10. Bi'set Yılı |
Hüzün senesi:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem büyük oğlu Kâsım onyedi aylıkken vefât etmişti. Bu acı hâdiseden seneler sonra, diğer oğlu Abdullah da (radıyallahü anh) vefât etti. Resûlullah efendimizin mübârek gözlerinden yaşlar aktığı hâlde dağa dönüp; “Ey dağ! Benim başıma gelen şey, senin başına gelseydi, dayanamaz yıkılırdın!" buyurdular ve üzüntüsünü dile getirdiler. Hazret-i Hadîce vâlidemizin; "Yâ Resûlallah! Onlar şimdi nerededirler?" suâline karşı da; “Onlar, Cennet’tedirler" buyurdu. Kâinatın sultânı sevgili Peygamberimizin iki oğlunun da vefât etmesiyle, müşrikler çok sevindiler. Ebû Cehl gibi kâfirler, bunu fırsat bilerek; "Artık Muhammed ebterdir, nesli kesilmiştir. Neslini devam ettirecek erkek çocuğu kalmamıştır. Kendisi de vefât edince adı sanı unutulacaktır" diye etrâfta yaygara kopardılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Kevser sûresini indirerek Resûlünü tesellî etti. Meâlen; "(Habibim!) Hakikat, biz sana Kevser'i verdik (Kevser havuzunu, pek çok hayrı ihsân ettik). O hâlde Rabbin için namaz kıl. Kurban kes. Doğrusu sana (nesli kesik deyip) dil uzatandır, hayırsız ve nesli kesik... (Sana ebter diyen kimsenin kendisi zürriyetsiz, şerefsiz ve namsızdır. Sana gelince, Habîbim, senin pâk neslin, şân ve şerefin kıyâmet gününe kadar devam edecektir. Âhırette de sana akla gelmeyecek nice büyük şerefler tahsis edilmiştir)" buyruldu.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin oğullarının vefâtından sonraki günlerde Ebû Tâlib hastalandı ve gün geçtikçe hastalığı şiddetlendi. Bunun işiten Kureyşli müşrikler; "Ebû Tâlib hayatta iken, Muhammed'in himâyesine çok gayret etmiş idi. Artık göç etme zamanı yaklaştı. Son vaktinde de olsa bir ziyâretine gidelim. Zirâ Hamza gibi eşi olmayan bir Arab merdânesi ve heybeti, pehlivanlığı ve korkusuzluğu güneş gibi meydanda olan Ömer müslüman oldular. Her geçen gün Arab kabîlelerinden insanlar gelerek bölük bölük O'na tâbi oluyorlar. Böylece müslümanlar günden güne çoğalıyor ve sesleri âlemi tutuyor. Bu vaziyete göre ya bizim onlara tâbi olmamız, veya ceng ve kıtâle hazır olmamız icâbedecektir. Ebû Tâlib'e varıp durumu anlatalım da aramızı bulsun. O'nun dînine taarruz etmeyelim, O da bizim dînimize saldırmasın" düşüncesiyle Ebû Tâlib'in yanına geldiler. Ukbe, Şeybe, Ebû Cehl, Ümeyye bin Halef gibi tanınmış kimseler, Ebû Tâlib'in yastığı üzerine oturdular. Dediler ki: "Senin büyüklüğüne inanıyor, üstünlüğünü kabûl ediyoruz. Bu sebeple sana aslâ muhâlefet etmedik. Korkarız ki, sen öldükten sonra, Muhammed bizimle uğraşır, husûmet aramızda devam eder. Bizi barıştır da birbirimizin dînine taarruz etmeyelim. "Ebû Tâlib, Peygamber efendimizi çağırtıp; "Kureyş'in bütün ileri gelenleri senden, onların dînine karışmamanı ricâ ediyorlar. Bunu kabûl edersen, senin emrinde çalışırlar ve sana yardımcı olurlar" dedi. Âlemlerin efendisi buyurdu ki: “Ey Amca! Ben onları, ancak bir kelimeye dâvet etmek istiyorum ki, o kelime ile bütün Arablar, onlara boyun eğerler. Arab olmayanlar da cizye öderler" buyurdu. Kureyş eşrâfına da; "Evet! Siz, bana bir kelime söyleyiverirseniz, onunla bütün Arablara hâkim olursunuz, Arab olmayanlar da size boyun eğerler" buyurdu. Ebû Cehl; "Olur. Onu on misli olarak söyleriz. Ne imiş o kelime?" dedi.
