kadar kısıyorlar. O'na olan hürmetlerinden, yüzüne bakamıyor ve gözlerini önlerine indiriyorlar. O, Eshâbına bir işâret verse veya bir emirde bulunsa, can behâsına da olsa, yerine getirmeye çalışıyorlar.
Ey Kureyş cemâati! Elinizi ne kadar kılıçlarınıza atsanız, bütün çârelere başvursanız onlar, Peygamberlerinin bir kılını bile size teslim etmezler. Hattâ her hangi bir zararın erişmesine ve O'na kimsenin el sürmesine bile meydan vermezler. Durum budur. Bundan sonrasını iyi düşünün! Hal böyle iken, Muhammed bize iyi bir mütâreke teklif ediyor, bundan faydalanın!" dedi. Kureyşli müşrikler, bu sözleri kabûl etmeyip, Urve'ye kaba davrandılar ve onu darılttılar.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Kureyş karargâhından bir haber gelmeyince, Hırâş bin Ümeyye'yi (radıyallahü anh), tekliflerini tekrar etmek üzere elçi olarak gönderdiler. Müşrikler, İslâm elçisine çok kaba davrandılar. Devesini kesip yediler, kendisini öldürmek için üzerine yürüdüler. Ellerinden zor kurtulan Hırâş bin Ümeyye, Peygamber efendimizin huzûruna gelip durumu anlatınca, elçisine yapılan bu hakârete çok üzüldüler. Bu sırada müşrik karargâhından Ahâbiş kabîlesinin reîsi Huleys göründü. Peygamber efendimize doğru geliyordu. Müşrikler, elçi olarak onu vazifelendirmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz Huleys'in geldiğini görünce; “Bu gelen, kurbana saygı gösteren, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmeye ve ibâdet yapmaya özenen bir kavimdendir. (Ey Eshâbım!) Kurbanlık develeri ona doğru sürünüz de görsün!" buyurdu. Eshâb-ı kirâm, kurbanlık develeri ona doğru salıverdiler ve; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!" diye telbiye getirdiler. Huleys, boyunları bağlı, kulakları işâretli olan kurbanlıkları görünce, uzun uzun baktı. Gözleri doluktu ve; "Müslümanların, Kâbe'yi tavâf ve ziyâretten başka hiç bir niyetleri yok. Onları, bundan men etmek ne kadar kötü bir harekettir! Kâbe'nin Rabbine yemîn ederim ki, Kureyşliler, bu yanlış hareketlerinden dolayı helâk olacaklardır!" demekten kendini alamadı. Bu sözleri işiten Âlemlerin efendisi; “Evet öyledir, ey Kinâne oğullarına mensup olan kardeş" buyurdu. Huleys, utancından Resûlullah efendimizin huzûruna gelemediği gibi, mübârek yüzüne dahî bakamadı. Geri Kureyş karargâhına döndü. Gördüklerini anlatıp; "Sizin, O'nu, Kâbe'yi ziyâretten men etmenizi doğru bulmuyorum" diye fikrini açıkça söyledi. Kureyş müşrikleri çok sinirlendiler ve Huleys'i câhillikle suçladılar.
Müşrikler, bu defâ gaddarlığı ile nam salmış Mikrez bin Hafs'ı elçi gönderdiler. O da cevâbını alarak geri döndü. Mikrez’in elçiliğinden sonra müşrikler, müslumanların âni bir baskın yapmasından korkuya kapıldılar.
Peygamber efendimiz, işi yarıda bırakmak istemiyor ve Kureyşlilerce itibarlı olan bir Eshâbını göndermek istiyordu. Netîcede hazret-i Osman'ın gönderilmesine karar verildi. Sevgili Peygamberimiz, Osman bin Affân'a (radıyallahü anh); “Biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik. Sâdece Kâbe-i muazzamayı tavâf ve ziyâret etmek için gelmiş bulunuyoruz. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz, diye söyle" ve “Onları İslâm’a dâvet et!" buyurdular. Ayrıca, Mekke'de bulunan müslümanlara, Mekke'nin yakın bir zamanda fethedileceğini müjdelemesini de tembih ettiler.
Hazret-i Osman, müşriklerin yanına gidip, Peygamber efendimizin buyurduklarını aynen anlattı. Onlar, hazret-i Osman'ın teklifine de olumsuz cevap verdiler. İstediği takdirde sâdece kendisinin Beytullah'ı tavâf edebileceğini söylediler. Hazret-i Osman ise; "Resûl aleyhisselâm, Beytullah'ı tavâf etmedikçe, ben de etmem!" buyurdu. Buna çok kızan müşrikler, onu alıkoydular. Bu haber, Eshâba; "Osman şehîd edildi!" şeklinde ulaştı. Durumu Peygamber efendimize bildirdiklerinde çok üzüldüler ve; “Bu haber doğru ise, bu kavimle çarpışmadıkça buradan ayrılmayacağız" buyurdular. Sonra orada bulunan Semûre ismindeki ağacın altına oturup; Allahü teâlâ, bana bî’at etmenizi emretti" buyurarak, Eshâbını bî’ate dâvet etti. Kahraman Eshâb, elini, Peygamber efendimizin mübârek eli üzerine koyarak; "Allahü teâlâ, sana zafer ihsân edinceye kadar, önünde çarpışa çarpışa fethi gerçekleştirmek, veya bu uğurda şehîd olmak üzere bî'at ettik!" diye söz verdiler. Peygamber efendimiz, bir elini, diğer elinin üzerine koyarak orada bulunmayan hazret-i Osman namına kendi kendine bîat etti. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi veselfem efendimiz, Eshâbının bu bî'atına çok memnun olup; “Ağaç altında, gerçekten bî'at edenlerden hiç biri, Cehennem’e girmeyecektir" buyurdu. Bu bî’ate, Bî'at-ı Rıdvân denildi.
Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm, artık kılıçlarını çekmiş yerlerinde duramıyor, Resûl aleyhisselâmın bir işâretini bekliyordu.
Bu sırada İslâm karargâhını gözetleyen Kureyş câsusları, mücâhidlerin, sevgili Peygamberimize, bu uğurda şehidlik şerbetini içinceye kadar çarpışmak üzere bî’at ettiklerini ve hazırlık yaptıklarını görmüşlerdi. Derhâl Kureyş karargâhına varıp, olup bitenleri anlattılar.
Peygamber efendimiz, her ihtimâle karşı geceleri, Eshâbını korumak üzere nöbetçiler bırakıyordu. Hazret-i Osman'ın tutuklandığı günlerden bir gece, Mikrez yönetiminde elli kişilik bir müşrik gürûhu, İslâm askerlerini uykuda bastırmak üzere saldırdılar. O gece, Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları nöbet tutuyorlardı. Gelen küffârı kısa bir mücâdeleden sonra kıskıvrak yakaladılar. Sâdece Mikrez kaçabildi. Esirleri, Resûlullah efendimizin huzûruna getirdiler. Bir kısmı hapsedilip, bir kısmı da affedildiler. Müşrikler, ertesi gece de baskın yapmak istediler fakat yine yakalandılar. Peygamber efendimiz, onları da affedip salıverdi.

Kurtar beni yâ Resûlallah!...

İslâm ordusunun, gece-gündüz savaşa hazır durumda beklediğini ve her an saldırabileceklerini anlayan küffâr ordusunun kalbine korku düştü. Andlaşmaktan başka çıkar yol olmadığını görerek, acele bir elçi heyeti seçtiler. Süheyl bin Amr başkanlığında seçilen bu heyete; "Bu sene Mekke'ye girmemeleri şartıyla andlaşma yapın" denildi.
Sevgili Peygamberimiz, Kureyş elçilerini kabûl buyurdu. Elçilerin ilk istekleri, hapsedilmiş adamlarının bırakılması oldu. Âlemlerin efendisi de; “Mekke'de tutukladığınız Eshâbımı bırakmadığınız müddetçe, bu adamlarınızı salıvermem!" buyurdular. Süheyl; "Doğrusu bize, çok adâletli ve insâflı davrandınız" diyerek, Mekke'de tutuklanan hazret-i Osman'ı ve daha önce hapsettikleri on kadar Eshâbın serbest bırakılmasını sağladı. Bundan sonra, baskın sırasında yakalanıp hapsedilen müşrikler serbest bırakıldı.
