20 Kasım 2017

1. CİLT ÂDEM ALEYHİSSELÂM

ÂDEM ALEYHİSSELÂM

Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber. Bütün insanların babasıdır. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları, melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydu. Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp salsâl oldu. Pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onunda Cumâ günü rûh verildi. Her şeyin ismi ve faydası bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Bir rivâyette boyu beşyüz zra' (ikiyüzelli metre) idi. Cennet’ten çıkınca altmış zra' oldu. Allahü teâlânın emri ile, bütün melekler, Âdem'e doğru secde etti. Meleklerin hocası olan iblis, emri dinlemeyip secde etmedi. Kırk yaşında iken Firdevs adındaki Cennet’e götürüldü. Cennet’te yâhut daha önce, Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden, hazret-i Havvâ yaratıldı. Allahü teâlâ bunları nikâh etti. Cennet’te, bin yıl kadar yaşayıp, yasak edilen ağaçtan unutarak, önce Havvâ, sonra kendisi, buğday yedikleri için çıkarıldılar. Âdem aleyhisselâm, Hindistan'da, Seylan (Serendip) adasına, Havvâ ise, Cidde'ye indirildi. İkiyüz sene ağlayıp yalvardıktan sonra, tevbe ve duâları kabûl olup, hacca gelmesi emrolundu. Arafat ovasında, Havvâ ile buluştu. Kâbe'yi yaptı. Her yıl hac yaptı. Arafat meydanında veya başka meydanda, kıyâmete kadar gelecek çocukları, belinden zerreler hâlinde çıktı. Bunlara Allahü teâlâ: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Hepsi; (evet) dedi. Sonra, hepsi gelip, Âdem aleyhisselâmın beline girdi. Yâhud, belinden yalnız kendi çocukları çıktı. Her çocuğun belinden, bunun çocukları çıktı. Böylece, herkes, kendi babasından zâhir oldu. Sonra Şam'a geldiler. Burada yirmi defâ ikiz evlâdı, bir defâ da yalnız Şît aleyhisselâm oldu. Neslinden kırkbin kişiyi gördü. Beşyüz yaşında iken bir rivâyete göre de, binbeşyüz yaşında iken evlâdına peygamber oldu. Evlâdı çeşitli dil ile konuştu. Cebrâil “aleyhisselâm” Âdem aleyhisselâma oniki kere gelmiştir. Oruç, günde bir vakit namaz ile gusül abdesti emredildi. Kitap gelip, fizik, kimyâ, tıp, eczâcılık, matematik bilgileri öğretildi. Süryanî, İbranî ve Arabî diller ile kerpiç üstünde çok kitap yazıldı. Âdem aleyhisselâmın hiç sakalı yok idi. İlk sakalı çıkan Şît aleyhisselâmdır. Âdem aleyhisselâm çok güzel olup, siyah saçlı, buğday renkli idi. Havvâ'da böyle idi. Bir rivâyete göre, bin yaşına bir rivâyete göre de ikibin yaşına gelince, onbir gün hasta olup, Cumâ günü vefât etti. Hazret-i Havvâ bir sene, bir rivâyete göre de kırk sene sonra Cidde'de vefât etti. Kabirleri, Kudüs'te veya Minâ'da Mescid-i Hîf'de veya Arafat'tadır. Hayatlarını bildiren rivâyetler de çok farklıdırlar.

Âdem aleyhisselâmın yaratılışı:

Her şeyi yoktan yaratan, yokluktan varlık âlemine getiren Allahü teâlâdır. Allahü teâlânın ilk yarattığı şey peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Herşey Muhammedaleyhisselâmın hürmetine yaratılmıştır. Allahü teâlâ bir hadis-i kudsîde Muhammed aleyhisselâm için; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım” buyurdu. Eshâb-ı kirâmdan Câbir bin Abdullah, “Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın her şeyden evvel, ilk yarattığı şey nedir?” diye sorunca, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel senin peygamberinin yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne levh ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ (gökler) ne arz (yeryüzü), ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.” Allahü teâlâ sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûrunu yarattıktan sonra bu nûrdan âlemleri ve içinde olanları sonra da Âdem aleyhisselâmı yarattı.
Allahü teâlâdan başka her şeye mâ-sivâ veya âlem denir. Şimdi tabîat denilmektedir. Âlemlerin hepsi yok idi. Hepsini Allahü teâlâ yoktan yarattı. Âlemlerin hepsi mümkindir, yâni var da olabilir, yok da olabilir. Âlemler hâdisdir, yâni yok iken var olabilir ve yok iken var olmuştur. “Allahü teâlâ var idi, hiç bir şey yok idi” hadîs-i şerîfi böyle olduğunu göstermektedir. Mevcût, yâni var olan şey ikidir: Biri mümkin, yâni var da olabilir, yok da olabilir. İkincisi vâcib, yâni varlığı lâzım olan vücûddur ve hep vardır. Ezelî ve ebedîdir. Hiç yok olmaz. Yalnız Allahü teâlâ vâcib-ül vücûddur. Eğer, mevcûd, yalnız mümkin olsaydı ve vâcib-ül vücûd bulunmasaydı, hiç bir şey var olamazdı. Çünkü, yok iken var olmak, bir değişiklik, bir olaydır. Fizik bilgisine göre, her cisimde bir olay olması için, bu cisme dışardan bir kuvvetin tesir etmesi, bu kuvvet kaynağının, bu cisimden önce mevcûd olması lâzımdır. Bunun için, mümkin olan mevcûd, kendi kendine var olamaz ve varlıkta duramaz. Ona bir kuvvet tesir etmeseydi, hep yoklukta kalıp, var olamazdı. Kendini var edemiyen, başka mümkinleri elbette halk edemez, yaratamaz. Mümkini yaratanın, vâcib-ül vücûd olması lâzımdır. Âlemin var olması, bunu yoktan var eden bir yaratıcının var olduğunu gösteriyor. Görülüyor ki, hâdis olmayarak ve mümkin olmayarak yâni hep var olarak, bütün mümkinlerin tek yaratıcısı, ancak vâcib-ül vücûddur, yâni Allahü teâlâdır.
Âlemin hâdis olduğunu, yoktan yaratıldığını gösteren bir delil de, âlemin her zaman bozularak değişmesidir. Her şey değişmektedir. Kadîm olan şey ise, hiç değişmez. Cenâb-ı Hakkın zâtı (yani kendisi) ve sıfatları böyledir. Bunlar hiç değişmez. Halbuki âlemde, fizik olaylarında, maddelerin hâl değiştirmesi oluyor. Kimyâ reaksiyonlarında, maddelerin özü, yapısı değişiyor. Cisimlerin yok olarak başka cisimlere döndüğü görülüyor. Bugün yeni bilinen atom değişmelerinde ve çekirdek reaksiyonlarında, madde, element de yok oluyor. Enerjiye dönüyor. Âlemlerin böyle değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuzdan gelemez. Bir başlangıcı olması, yoktan var edilmiş olan ilk maddelerden, elementlerden başlaması lâzımdır. Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ da bütün kemâl sıfatları vardır. O'nun zâtında ve sıfatlarında ve işlerinde hiç bir kusur ve karışıklık ve değişiklik yoktur.
Âdem aleyhisselâm, yaratılmadan önce bütün âlemler ve âlemlerde bulunan şeyler, Âlem-i melekût denilen bütün rûhlar, Âlem-i mülk denilen madde âleminde de Arşı âzam, kürsî, Cennet, Cehennem, yedi kat semâ ve diğer varlıklar, melekler ve cinler yaratılmıştı. Allahü teâlâ meleklere semâyı, cinlere de yeryüzünü mesken kıldı. Cinler yeryüzünde uzun zaman yaşadılar (bir rivâyete göre altmışbin sene). Sonra aralarında hased ve azgınlık baş gösterdi, bozgunculuk yaptılar, kan döktüler. Bunun üzerine Allahü teâlâ dünyâ semâsındaki meleklerden bir orduyu cinlerin üzerine gönderdi. Gönderdiği bu meleklerin başına o zaman henüz isyân etmemiş, doğru yoldan sapmamış olan iblisi (şeytanı) emir tâyin etti. Bu sırada iblisin ismi Azâzil idi. Hepsinden daha âlim idi. Cinler üzerine gönderilen melekler ordusu, cinleri yeryüzünden denizlerdeki adalara ve dağlara sürdüler. Bundan sonra bu melekler yeryüzüne yerleştiler. İblis de bunlar arasında onlara emîr olarak bulundu. Allahü teâlâ iblise yeryüzünün ve göklerin idâresini verdi. Cennet hazînelerine de bekçi kıldı. İblis bâzan yeryüzünde bâzan semâda bâzan da Cennet’te ibâdet ederdi. Bu hâlinden dolayı kendini beğenip kibirlendi ve kendi kendine Allah bana verdiği bu mülk gibi hiç kimseye vermedi. Çünkü, ben diğerlerinden daha üstünüm diyerek isyânına sebep olan kibre kapıldı.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratmayı dileyince, meleklere yeryüzünde bir halîfe yaratacağını bildirdi. Melekler; (Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun?" dediklerinde, “Onlar fesâd çıkarmazlar” demedi. “Sizin bilmediklerinizi ben bilirim, lâyık olmayanları lâyık yaparım! Uzak kalanları yaklaştırırım, zelîl olanları azîz ederim. Siz onların işlerine bakarsınız. Ben kalblerine bakarım. Siz, günahsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar, benim rahmetime sığınırlar. Sizin günahsız olduğunuzu beğendiğim gibi, onların günahlarını affetmeği de severim. Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. Onları, ezelî olan lütfuma kavuşturur, ebedî olan lütfum ile hepsini okşarım” buyurdu. Meleklerin niçin yaratacaksın diye sormaları, yaratmasındaki hikmeti öğrenmek istediklerinden idi. Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “(Ey Habîbim), o vakti hatırla ki, Rabbin meleklere; Ben yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir halîfe (bir insan) yaratacağım demişti. Melekler de; Biz seni hamdinle tesbîh ve zikrinle takdis etmekte olduğumuz hâlde, orada fesâd çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın demişlerdi. Allah; Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim buyurdu.” (Bakara sûresi: 30)
 “(Melekler) de; (Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir ilmimiz yok. Muhakkak sen her şeyi hakkıyla bilensin ve üstün hikmet sâhibisin” dediler.(Bakara sûresi: 32) Melekler, aczlerini böylece îtirâftan sonra, yedi yıl kürsî etrâfında tavâf edip, istiğfârda bulundular.
İbn-i Abbâs'dan ve İbn-i Mes’ûd'dan ve daha birçok sahâbîden şöyle rivâyet edilmiştir: “Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratmayı dileyince, Cebrâil aleyhisselâmı arza, yâni yeryüzüne gönderdi ve yeryüzünden toprak almasını emretti. Cebrâil aleyhisselâm arzdan toprak almaya gidince, arz; “Benden bir parça alıp noksanlaştırmandan Allahü teâlâya sığınırım” dedi. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm yeryüzünden toprak almadan geri döndü ve, “Yâ Rabbî, dünyâ kendinden bir parça toprak alınmasından sana sığındı. Ben de almadan geldiğimden dolayı sana sığınırım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ Mikâil aleyhisselâmı gönderdi. Arz, Mikâil aleyhisselâma da aynı şeyi söyledi. O da toprak almadan dönüp, Allahü teâlâya Cebrâil'in aleyhisselâmsöylediği gibi söyledi. Bundan sonra Allahü teâlâ, melek-ül mevt olan Azrâil aleyhisselâmı yeryüzüne gönderip toprak almasını emretti. Azrâil aleyhisselâm yeryüzüne gidip, toprak alacağı zaman yeryüzü ona da bir şey vermeyeceğini ve Allahü teâlâya sığındığını söyledi. Bunun üzerine Azrâil aleyhisselâm yeryüzüne, “Ben de Rabbimin emrini yerine getirmemekten Rabbime sığınırım” dedi. Sonra yeryüzünün değişik yerlerinden, kırmızı, beyaz, siyah değişik renkte topraklar aldı. İnsanların değişik renkten olması bundandır.” Ahmed bin Hanbel'in bildirdiği hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmı, yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan yarattı. Bu sebeple zürriyetinden siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bâzıları da bu renklerin arasındadır. Bâzısı yumuşak, bâzısı sert, bâzısı hâlis ve temiz oldu.”
Âdem aleyhisselâma “Âdem” denilmesinin sebebi; edîmden, yeryüzü toprağından yaratıldığı içindir. Edîm, Arapça'da yeryüzü toprağı demektir. Bu ismin İbranîcedeki Adama kelimesine dayandığı da rivâyet edilmiştir. Adama kelimesi de İbranîcede toprak mânâsınadır.
Âdem aleyhisselâmın yaratılacağı toprak, yeryüzünün çeşitli yerlerinden alınıp, bir araya toplandıktan sonra, melekler su ile çamur yapıp insan şekline koydular. Allahü teâlâ bu toprağı çeşitli safhalardan ve tavırlardan geçirdi. Önce tîn (çamur) hâline getirilip, bir müddet öylece kaldı ve balçık çamuru oldu. Bu çamur şekil verilecek bir hâl alınca, insan sûretine sokuldu. Bir müddet de bu hâl üzere bekletildi. Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp, salsâl oldu ve pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu ve Muharrem ayının onunda Cumâ günü rûh verildi.
Âdem aleyhisselâmın şekil verilmiş hâli Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yattığı sırada melekler ve iblis (şeytan) onu görmüşlerdi ve ondan korkmuşlardı. Ondan en çok korkan da iblis (şeytan) idi. İblis, Âdem aleyhisselâmın henüz rûh verilmemiş salsâl hâlindeki bedenine dokununca çınlayarak ses çıkardı. İblis, onun, bedenine girip çıkar ve meleklere; “Korkmayınız bunun içi boştur. Eğer ben ona musallat olursam helâk ederim” derdi.
Ahmed bin Hanbel'in (rahmetullahi aleyh) bildirdiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Allahü teâlâ Âdem’in bedenine şekil verip bıraktıktan sonra (henüz rûh verilmeden) İblis, etrâfında dolaşıp ona bakmağa başladı. Onun içini boş görünce; “Bu kendine sâhip olamaz, benim için kolay ele geçirilebilir” dedi.”
Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh verilmeden önce, melekler, Âdem aleyhisselâmın bedenini görüp, ondaki uygunluğa, ahenge ve ilâhî san’ata hayran kaldılar. Allahü teâlâ bundan güzel bir şey halk etti mi acaba dediler.
İblis, Âdem aleyhisselâmın rûh verilmemiş hâlindeki bedenini görünce, meleklere; “Eğer o sizden üstün, fazîletli kılınırsa ve ona hürmet etmeniz emredilirse ne yaparsınız?” dedi. Melekler; “Biz Rabbimizin emrine uyarız” dediler. İblis ise kendi kendine; “Eğer ona hürmet etmem emrolunursa isyân ederim” dedi.
Ebû Ya’la'nın ve Buharî'nin, Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Şüphesiz ki Allahü teâlâ Âdem'i topraktan yarattı. Âdem aleyhisselâmı yaratacağı toprağı tin (çamur) hâline sokup, hame-i mesnûn (balçık çamuru) oluncaya kadar bekletti. Sonra ona şekil verip, salsâlün kelfehhar (pişmiş kerpiç gibi)oluncaya kadar bekletti. Şeytan, Âdem aleyhisselâmın bedeninin rûh verilmemiş bu hâlini görüp, yanına vardıkça, “Şüphesiz sen büyük bir iş için yaratıldın” derdi. Sonra Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh verdi. Rûh önce gözüne ve genizlerine sirayet etti. Genzine sirayet edince aksırdı. Allahü teâlâ onu rahmetiyle karşılayıp; “Rabbin sana merhamet etsin”buyurdu...”
Kur’an-ı Kerimde meâlen buyruldu ki: “And olsun ki, biz insanı hame-i mesnûn (balçık çamuru) olan salsâldan (suret verilmiş, pişmemiş kuru çamurdan) yarattık.” (Hicr sûresi: 26)
“Muhakkak ki, Îsâ'nın hâli de (yani babasız dünyâya gelişi de) Allah indinde, Âdem'in hâli gibidir. Onu topraktan yarattı sonra ona "Ol" dedi o da (can gelip) oluverdi.” (Âl-i İmrân sûresi: 59)
Müslim'in bildirdiği hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “Allahü teâlâ, yeri (arzı) Cumartesi günü yaratmış, yer üzerinde dağları Pazar günü, ağaçları Pazartesi günü, sevilen şeyleri Salı günü, nûru Çarşamba günü yarattı. Yerin üzerine hayvanları Perşembe günü yaymıştır. Âdem aleyhisselâmı da Cumâ günü ikindiden sonra mahlûkâtın en sonunda ve Cumâ saatlerinin nihâyetinde, ikindi ile akşam arasında yarattı.”
Yine Müslim'in bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün Cumâ günüdür. Âdem o gün yaratıldı, o gün Cennet’e konuldu ve o gün Cennet’ten çıkarıldı. Kıyâmet de ancak Cumâ günü kopacaktır” buyruldu.
Allahü teâlâ, toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları, bitki fabrikasında, yâni bitkilerde proteinlere (yumurta akı maddelerine) döndürmekte, bu nebâti proteinleri de, hayvan vücûdunda, ete ve kemiğe ve aza yâni organ şekline çevirmektedir. Bugün fen bunu anlayabildiği gibi, katalizör ismi verilen maddeler yardımı ile, binlerce sene sürecek olan kimya reaksiyonları, bir saniyede, pek çabuk yapılabilmektedir. Allahü teâlânın, toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiğini, bugünkü bilgimize göre, bir anda çevireceği, fen yolu ile kolayca anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, toprak maddelerini bir anda organik hâle çevirip, rûhu bir bedene bağlayarak Âdem aleyhisselâmı yarattığı gibi, kıyâmette de, elemanları, bir anda bir araya toplayıp, insan vücûdunu yapacak ve zâten mevcût olan önceki rûhları, bu vücutlara verecektir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demektir. Kıyâmette, her şeyle beraber, rûhlar da yok edilip tekrar yaratılacaktır. Bugün, fizik, kimya, fizyoloji ve astronomi gibi ilimlerde Allahü teâlânın kudretini iyi anlayan, zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmette bütün insan ve hayvanların topraktan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak, kolayca anlayabilir.
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh verince, rûhun cesede sirâyet ettiği yerler canlanıp, ete dönüştü. Önce başına sirâyet etti ve Âdem aleyhisselâm aksırdı. Melekler, “Elhamdülillah de!” dediler. Âdem aleyhisselâm da; “Elhamdülillah” dedi. Yine rivâyete göre aksırınca, Allahü teâlâ ona Elhamdülillah; yâni âlemlerin Rabbi'ne hamdolsun demesini ilham etti ve aksırdıkça böyle dedi. Rûh, Âdem aleyhisselâmın gözlerine sirâyet edince, Cennet’in meyvelerini gördü. Midesine yürüyünce o meyvelerden yemeyi arzu edip, rûh henüz ayaklarına gelmediği hâlde doğrulup kalkmak istedi. Bu sebeple Allahü teâlâ, “İnsan aceleci olarak yaratılmış” buyurdu. (Enbiyâ sûresi: 37)
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın bedenine rûh vermeden önce, meleklere, ona rûh verdiğim zaman hepiniz ona karşı secde edin buyurdu. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde bildirilmiş olup meâlen şöyledir: “Rabbin o vakit meleklere şöyle demişti: Ben çamurdan bir insan (Âdem'i) yaratacağım. Onun yaratılışını tamamlayıp da tarafımdan ona rûh verdiğim zaman, hemen ona (hürmet için) secdeye kapanın. Bunun üzerine melekler hep birden secde ettiler.” (Sâd sûresi: 71, 72. 73)
“Gerçekten ilk defâ sizi (ruhlarınızı) yarattık, sonra size şekil verdik ve sonra da meleklere Âdem'e secde edin dedik. İblis'ten başka bütün melekler hemen secde ettiler. O (iblis) secde edicilerden olmadı.” (A’râf sûresi: 11)
“Onu hatırla ki, meleklere, Âdem'e secde edin demiştik de bütün melekler secde etmişlerdi. Ancak İblis secde etmekten yüz çevirip kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara sûresi: 34)
“Bir vakit meleklere Âdem'e hürmet için secde edin demiştik de hepsi secde ettiler. İblis müstesna, o imtinâ etti.” (Tâhâ sûresi: 116)
Âdem aleyhisselâma rûh verilip, canlanıp ayağa kalkınca, Allahü teâlânın emri üzerine melekler ona karşı secde ettiler. Rivâyete göre bu secde eğilmek sûretiyle yapılmıştır. Meleklerin Âdem aleyhisselâma karşı olan bu secdesi, namazda Allahü teâlânın emriyle Kâbe'ye yönelip secde etmek gibidir. Önce Cebrâil aleyhisselâm, sonra Mikâil aleyhisselâm, sonra İsrâfil aleyhisselâm, sonra Azrâil aleyhisselâm sonra da Mukarrebun denilen melekler secde etmiştir. Ömer bin Abdülaziz’den rivâyet edildiğine göre, en önce secde eden İsrâfil aleyhisselâm olmuştur. Âdem aleyhisselâma karşı meleklerin secde etmelerinin emredilmesi, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru bulunduğu için idi.
İblis (şeytan) kibirlenip, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmedi. “O çamurdan yaratıldı. Ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm.” diye iddiada bulundu. Bundan dolayı, huzûr-u ilâhîden kovuldu. İsmi de kovulmuş, uzaklaştırılmış mânâsında şeytan kaldı.
Ka’b-ül-Ahbâr'dan şöyle rivâyet edilmiştir: “İblis-i laîn, kırkbin sene Cennet’te bekçilik yaptı. Seksenbin sene melekler arasında bulundu. Sonra yirmibin sene meleklere vâz etti. Kerûbiyyun denilen meleklerin üstünlerine otuzbin sene vâz etti. Rûhaniyyun denilen meleklerin de en üstünlerine binsene vâz etti. Arş-ı âlânın etrâfında ondörtbin sene tavâf yaptı. İblisin o zaman, dünyâ semâsında ismi Âbid, ikinci kat semâda Zâhid, üçüncü kat semâda Ârif, dördüncü kat semâda Velî, beşinci kat semâda Takî (muttakî), altıncı kat semâda Hâzin, yedinci kat semâda ise Azâzilidi. Fakat ismi Levh-i mahfûz'da İblis şeklinde yazılı olup, âkıbetinden yâni son hâlinden gâfil idi. İblis, Arapça'da İblâs masdarından olup, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmek mânâsınadır.
Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Allah, İblis’e; “Ben sana secde ile emretmiş iken seni secde etmekten alıkoyan neydi?” buyurdu. İblis şöyle dedi; “Ben Âdem'den hayırlıyım, çünkü beni ateşten yarattın onu çamurdan yarattın.” (A’râf sûresi: 12)
“Yine hatırla ki, bir vakit meleklere, Âdem için secde edin demiştik de onlar hemen secde etmişlerdi. Fakat İblis secde etmemiş şöyle demişti: “Ben, çamur hâlinde yarattığın bir kimseye secde eder miyim.” (İsrâ sûresi: 61)
“Yine hatırla o vakit ki, biz meleklere, Âdem için secde edin, demiştik de hemen secde ettiler; yalnız İblis cinden idi de Rabbi'nin emrinden çıktı. Şimdi (ey insanoğulları), beni bırakıp da İblisi ve onun zürriyetini kendinize dostlar edinir misiniz ki, onların hepsi size düşmandır. Zâlimlerin, İblis ve zürriyetine itâati, Allahü teâlâya itâate bedel tutmaları ne kötü bir şeydir.” (Kehf sûresi: 50)
“(Allah, İblis’e şöyle) buyurdu: “Ey İblis! Bizzât kudretimle yarattığıma secde etmene, sana hangi şey engel oldu? Kibirlenmek mi istedin yoksa yücelenenden mi oldun?”(Sâd sûresi: 75)
“(İblis şöyle) dedi, ben ondan daha hayırlıyım, beni bir ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (Sâd sûresi: 76)
“(Allah) buyurdu ki, hemen oradan (Cennet’ten) çık! Çünkü sen (benim rahmetimden) koğulmuşsun ve muhakkak sûrette hesap gününe kadar lânetim senin üzerindedir.” (Sâd sûresi: 78)
İblis (şeytan) kendini üstün görüp, kibirlenerek Allahü teâlânın emrine uymayınca, gadab-ı ilâhiyeye uğradı ve kovuldu. Bunun üzerine helâk edileceğinden korkarak kıyâmete kadar ömür ve mühlet istedi. Allahü teâlâ ona mühlet verdi. Şeytan; “Öyle ise mâdem ki ben azgınlığa müptelâ oldum. Yemin olsun ki, insanların doğru yolunda pusu kurup oturacağım, onların ön ve arkalarından, sağ ve sollarından musallat olacağım. Sen onların çoğunu şükredici kimseler bulamayacaksın. Yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim. Hâlis kulların hariç onların hepsini saptıracağım.” dedi. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir:
“Rabbinin meleklere şöyle dediği vakti hatırla, ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir insan yaratacağım.”
“Ben onun yaratılışını tamamlayıp rûh verdiğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.”
“Bunun üzerine melekler hep birden secde ettiler.”
“Ancak iblis, secde edenlerle beraber olmaktan çekindi.”
Allahü teâlâ buyurdu ki, ey İblis, sen neden secde edenlerle beraber olmadın?”
“İblis şöyle dedi; kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana, benim secde etmem doğru olmaz.”
Allahü teâlâ buyurdu ki, o hâlde Cennet’ten çık. Çünkü sen koğulmuşsun.”
“Şüphe yok ki, lânet kıyâmet gününe kadar senin üzerinedir.”
“İblis; “Rabbim, öyle ise, insanların kabirlerinden kaldırılacakları güne (kıyâmete) kadar bana mühlet ver” dedi.”
Allahü teâlâ buyurdu ki, sen mühlet verilenlerdensin.”
“Allah katında bilinen bir vaktin gününe kadar... (Birinci sûra kadar)”
“İblis şöyle dedi; “Rabbim, beni azdırmana yemin ederim ki, muhakkak sûrette ben, yeryüzünde kullara (sana isyânı ve dünyâyı) süsleyeceğim, elbette onların hepsini azdıracağım.”
“Ancak içlerinden muhlas olan mü’minler müstesnâ.”
“Allahü teâlâ şöyle buyurdu; “İşte (ihlaslı mü’minleri azıtamayacağına dair) bu dediğin söz, bana âit gerçek bir yoldur.”
“Azgın olanlardan sana uyan müstesnâ, kullarımın üzerine aslâ senin hiç bir hükmün yoktur.”
“Şüphesiz Cehennem de, o azgınların hepsinin vâd olunan yeridir.” (Hicr sûresi: 28-43)
“(İblis şöyle dedi); öyle ise, izzet ve kudretine yemin ederim ki, onların hepsini muhakkak azdıracağım. Ancak içlerinden muhlas olan kulların müstesnâ...” (Sâd sûresi: 82-83)
“Doğrusu benim o gerçek kullarım var ya! Senin (ey iblis) onlar üzerine hiçbir tasallutun yoktur. Rabbin ise vekil olarak yeter.” (İsrâ sûresi: 66)
“(Allahü teâlâ, İblis’e şöyle) buyurdu; ben hakkı yerine getiririm ve hep doğruyu söylerim. And olsun ki, Cehennem’i senden (türeyenler) ve âdemoğullarının içinden sana uyanların hepsi ile dolduracağım.” (Sâd sûresi: 84-86)
Ebû Nuâymın bildirdiği hadîs-i şerîfte de şöyle buyruldu:
“İblis, Rabbine dedi ki, izzetin ve Celâlin hakkı için, canları bedenlerinde bulundukça Âdemoğlunu azdıracağım. Allahü teâlâ da buyurdu ki; “Onlar benden mağfiret istedikleri müddetçe, ben de onları mağfiret edeceğim.”
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmı en güzel bir sûrette yaratıp ona rûh verdikten sonra her şeyin ismini ve faydasını öğretti. Âdem aleyhisselâma öğretilen şeyler husûsunda çeşitli rivâyetler yapılmıştır. İbn-i Abbâs'dan şöyle nakledilmiştir: “Allahü teâlâ yeryüzünde insanların bildiği bütün eşyânın isimlerini Âdem aleyhisselâma öğretmiştir. Meselâ, insan, hayvan, vadi, dağ, ova, tepe ve buna benzer isimleri, hattâ karanlık ve uzunluğu da öğretti.” Mücâhid hazretlerinden ve Sa'id bin Cübeyr'den de böyle rivâyet edilmiştir. Âdem aleyhisselâma öğretilen bilgiler husûsunda bâzı âlimler de olmuş ve kıyâmete kadar yaratılacak şeylerin ismi ve her şeyin sıfatı demişlerdir. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma bütün eşyanın ismini, hakîkatini, husûsiyetlerini, yeryüzünde onlardan tam istifâde etmesi için öğretti. Böylece meleklerden üstün oldu. Bu husûslar Kur’an-ı kerîmde şöyle bildirilmiştir: “Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyâyı meleklere gösterip; “Eğer sâdıklarsanız bunların isimlerini bana haber verin” buyurdu. Melekler; “Biz seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka, hiç bir ilmimiz yok. Muhakkak sen her şeyi hakkıyla bilensin, üstün hikmet sâhibisin” dediler. Allah, Âdem'e, “Ey Âdem! Eşyanın ismini meleklere haber ver” buyurdu. Âdem aleyhisselâm da meleklere, o isimleri haber verince, Allahü teâlâ, “Ben size demedim mi ki, göklerin ve yerin gayblerini ben bilirim. Açıkladığınızı da gizlediğinizi de elbet ben bilirim” buyurdu.” (Bakara sûresi: 30, 32, 33)

