04 Ekim 2017

Cevdet Paşa’nın Hayâtı

Satır içi resim 2

Cevdet Paşa’nın Hayâtı

19. yüzyıl Osmanlı siyâsî ve düşünce târihinde büyük bir iz bırakan Ahmed Cevdet Paşa, Bulgaristan’da Plevne’nin güneyinde bir kasaba olan Lofça’da 27 Mart 1822 târihinde dünyâya gelmiştir. Lofça bir kasaba olmakla beraber ilim ve fen yönünden gelişmiş bir yer olup Derviş Paşa ve Midhat Paşa da burada doğmuşlardır. Asıl adı Ahmed olup babası Lofça İdâre Meclisi üyelerinden İsmail Ağa, annesi ise kasabanın önde gelen âilelerinden Topuzoğullarının kızı Ayşe Sünbül Hanım’dır . Baba tarafından bilinen en eski atası 1711 yılında Prut Savaşı’na katılmış Yularkıran Ahmed Ağa olup, savaş sonrası Lofça’ya yerleşen Yularkıranlar zamanla kasabanın önde gelen âilelerinden biri olmuştur. İleride paşa olarak anılacak Ahmed’in yetişmesinde büyük tesiri olan dedesi Ali Efendi de Lofça âyânlarına kâtiplik ve kâhyalık yapmış, okuryazar biri kişidir . Ahmed, Lofça Müftüsü Hafız Ömer Efendi’den medrese dersleri ile bazı şer’i ilimler almış; Hafız Ömer Efendi’nin yerine müftü olan Hafız Mehmet Efendi’den de mantık ve beyân derslerini görmüştür .
Rumeli Türklüğü içerisinde yetişen Ahmed ilk eğitimin burada aldıktan sonra Avrupa’nın en güzel kıt’ası olan Rumeli’den on yedi yaşında ayrılmış ve Tanzîmât Fermânı’nın okunacağı 1839 senesinde ilmiye sınıfında yükselmek için İstanbul’a gelmiştir . İstanbul’a gelir gelmez Fatih Çarşamba Pazarı’nda bulunan Papasoğlu Medresesi’nde bir odaya yerleşmiş ve derhâl Fatih Camii’nde ilim tahsiline başlamıştır. Tahsilini medresede yapan Ahmed, Mühendishâne-i Berri-i Hümâyûn hocalarından Miralay Nuri Bey’den matematik ve Murat Molla Tekkesi’nden tanıştığı Süleyman Fehim Efendi’den de Farsça öğrenmiştir. Cevdet mahlasını kendisine veren de Fehim Efendi olmuştur . Yine bu dönemde Hukuk-ı Düvel hocası Ali Şahbaz Efendi’den Batı târihi ve hukuk üzerine dersler almış, bunun yanında Fransızca öğrenmeye de çalışmıştır. Eğitimine devam ederken bir taraftan da Murat Molla Tekkesi’nde dönemin ileri gelen âlim, şâir ve ricâli ile tanışıp onlarla sohbet etme imkânı bulmuştur. Bunların yanında Süleyman Fehim Efendi’nin evinde edebiyât toplantılarına katılmış, Şevket ve Örfî dîvânlarını okumuş, devrin tanınmış mutasavvıflarından Kuşadalı İbrahim Efendi’nin sohbetlerinde bulunmuş, böylece edebiyât ve tasavvuf çevrelerini de yakından tanımıştır. Bu arada ilk şiirlerini Fehim Efendi konağında yapılan edebî toplantılarda hazır bulunan şâirlere sunmuş; Dîvânçe’sinde yer alan şiirlerinin büyük çoğunluğunu bu dönemde kaleme almıştır.
Cevdet Efendi’nin hayâtı İstanbul’a geliş amacına uygun olarak bir dönem medrese ve tekke arasında geçmiştir. Medrese tahsili boyunca ilim öğrenmek için durmadan çalışan Cevdet Efendi tahsilini bitirince önce 1844 yılında 150 kuruş maaşla Rumeli kaleminde Çanat pâyesi ile Premedi kazasına kadı olarak tayin edilmiş ardından 1845 yılında ise İstanbul rüûsu alarak müderrisliğe başlamıştır . Hayâtının dönüm noktasını ifâde eden durumu ise dönemin sadrâzamı Mustafa Reşid Paşa’nın yeni kanûnlar tertip etmek ile meşgul olduğu için şer’i meselelerde malûmat almak üzere Bâb-ı Meşîhat’tan açık fikirli bir kişi istemesi oluşturmuştur. 1846 yılında Reşid Paşa’nın hizmetine gönderilen Cevdet Efendi, aynı zamanda Reşid Paşa’nın çocuklarına da öğretmenlik yapmıştır. İlk başta ilmiye mesleğinden ayrılmadan kısa süreli siyâsî ve idârî vazifeler almıştır. 1848’de Memleketeyn’de çıkan karışıklık üzerine Bükreş’e giden Fuad Paşa’ya sadrâzamın talimâtını götüren Cevdet Efendi bir ay süreyle Bükreş’te kalmıştır . Böylece Tanzîmât Dönemi’nin ikinci büyük sîmâsını ve ileride yakın arkadaşı olacağı Fuad Paşa’yı da tanımıştır. Reşid Paşa’nın yanında geçirdiği yıllar Cevdet Efendi için bir okul vazifesi görmüştür. Burada devlet işlerini ve siyâseti öğrenen Cevdet Efendi Reşid Paşa’nın sırdaşı olmuş, Fuad ve Âli paşalarla kapı yoldaşlığı etmiştir. Cevdet Efendi gibi dikkatli ve başarılı olmaya azmetmiş bir adam için bundan kuvvetli bir okul olamazdı . Böyle bir tecrübe kazanan Cevdet Efendi’yi emsâlî ulemâdan ayıran özellik ise Tanzîmât diye bilinen köklü dönüşüm sürecinde aktif rol oynamasıdır. Ulemânın siyâsî, reel dünyâya yabancılaştığı ve 19. yüzyılda artık yaşadığı dünyâyı anlamlandıramaz hâle geldiği dönemde Cevdet Efendi ulemâdan farklı olarak medrese yanında aynı zamanda Tanzîmât’ın mimârı Reşid Paşa’nın yanında siyâset mektebinde yetişerek yaşadığı dönemi anlamaya gerekli siyâsî bilinci kazanmıştır. O, umutsuzluğa kapılarak pasif bir direnişe geçen çoğu âlimden farklı olarak, ülkeyi kurtarmaya yönelik kaçınılmaz modernleşme sürecinin, İslâmî gelenek aleyhine mümkün olan en az hasarla atlatılması için elinden geleni yapmıştır . Buna rağmen Reşid Paşa ile onun taraftarı sayılan Cevdet Efendi arasında yetişme ve dünyâ görüşü bakımından büyük farklar olduğu da inkâr edilemez.
1850 yılında Meclis-i Maârif üyeliğine ve henüz iki yıl önce eğitime başlamış olan Dârü’l-Muallimîn müdürlüğüne tayin edilen Cevdet Efendi’nin ilk düzenli memuriyeti de burada olmuştur. Göreve başlamadan önce Çarlık Rusya seyâhati dönüşü rahatsızlanan Fuad Paşa’nın tedavisi için gittiği Bursa’da ona refâkat etmiştir. Yaklaşık bir ay süren Bursa ziyâretinde de Türkçenin ilk gramer kitabı olan Kavâid-i Osmâniyye’yi kaleme almıştır. Fuad Paşa ile birlikte de Şirket-i Hayriye’nin kuruluş projesini hazırlamıştır . Cevdet Efendi, 1848 yılında kurulan ve daha çok klasik medrese sisteminde eğitim veren Dârü’l-Muallimîn’de ciddî bir ıslah gerçekleştirmiştir. Hazırlanan yeni nizamnâme ile okula öğrenci kabûl koşulları ve sınav usûlleri belirlenmiş ve öğrencilere tahsis edilen ücretler artırılarak yaz mevsiminde cerre çıkma usûlü kaldırılmıştır . İstanbul’a dönüşünde Fransa’da iki asır önce açılmış olan meşhur Akademi’nin Osmanlı’daki benzeri olan Encümen-i Dâniş’in kuruluşu için çalışmalara başlayan Cevdet Efendi Meclis-i Maârif başkâtibi olarak bu kurumun oluşumuna dâir esbâb-ı mûcibe mazbatasını ve kuruluş töreninde Hayrullah Efendi’nin Sultan Abdülmecid’e sunduğu açılış nutkunu kendisi kaleme almıştır . Ayrıca ilk Türkçe-İngilizce sözlüğü hazırlayan Redhouse ve 1774 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin târihini yazan Baron Joseph von Hammer’in de katıldığı açılış töreninde daha önceden yazdığı Kavâid-i Osmâniyye’yi Sultan Abdülmecid’e sunmuştur. Bu sayede rüûs derecesi hareket-i altmışlıya yükseltilmiş ve hayâtının diğer bir dönüm noktasını teşkil eden 1774-1826 yılları arası Osmanlı târihini yazma görevi de kendisine verilmiştir.
abbas_hilmi_ii
Mısır Vâlisi Abbas Paşa ile Mehmet Ali Paşa arasında çıkan anlaşmazlığı gidermek için görevlendirilen Fuad Paşa’ya refâkat etmek üzere 1852 yılında Mısır’a gitmiş ve iki ay süreyle orada kalmıştır. Mısır dönüşü çalışmalarını Encümen-i Dâniş üzerinde yoğunlaştıran Cevdet Efendi, Kırım Harbi sırasında Târih-i Cevdet’in ilk üç cildini tamamlayarak padişaha sunmuştur. Bu çalışmasından ötürü kendisine 1854’te Süleymaniye rüûsu verilerek ödüllendirilmiş ve 1855 yılında da devletin resmi vak’anüvisliğine tayin edilmiştir.Ahmed Cevdet Efendi, Kırım Savaşı esnâsında İngiltere ve Fransa ile yapılan ittifâk dolayısıyla bu devletlerle olan ticârî ilişkiler arttığından bu ticârî ilişkileri düzenlemek için “Metn-i Metin” adlı bir kitabı hazırlayacak komisyona dâhil olmuştur. Komisyon, fıkhın muamelât kısmından “Kitâbû’l-Büyû”u özet olarak yazmış; ancak “Metn-i Metin” tamamlanmadan dağılmıştır. Cevdet Efendi bu komisyondaki görevi sırasında birçok klasik fıkıh kitabını okuduğu gibi komisyondaki diğer üyelerin bilgilerinden de büyük ölçüde istifâde etmiştir.23 Şubat 1856’da rütbesi önce Galata Mollalığı ardından Şubat 1857’de de Mekke pâyesine yükseltilmiştir. 1858 yılında da Meclis-i Âli-i Tanzîmât üyesi olarak Arâzî Kanûnnâmesi, Tapu Nizamnâmesi ve Muvakkat Talimâtnâmesi gibi hukuk eserlerini hazırlamıştır .Bir yandan bu tür çalışmaları yürütürken diğer yandan da ilk beş cildini tamamlamış olduğu Târih-i Cevdet’e kaynak olmak üzere İbn Haldûn’un Mukaddime’sini incelemiştir. 1859 yılında ise Pirizâde Sâhib Molla’nın bıraktığı yerden başlayıp Mukaddime’yi Türkçeye kazandırarak üç cilt hâlinde bastırmıştır.
1858 yılında hâmisi ve yakın dostu Reşid Paşa’nın ölümünden sonra Fuad ve Âlî paşalar kendisine vezâretle Vidin Vâliliği’ni teklif etmişlerse de Cevdet Efendi o dönemde meslek değiştirmeyi düşünmediğinden bu isteği geri çevirmiştir. 1861 yılında Sadrâzam Kıbrıslı Mehmet Paşa’nın Rumeli teftişinde yanında bulunmuştur. Bu birliktelikten oldukça memnûn kalan sadrâzam teftiş dönüşünde Cevdet Efendi’nin mesleğinde yükselmesine katkıda bulunmuş ve Cevdet Efendi Ocak 1861’de İstanbul pâyesine yükselmiştir. Temmuz 1861’de Meclis-i Âlî-i Tanzîmât ile Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye birleştirilmiş; Cevdet Efendi de yeni oluşturulan Meclis-i Vâlâ Nizamnâmesi’ni hazırlamış ve aynı mecliste üye olarak görev almıştır Meclis-i Vâlâ’ya üye olarak atandıktan iki ay sonra meydâna gelen karışıklık nedeniyle idârî, askerî ve mülkî alanlarda fevkalâde komiser sıfatı ile Eylül 1861’de İşkodra’da görevlendirilmiştir. Bu iki aylık süre zarfında Cevdet Efendi’nin idârecilik ve teşkilatçılık özellikleri daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. 1862 yılında kabinenin istifâ etmesi üzerine İşkodra’da gösterdiği başarı nedeniyle şeyhü’l-islâmlığa tayin edileceği söylentileri çıkmışsa da Cevdet Efendi ilmiye yolunun mevcut düzenindeki silsileyi gözeterek ilerlemeyi vazgeçilmez derecede önemli gördüğünden Fuad Paşa’ya bu göreve gelmek istemediğini şöyle dile getirmiştir: İstanbul pâyelülerinden şeyhü’l-islâm olan var ise de nâdirü’l-vuku’dur. Dâ’iniz er-geç kadıasker olmak tabî’idir. Andan sonra da şeyhü’l-islâm olmak hâtıra gelmez şey değildir. Lâkin lâ-ekal sekiz on sene geçmedikçe bu emelde bulunmam. Her şe’yi mevsiminde isterim. Vakitsiz ne rütbe isterim, ne de me’mûriyyet kabûl ederim.
Bu konuşma dikkate şâyân olup Cevdet Efendi’nin gerçek bir ilim adamına yakışır şekilde hareket ettiğini ve hak etmediği yüksek görevlerde bulunmak istemediğini göstermektedir. Bu da Cevdet Efendi’nin 19. yüzyıl Osmanlı ilmiye sınıfına vurduğu damganın bir nişânesi olarak görülebilir. Mayıs 1863’te Cevdet Efendi Anadolu Kazaskerliği pâyesi almış ve hemen sonrasında müfettiş olarak Bosne-Hersek’e gönderilmiştir. Reformların uygulanmasında sorun yaşanılan ve toprak meselesinden ötürü de halkın sıkıntı çektiği Bosna’da Cevdet Efendi mükemmel bir idâre kurmuştur. Bölgede daha önce uygulanmamış olan yeni askerî düzenlemeler yapılmış ve toprak kullanımı konusunda sorunlara çözüm olacak projeler gerçekleştirmiştir. Bir buçuk yıl süren bu görevinin ardından İstanbul’a dönüşünde mükâfat olarak kendisine Osmânî nişanı verilmiştir. Meclis-i Vâlâ işleriyle ilgilenen Cevdet Efendi bu sefer de Kozan ve çevresindeki halkın isyânı üzerine Fırka-i Islahiyye adıyla oluşturulan ıslahât komisyonuna Mayıs 1865’te mülkî görevli olarak tayin edilmiştir. Hemşerisi olan Derviş Paşa da Fırka-i Islahiyye’de askerî sorumlu olarak kendisine eşlik etmiştir. Bölgedeki asâyişin sağlanmasında olağanüstü başarı gösteren Cevdet Efendi ve beraberindekilerin kışı geçirmek üzere Kasım 1865’te İstanbul’a dönmeleri merkezî yönetim tarafından hoş karşılanmamıştır. Bazı devlet yöneticileri Fırka-i Islahiyye masrafını gerekçe göstererek Osmanlı Devleti’nin dış istikraz yapmasına neden olmuş; ancak Cevdet Efendi’nin tasarrufu sayesinde tahmin edilenden çok daha az para harcandığı için bu devlet adamları Cevdet Efendi’ye diş bilemişlerdir.  Bu olayın da etkisiyle İstanbul’da uzun süre kalamayan Cevdet Efendi muhaliflerinin hareketi sonucu taşrada bir başka işle görevlendirilerek merkezden uzaklaştırılmıştır. Ocak 1866’da ilmiye mesleğindeki rütbesi vezârete döndürülmüş ve vak’anüvislik görevinden ayrılmıştır. Meşîhat makamına aday iken tarîkı tahvîl olunan Cevdet Efendi’nin yerini devletin siyâsî işlerinde ön plana çıkmaya başlayacak olan Cevdet Paşa almıştır. Osmanlı târihinde ilmiye sınıfından mülkiye sınıfına geçiş yapanlar daha önce de görülmüştü; lâkin böyle yüksek bir rütbeden geçişe ilk kez rastlanmıştır.
Yeni Vilâyet Nizamnâmesi ile Halep ve Adana eyâletleri; Kozan, Maraş, Urfa ve Zor sancakları birleştirilerek yeni bir Halep Vilâyeti oluşturulmuş ve başına da Cevdet Paşa atanmıştır. Mart 1866’da Paşa İstanbul’dan ayrılmıştır. Ancak Paşa bu görevde fazla kalmayarak tekrar İstanbul’a çağrılmıştır. 1868 yılında Meclis-i Vâlâ ikiye ayrılarak Şûrâ-i Devlet [Danıştay] ile temyiz ile istinaf mahkemelerini bir arada içeren Divân-ı Ahkâm-ı Adliye [Yargıtay] açılmıştır. Birinci kurumun başkanlığına Cevdet Paşa’nın hemşerisi olan; ancak Paşa’yla arası iyi olmayan Midhat Paşa tayin edilmiştir. İkincisinin başına ise Cevdet Paşa geçirilmiştir. Bu görevde iken Divân-ı Ahkâm-ı Adliye reisliği nezârete dönüştürülmüştür. Bu arada Paşa hem Nizâmiye Mahkemeleri’nin hem de söz konusu divânın teşkilat, görev ve çalışma esaslarına ilişkin birçok nizamnâmeyi hazırlamıştır. Aynı zamanda Nizâmiye Mahkemeleri’nde görev alanların bilgisini artırmak için adliye dairesinde hukuk dersleri verilmesini sağlamıştır. Ahmed Cevdet Paşa’nın bu dönemde gerçekleştirdiği en önemli başarılardan biri de medenî kanûn tanzimi konusundaki tartışmaların içerisinde yer almış olmasıdır. 1869’da Sadrâzam Âlî Paşa’nın Fransız elçisi ile birlikte öteden beri Fransız İmparatoru I. Napoléon tarafından hazırlatılan Code Civil’in, yani Fransız medenî kanûnunun tercüme edilmesini ve Fransız öğrencilerin davet edilerek söz konusu kanûnun tedris edilmesini ve bu suretle bütün Nizâmiye Mahkemeleri’nde Code Civil’in tatbik edilmesini ısrarla teklif etmişlerdir. Ancak Cevdet Paşa buna şiddetle karşı çıkmış ve Fuad Paşa ile Şirvanizâde Rüşdü Paşa’nın da desteğiyle Hanefî fıkhına dayalı bir Mecelle düzenlenmesi kararı alınmıştır. Bunun üzerine ömrünün Târih-i Cevdet ile beraber ikinci büyük anıtı olacak olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin hazırlığına başlamıştır. Bu amaçla dönemin ileri gelen fakihlerinden bir ilmî komisyon oluşturulmuş ve bu komisyonun başkanlığını da Ahmed Cevdet Paşa getirilmiştir. Hemen çalışmalara başlayan komisyon iki yıl gibi kısa bir sürede Mecelle’nin ilk dört kitabını hazırlamıştır. Beşinci kitabın hazırlıkları tamamlandığı sırada Nisan 1870’de Cevdet Paşa yine muhaliflerinin oyunlarıyla cemiyetteki görevinden alınmış ve Bursa’ya vâli olarak atanmış; lâkin birkaç gün sonra bu görevden de alınmıştır. Kendisine yönelik bu hareketler karşısında içerisindeki çalışma azminden hiçbir şey kaybetmeyen Cevdet Paşa bu durumdan faydalanarak Târih-i Cevdet’in yedinci ve sekizinci ciltlerini tamamlamış; hattâ Takvîm’ül Edvâr adlı bilimsel kitabını da yayınlamıştır.
IstanbulUniversitesi-1
Ahmed Cevdet Paşa ayrıldıktan sonra Mecelle Cemiyeti Bâb-ı Meşîhat’a taşınmış ve hazır olan beşinci kitabın ardından altıncı kitap tamamlanarak basılmıştır. Ancak Cevdet Paşa’nın yönetiminde hazırlanmayan altıncı kitaba yönelik eleştiriler artmış, böyle ilmî ciddiyet isteyen bir işin Cevdet Paşa olmadan yapılmasının çok zor olduğu anlaşılınca, Paşa 1871’de yeniden Mecelle’yi hazırlayan komisyonun başına geçirilmiştir. Cevdet Paşa göreve geldikten sonra ilk iş olarak Kitabü’l-Vedia adlı altıncı kitabı toplattırarak imhâ ettirmiş, ardından onu yeni baştan yazdırmıştır. 1872 yılında ise Şûrâ-i Devlet Reisliği’ne atanmıştır. İstanbul dışındaki kısa süreli görevler dışında Mecelle Cemiyeti ile ilişkisini hiç kesmeyen Paşa, on sekiz gün gibi kısa bir süre Maraş Vâliliği’ne atandığı hâlde bile Mecelle’nin altıncı ve yedinci kitaplarını yayınlatmıştır. Cevdet Paşa ile aralarında sorun bulunan Midhat Paşa sadrâzam olunca Ağustos 1872’de tekrar Mecelle Cemiyeti başkanlığı ile Divân-ı Ahkâm-ı Adliye azâlığına atanmıştır. Bu sırada Mecelle’nin sekizinci kitabı yayınlanmış ve dokuzuncu kitap hazırlandığı sırada Ocak 1873’te Şûrâ-i Devlet üyesi olmuştur. Şubat 1873’te Evkaf-ı Hümâyûn Nâzırı olunca Mecelle Cemiyeti ile olan ilişkisi zayıflamıştır. Nisan 1873’te Maârif-i Umûmiye Nezâreti görevine getirildiği sırada Mecelle’nin dokuzuncu kitabı yayınlanmıştır. Maârif Nâzırlığı döneminde sıbyan mekteplerini ıslaha başlamış ve ilk modern ilkokulu İbtidâî adıyla Nuruosmâniye Camii’nde açtırmıştır. Eğitim üzerindeki çalışmalarına devam eden Paşa, kendisinin de Kavâid-i Türkiye, Âdâb-ı Sedâd ve Mi’yâr-ı Sedâd adlı eserlerle destek verdiği rüştiye ve idâdi mekteplerinde okutulacak ders kitaplarının hazırlanmasına öncelik vermiş ve Dârü’l-Muallimin sınıflarını, ilkokul, ortaokul ve lise olmak üzere üç dereceye göre eğitim yapılacak biçimde düzenlemiştir. Divân-ı Ahkâm-ı Adliye Nâzırı iken adliye dairesinde sadece memurlar için açılan hukuk dersleri bu dönemde önce serbest derslere dönüştürülmüş; ardından Galatasaray Sultânisi’nde hukuk şubesi açılmış ve son sınıflarda Mecelle okutulmaya başlanmıştır. Nisan 1874’te Şûrâ-i Devlet Reisi Muavinliği’ne tayin edildiği sırada Mecelle’nin onuncu kitabı yayınlanmış; on birinci ve on ikinci kitapların hazırlıkları tamamlanmıştır.
Sultan Abdülmecid’in ölümünden sonra tahta çıkan Sultan Abdülaziz’i bir kısım devlet adamları darbe girişimiyle hâl etmek istediğinden padişaha sadâkatle bağlı olan Cevdet Paşa’nın İstanbul’da kalması tehlikeli görülmüş ve Kasım 1874’te Hüseyin Avni Paşa’nın sadrâzamlığı sırasında görevinden alınarak Yanya Vâliliği’ne atanmış, bir mânâda sürgün edilmiştir. Bu atama ile Mecelle’nin hazır olan son iki kitabının yayınlanması gecikmiş; lâkin Hüseyin Avni Paşa’nın azledilip yerine Esad Paşa’nın geçmesiyle Mayıs 1875’te İstanbul’a dönerek yeniden görevinin başına geçmiştir.