Uzun konuşmalardan sonra, andlaşmaya varıldı. Sıra yazılmasına gelmişti. Hazret-i Ali kâtip olarak seçildi. Sulh-nâmeyi yazmak üzere kâğıt, divit hazırlandı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Habîbullah efendimiz hazret-i Ali'ye; “Yaz" buyurdu. “Bismillâhirrahmânirrahîm!" Buna Süheyl derhal îtirâz edip; "Yemîn ederim ki, ben Rahmân sözünün ne demek olduğunu bilmiyorum. Böyle yazma; Bismike Allahümme diye yaz! Yoksa barışa yanaşmam!" dedi. Peygamber efendimiz, barışın yapılmasında çok büyük hikmetler görüyordu. Su sebeple; “Bismike Allahümme de güzeldir" buyurdular ve hazret-i Ali'ye böyle yazmasını emrettiler. Yazıldıktan sonra, Peygamber efendimiz“Bu, Muhammed Resûlullah'ın, Süheyl bin Amr ile üzerinde anlaştıkları ve sulh oldukları, şartlarını taraflarca yerine getirmek üzere imzâladığı maddelerdir" buyurduğunda, Süheyl'in, hazret-i Ali'nin etini tuttuğu görüldü ve Peygamber efendimize dönüp; "Yemîn ederiz ki, biz senin Resûlullah olduğunu kabûl etseydik, sana karşı gelmez, Kâbe'yi ziyâret etmene engel olmazdık. Bu sebeple, Resûlullah yerine, Abdullah'ın oğlu Muhammed yaz!" dedi. Peygamber efendimiz, onu da kabûl buyurarak; “Vallahi siz, beni yalanlasanız da, ben yine hiç şüphesiz Allahü teâlânın resûlüyüm. İsmimi ve babamın ismini yazdırmak, benim peygamberliğimi gidermez ki. Yâ Ali! Onu sil, Muhammed bin Abdullah yaz" buyurdular.
Resûlullah kelimesinin silinmesine, Eshâb-ı kirâmdan hiç birinin gönlü râzı olmadı. Bir anda her şeyi unutup; "Yâ Ali! Muhammed Resûlullah yaz, aksi hâlde, bu müşriklerle aramızı ancak kılıç hâlleder!.." dediler. Peygamber efendimiz, Eshâbının bu gayretlerine memnun oldular, fakat mübârek elleriyle susmalarını işâret buyurdular. Hazret-i Ali'ye, silinmesini emir buyurunca, o; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Senin bu mübârek sıfatını silmeye elim varmıyor!..." diyerek özür diledi. Sevgili Peygamberimiz orayı göstermesini istedi. Gösterince elinden alıp, kendi mübârek parmağı ile silerek Abdullah'ın oğlu yazdırdı. Sonra, maddeler yazılmaya başlandı.
1- Andlaşma on yıl geçerli olacak, bu zaman içinde iki taraf birbiriyle harb etmeyecek.
2- Müslümanlar bu sene Kâbe'yi ziyâret etmeyecek. Ancak bir sene sonra ziyâret edebilecekler.
3- Kâbe'yi ziyârete gelen müslümanlar, üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu silâhından başka silâh bulundurmayacaklar.
4- Müslümanlar Kâbe'yi tavâf ederken, Mekkeli müşrikler Kâbe'den dışarı çıkıp onların serbestçe tavâf yapmalarını sağlayacaklar.
5- Kureyşlilerden müslüman olan bir kimse, velîsinden izinsiz Medîne'ye giderse, iade edilecek, Müslümanlardan biri Kureyş tarafına geçerek, Mekke'ye giderse iâde edilmeyecektir. Hazret-i Ömer bu madde için; "Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabûl edecek misin?" diye sorunca; sevgili Peygamberimiz gülümseyerek; “Evet. Bizden onlara gidecek olanları Allahü teâlâ bizden uzak etsin!" buyurdular.
6- Eshâbdan biri, hac veya umre yapmak niyetiyle Mekke'ye gelse, canı ve malı emniyette olacak.
7- Müşriklerden biri, Şam'a, Mısır'a veya başka yere giderken Medîne'ye uğrarsa, onun da canı, malı emniyette olacak.
8- Diğer Arab kabîleleri, istedikleri tarafın himâyesine girebilecekler. Müslümanlar veya müşriklerle birleşmekte serbest olacaklardı.
Sıra andlaşmanın imzâlanmasına gelmişti. O sırada ayaklarındaki zincirleri sürükleye sürükleye İslâm ordusuna doğru bir kimsenin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaştı, yaklaştı; "Beni kurtarın!..." diyerek bağırdı. Bu sesi işiten Kureyş heyeti reîsi, derhal yerinden fırladı. Eline aldığı dikenli ağaç dalını, onun başına yüzüne vurmaya başladı. O, bütün gayretini toplayarak kendini Resûlullah efendimizin mübârek dizleri dibine attı ve; "Kurtar beni yâ Resûlallah!" diye yalvardı. Bu, Mekke'de müslümanlıkla şereflendiği için, babası tarafından zincire vurulmuş bir müslümandı. Her gün ağır işkenceler edilir, putlara tapmaya zorlanrdı. Müşriklerin, Hudeybiye'ye gitmesinden faydalanarak, zincirlerini koparmış, kimseye görünmeden Mekke'den çıkıp, müslümanların arasına kendini atmıştı. Hidayete eren bu mübârek kimse, müşrik heyetinin reîsi Süheyl'in oğlu Ebû Cendel hazretleriydi. Süheyl, Peygamber efendimize, oğlu Ebû Cendel'i (radıyallahü anh) göstererek; "Biraz önce yazdığımız andlaşma gereğince, bana iâde edeceğin ilk adam budur!" dedi. Peygamber efendimiz ve sahâbîler çok müteessir olmuşlardı. Herkes, Resûlullah efendimizin ne cevap vereceğini merâkla bekliyorlardı. Bir tarafta sulh-nâme, bir tarafta işkence altında bulunan bir sahâbî... Âlemlerin efendisi, Süheyl'e; “Biz, bu sulh-nâmeyi daha imzâlamadık!" buyurdu. Süheyl; "Yâ Muhammed! Andlaşmanın maddelerini, oğlum daha buraya gelmeden önce yazıp bitirmiştik. Eğer oğlumu iâde etmezsen, ben de hiç bir zaman sulh-nâmenin altını imzâlamam!" diye inâd etti. Peygamber efendimiz“Onu benim hatırım için andlaşmanın dışında tut" buyurdu ise de müşrikler bunu kabûl etmediler. Süheyl bin Amr, oğlunu çeke çeke götürürken, Ebû Cendel; "Yâ Resûlallah!. Ey müslüman kardeşlerim!... Müslüman olmakla şereflenip size ilticâ ettiğim hâlde, beni müşriklere mi teslim ediyorsunuz. Bana her gün dayanılmaz işkencelerin yapılmasını mı revâ görüyorsunuz? Yâ Resûlallah! Dinimden döndürsünler diye mi beni iâde ediyorsunuz?!..." diye feryâd ediyordu. Bu içler acısı yalvarışa dayanmak çok zordu. Gönülleri yaralanan sahâbîler, ağlamaya başladılar. Merhamet deryâsı, sevgili Peygamberimizin de mübârek gözleri dolmuştu. Süheyl'in yanına varıp; “Gel etme! Onu bana bağışla!" diye ricâ etti. Fakat Süheyl; "İmkansız bağışlamam!" diye cevap verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz“Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret! Sana yapılanlara katlan! Bunların mükâfatını Allahü teâlâdan dile. Allahü teâlâ, sana ve senin gibi zayıf ve kimsesiz müslümanlara muhakkak bir genişlik, bir çıkar yol ihsân edecektir" buyurarak tesellî eyledi ve; “Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz" buyurdu.