Resûlullah efendimiz; “Lâ ilâhe illallah" derseniz ve Allahü teâlâdan başka tapmakta olduğunuz putları da kaldırıp atarsanız" buyurunca, müşrikler hemen; "Sen, bizden, bundan başka bir şey iste!..." dediler. Peygamber efendimiz; “Siz, güneşi getirip ellerime koyacak olsanız, ben sizden, bundan başkasını ister değilim" buyurdu. Müşrikler; "Yâ Muhammed! Çok acâib bir teklifte bulunuyorsun. Biz senin hatırına riâyet etmek istiyoruz; sen, bizim hatırımızı hoş etmiyorsun!" dediler ve kalkıp gittiler. Onlar gidince, Ebû Tâlib, Peygamber efendimize; "Senin Kureyş'ten istediğin şey, gâyet yerinde idi. Doğru söyledin" dedi. Amcasının bu sözü, Resûlullah efendimizi ümîdlendirdi ve Ebû Tâlib'in îmâna geleceğini anlayıp; “Ey Amca! Bir kere; “Lâ ilâhe illallah" de! Tâ ki, kıyâmet günü sana şefâat edeyim" buyurdu. Ebû Tâlib; "Halkın, ölmekten korktu da onun için müslüman oldu, diyerek ayıplamalarından korkuyorum. Yoksa, senin hatırını hoş ederdim" diyerek nefsine ağır geldiğini söyledi ve hastalığının git-gide ağırlaşması üzerine vefât etti.
Hazret-i Hadîce vâlidemizin vefâtı:
Resûlullah efendimizin dert ortağı, yirmidört senelik hayat arkadaşı olan mübârek hazret-i Hadîce vâlidemiz de, dert ve üzüntülerle geçen üç senelik muhâsaradan sonra, Hicret’ten üç sene önce, Ramazân ayının başında, 65 yaşında vefât etti. Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, hazret-i Hadîce vâlidemizi kendi mübârek elleriyle defneylediler. Onun ayrılığından, çok hüzünlendiler. Aynı sene içinde hazret-i Hadîce vâlidemizin ve amcası Ebû Tâlib'in vefâtı, Peygamber efendimizi üzüntüye boğmuştu. Bundan dolayı bu seneye Senet-ül-hüzn yâni hüzün senesi denildi.
Hazret-i Hadîce vâlidemizin vefâtı, sevgili Peygamberimizi sarsmış ve haddinden ziyâde üzmüştü. Çünkü en önce îmâna gelen ve Resûlullah efendimizi tasdik eden o idi. Ayrıca O'nun en büyük desteği ve tesellî vereni idi. Herkes düşman iken, o, bütün kalbini açmış ve Peygamberimizin muhabbetiyle dolmuş idi. Bütün malını, servetini nesi varsa İslâmiyet uğruna harcamış, sevgili Peygamberimizin hizmetini görmek için, gecesini gündüzüne katmıştı. Resûlullah'ı hiç bir zaman üzmemiş, aslâ hatırını kırmamıştı. Peygamber efendimiz, bunu zaman zaman anlatır, böylece mübârek hanımlarının fazîletlerini yâd ederlerdi. Bir gün Hazret-i Hadîce, Peygamberimiz dışardayken, O'nu aramak için çıkmıştı. Cebrâil aleyhisselâm insan kıyafetinde hazret-i Hadîce'ye göründü. Hazret-i Hadîce vâlidemiz, ona, Peygamber efendimizi sormak istediyse de, düşmanlardan olma ihtimâlini düşünerek geri döndü. Sevgili Peygamberimizi evde görünce, hâdiseyi anlattı. Fahr-i kâinat efendimiz buyurdu ki: “Senin gördüğün ve beni sormak istediğin o zâtın kim olduğunu biliyor musun? O, Cebrâil (aleyhisselâm) idi. Selâmını sana bildirmemi söyledi. Şunu da sana bildirmemi söyledi ki, Cennet’te senin için incilerden yapılmış bir binâ hazırlanmıştır. Tabii orada böyle üzüntülü, sıkıntılı, zahmetli ve külfetti şeyler bulunmayacaktır."
