71 : ) İSRAİLOĞULLARI & YAHUDİLER
İSRAİL ' OĞULLARI YAHUDİLİK SİYONİZM
Kitabın ilerleyen bölümlerinde, bazı Yahudilerin, batıl birtakım geleneklerin veya radikal, ateist Siyonist ideolojinin etkisi altında kalarak, gerçekleştirdikleri faaliyetlere ve geleceğe dair çeşitli planlarına yer verilmektedir. Bu batıl görüşlerden etkilenen kişiler zaman zaman İsrail derin devleti içine de sızmakta, hatta kimi zaman İsrail'in iç ve dış politikasında yönlendirici rol üstlenebilmektedirler. Ancak bu kitapta bulunan bilgiler nedeniyle çeşitli yanlış anlamalar olmasını engellemek için, bazı konulara açıklık getirmekte de fayda vardır.
İlk olarak belirtilmesi gereken husus, burada yer alan bilgilerin tüm Yahudileri kapsayan konular olmadığıdır. Yahudilerin büyük çoğunluğu söz konusu faaliyetlerden, bu faaliyetlerin arka planlarından ve asıl hedeften haberdar olmadığı gibi, çok büyük bir çoğunluğu da bu uygulamalara karşı çıktıklarını sık sık ifade etmektedirler. Dolayısıyla, kitabın ilerleyen bölümlerinde eleştirilen, hiçbir şekilde Yahudi toplumunun geneli değildir.
Eleştirilen husus, Kitabı Mukaddes'e birtakım yanlış anlamlar yükleyerek şiddeti ve acımasızlığı sözde makulleştirmeye çalışan batıl gelenekler ve bu geleneklere dayanarak, diğer insanları ikinci sınıf olarak gören, onları haksızlık ve zulme uğratmayı normal karşılayan radikal dünya görüşüdür. Yani, sosyal Darwinist ve işgalci bir ideoloji olan radikal, ateist Siyonizmdir. Bilindiği üzere, Siyonizm 19. yüzyılın ortalarında, yurtları olmayan Yahudilerin vatan sahibi olmasını savunan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Ancak zaman içerisinde pek çok ideolojide olduğu gibi Siyonizm de dejenarasyona uğramış, bu haklı talep, uygulamada şiddet ve teröre başvuran, aşırı güçlerle ittifak eden radikal ve din dışı bir anlayışa dönüşmüştür.
Günümüzde Siyonizm iki farklı şekilde görülmektedir. Bunlardan ilki, İsrail'de huzur ve barış içinde, Müslümanlarla birlikte yaşamak isteyen, güvenlik arayan, dedelerinin topraklarında ibadet edip, ticaret yapıp varlıklarını sürdürmek isteyen, dindar Yahudi halkının düşüncesi olan Siyonizmdir. Müslümanlar bu anlamdaki Siyonizme karşı değildir. Dindar Yahudi halkının, kendileri için kutsal olan topraklarda güven ve huzur içinde yaşamaları, Allah'ı anmaları, sinagoglarında ibadetlerini yapmaları, topraklarında bilim ve ticaretle uğraşmaları kısaca burada diledikleri gibi yaşamaları ve yerleşmeleri Müslümanları rahatsız edecek bir durum değildir. Hatta, bu Müslümanların sevinç duyacakları bir güzelliktir. Zira, tarih boyunca Yahudilere karşılaştıkları çile ve zorluklarda, onlara varlıklarını devam ettirme imkanı tanıyan, onları barındırıp kollayan hep Müslümanlar olmuştur.
Samimi dindar bir Yahudi'nin, yukarıda anlattığımız şekliyle, Tevrat'a dayandırdığı Siyonist inancı bu açıdan İslamiyet'le çelişmez. Zira, Kuran'da Allah İsrailoğulları'nı yaşadıkları bu topraklarda yerleşik kıldığını şöyle bildirmektedir:
Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz." (Maide Suresi, 20-21)
Dolayısıyla Yahudiler bu topraklarda hür yaşama hakkına sahiptirler, ancak bu hak söz konusu topraklarda asırlardır varlıklarını devam ettiren ve bölgenin kutsallığına inanan Müslümanlar ve elbette Hıristiyanlar için de geçerlidir. Bu mübarek topraklar her dinden her toplumdan insanın birarada huzur içinde yaşayabileceği kadar geniş, güzel ve bereketlidir. Birinin yaşam hakkı diğerinin yaşam hakkını asla ortadan kaldırmaz.