Âdem aleyhisselâmın Cennet’e girmesi:

Âdem aleyhisselâm kırk yaşında iken Firdevs adındaki Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, peygamberler sayısınca kürsîler konulmuş gördü. Her birinde ayrı ayrı oturdu ve her kürsîde oturdukça, o peygamberin nûru alnında parlıyordu. En son Muhammed aleyhisselâmın kürsîsinde oturdu. Melekler yetmişbin adet nûrdan meşaleyi başı üzerinde tuttular. O kadar aydınlık oldu ki evvelki nûrların hiç birisi kalmadı. Her biri görünmez olup güneş çıkınca yıldızların kaybolması gibi oldu. Bu hâl Âdem aleyhisselâmın Muhammed aleyhisselâma muhabbetini arttırdı.

Hazret-i Havvâ'nın yaratılması:

Âdem aleyhisselâm Cennet’e girince, Cennet yemeklerine ve meyvelerine rağbet eyledi. Cennet bağlarını, bahçelerini ve Cennet köşklerini dolaşmaya başladı. Canı her ne isterse hemen hazır olurdu. Lâkin yaratılışı icâbı olarak, kendi cinsinden arkadaş bulup onunla yakınlık kurmak istedi. Bu düşüncede iken uyuyuverdi. O esnâda Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ'yı yarattı. Âdem aleyhisselâm uykudan uyanınca başucunda ayakta duran bir kadın gördü ve ona; “Sen kimsin? Niçin yaratıldın?” dedi. O da, “Ben sana zevce olarak yaratıldım.” diye cevap verdi.
Hazret-i Havvâ vâlidemizin yaratılmasından Âdem aleyhisselâmın hiç haberi olmadı. Hazret-i Havvâ, Âdem aleyhisselâm sûretinde, onun boyunda, onun şeklinde ve renginde idi.
Buharî ve Müslim'in, Ebû Hüreyre'den rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Kadınlar ile iyi geçinmenizi tavsiye ederim. Çünkü onlar (kadınlar), Âdem'in kaburga kemiğinden yaratıldı” buyruldu.
Allahü teâlâ, Hazret-i Havvâ'yı yarattıktan sonra Âdem aleyhisselâm ile nikâh etti. Rivâyete göre melekler; “Ey Âdem (aleyhisselâm) mihrini ver” dediler. “Mihri nedir?” deyince; “Onun mihri üç defâ veya yirmi defâ Muhammed aleyhisselâma salât okumandır” dediler. Bu, mihir için verilen bir mal değildi. Bundan maksat her şeyin yaratılmasına sebep olan Muhammed aleyhisselâmın üstünlüğünü bildirmek için idi. Çünkü, her şey O'nun yüzü suyu hürmetine yaratıldı.
Kur’an-ı kerîmde şöyle buyruldu: “Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan (Hazret-i Âdem'den) yaratan, o şahıstan da zevcesini (Hazret-i Havvâ'yı) vücûda getiren, ikisinden de birçok erkeklerle kadınlar halkeden Rabbinizden korkun ve günah işlemekten sakının..” (Nisâ sûresi: 1)
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma Hazret-i Havvâ ile birlikte Cennet’te yerleşmelerini ve Cennet’in meyvelerinden diledikleri kadar yemelerini bildirdi. Fakat Cennet’te bir ağaç için, bu ağaca yaklaşmayın, bundan yemeyin buyurdu. Onu yasakladı ve bundan yerseniz zahmete düşer, bedbaht olursunuz buyurdu. Âdem aleyhisselâm, Hazret-i Havvâ ile Cennet’te iken şeytan onlara düşmanlık besleyip, aldatmak ve öç almak için harekete geçti. Bu husûslarda Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“Ve biz demiştik ki, ey Âdem sen zevcenle Cennet’te kal. Onun (Cennet’in) nîmetlerinden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa (nefslerine)zulmedenlerden olursunuz.” (Bakara sûresi: 35)
“Ey Âdem! Sen zevcenle birlikte Cennet’te kal, ikiniz de dilediğiniz nîmetlerden bol bol yiyiniz. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, sonra zâlimlerden olursunuz.” (A’râf sûresi: 17)
“Bir vakit meleklere, Âdem'e hürmet için secde edin demiştik de hepsi secde ettiler; İblis müstesna, o imtina etmişti. Biz de Âdem'e şöyle demiştik: Muhakkak bu (İblis), sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet’ten çıkarmasın, sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman (ancak) Cennet’tedir. Ve sen orada susamazsın, güneşte yanmazsın.” (Tâhâ sûresi: 116-119)
Şeytan, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeyip kibirlenmesi sebebiyle gadab-ı ilâhiyyeye uğradığı için, Âdem aleyhisselâma ve Hazret-i Havvâ'ya düşmanlık besleyip, onları içinde bulundukları nîmetten mahrûm etmek istiyordu. Bunun için hîle düşünüyor, onları yanıltma yolları arıyordu. Onlara kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden yedirmeyi ve böylece Cennet’ten çıkarılmalarını istiyordu. Bu iş için onları Cennet’in dışından gözetleyerek fırsat kolluyordu. Bir defâsında Âdem aleyhisselâm ile Hazret-i Havvâ, Cennet’in kapısının yakınında dolaşırken, şeytan onların dikkatini çekti. Sonra da onlarla konuşmaya başladı. Bir rivâyete göre de önce, dikkatlerini çekmek için karşılarında ağlayıp sızlayarak feryâdını duyurdu. Böylece Âdem aleyhisselâm ile Hazret-i Havvâ'nın dikkatini çekmişti. Neden böyle feryâd ediyorsun dediklerinde, ben sizin öleceğinize ve bu sebepten de içinde bulunduğunuz nîmetlerden ayrılacağınıza ağlamaktayım diye cevap verdi. Sonra sözüne devam edip; “Size ebedîlik ağacına delâlet edeyim mi? Eğer o ağaçtan yerseniz iki melek olursunuz ve Cennet’te devamlı kalırsınız, sona ermeyen bir devlete kavuşursunuz” dedi. “Ayrıca ben muhakkak sizin iyiliğinizi istiyorum” diyerek yemin etti. Şeytanın bu sözleri ve yemini üzerine Hazret-i Havvâ ile Âdem aleyhisselâm onun kendilerine düşman olduğunu unuttular. Önce Hazret-i Havvâ, sonrada onun teşviki ile unutarak Âdem aleyhisselâm, kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden tattılar. Bu ağacın hangi ağaç olduğu husûsunda farklı rivâyetler yapılmıştır. İslâm âlimlerinden bir kısmı buğday olduğunu söylemişlerdir.
Âdem aleyhisselâmın bu yasak edilen ağaçtan yemesi zelle idi. Kur’an-ı kerîmde bu husûsta şöyle buyruldu: “Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik de unuttu. Biz onda bir sabır ve sebât bulmadık.” Tâhâ sûresi: 115)
“Bunun üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen seveteynleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından örtüp yamamaya başladılar...” (Tâhâ sûresi: 121)
“Ağacın meyvesini tattıkları zaman seveteynleri kendilerine açılıverdi. Onlar da hemen Cennet yapraklarından üst üste koymakla örtünmeye başladılar. Rableri onlara şöyle nidâ etti. Ben ikinize de bu ağacı yasak etmedim mi, şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” (A’râf sûresi: 22)
Âdem aleyhisselâm ve Hazret-i Havvâ ağacın meyvesinden alıp henüz tattıkları anda avret mahalleri açılıverdi. Utançlarından hemen Cennet’teki ağaçların yapraklarından alıp üst üste koyarak örtündüler.
İbn-i Abbâs ve Katâde hazretleri şöyle demişlerdir: “Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma; “Sana Cennet’te pek çok şeyi mubâh ettiğim hâlde niçin yasak ettiğim ağacın meyvesinden yedin?” buyurunca, Âdem aleyhisselâm şeytanın yemin ettiğini söyleyip, “Yâ Rabbî! Ben bir kimsenin senin adına yalan yere yemin edeceğini zannetmiyordum!” dedi. Yine Sa’îd bin Cübeyr, İbn-i Abbâs'dan şöyle nakletmiştir: Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma; “Seni yasak ettiğim ağacın meyvesinden yemeye teşvik eden sebep nedir?” buyurunca; “Yâ Rabbî! Bu işe beni Havvâ teşvik etti” dedi.”
Übey bin Ka'b'den şöyle rivâyet edilmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmı uzun boylu, uzun dallı bir hurma gibi ve başında çok saç bulunan bir kişi olarak yarattı. Cennet’te kendisine yasak edilen ağaçtan tadınca üzerinden elbisesi düştü ve önce avret mahalli açıldı. Avret mahallinin açıldığını görünce Cennet’te koşmaya başladı. Koşarken saçı bir ağaca takıldı, çekmeye başladı. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona; “Ey Âdem! Benden mi kaçıyorsun!” “Hayır ya Rabbi, sâdece utancımdan kaçıyorum” dedi.”

Âdem aleyhisselâmın Cennet’ten yeryüzüne indirilmesi ve tevbesi:

Âdem aleyhisselâm ile Hazret-i Havvâ, Cennet’te iken kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak yemelerinden dolayı yeryüzüne indirildiler.
Âdem aleyhisselâm Cennet’ten Cumâ günü ikindi ile akşam arasında çıkarılarak Hindistan'da Seylan (Serendib) adasına, Hazret-i Havvâ da Cidde'ye indirildi. Şeytan ise çok hakîr ve perişân bir hâlde Cennet’in civarından taşlık bir yere indirildi. Bu husûsta Kur’an-ı kerîm'de meâlen şöyle buyruldu:
“Nihâyet onları (Âdem ile Havvâ'yı) şeytan Cennet’ten çıkarılmalarına ve içinde bulundukları nîmetten uzaklaştırılmalarına sebep oldu. Biz de, “Birbirinize düşman olarak buradan (yere) inin, yeryüzünde sizin bir vakte (ömrünüzün sonuna) kadar yerleşmek ve menfaatlenmek vardır” demiştik.” (Bakara sûresi: 36)
“Biz onlara; “Hepiniz Cennet’ten inin. Benden size bir hidâyet (peygamber ve kitap) gelince biliniz ki, benim bu hidâyetime tâbi ve bağlı olanlar için aslâ korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar” dedik.” (Bakara sûresi: 38)
“Allah onlara buyurdu; Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak ininiz. Yerde sizin için bir zamana (ecelinizin sonuna) kadar yerleşip kalmak ve geçinmek var.” (A’râf sûresi: 24)
“Allah buyurdu ki, orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan dirilip çıkarılacaksınız.” (A’râf sûresi: 25)
“Allah şöyle buyurdu: Birbirinize (size ve sizden sonra zürriyetiniz) düşman olmak üzere hepiniz oradan, (Cennet’ten) ininiz. Artık benden size bir hidâyet (kitap) geldiği zaman, kim benim hidâyetime uyarsa işte o, (dünyâda) sapıklığa düşmez ve âhırette cezâ görmez.” (Tâhâ sûresi: 123)
Vehb bin Münebbih'ten şöyle nakledilmiştir: “Âdem aleyhisselâm Cennet’ten yeryüzüne indirilince bir hafta gözünün yaşı dinmedi. Yedinci gün mahzûn, kederli ve başı eğik bir hâlde iken Allahü teâlâ ona; “Sendeki bu çırpınma hâli nedir?” diye hitap etti. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Ey Rabbim! Düştüğüm felâketin büyüklüğünü biliyorsun. Günahım beni kuşattı da Cennet’ten, sıkıntı diyârı olan dünyâya indirildim. Bu durumda günahıma nasıl ağlamayayım?” dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey Âdem! Ben seni kendim için seçmedim mi ve seni Cennet’te yerleştirmedim mi? Seni ihsânlarıma gark edip, kendi kudretimle yaratmadım mı? Sana rûh verip melekleri sana doğru secde ettirmedim mi? Bütün bunların karşısında sana yasak edilen ağaçtan unutarak tattın. Böylece yeryüzüne indirildin.
İzzet ve celâlim hakkı için yeryüzü insanla dolu olsa, bana devamlı ibâdet ettikleri hâlde sonunda isyân etseler hepsini Cehennem’in derekesine indiririm.” Bunun üzerine Âdem aleyhisselâmüçyüz yıl ağladı.” Taberânî'nin bildirdiği hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Âdem aleyhisselâmın gözünün yaşları zürriyetinin göz yaşlarıyla tartılsa, Âdem'in gözyaşları bütün evlâdının gözyaşlarından ağır gelirdi.”
Ahmed bin Hanbel'in bildirdiği hadîs-i şerîfte de buyruldu ki: “Dâvûd'un ve bütün yeryüzü halkının ağlaması, Âdem'in ağlamasına denk değildir.”
 Yûnus bin Habbâb ve Alkame hazretlerinden şöyle rivâyet edilmiştir: “Dâvûd aleyhisselâmın gözyaşı bütün yeryüzü ahâlisinin gözyaşından fazladır. Âdem aleyhisselâmın gözyaşı da Dâvûd aleyhisselâmın gözyaşından fazladır. Âdem aleyhisselâm üçyüz sene ağlayıp gözyaşı döktü ve Allahü teâlâdan utandığı için başını yerden kaldırmazdı.”
Âdem aleyhisselâm ve Hazret-i Havvâ Cennet’ten çıkarılıp yeryüzüne ayrı yerlere indirildikten sonra senelerce ayrı kaldılar. Âdem aleyhisselâm Hindistan'da, Hazret-i Havvâ vâlidemiz de Arabistan'da kaldı. Dünyânın dert ve sıkıntılarına katlandılar. Mihnet içinde uzun yıllar ağlayıp gözyaşı dökerek tevbe ettiler.
Câbir bin Abdullah'tan şöyle rivâyet edilmiştir: “Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indiği zaman şöyle dedi: “Ey Rabbim! Aramıza düşmanlık koyduğun şu düşmanın şeytana karşı bana yardımcı olmazsan ben bunu yenemem.” Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Her doğan çocuğuna, onu koruması için bir melek müvekkel kıldım.” buyurdu.
Hâkim, “Müstedrek”inde Hazret-i Ömer'den şöyle rivâyet etmiştir. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)buyurdu ki: “Âdem aleyhisselâm zellesi sebebiyle Cennet’ten çıkarılınca; “Yâ Rabbî, Beni Muhammed'in hürmetine affet” dedi. Allahü teâlâ; “Yâ Âdem! Sen Muhammed'i nasıl bildin. Daha ben O'nu yaratmadım?” buyurdu. Âdem aleyhisselâm dedi ki: “Yâ Rabbî Beni yaratıp, bana rûh verdiğin zaman gözümü açıp baktığımda arşın kenarında (La ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı gördüm. İsmini isminle yazdığından yarattıklarından en çok sevdiğin O'dur.” Allahü teâlâ; “Doğru söyledin ey Âdem. Mahlûkâtımdan en çok sevdiğim O'dur. O'nun hürmetine af dilediğin için seni affettim" buyurdu.” Bir rivâyete göre de; “O senin zürriyetinden gelecek olan bir peygamberdir. O'nu yaratmasaydım seni, evlâdını yaratmazdım. O'nu şefâatçi gösterdiğin için seni affettim, bağışladım” buyurdu ve tevbesini aşûre günü kabûl etti.
Ramuz-ül-ehadis'teki bir hadîs-i şerîfte bildirildiğine göre; “Âdem aleyhisselâm Cennet’ten Hind diyârına indirilince, yalnızlık duyduğundan, Cebrâil aleyhisselâm ona ezân okuyup iki kere; “Allahü ekber” “Eşhedü enlâ ilâhe illallah” ve iki kere de; “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” demiştir” buyruldu.
Âdem aleyhisselâmın tevbesinin kabûl edilmesi husûsunda Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu:
“Derken Âdem, Rabbi'nden bir takım kelimeler aldı. O'na yalvarıp tevbe etti. O da tevbesini kabûl buyurdu. Çünkü, Allahü teâlâ (kullarının) tevbelerini kabûl ve (onlara)merhamet edendir." (Bakara sûresi: 37)
Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Sa'id bin Cübeyr, Mücâhid bin Cebr ve Hasen-i Basrî şöyle buyurdular: “Âdem aleyhisselâma, “Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik” kelimeleri vahyolundu demişlerdir. Bâzı müfessirler de Âdem aleyhisselâmın Rabbi'nden aldığı kelimeler, duâ, istiğfâr ve tazarru, yalvarmadır demişlerdir. İbn-i Abbâs ise şöyle buyurdu: “Âdem aleyhisselâm ve Havvâ ikiyüz sene ağladılar. Yeryüzüne indirilince kırk gün hiç bir şey yiyip içmediler.”
İbn-i Ebî Hâtem'in, Übey bin Ka'b'den rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Âdem aleyhisselâm; “Ey Rabbim! Tevbe edip, sana rücu’ etsem, beni tekrar Cennet’ine kor musun?” dedi. Allahü teâlâ; “Evet” buyurdu.” Âdem aleyhisselâmın Rabbi'nden aldığı kelimeler, ilham edilen tevbesi bu şekilde oldu diye de rivâyet edilmiştir.
İbn-i Ebî Nüceyh, Mücâhid bin Cebr'den naklen şöyle demiştir: Âdem aleyhisselâmın Rabbi'nden aldığı, yâni tevbe ederken söylemesi ilham edilen kelimeler (sözler) şöyle idi: “Allahümme lâ ilâhe illâ ente sübhaneke ve bi hamdike Rabbi innî zalemtü nefsî, fagfirlî inneke hayrurrahîmin. Allahümme lâ ilâhe illâ ente sübhaneke ve bi hamdike, Rabbi innî zalemtü nefsî, fetüb aleyye inneke ente't-tevvabür-rahîm.”
Hazret-i Hasen şöyle buyurdu: “Tevbeleri ziyâdesiyle kabûl eden Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın tevbesini kabûl ettiğinde, melekler Âdem aleyhisselâmı müjdelediler. O anda Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil aleyhimüsselâm yer yüzüne inip; “Allahü teâlâ tevbeni kabûl etti. Gözün aydın olsun” dediklerinde, Âdem aleyhisselâm; “Bu tevbeden sonra, bir şey istersem hangi makâmı isteyeyim?” diye sorunca, Allahü teâlâ; “Yâ Âdem, sen dünyâda meşakkat ve tevbeye zürriyetini vâris kıldın. Onlardan biri bana duâ edip, tazarruda bulunduğu zaman senin tevbeni ve duânı kabûl ettiğim gibi, onun da tevbesini ve duâsını kabûl ederim. Onlardan biri, benden af ve mağfiret dileyip, bana sığınırsa tevbesini kabûl ederim. Çünkü ben tevbeleri kabûl ediciyim. Ey Âdem, ben günahtan tevbe edenleri, Cennet’te haşrederim. Onları mezârlarından neşeli ve güler yüzlü oldukları hâlde duâları kabûl edilmiş olarak kaldırırız.” buyurdu.
Âdem aleyhisselâm tevbe ederken, yanılmasını ve böylece Cennet’te kendisine yasak edilen ağaçtan yemesini kendi nefsine yükledi, yâni kendi irâdesi ile yanıldığını kabûl edip; “Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik” dedi. Böylece af ve mağfiret diledi ve Allahü teâlâ da tevbesini kabûl buyurup onu affetti. Şeytan ise kibir ve hasedinden dolayı kendi irâdesi ile isyân etti ve; “Rabbimin emri gereğince fıska, isyâna düştüm” dedi. Bu sebeple tevbesi kabûl olunmadı.
Âdem aleyhisselâm bir defâsında şeytan ile karşılaşıp; “Ey şeytan! Bana ve benim oğullarıma (zürriyetime) bir düşmanlığın var mı?” dedi. Şeytan; “Senin ve oğullarınla düşmanlığım ebedî olarak vardır?” dedi. Niçin deyince; “Sen bir hatâ işledin, bir günah da ben işledim. Sen de tevbe ettin, ben de. Senin tevben kabûl olundu, benimki kabûl olunmadı” dedi. Âdem aleyhisselâmşeytana şöyle cevap verdi: “Ey mel’ûn! Sen bir günah işledin ve onu kendinden bilmedin, ebedî olarak tard edildin. Ben ise hatâmdan dolayı, tevbe edip, onu nefsime yükledim. Böylece tevbem kabûl olundu.”
Âdem aleyhisselâm Hindistan'da uzun yıllar kalıp mağfiret olunması, bağışlanması için tevbe edince, Allahü teâlâ ona; “Benim için yeryüzünde, arşın altındaki Beyt-i Ma’mûrun hizasında bir beyt (Kâbe'yi) yap” diye emretti. Yapacağı yeri de göstermesi için bir melek vazifelendirdi. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm Hindistan'dan Arabistan'a gitti. Arabistan'a varınca, Arafat'ta Hazret-i Havvâ vâlidemiz ile buluştu. Bu sırada Hazret-i Havvâ da Âdem aleyhisselâmı aramak için Cidde'den Arafat'a gelmişti. Arafat ovasında Müzdelife'de buluştular. Uzun seneler ayrı kalıp, ayrılık ateşiyle yanmışlardı. Hazret-i Havvâ onu tanıyamadı. Cebrâil aleyhisselâm tanıştırdı. Nice seneler ayrı kalmanın üzüntüsü gidip, sevinç ve ferahlığa kavuştular. Beraberce Minâ'ya gittiler. Melekler, “Yâ Âdem! Allahü teâlâdan dileğin nedir?” dediler. “Mağfiret ve rahmet isterim” dedi.
Sonra meleklerin yardımı ile yeryüzünde ilk yapılan binâ olan Kâbe'yi inşâ ettiler. Allahü teâlânın izniyle Hazret-i Havvâ ile birlikte Hindistan'a gittiler. Bundan sonra Âdem aleyhisselâm yaya olarak Hindistan’dan Arabistan'a gidip kırk defâ hac yaptı. Hindistan'da refâh içinde yaşayıp, Allahü teâlânın emrine uyarak ömür sürdüler. Daha sonra da Şam'a yerleştiler.
Âdem aleyhisselâmın kıyâmete kadar gelecek olan çocukları, Arafat meydanında veya başka bir meydanda belinden zerreler hâlinde çıktı. Allahü teâlâ; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”buyurdu. Hepsi, “Evet” dedi. Sonra hepsi zerreler hâlinde Âdem aleyhisselâmın beline girdi. Buna ahd-ü mîsak denir.
Hazret-i Havvâ vâlidemiz Âdem aleyhisselâm ile buluştuktan sonra biri kız biri erkek olmak üzere yirmi defâ ikiz, tek olarak da Şît aleyhisselâmı dünyâya getirdi. Cebrâil aleyhisselâm, Âdem aleyhisselâma rençberlik işlerini, ekip biçmeyi öğretti. Rençberlik yaptı ve pek çok işle meşgûl oldu.
Taberânî'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Allahü teâlâ Âdem'i Cennet’ten indirdiğinde ona her şeyin san’atını öğretti ve Cennet meyvelerinden rızık verdi. İşte bu meyveleriniz Cennet meyvelerindendir. Fakat sizin meyveleriniz bozulur. Cennet meyveleri bozulmaz.” Râmuz-ül-ehadis’te bildirilen hadîs-i şerîfte de şöyle buyruldu: “Allahü teâlâÂdem'e bin çeşit san’at öğretti ve ona şöyle buyurdu: “Evlâtların, zürriyetin, eğer rızık husûsunda sabredemezlerse onlara bu san’atlardan biriyle rızık talep etmelerini (kazanmalarını), din ile (dini vâsıta ederek) geçim talebine (sağlamaya) kalkışmamalarını söyle. Zirâ din, sırf benim içindir. Din ile dünyâ talep edenlere (dini dünyâya alet edenlere)yazıklar olsun.”

