Aslında ZİKRAVEH korkusundan saklanmaktaydı. Hatta yeraltında bir ini vardı. Tehlikeli günlerde o ine girerdi. Bu in, tıpkı bugünkü PKK'lı teröristlerin dağlık alanlarda yeraltında yaptıkları sığınaklar gibiydi. Dışardan hiç belli olmazdı. Çünkü üstünde demir bir kapak vardı. Kapak kapatıldıktan sonra üzeri toprakla, taşla örtülürdü. Sonra da o civardaki KARMATİ kadınlar gelir, orada hamur yuğurur, çamaşır yıkarlardı. DURİRYE denilen bu mevkide böyle bir inin olacağı kimsenin aklına bile gelmezdi.
ZİKRAVEH'in ortaya çıkmaya karar verdiği gün, bütün adamları toplandı. Bir kaç yakını toprağı araştırdılar, gizli yeri bulup kayaları taşları kaldırdılar. Demir kapak ta açılınca ZİKRAVEH belirdi!... Pek az kişi hariç, bütün orada bulunanlar için ZİKRAVEH yıllarca önce ölmüş te, şimdi dirilmiş gibi ortaya çıktı!.. Eh, böyle birisi de ancak MEHDİ(!) olabilirdi!...
ZİKRAVEH bembeyaz elbiseler ile görününce heyecan son haddine ulaştı. Herkes onun uğruna can vermeye and içti. Onun efsanevi(!) geri dönüşü KARMATİLER için büyük bir kazanç oldu. Hepsi onun bayrağı altında toplandı. ZİKRAVEH te o günden sonra beyaz elbiselerle ve yüzü peçeli olarak dolaşmaya başladı.
Bununla, sözde TANRI'NIN NURU, CEMAL'i onda tecelli etmiş de, bakanların gözü kör olurmuş gibi bir hava yaratıyor ve peçe ile sözüm ona müritlerini yanmaktan koruyordu!
Şurası unutulmamalıdır ki, MEYMUNOĞLU ABDULLAH'ın temelini attığı İSMAİLİYE MEZHEBİ, ve ondan sonra ortaya çıkan KARMATİLİK, Şİİ kisvesi altında ve sözde ALİ YANLISI olarak faaliyet gösteriyordu. Bu yüzden BAĞDAT'taki HALİFE onlar için hasım durumunda idi...Halkın o dönemde huzur ve refah içinde olmayışı, Şİİ eğilimli olanların KARMATİLER'e sempati duymasını kolaylaştırıyordu.
BAĞDAT ise KARMATİLER'e karşı yavaş davranıyor, gelişmeleri arkadan takip ediyor, ve işi ciddiye almıyordu...Bu yüzden geç kalındı. Nihayet KARMATİLER'le uğraşmak görevi bir TÜRK'e, SORTEKİN OĞLU VASIF'a verildi.
VASIF, KARMATİLER'i takip etmiş, ama amaçlarının ZİKRAVEH OĞLU HÜSEYİN'in intikamını almak, ve HALİFE'yi devirmek olduğunu anlıyamamıştı. Ancak onların saldırıya geçeceklerini haber alınca, SUVAN denen yerde önlerini kesti. İki ordu karşılaştı. KARMATİLER, "Ya HÜSEYİN!..Ya HÜSEYİN!.." diye bağırarak kendilerinden geçmişcesine hücuma kalktılar.
TARİH yine tekerrür ediyordu!.. Yıllar önce MUAVİYE'nin adamları Hz. ALİ'nin askerlerinin önüne KUR'AN sayfaları ile çıkmış ve tereddüt yaratmışlardı... Şimdi de ZİKRAVEH, HALİFE EL MUTAZAT'ın askerlerinin önüne "Ya HÜSEYİN!" diye çıkıyordu...Ama bu HÜSEYİN, Hz. ALİ'nin mubarek oğlu KERBELÂ ŞEHİDİ HÜSEYİN DEĞİL; kendi oğlu MEL'UN HÜSEYİN İDİ!...
Ne var ki, VASIF'ın askerleri bundan habersizdi. VASIF istihbarat konusunda yetersiz kalmıştı... Askerleri düşmana kılıç kaldırmakta tereddüt ettilerse de, onlar saldırınca kendilerini savundular, öyle kolay bozulmadılar. Hatta bir ara üstünlük sağlar gibi oldular. Ancak ZİKRAVEH yedeklerini devreye soktu ve savaşı kazandı. VASIF zor kurtuldu. Askerlerinin çoğu hayatını kaybetti, ŞEHİT oldu.
Bu zafer KARMATİLER'i hem güçlendirdi, hem de çok şımarttı. Artık HAC yolunu bile kesiyor, erkekleri öldürüyor, kadınları köle olarak kendi bölgelerine gönderiyorlardı. BAĞDAT hükümeti zor durumdaydı. KARMATİLER'in üstüne gönderdiği 20.000 kişilik bir başka ordu da tedbirsizlikten susuz kalmış ve kırılmıştı.
Ancak KARMATİLER emellerine ulaşamadılar. KUFE'yi bütün gayretlerine rağmen zaptedemediler. Öte yandan VASIF ta boş durmamış, iyice hazırlandıktan sonra 906 yılında tekrar KARMATİLER'in üzerine yürümüştü.
ZİKRAVEH aynı oyunu bir kere daha tekrarlamak istediyse de, başarılı olamadı. Bu sefer VASIF işi sıkı tutmuştu. KARMATİLER'i darmadağın etti, pek çoğu öldürüldü. ZİKRAVEH yaralandı. Bütün ailesi, akrabaları ve dailerin çoğu ile birlikte yakalandı. BAĞDAT'a götürülürken yolda kan kaybından öldü. Adamları da idam edildi.
ZİKRAVEH ortalığa öyle bir korku salmıştı ki, halk öldüğüne ancak kesik başı günlerce sokaklarda teşhir edildikten sonra inanabildi... Ancak ondan sonra gerçekten sevinebildi!
Ne var ki, mesele burada kapanmadı... MEYMUN'un torunu HÜSEYİN, MEHMET'ten sonra başa geçince, AFRİKA'yı elde etmeyi tasarlamış, bu amaçla oraya DAİLER gönedirilmesini emretmişti. Bu görevi daha önce zaptedilmiş ve İSMAİLİLER'in kontrolüne girmiş olan YEMEN'deki grup üstlenmişti.
AFRİKA'ya gönderilenler arasında EBU ABDULLAH Şİİ de vardı. Bu kişi önce MEKKE'ye, oradan AFRİKA'ya ve MAĞRİB'e gitmiş, yolda hacılarla karşılaşmış ve onları zühdü, takvası(!) ile etkilemişti. Yolun zahmetlerine rağmen oruç tutuyor, devamlı ibadet ediyordu. Dindar görünmek bütün İSMAİLİ DAİLER'in aldatma metodu idi.