Bu içler acısı hâdiseye, heyetteki müşrikler bile dayanamamış ve; "Ey Muhammed! Ebû Cendel'i senin hatırın için biz himâyemize alıyoruz. Ona, Süheyl'in işkence yapmasına meydan vermeyeceğiz!" demişlerdi. Bundan sonra Resûlullah efendimiz ve Eshâb-ı kirâm biraz rahatladılar. (Süheyl bin Amr, Mekke'nin fethinden sonra müslüman olup Eshâb-ı kirâmdan oldu.)
Sulh-nâme iki sûret yazılıp, taraflarca imzâlandı. Müşrikler karargâhlarına döndüler. Müslümanların aleyhlerinde gibi görünen bu maddeler için, Kureyş heyeti çok sevinçli idi. Aksine bu sulh-nâme büyük bir zaferdi ve bu maddeler müslümanların lehine idi. Her şeyden önce, müslümanların bir devlet olduğunu kabûl ediyorlardı. Mekke'den bir müşrik, ticâret veya başka bir şey için Şam'a, Mısır'a giderken Medîne'ye uğrasa, canı malı emniyette olacaktı. Böylece müşrikler müslümanların yaşayışlarını yakından görecek, İslâmın adâleti, Eshâbın birbirlerine olan güzel davranışları karşısında hayran kalacak ve İslâmiyeti seveceklerdi. Netîcede müslüman olup sahâbilerin safları arasına katılacaklardı.
On sene devam etmesi gereken bu andlaşma ile, müslümanlar çoğalacaklar, güçleneceklerdi. İslâmiyet her tarafa yayılacaktı.
Ancak; "Kureyşlilerden biri, müslüman olup Medîne'ye sığınmak isterse, iâde olunacak" maddesi için, Peygamber efendimiz müteessir olmuşlar ve; Allahü teâlâ, onlar için, elbette bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır" buyurmuşlardı…
Artık müşriklerle yapılacak bir iş kalmamıştı. Resûl-i ekremsallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâb-ı kirâma; “Kalkınız! Kurbanlarınızı kesiniz. Başlarınızı tıraş ettikten sonra ihrâmdan çıkınız" buyurdular. Peygamber efendimiz, herkesten önce kurbanını kesti. Sonra kendisini berberi Hırâş bin Ümeyye hazretleri tıraş etti. Eshâb-ı kirâm, o mübârek saçları daha yere düşmeden havada kapıştılar ve bereketlenmek için sakladılar. Sahâbîler de kurbanlarını kesip, bir kısmı saçlarını kazıttı, bir kısmı kısalttırdı.
Hudeybiye'de yirmi gün kadar kalınmıştı. Peygamber efendimiz arkadaşları ile birlikte Medîne'ye dönmek üzere hareket ettiler. Yolda Allahü teâlâPeygamber efendimize Fetih sûresini vahyederek, nîmetini ve yardımlarını tamamlayacağını müjdeledi.
Kâinatın sultânı sallallahü aleyhi ve sellem, muzaffer olarak nûrlu Medîne'yi teşrîf ettiği günlerde, Kureyş'in Sakîf kabîlesinden Ebû Basîr, müslüman olmakla şereflenmişti. Müşriklerin arasında yaşayamayacağını anlayan Ebû Basîr (radıyallahü anh), yaya olarak Medîne'ye geldi. Hudeybiye andlaşmasının gereği olarak da Medîne'den ayrılıp, Kızıldeniz sahilindeki Îs denilen yere yerleşti. Burası, Kureyş müşriklerinin Şam'a gittikleri ticâret yolu üzerinde bulunuyordu. Bundan sonra, Kureyş'ten müslüman olanlar Mekke'yi terkedip, Medîne'ye değil, Îs'e, Ebû Basîr'in (radıyallahü anh) yanına gittiler. Bunlardan ilki Ebû Cendel hazretleriydi. Artık bunun arkası devam etti. Elli kişi, yüz kişi, ikiyüz, üçyüz kişi oldular. Kureyş kervanı Şam'a giderken buradan geçmek mecbûriyetinde kalıyorlardı. Ebû Basîr hazretleri yanındaki müslümanlarla, buradan geçen müşrikleri yakalıyor ve müslüman olmalarını istiyorlardı. Müslüman olmayanlarla çarpışıp, onları güç durumda bırakıyorlardı.
Mekkeli müşrikler, artık Şam ticâret yollarının kesildiğini görüp, Medîne'ye bir heyet gönderdiler. Hudeybiye sulh-nâmesinin, "Kureyşlilerden müslüman olan bir kimse velîsinden izinsiz Medîne'ye giderse iâde edilecek!..." maddesinin kaldırılması için yalvardılar. Peygamber efendimiz merhamet buyurup, onların bu isteklerini kabûl ettiler. Böylece Kureyşlilerin Şam ticâret yolları açılmış oldu. Müslümanlar da sabretmelerinin karşılığında Medîne'ye Peygamber efendimizin yanına geldiler.

Hükümdârlara gönderilen mektuplar:

Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem, Huldeybiye'den döndükten sonra, İslâmın bütün dünyâya yayılmasını, insanların Cehennem azâbından kurtulup, hakikî saâdete kavuşmasını arzu ediyordu. Zirâ O, bütün âleme, rahmet olarak gönderilmişti. Bu sebeple, çevredeki hükümdârlara elçiler gönderip, İslâm’a dâvet etmeyi düşündüler. Dıhye-i Kelbî’yi (radıyallahü anh), Rum; Amr bin Ümeyye'yi (radıyallahü anh), Habeş; Hâtib bin Ebî Beltea'yı (radıyallahü anh), Mısır hükümdârına sefîr olarak vazifelendirdi. Ayrıca aynı vazife ile Salît bin Amr'ı (radıyallahü anh), Yemâme'ye; Şücâ’ bin Vehb'i (radıyallahü anh), Gassân'a; Abdullah bin Huzâfe'yi (radıyallahü anh), İran hükümdârına gönderdiler. Bu elçiler, Eshâb-ı kirâmın en güzîdeleriydi. Suretleri ve sözleri en güzel olanlarıydı. Her bir hükümdâra, ayrı ayrı İslâm’a dâvet mektupları yazıldı. Sevgili Peygamberimiz mektupların altını, gümüş yüzüğünün kaşında üç satır hâlinde yazılı olan, "Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâm" mührü ile mühürledi. Hükümdârlara gönderilecek elçiler, sabah, Peygamber efendimizin bir mûcizesi olarak, gidecekleri devletin lisânını öğrenmiş olarak kalktılar.
Habeşistan'a gidecek olan Amr bin Ümeyye hazretleri, Necâşi Eshame'den, daha önce oraya hicret etmiş bulunan Eshâb-ı kirâmın, Medîne'ye gönderilmesini de isteyecekti. Amr bin Ümeyye (radıyallahü anh), kısa zamanda Habeşistan'a varıp, melik Necâşi Eshame'nin huzûruna çıktı. Necâşi, tahtından aşağı indi; mektubu pek büyük bir hürmet ve muhabbetle aldı. Öptü, yüzüne ve gözüne sürdükten sonra açıp okutturdu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed (aleyhisselâm)dan, Habeş meliki Necâşi Eshame'ye!...
Hidayete tâbi olana selâm olsun!... Ey Hükümdâr! Selâmette olmanı diler, sana olan nîmetlerinden dolayı, Allahü teâlâya hamd ederim. Ondan başka ilâh yoktur. O Melik'tir (bütün kâinatta tasarruf sâhibi yalnız O'dur.) Kuddûs'tür (her türlü ayıp ve kusurlardan berîdir). Selâm'dır (kullarını bütün tehlikelerden selâmette bulundurucudur). Mü’min'dir (emniyet verendir). Müheymin'dir (her şeyi gözetip koruyandır).