Eli boynuna yapıştı:
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, insanların en bahtiyârlarından olan Eshâbına, bir benzeri daha bulunmayan sohbetler ederek, onların kalblerini nûrlandırırdı. Gelen âyet-i kerîmeleri izâh eder, anlatılmayan, anlaşılmayan hiç bir şey bırakmazdı. Bu arada müşriklerin de îmâna gelmesi için, toplandıkları yerlere gider, bıkmadan ve yılmadan îmâna dâvet ederdi. Bu duruma, Ebû Cehl ile Velîd bin Mugîre çok kızar; "Bu gidişle Muhammed, herkesi kendi dînine çevirecek, putlarımıza tapan kimse bırakmayacak" derlerdi. Bir gün, bu işi bitirmenin tek çâresi, âlemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimizi öldürmek olduğunda karar kıldılar. Ebû Cehl, Velîd bin Mugîre'yi ve Mahzûm oğullarından bir kaç delikanlıyı yanına alarak Beytullah’a geldi. O anda sevgili Peygamberimiz namaz kılıyordu. Ebû Cehl, eline aldığı bir taş ile hemen ileri atıldı. Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem efendimize, taşı vurmak üzere elini kaldırdığı an, elleri havada hareketsiz kaldı. Hiç bir şey yapamadı ve şaşkına döndü. O hâli ile geldiği yere gitti. Müşriklerin yanına varınca, eli eski hâline döndü ve taş yere düştü. Aynı taşı Mahzûm oğullarından biri kapıp; "Göreceksiniz! O'nu ben öldüreceğim!.." diyerek, Peygamber efendimize doğru yürüdü. Yaklaşınca, bir anda gözü kör olup, etrâfı göremez oldu. Bunun üzerine, Mahzûm oğulları hep birlikte sevgili Peygamberimize doğru ilerlediler. Peygamber efendimize iyice yaklaştıkları an, onu göremez oldular. Fakat mübârek sesini işitiyorlardı. Sesin geldiği yere yürüdüklerinde, ses arkalarından, arkaya döndüklerinde ise, önceki yerden gelmeye başladı. Aynı hâle bir kaç defâ şâhid oldular. Sonunda şaşkına dönüp, Resûlullah efendimize hiç bir şey yapamadan orayı terkettiler. Bunun üzerine, Allahü teâlâ âyet-i kerîme gönderip, meâlen; “Onların önlerine sed çektik. Gözlerini perdeledik. Artık görmezler" buyurdu. (Yâsîn sûresi: 9)
Tâiflileri îmâna dâvet:
Müşrikler, sevgili Peygamberimizden pek çok mûcizeler gördükleri hâlde, inâdlarından îmân etmiyorlar, üstelik müslüman olan çocuklarına, kardeşlerine, akrabâ ve arkadaşlarına eziyet ve zulümden geri kalmıyorlardı. Onların gittikçe şiddetlenen bu zulüm ve işkencelerine, sevgili Peygamberimiz çok üzüldüler. Mekke yakınlarında bulunan Tâif’e giderek, halkını İslâm'a dâvet etmeyi düşündüler. Bu sebeple, yanlarına Zeyd bin Hârise'yi alıp Tâif’e vardılar. Tâif’in ileri gelenlerinden Amr'ın oğulları; Abd-i Yâlîl, Habîb ve Mes’ûd ile görüştüler. Onlara İslâm’ı anlatıp, Allahü teâlâya îmân etmelerini istediler. Onlar îmân etmedikleri gibi, hakârette bulundular, üstelik; "Allahü teâlâ peygamber göndermek için, senden başka kimse bulamadı mı? Allahü teâlâ senden başkasını peygamber göndermeye âciz mi? Memleketimizden çık git de, nereye istersen oraya git!.. Senin kavmin, söylediklerini kabûl etmedi de onun için buraya geldin değil mi? Yemîn ederiz ki, biz de senden uzak duracağız. Hiç bir isteğini kabûl etmeyeceğiz" dediler.