Özet olarak, eleştirdiğimiz ve tüm insanlar için büyük bir tehlike olduğunu ifade ettiğimiz, "dinsiz, Allah'sız Siyonizm"dir. Allah'ın varlığını, birliğini savunmayan, materyalist, Darwinist anlayışı teşvik ederek dinsizlik propagandası yapan ateist Siyonistler, dindar Yahudiler için de dindar Hıristiyanlar için de çok büyük bir tehlikedir. Ateist Siyonizm, günümüzde barışa, huzura, güzel ahlaka karşı mücadele vermekte; sürekli fitne, kargaşa çıkarmakta, kan dökmektedir. Müslümanlar ve dindar Yahudiler ve Hıristiyanlar, Allah'sız Siyonizme karşı Allah inancının yayılması konusunda birlik olmalıdırlar.
Samimi olarak iman eden Yahudiler ve Müslümanların birbirleriyle olan ilişkileri de, hoşgörü, saygı ve merhamet çerçevesinde olmalıdır. Zira bu, Kuran-ı Kerim'de Allah'ın Müslümanlara bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (sav)'in hayatıyla bize gösterdiği ahlak ve tavırdır.
KURAN AHLAKINA GÖRE MÜSLÜMANLARIN YAHUDILERE TAVRI
Allah Kuran'da Yahudiler ve Hıristiyanları, Kitap Ehli olarak bildirmiş ve Müslümanların Kitap Ehli'ne karşı tutumlarının nasıl olması gerektiğini detaylı olarak açıklamıştır. Kitap Ehli, temeli Allah'ın vahyine dayanan ahlaki kıstaslara, haram ve helal kavramlarına sahiptir. Kuran ahlakına ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine göre Müslümanların, Yahudilerden ve Hıristiyanlardan iman edenlere sevgi, şefkat, hoşgörü ve saygıyla yaklaşmaları gerekir. Müslümanların Yahudilere ve Hıristiyanlara çağrısı ise Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
"Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)
Bu çağrı, Müslümanların Kitap Ehli'ne bakış açısını açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır: Hepimiz bir olan Allah'a iman etmekte, Rabbimiz'in göndermiş olduğu elçileri sevmekte ve saymakta, Yüce Allah'ın koyduğu sınırlara uymakta, kutsal kitaplarımızda bildirilen ahlakı yaşamaktayız. Dolayısıyla da, birbirimize anlayış, merhamet, sevgi ve saygıyla yaklaşmakla yükümlüyüz.
HEPIMIZ AYNI PEYGAMBERLERI SEVIYOR VE SAYIYORUZ
Müslümanlar gönderilmiş tüm peygamberlere iman ederler. Rabbimiz'in geçmişteki peygamberlere göndermiş olduğu kitaplara inanırlar. Bir ayette bu gerçek şöyle bildirilmiştir:
De ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere iman ettik. Onlardan hiçbiri arasında ayrılık gözetmeyiz. Ve biz O'na teslim olmuşlarız." (Al-i İmran Suresi, 84)
Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf, Hz. Harun, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya, Hz. İsa ve Hz. Musa Yahudiler ve Hıristiyanlar için ne kadar önemli ise, Müslümanlar için de o kadar önemlidir.