Âdem aleyhisselâmın Kâbe'yi inşâ etmesi:

Âdem aleyhisselâmın Kâbe'yi inşâ etmesini, Ebu'l-Velîd Muhammed el-Ezrâkî, Ahbâr-ı Mekke adlı meşhûr eserinde şöyle anlatmıştır: Kâbe'nin ilk defâ kimin tarafından yapıldığı husûsunda çeşitli rivâyetler vardır. Bir rivâyete göre, Allahü teâlâ yeryüzünde bir beyt (Kâbe) yapılmasını isteyince, meleklerden bir kısmını yeryüzüne gönderdi. “Yeryüzünde benim için bir beyt binâ ediniz. Semâda Beyt-i Ma’mûr tavâf olundukça, yapacağınız bu beyt de yeryüzünde bulunanlar tarafından ziyâret ve tavâf edilsin” buyurdu. Bunun üzerine melekler yeryüzüne inip, Kâbe-i muazzamayı yaptılar. Başka bir rivâyete göre, Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilmesi sebebiyle ziyâde üzülüyor ve günlerini ağlamakla geçiriyordu. Onun üzüntüsüne melekler de ortak oluyorlardı. Bir defâsında Âdem aleyhisselâm secdede iken; “Yâ Rabbî! Bana ne oldu ki, artık meleklerin seslerini, senin zâtını tesbîh ve takdis etmelerini duyamıyorum. Onları bir daha göremiyorum” diye arzedince, cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Ey Âdem! Senden sâdır olan zelle, meleklerin tesbîhini işitmene mânidir. Ancak benim yeryüzünde bir beytim vardır. Sen onun temelini bulup üzerine bir beyt binâ et. Beni takdis ve beytin etrâfını tavâf et. Ey Âdem! O beyti Mekke'de kıldım. Kim benim beytime gelip, sâdece benim rızâmı isterse, bizzât beni ziyâret eden misâfirim gibidir. Bunları şânıma lâyık bir şekilde ağırlarım ve bütün ihtiyaçlarını gideririm.
Ey Âdem! Sen sağ oldukça Beytullah'ı tâmir et. Senden sonra gelecek peygamberler ve ümmetler de zaman zaman onu tâmir edecekler ve en son peygambere kadar bu böyle sürüp gidecektir. Son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmı Beytullah'ın tâmircilerinden, koruyanlarından yapacağım, bütün hayatı boyunca da onun üzerinde emînim olacak. Bana döndüğü zaman, beni, Cennet’te kendisi için en üstün mevkileri hazırlamış olarak bulacak. Son peygamberden önce Beytullah'ın şerefini, ismini, zikrini, medh-ü senâsını lâyıkıyla yapacak olan bir peygamber göndereceğim. Bu, O'nun dedelerinden İbrâhim'dir. Kâbe'nin temellerini o yükseltecek, inşâ ve tâmirini onun elinde tamamlayacağım. Ona, Harem'i ve Hil'i (Harem'in dışında kalan yerleri) göstereceğim. Onu kendime itâatli, emirlerimi tutan ve benim yoluma dâvet eden bir peygamber yapacağım gibi, insanlar arasından seçip, ona doğru yolu göstereceğim. İmtihâna çekeceğim, sabredecek. Afiyet vereceğim, şükredecek. Çocukları ve kendinden sonra gelecek olan nesli için duâda bulunacak, duâsını kabûl edeceğim. Onu, onlar hakkında şefâatçi yapacağım. Benim için adayacak, benim için yapacak, benim için vâdedecek ve vâdini yerine getirecek. Neslini beytimin halkı yapmak sûretiyle, bozulup bid’atlere sapmalarına kadar Kâbe'nin hizmetçileri, mütevellileri, perdedarları ve bekçileri yapacağım. Ben Allah'ım, onlar saptıkları zaman dilediğimi, istediğim şekle çevirmeye gücüm yeter. İbrâhim'i (aleyhisselâm) bu beytin halkının ve bu din ehlinin rehberi yapacağım. Buralarda bulunan insanlar ve cinlerin hepsi onun izinde gidecekler. Onun yoluna uyup, orada onun gibi kurban kesecekler. Onlardan kim bunu yaparsa adağını îfâ etmiş, hac ibâdetini yerine getirmiş olur. Yapmayanlar da haclarını zayi etmiş, nasiplerini kaybetmişlerdir. Bu yerlerde, o zaman beni kim ararsa, ben, toz toprak içinde kalarak adaklarını yerine getiren, hac ibâdetini tamamlayıp, yalvaranlarla beraberim. Ben, insanların gizli ve açık her şeylerini bilirim.
Ey Âdem! Ne bu insanlar ne de sana bahsettiğim bu durum, mülküme, âzametime, saltanatıma ve benim katımda bulunanlardan hiç birine bir katkıda bulunmaz. Eğer halkı (insanları) yaratmasaydım mülkümden, âzametimden ve hazînemden hiç bir şey eksilmezdi.”
Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlânın bu emri ile Serendip adasından Mekke'ye doğru yürümeye başladı. Bir melek kendisine yol gösteriyordu. Mekke-i mükerremenin bulunduğu yere gelince, Allahü teâlâ ona yardımcı melekler gönderdi. Melekler, Beyt-i Ma’mûr'un tam hizâsına gelecek şekilde yedi kat yere kadar varan bir temel kazdılar. Kazılan bu temele toprak seviyesine kadar otuz kişinin ancak kaldırabileceği büyüklükte taşlar yerleştirdiler. Sonra Allahü teâlâ melekler vâsıtasıyla bu temelin üzerine bir beyt indirdi. Bu beyt, Cennet yâkutlarından bir yâkut olup, parıl parıl parlıyordu. İndirilen bu beytin biri şark (doğu), diğeri garb (batı) olmak üzere iki kapısı vardı. Beytullah'ın içinde ayrıca nûrdan kandiller de yakılmıştı. Kandillerin çanakları Cennet’in külçe altınlarındandı ve etrâfında yıldız gibi parlayan beyaz yâkutlar diziliydi. Hacer-ül-esved de bunlardan biriydi. Hacer-ül-esved’in daha sonra günahkâr kimselerin el sürmesiyle karardığı rivâyet edilmiştir. Böylece Beyt-ül Ma’mûrun tam altına gelecek şekilde yeryüzünde de Beytullah, yâni Kâbe-i muazzama inşâ edilmiş oldu.
Âdem aleyhisselâm, Beytullah'ı (Kâbe'yi) inşâ ettikten sonra Allahü teâlâya; “Ey Rabbim! Şüphesiz ki, her çalışanın bir mükâfâtı vardır. Acabâ benim mükâfâtım nedir?” diyerek suâl eyledi. Cenâb-ı Hak; “Ey Âdem! Benden ne istersen iste” buyurunca, Âdem aleyhisselâm, “Yâ Rabbî! Beni tekrar Cennet’e gönder.” diye yalvardı. Allahü teâlâ da; “Bu senin için hakîkat olacaktır” buyurdu. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm; “Ey günahları bağışlayan Rabbim! Kendi günahlarımı îtirâf ettiğim gibi zürriyetimden de günahlarını ikrâr edip sana yalvararak bu beytin çevresinde tavâf yapanları affetmen için yalvarırım” dedi. Allahü teâlâ; “Ey Âdem! Ben seni affettim. Senin zürriyetinden bu beyti ziyâret edip de günahlarından tevbe edenleri de affettim.” buyurdu.
Âdem aleyhisselâm ilk tavâfını yaptıktan sonra melekler kendisine; “Ey Âdem! Haccın mübârek olsun. Biz senden ikibin sene evvel bu beyti tavâf ettik” dediler. Âdem aleyhisselâm onlara; “Siz Beytullah'ı tavâf esnâsında neler söylüyordunuz?” diye sordu. Melekler; “Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber” diyorduk cevâbını verdiler. Âdem aleyhisselâm onlara; “Vela havle velâ kuvvete illâ billah” cümlesini de buna ilave ediniz” buyurdu. Âdem aleyhisselâm tavâftan sonra kapı önünde iki rekat namaz kıldı ve Mültezem'e gelip şu duâyı yaptı: “Ey Allah'ım! Gizli ve açık her şeyimi biliyorsun, mâzeretimi kabûl et. Kalbimde olanı da bilirsin, günahımı ört. İhtiyacımı biliyorsun, dilediğimi bana ihsân et. Yâ Rabbî! Senden kalbime nüfûz edecek şüphesiz ve dosdoğru bir îmân ve benim hakkımda senin hükmettiklerine râzı olma kudreti vermen için yalvarıyorum. Tâ ki senin yazdıklarından başkasının bana isâbet etmeyeceğini bileyim.” Allahü teâlâşöyle buyurdu: “Ey Âdem! Benden bâzı dileklerde bulundun. Ben bu dileklerini senin için kabûl ettim. Senin zürriyetinden bu şekilde duâda bulunanların da duâlarını kabûl edip düşünce ve sıkıntılarını yok edeceğim. Kederlerini dağıtıp mallarını koruyacağım...” Âdem aleyhisselâmın yaptığı bu duâyı okumak o zamandan bu güne kadar devam etmiş, tavâfın bir sünneti hâline gelmiştir.
Bâzı rivâyetlere göre Cennet’ten gelen bu Beytullah (Kâbe-i muazzama) Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra tekrar göklere kaldırıldı. Âdem aleyhisselâmın evlâtları önceki temellerin üzerine taştan ve çamurdan bir binâ yaptılar. Bu binâ, Nûh aleyhisselâm zamanındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi ve tûfanda yıkıldı.
Bâzı rivâyetlere göre de Cennet’ten gelen Beytullah, tûfanda iki atlas kumaş içine alınarak gökyüzüne kaldırıldı. Kıyâmete kadar da bu iki atlasın arasında kalacaktır. Allahü teâlâ tûfandan önce, Hacer-ül-esved’i Ebû Kubeys dağına koydu.
Kâbe'nin tûfandan sonra İbrâhim aleyhisselâma kadar yeri belirsiz olup yalnız bulunduğu saha bilinmekteydi. Bu bölge kırmızı topraklı ve sel sularının yükselemeyeceği kadar tümsek bir tepe durumunda idi. Yeri kesin olarak bilinmemekle beraber insanlar, Kâbe'nin o bölgede olduğunu biliyorlardı. Yeryüzünün çeşitli memleketlerinden zulme uğramış, kederli, sıkıntılı, dertli ve Allahü teâlâya sığınmak isteyen kimseler bu bölgeye gelip duâ ederler, maksatlarının hâsıl olduğunu görünce geri dönerlerdi. İbrâhim aleyhisselâmın Beytullah'ı yeniden yapmasına kadar bu bölgeye olan hürmet ve saygı devam etti... (Bkz. İbrâhim aleyhisselâm)

Ahd ve mîsak (Kâlubelâ):

Âdem aleyhisselâmdan ve bütün zürriyetinden ahd alınmasına denir. Lügatte, söz verme, sözleşme ve antlaşma demektir. Dindeki mânâsı ise, Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar bütün zürriyetini zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp, mükellef tutması, onlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye hitap buyurması, onların da; “Evet, sen Rabbimizsin” diye cevap vermeleridir. Ancak kâfirler, dünyâya gelince verdikleri bu ahdi (sözleşmeyi) bozmaları sebebiyle îmânsız oldular. Müslümanlar ise, dünyâya gelince bu ahdlerine sadâkat gösterip, İslâm fıtratı (dîni, yaratılışı) üzere kaldılar. Ahd ve mîsak, halk arasında Kâlubelâ diye bilinir.
Ahd-ü mîsak husûsunda itikat edilmesi, inanılması gereken husûs şudur: Allahü teâlâ kullarından ahd almıştır. Onlar Allahü teâlânın rububiyetini (Rab olduğunu) tasdik ve îtirâf etmişlerdir. Bu ahdin yerini, zamanını ve nasıl olduğunu tam olarak bilmek îtikâdî bir mes’ele değildir.
Ancak Allahü teâlâ Âdem'i aleyhisselâmı yaratınca belini mesh buyurdu. Onun sulbünden kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini, Cennet’te veya Mekke-i mükerreme ile Tâif arasında veya başka bir yerde belinin sağ ve sol taraflarından çıkardı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı. Âdem aleyhisselâm onlara baktı ki, onların zerreler hâlinde olduğunu gördü. El-Vâkıa sûresinin 8 ve 9. âyet-i kerîmelerinin meâl-i şerîfi: “İşte bu sağdakiler, Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler, Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da ne bir fayda, ne bir zarar yoktur.”
Âdem (aleyhisselâm) Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Cehennem ameli nedir?” diye sordu. Allahü teâlâ da; “Bana şirk koşmak ve gönderdiğim peygamberlere inanmamak ve ilâhî kitaplarımda (peygamberlere verilen kitaplar) olan emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyân etmektir.” buyurdu.
Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) Allahü teâlâya duâ ederek; “Yâ Rabbî! Bunları kendilerine şâhid kıl, umulur ki Cehennem ehlinin amelini işlemezler” dedi. Allahü teâlâ onlara hayat, akıl ve konuşma kâbiliyeti verdi. Kendilerini şâhid yapıp; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Hepsi; “Rabbimizsin. Biz şehâdet eyledik” dediler. Allahü teâlâ melekleri ve Âdem'i de (aleyhisselâm) şâhid tuttu ki onlar, Allahü teâlânın rubûbiyetini ikrâr ettiler.
Ahdin alınmasından sonra tekrar zerreler hâlinde Âdem aleyhisselâmın beline iâde edildiler. Ahid sırasında geçici olarak verilen rûhlar tekrar onlardan alınıp arşın hazînelerine gönderildi. Âdemaleyhisselâmın bütün zürriyetinden ahd alındığı için, onların hepsi dünyâya gelmedikçe kıyâmet kopmaz. Onların hayatları yalnız rûhanî bir hayat idi. Cismanî bir hayat değildi.
Ahd ve mîsak, Kur’an-ı kerîm ve hadîs-i şerîf ile sabittir. Nitekim A’râf sûresi 172. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Hani, Rabbin âdemoğullarından, onların sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefslerine şâhid tutmuş; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (buyurmuştu). Onlar da; “Evet, (Rabbimizsin), şâhid olduk” demişlerdi. (İşte bu şâhid tutma) kıyâmet günü; “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindi. Yâhud; “Daha evvel atalarımız (Allah'a) şirk koşmuştu. Biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz. Şimdi o bâtıl yolda olanların işlediği (günahlar) yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” dememeniz içindi...”
Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Ahmed bin Hanbel; Ömer bin Hattâb'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ettiler: “Resûlullaha (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerîme hakkında sorulduğunda şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ Âdem'i yaratınca, beline kudretiyle mesh buyurdu. Ondan zürriyetini çıkardı ve şöyle buyurdu: “Bunları Cennet için yarattım. Cennet ehlinin amelini yapacaklar.” Sonra Allahü teâlâ yine Âdem'in belini mesh buyurdu. Ondan zürriyetini çıkarıp ve, “Bunları Cehennem için yarattım. Onlar, Cehennem ehlinin amelini işleyecekler” buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâmdan birisi; “Ey Allah'ın Resûlü! “Mâdem ki her şey ezelde takdir edilmiş” öyleyse niçin amel yapıyoruz?” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ bir kulu Cennet için yaratmışsa ona Cennet ehlinin amelini yaptırır. Hattâ, Cennet ehlinin amellerinden bir ameli yaparak vefât eder ve Allahü teâlâ onu Cennet’e koyar. Allahü teâlâ bir kimseyi Cehennem için yaratmışsa, ona Cehennem ehlinin işlerini yaptırır. Sonunda Cehennem ehlinin işlerinden birini yaparak vefât eder de Allahü teâlâ onu Cehennem’e koyar.” Buharî'nin ve Müslim'in bildirdiği diğer rivâyette ise; “İbadet yapınız! Herkese ezelde takdir edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur.” buyruldu. Yâni, ezelde saîd denilene, saîdlerin işleri yaptırılır. Bundan anlaşılıyor ki, ezelde saîd denilenlerin ibâdet yapmaları ve şakî denilenlerin isyân etmeleri, sağlam yaşamaları ezelde takdir edilmiş olanların gıda ve ilaç almalarına ve hastalanmaları, ölmeleri takdir edilmiş olanların da, gıda ve ilaç almamalarına benzemektedir. Açlıktan, hastalıktan ölmesi ezelde takdir edilmiş olana, gıda ve ilaç almak nasip olmaz. Zengin olması ezelde takdir edilmiş olana, kazanç yolları açılır.
Abdullah bin İmâm Ahmed, babasının Müsned’inde bu âyet-i kerîme ile alakalı olarak Ubey bin Ka'b'dan, (radıyallahü anh) şöyle nakletmiştir: Allahü teâlâ Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyetini topladı. Onlara sûret ve konuşma kâbiliyeti verdi. Onlara; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye suâl etti. Onlar da; “Evet” diye cevap verdiler. Böylece Allahü teâlâ, onları kendilerine şâhid kıldı. Onlardan ahd-ü mîsak aldı. Sonra Allahü teâlâ, “Bunu bilmiyorduk dememeniz için yedi kat göğü, yeri ve babanız Âdem'i size şâhid tutuyorum” buyurdu. “Biliniz ki, benden başka ilâh ve Rab yoktur. Bana hiç bir şeyi ortak koşmayın. Şüphesiz, ben size ahdimi ve mîsakımı bildirecek, hatırlatacak peygamberler göndereceğim. Size kitaplarımı indireceğim.” buyurmuştu. O zaman Âdem'in (aleyhisselâm) zürriyeti; “Biz şehâdet ederiz ki, sen bizim Rabbimizsin ilâhımızsın. Senden başka Rab, senden başka ilâh yoktur” dediler. Ve Allahü teâlâya itâat ettiklerini îtirâf ettiler. Âdem (aleyhisselâm), zürriyetinden ahd ve mîsak alındığı bu sırada peygamberleri de kandiller gibi parlak ve nûrlu bir hâlde gördü. Peygamberlerden de risâlet ve nübüvvet (peygamberlik) ahdi alındı. Bu husûs Kur’an-ı kerîmde Ahzâb sûresi 7. âyet-i kerîmede meâlen şöyle bildirildi: “Hani biz peygamberlerden söz almıştık...”
Allahü teâlâ, kullarının ne düşündüklerini ve ne cevap vereceklerini bildiği hâlde; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye suâl buyurmasında hikmetler vardır. Çünkü, dünyâ hayatı bir imtihân hayatıdır. Burada insanların işleri, sözleri tespit edilecek, âhırette bunlara göre muâmele olunacaktır. İlâhî adâlet tecelli edecek ve hiç kimse; “Yâ Rabbî! Ben bilmiyordum. Bana bir şey söylenmedi, hiç bir şey için söz vermemiştim. Eğer ben imtihân yeri olan dünyâya gelseydim emirlerine muhâlefet etmezdim” gibi bir mâzerette bulunamayacak. Bu husûsta hiçbir hüccet ve delilleri olmayacaktır. Burada daha başka hikmetler de vardır.
İnsanlar bugün dünyâda, ezelde kendilerinden alınan bu ahdi hatırlamıyorlar. Fakat bu ahdin alındığını peygamberler (aleyhimüsselâm) ve ilâhî kitaplar, haber vermektedir. Bununla berâber bu ilk ahdi hatırlayanlar da olmuştur. Nitekim hazret-i Ali; “Ben Rabbime verdiğim sözü hatırlıyorum” buyurmuştur. Bu konuda, İslâm âlimlerinin birçok yazıları mevcûttur. Abdülvehhab-ı Şa’râni, “El-Kavâid-ül-keşfiyye fis-sıfât-il-ilâhiyye” adlı eserinde, ahd-ü mîsak konusunu uzun açıklamıştır.
Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Nitekim Rum sûresi 30. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: “Öyleyse sen, yüzünü hanîf (muvahhid olarak) dîne, Allah'ın fıtratına çevir ki, Allah insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.” Her doğan bu ahd üzere dünyâya gelir demek; Allahü teâlânın insanı İslâm fıtratı üzere yaratmasıdır. Allahü teâlânın yarattığı fıtrat üzere doğması da denilmiştir. Allahü teâlâ insanları bu yaratılışla yaratmıştır. İnsanların hepsi Allahü teâlânın; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” suâline karşılık; “Evet sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdir. Bu sebeple insan o zaman yaratanını ikrâr ve îtirâf etmeğe, tanımaya söz vermiştir. Buradaki yaratılıştan murat, her ferde mahsus olan ayrı fıtratlar değil, bütün insanlarda müşterek olan umûmi fıtrattır. İnsanın insan olma bakımından asıl fıtratı (yaratılışı), yaratanına boyun eğmek, O'na kulluk etmektir. Nitekim Zâriyât sûresi 56. âyet-i kerîmede meâlen; “Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etmeleri için yarattım.” buyrulmaktadır. Bu sebeple dinsizlik fıtrata muhalif olduğu gibi, Allahü teâlâdan başkasına kulluk etmek de insanın fıtratına uygun düşmez.
Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte; “Fıtratullah, Allah'ın dînidir” buyrulmuştur. Buna göre, bütün insanlar, ezelde kabûl ettikleri tevhid îtikâdı üzere yaratılmışlardır. Bu sebeple, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), “Her doğan, İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ebeveyni onu yahudi, hıristiyan ve dinsiz yapar.” buyurmuştur. Bu da, bütün çocuklar müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bundan sonra anaları, babaları hıristiyan, yahudi ve dinsiz yapar demektir.
Hadîs-i şerîfte, müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en mühim işin gençlikte olduğu da bildirilmiştir. Evlât, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalpleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiç bir şekle girmeyip temiz bir toprak gibidir. Böyle toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur’an-ı kerîm ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmağa alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdete anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmazsa, bedbaht olurlar, yapacakları her fenâlığın günahı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Allahü teâlâ, Tahrîm sûresi 6. âyetinde meâlen; “Kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!” buyuruyor. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları, haramları öğretmek ve ibâdete alıştırmakla, dinsiz ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün dinsizliklerin ve fenâlıkların başı, fenâ arkadaştır. İnsan, bu fıtrata muhâlefet etmediği müddetçe, Allahü teâlânın Rabbi olduğunu îtirâftan ayrılmaz. İslâm fıtratı üzere olmak, ilâhî ahd-ü mîsakın bir alâmetidir. İnsanlar, bu fıtratı muhâfaza edip, ona muhâlefet etmekten sakınmak ile mükelleftir. İslâm fıtratına (yaratılışına) uygun olarak yaşayanlar, ezelde vermiş oldukları söze sadâkat göstermiş, bağlı kalmış olurlar. Bu fıtrata muhâlefet edenler ise verdikleri sözde durmamış ve îmânlarından dönmüş olurlar.