Böylece iyi bir nam kazanarak MAĞRİP'teki kabileler arasında tanınmış, nüfuz sahibi olmuş, sonra da yakında zuhur edecek olan MEHDİ'den söz etmeye başlamıştı. İkna kabiliyeti yüksek olan EBU ABDULLAH Şİİ, MEHDİ(!) adına malların beşte birinin toplanması gerektiğini söylediğinde bile karşı çıkan olmamıştı.
EBU ABDULLAH Şİİ, etrafına toplanan kabilelerin sayısı artınca MAĞRİP EMİRİ AĞLUB'a karşı ayaklandı. Bir kaç şehir zaptedip, çevreyi kasıp kavurmaya başladı. AFRİKA'nın kuzeyinin tek hakimi durumundaki ZİYADETULLAH ise zevk ve sefaya dalmış bir kişi olduğu için, olaydan çok geç haberdar oldu. Şİİ kısa zamanda karşısında durulamıyacak kadar güçlendi, 40.000 asker topladı!
Öte yandan İSMAİLİYE MEZHEBİ'nin lideri MEYMUN'un torunu HÜSEYİN, Şİİ'nin AFRİKA'da güçlendiği sıralarda bir seyyah kılığına girmiş, dolaşıp adamlarının ne yaptığını teftiş ediyordu. Önce GÜNEY İRAN'dan ŞAM'a, oradan da HUMUS'a gelmişti. Bu arada ABBASİLER'in belli başlı şehirlerini de görmüş, adamlarına talimat vermiş, BAĞDAT'taki HALİFE'nin bu faaliyetten haberi bile olmamıştı.
HÜSEYİN, SELEMYE'ye gelince, YAHUDİ bir demircinin güzelliği dillere destan dul karısını görmüş, ona gönül vermişti. Kadın yeni ölmüş kocasının yasını tutuyordu. Fakat o kadar güzeldi ki, HÜSEYİN her şeyi unuttu, kadınla evlenmeye karar verdi. Adamları kadının ayaklarına müccevherler altınlar dokünce, kadın da yası unuttu, HÜSEYİN'le evlenmeyi kabul etti.
Kadının ilk kocasından kendisi gibi güzel bir oğlu vardı. HÜSEYİN bu çocuğun eğitimiyle bizzat meşgul oldu. Ona kendi inançlarını aşıladı. Çocuğu olmayınca da onu yerine geçirmeye karar verdi. ÜBEYDULLAH adını verdiği bu çocuğu, yerine halef tayin etti. Ona mezhep teşkilatının nasıl işlediğini, rumuz ve işaretlerini birbir öğretti. (Bakınız: NOTLAR - 3, 30)
HÜSEYİN ölünce ÜBEYDULLAH teşkilatın başı oldu. BAĞDAT onları sıkıştırmaya başlayınca da iyice güçlendikleri AFRİKA'ya gittiler.
Bir seferinde MISIR valisi onları yakalayıp BAĞDAT'a göndermek üzereydi ki, ÜBEYDULLAH mücevherlerle valiyi caydırdı ve kellesini kurtardı. KİRAVAN'a giderken bir kere daha yakalandı, hapse atıldı.
İşte bu sırada EBU ABDULLAH Şİİ 40.000 kişilik bir orduya sahip hale gemişti. ÜBEYDULLAH'a merak etmemesi haberini gönderdi. Sonra adamlarına nicedir bekledikleri MEHDİ'nin hapiste olduğunu, kurtarılması gerektiğini söyledi. MAĞRİPLİ taraftarlar da ayaklandılar. ÜBEYDULLAH'ı kurtardılar.
O kadarla da kalmadılar. AFRİKA hâkimi ZİYADETULLAH'ı devirip ÜBEYDULLAH'ın mehdiliğini ilan ettiler! (913)
Bu olay İSMAİLİLER için büyük bir başarı idi... ÜBEYDULLAH adına MAĞRİB'in, yani şimdiki FAS'ın her yanında hutbeler okundu. ÜBEYDULLAH her tarafa valiler, hakimler tayin etti. Halkı kendi mezhebine çağırıyor, kabul edenleri ödüllendiriyor, etmiyenleri de hapsediyordu. Kısa zamanda LİBYA'dan FAS'a kadar her tarafta hükmü geçtiği gibi, SİCİLYA'da bile valisi vardı!
ÜBEYDULLAH, ki genelde MEHDİ diye anılır, bundan sonra MISIR'ı fethetmeye çalıştı. Başaramayınca KARMATİLER'i ABBASİ HALİFELER aleyhine kışkırttı. Sonra TUNUS'u, KARTACANA'yı dolaşıp kendine uygun bir yere aradı. Nihayet deniz kıyısında, şimdi MEHDİYE diye anılan bir yer buldu. Çok müstahkem bir mevki olan bu yarımadada surlar, mahzenler, alt geçitler, köşkler inşa ettirdi. Burayı şehir haline getirdi. 947'de öldüğünde oğlu KAİM'e artık kolay yıkılmayacak bir DEVLET bırakmıştı.
KAİM devletin sınırlarını daha da genişletti. Kurduğu donanma ile ROMA'ya kafa tuttu. CENOVA'ya girdi. Bir ara saldırıya uğradıysa da, tehlikeyi atlattı.
KAİM'den sonra MANSUR ve MUİZ zamanında devlet en geniş halini aldı. MUİZ 950'de MISIR'ı zaptetti. SURİYE'ye girdi. Böylece yıllar önce MEYMUN'un hayal ettiği imparatorluk kurulmuş oldu.
Bu devlet FATIMİ DEVLETİ diye bilinir... Adını, hiç alâkası olmamasına rağmen, PEYGAMBERİMİZ'in muhterem kızı, Hz. ALİ'nin eşi FATMA'dan almıştır... FATIMİ hükümdarları kendilerini Hz. FATMA'nın, dolayısiyle Hz. ALİ'nin TORUNLARI sayarlardı. İMAM olması gerekirken hakkı yenmiş CAFER-ÜS SADIK'ın oğlu İSMAİL'in soyundan geldiklerini iddia ederlerdi.
