Belliydi karanlıktan…
Evet, sabahın karanlığı her şeyin habercisi olmuştu açılan gözlerin ilk saniyesinde..
Küçüklüktü belki bu dayanıksızlığın sebebi ya da küçüklük kategorisine sokulmak istenişimdi.
Ama çok acı idi yaşanan/yaşatılan her ne ise..
Daha hastalık ne demek idrak edememişken, amiyane bir tabirle, hastalığın babası, kanser, yakalamıştı o koca adamı.
Baba yarısını, yarımı; amcamı..
Aylar boyu savaşmıştı bu hastalıkla. Aylar boyu her gün ölmüştü, bir gün öleceğini bilmeden.
Sahiden ölmeden..
Yabancı bir ülke, gurbet denen o vicdansız şey, üç çocuk ve hayatını hayatına adamış bir eş..
İşte böyle bir aileydi o koca adamın sahip olduğu..
Ve bir gün, sahip olduğu her şeyi; bedenini, benliğini teslim etti yeryüzünün sahibine.. O veda etti ama doğan birçok şey vardı.
Birçok tarifsiz duygu.. Ama benim duygularım da yokluğa gidiyordu.
Ne hissettiğimi bilmiyordum.
Hissetmem gereken belli başlı bir duygu var mıydı, yoksa içimden gelen bir duyguyu tüm duygularla harmanlayıp, bir duygu yığını haline mi getirmek gerekiyordu..
Hiçbir şey bilmiyordum ama tek bir şey düşünüyordum.
Tüm bu yaşananların adı neydi? Galiba tanışmıştım bu isimle.
Bu bir “dışlanış”tı hayattan..
Yaradan dışlamıştı bizi bir parçası olduğumuz evrenden..
Hayatımın en büyük, belki de tek ümit kırıcı, soyutlayıcı vakasıydı..
ben de karar vermiştim. Ben de hayatı dışlayacaktım.
Yara almamanın tek yolu buydu; dışlandığın şeyi dışarıda bırakmak, dışlamak…
HANİFE ŞİŞEN