Ben şehâdet ederim ki, Îsâ (aleyhisselâm)Allahü teâlânın, çok temiz, iffet sâhibi, her türlü dünyâ hayatından tamamıyla çekilmiş bulunan Meryem'e ilkâ ettiği, rûhu ve kelimesidir. Böylece o, Îsâ'ya hâmile kaldı. Allahü teâlâ, Âdem'i, kudreti ile nasıl yarattı ise, Îsâ'yı da öyle yaratmıştır.
Ey hükümdâr! Ben, seni, eşi ortağı olmayan Allahü teâlâya îmâna, O'na ibâdet etmeye ve bana tâbi olmaya, Allahü teâlânın bana gönderdiklerine inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü, ben, Allahü teâlânın bunları tebliğ etmeye me’mûr resûlüyüm.
Şimdi ben, sana lâzım olan tebligatı yapmış, dünyâ ve âhıret saâdetini sağlayacak nasîhati etmiş bulunuyorum. Nâsîhatimi kabûl ediniz! Hidayete eren, doğru yola kavuşanlara selâm olsun."
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mektubunu, büyük bir edeb ve tevâzû ile dinleyen hükümdâr Eshame, derhal; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" diyerek Kelime-i şehâdet getirdi ve müslüman oldu. Sonra; "Yemîn ederim ki, O, kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanların gelmesini beklediği, önceki peygamberlerin geleceğini müjdelediği peygamberdir.
Eğer yanına gitmeye imkânım olsaydı, muhakkak gider, hizmetiyle şereflenirdim!" dedi. Mektubu, hürmetle güzel bir kutuya koyup; "Bu mektuplar, burada olduğu müddetçe, Habeş'ten hayır ve bereket gitmez" dedi.
Resûlullah efendimiz Necâşi'ye iki mektup göndermişti. Necâşi Eshame, diğer mektupta bildirilen emirleri yerine getirip, sevgili Peygamberimizin mübârek zevcesi Ümmü Habîbe (radıyallahü anhâ) vâlidemizi ve orada bulunan Eshâb-ı kirâmı gemilere bindirip, pek çok hediyelerle Medîne'ye gönderdi. Gönderdiği mektupta îmân ettiğini bildiriyordu.
Hazret-i Dıhye-i Kelbî de, Rum imparatorunu İslâm’a dâvet etmek için vazifelendirilmişti. Mektubu, Busra'daki Gassân hükümdârı Hâris'e verecek, o da Rum İmparatoru Heraklius'a gönderecekti.
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem dâvet mektubunu büyük bir hürmetle alan hazret-i Dıhye, sür’atle Busra'ya geldi. Hâris ile görüşüp durumu anlattı. Hâris, Dıhye'nin (radıyallahü anh) yanına, henüz müslüman olmayan Adiy bin Hâtem'i vererek, o sırada Kudüs'de bulunan Heraklius'a gönderdi. İkisi birlikte Kudüs'e gelip, imparatorla görüşmek üzere temaslarda bulundular. İmparatorun adamları, kendisine; "Kayser'in huzûruna çıktığın zaman, başını eğip yürüyecek, yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe aslâ yerden başını kaldırmayacaksın" dediler. Bu sözler, Dıhye'ye (radıyallahü anh) ağır geldi ve onlara; "Biz müslümanlar, Allahü teâlâdan başka hiç bir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi onun yaratılışına terstir" buyurdu. Bunun üzerine Kayser'in adamları; "O hâlde Kayser, getirdiğin mektubu hiç bir zaman kabûl etmez ve seni huzûrundan kovar" dediler. Dıhye (radıyallahü anh); "Bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, başkasının, kendisine, değil secde etmesine, önünde hafif eğilmesine bile müsâde etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa, ona ilgi gösterir. Huzûruna kabûl buyurur, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için O'na tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir" buyurdu. Bu sözleri dinleyenlerden biri; "Mâdem ki Kayser'e secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine aldığın vazifeyi yerine getirebilmen için, sana başka yol göstereyim. Kayser'in, sarayın önünde, dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar, oralarda dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir yazı varsa önce onu alır okur, sonra istirâhat eder. Sen de şimdi git, mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin" dedi.
Bunun üzerine hazret-i Dıhye, mektubu söylenilen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı ve Arapça bilen bir tercümân istedi. Tercümân, Resûlullah efendimizin mektubunu okumaya başladı. Mektubun en üstünde; “Bismillâhirrahmânirrahîm! Allahü teâlânın Resûlü Muhammed'den (aleyhisselâmRumların büyüğü Herakl'e" diye yazıyordu. Heraklius'un kardeşinin oğlu Yennak, mektubun böyle başlamasına çok kızdı ve tercümânın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu. Tercümân, yumruğun şiddeti ile yere yıkıldı ve mübârek mektup elinden düştü. Heraklius, Yennak'a; "Niçin böyle yaptın!" diye sorunca, o da; "Mektubu görmüyor musun? Mektuba, hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdâr olduğunu söylemeyip; "Rumların büyüğü Herakl'e" demiş. Niçin; "Rumların hükümdârı" diye yazmamış ve önce senin isminle başlamamış? O'nun mektubu bu gün okunmaz" dedi. Bunun üzerine Heraklius: "Vallahi sen ya çok akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemin ederim ki; eğer O, Söylediği gibi resûlullah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben, ancak onların sâhibiyim. Hükümdârları değilim" dedi ve Yennak'ı huzûrundan kovdu. Sonra hıristiyanların en âlimi, reîsi ve kendisinin müşaviri olan Uskûf adındaki kimseyi çağırttı. Mektubu okuttu. Mektubun devamında şöyle buyruluyordu: Allahü teâlânın hidâyetine tâbi olanlara, doğru yola kavuşanlara selâm olsun!" Bundan sonra; (Ey Rumların büyüğü!) Seni İslâm’a dâvet ediyorum, İslâm’ı kabûl et ki, selâmet bulasın. Müslüman ol ki, Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen, bütün Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir! “De ki: “Ey ehl-i kitab (olan yahudi ve hıristiyanlar)! Aramızda ortak olan kelimeye geliniz. O da Allahü teâlâdan başka hiç bir şeye tapınmayız ve O'na hiç bir şeyi ortak etmeyiz. Allahü teâlâyı bırakıp, içimizden hiç kimseyi yaratıcı Rab tanımayız. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse; “Şâhid olunuz. Biz müslümanız" deyiniz." (Âl-i İmrân sûresi: 64)
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mektubu okunurken, Heraklius'un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince; "Süleymân aleyhisselâmdan sonra, ben böyle; "Bismillâhirrahmânirrahîm" diye başlayan bir mektup görmemiştim" dedi. Heraklius, Uskûf'a bu mes’eledeki fikrini sorunca; "Vallahi, O, Mûsâ ve Îsâ'nın aleyhimüsselâm, bize geleceğini müjdelediği peygamberdir. Zâten biz, O'nun gelmesini bekliyorduk" dedi. Heraklius; "Sen bu husûsta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?" diye sordu. Uskûf; "O'na tâbi olmanı uygun görürüm" diye cevap verdi. Heraklius; "Ben, senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat O'na tâbi olup, müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdârlığım gider, hem de beni öldürürler" dedi. Bunun üzerine hazret-i Dıhye'yi ve Adî bin Hâtem'i çağırttı. Adî; "Ey hükümdâr! Davar ve develer sâhibi Arablardan olan şu yanımdaki zât, memleketinde vukû bulan şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor" dedi. Heraklius; "Memleketinizdeki hâdise nedir?" diye sorunca, Dıhye (radıyallahü anh); "Aramızda bir zât zuhûr etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı O'na tâbi olmakta, bir kısmı da karşı koymaktadır. Biz inananlarla, inanmayanlar arasında çarpışmalar olmaktadır" dedi.