Ama görüldüğü gibi, İSMAİL'le bir kanbağları olmadığı gibi, bunu iddia eden MEYMUN OĞLU ABDULLAH'ın bile gerçek torunları değillerdi!.. FATIMILER Şİİ idiler... Hele ŞİA, asla DEĞİLDİLER!(Bakınız: NOTLAR - 3, 31)
Yüzü peçeli ZİKRAVEH'in kellesi sokaklarda dolaştırılmış, halk KARMATİLER'den kurtulduğuna sevinmişti. (Bakınız: NOTLAR - 3, 32)
Ama bu sevinç biraz erken, biraz yersiz olmuştu. ZİKRAVEH'in oğlu YAHYA'nın müritlerinden CENNABİ adındaki kişi, BAHREYN taraflarında faaliyet göstermeye devam ediyordu. Birkaç sene içinde dağımış olan KARMATİLER'i etrafına topladı, iyice güçlendi. Ancak CENNABİ birgün hamamda iken öldürüldü. Yerine oğlu EBU TAHİR geçti.(914)
KARMATİLER bir süredir BASRA civarına akınlar yapıyorlardı ama, EBU TAHİR'in gözü BAĞDAT'a saldıracak kadar kara idi. Saldırdı da... HALİFE MUKTEDİR'i mağlup etti. Ortalığı soydu, soğana çevirdi.
EBU TAHİR daha sonra MEKKE'ye saldırdı. (926) Hacıları kılıçtan geçirdi. KUFE'yi zaptedip 6 gün yağma etti. Şehir onun zulmünden boşaldı. Soygunlardan, aldığı haraçlardan serveti gün geçtikçe büyüdü.
930 yılında, hacılar ARAFAT'ta iken EBU TALİP yine saldırdı. Yine hepsini kılıçtan geçirdi. Hatta KÂBE'nin içine girmeye muvaffak olan bir kaç hacı da bu mubarek yerde ŞEHİT edildi!
EBU TAHİR hacıların cesetlerini ZEMZEM kuyusuna attırdı!.. HACER-İ ESVED'i ve KÂBE kapısını söktü götürdü!... Arkasında yağma ve talandan harap olmuş bir HİCAZ bıraktı!.. Kısacası, BE TAHİR'de İMAN ve İNSAF'tan eser yoktu!
EBU TAHİR'in esas amacı, HASA denilen yerde kendi "kâbe"sini kurmaktı!... Herkes bu yöne dönecek, bu yere gelecek ve EBU TAHİR de onlardan elde edeceği altınlarla daha zengin olacaktı!..Zamanın BAĞDAT HALİFESİ EL MUKTEDİR, HACER-İ ESVED'i geri almak için EBU TAHİR'e 50.000 altın teklif etti, kabul edilmedi. Ancak ortalığın iyice karışacağını sezen FATIMİLER, işe müdahale ettiler. FATIMİ HALİFESİ MEKKE eşyasının iadesini emredince, KARMATİLER uymak zorunda kaldılar! (Bakınız: NOTLAR - 3, 33)
Aslında FATİMİLER'İN HALİFESİ, MEYMUN'un tek varisi idi. İSMAİLİLER'İN MEHDİSİ sayılıyordu. Bütün teşkilat ve genel olarak ŞİİLİK onun kontrolünde idi. EBU TAHİR verilen emre uymaktan başka bir şey yapamazdı.
Böylece bütün MÜSLÜMANLAR'ca kutsal bilinen HACER-İ ESVED, KÂBE'ye geri götürüldü, yerine kondu. (952) KARMATİLER bu işi istemeden yaptıkları için, HACER-İ ESVED'i önce KUFE sokaklarında dolaştırarak herkese göstermişler, sonra iade etmişlerdi.
FATIMİLER ile KARMATİLER arasındaki sürtüşme bu olayla hallolmadı!... FATIMİLER SURİYE'yi fethedip ŞAM'a girdiklerinde, 30 yıl etrafa kan kusturmuş olan EBU TAHİR ölmüştü. Oğulları arasında liderlik mücadelesi vardı. Nihayet bunlardan HASAN üstün geldi.
FATIMİLER'in ŞAM'a girmesinden sonra HASAN, FATİMİ vali İBNİ FELAH'tan o seneye kadar sürekli aldıkları 300.000 altın haracı istedi. Aslında inanç bakımından aralarında bir fark yoktu ama, iş altına gelince, rekabet arttı. Haracı alamıyan KARMATİLER baş kaldırdılar! FATIMİLER'e harb ilan ettiler.
KARMATİLER'in lideri HASAN sür'atle hareket ederek ŞAM'ı zaptetti. MISIR üzerine yürüdü. FATİMİLER'in kudretli komutanı CEVHER bile onlarla başa çıkamadı. BAĞDAT'taki ABBASİ HALİFE de bu gelişmelerden yararlanıp, KARMATİLER'i daha çok çekindiği FATIMİLER'e karşı kullanmaya çalıştı.
Ancak FATIMİLER artık koca bir imparatorluğa sahip idiler. Sonunda HASAN ve kardeşlerinin hakkından gelerek KARMATİLER'in başına kendi adamlarını geçirdiler.
KARMATİLER ikinci darbeyi merkezleri olan HASA'da bir ağadan yediler. Bu ağa oradaki KARMATİLER'i yeryüzünden sildi, HASA'yı da ABBASİ HALİFESİ'ne devretti. Böylece KARMATİLİK içerden FATIMİLER, dışardan ABBASİLER tarafından bir daha toparlanamıyacak şekilde yıkılmış oldu.
Tabii benzeri teşkilat ve tarikatler kurulmaya devam etti... Ama KARMATİLER'in de, FATIMILER'in de, İSMAİLİLER'in de, sonradan kurulan pek çok benzer tarikatin de bizdeki 12 İMAMLI ALEVİLİK ile yakından uzaktan hiç bir ilişkisi yoktu. ALEVİLİK, adına uygun olarak ALİ'nin, MUHAMMED'in yolunda iken; diğerleri kendilerine başka rehberler, başka mürşitler bulmuşlar; ancak bu hususu gizli tutarak halka ALİ YANLISI görünmüşlerdir!
KARMATİLER'in ve FATIMİLER'in bizim bildiğimiz 12 İMAMLI ALEVİLİK'ten çok farklı olduğunu vurgulamak için, bir kaç hususu daha belirtmek istiyoruz.
MEYMUN'un oğlu ABDULLAH'ın koyduğu prensiplere göre İSMAİLİYE İMAMI (haşa!) ULUHİYYET mertebesinde idi. Yani ALLAH katında idi. Bir şair MUİZ için şöyle demişti:
- "MUKADDERAT'ın iradesi senin iraden yanında hiçtir! O'nun istediği değil; senin istediğin olur! KAHHAR sensin!"
Yine bir başka şair RUKADE şehrine girdiği zaman MUİZ için şu mısraları yazmıştı:
- "Bugün bu şehre gelen, ne MESİH'tir, ne ADEM'dir, ne NUH'tur!...Bugün gelen bizzat ALLAH'tır (haşa)! ve ondan gayrısı hiçtir!"