Kasım 1875’te Adliye Nâzırlığı’na getirilen Paşa, bu dönemde ticâret mahkemelerinin Adliye Nezâreti’ne bağlanmasını sağlamıştır. Ancak gümrük gelirlerinin yabancı sermayedarlarca iltizam edilmesine karşı çıkınca Esad Paşa’dan sonra sadrâzam olan Mahmud Nedim Paşa tarafından Mart 1876’da Rumeli teftişine gönderilmiş; ardından da Adliye Nâzırlığı görevinden alınarak Suriye Vâliliği görevine yine bir sürgün olarak tayin edilmiştir. Fakat bu sırada Mahmud Nedim Paşa’nın sadrâzamlık görevinden alınarak yerine Rüşdü Paşa’nın geçirilmesiyle oluşturulan yeni kabinede Paşa, üçüncü kez Maaâif Nâzırı olarak görev almıştır. İşte bu dönemde Osmanlı târihindeki ilk modern darbe diye nitelendirilebilecek 1876 ihtilâli ile Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi olayı gerçekleştirilmiştir. Bu olay Cevdet Paşa’yı sarsmış ve gerek Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesinde gerekse sonraki süreçte rol oynayan Midhat Paşa’yla arası daha da bozulmuştur. Tahta II. Abdülhamid’in çıkmasından sonra Ekim 1876’da Adliye Nâzırı olarak görev yapan Paşa, meşrutiyet yanlıları tarafından yürürlüğe konmak istenen Kanûn-i Esâsî müzâkerelerinde Midhat Paşa ile şiddetli tartışmalar yapmış ve aralarındaki soğukluk su yüzüne çıkmıştır. Midhat Paşa’nın sadâreti döneminde görevine devam eden Cevdet Paşa Mecelle’nin tamamlanmasını sağlamıştır. Edhem Paşa sadrâzam olunca yeniden oluşturulan Dâhiliye Nâzırlığı’na atanmıştır.