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, onların yanından üzüntü ile ayrıldılar. Sekîf kabîlesini on gün veya bir ay İslâmiyete dâvet ettiler, fakat hiç biri îmân etmediği gibi, ayrıca alay ettiler, işkence yaptılar ve yuhaladılar. Çocukları ve gençleri, geçeceği yol kenarlarına dizerek taşa tuttular ve üzerine saldırttılar. Tâifli gençlerin attığı taşlara, hazret-i Zeyd, vücûdunu siper ederek Peygamberimize bir zarar gelmesini önlemeye çalışıyordu. Zeyd hazretleri, sevgili Peygamberimizin etrâfında dört dönüyor, taşların O'na değmemesi için çırpınıyordu. O'nun mübârek vücûduna bir zarar gelmesin diye kendisine gelen taşlara aldırmıyordu. Canını bu günlerde fedâ etmek için fırsat beklemiyor muydu? İşte, Âlemlerin efendisini taşlıyorlar, eziyet, işkence yaparak yurtlarından çıkarmaya çalışıyorlardı.
Hazret-i Zeyd, Peygamber efendimizi korumak için sağa-sola koşturdukça, taşlar; başına, vücûduna, ayaklarına birbiri peşinden değiyordu. Bu sebeple, hazret-i Zeyd'in her tarafı kan içinde kalmıştı. Sevgili Peygamberini korumak için varını yoğunu harcıyor, taş atan zâlimlere karşı âvâzı çıktığı kadar; "Yapmayın!.. Vurmayın!.. O âlemlerin efendisidir! Resûlullah'tır O!.. Benim vücûdumu parça parça yapın, fakat Peygamberime bir zarar gelmesin!" diye bağırıyordu. Zeyd bin Hârise’yi (radıyallahü anh) aşarak Resûlullah efendimize gelen taşlar, Efendimizin mübârek ayaklarını kan içinde bırakmıştı.
Sevgili Peygamberimiz, üzüntülü, yorgun ve yaralı bir hâlde, Utbe ve Şeybe ismindeki iki kardeşin bağına yaklaştılar. Orada, bütün mü’minlerin canlarını fedâ etmek istediği Resûlullah efendimiz, mübârek ayaklarından akan kanları sildiler. Abdest alıp, ağacın altında iki rekat namaz kıldılar. Sonra mübârek ellerini kaldırıp münâcâtta bulundular.
Bu hâli, bağ sâhipleri seyrediyordu. Resûlullah efendimizin başına gelenleri görmüşler, garibliğine şâhid olmuşlardı. Merhamet damarları harekete geldi. Addâs ismindeki köleleri ile üzüm gönderdiler. Sevgili Peygamberimiz, üzümü yerken Besmele çekti. Üzümü getiren köle hıristiyan idi. Besmeleyi işitince şaşırdı. "Yıllardır buralardayım, kimseden böyle bir söz duymadım. Bu nasıl kelâmdır?" diye sordu.
Resûlullah; “Sen neredensin?" buyurdu. Addâs; "Nineveliyim" dedi. Resûlullah; “Yûnus'un (aleyhisselâm) memleketinden imişsin" buyurdu. Addâs; "Sen Yûnus'u nerden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez" dedi. Resûlullah; “O, benim kardeşimdir. O da, benim gibi peygamber idi" buyurdu.
Addâs; "Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sâhibi yalancı olamaz. Ben inandım ki, sen Allah'ın Resûlüsün" dedi. Müslüman oldu; "Yâ Resûllallah! Yıllardır bu zâlimlere, bu yalancılara kölelik ettim. Herkesin hakkını yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyâlık toplamak ve şehvetlerini tatmin için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gitmek, size hizmetle şereflenmek, câhillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mübârek vücûdunuzu korumak için fedâ olmak istiyorum" dedi.
Resûlullah efendimiz, tebessüm ederek; “Şimdi efendilerinin yanında kal! Az zaman sonra, adımı her yerde işitirsin. O zaman bana gel" buyurdu. Bir müddet istirâhat edip, Mekke'ye yürüdüler. Mekke'ye iki konaklık bir mesâfe kaldığında, bir bulutun kendilerini gölgelemekte olduğunu gördüler. Dikkatle baktıklarında. Cebrâil aleyhisselâm olduğunu anladılar. Bu hâdiseyi sevgili Peygamberimiz, Âişe-i Sıddîka vâlidemize (radıyallahü anhâ) anlatmışlardı.