CANLAR!.. Bilindiği gibi, TASAVVUF'ta her şey ALLAH'tandır, her şey ALLAH'a döner. Hatta MÜKEVVENAT'ta O'ndan gayrı bir şey yoktur!.. Bu gerçeği idrak eden kişi de VELİ'dir...
Amma, yaradılmışlardan sadece bir kişiye ULUHİYYET isnat etmek, hele ki bunun babadan oğula geçtiğini düşünmek, bizce hatalıdır!.. Şİİ FATIMİLER ile 12 İMAM'ın işte bu yüzden yakından uzaktan alakası yoktur. Unutmıyalım ki, Hz. ALİ, kendisine "Sen ALLAH'sın!" diyerek sırnaşmak isteyen İBNİ SEBE'yi MEDAİN'e sürmüştü!...
MEYMUN'un gizli teşkilatı MUİZ'in torunu HAKİM zamanında iyice güçlendi, yeniden organize edildi. HAKİM kendisine vehmettiği ULUHİYYET ile teşkilatı düzene koyarken, halkı da iyice ezmekten kaçınmadı.
Mesela herkes gündüz çalışır gece uyurken, HAKİM gece çalışıp gündüz uyumalarını emretmişti!.. Bir başka deliliği de Hz. MUHAMMED'in ASHAB'ına söğdürmesidir... Bu küfürleri yazdırıp cami duvarlarına astırmıştı.
Bir süre sonra bundan vazgeçti. Bu sefer ASHAB'a küfredenleri cezalandırmaya başladı!.. Bir ara TERAVİH namazını yasakladı. Sonra bu yasağı kaldırdı... Bir gün bütün HIRİSTİYANLAR'a MÜSLÜMAN olmalarını emretti... Sonra izin alanların eski dinine dönebileceğini açıkladı... Kadınların sokağa çıkmasını yasakladı. Çıkanlar idam ediliyordu. Velhasılı, herif zırdelinin teki idi!
Ama bütün bunlara rağmen, teşkilat gittikçe güçleniyordu. Bunun için bir medrese kurulmuştu. DAR-ÜL HİKME, yani BİLGİ KAPISI adlı bu medrese iki kısımdan oluşuyordu. Birincisi alimler içindi. DAİLER buraya devam eder, burada yetiştirilirdi. İkinci kısım 9 derece idi. Cahiller önce burada din kitaplarını ve tefsirleri münakaşa ederlerdi. Onlara ilk başta dini meselelerin anlaşılması zor konular olduğu, basit zekalı insanların anlıyamıyacağı telkin olunurdu. Sonra aklı karışan müritlere dini hakikatlerin öğretileceği, ama bunları kimseye ifşa etmemeleri söylenirdi. İlk derece müridin her türlü inancı sarsılırdı. Yine de devam etmek isteyen, ikinci dereceye geçerdi.
İkinci derecede daha önceki alimlerin, müfessirlerin yazdıklarının yanlış olduğu söylenirdi. Gerçek tefsirin ALLAH tarafından yalnız İMAM'a bildirildiği telkin edilirdi. Merakı artan müridlerden yine ifşa etmiyeceğine dair yemin alınır ve üçüncü dereceye geçirilirlerdi.
Üçüncü derecede 7 İMAM'ın ALİ, HASAN, HÜSEYİN, ZEYNEL ABİDİN, MUHAMMED BAKIR, CAFER-ÜS SADIK ve İSMAİL olduğu öğretilirdi.
Dördüncü derecede PEYGAMBERLER'i öğrenirlerdi. Onlara göre asıl PEYGAMBERLER 7 tane idi: ADEM, NUH, İBRAHİM, MUSA, İSA, MUHAMMED ve İSMAİL... KURBAN olmaya razı olan HZ. İSMAİL değil; İMAM CAFER'in oğlu İSMAİL!.. O zatın da mutlaka kemikleri sızlıyordu...
Ayrıca SÜNNET'in gereksiz bilgi olduğu vurgulanırdı. Sonra beşince derecede peygamberliğin hiç bir kudsi yanı olmadığı belirtilirdi. Altıncı derecede ibadetlerin kitlelerin idaresi için uydurulduğu söylenirdi.
Yedinci derecede TEVHİD-İ BARİ, yani her şeyi yerinde, olması gerektiği gibi ve görevine en uygun yaratan ALLAH'ın TEK'liği inancı yıkılırdı! Onun yerine kainatta TEKLİK değil, İKİLİK olduğu vurgulanırdı. HAYIR'la birlikte ŞERR'in IŞIK'la birlikte KARANLIK ortamın varlığı buna delil gösterilirdi.
Sekizinci derecede ALLAH'ın SIFATLAR'ı nakledilir, bu tür inancın tutarsızlığı anlatılırdı. Nihayet dokuzuncu ve son derecede bütün dini kuralların birer vehim olduğu, PEYGAMBERLER'in birer feylezoftan başka şey olmadığı, hakikatin kendilerine anlatılan bu şeylerden ibaret olduğu söylenir ve inkar pekiştirilirdi. Ve böylece mürit alimler katına yükselmiş olurdu.
Tarihçi HAMMER'e göre İSMAİLİYE MEZHEBİ'nin özü "hiç bir şeye inanmamak, ve her şeye cüret etmek"tir. Onlara göre her şey aslında yalandı, onun için de her şey mubahtı!
DAR-ÜL HİKME, halen de varlığını sürdüren DÜRZİ MEZHEBİ'nin menşei olmuştur. MEZHEB'in kurucusu İSMAİL adında biridir. KAHİRE camilerinde ÜBEYDULLAH'tan sonra gelen KAİM'i İLAH ilan etmiş, herkesi ona tapmaya çağırmıştı!... Bu konuya ilerde gene değineceğiz.
Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir ki, DAR-ÜL HİKME'de yetişen DAİLER MISIR'ın her tarafına yayıldıkları gibi, SURİYE'ye, hatta MÜSLÜMANLAR'ın yaşadığı her yere ulaşmışlar, İSLAM'a fesat katmışlardır!