Bu dönemde Ruslara karşı savaş açmanın devlete zarar getireceğine inanan Paşa, tüm çabalarına rağmen savaşa mâni olamamış ve çok ağır sonuçlara yol açacak olan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı başlamıştır. Aralık 1877’de Evkaf Nâzırı olmuş; ancak Şubat 1878’de Suriye Vâliliği’ne tayin edilmiştir. Savaşın yıkıcı felâketlerine şâhit olmamak için bu görev kendisine çok iyi gelmiştir. Dokuz ay süreyle görev yaptığı Suriye’de Kozan ve çevresinde çıkan isyânı kısa sürede bastırmıştır. Ancak kendisi bu görevden alınmış ve yerine Midhat Paşa atanmıştır. İstanbul’a hareket eden Paşa, Aralık 1878’de yolda iken Ticâret Nâzırlığı görevine atandığını haber almış ve İstanbul’a döndükten sonra görevine başlamıştır. Sadrâzam Hayrettin Paşa’nın istifâsı üzerine on gün süreyle vekâleten Meclis-i Vükela’ya başkanlık yapmış; Said Paşa sadrâzam olunca Ahmed Cevdet Paşa da Ekim 1879’da Adliye Nezâreti’nin başına geçirilmiş ve üç yıl boyunca bu görevde kalmıştır. 1880’de Hukuk Mektebi’nin açılış konuşmasını yapmış ve ilk dersi kendisi vermiştir. Ertesi yıl ise sabık sadrâzam Midhat Paşa’nın târih kitaplarına Yıldız Mahkemesi adıyla geçecek olan duruşmasına başkanlık etmiş ve gerek yargılama sırasında gerekse Midhat Paşa’nın ölümüyle sonuçlanan müteâkıb gelişmelerde oynadığı rol sebebiyle bazı eleştirilere hedef olmuştur.
othomaniki_vouli_1908_avdoul_hamit
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, âlim ve değerli bir zât olan Cevdet Paşa’nın maalesef karakter zaafı ile malûl olup Yıldız Mahkemesi’nden sonra Sultan Abdülhamid tarafından 4000 liraya sarraf Köçeoğlu Agos’tan satın alınan Bebek’teki Mütercim Rüşdü Paşa yalısı kendisine ihsan olunmuştur diyerek, Paşa’yı suçlamıştır. Paşa’ya bu yönde bir eleştiride bulunanlardan Cavid Baysun’a göre gelecek endişesi ve iktidar hırsı taşıyan Cevdet Paşa, “Türkiye’ye meşrutiyet getirmek emelinden başka günahı olmayan zavallı adam” diye nitelendirdiği Midhat Paşa’nın yargılanıp cezâlandırılmasından sorumlu kişidir. Bu eleştirilerden birini de Ahmet Hamdi Tanpınar yapmıştır. Tanpınar, Cevdet Paşa’dan bahsederken onun hayâtı boyunca sahip olduğu fazilete rağmen Midhat Paşa’nın yargılanması olayında II. Abdülhamid’in piyonu olmaktan kurtulamadığını söylemiştir: “Kullanılan elle şahsiyeti âdeta değişir. Tanzimat ondan arkadaş istemişti. O arkadaş oldu. Abdülhamid’in sadece alete ihtiyacı vardı; Cevdet Paşa alet oldu.” Midhat Paşa’nın yargılanması için Adliye Nâzırı Cevdet Paşa’nın bizzât İzmir’e giderek onu tutuklatıp İstanbul’a getirmesi ve yargılayıp idâm ettirmesi Tanpınar’a göre Cevdet Paşa’nın hayâtındaki bir lekedir. Bütün bunlara mâzeret olarak ise Cevdet Paşa’nın şahsiyetindeki istiklâlsizliği görür. Midhat Paşa davâsındaki durumuna rağmen Tanpınar yine de Cevdet Paşa’nın devrinin ahlâklı ve genel menfaati düşünen simâlarından birisi olduğunu belirtmiştir. Ahmed Vefik Paşa’nın sadrâzam olması üzerine Kasım 1882’de Adliye Nâzırlığı görevinden ayrılan Paşa, 1886 yılına kadar devlet yönetim kadrosunda yer almamıştır. Ancak bu dönemde Cevdet Paşa yine boş durmamış bir yandan çocuklarının eğitimiyle ilgilenirken diğer yandan da 1884 yılında ömrünün yaklaşık 33 senesini vakfettiği Târih-i Cevdet’i tamamlamış, Kısas-ı Enbiyâ’nın dördüncü ve beşinci cüzlerini yazmış, Kavâid-i Osmâniye’yi gözden geçirerek eksiklerini gidermiş ve yeniden bastırmıştır. Bu arada yaşadığı döneme ilişkin siyâsî, sosyal ve kültürel olayları anlatan Tezâkir-i Cevdet’i hazırlamaya başlamıştır.
Cevdet Paşa’nın devlet görevlerinden uzaklaştırılması konusunda da görüş ayrılıkları vardır. Tanpınar, Midhat Paşa davâsında II. Abdülhamid’in Cevdet Paşa’yı kullandığını ve ardından onu devlet görevinden alarak âdetâ unuttuğunu söylerken57 bazı çalışmalar ise Sultan Abdülhamid’in özelikle Pan-İslâmizm siyâsetinde Cevdet Paşa’dan olabildiğince yararlandığını ve hattâ II. Abdülhamid’in bu konudaki faaliyetlerinde Cevdet Paşa’nın etkisinde kaldığını ortaya koymaktadır.

Paşa, Haziran 1886’da beşinci kez Adliye Nâzırı olmuştur. Sultan II. Abdülhamid’in husûsi toplantılarına katılmış; ayrıca Umûr-ı Maliye Komisyonu’na ve siyâsî meseleleri müzâkere için oluşturulan üç kişilik komisyonda üye olarak görev yapmıştır. Girit İhtilâli’nin bastırılması üzerine oluşturulan muvakkat idâre için bazı tadilâtı ihtivâ eden bir fermân-ı âli yazmak üzere oluşturulan komisyonda da reislik yapmıştır. Hz.Âdem’den II. Murad devrine kadarki peygamberler ve İslâm devletleri târihinden ibâret olan Kısas-ı Enbiyâ’nın altıncı ve yedinci cüzlerini yazarak tamamlamış; Hılye-i Saâdet ve Hulâsâtü’l-beyân fi Te’lifi’l-Kur’ân adlı eserlerini neşretmiş ve Tezâkir-i Cevdet’i bitirmiştir. Sadrâzam Kâmil Paşa ile aralarında bir anlaşmazlık baş göstermesi üzerine beşinci kez görev aldığı Adliye Nâzırlığı’ndan ayrılmış; kısa bir süre sonra da Mayıs 1890’da II. Abdülhamid tarafından Mecâlis-i Âlîye’de görevlendirilmiştir. Bundan sonraki vaktinin çoğunu ilmî çalışmalara ve çocuklarının eğitimine ayırmıştır. Ömrünün son nefesine dek kendini ilme adayan Cevdet Paşa kısa bir hastalık döneminden sonra 1895 yılının 26 Mayıs’ını 27’sine bağlayan gece Bebek’teki yalısında vefât etmiş ve Fatih Sultan Mehmed türbesi hazîresine defnedilmiştir.