Hâbil ve Kâbil:

Âdem aleyhisselâmın oğullarından ikisi. Peş peşe birer kız kardeşle ikiz olarak doğmuşlardı. Beraber yaşayıp beraber büyüdüler. Âdem aleyhisselâmın ilk çocuğu Kâbil ve ikincisi onun ikiz kız kardeşi Aklimâ idi. Bunlardan sonra Hâbil ve ikizi olan Lebudâ doğdu. Büyüdükleri zaman, Allahü teâlâ Âdem'e (aleyhisselâm) Kâbil'i, Hâbil'in, Hâbil'i de Kâbil'in kızkardeşi ile evlendirmesini emretti. Âdem (aleyhisselâm) zamanında, insanların çoğalması lâzımdı. Bunun için, bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi helâl idi, câiz idi. İnsanlar çoğalınca, buna lüzum kalmadı. Haram oldu. Kâbil'in kızkardeşi, Hâbil'inkinden daha güzel idi. Bu sebeple Kâbil, Hâbil'in kendi kız kardeşi ile evlendirilmesine râzı olmadı. Hattâ, ben, kardeşim ile evlenmeğe daha layığım deyince, Âdem (aleyhisselâm) Kâbil'e, “Kızkardeşin sana helâl değildir” dedi. Fakat, Kâbil babası Âdem'in (aleyhisselâm) sözünü kabûl etmedi ve düşüncesinde ısrâr etti. Kâbil, Allahü teâlânın, babasına böyle bir evlendirmeyi emrettiğine inanmadı. Âdem (aleyhisselâm) Allahü teâlânın emrinin böyle olduğunu, buna uymak gerektiğini Kâbil'e îzâh etti. Fakat ne kadar îzâh edip, iknâ etmeye çalıştıysa da Kâbil bir türlü iknâ olmadı. Bu ihtilaf büyüdü ve önemli bir mes’ele oldu. Bu durum karşısında Âdem aleyhisselâm, Kâbil ile Hâbil arasındaki ihtilâfı hâlletmek için; “Allahü teâlâ her şeyi bilendir. Bu işi halletmek için birer kurban adayınız” dedi. Âdem aleyhisselâmın bu sözü üzerine aralarındaki ihtilâfı halletmek için birer kurban getirdiler. Hâbil çobanlık, Kâbil de rençberlik yapardı. Hâbil koyunları arasından en güzel bir koç seçip getirdi. Kâbil ise buğdayları arasından en kötü kısımları toplayarak bir bağ buğday getirdi. Bu husûsta da çok hasis davranmıştı. Hattâ buğday demetini getirirken arasında çok güzel bir başak görmüş, onu bile alıp yediği de rivâyet edilmiştir.
Hâbil ve Kâbil, Âdem aleyhisselâmın tavsiyesi üzerine kurbanlarını getirip, bir dağ üzerine koydular. Hâbil'in kurbanı üzerine gökten beyaz bir ateş inip, yaktı. Böylece Hâbil'in kurbanının kabûl edildiği ve Kâbil'in haksız olduğu anlaşıldı. O zaman ilâhi bir hikmetle Allahü teâlâ kabûl buyurduğu kurban üzerine bir ateş gönderir, ateş onu yakıp yok ederdi. Kabûl olunmayan kurban ise olduğu gibi kalırdı. Kabûl olunmayan kurban sâhibinin yüzü insanlar arasında kara olurdu. Bu durum İsrâiloğulları zamanına kadar böyle devam etti. Bundan sonra Allahü teâlâ kimin kurbanını kabûl edip etmediğini kıyâmete kadar gizledi.
Bu husûs Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmiştir: “Ey Resûlüm, ehl-i kitâba Âdem'in iki oğlunun haberini hakkıyla oku. Onlar, Allah rızâsını kazanmak için kurban sunmuşlardı da birinden kabûl edilmiş, diğerinden kabûl olunmamıştı. Kurbanı kabûl olunmayan (Kâbil) diğerine, “Seni muhakkak öldüreceğim” demişti. Kardeşi ona şöyle cevap vermişti, “Allah ancak takvâ sâhiplerinin kurbanını kabûl eder.” (Mâide sûresi: 27)
Kâbil kendi kurbanının kabûl edilmediğini ve haksız olduğunu anladığı hâlde, ilâhî hükme karşı gelip, haksızlığa dalıyor, nefsine zulmediyordu. Kardeşi Hâbil'e karşı, duyduğu derin bir kıskançlık ve nefret ile düşmanlık besliyordu. Hattâ ona; “Yemîn ederim ki, seni öldüreceğim” diyordu. Hâbil ise gâyet yumuşak davranıyor, karşılık vermiyor ve Kâbil'e nasîhat ederek, “Eğer sen beni öldürmek için bana el uzatırsan, ben seni öldürmek için el kaldırmam. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyordu. Fakat Kâbil doğru sözü dinleyip, anlayacak ve kabûl edecek hâlden uzak olduğu için, Hâbil'e karşı olan tutumunu değiştirmedi. Onu öldürmeye kararlı idi. Âdem aleyhisselâmın hacca gittiği bir sırada, Kâbil ıssız bir yerde elinde bir taşla Hâbil'in yanına gitti. Hâbil o sırada sürülerinin başında bulunuyordu. Hâbil'e, “Seni mutlakâ öldüreceğim” dedi. Hâbil, “Niçin?” diye sebebini sordu. Cevabında, “Allahü teâlâ senin kurbanını kabûl etti. Benimkini ise kabûl etmedi. Sen, benim güzel kız kardeşimle evleniyorsun, ben ise senin güzel olmayan kardeşin ile evleniyorum. Hem ebeveynim, senin benden daha iyi olduğunu konuşuyorlar. Senin çocukların benim çocuklarıma karşı övünürler” dedi. Bunun üzerine Hâbil, “Benim bunda hiç bir günahım yok. Allahü teâlâ ancak, müttekîlerin kurbanını kabûl eder. Beni öldürürsen kendi günahının yanında benimkini de yüklenirsin. Eğer böyle bir şey yaparsan bütün suç ve günah senin olur. Yerin de Cehennem’dir ve zâlimlerin cezâsı budur.” dedi.
Bu husûslar Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmiştir. (Kâbil) Hâbil'i öldürmek üzere hücûm edince, Hâbil şöyle demişti: “Yemîn ederim ki, eğer beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben şüphesiz isterim ki, sen kendi günahınla benim günahımı da (seni öldürmeye kastettiğim takdirde bana gelecek olan günahı) yüklenesin. Böylece Cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezâsı budur.” (Mâide sûresi: 28-29) Bu âyet-i kerîmeleri Necmeddîn Gazzi “Hüsn-üt-tenebbüh” adlı eserinde şöyle açıklamıştır: “Hâbil, böyle söylemekle kardeşine nasîhat etti, onu uyandırmak, kardeşini öldürme işini yapmaktan sakındırmak istedi. Böylece, hem kendisi öldürülmekten ve hem de kardeşi böyle bir günahı işleyip, günahkâr olmaktan kurtulacaktı. Bu sebeple, âyet-i kerîmenin zâhirînden anlaşıldığı gibi, Hâbil, bu sözü ile kardeşi Kâbil'den böyle bir günahın meydana gelmesini istemiş değildi.”
Kâbil, Hâbil'in sözlerini ve nasîhatlerini dinlemedi. Şeytanın vesvesesine uyarak Hâbil'i öldürmek için kararlı ve ısrârlı davranıyordu. Nihâyet onu öldürmek için harekete geçti.
Kâbil, ıssız bir yerde Kardeşi Hâbil'i öldürmeye teşebbüs ettiğinde nasıl öldüreceğini bilemiyordu. Bu sırada şeytan insan kılığına girerek karşısına çıktı. Bir kuş tutup, kuşun başını taş üzerine koydu. Başka bir taş daha alıp kuşun başına vurarak başını ezmek sûretiyle öldürdü. Böylece Kâbil'e kardeşi Hâbil'i nasıl öldüreceğini gösterdi. Kâbil bu hâli görüp, kardeşini aynı şekilde öldürmek üzere harekete geçti. Hâbil'i tutup, başını bir taş üzerine koydu. Başka bir taş ile de vurarak şehîd etti. Yeryüzünde dökülen ilk kan budur. İlk şehîd Hâbil, ilk katil de Kâbil oldu. İmâm-ı Ahmed'in bildirdiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Zulüm ile öldürülen her insanın kanından (günahından) Âdem'in birinci oğlu Kâbil'e bir pay ayrılır. Çünkü cinâyeti âdet edenlerin önderi odur.”
Kâbil kardeşi Hâbil'i öldürünce, cesedini ne yapacağını bilemedi. Önce onu bir sahraya bıraktı. Yırtıcı kuşlar Hâbil'in cesedi üzerine hücûm etti. Bunun üzerine Kâbil, Hâbil'in cesedini bir torbaya koyup sırtına aldı ve taşımaya başladı. Ceset sırtında, ne yapacağını bilmez bir hâlde iken, yırtıcı kuşlar da cesedi yere bırakmasını bekleyerek üzerinde dolaşıyordu. Kâbil böyle şaşkın bir hâlde iken Allahü teâlâ iki karga gönderdi. Bu iki karga birbirine hücûm edip, dövüştüler ve netîcede karganın biri diğerini öldürdü. Sonra da öldüren karga ayakları ve gagasıyla yeri kazıp, öldürdüğü kargayı yere gömdü. Kâbil, bu hâdiseyi görerek Hâbil'in cesedini ne yapacağını öğrendi. Kâbil kendi kendine; “Bana yazıklar olsun. Karga kadar olmaktan âciz kaldım” dedi. Hâbil'in cesedini yere gömdü.
Bu husûsta Kur’an-ı kerîmde şöyle buyruldu: “Nihâyet Kâbil nefsine uyarak kardeşini (Hâbil'i) öldürmeğe kalkışmış ve sonra onu öldürmüştü. Böylece ziyâna uğrayanlardan olmuştu. Sonra Allahü teâlâ, bir karga gönderdi. Kâbil'e kardeşinin ölü cesedini nasıl örteceğini göstermek için o karga yeri eşeliyordu. Kâbil, bana yazıklar olsun kardeşimin cesedini örtemedim, dedi. Artık o pişmanlığa düşenlerden olmuştu.” (Mâide sûresi: 30, 31) Hâbil'in öldürüldüğü yerin neresi olduğu hakkında muhtelif rivâyetler vardır.
Ebü'l-Hasen Ali bin Muhammed Reb’î, Fedail-üş Şam ismindeki kitabında Ka'b'dan, o da, Abdullah bin Ebû Muhâcir'den bu öldürme işinin Dımeşk'da Kasiyun dağında olduğunu söylemektedir.
İbn-i Asakir'in Hazret-i Ali'den rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Dımeşk'da (Şam'da) Kasiyun denilen dağda, Âdem'in (aleyhisselâm) oğlu, kardeşini öldürdü.”
Âdem aleyhisselâm bu hâdiseye pek ziyâde üzüldü. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm, onu teselli için geldi ve; “Allahü teâlâ yakında sana bir evlât verecek ve âhır zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâm onun neslinden gelecek” müjdesini getirdi. Bu Şît (Şîs) aleyhisselâm idi. Bu sebeple ismi Şît (Allahü teâlânın ihsânı, hediyesi) mânâsınadır. Âdem aleyhisselâmın bütün çocukları ikiz doğduğu hâlde Şît aleyhisselâm tek doğdu.
Kâbil kardeşi Hâbil'i öldürdükten sonra perişân, uykusu ve huzûru kaçmış bir hâlde idi. Büyük bir günah işlediğinden ve çok kötü bir iş yapmış olduğundan dolayı çok bedbaht idi. Babasına karşı mahcuptu. Cezâdan korkuyordu. Evlenmek istediği ve bu sebeple kâtil olduğu kız kardeşini de alıp Aden'e kaçtı. Yıllarca âvâre ve başı boş dolaştı. Rivâyet edildiğine göre şeytan, Kâbil'in karşısına çıkıp, kardeşin Hâbil ile kurban takdim ettiğinizde Hâbil'in kurbanına ateş isâbet edip yakması ve onun kurbanının kabûl olunması Hâbil'in ateşe tapması sebebiyledir. Sen de kendin için ve senden sonra gelecek neslin için bir ateş yak, ona tap diyerek Kâbil'i aldattı. Kâbil de bir yer yapıp, orada ateş yakarak tapmağa başladı ve böylece ateşperestlik ortaya çıktı.
İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle nakledilmiştir: “Kâbil kardeşi Hâbil'i öldürdükten sonra kız kardeşinin elinden tutup kaçmak üzere yola çıkmıştı. Nûd dağından aşağı inince babası Âdem aleyhisselâm ona; (Buradan çekip git! Ömür boyunca ürkek kalacaksın, korku içinde olacaksın. Gördüğün hiç kimseden de emin olmayacaksın” dedi.
Kâbil'in çocukları ve nesli azgın bir cemiyet hâlini alıp, Nûh aleyhisselâm zamanında tûfanda helâk edildiler.
Begavî hazretleri şöyle rivâyet etmiştir; “Alimler buyurdu ki: Kâbil'in çocukları kendilerine, çeşitli çalgı aletleri yaptılar. Oyun, eğlenceye daldılar, içki içtiler, ateşe taptılar, fuhuş ve zinâ yaptılar. Nihâyet Allahü teâlâ onları Nûh aleyhisselâm zamanında tûfanda suda boğup helâk etti.”
Abd bin Humeyd, Hazret-i Hasan'dan şöyle rivâyet etmiştir: Hazret-i Hasan buyurdu ki: “Bana ulaşan bir haberde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): “Ey insanlar! Âdem'in iki oğlu sizin için numunedir. Siz, o ikisinden hayırlı, iyi olanına benzeyiniz, şerli, kötü olanına (Kâbil'e) benzemeyiniz” buyurdu.”
İslâm âlimlerinden Necmeddîn Gazzî, “Hüsnü't-tenebbüh” adlı eserinde Hâbil, Kâbil kıssasından ibret alınacak şu netîceleri çıkarmıştır:
1- Kâbil, Allahü teâlânın taksimine râzı olmadı, kadere rızâ göstermedi. İmâm-ı Ahmed'in, Tirmizî'nin ve Hâkim'in, Sa'd bin Ebî Vakkâs'dan bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâdan hayır istemeleri, âdemoğlunun saâdetindendir. Allahü teâlânın kazâsına rızâ göstermek, âdemoğlunun saâdetindendir. Allahü teâlâdan hayır istemeyi terketmeleri, âdemoğlunun şekâvetindendir. Allahü teâlânın kazâsına râzı olmamaları, âdemoğlunun şekâvetindendir.”
Taberânî Kebîr’inde ve İbn-i Hibbân Duâfa’sında Ebû Hind ed-Darî'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ; “Ben, Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Kim benim kazama râzı olmaz ve benden gelen belâya sabretmezse, kendisine benden başka Rab arasın!” buyurdu.”
Yine Ebû Nuaym'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kim rızkına râzı olmaz, şikâyetini herkese yayar, ona sabretmez, Allahü teâlâya arz etmezse, Allahü teâlâya kavuştuğu zaman O'nu gadablı olarak bulur.”
2- Kâbil, ebeveynine karşı geldi, onlara itâat etmedi ve üzdü. Bu, büyük günahlardandır. Tirmizî ve Hâkim'in Abdullah bin Amr'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfteResûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın rızâsı, babanın rızâsında, Allahü teâlânın gazâbı, babanın kızmasındadır.” Taberânînin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlânın rızâsı, ebeveynin rızâsında, gazâbı ise, onların kızmasındadır” buyruldu.
Ebû Nuaym'ın Hazret-i Âişe'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise; “Ebeveynine karşı gelen kimseye, istediğini yap. Çünkü ben seni af ve mağfiret etmeyeceğim denir.” buyruldu.
3- Kâbil, hem bir peygambere, hem de hocası durumunda olan babasına muhâlefet etti. Ebeveyne itâat etmek vâcibdir. Fakat, ebeveyn, günah ve içinde zarar olan bir şeyi emrederse, o zaman itâat edilmez.
 İsfehânî “Et-Tergib” adındaki kitabında Hibbân bin Mûsâ'dan şöyle nakletti. Hibbân bin Mûsâ dedi ki, İbn-i Mübârek'e: “Baba ve anne bir şeyi emrettiklerinde ne yapacağız” diye sordum. İbn-i Mübârek “Baba itâate, anne ise, iyilik yapmaya daha lâyıktır” dedi.
4- Kâbil, hem bir peygamber, hem hocası ve hem de sâlih bir zât olan babası hakkında sû-i zanda bulundu. Halbuki Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Ey îmân edenler, zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bâzısı günahtır.” buyurdu. (Hucurât sûresi: 12)
İbn-i Adiy ve Hatîb'in, Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Kişinin güzel zannı, (hüsnü zan sâhibi olması)kulluğunun güzelliğindendir.” Hakkında sû-i zan edilen ve töhmete uğrayan bir kimsenin hâlini, herhangi bir şekilde iyi bir şeyle tevil etmeye çalışmalıdır.
5- Kâbil, insanların sözlerine kıymet verdi. Onlar arasında aşağı duruma düşmekten korktu. Böyle bir düşünce kişiyi dîne ve akla muhalif iş yapmaya götürür. Nitekim Kâbil'in kardeşine, herkes senin benden üstün olduğunu konuşuyor demesi ve netîcede kıskançlığından onu öldürmesi böyle olmuştur.
6- Kâbil kendisi için olmayan şeyi dâvâ etti, bâtıl bir dâvâda bulundu. Mâverdî (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi; “Rivâyet edildi ki, yeryüzünde vâki olan ilk bâtıl (boş) dâvâ, Kâbil'in kardeşi Hâbil'e karşı kendi kızkardeşi ile evlenmeye ondan daha lâyık olduğu dâvâsı ve iddiasıdır.” İbn-i Mace'nin Ebû Zer'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Kendisi için olmayan şeyi dâvâ eden bizden değildir. Böyle bir kimse, Cehennem’deki yerine hazırlansın.” buyurdu.
7- Nefsi tezkiye (temize çıkarmak), ona kıymet vermek ve onu üstün görmek. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde, “Nefsinizi tezkiye etmeyiniz. Allah takvâ sâhibini en iyi bilendir.”buyurulmaktadır. Eğer Kâbil, nefsini tezkiye edip, kendisini kardeşinden üstün görmeseydi, kendisini nîmete kardeşinden daha lâyık görmezdi. İşte, nefsini tezkiye eden, üstün gören, Kâbil'e benzemiş olur. Ahmed bin Hanbel “Müsned”inde ve Buharî “Edeb-ül-müfred” kitabında, Taberânî de “Kebîr”inde: İbn-i Ömer'den (radıyallahü anh) şu hadîs-i şerîfi rivâyet etmektedir: “Kim kendini büyük görür, böbürlenerek yürürse, Allahü teâlâya kavuştuğunda Allahü teâlâyı gazâplı olarak bulur.”
8- Akrabâ ile alakayı kesmek. Bu büyük günahlardandır. Kâbil, kardeşine ilk sırt çevirendir; akrabâlar arasında ilk taşkınlık yapan da odur.
9- Malın en kıymetsizini, kötüsünü tasadduk etmek, mekruhtur. Halbuki Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde: “Sevdiğiniz şeyden infak (ve sadaka vermedikçe) pek çok hayra (iyiliğe veya Cennet’e) kavuşamazsınız.” (Âl-i İmrân sûresi: 92) buyurdu.
10- Kendi günahı sebebiyle dûçar olunan belâ ve musîbetten dolayı başkasını kınamak ve ondan intikâm almayı istemek. Kâbil, kurbanı kabûl edilmeyince, kardeşine kızdı, seni öldüreceğim dedi. Eğer, dikkatli hareket etseydi, nefsine kızar ve onu düşman bilirdi. Çünkü, takdim ettiği kurbanın kabûl edilmemesine işlediği günahlar sebep olmuştu. Yâni kendisi sebep olmuştu. Şâyet, nefsini kınasa, onu haksız bulsa ve tevbe etse idi, onun için hayırlı olurdu. Halbuki, kardeşi Hâbil, Kâbil'e, “Allahü teâlâ, ancak müttekîlerin kurbanını kabûl eder.” demişti. Fakat, Kâbil bu nasîhat ile uyanıp tâat ve ibâdete dönmedi. Başına musîbet gelen herkes, bunun daha önce işlemiş olduğu günahlar sebebiyle olduğunu bilmelidir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Sana ne isâbet ederse, o nefsindendir.” (Nisâ sûresi: 79) buyurmaktadır.
11- Kâbil, kardeşi Hâbil'i öldürmekle şeytana uydu. Şeytana ilk benzeyen Kâbil oldu. Çünkü o da şeytan gibi Allahü teâlâya âsî oldu.
Allahü teâlânın, öldürmeyi haram kıldığı bir nefsi haksız olarak öldürmek de Kâbil'in kötü hâllerindendir. Bu ise şirkten sonra en büyük günahlardandır. Bir parça söz ile de olsa, bir müslümanın öldürülmesine yardım eden kimsenin, alnında “Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesen kimse” diye yazılı olarak Allahü teâlânın huzûruna çıkacağı hadîs-i şerîfde bildirilmiştir.
12- Haksız yere haset, kin ve buğz besledi. İbn-i Mes’ûd'un rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Hasetten sakınınız. Çünkü Âdem'in iki oğlundan birisi, diğerini hasetten dolayı öldürdü. Haset, her hatânın aslıdır.”
Beyhekî “Şu'ab-ul-Îman” adındaki eserinde Ahnef bin Kays'ın, “Hasetçi kimse için rahat yoktur” sözünü nakletmiştir.
13- Nefsin arzû ve isteklerine göre hareket etmek. Kâbil gibi olmaktan sakınmak lâzım geldiği gibi, Hâbil gibi olmaya da çalışmak lâzımdır. Hasan'ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği şu hadîs-i şerîfte buna işâret vardır: “Âdem'in iki oğlu sizin için numûnedir. O ikisinden iyisine benzeyiniz. Kötü olanına benzemeyiniz.”
14- Kâbil babası Âdem (aleyhisselâm), annesi Hazret-i Havvâ, kardeşleri ve yakınları hakkında şeytanı sevindirdi. Çünkü kardeşi Hâbil'i öldürdü. Bir kimsenin babası, sâlih bir zât olur da o kimse babasının ahlâkına, güzel hâllerine uymayan bir iş yaparsa, babasının düşmanını sevindirmiş olur. Böyle yapan kimse Kâbil'e benzer, şeytana dost olur. Hâlbuki kerîm olan, sâlih olan kimsenin oğluna da kerîm olmak yakışır.
Hâbil'in, kardeşi Kâbil'e karşı muâmelesi ise birtakım güzel hasletler ihtivâ etmektedir.
1- Allah için kurban yaptı. İslâmiyette, sadaka vermek, kurban kesmek, doğru yolda bulunmak, kısaca, Allahü teâlâya yaklaşmaya vesîle olan her şey kurban demektir. Tevhid îtikâdından sonra insanın Allahü teâlâya yakın olmasına vesîle olan en büyük ibâdet, namazdır. Çünkü Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Secdene (namazına) devam et de (Rabbinin rahmetine) yaklaş; (ey Resûlüm) buyrulmaktadır. (Alak sûresi: 19)
Yine hadîs-i şerîfte; “Kulun Rabbi'ne en yakın olduğu an, secde ettiği vakittir.” buyrulmaktadır.
Muhammed bin Selâme Kudâî, Hazret-i Ali'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Namaz her müttekî mü’minin kurbanıdır.” (Onun Allahü teâlâya yakın olmasına vesîledir.)
2- Yanında bulunan şeyin en güzelini kurban yapmak. Bu ise, takvâdandır. Takvâ, Allahü teâlâ için yapılan kurbanın kabûlüne sebeptir. Hâbil, “Allahü teâlâ ancak müttekîlerinkini kabûl eder.” demekle buna işâret etmiştir. Her mü’minin bu haslete sâhip olması gerekir. İşte Hâbil’de bu güzel haslet olduğu için Allahü teâlâ kurbanını kabûl etti.
3- Kendisinde bulunan nîmeti izhâr için o nîmeti zikretmek, söylemek de Hâbil'in ahlâkından idi. Nitekim Hâbil, “Allahü teâlâ ancak müttekîlerinkini kabûl eder. Ben, Allah'tan korkarım.” demekle, kendisinde, Allahü teâlânın ihsân ettiği takvâ ve Allah korkusu nîmetinin bulunduğunu ifâde etmiştir. Bunlar en büyük nîmetlerdendir. Bu nîmetlerin şükrü yerine getirilirse, başkalarının bu husûslarda kendisine uymaları sağlanır. Diğer ibâdet ve tâatlar yerine getirilirse o zaman bu nîmetler pek kıymetlidir. Hâbil'in Kâbil'e, bu nîmetlerle övünmesi, Kâbil'in aklını başına toplayıp, Hakk’a tevbeye yönelmesi içindi. Nitekim Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîm'de meâlen, “Rabbinin nîmetini zikret.” (Duhâ sûresi: 11) buyurdu. İbn-i Ebî Hâtem, Hasan'dan (radıyallahü anh) bu âyet-i kerîmenin tefsîri husûsunda, “Eğer bir hayra isâbet edersen, onu arkadaşlarına, dostlarına söyle” mânâsını nakletmiştir.
İbn-i Cerîr de, Ebû Nedre'den şunları nakletti: Müslümanlar, kendilerinde bulunan nîmetten bahsetmeyi o nîmetin şükründen sayarlardı.
Bir kimsenin kendisine verilen nîmetten bahsetmesinin şükür olması, o nîmetten bahsederken kendisinde ucub, riyâ ve nefsi üstün görmek gibi kalb hastalıklarından bir şey bulunmadığı zamandır. Şâyet böyle bir şey karışırsa, bu şükür değil, nîmete karşı nankörlük olur.
4- Hâbil kardeşi Kâbil'e takvâyı tavsiye etmişti. Çünkü o, Kâbil'e, “Allahü teâlâ, ancak müttekîlerinkini kabûl eder” derken, “Eğer sen müttekîlerden olsaydın, Allahü teâlâ senin kurbanını red etmezdi” demek istemişti. Hâbil'in bu sözü Kâbil'i takvâya irşâd ve onu gaflet ve mâsiyetten (günahlardan) uyarmak için idi.
Süfyân-ı Sevrî buyurdu ki: “Kalplerde takvâ bulununca amellerdeki illetler (eksikler) ona zarar vermez.”
Fudale bin Ubeyd buyurdu ki: “Allahü teâlânın benden hardal tanesi kadar bir şeyi kabûl etmesi, benim için dünyâ ve içindekilerden daha kıymetlidir. Çünkü Kur’an-ı kerîmde Allahü teâlâmeâlen; “Allahü teâlâ ancak müttekîlerinkini kabûl eder” (Mâide sûresi: 27) buyurmaktadır.
5- Hilm, ezâ ve cefâya tahammül, istenmeyen hâllere sabretmek, intikâm hissini terketmek, kötülüğe mukâbele etmemek de Hâbil'in ahlâkından idi.
6- Hâbil, her hâlinde Allahü teâlâ ile beraber ve ona yönelmiş vaziyette idi. Çünkü o, Allah için kurban etti ve sonra, “Allah ancak müttekîlerden kabûl eder, ben Allah'tan korkarım”dedi. Allahü teâlâya çok tevbe eden mü’minler de böyledir. Onlar da Hâbil gibi Allahü teâlâya güvenip, dayanırlar. Yine Hâbil, “Ben âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan korkarım” sözü ile her ne kadar kardeşine nasîhati murat etmiş ise de, kendi nefsine de nasîhat etmektedir. Çünkü, ârif olan zât, başkasına bir şeyi hatırlatınca, aynı zamanda kendi nefsine de hatırlatır. Yoksa, ârif ve hikmet ehli olamaz.
Şâyet bir kimse, Allahü teâlâdan korktuğunu söyler de, Allahü teâlâdan korkanların yaptıklarını yapmazsa, o kimse yalancıdır. Selef-i sâlihinden bâzısı şöyle demiştir: “Ne zaman, kendimi Kitap ve sünnete arzettiysem, yalancı olmaktan korkmuşumdur.”
7- Hâbil'in güzel hasletlerinden birisi de, kardeşinden gelen ezâya katlandığı hâlde, ona eziyetten uzak durması, sakınmasıdır. Çünkü o, kardeşine, kendisini öldürmek için elini uzatsa da, kendisinin ona elini uzatmayacağını söylemişti.
8- O, Allahü teâlânın kazâsına teslim olmuştu.