ALLAH olduğunu iddia eden HAKİM, esrarengiz bir şekilde, kızkardeşinin tertip etmiş olması muhtemel bir suikast sonucu öldü. Yerine ZAHİR geçti. Onun yerine de oğlu MUNTASIR geldi. MUNTASIR zamanında MAVERA-ÜN NEHİR'deki halk, yani ORTA ASYA'daki CEYHUN ve SEYHUN nehirleri arasında yaşıyanlar propogandalar sonucu İSMAİLİLER lehine halifeye karşı ayaklanmış, herkes bu İMAM'a uymaya çağrılmıştı. İRAN'daki İSMAİLİLER başarıya bile ulaştılar. Hatta bir ara BAĞDAT'ta hutbeler MUNTASIR adına OKUNDU!.. Yani İSMAİLİLER AFRİKA'da, MISIR'da, SURİYE'nin özellikle ŞAM bölgesinde güçlü idiler ve nüfuzları IRAK'a yayılıyordu. (Bakınız: NOTLAR - 3, 34)
Eğer İRAN ve TURAN, yani TÜRK DİYARI da onların eline geçerse, ABBASI DEVLETİ yıkılacak, bütün İSLAM DÜNYASI'na MEYMUN'un fikirleri hakim olacaktı!
ORTA ASYA'daki İSMAİLİLER mezheplerini halka cazip göstermek için kadınları umumileştirmişler, malları ortak etmek için de yağmaya başlamışlardı. Ancak halk bundan hoşlanmadı. Bu sırada BUĞRA HAN olaya el koydu!
MAVERA-ÜN NEHİR hükümdarı olan BUĞRA HAN, İSMAİLİLER'in yarattığı tehlikeyi sezdiği için, önce aralarına karışarak zayıf noktalarını öğrenmek istedi. Mezhebe girmek arzusunda olduğunu duyurdu. Etrafına pek çok dai toplandı. Biri süre sonra BUĞRA HAN onların içyüzlerini öğrendi ve onlarla mücadeleye başladı. BUĞRA HAN ordusu ile İSMAİLİLER 1040 yılında savaştılar. BUĞRA HAN kazandı ve ORTA ASYA'daki İSMAİLİLER'in çoğunu kırdı, yok etti. Ertesi yıl da SELÇUKLU SULTANI TUĞRUL BEY İSMAİLİ mezhebini yoketmek için harekete geçtiyse de, BAĞDAT HALİFESİ'ne söz dinletemedi. Onun için MUSUL'u temizleyip geri döndü. Fakat kısa bir süre sonra BÜVEYHİLER'in baskısına maruz kalan HALİFE, kendisini çağırmak zorunda kaldı.
945 yılında hem ABBASİ DEVLETİ'nin, hem de bütün İSLAM DÜNYASI'nın kaderini etkiliyen bir olay oldu. İSMAİLÎ mezhebine mensup BÜVEYHİLER İRAN taraflarından gelip BAĞDAT'ı ele geçirdiler!.. İRAN'ın orta ve güneyini, IRAK ve UMMAN'ı içine alan bir devlet kurdular. Ancak ayakta kalabilmek için HALİFE'ye dokunmadılar.
BÜVEYHİLER'in ilk reisi EBU SUCA idi. ALİ, HASAN ve AHMED adındaki oğulları MERAVİC'in emrinde idiler. ALİ, ABBASİ HALİFESİ KAHİR BİLLAH'ı yenerek ISFAHAN'ı ele geçirmiş, ancak MERAVİC onlardan çekinerek geri vermişti. Bunun üzerine üç kardeş MERAVİC'i öldürdüler. Ordusunu da bozguna uğrattılar. ALİ HİCAZ'a hakim oldu. HASAN REY şehrini zaptetti. AHMED ise IRAK' aldı, HALİFE'yi yendi ve BAĞDAT'a girdi.
BÜVEYHİLER olayı 932'de başlamış, İMAM MEHDİ'nin son sefiri ABUL HASAN ALİ'nin vefatından 4 yıl sonra BAĞDAT'ı almaları ile zirveye ulaşmıştı. Hakimiyetlerini ta 1055 yılına kadar sürdürecekler, bu süre içinde HALİFELER'i birer kukla gibi kenarda tutacak, kendileri saltanat süreceklerdir.
ŞİİLER nihayet başa geçmiştir, ama BAĞDAT'taki özellikle SAMARRA'daki ALİ OĞULLARI'nın onlara katılmaya, onları desteklemeye hiç niyetleri yoktur. Tam tersine, durumdan son derece rahatsızdırlar. Şİİ BÜVEYHİLER, İRAN, IRAK ve HİCAZ'ı; Şİİ FATİMİLER MISIR, FAS, TUNUS, LİBYA ve SURİYE'yi; Şİİ KARMATİLER ise YEMEN'i kontrolleri altında tutmaktadırlar. Şİİ olmayan iki İSLAM bölgesi kalmıştır: ENDÜLÜS ve HORASAN!.. ALİ OĞULLARI'nın büyük bir kısmı HORASAN'a, TÜRK DİYARI'na göç ederler!...
Bu göçün önemine ilerde işaret edeceğiz.
BÜVEYHİLER'in BAĞDAT'a girişinden 110 yıl sonraki HALİFE, baskılara dayanamamış, kaçmak zorunda kalmıştı. 1055 yılında SELÇUKLU SULTANI TUĞRUL BEY'e bir çağrıda bulundu. Bir süre sonra TUĞRUL BEY ordusuyla gelip BÜVEYHİ DEVLETİ'ni yıktı, HALİFE'yi BAĞDAT'a getirip kendi eliyle tahta oturttu. Sonra geri döndü. Bu arada kumandanı GÜMÜŞTEKİN, HALİFE'nin ordusu ile birlikte hareket ederek İSMAİLÎ ordularını HALEP'ten, KUDÜS'ten attı. Böylece FATİMÎ hükümdarı MUNTASIR'ın "bütün İSLAM ÂLEMİ'ne HALİFE olma" hayali gerçekleşemedi.
1068'de SULTAN ALPARSLAN, HALEP'i zaptederek oradaki İSMAİLİLER'i mahvetti. Daha sonraki SELÇUKLU SULTANI MELİKŞAH'ın kumandanı ETSİZ de KUDÜS'ü, ŞAM'ı aldı ve SURİYE'yi İSMALİLER'den büyük ölçüde temizledi.
ETSİZ daha sonra KAHİRE'yi kuşattı. Ancak İSMALİLİLER'e olan kini yüzünden halka çok eziyet ediyordu. Bu sebepten halk FATIMİ HALİFESİ MUNTASIR'ın etrafında toplandı ve belki de istemiyerek ETSİZ'in mağlup olmasına yol açtı.
Bu olay göstermektedir ki, haksızlığı ortadan kaldırmak, zulme son vermek elbette ki DEVLET yetkililerinin görevidir. Ancak bunu yaparken aşırıya gitmek, zulme zulümle karşılık vermek geri teper. Böyle bir davranış nasıl EBA MÜSLİM'in başını yediyse, ETSİZ'in de mağlubiyetine sebep olmuştur.