Cevdet Paşa’nın Eserleri

Yetmiş üç yıllık yaşamı boyunca ömrünü Osmanlı Devleti’nin bekâsı için çalışmaya adayan ve Tanzîmât Dönemi’nin en büyük simâlarından biri olup, Osmanlı modernleşmesinde belirleyici rol oynayan Ahmed Cevdet Paşa, Mithat Cemal Kuntay’ın “son şark adamı, ilimde Cevdet Paşa’dır” deyişiyle yüksek derecede bir âlim olmasının yanında büyük bir devlet ve siyâset adamıdır. Onun sahip olduğu özelliklerin farkına varan Osmanlı padişahları ve sadrâzamlar devletin özellikle eğitim ve hukuk alanlarının kurumsal yapılanmasında Cevdet Paşa’nın bilgi birikiminden faydalanmıştır . Cevdet Paşa da kendisine verilen görevleri istisnâsız yerine getirmiş ve Tanzîmât Dönemi devlet kurumlarının oluşumunda büyük bir rol üstlenirken bir yandan da sahip olduğu bilgiyi yazdığı eserlerle ölümsüzleştirmiştir. Tanpınar’ın ifâdesine göre Cevdet Paşa’nın eserleri bir işi üzerine aldıktan sonra ortaya çıkmıştır. Eserlerine başladığı zaman aslında kendisi eserinin konusuna uzaktır. Edebiyâtı sevmekle beraber dil meseleleri ile o zamana kadar sadece Arap grameri öğrenirken uğraşmıştır. Fakat başladıktan sonra vefâtına dek bu işin üzerinde durmuştur. En önemli eseri olan Târih-i Cevdet’e başladığı zaman aslında târih için hiçbir özel zevki yoktur. Kendisine yapılması için verilen bu işi bitirdiğinde ise Osmanlı târihinin en önemli târihçilerinden biri olmuştur. Aynı durumu Mecelle için de söyleyebiliriz. Mecelle’yi oluşturacak komisyona üye olduğu zamana kadar fıkıhla ciddî şekilde uğraşmamıştır. Oysa birkaç yıl sonra Tanzîmât’ın hukuki tesislerini o kurmuştur. Ancak ifâde edilmelidir ki Cevdet Paşa 1850 yılında Dârü’l-Muallîmin müdürü olarak göreve başladığında İslâm târihi dersleri okutmaya başlamıştır. Bunun yanı sıra devletin resmî târihçisi olarak göreve başladıktan kısa bir sürede Târih-i Cevdet’in ilk üç cildini tamamlaması Paşa’nın târih yazma hususunda ciddî bir hazırlığı olduğunu göstermektedir. Bu durum Osmanlı târih yazıcılığının târihi içerisindeki seyrini takip etme yanında bu edebiyâtın bağlı bulunduğu târih ekollerini iyi tanımış olmayı da göstermektedir.
Cevdet Paşa’nın târih, hukuk, dil, edebiyât, din ve çeşitli alanlarda kaleme aldığı ve bunun yanında da tercüme ettiği birçok eseri bulunmaktadır.
d1f74b6f2dd63cf4ca0ec2569ec271a5
Târih-i Cevdet: Encümen-i Dâniş’in bir Osmanlı târihi yazdırma kararına bağlı olarak Ahmed Cevdet Paşa’ya Osmanlı Devleti’nin 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasından, 1826 Yeniçeri Ocağı’nın ilgasına kadar geçen dönemini yazma görevi verilmiştir. Bunun üzerine Târih-i Vakayi-i Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye, kısaca Târih-i Cevdet’i kaleme almaya başlamıştır. Cevdet Paşa, Encümen-i Dâniş’ten bu görevi 1850-51 yılında almış; ancak Mehmet Ali Paşa’nın vârisleri arasındaki anlaşmazlığı çözmek üzere Fuad Paşa’yla gerçekleştirdiği Mısır seyâhati ve üyesi olduğu Meclis-i Maârif-i Umûmiye’den aldığı görevler dolayısıyla târihini kaleme almaya 1853 yılı sonlarında başlamıştır. Fakat ilk üç cildi 1854 yılı ortalarında tamamlayarak Sultan Abdülmecid’e sunmuştur. Kırım Savaşı sırasında tamamlanan bu ilk üç cilt Baron Joseph von Hammer tarafından da büyük bir iltifat görmüştür. Yaklaşık otuz üç senelik bir çalışmayla tamamlanan bu eserin çeşitli tertip ve baskıları bulunmaktadır. Eserin ilk olarak 1854-1857 yılları arasında ilk üç cildi basılmış ve 1884 yılında on cilt olmak üzere tamamlanmıştır. 1891’de tertip ve tasnifi değiştirilerek bazı ekler ile Tertîb-i Cedîd kaydı altında ve on iki cilt hâlinde yeniden neşredilmiştir. Paşa, Târih-i Cevdet’i yazarken en çok Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kitaplığından faydalanmıştır. Eserin kaynakları arasında sefâretnâmeler, özel târihler, arşiv kayıtları, resmî tezkireler ve kendi hâtıraları bulunmaktadır. Cevdet Paşa, Târih-i Cevdet’te kaynak olarak sadece arşivlerden değil kendisinden önce gelmiş olan vak’anüvislerden, özellikle Vâsıf, Enverî, Edib, Halil Nuri, Pertev, Âsım, Şânizâde ve Es’ad ve yeri geldiğinde de Ceberti gibi Arapça kaynaklardan faydalanmıştır. Eserde diğer vak’anüvis târihlerinden farklı olarak Avrupa târihine de önemli bir yer ayrılmıştır. İşte bu bakış açısı ile Târih-i Cevdet Osmanlı târih yazıcılığında bir dönüm noktası olarak ele alınabilir. Cevdet Paşa, Târih-i Cevdet’te devletin önemli kurumlarını hem kendi içyapıları açısından hem de Avrupa’daki yeni gelişmeler açısından karşılaştırarak ele almış ve çözümlemeleri buna göre yaparak isâbetli sonuçlara varmıştır. Târih-i Cevdet’in birinci cildi Beyrut Ticâret Mahkemesi başkanlarından Abdülkadir Efendi tarafından da Arapçaya çevrilip 1890 yılında bastırılmıştır.
Tezâkir: Cevdet Paşa’nın 1855-1865 yılları arasında vak’anüvislik görevi sırasında bizzât içinde olduğu veyâ görüp işittiği hâdiselere, iç yüzünü bildiği meselelere, zamanındaki devlet adamlarına dâir kaleme alıp vak’anüvislikte halefi Ahmed Lütfi Efendi’ye tezkireler hâlinde gönderdiği yazılardan oluşmaktadır. Bu sebepten dolayı da esere Tezâkir-i Cevdet adını vermiştir. 40 tezkireden meydâna gelen eserin ilk tezkiresi daha önceki vak’anüvislerin durumları hakkında olup ardından gelen dört tezkire ise Lütfi Efendi’ye bazı vesikalar gönderdiğine dâirdir. Altıncı ve otuz dokuzuncu tezkirelerde ise Cevdet Paşa’nın bizzât yaşadığı Tanzîmât Devri’nin bir kısım olayları ile bu dönemin hemen hiçbir eserde bulunmayan siyâsî, sosyal, ekonomik ve ahlâkî durumu yer almaktadır. Paşa, döneminin olaylarını iyi bir tetkik ve çok tafsilatlı bir tarzda yazmıştır. Eserde Cevdet Paşa’nın Bosna-Hersek müfettişliği ve Fırka-i Islahiyye’nin faaliyetleri gibi kendisinin katıldığı olaylar, devlet adamlarının birbirleriyle olan çekişmeleri, menfaat çatışmaları, İstanbul’un o zamanki iç yüzü samimi ve sâde bir dille anlatılmıştır. Bu bakımdan da Tezâkir salt bir târihi bilgi olmaktan ziyâde sosyolojik bir malzemeye dönüşmüştür . Son tezkirede ise kendi biyografisini ele almıştır. Cevdet Paşa’nın bu eseri ile İbn Haldûn’un et-Ta’rîf’i arasında büyük benzerlikler vardır. İbn Haldûn bu hâtırat kitabında seyâhatlerini, karşılaştığı olayları, gördüğü toplulukları, onların düzen ve âdetlerini, bunlar hakkındaki görüşlerini, kendisi ile alâkalı mektupları, vesikaları, şiirleri ve devrinin kültür hayâtını tasvir etmiştir. Bu bakımdan Cevdet Paşa’nın Tezâkir’i ile muhtevâ bakımından aynıdır. Eserin ilk tezkireleri TOEM’in 44 ( 1 Haziran 1333) ve (1 Ekim 1333) numaralı sayılarında “Vak’anüvis Cevdet Paşa’nın Evrakı” adıyla yayınlanmıştır. Cevdet Paşa’nın el yazısıyla olan müsvedde Tezâkir-i Cevdet 21 defter hâlinde İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı’nda (Cevdet Paşa Evrakı, nr. 1-21) bulunmaktadır. Bu 21 defter Cavid Baysun tarafından transkript edilerek TTK yayınlarından çıkmıştır .
Ma’rûzât: 1839-1876 yılları arasındaki târihî ve siyâsî olayların özet hâlinde yazılmasını isteyen Sultan II. Abdülhamid’in emriyle Cevdet Paşa bu eseri kaleme almıştır. Padişaha sunulduğu için Ma’rûzât adı verilen bu eser cüzdan denilen kısımlara ayrılmıştır. Yazıldığı döneme göre sâde bir dille ve 5 cüzdan hâlinde ortaya çıkarılan Ma’rûzât’ın Cevdet Paşa’nın ifâdelerinden anlaşıldığına göre birinci cüzdan Tanzîmât’tan Sultan Abdülmecid’in saltanatının sonlarına (1856), ikinci cüzdan Sultan Abdülaziz’in ilk dönemlerine (1863), üçüncü cüzdan Sultan Abdülaziz’in 1863 yılındaki Mısır seyâhatinden 1864 yılında Fırka-i Islahiyye’nin İskenderun’a çıkışına, dördüncü cüzdan 1866 yılına ve beşinci cüzdan da aynı yılda Halep zaptiyesinin tanzîminden II. Abüdlhamid’in saltanatının 1876 yılına kadar gelmektedir. Eser Tezâkir’le aynı zamanlara âit olup aynı kalemden çıkmış olmasına rağmen takdim şekli, amacı ve içeriği bakımından önemli farklılıklar taşır. Nitekim Ma’rûzât’ın padişahın isteği doğrultusunda ve onun mizâcına uygun bir dille yazılması ve yer yer dedikodulara bile yer verilmesi sebebiyle Tezâkir’den ayrılır. Bu bakımdan her iki eser de birbirini tamamlar niteliktedir. Ma’rûzât’ın cüzdanları II. Abdülhamid’in tahtan indirilişine kadar onun yanında kalmış, daha sonra BOA Yıldız evrakı arasında ele geçmiştir. Bu sırada birinci cüzdan kaybolmuştur. Eserin Cevdet Paşa’nın el yazısı ile olan müsveddeleri İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı’ndadır. (Cevdet Paşa Evrakı, nr. 22-25) Sultan Abdülhamid’e takdim edilen üçüncü ve dördüncü cüzdanlar ise TTK Kütüphânesi’ndedir. İkinci, üçüncü ve dördüncü cüzdanlar kısmî olarak Ahmet Refik Altınay tarafından TTEM’in 14 ve 16 numaralı (1924-1925) ciltlerinde neşredilmiştir. Ma’rûzât’ın hâlen kayıp olan birinci cüzdanı hâriç geri kalan 4 cüzdanı transkript edilerek Yusuf Halaçoğlu tarafından 1980 yılında yayınlanmıştır.
adem-as-1
Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ: Cevdet Paşa’nın ömrünün sonlarına doğru tamamladığı bu eser Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin kıssalarından, İslâm dininin ortaya çıkışı, Hz. Muhammed’in hayâtı ve Hulefâ-yi Râşidîn ile Emevî, Abbasî halifelerinden, diğer Türk-İslâm devletlerinden ve Osmanlı târihinin 1439 yılına kadar olan ilk devirlerinden bahseder. Cevdet Paşa’nın halkın itikadının korunması ve eğitim-öğretim gâyesiyle yazdığı bu eserin tamamı 12 cüzdür. İlk altı cüz Cevdet Paşa hayâtta iken basılmıştır. Diğer altı cüz ise Paşa’nın kızı Fatma Aliye Hanım tarafından 1908 yılında neşredilmiştir. 1915 yılında 12 cüz halinde yayınlanan eserin tıpkıbasımı bazı kelimelerin karşılıkları parantez içerisinde verilerek Latin harfleriyle 1976-1977 yıllarında, bunun yanında Mahir İz tarafından 1972 yılında sadeleştirilmek suretiyle de basılmıştır. Eser ayrıca Kazan Türkçesine çevrilerek Kazan’da iki defa 1900 ve 1911 yıllarında yayınlanmıştır.
Kırım ve Kafkas Târihçesi: Kafkasya’nın târihî coğrafyası ile buralarda yaşayan toplulukların etnografyasının yer aldığı bu eser İngiliz elçisi Lord Stratford Caning’in isteği üzerine Paris Barış Konferansı’nın toplanmasından önce Cevdet Paşa tarafından Halin Giray’ın Gülbün-i Hânan adlı eserinden faydalanılarak kaleme alınmış ve Reşid Paşa’ya sunulmuştur. Reşid Paşa da eseri Fransızcaya çevirterek Cannig’e vermiştir. Bu eser Kütübhâne-i Ebüzziyâ arasında bulunmuş, 1918 yılında da Yeni Mecmua’nın 49. sayısında neşredilmiştir.
Sosyalistlere Dâir Makale: Avrupa’da gelişen sosyalizmin kaynağının aslında İran’da Sasânî Devleti döneminde ortaya çıkan Mezdek ve onun öğretilerinin bir devamı olduğunu anlatan 8 sayfalık bu yazma eser İstanbul Belediye Kütüphanesi Muallim Cevdet Yazmaları (nr. 8) bölümünde bulunmaktadır. Düstûr: Meclis-i Tanzîmât tarafından düzenlenen çok sayıda kanûn ve nizamnâmeyi kaleme alan Cevdet Paşa ardından bütün bu kavânin ve nizâmât mevzuatını bir araya getirip Düstûr adı verilen bir ciltte toplamıştır.