"Sahîh-i Buhârî"de ve Ahmed bin Hanbel'in "Müsned’inde bildirildi ki: Bir gün Hazret-i Âişe vâlidemiz; "Yâ Resûlallah! Senin başından Uhud gününden daha ızdıraplı bir gün geçti mi?" diye sormuştu da, Resûlullah efendimiz şöyle cevap vermişti: “Vallahi senin kavminden öyle cefâ çektim ki, Uhud Gazâsı’nda bulunan kâfirlerden onu çekmedim. İbn-i Abd-i Yâlîl bin Abd-i Külâl'e nefsimi arz ettiğimde (yani nübüvvetimi bildirip onu dîne dâvet ettiğimde) kabûl etmedi. Yanlarından öyle büyük bir ızdırapla ayrıldım ki, tâ Karn-ı Seâlib denilen yere varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı yukarı kaldırdım. Bir bulutun üzerime gölgesini saldığını gördüm. Baktım ki, bulutun içinde Cebrâil (aleyhisselâm) duruyor. Bana nidâ edip dedi ki: “Yâ Muhammed! Hak teâlâ hazretleri, kavminin senin hakkındaki sözlerini işitti. Seni korumak istemediklerine de vâkıf oldu. Sana, dağlara me’mûr olan şu meleği gönderdi ki, ne istersen ona emredersin." O melek de bana nidâ edip selam verdikten sonra; “Yâ Muhammed! Hak teâlâ hazretleri, Cibrîl'in dediği gibi, dağların meleği olan beni sana gönderdi ki, ne istersen bana emredesin. Emrine âmâdeyim. Eğer şu iki yalçın dağın (Kuaykıan Dağı ile Ebû Kubeys Dağı’nın) Mekkeliler üzerine kapanırcasına birbirine kavuşmasını (ve müşrikleri tamâmiyle ezmesini) istiyorsan, emret kavuşturayım!" dedi. Ben râzı olmadım ve dedim ki: "(Hayır! Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim.)Allahü teâlânın bu müşriklerin sulbünden, yalnız cenâb-ı Hakk'a ibâdet eden ve Allahü telaya hiç bir şeyi ortak koşmayan bir nesil meydana çıkarması için duâ ederim."
Peygamber efendimiz Tâif’den Mekke'ye dönerken, Nahle mevkîinde birazcık istirâhat buyurdular. Bir ara namaza durmuşlardı. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken, sevgili Peygamberimizin okuduğu Kur'ân-ı kerîm âyetlerini duyunca, durup dinlediler. Sonra Peygamber efendimizle görüşüp müslüman oldular. Peygamber efendimiz onlara; “Kavminize varınca, benim îmâna dâvetimi onlara da söyleyin. Onları da îmâna dâvet edin" buyurdu. O cinnîler, kavimlerine gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde Cin sûresinde ve "Buhârî" ve "Müslim" adındaki meşhûr hadîs-i şerîf kitaplarında bildirilmektedir. Bu hâdiseden sonra Mekke'ye yürüdüler.
“Lâ ilâhe illallah" diyerek kurtulunuz...
Habîb-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem efendimiz, Mut'im bin Adî'nin himâyesinde Mekke'ye geldi. İnsanları hak yola dâvet etmeye devam etti. Bu durum karşısında, müşrikler yine azıtıp eskisinden daha çok işkence ve zulüm yapmaya başladılar. Bunun üzerine cenâb-ı Hak, Peygamber efendimize, Kâbe'yi ziyâret mevsiminde, ziyârete gelen Arab kabîleleriyle görüşüp, onları İslâm'a dâvet etmesini emreyledi. Sevgili Peygamberimiz, bu emir üzerine, Mekke civarında kurulan Zülmecâz, Ukâz ve Mecenne panayırlarına giderek, kabîleleri, Allahü teâlânın birliğine ve O'na ibâdet etmeye dâvet eder, kendisinin peygamber olduğunu kabûl etmelerini söylerdi. Kabûl ettikleri takdirde, cenâb-ı Hakk'ın, onlara Cennet’i vereceğini bildirirdi. Peygamber efendimizin, yalvarırcasına yaptığı bu dâvetlere, ne yazık ki, hiç birisi kulak asmaz, bâzıları kaba davranır, hakârette bulunur, bâzıları da suratını asıp kötü sözler sarf ederdi. Kureyş müşrikleri de O'nu tâkib ederek gittikleri kabîleleri ifsâd ederlerdi.