ETSİZ'in başarısız MISIR seferinden bir kaç yıl sonra çok meşhur biri KAHİRE'ye geldi. Bu kişi HASAN SABBAH'tı.
HASAN SABBAH'ın BATILILAR'ı bile etkileyen hayatına geçmeden önce bir hakikati belirtelim:
Görüldüğü gibi, TÜRKLER sadece HAÇLILAR'a karşı değil; FİTNE ÇIKARANLAR'a karşı da İSLAM'ı koromuşlardır... "YERİNİZE BAŞKASINI GETİRİRİZ" ÂYET'inin ve pek çok HADİS'in işaret ettiği gerçek ortaya çıkmış, TÜRKLER'in dönemi başlamıştır!..
HASAN SABBAH, meşhur HORASAN'lı şair ÖMER HAYYAM'ın yaşıtı ve okul arkadaşıdır. Hatta SELÇUKLU SULTANI ALPARSLAN'la MELİKŞAH'ın değerli veziri NİZAM-ÜL MÜLK'ün de dostu olduğu, o yüzden sarayda görev aldığı söylenir. Aynı dönemde yaşamış bir başka önemli zat ta şair NİZAMİ'dir.
HASAN SABBAH tıpkı arkadaşı ÖMER HAYYAM gibi FİZİK, KİMYA, ASTRONOMİ ve daha pek çok sahada bilgi sahibi, ancak artniyetli biri idi. BÜYÜ, SİHİR, GİZLİ İLİMLER konusunda da boş değildi. KAHİRE'ye gelince İRANLI İSMAİLİLER'in önde gelen kişilerinden biri olarak bizzat HALİFE MUNTASIR tarafından karşılandı. Anlaşıldığına göre, HASAN SABBAH'ın yolu hem DEVLET ADAMI NİZAM-ÜL'ten, hem de ALEVİ ŞAİR ÖMER HAYYAM'dan çoktan ayrılmıştı.
HASAN SABBAH, DAR-ÜL HİKME'de eğitim gördü. İSMAİLİYE gizli teşkilatını yakından inceleme ve planlar yapma imkânı buldu. Kendisi KAHİRE'de iken İRANLI İSMAİLİLER ezici darbeler yemiş, MUNTASIR da devamlı gerilemek durmunda kalmıştı. Muhtemeldir ki, bu seyyahatinin amacı ortak yeni stratejiler tesbit etmekti. Çünkü bir süre sonra MUNTASIR'dan büyük yetkiler almış olarak geri dönmüş; dönerken de ŞAM'a, CEZİRE'ye, DİYARBAKIR'a ve HORASAN'a uğramıştı. Her gittiği yerde, mezhepdaşları ile görüşmeler yapıyordu. Yine bu dönüş yolculuğu sırasında ALAMUT KALESİ'ni görmüş mıntıkanın stratejik önemini hemen sezmişti. ALAMUT aslında KARTAL YUVASI demektir.
HASAN SABBAH bir süre sonra ALAMUT'u tamamen ele geçirdi... Bu ele gçirmeyi biz, 1980 öncesi terörist örgütlerin DERNEK ve BİRLİKLER'i ele geçirmelerine benzetiyoruz... Önce dernek bünyesine bir kaç sempatizan sokulur, sonra bunların tehditle, zorbalıkla başa geçmesi sağlanır, sonra tüm dernek kontrole alınırdı. Çoğunluk ne kadar iyiniyetli olsa da genelde pısırık ve bireysel davranmakta; böylece bir kaç gözü kara militan SENDİKALAR, VAKIFLAR, MAHALLELER, hatta en umulmadık yerlere hâkim olabilmektedir.
İşte HASAN SABBAH ALAMUT'u benzer şekilde ele geçirdikten sonra, tıpkı ÜBEYDULLAH'ın MEHDİYE'ye yaptığı gibi burasını son derece müstahkem bir mevki haline getirdi. Nereden para bulduğunu sormaya lüzum yok. İSMAİLİLER'in MEHDİ adına halktan zorla HAMSE topladığını, bu beşte bir uygulamasının zamanımıza kadar sürdüğünü biliyoruz.
Değerli SELÇUKLU VEZİRİ NİZAM-ÜL MÜLK, yakından tanıdığı HASAN SABBAH'ın ALAMUT KALESİ'ni tahkim edişinden niyetlendiği melaneti sezmiş, ve derhal üzerine asker göndermişti. HASAN SABBAH bu askerlerin muhasarasından FEDAİLER yollayıp NİZAM-ÜL MÜLK'ü ŞEHİT ettirerek kurtuldu.
Ama henüz şöhretinin zirvesine çıkmamıştı. O yöre İSMAİLİLER'inin lideri ISFAHAN yakınlarındaki ŞAHDUR kalesinde bulunan İBNİ ATTAŞ idi. Aslında HASAN ona tabi idi. İBNİ ATTAŞ, SULTAN MELİKŞAH'ın vefat etmesinden ve oğullarının taht kavgasına düşmesinden yararlanarak etrafı yağmaya başladı. HASAN SABBAH ta ondan geri kalmadı. Her ikisi de müstahkem kalelerinde müritlerinin getirdiği ganimetlere güçlenmeye başladılar.
MELİKŞAH'ın iki oğlu TÜRKYARUK ile MUHAMMED birbirleriyle mücadele ederken bir de İSMAİLİLER'le uğraşmak durumunda kalmışlardı. SULTAN MUHAMMED kendisine yakın olan ŞAHDUR kalesinden işe başladı. Uzun mücadelelerden sonra kale ele geçirildi. İSMAİLİLER imha edildi. İBNİ ATTAŞ'ın derisi yüzüldü... Meydan HASAN SABBAH'a kalmıştı.
HASAN SABBAH gelmiş geçmiş İSMAİLİLER'in en belâlısı idi. Korkunç zekâsıyla istediği hakimiyeti kurabilmek için insana ihtiyacı olduğunu farketmiş ve insanları dahiyane buluşlarla kendisine bağlamıştı. Onun adamları, şeyhleri için her türlü işkenceye katlanır, ellerinde ne varsa verir ve emirlerine körükörüne itaat ederlerdi. Kelimenin tam anlamıyla "öl!" dese, ölürlerdi! Bu kişiler afyon ile uyuşturuldukları için sonradan HAŞHAŞÎLER olarak anılmışlardır.