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye: Cevdet Paşa’nın Osmanlı ve İslâm hukukuna kazandırdığı en mühim eser Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’dir. Metn-i Metin teşebbüsünden on üç yıl sonra ortaya çıkan bu eser bütün İslâm devletlerinde İslâm hukuku alanında hazırlanan ilk kanûn olma özelliğine sahiptir. Devleti hukuk açısından düzeltmenin, yani işlerin iyi yürüdüğü devlet düzenine ulaşmanın yollarından biri bağlı oldukları devletin eski kanûnlarını ve durumunu kabûllenerek gerekli gelişmeyi sağlamaktır. Ayrıca kanûnlar arasında bir karışıklığın meydâna gelmesini engellemek için de bunların bir sistem içinde toplanılması kaçınılmazdır. Böylece devletin dayandığı temel ilkeler ile çatışma yaşanmamış olur. Cevdet Paşa şer’i kanûnları her şekilde desteklemekte ve onlardan ödün vermemektedir. Bu da gelenekçi yönünü gösteren önemli bir ayrıntıdır. Paşa, medenî hukukun Avrupa toplumundaki milletin temeli olduğunu, İslâm cemâatinin ise fıkıh temeli üzerinde durduğunu ileri sürmüştür. Bir topluma ait olan kanûnların tercüme edilerek başka bir topluma uygulanmak istenmesi Cevdet Paşa’ya göre sorunlara çâre değildi. Lâkin yeniliğin zarûrî olduğu bir alanda o alan hakkında ehli kişilerin toplanarak çâre üretmesi devlet ve toplum açısından daha olumlu sonuçlar doğururdu. Bundan dolayıdır ki 1868 yılında Âlî Paşa’nın Fransız Medenî Kanûnu’nun kabûl edilmesi teklifine karşı çıkan Cevdet Paşa Hanefi ekolüne göre yeni bir hukuk sistemi hazırlanmasını söylemiştir. Âlî Paşa bu teklife olumlu yaklaşmış ve Meclis-i Vükelâ’da teklifin kabûl edilmesinden sonra Mecelle Cemiyeti kurularak cemiyetin başına Cevdet Paşa getirilmiştir. Ancak Hanefî mezhebine göre hazırlanacak olan Mecelle’ye Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi itirazda bulunmuştur. Mecelle’nin Adliye Nezâreti’nde değil şeyhülislâmlıkta yapılmasını isteyen Fehmi Efendi Hanefî mezhebinin esâs alınmasını da uygun görmemiştir. Bundan ötürü Mecelle Cemiyeti çalışmalarına ara vermiş ve Cevdet Paşa başkanlıktan ayrılmıştır. Ancak şeyhülislâmlıkta yapılan Mecelle kitabı başarısız olmuş ve Cevdet Paşa tekrar Mecelle komisyonunu başına geçirilmiştir. Aldığı kuvvetli ilim kudretine rağmen Cevdet Paşa’nın istişâre ile ekip çalışmasına verdiği önemi Mecelle’nin hazırlanışında da görebiliriz. Ancak Mecelle her ne kadar bir komisyon tarafından hazırlanmışsa da gerek eserin hazırlanmaya başlanmasında ve tamamlanmasında gerekse maddelerin kaleme alınmasında en büyük pay Cevdet Paşa’ya âittir. Cevdet Paşa toplumun geliştirdiği hukuka hak ettiği değeri vermiştir.
mecelle
Mecelle’nin girişinde çağın ihtiyaçlarına göre düzenlendiği ve ihtiyaçları karşılayacak nitelikte olduğu belirtilmiştir. Mecelle, İslâm hukukunun kendi geleneğinden tamamen uzaklaşmadan modern hukuk sistemlerine intibak etme zarûretinin başarılı bir örneğidir. Zamanın değişmesine paralel olarak hükümlerin de değişebileceği ve yargıda toplumun örf ve âdetlerinin belirleyici olduğu Mecelle’de açıklanmıştır.
Mecelle denilen eser mukaddime ile 16 kitaptan ve 1851 maddeden oluşmuştur. Kitapların isimleri ve madde sayıları şöyledir:
Kitâbü’l-Büyû: Alışverişle alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 7 bâbdan oluşur. 101-403 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-İcâre: Kirâ ve hizmet ile alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 8 bâbdan oluşur. 404-611 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-Kefâle: Kefâlet ile alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 3 bâbdan oluşur. 612-672 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-Havâle: Havâle ile alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 2 bâbdan oluşur. 673-700 arası maddeler ihtivâ eder.
Kitâbü’r-Rehin ve Kitâbü’l-Vediâ: Rehin ve vediâ ile alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 4 bâbdan oluşur. 701-761 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-Emânât: Emânet ile alâkalı hükümler içerir. 1 mukaddime ve 2 bâbdan oluşur. 762-832 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-Hibe: Bağışlama ile alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 2 bâbdan oluşur. 833-882 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-Gasb ve’l-İtlâf: Başkasının malını gasbetmek veyâ telef etmekle alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 2 bâbdan oluşur. 883-940 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-Hacr ve’l-İkrâh ve’ş-Şuf’a: Tasarruftan men, zorlama ve şuf’a ile alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 3 bâbdan oluşur. 941-1044 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’ş-Şirket: Ortaklıklarla alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 8 bâbdan oluşur. 1045-1448 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-Vekâle: Vekâletle alâkalı hükümleri içerir. 1449-1530 arası maddeleri ihtivâeder.
Kitâbü’s-Sulh ve’l-İbrâ: Sulh ve ibrâ ile alâkalı hükümleri içerir. 1531-1571 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-İkrâr: İkrârla alâkalı hükümleri içerir. Diğer kitaplarda olan mukaddime kısmı bu kitapta yoktur. 4 bâbdan oluşur 1572-1612 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’d-Da’vâ: Davâ açma ve davâların görülmesi ile alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 2 bâbdan oluşur. 1613-1675 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-Beyyinât ve’t-Tahlîf: Deliller ve yeminle alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 4 bâbdan oluşur. 1676-1783 arası maddeleri ihtivâ eder.
Kitâbü’l-Kazâ: Hüküm verme ile alâkalı hükümleri içerir. 1 mukaddime ve 4 bâbdan oluşur. 1784-1851 arası maddeleri ihtivâ eder.
Cevdet Paşa, Mecelle’nin başına külli kaideler denilen 99 tane madde ekletmiş ve hukuk problemlerinin çözümünde bu maddelerden istifâde edilmesini sağlamıştır.
Risâletü’l-Vefâ: Yanya Valisi iken Mecelle Cemiyeti’ne yazıp gönderdiği bir eserdir. Yazma nüshası Veliyüddin Efendi Kütüphânesi’nde korunmaktadır.
Mahkeme-i Temyiz’in Vazifesine Dâir: Temyiz mahkemelerinin görev alanını açıklayan bir eserdir. İnkılâp Müzesi’nde Ahmed Cevdet Paşa’nın el yazısı ile bir nüshası bulunmaktadır.
İcâr-ı Akar Nizâmnâmesi : İş yerlerinin kirâlanmasıyla ilgili bir nizâmnâmedir. Bu eserin de İnkılâp Müzesi’nde Ahmed Cevdet Paşa’nın el yazısı ile bir nüshası bulunmaktadır.
Kavâid-i Osmâniyye: Bu eser Türkçenin ilk yayınlanan gramer kitabı olarak önem taşıdığı gibi Cevdet Paşa’nın hayâtının sonuna kadar ilgileneceği dil konusundaki çalışmalarının da ilk adımını teşkil etmiştir. Kitabın ilk tertibi Cevdet Paşa ile Keçecizâde Fuad Paşa’ya âittir. Ancak daha sonra Cevdet Paşa eseri Tertib-i Cedîd Kavâid-i Osmâniyye adıyla yenilemiş ve kendi ismiyle bastırmıştır. Değişik isimlerle otuzdan fazla baskısı yapılan eserin ilk tertibini H. Kelgran Almanca’ya tercüme etmiştir. Eser, Encümen-i Dâniş kararı ile okullarda 50 yıl kadar ders kitabı olarak okutulmuştur. Bu sırada kısa aralıklarla en az on kez daha basılmıştır. Ahmed Cevdet Paşa’nın öteki dil bilgisi kitaplarına ve aynı dönemlerde yazılmış diğer dil bilgisi kitaplarına örnek teşkil etmiştir.
Belâgât-ı Osmâniyye: Ahmed Cevdet Paşa’nın Mekteb-i Hukuk’ta okuttuğu edebiyât dersi notlarından meydâna gelmiştir. Klasik İslâm belâgât anlayışına göre düzenlenmiş edebiyât kurallarını ve bunlara uygulanan Türkçe misâlleri ihtivâ eder. Bu alanda yazılmış ilk Türkçe eser olup çeşitli baskıları yapılmıştır. Eser, dibâce ve mukaddime kısımlarından meydâna gelen bir giriş bölümü ve üç ana bölümden oluşur. Birinci bâbda ilm-i me’ani, ikinci bâbda hakiki ve mecâzi anlam, üçüncü bâbda edebî sanatlar işlenir. Her bâb kendi içinde fasıllara ayrılmakta ve ele alınan konular çok sayıda örnekler verilerek açıklanmaktadır. Doğu kaynaklarına ve belâgât anlayışına dayalı olarak yazılan Belâgât-ı Osmâniyye, Recaizâde Mahmud Ekrem’in Batı anlayışına uygun olarak kaleme aldığı Ta’lim-i Edebiyât karşısında geleneği temsil etmektedir. Eser yazıldığı günden beri büyük bir ilgi görmüş, üzerinde pek çok değerlendirme yapılmış belâgât ile ilgili tartışmaların doğmasına yol açmıştır.
Türkçedeki ilk belâgat kitabı İsmail Ankaravî’nin Müftahü’l- Belâga ve Mısbahu’l Fesaha isimli eseridir. Ancak belâgat ilminin en önemli kısmı olan ilm-i me’ani bu eserde bulunmadığı için tam anlamıyla belâgat ilmini ele alıp işleyen ilk eser olarak Ahmed Cevdet Paşa’nın Belâgat-ı Osmâniyye’si kabûl edilmektedir.
Medhal-i Kavâid: İlkokul öğrencilerini Kavâid-i Osmâniyye’ye hazırlamak üzere yazılmıştır. Ahmed Cevdet Paşa, bu eserinin ortaya çıkışını şöyle anlatmıştır: “Ba’dehû bi’t-tecribe Kavâ’id-i Osmâniyye’nin mübtedîlere ta’lîm ü tefhîminde su’ûbet görülmekle anın muhtasarı olmak üzere Medhal-i Kavâ’id nâm risâleyi te’lif edip bir sene sonra o dahi evvel be-evvel mekâtib-i rüşdiyyede okunmak üzere tab’olunmuştur.” İlk defa Matbaa-i Âmire’de 1852 yılında taş basma ve 55 sayfa olarak basılan eser, daha sonraki yıllarda yedi baskı daha yapmıştır.
Kavâid-i Türkiyye: Sıbyan mektepleri için kaleme alınan bu eser ilk defa 1875 yılında basılmış Medhal-i Kavâid’in sâdeleştirilmiş şeklidir. Ahmed Cevdet Paşa’nın ilk Maârif Nâzırlığı sırasında kurduğu komisyonda alınan karar gereği sıbyan mekteplerinde okuyan çocukların ana dili eğitimi için yazdığı dil bilgisi kitabıdır. İlk baskısı 1871 yılında yapılmış daha sonra altı defa daha basılmıştır. Eser, ilkokul çocuklarına yönelik olduğu için sâde bir dil ile ve Türkçe unsurlar ağırlıklı olmak üzere yazılmıştır.
Divân-ı Sâib Şerhi’nin Tetimmesi: İranlı şâir Sâib-i Tebrîzi’nin divânı Süleyman Fehim Efendi tarafından şehredilmekte iken onun 1845 yılında ölümü üzerine eksik kalan kısım Ahmed Cevdet Paşa tarafından tamamlanmıştır. Ahmed Cevdet Paşa’nın Farsça bilgisini göstermesi bakımından bu şerh ve tercüme önemlidir.
Divânçe-i Cevdet: Edebiyâtın sanat yönüyle sadece kısa bir süre, o da eğitim sürecinin İstanbul’daki medrese döneminde ilgilenen Ahmed Cevdet Paşa’nın bu alandaki çalışmalarının sayısı oldukça sınırlıdır. Medrese talebeliğindeki şiirlerini, hayâtının son döneminde II. Abdülhamid’in isteği üzerine bir divânçe hâline getirmiştir. Bu divânçenin Paşa’nın el yazısı ile yazılmış iki nüshası, İstanbul’da Taksim’deki Belediye Atatürk Kitaplığı’nda bulunmaktadır (Cevdet Paşa Evrakı, nr. 37). Daha eski ve eksik bir nüshası ise BOA’dadır. 1892 yılında II. Abdülhamid’e takdim ettiği asıl nüsha bulunamamıştır. Şiirlerinin birçoğu Fehim Efendi’nin edebî toplantılarına devam ettiği zamanların verimidir. Kaside ve gazellerden oluşan divânçede az sayıda şarkı, rubâi, târih ve müfret yer almaktadır. Geniş dil bilgisi ile parlak bir zekâdan kuvvet alarak yazılan bu şiirler, Paşa’nın gençliği ve çevresinden aldığı bir heyecan ve yaşadığı dönemin âdetlerine uygun şekildeyazılmıştır. Kullandığı dil sâde olup, hayâl dünyâsı da fazla zengin değildir. Divânçesinde bulunan nazirelerinden ve tahmislerinden de anlaşılacağı üzere şiirlerini duygu ve hayâllerin şevkiyle değil musâhabe yollu ve daha çok kuvvetli bilginin yardımı ile oluşturmuştur. Çoğu zaman döneminin ikinci derecedeki şâirlerine nazire olarak yazmıştır. Bununla birlikte manzumeleri onun Farsça bilgisini ve Fars edebiyâtına olan vukûfiyetini ortaya koymaktadır.
Hılye-i Saâdet: Hz. Muhammed’in dış görünüşünü anlatan bir eserdir.1886-1887 yıllarında ikidefa basılmıştır.
Hulâsâtü’l-beyân fi Te’lifi’l-Kur’an: Kur’an âyetlerinin bir araya toplanmasını anlatan bu küçük Arapça risâle 1885’teİstanbul’daneşredilmiştir. Cevdet Paşa’nın hayâtı ve eserlerine dâir bir girişle Ali Osman Yükseltarafından tercüme edilerek “Muhtasar Kur’an Tarihi” adıyla 1985’te yayımlanmıştır.
Mecmua-i Ahmed Cevdet: İslâm dinini kabûl eden iki kişiye, bazı sorularının karşılığı olarak Cevdet Paşatarafından yazılıp Bâb-ı Meşîhatca gönderilen cevapları ve eski Şam Müftüsü MahmutHamza Efendi ile dinî meselelere dâir aralarında geçen yazışmaları ihtivâ eder. Yazmahâlinde olan eser İstanbul Belediyesi Atatürk kitaplığında (Muallim Cevdet, nr.98) bulunmaktadır.
Ma’Iûmât-ı Nâfia: Rüşdiye mekteplerinde okutulmak üzere hazırlanan bu eser 1862 yılındaneşredilmiştir. Kâinatın yaratılışı, peygamberler târihi, yeryüzünde yaşayan insanların dinlere ve kıt’alara göre dağılımı, dört halife ve dört mezhep imamı hakkında bilgi vermektedir. Bu eser yeni harflerle 1989 yılında “Faideli Bilgiler” adıyla bir kez yapılan ekleme ve açıklamalarla, bir kez de sadece metin olarak yayımlanmıştır.
Beyânu’l-Unvân: Cevdet Paşa’nın talebelik yıllarında, medresede okunan kitapların başlık ve önsözlerine dâir yazdığı bu eser 1856, 1872 ve 1882 yıllarında neşredilmiştir.
Gâyetü’l-Beyân: İstanbul’da ilk yerleştiği Papasoğlu Medresesi’nde İbn-i Hâcib’in Şâfiyesi’ni okuturken yazdığı şerhten oluşmaktadır.