Bundan sonra Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırmaya başladı. Şam valisine emir verip Resûl-i ekrem efendimizle aynı soydan bir kişiyi bulmalarını emretti. Bu arada kendisinin dostu olan ve İbrânîce bilen Roma’daki bir âlime de mektup yazıp, bu mes’eleyi sordu. Roma'daki dostundan, bahsettiği zâtın, âhır zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Şam valisi de ticâret için giden bir Kureyş kervanı ile karşılaştı. Bunların içinde, henüz müslüman olmayan Kureyş'in reîsi, Ebû Süfyân da vardı. Ebû Süfyân diyor ki: "Biz Gazze'de bulunduğumuz sırada, Heraklius'un Şam valisi, üzerimize saldırır gibi geldi ve; "Siz, şu Hicaz'daki zâtın kavminden misiniz?" diye sordu. "Evet" dedik. "Haydi, bizimle beraber imparatorun yanına gideceksiniz?" dedi." Ebû Süfyân'la yanındakileri Şam'a götürdü. Şam valisi, Ebû Süfyân'ı ve yanındakileri Heraklius'un yanına çıkardı. Bu sırada, Heraklius Kudüs'te bir kilisede bulunuyordu. Vezîriyle beraber oturmuş ve başına tâcını giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekkeliyi burada kabûl etti.
Tercümân çağırdı ve onlara; "İçinizde, peygamber olduğunu söyleyen zâta, soyca en yakın hanginizdir?" diye sordu. Ebû Süfyân; "O'na, soyca en yakın olan benim" diye cevap verdi. Heraklius; "Akrabâlık dereceniz nedir?" diye sorunca; "Amcamın oğludur" dedi. Heraklius, Ebû Süfyân'ın kendisine yakın getirilmesini istedi ve diğerlerinin de Ebû Süfyân'ın arkasında durmasını söyledi. Ebû Süfyân, ilk önceleri yalan söyledi ise de, hükümdârın tehdidi ile korktu ve yalan söyleyemedi. Sonra aralarında şu konuşma geçti. Heraklius; "Peygamber olduğunu söyleyen zâtın, aranızdaki soyu nasıldır?" diye sordu. Ebû Süfyân; "O, zamanın en iyi soylusudur. Soy bakımından en seçkinimizdir" dedi. Kayser tekrar; "İçinizde ondan önce peygamberlik iddiasında bulunan kimse oldu mu?" Ebû Süfyân; "Olmadı" dedi. Kayser; "O'nun ataları içinde hiç bir hükümdâr gelmiş midir?" Ebû Süfyân; "Hayır" dedi. Kayser; "O'na halkın eşrâfı mı yoksa fakir ve zayıfları mı tâbi oluyorlar. Ebû Süfyân; “O'na tâbi olanlar fakirler, zayıflar, gençler ve kadınlardır. Kavminin yaşlılarından ve eşrâfından tâbi olan pek yoktur" dedi. Kayser; "O'na tâbi olanlar artıyor mu, azalıyor mu?" Ebû Süfyân; "Artıyor." Kayser; "O'nun dînine girdikten sonra beğenmeyerek veya kızarak dönen kimse var mı?" Ebû Süfyân; "Yoktur." Kayser; "Peygamber olduğunu söylemeden, O'nun hiç yalan söylediği görülmüş müdür?" Ebû Süfyân; "Hayır" dedi. Kayser; "O peygamberin hiç ahdini bozduğu, sözünde durmadığı oldu mu?" Ebû Süfyân; "Hayır olmadı. Ancak biz şimdi, onunla bir müddet için çarpışmayı bırakarak andlaşma yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde kendisinin ne yapacağını bilemiyoruz" dedi. Kayser; "O size neyi emrediyor?" diye sorunca, Ebû Süfyân; "Yalnız bir olan Allah'a ibâdet etmeyi, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamayı emrediyor. Atalarımızın taptığı şeylere (putlara) tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakirlere yardım etmeyi, haramlardan sakınmayı, ahde vefâyı, emânete hıyânet etmemeyi ve akrabâyı ziyâreti... emrediyor" dedi.
Kilisede bu konuşmalar olmuş, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek mektubu okunmuştu. Heraklius mektubu öpüp, gözlerine sürdü ve başına koyunca, Rumlar arasında gürültüler çoğaldı. Kayser, Ebû Süfyân ve yanındaki Kureşlilerin dışarı çıkarılmasını emretti. Daha müslüman olmayan Ebû Süfyân (radıyallahü anh), burada yemînle, sevgili Peygamberimizin davasının başarıyla sonuçlanacağına inandığını söylemişti.
Dıhye (radıyallahü anh), Heraklius'un karşısına geçip mübârek güzel yüzü ve tatlı sesi ile; "Ey Kayser! Beni sana Busra'dan bir kimse (Hâris) gönderdi ki, o, senden hayırlıdır. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, beni, ona gönderen zât (Resûlullah) ise, hem ondan, hem senden daha hayırlıdır. Sen, benim sözlerimi alçak gönüllülükle dinleyip, verilen nasîhatleri kabûl etmelisin! Çünkü, alçak gönüllülük edersen, nasîhatleri anlarsın. Nâsîhatleri kabûl etmezsen, insâflı olamazsın!" dedi. Heraklius; "Devam et" deyince, Dıhye (radıyallahü anh); "Öyleyse, ben seni Îsâ aleyhisselâmın kendisine namaz kılmış olduğu Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben seni, önceden Mûsâ aleyhisselâmın, ondan sonra Îsâ aleyhisselâmın, geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu ümmî Peygambere îmâna dâvet ediyorum. Eğer, bu husûsta bir şey biliyor, dünyâ ve âhıret saâdetini kazanmak istiyorsan, onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhıret saâdetini elden kaçırır, küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allahü teâlâ, zâlimleri helâk edici ve nîmetleri değiştiricidir" dedi. Heraklius; "Ben, elime geçen bir yazıyı okumadan, yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Bundan ancak hayır ve iyilik görürüm. Sen bana düşünüp hakîkati buluncaya kadar mühlet ver" dedi. Heraklius, daha sonra hazret-i Dıhye'yi yanına çağırıp, baş başa konuştu. Kalbindekini, şöyle açıkladı: "Ben biliyorum ki, seni gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhır zaman peygamberidir. Yalnız, O'na uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum. Seni, onların içinde en büyük âlimleri ve benden ziyâde îtibâr gösterdikleri bir kimse olan Dagatır'a göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tabidir. Eğer o îmân ederse, Rumların hepsi îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olan ve îtikâdımı açığa vururum."
Bundan sonra Heraklius, bir mektup yazarak Dıhye'ye (radıyallahü anh) verip, Dagatır'a gönderdi. Resûlullah efendimiz, Dagatır'a da mektup göndermişti. Dagatır, mektupları okuyup, Peygamber efendimizin vasıflarını işitince, O'nun, hazret-i Mûsâ'nın ve hazret-i Îsâ'nın geleceğini haber verdikleri âhır zaman peygamberi olduğunda hiç şüphe olmadığını söyledi ve îmân etti. Evine gitti, kapandı ve her pazar yaptığı vâzlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar; "Dagatır'a ne oluyor ki, o Arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor? O'nu istiyoruz!" diye bağırdılar. Dagatır, üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz elbise giydi, elinde asâsı ile kiliseye geldi. Beldenin ahâlisini topladıktan sonra ayağa kalkarak; "Ey Hıristiyanlar! Biliniz ki, bize Ahmed'den (aleyhisselâm) mektup geldi. Bizi hak dîne dâvet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahü teâlânın hak resûlüdür" dedi. Hıristiyanlar bunu işitince, Dagatır'ın üstüne yürüdüler ve döverek şehid ettiler. Dıhye (radıyallahü anh) gelip, durumu Herakliüs'e haber verdi. Heraklius; "Ben sana söylemedim mi? Dagatır, Hıristiyanlar katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katl ederler" dedi.