Yahudilerin bizim de Peygamberimiz olan Hz. Musa'ya saygı duymaları, binlerce yıldır ona sımsıkı bağlı olmaları samimi Müslümanlar için çok değerlidir. Aynı şekilde Hıristiyanların Hz. İsa'ya duydukları büyük sevgi, içten bağlılık da Müslümanlar için çok önemlidir. Hz. Yakub'a, Hz. İshak'a, Hz. İsmail'e, Hz. İbrahim'e, Hz. Lut'a, Hz. Eyüb'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya, Hz. Yahya'ya saygı ve sevgi duyan insanlar, doğal olarak Müslümanların sevgi ve muhabbet duyacağı, anlayış ve şefkatle yaklaşacağı insanlardır. Bunun aksi kesinlikle mümkün değildir. Allah samimi olarak iman eden Kitap Ehli'nin ahlakını Kuran-ı Kerim'de şu şekilde bildirmektedir:
Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 113-114)
Salih Müslümanlara düşen de, bu güzel ahlakı yaşayan insanları şefkat ve merhametle kucaklamak, saygı ve anlayış göstermektir. Dolayısıyla, bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, Müslümanların Yahudilere bakış açısı Kuran'da bildirilen ve Peygamber Efendimiz (sav)'in de uyguladığı bu ahlak üzerinedir. Gerçek din ahlakına uygun olmayan hatta dinsiz, Allah'sız Siyonizmin veya birtakım batıl geleneklerin yanlışlarının ortaya konuluyor olması, hatalı uygulamaların eleştirilmesi, bu gerçeği değiştirmez.
Yahudi Tarihine Kısa Bir Bakış
Ateist Siyonistlerin neyi savunduğunu görebilmek için, sık sık atıfta bulundukları Yahudi tarihi hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Ateist Siyonistler Yahudi tarihini değerlendirirken, öncelikle ırk birliğini ve içinde putperest ahlakın yoğun etkilerinin olduğu gelenek ve görenekleri göz önünde bulundurur, bu geleneklerden yola çıkarak birtakım zorlama yorumlar yaparlar. Ateist Siyonistlerin din dışı ahlakları, Yahudi tarihine bakış açılarında da yoğun olarak görülür.
Tarihin en eski toplumlarından biri olarak kabul edilen Yahudilerin geçmişinin MÖ 2000'li yıllara uzandığı var sayılır. Kendi inançlarına göre Yahudiler, Kenan diyarı olarak bilinen topraklarda yaşayan bir kabileden gelmektedirler. Kenan diyarının, İsrail, Ürdün ve Suriye'yi de kapsayan bugünkü Ortadoğu'nun oldukça büyük bir bölümüne verilen bir isim olduğu kabul edilir. Buradaki putperest kavimlerden ayrılan Hz. İbrahim, yeni bir milletin atası olmuştur. Bu millet, Yahudilerdir. (Hz. İbrahim Müslümanlar için olduğu gibi Yahudiler için de kutsal bir peygamberdir.)
Çeşitli tarihi kaynaklara ve tefsir kitaplarına göre, Hz. İbrahim'in yaşamış olduğu Kenan diyarında, putperest bir toplum yaşamaktadır. Hz. İbrahim bu topluma, Allah'ın varlığını ve birliğini anlatmış, onlara Allah'ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ etmiştir. Tarihi kaynaklara göre Hz. İbrahim, oğullarından Hz. İsmail'i Mekke ve çevresine yerleştirmiş, ikinci oğlu Hz. İshak ise Kenan'da kalmıştır.
Allah, Kuran'da Hz. İbrahim'in oğullarından bir kısmını Beyt-i Haram'ın yakınlarına yerleştirdiğini bildirmektedir:
"Rabbimiz, gerçekten ben, çocuklarımdan bir kısmını Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim; Rabbimiz, dosdoğru namazı kılsınlar diye (öyle yaptım), böylelikle Sen, insanların bir kısmının kalblerini onlara ilgi duyar kıl ve onları birtakım ürünlerden rızıklandır. Umulur ki şükrederler." (İbrahim Suresi, 37)
Tefsir kitaplarında bu mekanın Mekke Vadisi olduğu belirtilir.
Eski Ahit'in yazıldığı dönemlerde Kenan diyarını gösteren antik bir harita.