HASAN SABBAH'ın bu bağlılığı nasıl sağladığını bir süre sonra yöreden geçen seyyah MARCO POLO'dan dinliyelim:
"CEBEL ŞEYHİ iki dağ arasındaki vadiyi kapatarak bir bahçe meydana getirmişti. Burada meyvaların en güzeli, çiçeklerin en göz alıcı yetiştiriliyordu. Şarap ve bal akan ırmaklar vardı. Çok güzel kızlar türlü türlü musiki âletleri çalar, şarkılar söyler, raksederlerdi. Burası gerçek bir DÜNYA CENNETİ idi."
"Civardan toplanan 20 yaşına girmiş gençler buraya getirilir, afyonla uyuşturulduktan sonra cennete bırakılırlardı. Genç uyanınca kendini birden harikulade bir yerde bulur, gerçekten cennete düştüğünü sanırdı. Her isteği yerine getirilirdi. Bu gençler günlerini burada zevk-ü safa içinde geçirirlerdi."
"Ama ŞEYH'e birisi gerektiği zaman uygun bulunan genç cennetten çıkarılır, ŞEYH ona emrini iletir, 'Git! Dönersen, meleklerim seni cennete götürür. Ölürsen, ben meleklerimi gönderir, seni cennete getiririm,' derdi."
Sinemanın, tiyatronun, vidyonun, internetin, gazinonun, resim ve fotoğrafın olmadığı; kızlara ancak uzaktan bakılabildiği bir dönemde 20 yaşındaki bir gencin burayı cennet sanmaması, pek te kolay değildi.
Eğer ŞEYH, yani HASAN SABBAH birine suikast için fedailerini gönderirse, o kişi mutlaka ölürdü. Nitekim NİZAM-ÜL MÜLK muhafızlarının arasında ŞEHİT edilmişti.
Bu uygulama ile HASAN SABBAH sadece halkı değil; hükümdarları bile titreten bir kişi haline gelmişti. ALAMUT kalesinde yaşadığı 33 sene boyunca HASAN SABBAH herkesin korkulu rüyası oldu. (Bakınız: NOTLAR - 3, 35)
Kendine ŞEYH-ÜL CEBEL, yani DAĞLARIN ŞEYHİ dedirtiyordu. Adamlarını üç grupta toplamıştı. BÜYÜK DAİLER, vezir durumunda idiler. Geniş yetkileri vardı. Aynı zamanda MEZHEB'in ileri gelenleri olarak telkinlerde bulunurlardı. REFİKLER, yani yoldaşlar ise MEZHEB'e yeni kabul edilenlerdi. Üçüncü grup ise FEDAİLER'di. Biraz önce anlattığımız görevleri yürüten afyon ve sahte cennet kurbanları idiler... HASAN SABBAH'ın gerçek düşüncelerini sadece BÜYÜK DAİLER bilirdi.
MELİKŞAH'tan sonraki sultanlardan SUNGUR, HASAN'a karşı bir sefer düzenlemek üzere ordu hazırlarken, bir sabah yatağının başucunda saplı bir hançer bulmuştu. Bunun üzerine korkarak seferden vazgeçti!
Aslında SULTAN MUHAMMED, İBNİ ATTAŞ'ı öldürttüğü gibi, ALAMUT kalesini de kuşatmıştı. Kumandanı ANUŞTEKİN idi. Açlıktan ölecek hale gelen kaledekiler MUHAMMED'in ani ölmesi ve askerlerinin dağılması ile kurtulmuşlardı. Bu da kaderin bir cilvesi idi. HASAN SABBAH bu kuşatmanın intikamını bir çok insafsız saldırı yaparak aldı.
Nihayet 1124'de öldü. Yerine KAYASÜBÜRK geçti. Maalesef bu kişi TÜRK'tür... ve FİTNE ve TEDHİŞ'e bulaşan ender TÜRK'lerden birisidir... O da SULTAN'ın veziri EBU NASIR'ı öldürttü. Üç sene sonra yerini oğlu MEHMET'e bıraktı. MEHMET hem HORASAN'a saldırıp binlerce masum cana kıydı, hem de ABBASİ HALİFESİ MÜSTERŞİD'i fedailerine öldürttü.
1164'de MEHMET öldü, yerine oğlu HASAN geçti. HASAN, İSMAİLİYE mezhebinden olan ayan ve eşrafı Hz. ALİ'nin ŞAHADET günü yıldönümünde ALAMUT kalesine toplıyarak onlara şöyle hitap etti:
"Ben devrin imamıyım! Dünyada ne kadar emir ve yasak varsa, hepsini kaldırıyorum. Bugün kıyamet günüdür, bayramdır. Herkes istediğini yapsın!"
Böylece bir kere daha İSMAİLİLER'e herşey mubah oldu. DİNÎ, AHLAKÎ, İÇTİMAÎ kuralların hiç birine tabi olma ihtiyacı kalmadı. Tabii sadece İSMAİLİ olanların!..
HASAN bir süre sonra öldürüldü. Yerine oğlu MEHMET geçti. Babasının kaatillerinin yanısıra, bir çok din ve devlet ileri gelenlerini öldürttü.
Bu sırada HAÇLI orduları KUDÜS'ü işgal etmişlerdi. FİLİSTİN ve SURİYE'deki bir çok bölge onların kontrolünde idi. İSMAİLİLER de bundan yararlanmışlardır. Neticede o karanlık günlerde HAÇLILAR SURİYE'nin çoğunu elde ettikleri gibi, İSMAİLİLER de FATIMİLER ile birlikte ORTA ASYA'dan MISIR'a, hatta FAS'a kadar uzanan bölgede tekrar güçlenmişlerdir.
İSMAİL HAKKI DANIŞMEND olayı şöyle değerlendirmektedir:
"SURİYE, SELÇUKLULAR'ın hakimiyetine girince, eski IRK kini bir de MEZHEP kiniyle alevlendi. SELÇUKLULAR SÜNNİ ve TÜRK idiler. FATİMİLER İSMAİLİ ve ARAP'tılar. Bu yüzden HAÇLILAR ANTAKYA'yı alırken FATİMİLER SELÇUKLULAR'ı arkadan vuruyor ve KUDÜS'ü zaptediyorlardı. TÜRKLER mağlup olunca HAÇLILAR hiç sıkıntı çekmeden gelip KUDÜS'ü FATİMİLER'in elinden aldılar. KUDÜS üç gün üç gece korkunç katliamlara sahne oldu. Hemen bütün MÜSLÜMANLAR katledildi. Her taraf yağma edildi. Sonra HIRİSTİYANLAR papazların önderliğinde Hz. İSA'nın lahdini öpmeye gittiler!"
FATIMİLER'in bu ihaneti ARAPLAR'ı dahi müteessir etmiştir. Yalnız belirtmek gerekir ki, burada IRK düşmanlığı MEZHEP düşmanlığından önde gelmiştir. SURİYE'deki SÜNNİ ARAPLAR da 1099'da KUDÜS'e ilerliyen HAÇLILAR'a yardım etmiş, TÜRKLER'i yalnız bırakmışlardır.