İnsanların çoğalması:

Âdem aleyhisselâm, Hazret-i Havvâ ile Cennet’ten yeryüzüne indirilip uzun müddet ayrı kaldıktan sonra Arafat ovasında buluşarak Hindistan'a gittiler. Bazen da Arabistan'da kaldılar. Daha sonra Şam'a yerleştiler. Allahü teâlâya duâ edip sâlih evlât istediler. Her sene biri erkek biri kız olmak üzere ikiz çocukları oldu. Hazret-i Havvâ yirmi defâ doğum yaptı ve yalnız oğullarından Şît aleyhisselâm tek doğdu ve peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nûru ona intikâl etti. Nesli gittikçe çoğaldı ve yeryüzüne yayıldı. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu:
“Ey insanlar, sizleri bir tek şahıstan (Âdem'den) yaratan, o şahıstan da zevcesini vücûda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar meydana getiren Rabbinizden korkun ve günah yapmaktan sakının.” (Nisâ sûresi: 1)
“Ey insanlar! Hakikat biz sizi bir erkekle bir dişiden (Âdem ile Havvâ'dan) yarattık. Sizi, birbirinizle tanışmanız için büyük cemiyetlere, küçük küçük kabîlelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allahü teâlâ nezdinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. (Zirâ rûhlar ancak takvâ ile olgunlaşır, insanlar onunla yükselir.) Şüphesiz Allahü teâlâ her şeyi bilendir, her şeyden haberdârdır.” (Hucurât sûresi: 12)
“Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn sûresi: 4)
 Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalınca, Allahü teâlânın emri üzerine ikiz evlâtlarından, önce doğan ikizleri sonra doğan ikizler ile evlendirdi. Aynı gün doğan ikizler birbirleriyle evlendirilmezdi. Zamânla insanlar çoğalınca Allahü teâlâ bu şekilde evlenmeyi haram kıldı. Âdem aleyhisselâm zamanında insanların çoğalması için bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi helâl ve câizdi. İnsanlar çoğalınca buna lüzum kalmadı ve kardeşler arasındaki evlilik ilk olarak Nûh aleyhisselâmın dîninde haram kılındı. Nûh aleyhisselâmdan îtibâren yasak olan bu evlenme şekli, bütün ilâhî dinlerde devam etti. Âdem aleyhisselâmın, soyundan kırkbin kişiyi gördüğü rivâyet edilmiştir.
Allahü teâlâ, ilk insan olan Âdem aleyhisselâmı topraktan halk edip, ondan da Hazret-i Havvâ'yı yarattığını ve bunlardan da insanların çoğaldığını Kur’an-ı kerîmde bildirdi. Allahü teâlâya îmân etmeyen, İslâm dînine inanmayan bâzı târihçiler ve ilim perdesi arkasına gizlenen maksatlı ve inkârcı kimseler, bu husûsta kasten, yanlış ve yalan söylemişler, asılsız ve ilmî olmayan şeyler yazmışlardır. Hakîkî fen ve ilim adamları ise hiçbir zaman böyle yanlış ve yalan şeyler söyleyip yazmamışlar, insanın yaratılışı ve çoğalıp, yeryüzüne yayılması husûsunda gerçek ve doğru bilgi veren İslâmiyetin büyüklüğünü gün geçtikçe daha yakından görmüş ve anlamışlardır. Hakîkî ilim sâhibi olmayanlar ise, dîniî ve dünyâyı anlamayarak maddî ve mânevî kıymetlere saldırıp, felâkete sürüklenmişlerdir. Buna karşılık hakîkî fen adamları her zaman İslâm dînine âşık olmuşlar ve insanlığın kurtuluşu için çalışmışlardır.
Dünyânın en büyük tabiî ilimler bilginlerinden biri olan Max Planck bir eserinde bu husûsu gâyet açık olarak dile getirmiştir. (Max Planck 1858 yılında Almanya'da Kiel şehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kiel'de yaptı ve ondan sonra 1889'da Berlin Üniversitesi’nde çalışmağa başladı. Berlin'deki faâliyeti 30 sene kadar sürdü. 1947 de vefât etti.)
Max Planck, özellikle “Işıldama” ile meşgûl oldu. En büyük buluşu, atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kvant) hâlinde yayıldığını meydana çıkarmasıdır.
Bu bilgin, “Der Strom von der Auflarung bis zur Gegenwart” adlı kitabında diyor ki: “Gerek din ve gerek tabiî ilimler, üzerimizde kendisine erişilmeyen çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyâyı kurduğunu ve ona hükmettiğini ortaya koymaktadır.” Ancak onların bu kudreti îzâh husûsunda kullandıkları dil birbirinden farklıdır. Fakat her iki îzâh tarzı, ayrı bile görünseler, hakîkatte birbirinin aynıdır. Bu iki îzâh birbirine zıt olmayıp aksine birbirini tamamlar.
Gerek din, gerek tabiî ilimler, bu âlemi ancak mahiyetini hiçbir zaman anlayamayacağımız, insanların hiçbir zaman erişemeyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün âzametini biz bilemiyoruz ve hiç bir zaman bilemeyeceğiz. O'nun kudretinin ancak en küçük bir parçasını dolaylı olarak öğrenebiliriz.
Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları O'na yaklaştırmak için kendine mahsus akla hitâbeden semboller kullanır. Tabiî ilimler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden faydalanır. Hâlbuki bu iki yolu birleştirecek olursak, asıl o zaman bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydana çıkar ve dînin Allah'ı ile tabiî ilimlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yaptığı araştırma, ölçme ve formüller, O'nun zâtını ve büyüklüğünü meydana koyar.
Din ile tabiî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden zıt bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabiî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamayacağını kabûl ederler. Tabiî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Din ile tabiî ilimler arasında hiç bir fark yoktur. Bâzılarının sandığı gibi, tabiî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, bâzı insanlar, tabiî ilimlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlıştır. Yukarıda îzâh edildiği gibi, tabiî ilimler bilakis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler.
Târihe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabiî ilim bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindar insanlardı. Esâsen o zamanlar tabiî ilim araştırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde, râhiplerin evlerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilim merkezleri kurulduktan sonra, din adamları ile tabiî ilimler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma usûlleri tatbîke başladılar. Zamânla bunların çalışma metotları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki bu iki yol ayrı ayrı istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bilakis birbirine tamamıyla paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbirleriyle birleşecekler ise, din ile tabiî ilimler de, esas gâye sonsuzunda birbiriyle buluşacaklardır.
Meşhûr Amerikan fen adamı Edison bir çok keşifler yapmıştır. İlk elektrik ampulünü yaparak dünyâyı nûra boğan bu büyük Amerikan kâşifi hakkında çıkan bir eserde, onun en yakın mesâi arkadaşı olan Martin Andre Rosonoff şu hâtırayı anlatıyor:
“Bir gün laboratuvara girince, Edison'un kendinden geçmiş çok dalgın bir hâlde hiç kımıldamadan elinde tuttuğu bir kaba baktığını gördüm. Yüzünde büyük bir hayret, hürmet, takdir ve ta’zim ifâdesi vardı. Yanına tam yaklaşıncaya kadar, geldiğimin farkına varmadı. Sonra beni yanında görünce, elindeki kabı bana gösterdi. Kap, civa ile doluydu. Bana; “Şuna bak!” dedi. “Bu ne muazzam bir eserdir! Sen civanın hârikulade bir şey olduğuna inanır mısın?” Ben, “Civa, hakîkaten hayrete değer bir maddedir” diye cevap verdim. Edison konuşurken sesi titriyordu. Bana; “Ben civaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü hassalar vermiş? Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor” diye mırıldandı. Sonra tekrar bana döndü; “Dünyâdaki bütün insanlar bana hayrandır. Benim yaptığım bir çok keşifleri, bir çok yeni buluşları birer hârika, birer başarı sanıyorlar. Beni insanüstü bir varlık gibi görmek istiyorlar. Hâlbuki ne büyük yanlış! Ben, beş para bile etmeyen bir bulucuyum. Benim buluşlarım esâsen dünyâda bulunan, fakat, o zamana kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ancak ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir. “Bunu ben yaptım!” diyen bir insan, ancak en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiç bir şey gelmeyen âciz bir yaratıktır. Ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahlûktur. İyi düşünse, kibre kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır. İşte ben de bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar âciz, ne kadar zayıf bir yaratık olduğumu anlıyorum. Ben mûcidim ha! Asıl mûcit, asıl yaratıcı işte O'dur. Allah'tır!” dedi.” Daha pek çok fen âlimi böyle söylemiş ve yazmıştır.
Hiç bir dîne inanmayanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düşüncelerini, fen perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ; “Bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesâdüfen kendi kendine meydana gelip, zamanla küçük deniz nebâtları ve hayvanları ve sonra karadakiler meydana gelmiş, en son insan hâline dönmüştür.” gibi şeyler söylüyorlar. Böylece Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını, Kur’an-ı kerîmin hâşâ, hikâye olduğunu, ilk canlı maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne uymayacağını anlatıyorlar.
Hakîkî fen âlimi olmayan bu fen taklitçileri çok yanılıyorlar. Bunlar ilmen de hiç değeri olmayan şeyler söylemişlerdir. Evet, fizyolojist Haldene; “Bundan milyonlarca sene evvel, sıcak denizlerde, güneşten gelen ultra viole şualar tesiri ile, inorganik gazlardan, uzvî bileşikler meydana gelmiş ve ekviproduktif hassası olan ilk molekülün, yâni aldığı gıdâ maddelerini, kendi gibi canlı şekle çeviren hücre molekülünün de, bu arada, bir tesâdüf eseri teşekkül etmiş olmak ihtimâlini” söylemiştir. Fakat, bu bir hipotez (faraziye) olup, bir tecrübe ve hattâ bir teori (nazariye) bile değildir. Ekviproduktif özelliği olan bir molekülün nasıl meydana geldiğini gösteren bir bilgi, hattâ bir nazariye bu gün mevcût değildir. Fen bilgileri, gözetleme ve tetkik ilimleridir. Fen olayları, önce his uzuvları ile veya bunları takviye eden aletlerle gözlenir ve olayın sebepleri tahmin olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrar edilerek, bu sebeplerin tesirleri, rolleri tespit edilir. Bir hâdisenin sebebi ve oluş tarzı biliniyorsa, buna inanırız. Fakat tecrübe edildiği hâlde sebepleri anlaşılamayan hâdiseler de vardır. Bunlara sebep olarak, birçok fikirler ileri sürülür. Bu fikirler mutlak değildir. Bir hâdiseyi, muhtelif kimselerin başka başka tefsîr ettikleri de olmuştur.
Aynı sebeplerle îzâh edilen çeşitli hâdiselerin hepsini birden îzâh edebilecek umûmi bir fikre, faraziye (hipotez) denir. Bir veya birkaç hipotez ile, birçok hâdiseleri îzâh etmek ve bunlardan yeni hâdiselere varmak ve bu hâdiseleri tecrübe ile araştırmak netîcesinde hipotezlerin doğru görülenlerine nazariye (teori) denir. Bir teori, az hipoteze dayanır ve ne kadar çok hâdise îzâh ederse, o derece mükemmeldir. Haldene'nin sözü, nihâyet bir hipotezdir, teori olmaktan bile uzaktır. İnsanlar, bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne sûretle yaratıldığı hakkında doğru bilgi edinirlerse İslâmiyete zararlı değil, faydalı olur. Çünkü canlı ve cansız, her şey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerîmde; “Her şeyi nasıl yarattığımı arayın, işlerimdeki intizâmı, incelikleri görün! Böylece varlığıma, kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın.” buyurmuştur. Evet, inançsız kimseler, ilk canlı, kendi kendine meydana gelmiş dedikleri gibi, güneş sisteminin, yıldızların, çeşitli fizik, kimya ve biyoloji hâdiselerinin de, hep kendiliklerinden olduğunu söylüyorlar. İslâm âlimleri, yazdıkları pek çok kitapta, bunlara gerekli cevapları verip, hepsini susturmuşlar ve aldandıklarını vesîkalarla isbât etmişlerdir. Dinimiz, Âdem aleyhisselâmın balçıktan yaratıldığını bildiriyor. Diğer hayvanların ve nebâtların ne sûretle yaratıldığını bildirmiyor ki, Haldene faraziyesinin, dîne zararı dokunsun. İster o söylesin, isterse Darwin veya İbn-i Sina söylesin, her şeyi hareket ettiren, yapan, yaratan Allahü teâlâdır. Bütün enerji şekilleri, hep O'nun kudretinin tezâhürüdür.
Îmânı gideren şey; herhangi bir hâdisenin kendi kendine olduğuna inanmak ve hayvanların, tek hücrelilerden, yüksek yapılılara doğru, birbirlerine ve nihâyet insana döndüğünü söylemektir. Fen bunu göstermiyor ve fen adamları da böyle söylemiyor.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) “Tehâfüt-ül-felâsife” adlı kitabında buyuruyor ki: “Fen adamlarının sözleri üç kısımdır: Birinci kısımdaki sözleri, fennin, tecrübenin meydana çıkardığı hakîkatleri bildiriyor. Bu sözleri, İslâmiyete uyuyor ise de, yanlış kelimeler kullanıyorlar. Meselâ bir şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, tabîat kuvvetleridir. Her şeyi tabîat kuvvetleri yapıyor diyorlar. İslâmiyette, hiçbir şey kendiliğinden hareket edemez. Her cismi harekete getiren bir kuvvet vardır. Bu kuvvetler, Allahü teâlânın kudretidir. Her şeyi Allahü teâlâ yapıyor, diyor. Görülüyor ki, İslâmiyet ve fen, aynı şeyi söylemekte olup, arada yalnız, isim farkı vardır. Fen adamlarının ikinci kısım sözleri ise, İslâmiyetin haber vermeyip, arayıp bulunuz dediği şeyler husûsundaki sözleridir. Meselâ, ay ve güneş tutulması gibi husûslarda söyledikleri sözler gibi. Böyle doğru olan sözleri kabûl edilir.
Üçüncü kısımdan olan sözleri, İslâmiyette açıkça bildirilmiş olanlara uymayan sözlerdir. Bunların hepsi faraziye, yâni zan ile veya fen perdesi altında, koyu bir taassup ve fen yobazlığı ile söyledikleridir. Her şeyin yoktan yaratılmış olduğu, Âdem aleyhisselâmın çamurdan yapılan bedeninin, et ve kemiğe dönüp, canlanması, Allahü teâlânın var olduğu ve sıfatları ve kıyâmette olacak şeyler, tekrar dirilmek, îmânın esaslarındandır. Bunlara uymayan, bunlara olan îmânı bozacak sözlere inanılmaz. Fen adamı, bunlara uymayan söz söylemez. Çünkü bunlar, fenne uymayan şeyler değildir. Herkesi bunlara inandırmak ve aksini söyleyenleri ret etmek lâzımdır.”
Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalarak Arabistan, Mısır, Anadolu ve Hindistan'a yayılmıştı. Nûh (aleyhisselâm) zamanındaki tûfanda, hepsi boğularak, yalnız gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türeyip, zamanla çoğalarak, Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusya’ya, yâni bütün yeryüzüne yayıldılar. Bu yayılma, hem karadan, hem de büyük gemilerle, denizden olmuştu. O zamanlarda Asya'dan Amerika'ya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı.
Fen ilerledikçe, Müslümanların, görmeden, akıl ermeden, inandıkları birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmaktadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerika'da mekteplerde, şöyle okutuluyor: “Eski jeolojik devrelerde, güney kıtaları arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmiştir. Meşhûr meteoroloji âlimi Alfred Wegner, Kontinentverschiebung (karaların kayması) nazariyesini kurmuş ve beş (bugün için altı) kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Başka bir profesör, kıtalar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, zeocoğrafik tecrübelere dayanarak, iddia etmiştir. Wegner'e göre, Paleozoikum ve Mezozoikum devrelerinde, kıtalar birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar, Cenûbî Amerika ile Afrika, Asya (doğruca Hindistan'dan) ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosen'den îtibâren Afrika'da yaşayan hayvanlar, karadan, Cenûbî (güney) Amerika'ya geçmişlerdir) teorileri öğretilmektedir.
Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Suriye, Irak ve Orta Asya'dan yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlaşılmaktadır.
İlk insanlar, bâzı târihçilerin zannettiği ve İslâm dînine inanmayanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü gibi, ilimsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşî kimseler değildi. Bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benzeyen vahşîler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basit yaşayanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşîdir denilemez. Âdem aleyhisselâm ve ona îmân edenler şehirlerde yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi san’atları vardı. Allahü teâlâ, kendisine on sahîfe gönderdi. Cebrâil “aleyhisselâm”, oniki kere gelmişti. Bu kitaplarda, îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, (bunun sabah namazı olduğu İbn-i Âbidin'de yazılıdır), gusül abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz yememek, birçok san’atlar, tıp, ilaçlar, hesap, hendese (yani geometri) gibi şeyler bildirilmişti. Altın ve gümüş üzerine para dahî basılmış, mâden ocakları işletilip aletler yapılmıştı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateşle, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’an-ı kerîm açıkça bildirmektedir.

Âdem aleyhisselâmın peygamberliği ve mûcizeleri:

Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyâda rahat ve huzûr içinde yaşamalarını, âhırette de sonsuz saâdete kavuşmalarını istemektedir. Bunun için, insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr, saâdet yolunu göstermiştir. İlk peygamber de Âdem aleyhisselâmdır. Âdem aleyhisselâm “Ulû’l-azm” olan altı büyük peygamberden biridir. Diğer Ulû’l-azm peygamberler ise, Nûh (aleyhisselâm), İbrâhim (aleyhisselâm), Mûsâ (aleyhisselâm), İsâ (aleyhisselâm) ve Muhammed (aleyhisselâm) dır. Ulû’l-azm; Allahü teâlânın emirlerini, dînini insanlara bildirme husûsunda her türlü zorluğa katlanan azîm ve sebât gösteren demektir.
Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki; “Resûllerin ilki Âdem'dir...” Bir başka hadîs-i şerîfte de; “… Âdem, Allahü teâlâ ile kelâm eden (konuşan) bir peygamberdir” buyurdu.
Kur’an-ı kerîmde şöyle buyruldu: “Gerçekten Allahü teâlâ, Âdem'i, Nûh'u, İbrâhim hânedanını ve İmrân âilesini âlemler üzerine seçkin kıldı (soylarını peygamber yaptı)”. (Âl-i İmrân sûresi: 33) tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Âdem aleyhisselâmın ve Nûh aleyhisselâmın enbiyâdan olduğunu bildirmişlerdir. Kâdı Beydâvî hazretleri, Kur’an-ı kerîmde, “(Ey Habîbim) Rabbin meleklere, ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım demişti...” (Bakara sûresi: 30) buyrulan âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken; “Buradaki halîfeden murad, Âdem aleyhisselâmdır. Çünkü o, yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi (hükümlerini yerine getiren) idi. Diğer peygamberler de böyledir.” buyurdu.
 Tefsîr-i Mazharî'de de şöyle buyrulmuştur: “Bu âyet-i kerîmedeki halîfeden murad, Âdem aleyhisselâmdır. Çünkü o, yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesidir. Yâni Allahü teâlânın kullarına Allahü teâlânın râzı olduğu yolu gösteren ve onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan peygamberdir. Âdem aleyhisselâmdan sonraki bütün peygamberler de böyledir. Onlar da yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesidir.”
Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma on suhuf vahyetti. Âdem aleyhisselâma ilk gelen “Besmele-i şerîfe”dir. Suhuf’un kelime mânâsı sahifeler demektir. Fakat peygamberlere gönderilen sahîfeler bir yaprak kâğıdın bir yüzü demek olmayıp, forma hâlinde küçük kitap, risâle demektir. Allahü teâlânın Âdem aleyhisselâma gönderdiği on suhufta, îmân edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek bildirildi. Ayrıca çeşitli san’atlar, tıp bilgileri, ilaçlar, hesap, hendese yâni geometri gibi şeyler de bildirilmişti. Cebrâil aleyhisselâm Âdem aleyhisselâma oniki kere gelmiştir. Âdem aleyhisselâm, Süryanî, İbranî ve Arabî diller ile kerpiç üstüne çok kitap yazdı. İlk yaratılan insan ve ilk peygamber idi. Hem Cennet, hem dünyâ hayatı yaşadı. İlk yanılan (zelleye düşen), ilk tevbe eden, ilk örtünen, evlât acısını ilk duyan, ilk selâmlaşan ve toprağı ilk işleyen O'dur. Âdem aleyhisselâmAllahü teâlânın kendisine vahyettiği şeyleri evlâtlarına ve torunlarına bildirip onlara doğru olan hak yolu gösterdi.