Kenan diyarında kalan Hz. İshak'ın oğlu Hz. Yakup ise, oğulları ile birlikte Mısır'a göç etmiştir. Hz. Yakub'un bir diğer ismi "İsrail"dir ve bu nedenle oğulları aynı zamanda İsrailoğulları olarak anılır. Bilindiği gibi, İsrailoğulları Yahudi toplumunun bir diğer adıdır. Yahudiler, Hz. Yakub'un oğlu olan Hz. Yusuf'un iktidarı boyunca Mısır'da huzur ve güvenlik içinde yaşamış, çok büyük nimetlere sahip olmuşlardır. Ancak Hz. Yusuf'un ardından Yahudiler için, zorlu bir dönem başlamıştır. Putperest Firavun rejimi esnasında Yahudiler Mısır'da köle konumuna düşmüşlerdir. Tarihin en acımasız ve despot diktatörlerinden biri olan Firavun Yahudilere, çeşitli işkenceler yapmış, onları en ağır işlerde kullanmıştır. İsrail soyunun tüm erkek çocuklarının katledilmesini emretmesi, masum insanları cezalandırmak için ellerini ve ayaklarını çaprazlama kesmesi, Firavun'un zalimliğini gösteren önemli bilgilerdir. İşte bu dönemde Allah, Yahudilere Hz. Musa'yı elçi olarak göndermiş ve onun önderliğinde kendilerini Firavun'un zulmünden kurtaracağını müjdelemiştir.
Hz. Musa'nın tebliği ve Yahudileri kendisi ile birlikte Mısır'dan çıkarmak istemesi Firavun tarafından öfke ile karşılanmıştır. Ancak Firavun izin vermek istemese de, Allah'ın mucizeleri ve yardımıyla, Yahudiler tarihi kaynaklara göre MÖ 1250 yıllarında Mısır'dan göç etmişlerdir.
Mısır'dan çıkan Yahudiler, 40 yıl Sina Yarımadası'nda kaldıktan sonra Kenan diyarının doğusuna yerleştiler. Hz. Musa'dan sonra da Kenan diyarında yaşamayı sürdürdüler. Yine tarihçilerin görüşüne göre MÖ 1000'lerde Hz. Davud, İsrail soyunun yönetimine geçti ve güçlü bir krallık kurdu.
Onun oğlu olan Hz. Süleyman'ın döneminde ise İsrail'in sınırları güneyde Nil Nehrinden, kuzeyde Suriye içlerindeki Fırat Nehri'ne kadar uzanıyordu. Bu dönemde İsrail Krallığı, başta mimari olmak üzere pek çok alanda çok görkemli bir dönem yaşadı. Kudüs'te Hz. Süleyman'ın emriyle görkemli bir saray (aynı zamanda mescit) inşa edildi. Hz. Süleyman'ın vefatının ardından Allah İsrailoğullarına daha pek çok peygamber gönderdi, ancak İsrailoğulları çoğu zaman peygamberleri dinlemediler ve Allah'a isyankar oldular. (Allah'ı tenzih ederiz).
Yahudilerin Muharref Tevrat kaynaklı sembolleri birarada: Şaha kalkmış aslan ve yedi kollu şamdan.
Bu dejenerasyonun bir sonucu olarak İsrail Krallığı bölündü, ardından putperest krallıklar tarafından işgal edildi. İsrail soyu köleleştirildi. Filistin'e hakim olan en büyük putperest imparatorluk ise Roma oldu. Hz. İsa, Filistin'de Roma egemenliğinin sürdüğü bir dönemde geldi ve İsrailoğullarını bir kez daha kibirlerinden, batıl inançlarından ve isyankarlıklarından vazgeçip Allah'ın dinine göre yaşamaya davet etti. Çok az Yahudi ona inandı. İsrailoğullarının büyük bölümü, inkarda diretti. Ve Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi onlara "Meryem oğlu İsa diliyle lanet edildi." (Maide Suresi, 78) Bir süre sonra da Allah, Romalıları Yahudilere musallat etti ve onların eliyle tümü Filistin'den sürüldüler.