Buhârî'nin Sahîh'inde zikrettiği ve Zührî'nin rivâyet ettiği haberde ise; "Heraklius, Humus'daki köşkünde Rumların büyüklerini çağırıp kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve; "Ey Rum cemâati! Sizler saâdete, huzûra kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, hazret-i Îsâ'nın söylediğine uymayı ister misiniz?" dedi. Rumlar; "Ey bizim hükümdârımız! Bunları elde etmek için ne yapalım?" diye sordular. Heraklius; "Ey Rum cemâati! Ben, sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana, hazret-i Muhammed'in mektubu geldi. Beni, İslâm dînine dâvet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz peygamberdir. Geliniz, O'na tâbi olup dünyâda ve âhırette selâmet bulalım" dedi. Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip, homurdanarak dışarı kaçmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğundan, çıkamadılar. Heraklius, Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, canından korktu ve; "Ey Rum cemâati! Benim söylediğim sözler, sizlerin, dîninize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dininize bağlılığınızı ve beni sevindiren davranışınızı gözlerimle gördüm" dedi. Bunun üzerine Rumlar, Herakliüs'e secde ettiler ve köşkün kapıları açılınca çıkıp gittiler.
Heraklius, hazret-i Dıhye'yi çağırdı, olanları anlattı. Birbirinden kıymetli hediyeler verdi. Ayrıca Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme bir mektup yazdı. Mektubunu, hazırlattığı hediyeleri, Dıhye (radıyallahü anh) ile sevgili Peygamberimize gönderdi. Herakliüs müslüman olmak istemiş, fakat makâm ve ölüm korkusundan îmân etmemişti. Peygamber efendimize yazdığı mektupta, "Hazret-i Îsâ'nın müjdelediği Allah'ın Resûlü Muhammed'e, Rum hükümdârı Kayser’den, Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki, sen Allah'ın hak resûlüsün. Zâten biz, seni, İncîl’de yazılı bulduk ve hazret-i Îsâ, seni bize müjdelemişti. Rumları sana îmân etmeye dâvet ettimse de buna yanaşmadılar. Beni dinlesderdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum" deniyordu.
Dıhye (radıyallahü anh), Herakliüs'den ayrılıp Hismâ'ya geldi. Yolda Cüzâm vâdilerinden Şenar vâdisinde, Huneyd bin Us, oğlu ve adamları hazret-i Dıhye'yi soydular. Eski elbiselerinden başka nesi varsa aldılar. Bu mevkide, Dübeyb bin Rifâe bin Zeyd ve kavmi İslâmiyeti kabûl etmişlerdi. Dıhye (radıyallahü anh) bunlara gelip olanları anlatınca bunlar, Hüneyd bin Us ve kabîlesinin üzerine yürüyüp, eşyaların hepsini geri aldılar. Daha sonra Resûlullah efendimiz, Zeyd bin Hâris'i (radıyallahü anh) Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. O beldede olanların hepsi îmân etti. Hazret-i Dıhye, Medîne'ye gelince, evine uğramadan doğru Habîb-i ekrem efendimizin kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Peygamberimiz“Kim o?" diye sordu. Dıhye; "Dıhyet-ül Kelbî" dedi. Âlemlerin efendisi; “İçeri gir" buyurdular. Dıhye (radıyallahü anh) içeri girdi ve olanları bütün teferruâtı ile anlattı. Peygamber efendimiz, Herakliüs'ün mektubunu okudu; “Onun için, bir müddet daha (saltanatta) kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir" buyurdu.
Herakliüs, mektubunda Peygamberimize îmân ettiğini yazmış ise de, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Yalan söylüyor. Dininden dönmemiştir" buyurdular. Herakliüs, sevgili Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhâfaza etti. Herakliüs âilesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektup ellerinde bulunduğu müddetçe, saltanatlarının devam edeceğini söyler ve buna inanırlardı. Hakîkaten de öyle olmuştur.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Hâtib bin Ebî Beltea'yı (radıyallahü anh), Mısır hükümdârına göndermeden önce; “Ey Eshâbım! Mükâfâtı Allahü teâlâdan beklemek üzere şu mektubu, Mısır hükümdârına hanginiz götürür?" diye sorunca, hazret-i Hâtib, yerinden fırlayıp ayağa kalktı ve; "Yâ Resûlallah! Ben götürürüm!" dedi. Peygamberimiz de; “Ey Hâtib! Bu vazifeni, Allahü teâlâ senin hakkında mübârek eylesin?" buyurdu.
Hâtib bin Ebî Beltea hazretleri, mektubu sevgili Peygamberimizden aldı. Vedâ edip, evine gitti. Hayvanını hazırladı. Âilesi ile de vedalaştıktan sonra, yola çıktı. Mısır hükümdârı Mukavkıs'ın İskenderiyye'de olduğunu öğrendi ve sarayına ulaştı. İçeriye almadan önce, maksadını öğrenen kapıcı, Hâtib'e (radıyallahü anh) çok hürmet etti. Onu hiç bekletmedi. Mukavkıs, o sırada deniz üzerinde bir gemide adamlarıyla konuşuyordu. Hazret-i Hâtib, bir sandala binip, Mukavkıs'ın bulunduğu yere geldi. Peygamberimizin mektubunu verdi. Mektubu Hâtib'den (radıyallahü anh) alan Mukavkıs, okumaya başladı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlânın kulu ve resûlü Muhammed'den, Kıbt'ın (eski Mısır halkının) büyüğü Mukavkıs'a! Selâm, hidâyete uyanların üzerine olsun. Seni, selâmet bulman için İslâm’a dâvet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın ve Allahü tealdnın iki kat ecrine nâil olasın. Eğer yüz çevirirsen bütün Kıbt'ın günâhı senin üzerinedir. Ey Ehl-i kitâb olan (yahudi ve hıristiyanlar)! Aramızda ortak olan kelimeye geliniz. O da, Allahü teâlâdan başka hiç bir şeye tapınmayız ve O'na hiç bir şeyi ortak etmeyiz. Allahü teâlâyı bırakıp, içimizden hiç kimseyi yaratıcı Rab tanımayız. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse; “Şâhid olunuz. Biz müslümanız" deyiniz!" (Âl-i İmrân sûresi: 64)
Kâinatın sultânının mektubu okununca, Mukavkıs, Hâtib'e (radıyallahü anh); "Hayırlısı olsun!" dedi. Mısır hükümdârı, kumandanlarını, devlet adamlarını toplayıp, Hâtib ile konuşmaya başladı. Dedi ki:
"Anlamak istediğim bâzı şeyleri soracak, bu husûsta seninle konuşacağım." Hazret-i Hâtib; "Buyur, konuşalım!" deyince, Mukavkıs; "Sizi gönderen zâttan bana haber veriniz. O bir peygamber midir? Biraz bahset!" diye sordu. Hazret-i Hâtib de; "Evet, O bir peygamberdir" dedi. Mukavkıs; "O, böyle gerçekten peygamber ise, niçin kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde bedduâ etmedi?"