Âdem aleyhisselâmın mûcizeleri:

1- Yırtıcı hayvanlar ile konuşurdu. Bu mûcizesinin sebebi şöyledir: Âdem aleyhisselâm, evlâdından bir kabîleye uğrayıp, onlarla görüşmüştü. Bu kabîle, kendilerine dağda yaşayan vahşî hayvanların musallat olduğunu bildirip şikâyet etmişlerdi. Âdem aleyhisselâm o civarda bulunan yırtıcı hayvanları çağırdı. Hepsi toplandı. Bu vahşî hayvanları, “Evlâdıma niçin ezâ ediyorsunuz” diyerek azarladı. Toplanan vahşî hayvanlar dile gelip, konuşmaya başlayıp dediler ki: “Bunlar arasında gıybet, nemime, koğuculuk, söz taşımak gibi kötü huylar yayıldığı için biz onlara ezâ ediyoruz, sıkıntı veriyoruz.” Âdem aleyhisselâm onlara iyi geçinmelerini, birbirleriyle çekişmemelerini emretti. O kabîle de gıybet, dedikodu gibi kötü huyları terkedip iyi geçindiler. Bundan sonra hayvanlar onlara zarar vermedi.
2- Âdem aleyhisselâm uzak bir yere gitmek isteyince mesâfeler kısalır ve oraya kısa zamanda ulaşırdı. Âdem aleyhisselâm Hazret-i Havvâ ile Cennet’ten yeryüzüne indirildiğinde kendisi Hindistan'da Seylan (Serendip) adasına, Hazret-i Havvâ da Cidde'ye indirilmişti. Aralarındaki mesâfeler çok uzaktı.
Âdem aleyhisselâm yasak edilen ağaçtan yemesi sebebiyle Cennet’ten çıkarıldığı için, hem de Hazret-i Havvâ'dan ayrı kalmanın acısıyla tevbe edip ikiyüz sene ağladı. Allahü teâlâdan af diledi. Hazret-i Havvâ ise daha çok ağlıyordu. Âdem aleyhisselâm, tevbe edip tevbesi kabûl olduktan sonra, Hazret-i Havvâ ile buluşmak için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl edip, ona uzun mesâfeleri kısa zamanda alma mûcizesini verdi. Böylece uzaklıklar yakın kılındı. Kısa zamanda Hindistan'dan Mekke'ye vardı ve Arafat ovasında Hazret-i Havvâ ile buluştu. Kavuştukları bu ovaya orada buluşmalarından dolayı Arafat denilmiştir.
3- Âdem aleyhisselâm, dağ ve taşlara elini vurunca hâlis su çıkardı. Bu mûcizenin zuhûr etmesinin sebebi şöyle idi. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma Kâbe'yi yapmayı emretti. Âdem aleyhisselâm Kâbe-i muazzamayı yaptıktan sonra, Hindistan'a gidip orada dünyâ işlerinden zirâat, ticâret yapıp, evlâtlarını yetiştirmekle meşgûl oldu. Peygamber olduğu bildirilince Allahü teâlânın emirlerini insanlara tebliğ etti. Bu sıralarda evlâdı ve torunları bin kişiye ulaştı. Bunlar birbirleriyle gâyet iyi geçiniyorlar ve Mes’ûd bir hayat yaşıyorlardı. Âdem aleyhisselâmın evlâdından Kâbil, Hâbil'i şehîd edince, aralarında bir karışıklık çıktı. Kâbil oradan kaçıp gitti. Aradan kırk sene geçmişti. Kâbil'in evlâtları haramlara dalıp, kötü işlerle meşgûl oluyordu. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma Kâbil'in evlâtlarını dîne dâvet etmesini emretti. Âdem aleyhisselâm onları dîne dâvet edince mûcize istediler. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm mübârek elini büyük bir kayaya dokundurdu. Dokunur dokunmaz, kayadan birden bire hâlis bir su fışkırmaya başladı. Bu mûcize üzerine çoğu îmân etti. Sonra o suyun çevresinde zirâat ve san’atla meşgûl oldular.
4- Âdem aleyhisselâm her ne vakit arzu ederse ağaçları bir işâret ile yerlerinden kaldırır ve bir işâretle de yerlerine getirirdi. Bu mûcizesi şöyle vukû bulmuştur: Âdem aleyhisselâm Kâbil evlâdından ateşe tapan bir kabîleye uğradı. Bu kabîleye ateşe tapmaktan vazgeçip Allahü teâlâya îmân etmelerini söyledi. Bu dâveti üzerine bir ağaç göstererek; “Şu ağaç yerinden kalkıp başka bir yere yerleşsin” dediler. Âdem aleyhisselâm böyle bir mûcizenin hâsıl olması için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın duâsını kabûl buyurdu. Allahü teâlâ kendi isimlerini (esmâsını) söylemesini ve ağaca işâret etmesini emir buyurdu. Âdem aleyhisselâm eliyle gösterilen ağaca işâret etti. Ağaç yerinden kalkıp başka bir yere yerleşti.
5- Âdem aleyhisselâm kendisinden mûcize istenildiği bir vakitte avucuna taşları aldı. Bu taşların Allahü teâlânın ismini zikir ve tesbîh ettikleri işitildi. Bu mûcizeyi görenlerden pek çok kimse îmân etti.
6- Âdem aleyhisselâm tohum yetiştirmeye müsâit olmayan ham tarlaya tohum ektiğinde mûcizesiyle tohum bir gün içinde yeşerip olgunlaşırdı.
7- Âdem aleyhisselâm bir gün çocuklarını yemeğe dâvet etmişti. Hazret-i Havvâ yemek hazırlamakla meşgûl iken Âdem aleyhisselâm, evlâtlarının yanında mübârek elini ateşe sokup uzun müddet ateşin içinde tuttu. Mûcize olarak ateş elini yakmadı.
8- Âdem aleyhisselâmın evlâtlarından Kâbil, Hâbil'i öldürüp kaçtığında Âdem aleyhisselâm onu aramaya çıktığında, bir mûcize olarak bâzı taşlar da Âdem aleyhisselâm ile birlikte hareket ederdi.

Âdem aleyhisselâmın vefâtı:

Âdem aleyhisselâm bir Cumâ günü bin yaşında iken vefât etti. Bir rivâyette de ikibin yaşında ve bir başka rivâyete göre de dokuzyüzotuz yaşında vefât etti. Se'âlebî, Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Abbâs hazretlerinden şöyle rivâyet etmiştir: “Deyn (borç) ile ilgili âyet-i kerîme nâzil olunca, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Verdiği sözü ilk unutan Âdem aleyhisselâmdır. Üç defâ unutmuştu. Allahü teâlâ onu yaratınca beline mesh buyurdu. Kıyâmete kadar gelecek çocuklarını onun belinden zerreler hâlinde çıkardı. Hepsi Âdem aleyhisselâma gösterildi. Âdem aleyhisselâm bunlar arasında nûrlu birini görünce; “Ey Rabbim bu benim evlâdımdan hangisidir?” dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “O senin oğlun Dâvûd'dur.” Âdem aleyhisselâm; “Onun ömrü ne kadardır?” dedi. Allahü teâlâ; “Altmış senedir” buyurdu. “Onun ömrünü ziyâdeleştir” deyince, Allahü teâlâ; “Hayır, ancak sen onun ömrünü artırırsan (kendi ömründen bağışlarsan) olur” buyurdu. Âdem aleyhisselâmın ömrü bin sene idi. Ömründen kırk senesini Dâvûd aleyhisselâma bağışladı. Böylece bu bağışı yazıldı ve melekler de şâhid kılındı. Âdem aleyhisselâmın ömrü bitip eceli gelince, melekler rûhunu kabzetmeye geldiler. Âdem aleyhisselâm; “Daha ömrümden kırk sene var” dedi. Melekler; “Sen ömründen o kırk seneyi evlâdın Dâvûd için hibe etmiştin, bağışlamıştın.” dediler. Âdem aleyhisselâm (unuttuğu için); “Ben böyle bir bağış yapmadım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın bağışladığının yazılı olduğu kitabı ona indirdi ve melekleri de şâhid olarak bulundurdu. Sonra Âdem aleyhisselâmın ömrünü bin seneye Dâvûd aleyhisselâmın ömrünü de yüz seneye çıkardı.”
Yine Se'âlebi, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “... Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilince günlerini sayardı. Melek-ül mevt, rûhunu kabzetmeye gelince, Melek-ül mevte dedi ki: “Acele ettin ey Melek-ül mevt! Daha benim ömrümden altmış sene var”. Melek-ül mevt de ona; “Senin ömründen bir şey kalmadı. Sen Allahü teâlâdan, ömründen bir kısmını evlâdın Dâvûd'a yazmasını istedin” dedi. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm (unuttuğu için), “Ben böyle yapmadım” dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) devamla şöyle buyurdu: “İşte Âdem verdiği sözü unuttu. Zürriyeti de (insanlar da) unuttu (ahd-i mîsakı unuttular). O zaman Allahü teâlâ kitabını göndererek şâhidliği emretti.”
Âdem aleyhisselâm vefât etmeden önce onbir gün hasta yattı. Bu sırada evlâtlarını toplayıp onlara nasîhatler yaptı. Allahü teâlânın emirlerine uymalarını tenbih etti. Oğulları içinden Şît aleyhisselâmı yanına çağırıp ona vasiyetlerini bildirdi. Şît aleyhisselâm ikiz olmayıp tek doğan oğlu idi. Âdem aleyhisselâmın oğullarından Kâbil hased ve kıskançlığı sebebiyle kardeşi Hâbil'i öldürünce, Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma bir evlât daha vererek teselli etti Bu evlâdın ismi, Allahü teâlânın hibesi (hediyesi) mânâsına gelen Şît aleyhisselâm idi. Muhammed aleyhisselâmın nûru Âdem aleyhisselâmdan Şît aleyhisselâma intikâl ederek alnında parlıyordu. Âdem aleyhisselâm vefât etmeden önce Cebrâil aleyhisselâm gelip, oğlu Şît'e (aleyhisselâm) vasiyette bulunmasını ve onu yerine halef kılmasını söyledi.
Âdem aleyhisselâm oğlu Şît aleyhisselâmı yanına çağırıp gece ve gündüzdeki kıymetli vakitleri ve bu vakitlerde yapılması gereken ibâdetleri öğretti. Nûh aleyhisselâm zamanında vukû bulacak tûfanı önceden ona bildirdi. Tûfandan sonraki vukû bulacak hâdiseleri de haber verdi. Vasiyetini yazıp Şît aleyhisselâma verdi. Sonra da; “Bu bilgileri Kâbil evlâtlarından gizli tut, onlara bildirme, çünkü Kâbil, hasedi sebebiyle kardeşi Hâbil'i katletti. Onun evlâtları da sana hased edip, seni öldürmeye kalkışırlar!” dedi. Bu emir üzerine Şît aleyhisselâm babası Âdem aleyhisselâmın kendisine bildirdiği bu husûsları gizli tutup, açıklamadı. Âdem aleyhisselâmın vefât etmeden önce oğlu Şît aleyhisselâma yaptığı en önemli vasiyetlerden biri şöyle idi: “Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun!”
İbn-i Asâkir, Ka'b-ül-Ahbâr'dan şöyle nakletti: Âdem aleyhisselâm, oğlu Şît aleyhisselâma; “Ey oğlum! Benden sonra halîfemsin. Allahü teâlâyı ne zaman zikredersen, anarsan, O'nunla beraber Muhammed aleyhisselâmın ismini de söyle. Çünkü O'nun ismini, ben rûh ve beden arasında iken arşın altında gördüm. Sonra semâları dolaştım. Semânın her tarafında O'nun isminin yazılı olduğunu gördüm. Rabbim beni Cennet’te bulundurdu. Cennet’te gördüğüm her saray ve her odada Muhammed aleyhisselâmın ismi yazılı idi. Yine O'nun ismini, hûrilerin boyunlarında, Cennet kalelerinde, Tûbâ ağacı ile Sidret-ül-müntehâ yapraklarında, meleklerin gözleri arasında, yazılı olarak gördüm. Onun için Muhammed aleyhisselâmın ismini çok an! Çünkü melekler O'ndan her an bahsederler dedi.”
Meâric'ün-nübüvve fi medâric-il-fütüvve kitabında Âdem aleyhisselâmın vasiyeti ve vefâtı şöyle bildirilmiştir: “Âdem aleyhisselâm vefâtına kadar evlâtları arasında kaldı. Onlara Allahü teâlânın emrettiği şeyleri bildirdi. Kırkbin evlâdını gördü. Kendisinin yirmi oğlu ve yirmi kızı var idi. Diğerleri, torunları ve onların evlâtları idi. Ömrü bin yıla erişince hastalandı ve oğullarını topladı. Hak teâlâya ibâdet etmelerini, şeytana ve şeytanın avânelerine uymamalarını emreyledi. Sonra Şît aleyhisselâma, Muhammed aleyhisselâmın nûrunu çok dikkatle muhâfaza etmesini vasiyet etti.
Âdem aleyhisselâm vasiyetini tekrar etti. Kelime-i Tevhid’i söyledi. Zürriyetinden gelecek peygamberlere bu vasiyeti ulaştırmalarını emreyledi. Sonra Şît aleyhisselâma döndü; “Ey Şît, benim ecelim yaklaştı. Benden sonra halîfem ol. Dîni yaymağa gayret eyle. Hak teâlâyı zikredince, Muhammed aleyhisselâmı da birlikte zikret ve O’nun rûhaniyetinden istifâde eyle.” buyurdu.
Âdem aleyhisselâmın hastalığı ilerleyince, Cebrâil aleyhisselâm gelerek hazret-i Âdem'in hâlini sordu. İkisi konuşurlarken Azrâil aleyhisselâm edeple içeri girip selâm verdi. “Hak teâlâ selâm eder ve evlâdına senden ötürü baş sağlığı diler.” dedi.
Hazret-i Havvâ (radıyallahü anhâ) bir köşede oturmuş ağlıyordu. Âdem aleyhisselâm; “Ey Havvâ, buradan git. Beni, Rabbimin melekleriyle başbaşa bırak.” dedi. Sonra yüzünü Cebrâilaleyhisselâma çevirdi ve; “Yâ Cebrâil, ben ölüm şerbetini içer, Rabbime kavuşurum.” deyince, Âdem aleyhisselâmın bu hâline Cebrâil aleyhisselâm da ağladı.
Âdem aleyhisselâm üzüldü. Bütün melekler ağlaştılar. O anda; “Ey Âdem, yukarıya bak” diye bir ses işitti. Yukarıya baktı ve Cennet’i gördü. Hak teâlâ hazretleri O'nun için hazırladığı nîmetleri gösterdi. Âdem aleyhisselâm, hazret-i Azrâil'e, “Ey Azrâil, çabuk gel ve canımı almada acele et. Zirâ canım cânânı çok istiyor ve rûh kuşum ten kafesinden vatanına uçmak diliyor” dedi. Azrâil aleyhisselâm yaklaştı. Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: “Ey Azrâil! Âdem aleyhisselâmın ne kadar azîz, büyük olduğunu bilirsin. Bu husûsta çok yumuşak hareket etmen lâzımdır.” Azrâil aleyhisselâm hiç incitmeden Âdem aleyhisselâmın rûhunu aldı. Böylece canı cânâna kavuşturdu. Cebrâil aleyhisselâm, Âdem aleyhisselâma bir gömlek giydirdi. Şît aleyhisselâma yıkamayı öğretti. Yıkayıp kefenlediler. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler su ile üç defâ yıkadılar. Onu defnettiler, sonra çocuklarına dönerek; “Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız” dediler.” Cebrâil aleyhisselâm, Şît aleyhisselâmı imâm yapıp dört tekbir ile, bir rivâyette otuz tekbir ile bugünkü gibi cenâze namazını kıldılar. Ebû Kubeys dağındaki mağaraya defnettiler. Nûh aleyhisselâm zamanında vukû bulan tûfanda Nûh aleyhisselâm tabut yapıp, Âdem aleyhisselâmın mübârek cesedini tabutun içine koydu. Gemiye alıp, tûfandan sonra Serendib’e bıraktı. Âdem aleyhisselâmın defnedildiği yer husûsunda değişik rivâyetler vardır.
Peygamber efendimiz mîrâç gecesi birinci kat semâda Âdem aleyhisselâmın rûhaniyeti ile görüşmüştür. Bu husûs mîrâçla ilgili Müslim'in bildirdiği bir hadîs-i şerîfte şöyle bildirilmiştir: “Birinci semâya geldiğimiz zaman, Cibrîl birinci kat semânın bekçisine (kapıyı) aç dedi, bekçi; “Kim o!” diye sordu. Cibrîl, “(Ben) Cibrîl” diye cevap verdi. “Yanında kimse var mı?” dedi. “Evet yanımda Muhammed var” dedi. “O gönderildi mi” deyince, “Evet” dedi. Bunun üzerine kapıyı açtı. Birinci semâya yükseldiğimiz zaman baktım ki orada bir zât duruyor. Sağında bir takım karaltılar ve sol tarafında bir takım karaltılar var. Sağ tarafına bakınca gülüyor, sol tarafına baktığı zaman ağlıyor. Bu zât (Bana); “Hoş geldin sâlih evlât ve sâlih peygamber” dedi. Ben, “Yâ Cibrîl! Bu zât kim?” dedim. Cibrîl, “Bu Âdem'dir. Sağında ve solundaki şu karaltılar da çocuklarının rûhlarıdır. Sağdakiler Cennetlikler, sol taraftakiler de Cehennemliklerdir. (Bu sebeple) sağ tarafına bakınca gülüyor, sol tarafına bakınca da ağlıyor dedi.” Bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Âdem aleyhisselâm dünyâ semâsındadır. Kendisine ümmetinin (zürriyetinin) amelleri arz olunmaktadır.”

Âdem aleyhisselâmın husûsiyetleri:

1- Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı kudretiyle yarattı.
2- Allahü teâlâ, bütün mahlûkât içinde en son Âdem aleyhisselâmı yarattı ve ona rûh verdi.
3- En güzel sûrette yaratıldı.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “İnsanlar içinde Âdem aleyhisselâma en çok benzeyen benim. Ahlâk ve yaratılış bakımından da bana en çok benzeyen İbrâhim aleyhisselâmdır.”
Buharî'nin Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu:
“Allah, Âdem peygamberi şu güzel insan kılığında yarattı. Boyunun uzunluğu altmış zrâ' idi. Hilkati tamamlandıktan sonra Allahü teâlâ ona; “Haydi, meleklerden şunların yanlarına git de onlara selâm ver! ve onların senin selâmını nasıl karşıladıklarını (iyi) dinle. Çünkü bu hem senin, hem de (senden sonra) zürriyetinin selâmlaşmasına numûnedir. Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) meleklere; “Esselâmü aleyküm” dedi. Onlar da; “Esselâmü aleyke ve rahmetullah” diye karşıladılar. Ve selâmlarına “Ve rahmetullah” ziyâde eylediler (eklediler). Âdem, beşerin büyük atası olduğu için, Cennet’e giren herkes Âdem'in (bu güzel) sûretinde girecektir. Âdem'in (sonra gelen) ahfâdı (evlâd-torunları) onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeğe devam etti. Nihâyet (bu eksiliş) şimdi (bu ümmette) sona erdi.”
4- Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma hamdetmeyi telkin etti, Âdem aleyhisselâma aksırınca, “Yerhamüke Rabbuke” buyurdu.
5- Âdem aleyhisselâm hakkında Allahü teâlânın rahmeti gadabını aştı.
6- Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmı yarattıktan sonra, hiç ameli olmadığı hâlde onu Cennet’e koydu.
7- Cennet’te bir ağacın meyvesi hâriç her şeyi ona mübâh kıldı.
8- Bütün isimleri, her şeyin ismini ve faydasını ona öğretti.
9- Onu insanlığın babası kıldı. İsmi dünyâda Ebü'l-Beşer, Cennet’te Ebû Muhammed'dir.
10- Meleklere, ona doğru secde etmelerini emretti. Bu secde, Âdem aleyhisselâma değildir. Allah için Kâbe'ye doğru secde yapıldığı gibi Allah için Âdem aleyhisselâma doğru yapılmıştır.
11- Yeryüzünde halîfe kıldı.
12- Âdem aleyhisselâmın meleklerden üstün olduğunu, meleklere bildirdi.
13- İblis (şeytan) çok ibâdet ve tâat etmiş olmasına rağmen, Allahü teâlâ İblisi, Âdem aleyhisselâma secde etmediği için ebediyyen tardetti, kovdu.
14- İlk hamd eden Âdem aleyhisselâmdır.
15- İlk tevbe eden Âdem aleyhisselâmdır.
16- İlk seçilen ve yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halîfesi ve ilk peygamberidir.
17- Zürriyetinden Cennetlik ve Cehennemlik olanları ayırarak Cehennemlikleri kıyâmet günü o Cehennem’e gönderecektir.
Müslim, Berâ'dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ve tebâreke kıyâmet gününde şöyle buyurur: “Ey Âdem kalk! Zürriyetinden binde dokuzyüzdoksan dokuzunu Cehennem’e birini de Cennet’e ayır.” Eshâb-ı kirâm bunu işitince yere kapanıp ağlamaya başladı. Resûlullah buyurdu ki: “Başınızı kaldırın, nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, ümmetim, ümmetler içinde siyah öküzün cildindeki beyaz tüy gibidir.”
18- Yûsuf aleyhisselâma Âdem aleyhisselâmın güzelliğinden yarısı verilmiştir. Hazret-i Âdem, çok güzeldi. Siyah saçlı ve buğday renkliydi. Hazret-i Havvâ da böyle idi. Hazret-i Âdem'in hiç sakalı yoktu. İnsanlarda ilk sakalı çıkan hazret-i Şît aleyhisselâmdır.
Hasen-i Basrî hazretleri şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma dört haslete sâhip olmasını emir buyurmuş ve iyi vasıfların hepsinin bu dört haslette olduğunu bildirmiştir: “Birincisi; bana ibâdette hiç bir şeyi ortak koşmamandır. İkincisi; yapmış olduğun amelin zâyi olmaz, en dar gününde o amelinin mükâfâtını sana veririm. Üçüncüsü; senin duâ etmen, benim de duânı kabûl edip istediğini vermemdir. Dördüncüsü: insanların sana nasıl muâmele etmesini istiyorsan, sen de onlara öyle davranmalısın.” buyurmuştur.
Âdem aleyhisselâmın makâmı tevbe makâmıdır. İlk tevbe eden ve ilk tevbesi kabûl olunan odur. Hazret-i Hasan'dan şöyle nakledilmiştir: “Allahü teâlâ Âdem'in (aleyhisselâm) tevbesini kabûl ettiği zaman, melekler onu tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil aleyhimüsselâm yanına inip, “Ey Âdem! Gözün aydın, Allahü teâlâ tevbeni kabûl etti.” dediler. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm, “Yâ Cebrâil! Bu tevbemden sonra ben tekrar hesâba çekilirsem hâlim ne olur?” deyince, Allahü teâlâ Âdem'e (aleyhisselâm); “Ey Âdem! Senin zürriyetine, tevbeyi mîras bıraktım. Onlardan bana kim senin gibi duâ ederse, senin yalvarmanı kabûl ettiğim gibi onlarınkini de kabûl ederim. Kim benden isterse, ona veririm. Çünkü ben, kullarıma yakınım ve onların isteklerini geri çevirmem” diye vahyetti.” İslâm âlimleri tevbeyi ve tevbenin önemini şöyle anlatmışlardır:

Tevbe:

Tevbe, nedâmet, pişmanlık. İnsanın, işlemiş olduğu günahlarına pişmanlık duyup, Allahü teâlâdan özür dilemesi, affedilmesini, bağışlanmasını istemesidir. Tevbe, dînimizde haram olan şeyleri işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karar vermektir. Dünyâda zarar hâsıl olmasından korkarak pişman olmak, tevbe olmaz. Çeşitli günah işleyen bunlardan bâzısında ısrâr ederken, bâzısına tevbe edebilir. Tevbeden sonra günahı tekrar işleyenin, tekrar tevbe etmesi geçerlidir. Büyük günahın affolması için, tevbe etmek şarttır.
Günahtan sonra hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi geciktirmek de, büyük günahtır. Bunun için de, ayrıca tevbe etmek lâzımdır. Allahü teâlânın emirleri olan farzları ve vâcibleri yapmamanın günahı ancak kazâ etmekle affolur. Her günahın affı için kalb ile tevbe etmek ve dil ile istiğfâr etmek, yalvarmak ve beden ile kazâ etmek lâzımdır. Yüz kere tesbîh etmek, yâni (Sübhânallah-il-azim ve bihamdihî) demek, sadaka vermek ve bir gün oruç tutmak, günahın tevbesi için çok iyi olur.
Allahü teâlâ, Nûr sûresi 31. âyetinde meâlen, “Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tevbe ediniz. Tevbe etmekle kurtulabilirsiniz.” ve En’âm sûresi 120. âyetinde meâlen; “Açık olsun, gizli olsun günahlardan sakınınız.” buyuruyor.
Hadîs-i şerîflerde; “En iyiniz, günahtan sonra hemen tevbe edeninizdir.” ve “Gizli yapılan günahın tevbesini gizli yapınız! Âşikâre yapılan günahın tevbesini âşikâre yapınız! Günahınızı bilenlere, tevbenizi duyurunuz!” ve “Tevbe eden, günah işlememiş gibi olur.” ve “Günahına pişman olmayıp dili ile istiğfâr eden, günahında devam edicidir. Rabbi ile alay etmektedir.” buyruldu. İstiğfar etmek (estagfirullah) demektir. Şifâ için istigfârı çok okumak, bütün dertlere, sıkıntılara karşı faydalıdır. Allahü teâlâ, Hûd sûresinde meâlen; “İstiğfar okuyunuz! İmdadınıza yetişirim.” buyurdu. İstiğfar, insanı her murâda, âfiyete kavuşturur.
Hadîs-i şerîflerde; “Allahü teâlâ, günah işleyip sonra pişman olan kulunu, istiğfâr etmeden önce affeder.” ve “Günahınız çok olup, göklere kadar ulaşsa, tevbe edince, Allahü teâlâ tevbenizi kabûl eder.” buyruldu. Bu hadîs-i şerîfler, kul hakkı bulunmayan günahlar içindir. Hadîs-i şerîfte; “Günah, üç türlüdür: Kıyâmette mağfiret olunmayan, terk edilmeyen ve Allahü teâlânın dilerse affettiği (günah) dir” buyruldu. Kıyâmet günü muhakkak affolunmayacak günah, şirktir. Şirk, her türlü küfür demektir. Terk edilmeyecek olan günah, kul hakkı bulunan günahtır. Allahü teâlânın dilerse affedeceği günah kul hakkı bulunmayan günahtır.
Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever, affeder. Sonra, o günahı tekrar yaparsa, ikinci bir tevbe lâzım olur. Tevbe ettiği bir günahı hatırlayınca, günahı işlediğine sevinirse tekrar tevbe lâzım olur. Hak sâhiplerine haklarını ödemek veya helâl ettirmek, gıybet ettiği kimseden af dilemek ve rızâsını almak, yapmamış olduğu farzları kazâ etmek farzdır. Bunlar tevbenin kendisi değil, şartlarıdır. Bir lirayı sâhibine geri vermek, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan ve yetmiş nâfile hacdan daha iyidir. Günahı bir daha yaparsam tevbem bozulur diyerek, tevbe yapmamak doğru olmayıp, câhilliktir ve şeytanın aldatmasıdır. Her günahtan sonra, hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi bir saat geciktirince, günahı iki kat olur.
Tevbe ettim demek, tevbe olmaz. Çünkü, tevbenin sahih olması için üç şart lâzımdır:
1- Hemen günahı bırakmalıdır.
2- Günah işlediğine, Allahü teâlâdan korktuğu için utanmak ve pişman olmak lâzımdır.
3- Bu günahı bir daha hiç yapmamaya gönülden söz vermektir. Allahü teâlâ şartlarına uygun olan tevbeyi kabûl edeceğine söz vermiştir.
Her günahın tevbesi kabûl olur, ancak şartlarına uygun yapılması lâzımdır. Tevbenin kabûl edileceğinde şüphe etmemelidir. Tevbenin şartlarına uygun olmasında şüphe etmelidir. Tevbe edilmeyen herhangi bir günahtan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü, Allahü teâlânın gadabı günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günah için, sonsuz olarak red edebilir. Bunu Kur’an-ı kerîm bildiriyor. İkiyüzbin sene itâat eden İblisin (şeytanın) kibirlenip secde etmediğinden ebedî mel’ûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eylemiştir. Mûsâ aleyhisselâmın zamanında, Belâm-ı Bâurâ, İsm-i âzamı biliyordu. Her duâsı kabûl olurdu. İlim ve ibâdeti, o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, ikibin kişi, hokka ve kalem ile yanında bulunurdu. Bu Belâm, Allahü teâlânın bir haramına, birazcık meyl ettiği için, îmânsız gitti. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Mûsâ aleyhisselâm buna hayır duâ edip, kimya ilmi öğretince bu şahıs o kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikte, yeraltına sokuldu. Sa’lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet eder ve câmiden çıkmazdı. Bir kere sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitti. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için duâ etmemesi emrolundu. Allahü teâlâ, bunlar gibi daha nice kimselerden, bir günah sebebiyle, böyle intikâm almıştır. Bunun için, her mü’minin günah işlemekten çok korkması, ufak bir günah işledikçe tevbe, istiğfâr etmesi, yalvarması lâzımdır. Tevbe, kalb ile, dil ile ve günah işleyen aza ile birlikte olmalıdır. Kalb pişman olmalı, dil duâ etmeli, yalvarmalı, âzâ da günahtan çekilmelidir.
Allahü teâlâ ile kul arasında olan, kul hakkı bulunmayan günahların af olması için, gizlice tevbe etmek kâfidir. Başkalarına haber vermek, imâma bildirmek lâzım değildir. Para vererek, papaza günah af ettirmek, hıristiyanlıkta yapılıyor. İslâmiyette böyle şey yoktur. Hazret-i Ali buyuruyor ki, Hazret-i Ebû Bekr doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp namaz kılar ve günahı için istiğfâr ederse, Allahü teâlâ, o günahı elbette affeder. Çünkü, Allahü teâlâ, (Nisâ sûresi 109. âyetinde meâlen); “Biri günah işler veya kendine zulüm eder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli, af ve mağfiret edici bulur” buyurmaktadır” dedi. Bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, bir günah işler, sonra pişman olursa, bu pişmanlığı, günahına keffâret olur. Yâni, affına sebep olur” buyruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte; “Günahı olan kimse, istiğfâr eder ve tevbe eder, sonra bu günahı tekrar yapar, sonra yine istiğfâr söyler, tevbe eder. Üçüncüyü yine yapar ve yine tevbe ederse, dördüncü olarak yapınca, büyük günah yazılır.” Buyuruldu. Yâni, ileride tevbe ederim diyenler, tevbeyi geciktirenler ziyân etti. Lokman Hakîm, velî veya peygamber idi. Oğluna nasîhat ederek; “Oğlum, tevbeyi yarına bırakma! Çünkü, ölüm ansızın gelip yakalar” dedi. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki; “Her sabah ve akşam tevbe etmeyen kimse, kendine zulüm eder”.
Tevbeyi, Abdülmelik bin Muhammed Harkûşî hazretleri “Tehzib-ül-esrâr” adlı eserinde şöyle anlatmıştır: “Abdullah bin Ömer rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, rûh gargaraya gelmedikçe kulun tevbesini kabûl eder.” Büyük âlim ve aynı zamanda vâiz olan Ebû Sa'id buyurdu ki: “Tevbe, yüksek makâmlardan ve Allahü teâlânın sevgisini gerektiren amellerdendir. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever.” buyuruyor. (Bakara sûresi: 222) Sehl bin Abdullah (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Tevbe, yaptığı günahlara pişmanlık duymak ve zemmedilen hareketlerden Allahü teâlânın râzı olduğu işlere dönmektir.” Doğru bir tevbe edebilmek için, helâlinden yemek, âzâlarını kötülüklerden ve günahlardan muhâfaza etmek, bu husûslarda Allahü teâlâdan yardım istemek lâzımdır.
Zünnûn-i Mısrî’ye tevbe sorulduğu zaman: “Avâmın tevbesi, günahlardan, havâssın (seçilmişlerin) tevbesi, gafletten dolayıdır.” buyurdu.
Muhammed bin Ali el-Kettanî'ye istiğfârın ne olduğu soruldu. “İstiğfar, tevbe demektir. Tevbe ise altı mânâyı içine alan bir isimdir. Birincisi; yapmış olduğu günaha pişmanlık duymak. İkincisi; yapmış olduğu günahı bir daha işlememeye azmetmek, karar vermek. Üçüncüsü; Allahü teâlâya karşı yapmakla mükellef olduğu farzları edâ etmek. Dördüncüsü; hakkı geçenlerin haklarını vermek. Beşincisi; haramları atmak için, onunla beslenen vücûdunu bu hâlden kurtarıp mânen temizlemek. Altıncısı; nefse, günahların tadını tattırdığı gibi, tâatların acısını da tattırmak.”
İbn-i Atâ; “Tevbe, iki tanedir. Birincisi inâbe tevbesi, diğeri isticâbe tevbesi. İnâbe tevbesi, kulun âkıbetinden korkarak tevbe etmesi, isticâbe tevbesi, kulun Allahü teâlânın kereminden hayâ ederek yaptığı tevbedir” buyurdu.
Ebû Bekr Râzî (radıyallahü anh) şöyle nakleder: Ebû Bekr Beykendî'den duydum. Buyurdu ki: “Tevbe; kulun Allahü teâlâya karşı cürette bulunduğunu bilmesi, günahından dolayı kendisini yere batırmayacak, ateşle yakmayacak kadar Rabbinin hâlim olduğunu görmesidir. Sonra tevbe edip, bir daha o günahı işlememesidir.”
Rabia-i Adviyye, tevbeyi şartlarına uygun yapmamanın günaha sebep olduğunu, bunun için, tekrar ve doğru tevbe yapmak gerektiğini şöyle ifâde etmiştir: “Bizim tevbelerimiz, başka bir tevbeyi gerektirir.” Ve yine; “Sâdece dil ile istiğfâr, yalancıların tevbesidir” buyurarak tevbenin şartlarına uygun yapılması gerektiğini bildirmiştir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfte; “Pişmanlık tevbedir.” buyurdu. Ebû Sa'id el-Va'iz hazretleri bu hadîs-i şerîfin mânâsını, şöyle açıklamıştır: “Geçmiş günahlardan dolayı kalbde bir yanmanın ve artık bir daha işlememek üzere kesin ve açık bir niyetin hâsıl olmasıdır.”
Muhammed bin Ali'ye; “Tevbe nedir?” diye sorulunca, “Kötülüklerden uzaklaşıp iyiliklere yönelmek, sonra bunda mücâhede, nefse bunu yapmasını zorlamak, sonra bu işte sebât etmek ve sonra doğruluk göstermektir. Bundan sonra da Allahü teâlânın rızâsını kazanıp vilâyete (evliyalığa) ve yardımına, ihsânlarına kavuşmaktır” buyurdu.
Şakik-i Belhî de; “İnsanları iki şey helâk eder. Biri, tevbe ederim diyerek günah işlemeleri, diğeri de sonra yaparım diyerek tevbeyi geciktirmeleridir.” buyurmuştur.
Yûsuf bin Esbât hazretleri buyurdu ki: “Tevbenin on derecesi vardır; 1- Cehâletten uzaklaşmak. 2- Tembelliği terk etmek. 3- Münkerâttan tevelli, kötülüklerden uzaklaşmak. 4- Beğenilen ve râzı olunan işleri yapmak. 5- Hayırlara koşmak, hayır işlerde yarışmak. 6- Tashih-i tevbe, tevbeyi tam ve doğru yapmak. 7- Lüzûm-üt tevbe, günahları terk edip, hakka yönelmek. 8- Hak sâhiblerinin haklarını ödemek (Edâ-i mezâlim). 9- Taleb-il megânim, fırsatları ganîmet bilmek. 10- Kalbin tasfiyesi, kötülüklerden temizlenmesi.
Ahmed bin Ebî Havârî buyurdu ki: “Kul kalbiyle pişman olmadıkça, diliyle istiğfâr etmedikçe ve kendi üzerinde hakkı olan hak sâhiblerinin hakkını ödemedikçe tevbe etmiş olmaz. Kul ibâdete yönelir, kulluğunu yaparsa, tevbeye ve zühde ulaşır. Zühde kavuşunca, sadâkata, sıdka ulaşır. Sıdkı elde eden, tevekküle, bununla da istikâmete kavuşur. Hazret-i Ömer şöyle rivâyet etmiştir:Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kıyâmet günü tevbe en güzel bir sûrette getirilir. Öyle güzel kokusu olur ki, onu mü’minlerden başkası duymaz. Kâfirler der ki: Mü’minler o kokuyu alıyorlar da, biz neden alamıyoruz?. Bunun üzerine tevbe, onlara şöyle der: Eğer beni dünyâda kabûl etseydiniz (dünyâda iken tevbe etseydiniz) şimdi (bu güzel kokumu) duyardınız. Bunun üzerine kâfirler, Şimdi seni kabûl ediyoruz derler. Semâdan bir melek, kâfirlere şöyle seslenir: Eğer dünyâdaki altın ve gümüşleri ve her şeyi getirseniz artık sizden tevbe kabûl olunmaz. Sonra buyurdu ki: Melekler onlardan uzaklaşır. Cehennem bekçileri olan melekler gelirler. Kendisinde güzel koku bulunanları Cennet’e korlar. Kötü koku bulunanları ise Cehennem’e atarlar.”
İbn-i Atâ; “Kim amel ederek tevbesini düzeltirse, tevbesi kabûl olunur” buyurdu. Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Her uzvun tevbesi vardır. Kalbin tevbesi, haram olan işleri yapmaya niyeti terk etmesidir. Gözün tevbesi, harama bakmaması, ayakların tevbesi, harama gitmemesi, kulağın tevbesi, haram olan şeyleri dinlememesi, karnın tevbesi, helâlden yemek, fercin tevbesi, fuhuştan uzak durmasıdır...”
Ebû Hafs hazretlerine; “Tevbekârlar neden dünyâyı sevmezler” diye sorulunca; “Çünkü onlar, günaha dünyâda batarlar” buyurdu. Fakat, tevbe de dünyâda yapılır dediklerinde; “Bu, günaha delildir. İşleniyor ki tevbe yapılıyor. Bu kesindir. Yâni dünyâda günah işleniyor, fakat her günahın tevbesinin kabûl edileceği kesin değildir.” buyurdu.
Ebû Abdullah Celâ hazretlerine denildi ki: “İnsan ne zaman tam tevbekar olur?” “Sol omzundaki melek, yirmi sene hiç yazacak günah bulamadığı ve yazmadığı zaman” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ (günahkar kuluna) ey Âdemoğlu, sen bana duâ etmedin. Benden günahlarının bağışlanmasını istemedin. Eğer bunu benden isteseydin, arzın dolusu günahın olsa, göke ulaşsa, onu bağışlar, günahına bakmazdım buyurdu.”
Ebû Nâsr Abdüsseyyid bin Muhammed ibni Sabbag hazretleri de; “Et-Târık'üs sâlim ilallah” adlı eserinde tevbeyi şöyle anlatmıştır: Günahlarından dolayı tevbe etmek, her müslümana farzdır. Günah işleyip de tevbeyi geciktirmek câiz değildir. Müslüman günah olan işlerden uzak durmalı, günaha girerse pişman olup, Allahü teâlâdan affını ve mağfiretini dilemelidir. Kulun mutlakâ tevbeyi gerektirecek bir hâli bulunur. Âlimler, Allahü teâlânın kulları üzerinde sayısız hakları bulunduğunu, bunların gözetilmesi gerektiğini, Allahü teâlânın haklarına karşılık, O'ndan gâfil olunduğu zaman tevbe etmek lâzım geldiğini söylemişlerdir. Şöyle ki, Allahü teâlâya şükretmek, O'nu anmak ve hatırlamak, O'ndan korkmak her müslümana lâzımdır. Çünkü Allahü teâlâ her an nîmetlerini ve ihsânını yenilemekte ve tazelemektedir. Meselâ, Allahü teâlâ kısa bir müddet için nefes alıp verme nîmetini insanlardan almış olsa, hepsi ölü olarak yere serilirdi. Öyleyse, nîmete kavuşan kimseye, o nîmeti verenden gâfil ve habersiz olması aslâ yakışmaz. Nimete kavuşan o nîmeti verenden başkası ile meşgûl olursa, yapacağı şey, nîmet sâhibini unuttuğu için pişman olmak, nîmet sâhibinden özür dilemek, O'nun beğendiği işlere devam etmek ve tekrar O'nu anıp, hatırlamaktır. Allahü teâlâ, beş vakit namazı farz kıldı. Kullar, beş vakit namazla Allahü teâlâyı andılar ve O'na kulluk vazifelerini yerine getirdiler. Allahü teâlâ, kullarının namazlarda kendisini anmalarını, ibâdet etmelerini, beş vakit namazın dışında kendisinden gaflette bulunup, unutmalarına keffâret yaptı. Yâni gaflet suçunu affetti. Kullar namaz kılarken, kalblerini başka şeylerle meşgûl ederlerse, bu gaflet hâllerinden dolayı özür dilemeleri ve Allahü teâlâdan af olunmalarını dilemeleri icâbeder. Çünkü onlar, Allahü teâlâyı anacakları yerde kalbleri başka şeylerle meşgûl olmuştur.
Abdurrahmân bin Ebû Ömer; “Her sabah, görevli iki melek: Ey hayır isteyenler! Geliniz hayırlı işler yapınız! Ey kötülük yapanlar! Kötülüklerinizi azaltın diye seslenirler” buyurmuştur.
Sâlih zâtlardan birisi; “İnsanlar üzerine gelen her gece, Ey Âdemoğlu! Bende şu anda hayır nâmına ne yapabilirsen yap. Bir daha ebediyyen geri dönmeyeceğim der.” diye haber vermiştir.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle buyurdu. “Kim üç defâ Estagfirullah ellezî lâ ilâhe illâ huvel hayyül kayyumü ve etûbü ileyh” derse, Allahü teâlâ onun günahlarını affeder.”
Ebû Ümame'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Sağda bulunan melek, sol tarafta bulunan meleğin âmiridir. Kul bir iyilik yaptığı zaman, sağ taraftaki melek hemen o kimse için on sevap yazar. O kul kötülük yaptığı zaman, sağ taraftaki melek, sol taraftakine; O kötülüğü onun için hemen yazma, yedi saat bekle. Belki yaptığı kötülük için istiğfâr eder. “Allahü teâlâdan affını ister” der.”
Abdullah ibni Mes’ûd hazretleri şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın katında en büyük günah, biri diğerine Allah'tan kork deyince, karşıdakinin, “Sen kendine bak” demesidir.”
Akıllı kimseye yakışan, tevbeyi âdet edinip, işlediği hatâ ve günahlardan sonra pişman olması ve istiğfâr etmesidir. Umulur ki, böyle yapan kimse, nefsinin şerrinden ve amelinin kötülüğünden kurtulur. Çünkü tevbe ve istiğfâr, kalbi düzeltir. Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya sebep olur.
Ömer (radıyallahü anh), (Tevbe edenlerle oturup kalkınız. Çünkü onların kalbleri çok incedir) buyurmuştur.
Mücâhid (radıyallahü anh), “(Hesap için) Rabbi huzûrunda durmaktan korkan için iki Cennet var.” (Rahmân sûresi: 46) meâlindeki âyet-i kerîmenin tefsîrinde; “Bu öyle bir kimsedir ki, günah işlerken Allahü teâlâyı hatırlar ve ondan vazgeçer. Bu, tevbe edenin derecesinden daha üstündür. Çünkü, tevbe eden kimse, günahı işledikten sonra pişman olmaktadır. Bu ise, günah üzerinde iken, Allahü teâlâyı hatırlayarak o günahtan vazgeçmektedir.” buyuruyor.
İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Kim istiğfârı çoğaltırsa, Allahü teâlâ ona her keder ve gamdan bir rahatlık, her darlıktan bir çıkış yolu ve ummadığı yerden rızık nasib eder.”
Riyâh el-Kaysî; “Benim kırk küsur günahım vardı. Her biri için yüz kere istiğfâr ettim.” buyurdu.
Avn bin Abdullah; “Tevbe edenlerle beraber olunuz. Çünkü Allahü teâlânın rahmeti, günahından pişmanlık duyana daha yakındır.” buyurdu.
Anlatılır ki, Zuheyr es-Selûli hiç durmadan ağlardı. Arkadaşlarından birisi onu azarlayarak; “Allahü teâlâ sana merhamet etsin. Niçin böyle devamlı ağlıyorsun?” dedi. O da, “Günahlarıma ağlıyorum. Suçum çok. Rabbine âsî olana elbette ağlamak yaraşır.” cevâbını verdi.
Anlatılır ki, Hızır aleyhisselâm Mûsâ'dan (aleyhisselâm) ayrılacağı vakit, Mûsâ aleyhisselâm ona; “Bana bâzı tavsiyelerde bulun” dedi. Hızır da (aleyhisselâm) şu tavsiyelerde bulundu: “Herkese faydalı ol, zarar verici olma. Güler yüzlü ol, kızgın olma. İhtiyâcın olmadan yola çıkma. Başkasını yaptığı günahtan dolayı ayıplama. Kendi günahlarına ve hatâlarına ağla.”
Fudayl bin Iyad (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Günahın senin yanında ne kadar küçülürse, Allahü teâlânın yanında o derece büyür. Sen günahı ne kadar büyük görürsen, o günah Allahü teâlânın yanında o derece küçülür.” (İnsan, günahını dâimâ büyük görmelidir.)
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh); “Eğer insan günahını küçük görürse, ona ehemmiyet vermez. O zaman o günah, büyük günah hâlini alır. Eğer insan günahını büyük görür, onun için istiğfâr yapar, onu gizler ve tevbe ederse, o günah küçücük kalır.” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr'in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimse günah işler, sonra bu günahını hatırladığı zaman, kalkar, abdest alıp, iki rekat namaz kılar, günahını Allahü teâlâdan affetmesini dilerse, Allahü teâlâ onun günahını affeder.”
Süfyân bin Uyeyne (radıyallahü anh) anlattı: “Yanımda birisi olduğu hâlde Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Fakat yanımdaki suskun bir vaziyette idi. Tavâfı tamamlayınca, Makâm-ı İbrâhim denen yere geldi. İki rekat namaz kıldı. Sonra Kâbe-i muazzamanın yanına vardı ve şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Zillete ve noksanlığa benden daha lâyık kim var? Çünkü sen, beni zayıf olarak yarattın. Senin affına benden daha lâyık kim var? Yâ Rabbî! Yâ Rabbî sana muhtacım.” Onun bu sözleri benim pek hoşuma gitti.”