Ancak burada bir kez daha belirtmekte yarar vardır ki, tüm Yahudi toplumu elbette bir değildir. Allah Kuran'da Yahudiler içinde Hz. Musa'nın getirdiği dine samimiyetle bağlılık gösteren ihlaslı kişiler olduğunu bildirmiştir. Bugün de Hz. Musa'nın kendilerine getirdiği dine sadık kalanlar, samimi olarak Allah'ın emrettiği gibi bir ahlak gösterip ona göre bir yaşam sürenler, Kuran'da bildirilen güzel ahlaklı kişilerdendirler:
Musa'nın kavminden hakka ileten ve onunla adalet yapan bir topluluk vardır. (Araf Suresi, 159)
"Bana karşı lütuf-dediğin nimet de, İsrailoğullarını köle kılmandan dolayıdır." (Şuara Suresi, 22)
Yahudiler, Firavun rejimi altında büyük bir baskı ve zulüm gördüler. Bu eski Mısır çiziminde, Firavun, pek çok insanı köleleştirerek hayali tanrılarının önüne çıkan muzaffer bir kumandan gibi resmediliyordu. Köleleştirilenler, Allah'a olan imanlarıyla Mısır halkından ayrılan İsrail soyuydu.
Allah, Yahudilerin içinde Kendisi'nden korkan ve sakınan dürüst, vicdanlı, sağduyulu kimseler olduğunu bazı ayetlerde de şu şekilde haber vermektedir:
Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 113-114)
Hz. Süleyman'ın Sarayındaki kutsal eşyaları simgeleyen duvar rölyefi
Allah bu kişilere yaptıklarının en güzeli ile karşılık vereceğini ise şöyle müjdelemiştir:
Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 62)
Ne var ki ateist Siyonistler, Allah'ın Yahudilere indirmiş olduğu dini değil, zaman içinde dejenerasyona uğramış olan bazı gelenekleri ve dahası 19. yüzyılda ortaya çıkan din-dışı Sosyal Darwinist ve sömürgeci ideolojileri temel almaktadırlar. Oysa Yahudilerin tarihi, hak dinden saptıklarında, inkarcı ahlaka sahip kişileri kendilerine önder edindiklerinde içine düştükleri sıkıntı ve zorlukların örnekleri ile doludur. Bu durumda, samimi olarak Allah'a ve ahiret gününe iman eden Yahudilerin de ateist Siyonizme karşı verecekleri fikri mücadele büyük önem taşımaktadır. Onlar da diğer vicdan sahibi insanlarla birlikte ateist Siyonizmin saldırganlığını lanetlemekle, buna engel olmak için çaba göstermekle ve bunun için de ateist Siyonizmin yanılgı ve aldatmacalarını deşifre etmekle yükümlüdürler.
YAHUDILERIN TARIHTEN ÇIKARMALARI GEREKEN DERS
Allah Kuran'da, Yahudi toplumu içinde inkarcı ahlak gösteren kişilerin takındıkları tutum ve bunun karşılığında içine düştükleri durumu detaylı olarak tarif etmiştir.
Yahudi tarihi, başta Yahudi toplumu olmak üzere tüm insanlık için önemli dersler ve ibretler içermektedir. Tarih boyunca pek çok peygamberin tebliğine tanıklık etmiş olan Yahudiler, peygamberlerine itaat ettikleri ve Allah'ın razı olduğu gibi bir yaşam sürdükleri müddetçe nimetlendirilmişlerdir. Böyle dönemlerde güzel şehirlerde, bolluk ve refah içinde yaşamışlardır. Öte yandan, peygamberlere isyan ettikleri, zorluk çıkardıkları, bozgunculuğa ve putperest ahlaka eğilim gösterdikleri dönemlerde ise zorlu bir hayat sürmüşlerdir.