Eser-i Ahd-i Hamidî: İbtidâî mektepleri için kaleme aldığı bir ilmihâl kitabıdır. 1891 yılında neşredilmiştir.

Mukaddime-i İbn Haldûn: İbn Haldûn’un el-İber adlı Arapça dünyâ târihinin girişi maiyetindeki birinci cildin altıncı faslı Cevdet Paşa tarafından tercüme edilmiştir. Târih felsefesinden, târihin faydalarından ve târihçilikten bahseden Mukaddime’nin tercümesine ilk olarak I. Mahmud dönemi şeyhülislâmı Pirîzâde Mehmet Sâhib Efendi (1674-1749) başlamış ve 18. yüzyıl ortalarında Mukaddime’nin ilk beş faslını Osmanlı Türkçesi’ne tercüme etmiştir. Cevdet Paşa tercüme edilmeyen son faslı da tamamlamış ve Mukaddime ilk iki cildi Pirîzâde’ye son cildi ise Cevdet Paşa’ya âit olmak üzere basılmıştır.
Takvimü’l-Edvâr: Cevdet PaşaTürkçenin ilim dili olmayacağını iddiâ edenlere bir cevap olmak üzere Şemsî-Hicrî târih esaslarını anlatan Takvimü’l-Edvâr adını verdiği risâlesini bastırarak herkese Türk diliyle de ilmî eserler yazılabileceğini göstermiştir.
Mecmûa-i Aliye: Ahmed Cevdet Paşa’nın, kızı Fatma Aliye Hanım’a okuttuğu felsefe, hikmet, ilm-i rûh, matematik, geometri, astronomi ve çeşitli İslâmî ilimlere dâir bilgileri toplayarak oluşturduğu bu eserin tek nüshası İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı’ndadır.
Mi’yâr-ı Sedâd: Paşa’nın oğlu Ali Sedad’a atfen Sedad’ın ölçüsü anlamına gelen Mi’yâr-ı Sedâd’ı maarif nâzırlığı döneminde ibtidâiyye mektepleri için yazmıştır. Mantık ilmine dâir 116 sayfalık bu risâle sâde bir dille yazılmış ilk Türkçe mantık kitabıdır. 1876 ve 1885 yıllarında iki defa neşredilmiştir. Böylesine önemli bir mantık kitabına adı verilenAli Sedad da babasına teşekküren, klasik mantık ölçülerini ve Batı’daki mantıkalanındaki gelişmeleri ele alıp değerlendirdiği Mîzânu’1-Ukûl fi’1-Mantık ve’1-Usûladlı bir eser yazmıştır.
Âdâb-ı Sedâd Min İlmi’1-Âdâb: Tartışma usûlü ve kurallarını içeren 56 sayfalık bu risâle Mi’yâr-ı Sedâd’ın bir eki, girişi mahiyetinde olup yine ibtidâiyye mekteplerinde okutulmak üzere hazırlanmış, 1877’de ilk olarak on beş bin nüsha neşredilmiştir. Cevdet Paşa’nın Reşid Paşa’nın emriyle Ermeniceden Talimatnâme-i Harir adlı bir kitabı tercüme ettiği öne sürülmektedir. Lâkin yapılan bu çevirinin sadece Türkçesini tashih etmiş olması büyük olasılıktır.
Bu eserlerin dışında Paşa’nın değişik zaman aralığında farklı nedenlerle kaleme aldığıdefter, mazbata, lâyıha, tenkit ve mektupları da bulunmaktadır. Bunların bir kısmı Muallim Cevdet Kütüphânesi’nden ve Fatma Aliye Hanım terekesinden İstanbul Taksim Atatürk Kitaplığı’na intikâl etmiştir. Diğer bir kısmı ise BOA Yıldız Evrakı fonu ile diğerleri arasında tasnif edilmiştir. Bunların çoğu buhran dönemindeki Osmanlı Devleti’nin siyâsî, idârî ve sosyal konularını inceleyen, Paşa’nın çok yönlü şahsiyetini ve derin bilgisini gösteren yazılardır.

Cevdet Paşa’nın Târih Felsefesi ve Târih Yazıcılığı

Ahmet-Cevdet-Paşa (1)
Cevdet Paşa gerek siyâset ve hukuk gerekse dil ve din alanında çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. Ancak bunlardan da öte bir târihçidir. Bunun nedenleri olarak kendisinin kaleme almış olduğu târihe dâir eserlerin büyük önem arz etmesi, târihin kendisi için bir disiplin olması ve diğer bütün çalışmalarının ana kaynağını târihin oluşturmasıdır. Cevdet Paşa’nın klasik şark târihçiliğinin en üstün örneğini veren bir vak’ayinâmeci mi yoksa Batı tarzı târihçiliğin kapılarını açan modern bir araştırmacı mı olduğu konusunda tartışmalar vardır. Mükrimin Halil Yınanç Osmanlı târihçiliğini edebî kaygı ağır basan süslü nesirle yazılmış İran etkisindeki nakilci ve tasvirci târihçilik ile olaylara sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde eleştiri süzgecinden geçirilerek aktarılan faydacı târihçilik olarak ikiye ayırmıştır. Cevdet Paşa ise klasik Osmanlı târihçiliğine yeni bir bakış açısı getirmiş; târihçilik, târih felsefesi ve yöntemi bakımından da eski vak’anüvis târihlerinden farklı yeni bir anlayışın yolunu açmıştır. Paşa, Osmanlı târihçiliğinin klasik İslâm geleneğine şeklen bağlı görünmektedir. Ancak İslâm târihçiliğinin ilmî târihçilik ekolünü takip etmekle birlikte, bu ekolün belâgata önem veren İran tarzı edebî târihçilikle ahenkli bir terkibini gerçekleştirmiştir. Böylece Kâtip Çelebi ve Müneccimbaşı gibi aynı terkibi yapmış olan târihçi neslin son temsilcisi olmuş, eski ile yeni târihçilik anlayışı arasında bir köprü vazifesi görmüştür.
Cevdet Paşa, devlet adamı olarak nasıl ki Tanzîmât ile medresenin birbiriyle kaynaşması ise târihçi olarak da eski ile yeninin böyle bir sentezidir. Batı’nın câhili olmamakla birlikte târihçi sıfatıyla ona borçlu olduğu büyük bir şey yoktur. Devrinin görüş zaviyesi müstesnâ onu diğer târihçilerden ayıran özellikleri çalışkanlığı ve dikkatli vuzûhu, dâimâ uyanık ve kuşatıcı oluşudur. Cevdet Paşa târih felsefesi ve metodolojisinde büyük ölçüde bir kısmını tercüme ettiği Mukaddime’nin yazarı İbn Haldûn’un etkisinde kalmıştır. Ahmed Midhat Efendi’nin kendisine gönderdiği bir mektupta İslâm milletinin birçok ilimde olduğu gibi târih ilminde de geri kaldığı yönündeki ifâdelerine cevap olarak Paşa, İbn Haldûn’u örnek göstererek şöyle itiraz etmektedir: “Millet-i İslâmiyye ulûm-ı sâirede olduğu gibi ilm-i târihde dahi bir derece-i âlîyyeye vâsıl olmuş idi. Hattâ meşhûr İbn Haldûn vak’aayi-i târihîyyeyi muhâkeme etmek yolunu açıp bir fenn-i müstakil olmak üzere meşhûr Mukaddime-i târihini yazmış idi.”
14. yüzyılda yaşamış olan ve İslâm dünyâsının belki de dönemine göre ileride sayılabilecek fikirlere sahip tek târihçisi İbn Haldûn’u Cevdet Paşa dışında hiçbir târihçi gerçek mânâda anlamak kabiliyetini gösterememiştir. Bundan dolayı Tanpınar onu İbn Haldûn’un son şâkirdi sayarken Mehmed Cemâleddin Efendi de onun İbn Haldûn’un halefi olduğunu söylemiştir.

Cevdet Paşa İbn-i Haldûn’un “beş tavır nazariyesi”ni Kâtip Çelebi, Müneccimbaşı ve Naimâ gibi Osmanlı târihçilerine benzer bir anlayışla nakletmiş ve her devlet gibi Osmanlı Devleti’nin de kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme ve çöküş dönemlerinden geçeceğini; ancak beşinci tavrın tıpkı diğer Osmanlı târihçilerinin söylediği gibi değiştirilebileceğini belirtmiştir. Böylece târihte mutlak bir determinizm olmadığı yönünde görüş bildirerek İbn Haldûn’dan ayrılmıştır. Cevdet Paşa’ya göre târih ezeli bir akıştır. Bütün beşerî kıymetleri ve hakikatleri değiştiren bir “hengâme-i ibrettir”. Paşa, târihin önemimi şöyle belirtir: “İlm-i târih efrâd-ı nâsı vekayi ü meâsir-i mâziyyeye ve vükelâ ve havâss-ı hafâya ve serâir-i mukteziyyeye muttali idüb nef’î âmme-i âleme âid ve râcî oldığından âmme-i eşhâs mütâlaasına mecbul ve beynü’l-havâss makbûl ü mergûb bir fenn-i kesîri’l menâfidir.”

Târihten maksat sadece bir maddenin belli bir târihte olduğunu bilmek değildir. Târih kitapları geçmiş olayları anlatarak gelecek kuşaklara iyiyi ve kötüyü, haklıyı ve haksızı gösterip bunlardan ibret almalarını sağlamakla yükümlüdür. Aynı şekilde târih yazarının asıl borcunun da doğruyu söylemek olduğu açıktır. Cevdet Paşa’ya göre târihin görevleri arasında gelecek nesilleri iyi davranışlarda bulunması yönünde uyarmak, yaşanılan iyiliklerden faydalanmalarını sağlamak ve geleneklere dayanak olmak vardır. Târih, dünyânın, insanlığın, geçmişinden şimdiki ve gelecek toplumlara haber verme aracı olduğu gibi dünyâ çağında yaşayan örnekleri, hâtıraları ve uygulamaları içeren bir yapıdır. Ayrıca geçmişte muhtelif milletlerin birbirlerine nispetle üstünlük ve ileri değerde olduğunun ölçü ve miyârıdır. Özellikle insanlığa kendisinin geçmişini öğreten bir ilim olması itibâriyle târihin faydasına inanan Paşa’ya göre, “her millet vekaayı’ı kendi târihi üzere tertîb edip tevârih-i sâireyi ana kıyâs ile bulur ve aksi insana ters gelir. Bu cihetle her millet kendi târihini muhâfazaya mecbûr olur.”
Paşa, medeniyetin koruyucu unsuru olarak târihin rolüne dikkat çekmiştir. Nitekim târih sayesinde duraklama dönemindeki devletlerin idârecileri geçmişin tecrübelerinden faydalanacak ve mevcut hâli bu birikimin ışığında ıslah edebileceklerdir. Cevdet Paşa devlet düzeninin korunması, devletin eski usûllerinin târih aracılığıyla tespit edilip saklanması ve yeri geldiğinde günün şartlarına uygun bir şekilde yeniden ele alınarak devlette kullanılmasının faydalı olacağı kanaatindedir. Bu nedenle de târih eğitim ve öğretimi gereklidir. Böylece Cevdet Paşa geleneksel târih anlayışından ayrılarak halkı da târih öğrenimine dâhil etmiştir. Artık ibret almak üzere târihi olayların hikmetini araştırmak, geçmişte olduğu gibi sadece târihçilerin değil herkesin işi hâline gelmiştir.
Bazı insanlar geçmişten aldığı öğretici, düzenli ve gerekli bilgilerle hayırlı işler yapar. Yine bu nitelikteki insanlar eskileri geçerek daha ileri bir görüşe varmayı bir uğraş sebebi sayarlar. Cevdet Paşa’ya göre de eldeki bilgilerle, geçmişten bugüne gelip olayların asıl sebeplerini keşfetme yeteneğine sahip olanlar saygıdeğerdir.Târih ilminde de aranılan gerçek hakikattir. Bu hususta şöyle demektedir: “İlm-i târihten garaz-ı aslî vukuâtın sıdk ve kizbine ve esbâb-ı hakikiyesine vukûf ile mucib-i teyakkız ve intıbâh olacak malûmat-ı iktisâbından ibâret olmağın(…)”
Paşa’nın târih konusundaki görüşlerinde ilginç bir özellik de târihin akışını Allah’ın irâdesine bağlamasıdır. Ona göre olayların sebeplerini Allah’ın âdetine bağlamak üzere bir târih seyri söz konusudur. Bu sebepleri ortaya çıkarmak ise târihin vazifesidir: “Fakat âdet-i ilâhiye kâffe-i vukuâtı esbâb-ı âdiyyesine rabt ve isnâd itmek üzere câri olub vukuâtın esbâbını beyân dahi fenn-i târihin vazifesi oldığına nazaran (…)” Böylece Cevdet Paşa târih ilmine mutlak hikmet sahibi Allah tarafından olayların meydâna gelmesine yol açan sebepleri ve sebeplerin de arka planında yatan hikmetleri araştırma görevini yüklemiştir. Paşa’nın düşüncesine göre târihi olayların perde arkasında ilâhî bir adâlet ölçüsü olduğu muhakkaktır:
Bu misillü vuku’âta basar-ı basiret (ile) bakıldığı hâlde verây-i perde-i hafâda bir mizân-ı adl-i ilâhi olduğu sübût buluyor. Ale’l-husûs Devlet-i Âliyye’de mükâfât ve mücâzât kaa’ideleri lâyıkıyle icrâ olunmadığından pek çok vuku’âtın bu mizân-ı ilâhi ile tartıldığı ve pek çok kimselerin bu âlem-i şühûdda mânevi mükâfât ve mücâzâta mazhar olduğu ashâb-ı ibrete ma’lûm ve iyân oluyor.