 Kendilerine ilm-i ledün verilen âlimlerin ve evliyânın büyüklerinden olan Ahmed Nâmıkî Câmî hazretleri tevbesiyle ve başkalarının da tevbe edip hidâyete kavuşmalarına vesîle olmakla tanınmıştır. Kitapları ve sohbetleriyle altıyüzbin kişinin tevbe ederek hak yola girmesine ve ebedî saâdete kavuşmasına sebep olmuştur. Miftâh-un-necat kitabında buyuruyor ki: “Tevbe, müslüman olsun, olmasın her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yaptığında onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup tevbe etmesi vâcibdir. Tevbe etmezse kendine zulmetmiş olur. Allahü teâlâ Hucurât sûresi 11. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurdu: “Ey îmân edenler! Bir kavim, bir kavimle alay etmesin. Olur ki, alay edilenler Allah indinde alay edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da, diğer kadınlarla alay etmesinler! Olur ki, alay edilen, eğlenceye alınan kadınlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar. Birbirinizi ayıplamayınız ve birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayınız. Bir kimse îmân ettikten sonra, fâsıklık ne çirkin bir addır. Kim ki bu menâhiden (yasak edilen şeylerden) tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir.”İnsanlar ya zâlim, veya tâib (tevbe edici) olur denildi. Tevbe etmeyen zâlimdir. Tevbe etmeyen insanlar, kendilerini zulme ve fitneye attılar. Cenâb-ı Hak ile anlaşmaya sâdık kalmadılar ve ahde vefâ etmediler. Bu sebeple, insanların çoğu zâlim oldu. Tevbe sûresi. 111 ve 112. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruluyor ki: “Muhakkak ki Allahü teâlâ mü’minlerden nefislerini cihâda, mallarını sadaka ve infaka sarfedenlere, karşılığında Cennet’i vermekle, (bunları onlardan) satın aldı ki, onlar Allah yolunda cihâd ederler, öldürürler, öldürülürler. Onlara vâd olunan Cennet haktır ki, Tevrât, İncil ve Kur’an'da sâbittir. Kim ki, Allahü teâlâdan sevap talep ederek cihâdda ahdine vefâ ederse, niyetinde ihlâs üzere olup, riyâ ve şöhretten kaçınırsa, Allahü teâlânın vâd-i kerîmiyle olan mubâyeaya (alış-verişe) mesrûr olur. Sevinin ki, bu alış-veriş sizin için büyük bir saâdettir.” “Şirk, nifak ve mâsiyetlerden(günahlardan) tevbe edenler, Allahü teâlâya itâat edip, ihlâs ile ibâdet edenler, genişlikte de darlıkta da Allahü teâlânın nîmetlerine hamd edenler, oruç tutanlar, (ve Allah yolunda cihâd edenler, ilim öğrenenler), rükû ve secde edenler (beş vakit namazı şartlarına uygun olarak kılanlar), iyiliği (Allahü teâlâya îmân, tâat ve Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine tâbi olmayı) emredenler, kötülükten (küfür ve masiyetlerden) nehyedenler, Allahü teâlânın ahkâmının, emirlerinin hudûdunu koruyan ve riâyet edenler var ya, işte bu güzel sıfatlarla vasıflanmış olan mü’minleri Cennet ile müjdele.”
Tevbenin, acele etmekten başka belirli bir şartı yoktur. Bütün insanların tevbeye ihtiyâcı vardır. İnsanların en iyisi enbiyâdır (nebîler ve resûllerdir). Onlardan biri de Yahyâ (aleyhisselâm) idi. Onun hakkında âyet-i kerîmede meâlen; “O, kavminin efendisi ve nefsini şehvetten hapsedicidir.” buyruldu. (Âl-i İmrân sûresi: 39) Bununla beraber yine, onlara da istiğfâr vâcib olmuştur. İnsanların en üstünü olan peygamberler, tevbeye ihtiyaç duyarsa, tevbeye ihtiyâcı olmadığını söylemek kimin haddine düşer. İnsanların en iyisi olan Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kalbimde (envâr-i ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün 70 kere istiğfâr ediyorum.” ve yine, “Allahü teâlâya her gün yüz kere istiğfâr ediyorum.” buyurdu.
 Ekseriyâ insanın her verdiği nefeste bir günah bulunur. Bilhassa dünyâya rağbet edenler için bu böyledir. Bunlar dünyâyı severler. Dünyâyı sevenler, her günahın başındadırlar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır.” Gerçekten, bir gündüz ve gece 24 saattir. İnsan, her saatte ortalama bin nefes verir. 24 saatte insandan 24.000 nefes çıkar. Bu nefesleri dünyâya rağbet ve dünyâ sevgisi için verince, hepsi mâsiyet (günah) olur. Her gün onun hesâbına 24.000 günah yazılır. O, bunu bilmez, farketmez. Hal böyle olunca, istiğfâr (tevbe) yapmak lâzım mı, değil mi? Bilmek gerekir. İnsan tevbe edince ve tevbenin şartını yerine getirince, onun bütün nefesleri tâat (ibadet ve sevap) olur. İnsanlar için büyük bir sermâye olan tevbenin bâzı mühim şartları vardır.
Tevbenin şartı üçtür: Pişmanlık, dil ile özür dilemek (istiğfâr) ve beden ile günahtan kaçınmak (terk). Tevbenin aslı (kökü) bu üç şeyin hakîkatindedir. İhlâs ve doğrulukla bunları yerine getiren kimse, cenâb-ı Hakk’ın evliyâsından bir veli olur. Sıddîklardan bir sıddîk ve ebdallerden bir ebdal olur. Çünkü her şeyin anahtarı tevbedir. Bütün dostlukların başı tevbedir. Nitekim hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Cenâb-ı Hakk’a, tâib (tevbe eden) gençten daha sevgilisi yoktur.” O genç, kendi nefsinin arzularını kontrol altına alır, cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kendi hevesine tercih eder. İşte onun kavuştuğu iyi saâdet ve iyi talih budur. Hem cenâb-ı Hak indinde ve hem bütün mahlûkât nazarında onun sâhip olduğu üstün (izzetli) huy budur. Gökte melekler, havada kuşlar, denizde balıklar, çöllerde, sahralarda ve denizlerde vahşî hayvanlar, aşağıda ve yukarıda bulunan bütün yaratıklar hepsi onu sever ve ona yakın olmak isterler. Onun dileğini cenâb-ı Hak yaratır, ihsân eder.
Fudayl bin Iyâd (rahmetullahi aleyh) yol kesici iken tevbe etti. Malları sâhiplerine geri verdi. Bir yahudi geriye kaldı. Fakat Fudayl'ın ona verecek bir şeyi yoktu. Yahudiye dedi ki: “Hiç malım kalmadı ki seni hoşnut edeyim, bana hakkını helâl et.” Yahudi dedi ki: “Ben, bana mal vermediğin müddetçe helâl etmemeğe yemîn ettim.” Fudayl, “Eğer benim verecek bir şeyim olsaydı, seninle böyle konuşmazdım” dedi. Yahudi, “Elini şu elbisenin altına sok, orada bir kese altın vardır. Onu çıkar bana ver ki, yemînim yerine gelsin de, hakkımı sana helâl edeyim” deyince. Fudayl (rahmetullahi aleyh) elini o elbisenin altına soktu, bir avuç altın çıkardı ve ona verdi. Yahudi dedi ki, “Bana İslam'ı arzet (bildir).” Ben Tevrât’da okudum ki, ümmet-i Muhammed'den doğru ve ihlâs ile tevbe edenin elinde toprak altın olur. Ben senin bu söylediğinde doğru olup olmadığını bilmek istedim. Bu elbisenin altında hiç altın yoktu. Bildim ki, Muhammed'in aleyhisselâm dîni haktır ve senin tevben haktır (gerçektir).” Bunu söyledi ve onun elinde müslüman oldu. Bunun gibi vak’a (olay) çoktur. Tevbe, öyle herkesin değerini bileceği bir sermâye değildir. Tevbe, insanların kurtuluşudur. Gönlün hayâtı ve canın besini (gıdâsı) ve âhıretin meyvesidir. Mü’minin sürûrudur, sevincidir. Günahlar demetinin şifâsı, hastaların yarasının merhemi, düşenlerin yapışacağı iptir. Yolunu kaybetmişlerin rehberi, söz dinleyicilerin işitme anahtarı, konuşanların sözünün sıdkıdır. Müstekîm olanların istikâmetinin (doğruluğunun) adımıdır. Sâlihlerin basîret nûru, Allahü teâlânın azâbından korkanların korkusunun istirâhatı ve recâ sâhiplerinin ümidinin müjdecisidir. Nitekim cenâb-ı Hak, Yûnus sûresi 63. âyet-i kerîmede meâlen; “(Evliyâ) onlardır ki, Allahü teâlâya îmân edip, O'na muhâlefet etmekten sakınırlar.” buyurdu. Yine Yûnus sûresi 64. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Onlar için dünyâ hayatında (Kur’an-ı kerîm ile) ve âhırette (ihsan ile) müjdeler vardır. Allahü teâlânın kelimelerinde (sözlerinde, vâdlerinde) hiç bir değişme yoktur. İşte bu müjde, en büyük kurtuluştur.” Şimdi sözün başına dönelim. Tevbenin şartı nedir? Tâib (tevbe edici) nasıl yaşamalıdır ki, tevbe makâmı doğru olsun? Ve, bu sözü geçen makâmlara ulaşsın. Bunları anlatalım:
Tâibin, önce cenâb-ı Hakk’ın emrini gözetip, tevbeyi cenâb-ı Hakk’ın kitabında bildirdiği gibi yapması gerekir. Allahü teâlâ, Tahrim sûresi sekizinci âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân edenler! Günahlarınızdan, Allahü teâlâya tevbe-i nasuh ile (ölünceye kadar bir daha günah işlememek üzere, nefsine nasîhat veren tevbe ediciler gibi) tevbe edin!...” buyurmaktadır. Rivâyet edildi ki, âyet-i kerîmede bildirilen tevbe-i nasuh, kulun geçmişte işlediği günaha pişman olması ve bundan sonra da o günaha dönmemeye kat’î olarak karar vermesidir. Yine bildirildi ki, tevbe-i nasuh dört şeyi kendinde toplar: 1- Lisan (dil) ile istiğfâr, 2- Günahı işleyen âzâ ile günahı terketmek (pişman olmak), 3- Bu günahı bir daha hiç işlemeyeceğine kat’î olarak karar vermek, 4- İnsanı günah işlemeye sevkeden kötü arkadaşlardan uzaklaşmaktır. Kalb pişman olmalı, dil duâ etmeli, yalvarmalı, âzâ da günahtan çekilmelidir. Nâsuh'un yaptığı tevbe gibi tevbe etmelidir. Üstâd İmâm Ebû Bekr Surbânî'nin (rahmetullahi aleyh) tefsîrinde yazıyor ki: “Bu Nâsuh, yol kesicilikten tevbe etmiş bir kimse idi. Tevbe edip herkesin hakkını geri verdi. Her birini hoşnut etti. Hiç malı kalmadı. Biri gelip hakkını istedi. Üzerindeki peştamalı çıkardı. Orada bir akarsu vardı. O akarsuyun içine oturdu. Peştamalı o kimseye verdi.”
Allahü teâlâ bize bildirdi ki: “Tevbeyi, Nâsuh'un yaptığı gibi yapınız. Ve her alacaklınızı mümkün olduğu kadar hoşnut ediniz. Geriye kalanı, ben kendi hazînelerimden hoşnut ederim.” Her makâma göre ayrı ayrı tevbe etmek lüzumunu çok iyi bilmelidir. Âsî olanın işlediği günaha tevbe etmesi lâzımdır. İtâat edenin, bu hâlini üstün (iyi) görmekten tevbe etmesi gerekir. Ayrıca, Kur’an-ı kerîm okuyanların ucbdan (kendini beğenmekten), âlimin hasetten, doğru yolda olanın, bu hâlini kendinden bilmekten ve bütün insanların her husûsta benlik his ve düşüncelerinden tevbe etmesi lüzûmu hiç unutulmamalıdır. Âzâları ile günah işleyip, sonra tevbe etmek, gözü, kulağı, dili korumak zor değildir. Fakat böyle olmakla beraber, tâiblerin (tevbe edenlerin) derecesine kavuşmak da kolay olmamaktadır. Zirâ tevbe edenin, hiç bir nefesini zâyî etmemesi gerekir. Kendi gönül kıblesini, kötü işlerine bakmaya yöneltip; “Ne yaptım! Söylediğim ne oldu?” gibi düşüncelerle ve insâf gözüyle hareket etmelidir. “Efendisine hizmette kusurlu olana mükâfât verilir mi? Azâbı ve cezâsı nasıl olur?” diye düşünüp, Cehennem azâbına düşmekten korkması gerekir. Bunları düşündükçe, nedâmet ateşi gönlünde yükselip, gönlü yana ve gözleri yaşlar döke ve dili feryâd ede. Vücûdu eriye, gözünü lâzım olmayanı görmekten, kulağını gerekmeyeni işitmekten, dilini söylememesi gerekeni söylemekten muhâfaza ede. Kötü arkadaşı terk edip, gidilmemesi gereken yerlere gitmekten, alınmaması gerekeni almaktan sakına. Bütün âzâlarını, kulluk bağı ile bağlı kıla ve hoşnut edebileceği her hasmını hoşnut ede. Tam hasret ve nedâmetle ve kalbinde tam bir korku ile devamlı; “Acabâ benim bu hatâ ve zulümlerim affolur mu? Bana ne muâmele yaparlar? Af mı, yoksa azap mı ederler?” diye düşüne. Bir nefesini korkuyla, diğerini ümîdle geçire. Gece-gündüz Allahü teâlânın işiyle meşgûl ola. Her vakitte dilini Allahü teâlânın zikri ile ıslata.
Affedilen tevbekar, Allahü teâlânın seçtiği ve beğendiği kimsedir. Onun gönlü, cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. İlim öğrenip, riyâzet çekip, kendi nefsinin hevâsını terkedip, Allahü teâlânın rızâsını istemiştir. İki cihânın sâhibi cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve ihsânı, yarattığı bir kulundan az olmaz. Cenâb-ı Hak söz veriyor ve Şûrâ sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruyor: “Allahü teâlâ kullarını, işledikleri günahlara pişmanlıkla yaptıkları tevbelerini kabûl eder ve dilediği kimsenin (büyük ve küçük) seyyiâtını (kötülüklerini, günahlarını) affeder.” Yine Allahü teâlâ, Furkân sûresi 70. âyet-i kerîmede meâlen; “(Günahına) tevbe eden, Allahü teâlâya ve Resûlü'ne îmân eden, (İslâm'ın erkânı üzerine) sâlih amel işleyen kimselerin günahlarını, Allahü teâlâ sevâba tebdil eder (çevirir)” buyuruyor. Cenâb-ı Hak, tâiblere (hakiki tevbe edenlere) bu müjdeyi vermiştir.
Tevbe etmek saâdet alâmetidir. Tevbe eden, tevbenin şartlarını yerine getiren yukarıda anlattığımız vasıfları da ele geçiren kimsenin, geçtiği topraklar, diğer topraklara, o kimsenin oturduğu yer de diğer yerlere karşı övünür. Tâib, bir dereden, nehirden veya denizden geçtiğinde, ihlâs, tevbe, safâvet ve gönül sıdkı ile besmele çekse, o sular, kıyâmete kadar onun için sevâbı ona âit olmak üzere tesbîh ve tehlil ederler ve cenâb-ı Hak'tan onun için af dilerler. Onu aydınlatan güneş, ay ve yıldızlar da, onun için istiğfâr ederler. Cenâb-ı Hak, onu halkın gönlünde tatlı (sevimli) ve seçilmiş kimselerin gönlünde sevgili kılar. Göklerdeki melekler, onun için istiğfâr ederler, ölürken beşâret bulur (müjdelenir). Kabir ona Cennet bahçelerinden bir bahçe olup, kıyâmette yüzü ak olarak haşrolur. Sırat'tan kolay geçer. Hesâbı ihsân ile kolay olur ve Cennet’te yüksek derece bulur. Tevbe cevheri, herkesin ele geçireceği bir şey değildir. O öyle bulunmaz bir incidir ki, herkes onun değerini bilemez. Tevbeleri sebebiyle yüz binlerce günahkâr affedilir.
Bir kimse tevbekârların makâmına ulaşamazsa, tevbeden ümidini kesmemelidir. Tevbekârları kendine dost edinmelidir. Onlarla oturup kalkmalıdır ki, cenâb-ı Hakk’ın rızâsına muvafık (uygun) hâle gelsin.Tâiblere ve bütün mü’minlere iyilik dilemelidir. Onlara duâ etmelidir. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Bir kimse, erkek ve kadın mü’minler için günde 25 kere istiğfârda bulunursa, Allahü teâlâ, onun kalbinden gıll (kin) ve hasedi giderir. Bu günde onu, ebdallerden yazar. Kıyâmet günü, o kimse için, bütün mü’min ve mü’minelerin hepsi, “Yâ Rabbî! O bizim için istiğfârda bulunurdu. Sen de onu mağfiret et” derler ve böyle söylemeyen bir kimse kalmaz.” Yine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Abdestli olarak uyu! Eğer ölürsen, şehîd olarak ölürsün, küçük, büyük herkese hürmet göster!” Sen, saâdet hangisinde olduğunu bilmezsin. Tevbe ile kabre giren, annesinden yeni doğmuş gibidir. Müslihlerin (ıslah-ı nefs etmişlerin) ve tâiblerin arasında olursan ve başka hiçbir iyilik olmasa bile, sonunda sende bir nedâmet peydâ olur. Kendi hâlini anlarsın.
Ahmed-i Namıkî Câmi hazretleri, Miftah-ün-necat isimli kıymetli kitabının son faslında buyuruyor ki: “İyi bir arkadaş, iki cihân için de büyük saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız olamazlar. Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet’te bulunduğu hâlde, kendisine insan olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden Hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.
İyi arkadaşa sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur’an-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya kötülüğü, mutlakâ, asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf'e yakın olup, onlardan ayrılmayan Kıtmir isimli köpek, Kur’an-ı kerîmde onlarla beraber zikrolundu.
Beyt:
Tevbe ya Rabbî hatâ râhına gittiklerime…
Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime…
--------------------------------------------------------
1) Hâşiyetü Şeyh-zâde alâ tefsîr-i Beydâvî; (Şeyh-zâde Muhammed bin Muslihiddîn, 4 cild, İstanbul 1978) Metinde geçen âyet-i kerîme tefsîrleri.
2) Tefsîr-i Mazharî; (Senâullah-ı Pâni-pütî, 10 cild, Pakistan 1964)
3) Hâşiyet-üş-şihâb alâ tefsîr-i Beydâvî; (Ahmed bin Muhammed el-Havacî el-Mısrî, 8 cild, İstanbul 1283)
4) Câmi'ul-beyân an te’vîl-il-Kur’an; (Ebû Ca'fer Muhammed bin Cerîr et-Taberî, 30 cild, Pakistan 1968)
5) Câmiu ahkâm-il-Kur’an; (Ebû Abdullah Kurtubî, 20 cild, Kahire 1967)
6) Tefsîr-i kebîr; (Mefâtih-ül-gayb, Fahreddîn Râzî, 32 cild, Mısır 1968)
7) Tefsîr-i Rûh-ul-beyân; (İsmâil Hakkı Bursevî, 10 cild, İstanbul 1389)
8) İrşâd-ül-akl-is-selîm; (Ebüssü'ud Efendi, 5 cild, Mısır 1952)
9) Tefsîr-i Hüseynî; (Hüseyn Vaiz-i Kaşifî, 2 cild, Hindistan 1287)
10) Hâşiyet-üs-Sâvî alel-Celâleyn; (Ahmed Sâvî, 4 cild, Beyrut târihsiz)
11) Hâşiyetü Cemel alel-Celâleyn; (Süleymân cemel, 4 cild, Beyrut târihsiz)
12) Tefsîr-i lübab-it-tevil fî mean-it-tenzîl; (Alaüddîn Hâzin, 4 cild Mısır 1328)
13) Zâd-ül-Mesîr fî ilm-it-tefsîr; (Ebü'l-Ferec ibni Cevzî, 9 cild, Beyrut 1964)
14) Garâib-ül-Kur’an ve regâib-ül-fürkân; (Nizâmüddîn Hasen bin Muhammed Nîsâbûrî, 30 cüz, Mısır 1962)
15) Ed-Dürr-ül-mensûr fit-tefsîri bil-me’sur; (Celâlüddîn Süyûtî, 6 cild, Mısır 1314)
16) Letâif-ül-işârât; (Abdülkerim Kuşeyrî 3 cild, Mısır 1971)
17) El Keşşaf; (Cârullah Zemahşerî, 4 cild, Tahran târihsiz)
18) Meâlim-üt-tenzîl; (Begavî Hüseyn bin Muhammed, Hindistan 1269)
19) Keşf ve beyân; (Ebû İshak Sa’lebî, Süleymâniye Kütüphânesi Yozgat bölümü No:94)
20) El-Bahr-ül-Muhît; (Ebû Hayyân Endülüsî, Riyâd târihsiz)
21) Te’vilat-ı Ehl-is-sünne; (İmâm-ı Mansûr Mâturîdî, Süleymâniye Kütüphânesi, Beşir Ağa kısmı No: 9 ve Hamîdiye Kütüphânesi No: 30, 31)
22) El-Muharrer-ül-vecîz; (İbn-i Atıyye, Ayasofya Kütüphânesi, No: 119, 121)
23) El-Vesît; (Vâhidî, Kılıç Alı Pasa Kütüphânesi No: 97, 98)
24) Tefsîr-ül-vâsît; (Vâhidî, Süleymâniye Kütüphânesi Hkm. Blm. No: 963)
25) Tefsîr-i Bâsît; (Vâhidî, Süleymâniye Kütüphânesi Crh. kısmı No: 88)
26) Sahîh-i Buhârî; (Muhammed bin İsmâil Buharî, 8 cild, İstanbul 1982) cild-6, sh. 145
27) Sahîh-i Müslim; (Müslim bin Haccac el-Kuşeyrî, 4 cild, Matbaâ-i Âmire 1329) cild-4, sh. 03, 141
28) Sünen-i Ebû Dâvûd; (Mısır 1391) Kitâb-üs-sünne, 16
29) Sünen-i Tirmizî; (Mısır 1348), Tefsîr-ül-Kur’an, 2, 3
30) Sünen-i Nesâî; (7 cild, Mısır 1348) Cum'a, 4, 5
31) Sünen-i İbn-i Mâce; (2 cild, Mısır 1372), İkâmet 76
32) Muvattâ; (İmâm-ı Mâlik, 2 cild, Mısır 1370) Hadîs No: 2692
33) Müsned-i Ahmed ibni Hanbel; (6 cild, İstanbul 1982), cild-2, sh. 248, 264, cild-3, sh. 152, 229, 240, 254
34) Künh-ül-Ahbâr; (Müverrih Ali Efendi, 5 cild, İstanbul târihsiz) cild-1, sh. 268
35) Feth-ul-Bârî Şerh-ül-Buhârî; (İbn-i Hâcer Askalânî, Beyrut târihsiz) cild-6, sh. 257
36) Râmuz-ul ehâdis; (Ahmed Ziyaüddîn Gümüşhanevî) Hadis No: 1220, 3478, 3479, 4361, 4362, 4363, 4390, 4439 ve 5632
37) Tam İlmihal Seâdet-i Ebedîye; (İstanbul 1987) sh. 1031
38) Mir’ât-ı Kâinat; (Nişâncı-zade, İstanbul 1258) cild-1, sh. 55
39) Arâis-ül-mecâlis; (Ebû İshak Sa’lebi, Mısır 1954) sh. 25
40) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; (Muhammed bin Sa'd, Beyrut târihsiz) cild-1, sh. 20
41) Ravdat-ul-ebrâr; (Kara Çelebi-zâde Abdülaziz Efendi, 5 cild, Kahire 1248) cild-1, sh. 2 vd.
42) Meâric-ün-nübüvve; (Tercüme, Altıparmak Muhammed Efendi, İstanbul târihsiz) sh.13
43) El-Kâmil fit-târih; (İbn-ül-Esîr, Beyrut 1965), cild-1, sh. 27
44) Ahbâr-u Mekke: (Merâki Ebu'l-Velîd, Beyrut 1969) sh. 25
45) İslâm âlimleri Ansiklopedisi; (18 cild, İstanbul 1987) cild-5, sh. 286, cild-9, sh.123, cild-10, sh. 136, 137, 138, cild-12, sh. 235
46) Kıyâmet ve Âhıret; sh. 7
47) İslâm Ahlâkı; sh. 7, 110
48) Fâideli Bilgiler; sh. 460
49) Mûcizât-ül-enbiyâ; (Mehmed Şâkir, İstanbul 1327) sh. 8
50) Târih-ül-ümem vel-müluk; (İbn-i Cerîr et-Taberî, Mısır târihsiz) cild-1, sh. 15
51) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; 1. cild, 212. mektub
52) Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 27, 62, 76, 311, 319
53) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 66
54) Miftâh-ün-necât; (Ahmed Nâmık-i Câmî, Hakîkât Kitabevi, İstanbul 1987) sh. 26
55) Tehzîb-ül esrâr; (Abdülmelik bin Muhammed Harkûşî, Süleymâniye Kütüphânesi Şehid Ali Paşa kısmı No: 1557) Varak 35a, 41b, 45a, 50a
56) Et-Târık-üs-Sâlim ilallah; (Abdüsseyyid bin Muhammed ibni Sebbâğ, Süleymâniye Kütüphânesi Ayasofya kısmı No: 2004) Varak 13b, 115a
57) Kısâs-ı Enbiyâ; (Bedv-üd-dünyâ ve kısâs-ül-Enbiyâ, Ebû Abdullah Muhammed Kısâî, Süleymâniye Kütüphânesi Ayasofya kısmı No: 3350-53) Varak 15a, 16b, 17b, 21a, 30b, 46b, 46a, 63b
58) Hüsn-üt-tenebbüh; (Necmeddîn Gazzî, Süleymâniye Kütüphânesi, Murat Buharî kısmı No: 69) Varak, 226 a vd.
59) Mârifetnâme; (İbrâhim Hakkı Erzurumî) sh. 45
60) Bedâi-üz-zühûr; (İbn-i İyas, Mısır 1309) sh. 43
61) El-Meârif; (İbn-i Kuteybe ed-Dineverî, Beyrut 1970) sh. 6
62) Lugât-ı târihiyye ve Coğrafiye; (Ahmed Rıf’at Efendi, İstanbul 1299) cild-1, sh. 111
63) Medâric-ün-nübüvve; (Abdülhâk-ı Dehlevî, Pakistan 1977) cild-2, sh. 2
64) Mevâhib-i ledünniyye tercümesi; (Abdülbâki Efendi, İstanbul târihsiz) cild-1, sh. 3
65) Kısâs-ı Enbiyâ; (Ahmed Cevdet Paşa, İstanbul 1331) cild-1, sh. 3
66) Ravdat-üs-safâ; (Derviş Muhammed Kemâli, İstanbul 1258) sh. 86
67) Ahsen-ül-enbâ; (Nâim-zâde Ahmed Nazîf, İstanbul 1335)
68) El-Metâlib-ül-âliyye; (İbni Hâcer Askalanî, Kuveyt 1392) cild-3, sh. 264, 269
69) Mecma'uz-zevâid; (Heysemî, Beyrut 1967) cild-8, sh. 167
70) Kâmus-ül-â’lâm; (İstanbul 1306) cild-1, sh. 58

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...