Hazret-i Hâtib; "Sen, Îsâ bin Meryem aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanıyorsun değil mi? O, kavmi kendisini yakalayıp, öldürmek istediğinde, buna rağmen onlara bedduâ etmedi ve cenâb-ı Hak, onu, dünyâ semâsına kaldırdı. Mükafatlandırdı. Halbuki, kavminin helâki için Allahü teâlâya bedduâ etmesi gerekmez mi idi? O böyle yapmadı" deyince, Mukavkıs; "Çok güzel cevap verdin. Gerçekten sen, hikmet sâhibi zâtın yanından gelen bir hakîmsin. Bu gece yanımızda kal, yarın sana cevâbımı vereyim" dedi. Hâtib (radıyallahü anh), hazret-i Mûsâ zamanındaki Fir’avn'ı kasdederek Mukavkıs'a dedi ki: "Senden önce, burada bir hükümdâr vardı. O halkına karşı; "En büyük ilâh benim!" diyerek Rab olduğunu iddia etmişti. Allahü teâlâ da, onu, dünyâ ve âhıret azâblarıyla cezâlandırdı ve ondan intikâm aldı. Sen bundan ibret al da, başkasına ibret olma!" Mukavkıs; "Bizim için bir din vardır. Biz bu dînimizi, ondan daha hayırlısı olmadıkça bırakmayız" dedi. Hâtib (radıyallahü anh); "Senin bağlı olduğun ve daha hayırlısı olmadıkça bırakmayacağını söylediğin dîninden daha hayırlı olan din, hiç şüphesiz İslâmiyettir. Biz, seni Allahü teâlânın bu son dînine, İslâmiyete dâvet ediyoruz. Allahü teâlâ dînini O'nunla tamamlamış, O'nu insanlara yeterli kılmıştır ve bu kat’îdir. Bu Peygamber yalnız seni değil, bütün insanları İslâm dînine dâvet etti. O zaman Kureyş, O'na, insanların en fazla tepki gösterip, kaba davrananı; yahudiler, en çok düşmanlık edenleri; hıristiyanlar da en yakın olanları oldu. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Mûsâ aleyhisselâmın, Îsâ aleyhisselâmı müjdelemesi, ancak Îsâ aleyhisselâmın Muhammed aleyhisselâmı müjdelemesi gibidir. Binaenaleyh, bizim seni Kur'ân-ı kerîme dâvet etmemiz, senin yahudileri İncîl’e dâvet etmen gibidir. Şüphesiz malûmundur ki, her peygamber kendisini anlayıp idrâk edecek bir kavme gönderilmiştir. Ve o kavmin, bu peygambere itâat etmesi, üzerine vâcib olmuştur. İşte sen de bu peygambere yetişenlerden birisin. Biz seni bu yeni dîne dâvet ediyoruz" buyurdu.
Mukavkıs; "Ben bu peygamberin hâline baktım. Emirlerinde ve yasaklarında aslâ akla uygun olmayan bir şey bulamadım. Anladığım kadarıyla O, sihirbaz, kâhin ve bir yalancı değildir. Peygamberlik alâmetlerinden bâzı hâlleri kendinde buldum. Gizli olan şeyleri meydana çıkarmak, bu alâmetlerdendir. Bâzı sırlardan haber vermek, bu zâttan ortaya çıktı. Hele biraz düşüneyim!" diyerek mühlet istedi.
Mukavkıs, gece Hâtib hazretlerini uyandırıp, Peygamber efendimiz hakkında bir çok sorular daha sormak istediğini bildirdi. Sonra; "O'nun hakkında soracağım şeylere doğru cevap verirsen, üç şey sormak istiyorum" dedi. Hâtib; "İstediğini sor! Ben sana dâimâ doğruyu söyleyeceğim" diye cevap verdi. Mukavkıs; "Muhammed, insanları neye dâvet ediyor?" Hazret-i Hâtib; "Yalnız Allahü teâlâya ibâdet etmeye dâvet ediyor. Gece ve gündüzde beş vakit namazı kılmayı, Ramazân orucunu tutmayı, verilen sözde durmayı emrediyor. Ölmüş hayvan eti yemeyi men ediyor" buyurdu. Mukavkıs; "O'nun şekil ve şemâilini (fizikî görünüşünü) bana târif et!" diye sorunca da; kısaca târif etti. Bir çoğunu saymamıştı. Mukavkıs; "Anlatmadığın daha bâzı şeyler kaldı. Öyle ki, gözlerinde azıcık kırmızılık, arkasında peygamberlik mührü vardır. Kendisi merkebe biner, sof giyer, hurma ve az etli yemekle geçinir. Amcaları veya amcaoğulları tarafından korunur" dediğinde, hazret-i Hâtib; "Bunlar da onun sıfatıdır" dedi. Mukavkıs, Hâtib hazretlerine, Peygamberimiz hakkında; "Sürme kullanır mı?" diye sordu. O da; "Evet! Aynaya bakar, saçını tarar, seferde, hazarda, aynayı, sürmedanlığı, tarağı, misvağı yanından ayırmaz!" dedi. Mukavkıs; "Ben, gelecek bir peygamber kaldığını biliyor ve Şam'dan çıkacağını sanıyordum. Çünkü daha önceki peygamberler hep oradan çıkmışlardı. Gerçi son peygamberin Arabistan'da, sertlik, darlık, yokluk ülkesinde çıkacağını da kitaplarda görmüştüm. Kitaplarda sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamberin ortaya çıkma zamanı da, şüphesiz bu zamandır. Biz, O'nun vasfını; iki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez, hediyeyi kabûl eder, sadakayı kabûl etmez. Fakirlerle, yoksullarla oturur, kalkar! diye kitapta yazılı bulmuştuk. O'na uymak husûsunda Kıptîler beni dinlemezler. Ben saltanatımdan da ayrılamayacağım. Bu husûsta çok cimriyim. O peygamber, ülkelere hâkim olacak, kendisinden sonra da sahâbîleri, bu topraklarımıza kadar gelip konacaklar. En sonunda şuradakilere gâlip geleceklerdir. Ben Kıptîlere bundan ne bir kelime anarım, ne de hiç bir kimseye, bu konuşmamı bildirmek isterim!" dedi. Mukavkıs, Arabca yazan kâtibini çağırdı. Peygamberimizin mektubuna şöyle cevap yazdırdı:
"Abdullah'ın oğlu Muhammed'e, Kıptîlerin büyüğü Mukavkıs'tan! Selâm, senin üzerine olsun. Gönderdiğin mektubunu okudum. Orada zikrettiğin şeyi ve yaptığın dâveti anladım. Ben de bir peygamberin geleceğini biliyordum. Ama onun Şam'dan çıkacağını zannediyordum. Elçine ikrâmda bulundum. Sana Kıptîlerin yanında büyük değeri bulunan iki câriye ile giyecek elbise gönderdim. Bir de binmen için dişi bir katır hediye ettim."
Mukavkıs, bundan başka bir şey yapmadı, müslüman da olmadı. Hazret-i Hâtib'i, Mısır'da beş gün misâfir etti. Çok hürmet gösterip, ikrâmlarda bulundu. Sonra; "Hemen memleketine, sâhibinin yanına dön! O'nun için iki câriye, iki binek hayvanı, bin miskal (Bir miskal 4,8 gr.) altın, yirmi takım Mısır işi ince elbise ve daha başka hediyeler gönderilmesini emrettim. Senin için de, yüz dinâr ve beş takım elbise verilmesini söyledim. Yanımdan ayrılıp git! Sakın, Kıptîler, senin ağzından tek kelime bile işitmesinler!" dedi.
Mukavkıs, Peygamber efendimize, ayrıca billur bir kadeh, kokulu bal, sarık, Mısır'a mahsûs keten kumaşı, öd, misk gibi güzel kokular, baston, bir kutu içinde sürmelik, gül yağı, tarak, makas, misvâk, ayna, iğne ve iplik de hediye etti.
Mukavkıs, İslâm elçisi Hâtib bin Ebî Beltea hazretlerinin yanına, muhâfız askerler katarak gönderdi. Arabistan topraklarına ayak bastıklarında Medîne'ye giden bir kâfileye rastladılar. Hâtib (radıyallahü anh), Mukavkıs'ın askerlerini geri çevirip, o kâfileye katıldı. Hâtib bin Ebî Beltea (radıyallahü anh), hediyelerle Medîne'ye gelip, Resûlullah'ın huzûruna çıktı. Sevgili Peygamberimizsallallahü aleyhi ve sellem, Mukavkıs'ın hediyelerini kabûl etti. Hâtib (radıyallahü anh), Mukavkıs'ın mektubunu verip, sözlerini nakledince, Peygamber efendimiz“Ne kötü adam! Saltanatına kıyamadı. Halbuki îmân etmesine mâni olan saltanatı ise, kendisinde kalmayacak!" buyurdular.