Paşa’ya göre bir işin nihâyete ermesi Allah’ın takdirine bağlıdır. “Ne çâre ki takdir-i ilâhi müsâid olmadıkça rey ve tedbir kârger tesîr olamıyor.”

Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki târih yazımında da târihsel süreç insan ürünü değil Tanrı’nın murâdı sonucunda oluşan olaylar dizisi olarak görülmüştür. Her olay belli bir amaçla Tanrı’nın isteği doğrultusunda var olmuştur. Buna göre Roma İmparatorluğu da belli bir işlevi yerine getirmek ve getirdikten sonra yok olmak üzere târihte uygun bir zaman diliminde ortaya çıkmıştır .Yani târihte küllî irâde hâkimdir. Cevdet Paşa’nın görüşü ise İslâm’daki kader anlayışını târihî olayların meydâna gelmesinde bir etki olarak belirtmesidir. Her ne kadar Allah her şeyi önceden bilip görse de insan eylemlerine karışmamakta ve cüz’î irâdeyi olayların gelişiminde serbest bırakmaktadır. Hristiyan târih yazımında mutlak kadercilik hâkimken Paşa’nın anlayışında ise irâdeci görüş ön plandadır.
Cevdet Paşa’nın belirttiği üzere bir târih yazarının üç temel görevi vardır: İnsanlara faydalı olabilecek haber vermek, târihi olayların gerçek sebeplerini araştırmak ve bunları herkesin anlayabileceği şekilde açık ve akıcı bir şekilde yazmaktır:
hammer
Müverrihin vâzife-i zimmeti fâidei haber virecek ve medâr-ı ibret olabilecek vek’âiyin esbâb-ı sahîhasını tetebbû idübde herkesin anlayabileceği vechle selis ü münekkaha olarak ifâde itmekdir. Yoksa teklifât-ı münşiyâne ile ibrâz-ı fazl ve hüner iylemek veyâhud jurnal yollu rûzmere vukuâtı söylemek değildir. Târih yazımı konusunda târihçinin seçici olması gerekmektedir. Eskiye dâir her şey târihçinin konusu olamaz. Bu nedenle târihçi titiz davranmalı ve gereksiz konulara girmemelidir. Böyle davranılmazsa okuyan kişinin fayda ve ibret alamayacağı küçük ve lüzumsuz olaylar asıl anlatılmak istenenin arasına girerek olayın seyrini bozar ve okuyucunun dikkatini dağıtır. Cevdet Paşa kendisinden önceki târih yazarlarını büyük küçük demeyip her şeyi târih olarak yazmakla eleştirerek bunun mânâsız bir iş olduğunu söylemektedir. Bir târihçi eserini kaleme alırken yazdıklarını belgelerle desteklemelidir. Paşa’ya göre bir olayın gerçekliği, onun vesikaya dayanmasına bağlıdır. Senet sayılabilecek bir kayda ulaşılamadığında, bu olay yalnızca ağızdan ağza nakil ve hikâye olunur. Sarf edilen sözler birer rivâyet olmakla işin hakikati meçhul kalır. Cevdet Paşa, târihî belgeleri yorumlama ve değerlendirme bakımından da modern târihçiliğin öncülüğünü yapmıştır. Bu konuda kendisinden önceki târihçiler onun kadar başarılı olamamıştır. Önceki vak’anüvisler yazdıkları târihlerinde fermân ve hatt-ı hümâyûn gibi çeşitli belgeleri yayınlamışlardır; ancak belge değerlendirmesi ve yorumlaması yoluna gitmemişlerdir. Daha önceki târihçiler belgeler arasında ilişki kurmadıkları veya kuramadıkları gibi olayları neden-sonuç çerçevesi içerisinde de ortaya koyamamışlardır. Paşa ise bu çalışma yöntemiyle kendisinden sonraki târihçilerin eserlerinin gerçekçi ve doğru temellere dayandırılması bakımından önemli rol oynamıştır. Paşa’nın dikkat çekici bir tespiti de târihçilerin olaylar hakkında açıklama yaparken kişisel görüşlerinin etkilerinde kalma hatâlarıdır. Bundaki en önemli sebep ise anlattıkları olayların kahramanlarına kin duymaları veya başkalarına hoş görünme çabasıdır. Bu nedenle târihçilerin belgeye dayanmayan yazılarını ele alırken bu gerçeği göz önünde tutmak gerekir:
Çünkü müverrihler muâsırlarının çoğundan ale’l-husûs serkârda bulunanlardan ekseriya bâzı esbâba mebni yâ müteşekkir veyâ müteneffir bulunur ve bu cihetle zihinleri bi’t-tab bir tarafa mütemâyil olur ve ana göre lisân kullanur. Binâenaleyh muâsırlarının tercüme-i hâllerini beyân makâmında ifrât ve tefritden hâli kalmazlar ama vukuâtın muhâkemesiyle hakikat-ı hâl meydâna çıkar. Yine Cevdet Paşa’ya göre, târihçilerin bazı olayları gizli tutmak ve saklamak zorunda kalmaları ve buna mecbûr olmaları anlaşılabilir; ancak iftira ve garaz için yalan sözler yazmaları aslâ mazûr görülemez.
Cevdet Paşa, târih ilmini okuyucuya zihnî terbiye vermesi ve belli odaklar çerçevesinde telkinlerde bulunması bakımından önemli görmektedir. Paşa’ya göre târihçi, olayları derinlemesine incelemelidir. Bu inceleme, olayların anlaşılmasını ve olaylardan ibret alınmasını sağlar. Târihin bu şekilde okuyucuya etki edebilmesi için de târihçi yazdıklarında son derece tarafsız olmak zorundadır. Çünkü târih yazımında öznel davranmak târihçiyi hatâya düşürür. Bu bakımdan konuları olabildiğince yansız olarak ele almak gerek târih ilmi gerekse târihçi açısından önemlidir. Paşa, Târih’ini kaleme alırken buna özellikle dikkat etmiştir. Joseph von Hammer Târih-i Cevdet’in üçüncü cildi hakkındaki görüşlerini ifâde ederken bunu teyit etmiştir: “bu cildin şâmil olduğu vekaayi’nin beyân ü hikâyesinde dahi mukaddemki cildlerde olduğu gibi kaaide-i bî-tarafî ve bî-garazîye ez-her-cihet ve kemâl derecede riâyet kılınmış”Paşa’nın ifâde ettiği üzere bir târihçi olayların sebep ve sonuçlarını tam olarak bilmekle yükümlüdür. Bu bakımdan da neden-sonuç ilişkisi içerisinde geçmiş incelenerek günün olayları yorumlanmalıdır: “Bir asrın vukuâtı ise a’sar-ı sâbıkanın a’dâd ve tehiye itdiği ilel ve esbâb-ı müteselsilenin netâyic ve müsebbebâtı idüğünden yazılacak vekâyi-i târihiyye ne makûle esbâbın asârı idüğü bilinmek lâzım gelür.” Ona göre târihçi, târihî olayların doğrularını yanlışlarından, lüzumlularını gereksizlerden ayırmalı ve olayların meydâna gelmesinde görünür sebeplerin ardındaki gerçek sebepleri bulmalıdır. Çünkü mucip sebepler anlatılmadan sadece olayların hikâyesinden gerçek ortaya çıkamaz.
Görüldüğü üzere Cevdet Paşa klasik Osmanlı vak’anüvisliğine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Kâtip Çelebi ve Müneccimbaşı gibi târihçi neslin son temsilcisi olmakla birlikte klasik ile modern târihçilik arasında bir köprü vazifesi görmüştür. Özellikle târih felsefesi ve yöntemi konularında selefi olan târihçilerden farklı bir tarz benimsemiş, bu hususlarda büyük ölçüde İbn Haldûn’un tesiri altında kalmıştır. Târihte mutlak bir determinizme inanmamakla İbn Haldûn’dan ayrılırken, değişmez belirlilik yerine irâdeci görüşe taraftar bir tavır sergilemiştir. Kendisinden önceki târihçileri ilmî mânâda tenkit eden Paşa, Târih’inde yararlandığı kaynakları süzgeçten geçirerek ciddî bir şekilde eleştirmektedir. Ele aldığı olayların analiz ve sentezini de yaparak sadece yaşanmış olayların anlatıcısı olan pasif târihçi pozisyonuna düşmekten kurtulmuş ve modern bir târihçinin görevlerini üstlenmiştir. Târihî olayların sebeplerini ve sonuçlarını ele alarak düşünce ve yorumlarıyla târih felsefesi konusundaki bilgisini ortaya koymuştur. Bu da Paşa’nın târihî olayların yalnızca görünür kısmıyla değil, bütüncül bir bakış açısıyla perde arkasında kalanları da göz önünde tutarak yargılara vardığını göstermektedir. Cevdet Paşa, târihî olayları vesikalara dayandırarak neden-sonuç ilişkisi içerisinde tenkitçi bir yaklaşımla ele almış ve bu yönüyle de gelenekçi Osmanlı târih yazımından sıyrılmıştır. Bu bakımdan Paşa’yı çağdaş Türk târihçileri içerisinde değerlendirmek gerekir. Aynı şekilde târih eğitimine büyük önem veren Paşa, târih bilinciyle birlikte daha önce yapılan hatâlardan ders alınıp aynı hatâlara düşülmeyeceğini belirtmektedir. Târih öğrenimin sadece devlet ve ilim adamları için değil, halk için de önemli bir kazanım olduğunu açıklayan Paşa, târihin ibret alınacak olaylar dizisi olduğunu söylemektedir. Târihe, geçmişten ders alarak geleceği inşâ etme görevi yükleyen Cevdet Paşa, devlet ve toplum düzeninin aksayan yönlerini tespit ve bunları tedavi etme işlemlerinde de târihi bir araç olarak kullanmıştır. Bu bağlamda Paşa’nın târihçiliğinin amacı salt bir geçmişin görüntüsü sunmak değil, yaşadığı dönemdeki Osmanlı devletine ve toplumuna yön vermek olduğu gayet açıktır.
Cevdet Paşa modern târihçiliğin temel ilkeleri olan eleştiri, tarafsızlık, doğruluk, karşılaştırma, gözlem ve fayda gibi konulara dikkat çekerek 20. yüzyıldaki Türk târihçiliğinin oluşumuna ve yöntemine katkıda bulunmuştur. Tüm bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi Cevdet Paşa hakkında, Osmanlı târihçiliğine damga vurmuş ve günümüz Türk târihçiliği için başlangıç noktasını oluşturmuş değerli bir ilim adamımızdır, tanımlamasını yapabiliriz.