İmâm-ı Ahmed, Beyhekî, Taberânî ve İbn-i İshak'ın bildirdiklerine göre, Rebîa bin Abbad şöyle rivâyet etti. "Genç idim. Babamla beraber Minâ’ya gitmiştik. Resûl aleyhisselâm, Arab kabîlelerinin kondukları yere varır; “Ey filan oğulları! Taptığınız şu putları atarak, Allahü teâlâya hiç bir ortak koşmadan ibâdet etmenizi, bana inanıp beni tasdik etmenizi, Hak teâlâtarafından gönderilmiş olduğum vazifeyi açıklayıp yerine getirinceye kadar beni korumanızı size emreden Allahü teâlânın resûlüyüm!..." buyururdu. Peşi sıra giden şaşı gözlü, örgülü saçlı bir adam da; "Ey filan oğulları! Bu sizi, putlarımız Lât ve Uzzâ'ya tapmaktan men edip, kendisinin uydurduğu bir dîne dâvet ediyor!.. Sakınınız!.. O'nu dinlemeyiniz ve O'na itâat etmeyiniz!.." diyordu. Ben babama; "Bu zâtı tâkib eden kimdir?" diye sordum. "Amcası Ebû Leheb'dir" dedi.
Taberânî, Târık bin Abdullah'dan şöyle rivâyet elti: "Resûl aleyhisselâmı Zülmecâz panayırında görmüştüm. İnsanların duyması için, yüksek sesle; “Ey insanlar! “Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur)" deyiniz de kurtulunuz" buyurarak sesleniyordu. O'nu tâkib eden bir kimse de eline geçirdiği taşları ayaklarına atarak; "Ey cemâat! İnanmayınız!.. O'ndan sakınınız! Çünkü O yalancıdır!.." diyordu. Öyle ki, değen taşlar mübârek ayaklarını kanatmıştı da, O hâlâ yılmadan, yorulmadan dâvetine devam ediyordu. "Bu genç kimdir?" diye sordular. Birisi; "Abdülmuttalîb oğullarından bir gençtir" cevâbını verdi. "Taş atan kim?" diye sorduklarında; "Amcası Ebû Leheb" dedi.
İmâm-ı Buhârî "Târih-ul-Kebîr"inde ve Taberânî "Mu'cem-ül-Kebîr’inde zikr etti: "Müdrik bin Münib, babasından, o da dedesinden nakletti ve dedi ki: "Babamla Minâ’ya gelip konaklamıştık. Bir toplulukla karşılaştık. Bir kimse onlara; “Ey insanlar! “Lâ ilâhe illallah" deyiniz de kurtulunuz" buyuruyordu. Etrâfındaki insanlardan bâzıları O'nun, o güzel yüzüne tükürüyor, bâzıları başına toprak saçıyor, bâzıları da küfredip çeşitli hakâretlerde bulunuyordu. Bu hâl öğleye kadar devam etti. Bu sırada bir kız çocuğu elinde su kabı ile oraya geldi. O'nu o hâlde görünce ağlamaya başladı. O kimse, su içtikten sonra kıza dönüp; “Ey kızım! Baban hakkında; tuzağa düşürülüp öldürülecek, zillete uğrayacak diye korkma!" buyurdu "Bu kimse ve o kız kimdir?" diye sorduk. "Bu, Abdülmuttalîb oğullarından Muhammed'dir, yanındaki de kızı Zeyneb'dir (radıyallahü anhâ)" dediler."
Sa’îd bin Yahyâ bin Sa’îd, "El-Emevî Megâzî’sinde babasından nakletti. O da Ebû Naîm'den, Abdurrahmân Âmirî'den, o da bir çok kimseden rivâyet etti. Dediler ki; sevgili Peygamberimizsallallahü aleyhi ve sellem, bir gün Ukâz panayırına gitti. Benî Âmir kabîlesine varıp, onlara; “Ey Benî Âmir! Sizde, size sığınan kimselere himâye nasıldır?" diye sordular. Onlar da; "Bize hiç kimse laf atamaz, habersiz ateşimizden ısınamaz!.." dediler. Peygamber efendimiz; “Ben, Allahü teâlânın resûlüyüm. Yanınıza geldiğim zaman, Rabbimin, bana verdiği peygamberlik vazifesini insanlara ulaştırıncaya kadar beni korur musunuz?" buyurdu. Onlar; "Sen, Kureyş'ten kimlerdensin?" diye sordular. Efendimiz: “Abdülmuttalîb oğullarındanım" buyurunca, onlar; "Mâdem ki, Abdülmuttalîb oğullarındansın, niçin onlar seni korumuyorlar?" dediler. Resûlullah efendimiz de; “Beni yalanlayanların önde geleni onlar oldular" buyurdu. Benî Âmir topluluğu dediler ki: "Ey Muhammed! Biz seni ne reddederiz, ne de getirdiklerine îmân ederiz. Ancak, sen, peygamberlik vazifeni insanlara ulaştırıncaya kadar seni koruruz." Bunun üzerine Peygamber efendimiz, onların yanına oturdu.