Mukavkıs'ın, Peygamberimize, hediye olarak gönderdiği iki câriye, Mâriye ve kardeşi Sîrîn'di. Hâtib bin Ebî Beltea (radıyallahü anh), yolda bunlara müslüman olmalarını teklif edince, kabûl edip, müslüman olmuşlardı. Peygamber efendimiz, hazret-i Mâriye vâlidemizin müslüman olmasına çok sevinip, onu nikâhıyla şereflendirdiler. Ondan, İbrâhim isminde bir oğlu oldu. Sîrîn'i de (radıyallahü anhâ) Eshâbından Şâir-i Nebî olan Hassân bin Sâbit'e verdiler. En iyi cins ve beyaza çok yakın gri tüylü iki binek hayvanından, katıra Düldül, merkebe de Ufeyr veya Yâfûr adı takıldı. O güne kadar Arabistan'da ak tüylü katır görülmemişti. Müslümanların ilk gördüğü ak tüylü katır, Düldül oldu. Peygamber efendimiz, hediye edilen billûr kadehle su içerdi.
Mukavkıs, Peygamberimizin mektubuna çok hürmet gösterip, fildişinden yapılmış bir kutu içine koydu. Kutuyu mühürledi ve câriyelerinden birine teslim etti. (Adı geçen bu mektup 1267 (m.1850) senesinde, Mısır'ın Ahmin bölgesinde eski bir manastırdaki Kıbt kitapları arasında bulunmuş ve Osmanlı pâdişahı 96. halîfe Sultân Abdülmecîd Han tarafından satın alınarak, İstanbul Topkapı Sarayı, Mukaddes Emânetler Bölümüne konmuştur.
İran hükümdârına, Abdullah bin Huzâfe (radıyallahü anh) gönderilmişti. Hazret-i Abdullah, kibirli İran Kisrâsı'na (şahına), Âlemlerin efendisinin kıymetli mektubunu sunduğunda, okuması için kâtibine verdi.
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed’den (aleyhisselâmFarsların büyüğü Kisrâ'ya..." Kâtip, buraya kadar okumuştu ki, kibirli Şâh’ın kan beynine sıçradı, öfkelendi ve mektubu alıp yırttı. Mektuba, Peygamber efendimizin kendi ism-i şerîfi ile başlamış olmasına son derece hiddetlenmişti. İslâm elçisi Abdullah bin Huzâfe hazretlerini de huzûrundan kovmak istediğinde, hazret-i Abdullah, Kisrâ ve yanında toplanmış bulunan ateşperestlere şöyle dedi: "Ey Acem halkı! Siz, peygamberlere inanmıyor, kitapları kabûl etmiyorsunuz. Üzerinde yaşadığınız şu topraklarda sayılı günlerinizi geçiriyor, bir düş hayatı yaşıyorsunuz!...
Ey Kisrâ! Senden önce nice hükümdârlar, bu tahta oturup, hüküm sürdüler. Allahü teâlânın emirlerini yapanlar, âhıretlerini kazanmış olarak; yapmayanlar da ilâhî azâba uğramış bir hâlde bu dünyâdan göç ettiler!...
Ey Kisrâ! Getirip takdîm ettiğim bu mektup, aslında senin için büyük bir devlet idi. Bunu küçümsedin. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o küçümsediğin din, buraya gelince kaçacak yer arayacaksın!..." Sonra Kisrâ'nın sarayını terkedip hayvanına bindi. Sür'atle oradan uzaklaştı. Medîne'ye gelip durumu Kâinatın sultânına anlattığında; “Allah'ım! O, benim mektubumu nasıl parçaladı ise, sen de onu ve onun mülkünü parçala!..." buyurdular.
Allahü teâlâ, Resûlünün duâsını kabûl etmiş, Kisrâ, oğlu tarafından bir gece hançerlenerek parça parça edilmişti. Hazret-i Ömer zamanında da bütün iran toprakları zaptedilerek müslümanların eline geçti.
Şücâ’ bin Vehb hazretleri de, Gassân hükümdârı Hâris bin Ebî Şimr'e gönderilmişti. Şücâ’ (radıyallahü anh), önce hükümdârın kapıcısı ile görüştü. Onu, İslâm’a dâvet edince kabûl edip, Resûlullah efendimize hürmet ve selâmlarını arz etti. Hiç bekletmeden Hazret-i Şücâ’ı hükümdârla görüştürdü. Hâris bin Ebî Şimr, mektubu okuyunca, öfkelenip yere attı. Hazret-i Şücâ’ derhal Medîne-i münevvereye dönüp, durumu Allahü teâlânın Sevgilisine haber verdi. Sevgili Peygamberimiz, mektubunun yere atılmasma üzüldüler ve; “Saltanatı yok olsun!" buyurdular. Kısa bir süre sonra, Hâris bin Ebî Şimr ölüp devleti parçalandı.
Salît bin Amr (radıyallahü anh), Yemâme hükümdârı Hevze bin Ali'ye gönderilmişti. Hevze, hıristiyandı. Peygamber efendimiz, mektubunda şöyle buyuruyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed’den (aleyhisselâm), Hevze bin Ali'ye!
Hidayete eren, doğru yola kavuşanlara selâm olsun! (Ey Hevze!) Bilesin ki, İslâmiyet, develerin ve atların gidebileceği en uzak yerlere kadar yayılacak, bütün dinlere gâlip gelecektir. Sen de İslâm’ı kabûl et ki, selâmet bulasın. Müslüman olursan, hâkimiyetin altında bulunan yerlerin idâresini yine sana bırakırım..."
Yemâme hükümdârı Hevze, bu mübârek dâveti kabûl etmekten kaçındı. Saltanat sevdası, makam hırsı gözünü bürümüştü. Bu yüzden Kâinatın sultânının duâsına kavuşmak gibi, yüce bir devletten mahrûm kaldı. İslâm elçisi Salit bin Amr hazretleri merhamet edip; "Ey Yemâme hükümdârı olan Hevze! Sen, bu kavmin büyüğüsün! Senin büyük zannettiğin kayserler ölüp toprak olmuşlardır.
Hakîkî büyükler ise, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak, Cennet’i hak eden kimselerdir. Bir topluluk, îmân etmekle şereflenmiş ise, onları kendi bozuk inanışınla, doğru yollarından saptırmaktan sakın!... Doğrusu ben, sana Allahü teâlânın emirlerini yapmanı, yasaklarından sakınmanı tavsiye ederim. Allahü teâlâya îmân edip, emirlerini yaparsan Cennet’e girersin. Şeytana uyarsan Cehennem’de kalırsın.
Eğer bu nasîhatlerimi kabûl edersen, korktuklarından emîn olur, umduklarına kavuşursun. Şâyet nasîhatlerimi reddedersen, artık size yapacağım bir şey kalmamıştır. Gerisini sen düşün!..." dedi.
Hevze, İslâm elçisinin bu güzel nasîhatlerini de dinlemedi. Salît bin Amr (radıyallahü anh), artık Yemâme'de durmanın lüzumsuz olduğunu anlayıp, sür’atle Medîne'ye döndü. Sevgili Peygamberimize netîceyi bildirdi. Resûl-i ekrem efendimiz, onun İslâm’a girme saâdetinden mahrûm olmasına üzüldüler. Kısa bir zaman sonra Hevze'nin ölüm haberi geldi. Saltanat sevdası, makam hırsı, Cehennem çukuru olan kabrinde son buldu. Böylece, altı İslâm elçisi vazifelerini yapmış, zamanın büyük devletlerine İslâmiyetin varlığını duyurmuşlardı. Onlara hakîkî saâdeti haber vermişler, kıyâmet gününde; "Biz duymamıştık" sözlerine yer bırakmamışlardı. Habeş hükümdârı Eshame (radıyallahü anh) müslüman olup, Eshâb-ı kirâmı görmekle, Peygamber efendimizin mübârek duâsına kavuşmakla şereflenmişti. Rum İmparatoru Heraklius ve Mısır sultânı Mukavkıs, müslüman olamamışlar, fakat gelen mektuplara çok hürmet edip yumuşak cevaplar vermişler, elçilere iyi davranmışlar ve Resûlullah efendimize hediyeler göndermişlerdi. Gassân ve İran hükümdârları elçilere iyi davranmamışlar, düşmanlıklarını açıkça belirtmişlerdi. Yemâme hükümdârı ise, İslâm elçisine mülayim davranmıştı.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...