Avrupa Târihine İlişkin Kaynakları

jacques_bertaux__prise_du_palais_des_tuileries__1793_
Cevdet Paşa kaleme aldığı Târih-i Cevdet’te Osmanlı Devleti dışında Avrupa’dan da bahsetme gereği duymuştur. Târih-i Cevdet’te Avrupa’ya ilişkin detaylı anlatımlar vardır. Önceki İslâm devletlerinin târihinde Avrupa ile ilişkiler olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin de târihinde Avrupa ile birçok irtibatnoktası bulunmaktadır. Bunun yanında Târih-i Cevdet’i konu aldığı dönemde Fransız İhtilâli’nin gerçekleşmesi de Paşa’nın Avrupa’ya ilgisini artırmıştır. Çünkü Fransız İhtilâli Avrupa’nın kendi içerisinde birtakım olaylara yol açarken aynı anda Osmanlı’ya da pek çok tesiri bulunmuş; Avrupa devletleri ile olan münâsebetlerde kaynak vazifesi görmüştür. Târih-i Cevdet’te Avrupa târihinin incelenmesi ise Eskiçağ’a kadar uzanmaktadır. Paşa, Avrupa’yı sadece modern dönemi itibâriyle değil, târihi oluşumuyla birlikte ele almıştır. Bu oluşum sürecini ise Napoléon dönemi ile bitirmiştir. Paşa, Fransız İhtilâli ve sonrasının hakikî şekilde anlaşılması için öncesinin de bilinmesi gerektiğini söylemekte ve Eskiçağ’a uzanan bir girişi niçin yaptığını şöyle açıklamaktadır: Avrupa’nın o misillû vakayî-i küllîyesi ise pek eski vakitlerden berü müselsel ve muttasıl olarak zuhûr idegelen bir takım mebâdî ve mukaddimâtın netâyîc-i tabiîyesidir. Hâlbuki esbâb-ı mûcîbe beyân olunmaksızın mücerred vukuâtın hikâyesinden hakîkât-i hâl anlaşılmaz.
Buna göre esas amaç Avrupa târihini ayrıntılı bir biçimde anlatmak değil, Fransız İhtilâli’nin sebeplerini ortaya çıkarmaktır. Kendisinden önceki vak’anüvislerden farklı olarak eserlerinde ayrıntılı olarak Avrupa’yı işleyen ve yeri geldiğinde Doğu medeniyeti ile mukayeselerde bulunan Cevdet Paşa’nın Avrupa’ya ilişkin bilgilerinin kaynağının ne olduğu önemli bir sorudur. Bunun yanında Avrupa’ya ilişkin yabancı dildeki kaynakları nasıl okuyup anladığı da yine bir tartışma konusudur. Cevdet Paşa Osmanlı’nın klasik eğitim kurumu olan medreseden yetiştiği için kültürel birikiminin büyük bir kısmını İslâm dünyâsında okutulan klasik ilimler oluşturur. Paşa’nın Avrupa dil seviyesi hakkında çeşitli görüşler olsa da eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla birinci elden kaynaklara dayanan bir Batı okuyucusu değildir. Cevdet Paşa, Batı dünyâsına ilişkin bilgilerini ise Türkçe, Arapça ve Farsça yayınlanmış Batı ile alâkalı yayınlardan, görevleri dolayısıyla çeşitli bölgelere yaptığı gezilerden, devlete değişik kanallar vasıtasıyla gelen bilgilerden ve maiyetinde olduğu dönemde Reşid Paşa’dan edindiği ikinci el kaynaklardan almıştır. Buna rağmen kendisi Batı’yı tanıma ve anlama yönünde ileri derece bir aşama kaydetmiştir. Paşa, Avrupa’yı ayrıntılı olarak işlediği Târih-i Cevdet’te birçok kaynak zikretmiştir. Târih-i Cevdet’in 1891 yılına âit Tertib-i Cedîd baskısının ilk cildindeki “Me’hazlar” kısmında yararlandığı kaynaklar arasında Avrupa târihini anlatan veyâ dolaylı yoldan bilgiler veren târih, tetkîk, lâyıha, hâtıra, muhâbere ve jurnallerden oluşan eserler şunlardır:
Bunlardan ilki Avusturya ordusunda generallik yapan ve aslen İtalyalı olan Graf von Montecuccoli’nin (1608-1681) askerî bilimlere ilişkin çalışmalarının ürünü olup 18. yüzyılda Osmanlıcaya “Harb Fennine Dâir” adıyla tercüme edilen rapordur. Üç bölüme ayrılan eserin büyük bölümünde von Montecuccoli Avusturya ordusunun Osmanlı ordusu ile yaptığı savaşları ve bu savaştaki taktikleri açıklamıştır.
Cevdet Paşa’nın Avrupa târihine ilişkin yararlandığı kaynaklardan bir diğeri I. H. Castera’nın kaleme aldığı Rusya Çariçesi II. Katerina’nın hayâtını anlatan “Târih-i Katerina” adlı eserdir. Bu eser 1824 yılında Yakovaki adlı bir divân-ı hümâyûn tercümanı tarafından Fransızca’dan Osmanlıca’ya tercüme edilmiştir. Abdurrahman Ceberti’nin yazdığı Arapça 4 ciltlik “Târih-i Ceberti”, Napoléon’un Mısır seferine dâir bilgiler ihtivâ etmektedir. Bu eser Behçet Efendi tarafından Arapçadan Türkçeye çevrilmiştir.
Yine Ceberti’nin yazmış olduğu ve Fransızların Mısır’a girişinden çıkışlarına kadar günlük meydâna gelen olayların anlatıldığı “Mazharu’t-Takdis Behuruc-u Tâifetü’l Fransız” adlı târihçe de Cevdet Paşa’nın Avrupa’ya dâir bilgiler edindiği bir eserdir. Vak’anüvis Asım Efendi bu eseri Arapçadan Osmanlıca’ya nakil ve tercüme etmiştir. Fransızların Mısır’ı işgâli sırasında Cebel-i Dürüz hâkimi Mir Beşir tarafından Mısır’a gönderilmiş olan Muallim Nikola et-Türk adlı kişinin Arapça olarak kaleme aldığı “Târih-i Nikola” 1839 yılında Fransızca tercümesiyle birlikte Paris’te basılmış ve yayınlanmıştır.
Napoléon Bonaparte’nin Saint Helena adasında sürgün iken kendi tercüme-i hâline dâir yazmış olduğu ve Osmanlıcaya “Tezkire-i Bonaparte” diye tercüme edilen eser yine Avrupa târihine ilişkin bilgiler vermektedir. Kethüda Said Efendi adındaki zât Selimiye olayına dâir kaleme almış olduğu “Târih-i Said Efendi” adlı eserinin başlangıcında Rusya Çarı Büyük Petro’nun dönemini ele almıştır.
Yusuf Ziyâ Paşa’nın ikinci sadâretinde divân-ı hümâyûn tercümanı tarafından risâle olarak hazırlanmış “Lâyıha-i Tercümân-ı Divân” adlı eser Ziyâ Paşa’nın birinci sadâretinden ikinci sadâretine gelinceye kadar ( 1784-1791) Osmanlı Devleti’nin olaylarını anlatmasının yanında Avrupa devletlerinin siyâsî durumları hakkında da bilgiler vermektedir . 1806-1811 yılları arasında Paris elçisi olan Muhib Efendi’nin “Sefâretnâme-i Muhib Efendi” ve 1806 yılında hususi delege olarak Napoléon’a gönderilen Vâhid Efendi’nin “Sefâretnâme-i Vâhid Efendi” adlı eserleri de Avrupa hakkında bilgiler ihtivâ etmektedir.
Târih-i Şânizâde’de de Napoléon dönemi Avrupa’sına âit bilgiler mevcuttur. Cevdet Paşa’nın “Mösyö Tiyer Târihi” olarak adlandırdığı kaynağın kime âit olduğu konusunda ise görüş ayrılıkları vardır. Zeki Arıkan bu ismin Adolphe Thiers olduğunu iddiâ ederken Ekin Erdem ise Augustin Thierry olduğunu söylemektedir. İstanbul’da bulunan İngiliz elçisi E. Wortley Montagu’nun eşi Lady Montagu’nun mektuplarından istifâde eden Paşa; aynı zamanda Fransız gazetelerinden de faydalanmıştır.
Cevdet Paşa Avrupa’da yaşanan olaylarının doğru bilinmesi üzerinde önemle durmuştur. Osmanlı’nın da Avrupa devletleri ile olan münâsebetlerinin gelişmesi bu zorunluluğu daha da artırmıştır. Bu yüzden Paşa kendisini Avrupa için yazılmış târih ve risâlelere daha fazla eğilmek zorunda hissetmiştir. Yukarıda bahsedilen eserlerden başka Meclis-i Vükelâ’da yapılan konuşmalar ve oturum mazbataları ile diğer resmî yazılar ve defter kayıtları da incelenmiş, Avrupa ile ilgili bilgiler Târih-i Cevdet’e eklenmiştir. Bunların dışında Cevdet Paşa’nın zikretmediği; ancak Muallim Cevdet hocası Selim Sâbit Efendi’ye atfen Cevdet Paşa’nın Târih-i Cevdet’i kaleme alırken Avrupa’ya ilişkin konularda Jules Michelet (1789-1874), Mostesquieu (1687-1755), Hippolyte Taine (1828-1893), Joseph von Hammer (1774-1856), Henry Thomas Buckle (1821-1862) ve Thomas Babington Macaulay (1800-1859) gibi Batılı târihçi ve düşünürlerden de yararlandığı belirtmiştir. Ancak Ümit Meriç bu iddiânın doğruluğunu kabûl etmezken Tanpınar ise sadece uzak da olsa Paşa’nın Vak’a-i Hayriye tasvirinde Michelet’in Fransız İhtilâli’nin betimlemesinin bir etkisi olabileceğini ve muhtemelen yabancı kaynaklar hususunda kendisine yardım eden Hoca Sahak gibi kişilerin Michelet’in eserini Paşa için kısmen tercüme etmiş olabileceklerini savunmuştur.
Gerçekten de bakıldığında Paşa’nın Batılı târihçilerden yararlanması dolaylı yoldan gerçekleşmiştir. Paşa’nın Encümen-i Dâniş’in hâricî üyesi Hammer’le ilişki hâlinde bulunması, Muallim Ali Şahbaz Efendi aracılığıyla Batı târihi ve hukukundan bilgiler edinmesi Mekâtib-i Umûmîye Nâzırı Kemâl Efendi’den Avrupa’da târih yazma usûlüne dâir bilgiler almaya çalışması ve Hoca Sahak’ın da Paşa için Batı dillerinde yazılmış bazı târihî kaynakları tercüme etmesi durumu gözler önüne sermektedir. Bunun yanında Encümen-i Dâniş’in de Batı kaynaklarından yaptırdığı çevirileri göz ardı etmemek gerekir. Tüm bu sebepler Paşa’nın Batı kaynaklarından haberdar olmasını sağlamıştır. Ancak tüm bunlara rağmen Paşa’nın târih görüşünde ve metodolojinde Batılı târihçilerin etkisinin görüldüğü söylenemez. Ümit Meriç’in de ifâde ettiği gibi Paşa’nın “Batı tarih sistemleriyle yakın bir münasebeti olduğu düşünülemez. Buna ihtiyacı da yoktur.” Cevdet Paşa’nın Avrupa’ya ilişkin bilgilerinin kaynakları dolaylı yoldan elde edilen eserlerle olmuştur. Cevdet Paşa’nın Batı kaynaklarını okuyacak kadar Fransızca bilip bilmediği ise şüphelidir. Muallim Cevdet, Paşa’nın Emin Efendi ismindeki bir şahıstan Fransızca öğrendiğini ve bu sayede birçok Avrupa târihini ve kanûnunu okuduğunu belirtmekte ise de böyle bir kişi tespit edilememiştir. Bunun yanında kızı Fatma Aliye Hanım da Paşa’nın Fransızca târih ve kanûn kitaplarını okuduğunu ve Fransızcayı anladığını; ancak konuşamadığını söylemektedir. Bedri Gencer, Cevdet Paşa gibi âlimlerin Batı dillerini bilmediklerinden Batı kültüründen yeterince faydalanamadıkları eleştirisini anakronik bulur. Zirâ, Doğu dillerine ve edebiyâtlarına hâkim biri için Batı dillerini öğrenmek hiç de zor olmayacaktır. Fakat Paşa, eğitimine devam ettiği dönemde medrese öğrencilerinin bir Batı dilini öğrenmesinin hoş karşılanmadığı sebebiyle Fransızcayı gizlice çalıştığını ve bu nedenden dolayı gerektiği gibi öğrenemediğini yazmıştır. Hilmi Ziya Ülken de Paşa’nın Batı dilini bilmediğini ve sebebini de onun medreseden yetişmiş olmasına bağlamıştır. Cevdet Paşa, Fransızcası yeterli olmadığı için de Târih-i Cevdet’i oluştururken yabancı kaynakların tercüme edilmesinde Hoca Sahak’tan faydalanmıştır.

Yararlanılan Kaynaklar :

Ahmed Cevdet, Tezâkir
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi
Ahmed Cevdet, Târih-i Cevdet
Ümid Meriç, Cevdet Paşa’nın Cemiyet ve Devlet Görüşü
Ekin Erdem, Cevdet Paşa’ya Göre Avrupa Tarihi
Mehmed Cemâleddin, Osmanlı Târih ve Müverrihleri (Âyine-i Zurefâ )
Ahmet Cihan, Ahmet Cevdet Paşa’nın Aile Mektupları
Meliha Yıldıran, Ahmet Cevdet Paşa: Hayatı, Eserleri ve Dîvânçe-i Cevdet
Ahmed Cevdet Paşa, Medhal-i Kavâ’id
Erol Güngör, İslâm’ın Bugünkü Meseleleri
Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri (XVIII ve XIX. Asırlarda)
M. Şakir Ülkütaşır, Cevdet Paşa Hayatı-Şahsiyeti-Eserleri (1822-1895)
Kemal Sözen, Ahmet Cevdet Paşa’nın Felsefi Düşüncesi
Mithat Cemal Kuntay, Namık Kemal Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında
Murat Yılmaz , Ahmet Cevdet Paşa’nın Eserlerinde Avrupa Ve Avrupa Tarihi Algısı

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...