O sırada Benî Âmir'in ileri gelenlerinden Beyhara bin Fâris, panayırda alış verişini bitirip yanlarına geldiğinde, oradakilere, Peygamber efendimizi göstererek; "Bu kimdir?" diye sordu. Onlar da; "Muhammed bin Abdullah'dır" dediler. Beyhara; "Sizin O'nunla ne işiniz var ki, yanınıza oturttunuz?" deyince; "Bize sığındı, Allah'ın resûlü olduğunu söylüyor ve peygamberlik vazifesini insanlara tebliğ edinceye kadar, kendisini korumamızı istiyor" dediler. Bunun üzerine Beyhara, Peygamber efendimize dönüp; "Seni korumağa kalkmamız, bütün Arabların okuna göğsümüzü hedef tutmamız demektir" dedi ve kavmine de; "Yurtlarına, sizden daha kötü bir şeyle dönen bir kabîle yoktur. Demek siz, bütün Arablarla savaşacak, onların okuna vücûdunuzu hedef tutacaksınız ha!.. Eğer kavmi, O'nda bir hayır görseydi, önce kendileri korurdu. Siz, kavminin yalanlayıp yanlarından uzaklaştırdığı kimseyi barındırmaya, O'na yardım etmeye kalkıyorsunuz!.. Çok yanlış düşünüyorsunuz!..." dedi. Sonra sevgili Peygamberimize dönüp; "Derhal aramızdan ayrılıp kavmine dön!.. Yemîn ederim ki, kavmimin arasında olmasaydın, şimdi senin boynunu vururdum!.." demek bedbahtlığında bulundu. Bu sözler üzerine, Âlemlerin efendisi büyük bir üzüntü içerisinde devesine bindi. O küstah Beyhara, Resûlullah efendimizi devesinden düşürdü. Bu hâdiseyi gören Eshâb-ı kirâmdan (radıyallahü anhüm) Dabââ binti Âmir isminde bir hanım feryâd edip; "Allahü teâlânın Habîbine, şu yapılanı nasıl revâ görüyorsunuz? Benim hatırım için Resûlullah'ı bunların elinden kurtaracak yok mudur?" diyerek akrabâlarına seslendi. Amcaoğullarından üç kişi, hemen bahtsız Beyhara'nın üzerine yürüdü. Beyhara'nın kavminden iki kişi ona yardım etmek istediyse de, diğerleri Beyhara'yı ve yardımcılarını hırpalayıp dövdüler. Bu durumu tâkibeden sevgili Peygamberimiz, kendisi için dövüşen o üç kimse için; “Yâ Rabbî! Bu kimselere bereketini ihsân eyle";Beyhara ve yardımcıları için de: “Yâ Rabbî! Bunları da rahmetinden uzaklaştır" diye duâ ettiler. Hayır duâ buyurduğu kimseler, müslüman olmakla şereflenirken, diğerleri de kâfir olarak can verdiler. Benî Âmir kabîlesi mensupları, memleketlerine döndüklerinde, kabîlelerindeki, semâvî kitapları okumuş yaşlı bir kimseye, Mekke'de başlarından geçenleri anlattılar. O kimse, Peygamber efendimizin ismini duyunca; "Ey Benî Âmir! Siz ne yaptınız? İsmâil oğullarından hiç biri şimdiye kadar yalan yere peygamberlik davasında bulunmamıştır. Muhakkak ki, O'nun söylediği doğru ve hak idi. Kaçırılan bu fırsatı artık telâfî etmek çok zordur!.." diyerek onları kınadı.