Allah'ın bu konuda Kuran'da verdiği örneklerden birisi, Yahudilerin güzellik ve hayırla karşılaşacaklarını bildikleri halde, Allah'ın emrine itaatsizlik ederek kendilerine bildirilen şehre girmek istememeleridir. Allah, bu olayı Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz." Dediler ki: "Ey Musa, orda zorba bir kavim vardır, onlar çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet ordan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz. (Maide Suresi, 20-24)
Biz onları (İsrailoğullarını) ayrı ayrı oymaklar olarak on iki topluluk (ümmet) olarak ayırdık... (Araf Suresi, 160)
On iki kabileden oluşan İsrailoğullarının yerleşimlerini tasvir eden İbranice eski bir harita.
Romalı askerlerin Filistin'i ele geçirdiklerinde Hz. Süleyman'ın Sarayında bulunan eşyaları ve Hz. Musa ailesine ait kutsal sandığı (tabut es-sekine) yağmalamalarını gösteren fresk.
Allah'ın kendilerine çeşitli nimet verdiği, Firavun'un zulmünden kurtardığı, pek çok mucizeler gösterdiği bir toplumun kuşkusuz Allah'ın emirlerine karşı çok teslimiyetli olmaları ve Allah'a tevekkül etmeleri gerekir. Ne var ki, bazı Yahudiler bunun farkına varamamış ve nankörce bir tavır sergilemişlerdir. Bu tavırlarından dolayı Allah'ın bu Yahudilere verdiği karşılık ise şu şekildedir:
Yahudiler, Romalılar tarafından sürüldükten sonra dünyanın dört bir yanına üstteki haritada gösterildiği gibi dağıldılar.
Romalılar, Yahudileri Filistin'den sürmelerinin anısına üstteki ünlü Titus anıtını inşa ettiler.
(Allah) Dedi: "Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde 'şaşkınca dönüp duracaklar.' Sen de o fasıklar topluluğuna üzülme." (Maide Suresi, 26)
İnkarcı ahlakına yatkın olan Yahudilerin davranışları ile ilgili Kuran'da verilen bir başka örnek de, kendilerine verilen nimetlere karşı şükredici olmamaları ve daha fazlasına sahip olmak için hırsa kapılmalarıdır:
(Yine) Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı, o zaman Biz ona: "Asanı taşa vur" demiştik de ondan oniki pınar fışkırmıştı, böylece herkes içeceği yeri bilmişti. Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık çıkarmayın. Siz (ise şöyle) demiştiniz: "Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın." (O zaman Musa:) "Hayırlı olanı, şu değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır" demişti. Onların üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi. (Yine) bu, isyan etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi. (Bakara Suresi, 60-61)
Buraya kadar verilen örnekler, tüm toplumların ibret alması gereken tavırlardır. Allah insanlardan şükredici olmalarını, Kendisine ve elçilerine itaat etmelerini, teslimiyetli olmalarını ve her koşul altında vicdanlı davranmalarını ister. İnsanlara güzel ahlakı emreder. Allah'ın, Yahudilere Hz. Musa'yı ve hak kitabı göndermesi, onları Firavun'un zulmünden kurtarması ve kendilerine güzel makamlar vermesi çok büyük bir lütuftur. Bu lütuf karşısında yapılması gereken ise, Allah'ın emirlerine eksiksiz itaat etmektir. Ne var ki Yahudilerin bir kısmı inkarcı ahlakta direnmiş ve büyük kısmı da bilgisizce bu kişilerin peşinden sürüklenmiştir.
Bunların yanı sıra Allah'ın Yahudilere emrettiği çok önemli bir hüküm daha vardır: Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamak ve barışsever olmak:
Hani sizden "Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" diye misak almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hala (buna) şahitlik ediyorsunuz. Sonra (yine) siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyordunuz. Oysa onları çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. (Bakara Suresi, 84-85)
Dolayısıyla, günümüzde de samimi olarak Allah'a ve ahiret gününe iman eden Yahudilerin, geçmişte atalarının yaptıkları bu ve benzer hatalardan şiddetle sakınmaları ve Allah'ın kendilerine emrettiği gibi yeryüzünde barışın savunucusu ve koruyucusu olmaları gerekir. Allah'ın yukarıdaki ayette buyurduğu gibi, kendileri 'kan dökmemeye söz vermiş ve bu sözü onaylamışlardır.'