Bunda şaşacak bir şey yok!.. ARAPLAR, aynı şeyi hem de PEYGAMBER TORUNU, HÜSEYİN SOYU'ndan ŞERİF HÜSEYİN aracılığıyla 1. Dünya savaşı'nda yine yapmadılar mı?.. KÂBE'yi, MEKKE'yi, PEYGAMBER'in KABRİ'ni, MEDİNE'yi savunan TÜRKLER'i İNGİLİZ altınlarına kanıp arkadan vurmadılar mı?.. Boyunlarını İNGİLİZ sömürge zincirine gönüllü uzatmadılar mı?
Burada farkedilmesi gereken gerçek şudur: SELÇUKLU TÜRKLERİ, ABBASİ HALİFESİ ve ALİ OĞULLARI bir saftadır. Çünkü onlar KUR'AN'a, MUHAMMED'e uymuşlar, ALİ'nin yolundan gitmişlerdir... Karşı tarafta ise HAÇLILAR, yani gavurlar, Şİİ FATIMİLER, Şİİ İSMAİLİLİER, ve bazı SÜNNİ geçinen ARAPLAR vardır. Bunlar ALİ'yi sevdiklerini söylemelerine, veya KUR'AN'a SÜNNET'e uyduklarını iddia etmelerine rağmen kâfirlere hizmet etmişlerdir!..
Görüldüğü gibi mesele ALEVİ-SÜNNİ meselesi değildir. Bir İKTİDAR, bir GÜÇ, bir MENFAAT meselesidir. Mücadele HAK YOLU'nda olanlarla ŞEYTAN'a uyanlar arasındadır... Biz bu noktada ŞEYTAN'a uyup HASAN SABBAH'ın peşinden gidenleri ALİ YANLISI diye anmaktan, yani Şİİ kelimesini bu anlamda kullanmaktan kaçındık. Şİİ kelimesini hep belirttiğimiz gibi ALİ YANLISI görünüp ŞEYTAN'a hizmet edenler için kullandık. Çünkü onlar kendilerine öyle diyorlardı... SELÇUKLULAR'a SÜNNİ denmesi, hiç bir zaman onların ALİ SOYU'na karşı olmaları anlamına gelmez. İlerde çok açık şekilde göreceğimiz gibi, zaten onları MÜSLÜMAN yapanlar ALİ OĞULLARI'dır. Nasıl ALİ'ye karşı olabilirler ki?..
Görüldüğü gibi TÜRKLER hem İSLAM'ı yok etmeye çalışan HIRİSTİYANLAR ile; hem de İSLAM'a FİTNE sokan, FESAT katan FATİMİLER, İSMAİLİLER, KARMATİLER, HAŞHAŞÎLER ile savaşmak; bunun için gerektiğinde ARAPLAR'la ACEMLER'le mücadele etmek durumunda kalmışlardır.
O yüzden biz 1055 yılında sonra TÜRKLER'i İSLAM'ın MUHAFIZI olarak görürüz.
TARİH'e dönersek; nihayet 1171 yılında SULTAN NUREDDİN ZENGİ adına hareket eden SELAHADDİN-İ EYYUBİ MISIR'ı fethetti. Son FATIMİ HALİFESİ öldü. Böylece 260 yıldır süren MEYMUNZADELER saltanatı son buldu.
Ama HASAN SABBAH'ın HAŞHAŞÎLER'i öyle kolay alt edilir cinsten değildi. Bir kaç yıl içinde tekrar toparlandılar. (Bakınız: NOTLAR - 3, 36)
Başlarında SİNAN diye bir ŞEYH-ÜL CEBEL vardı. SİNAN kendileriyle yılmadan bıkmadan uğraşan SELAHADDİN-İ EYYUBİ'yi ortadan kaldırmayı aklına koymuştu. Halbuki SELAHADDİN İSLAM'a büyük hizmetler vermiş bir hükümdardı artık. 1197 yılında KUDÜS'ü HAÇLILAR'dan geri almış, HIRİSTİYANLAR'ın elindeki kaleleri birer birer kurtarmıştı.
Buna rağmen, 1202 yılında SELAHADDİN bir kumandanının çadırında iken HAŞHAŞÎ fedailerinden biri ona hançerle saldırdı. SELAHADDİN başındaki miğfer sayesinde kurtuldu. Bu fedai öldürüldükten sonra, hemen bir ikincisi, sonra bir üçüncüsü saldırdı. Ama İLAHİ TAKDİR SELAHADDİN'in yanındaydı, hepsinden kurtuldu.
SİNAN nice hainlikler gösterdikten sonra, nihayet SELAHADDİN'in kumandanlarından HALDUN tarafından MASYAF (Musuaf) kalesinde kuşatıldı. Durumun kötüye gittiğini gören BAŞ DAİ MELEK TAVUS, SİNAN'ı öldürerek ŞEYH-ÜL CEBEL oldu. Ama kısa bir süre sonra bunun kurtulmasına yetmiyeceğini anladı. Adamlarını, kadınları, çocukları topladı. Hepsine cennete buluşacaklarını müjdeledikten(!) sonra kaleden aşağı atlamalarını emretti. Hepsi tereddütsüz kendilerini kayaların üstüne attılar. En sonra kendisi atladı. SELAHADDİN'in ordusu hiç bir mukavemetle karşılaşmadan MASYAF kalesine girdi. Kale sonradan tamamen yıkıldı.
ALAMUT kalesindekiler ise, güçlerinden çok şey kaybetmelerine rağmen, varlıklarını ve melanetlerini sürdürdüler. Pek çok önemli kişiyi öldürdüler. HAŞHAŞÎLER siyasi cinayet siparişi de alırlardı. Mesela 1152'de TRABLUSLU RAYMOND'u, 1192'de KONRAD MONSERRAT'ı böyle öldürmüşlerdi. Onlar için SÜNNİ-ALEVİ, MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN, İYİ-KÖTÜ farketmezdi. kendilerine karşı olan herkesi, veya sipariş üzerine isteneni öldürmekten çekinmezlerdi. Bu TEDHİŞ'İ, yani TERÖR'ü 200 yıl sürdürmüşlerdir.
Nihayet büyük MOĞOL istilası sırasında, CENGİZ HAN'ın kumandanlarından HÜLAGU, 1256'da ALAMUT kalesini alarak bu fesat yuvasını yok etti. 1272'de ise BAYBARS her türlü HAŞHAŞİN etkisini ortadan kaldırdı. Bu kabus ta böylece sona erdi!