Ateist Siyonizmin Kökenleri
Ateist Siyonizm temelden din dışı bir ideolojidir ve zaten onu zararlı, tehlikeli, yıkıcı hale getiren asıl neden de budur. Ancak radikal Siyonizmin bir de Yahudi inançları içinde yer alan bazı kaynakları, öncülleri vardır. Bu bölümde bunu inceleyeceğiz.
Yahudilik İlahi bir dindir. Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği Tevrat'a dayanır. Ancak bir önceki bölümde incelediğimiz gibi, Yahudi tarihi içinde sık sık bu İlahi temelden sapmalar olmuştur. Bu sapmalar doğrudan dinden uzaklaşma şeklinde olduğu gibi, dini dejenere etme şeklinde de yaşanmıştır. Bu ikinci sapmanın en belirgin şekli, Yahudilik içinde, son derece kibirli, katı ve Yahudi olmayan insanlara karşı husumet dolu radikal bir eğilimin gelişmesidir.
İlginçtir ki elimizdeki Yeni Ahit'in (İncil'in) içinde, Yahudilerin bu dini görünüşlü sapmasını eleştiren önemli pasajlar vardır.
Hz. İsa'nın ağzından aktarılan bu İncil pasajlarında, Yahudi toplumuna önderlik eden din adamlarından bazılarının çok kibirli, katı ve yabancılara düşman oldukları anlatılır ve samimi dindar Yahudiler bunlara karşı uyarılır. Örneğin Markos İncili'nde şöyle yazılıdır:
İsa ders verirken şöyle dedi: "Uzun kaftanlar içinde dolaşmaktan, meydanlarda selamlanmaktan, havralarda en seçkin yerlere ve şölenlerde başköşelere kurulmaktan hoşlanan din bilginlerinden sakının. Dul kadınların malını mülkünü sömüren, gösteriş için uzun uzun dua eden bu kişilerin cezası daha da ağır olacaktır." (Markos, 12: 38-40)
İncil'de söz konusu samimi olmayan din adamları hakkında dikkat çekilen bir diğer özellik de Yahudi olmayanlara karşı çok önyargılı ve düşmanca davranmalarıdır. Hatta bu nedenle Hz. İsa'nın Samiriyeli (Yahudi olmayan) bir kadına iyilik etmesini garipsedikleri anlatılır.
Ateist Siyonizmin kurucusu olan Theodor Herzl'i tanıtan Siyonist bir poster
Allah bizlere, bu katı kalpliliği, samimi olmayan Yahudilerin durumunu haber veren bir Kuran ayetinde de bildirmiştir:
Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever. (Maide Suresi, 13)
İşte bugün radikal Siyonizm dediğimiz ve gerçekte din dışı olan ideolojinin temeli "katı kalpli", kibirli Yahudi tavrıdır. Bu tavra sahip olan Yahudiler, dine karşı temelde gösteriş amaçlı bir bağlılık göstermişler ve koyu bir bağnazlık geliştirmişlerdir.
Bu durum, Yahudilerin bir kısmının tarih boyunca Allah'ın kendilerine gönderdiği peygamberlere karşı tutumlarında da belirleyici rol oynamıştır. Batıl inançlarından kopmak istemeyen Yahudiler, peygamberlere itaat etmekten ve hak dine uymaktan şiddetle kaçındıkları gibi, peygamberler ve iman edenler aleyhinde de türlü tuzaklar kurmuşlardır. Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Andolsun, Biz İsrailoğullarından kesin söz almış (misak) ve onlara elçiler göndermiştik. Onlara ne zaman nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle bir elçi geldiyse, bir bölümünü yalanladılar, bir bölümünü de öldürdüler. (Maide Suresi, 70)
Yahudilerin kutsal günlerde çaldıkları "şofar" adlı boru
Elçilerin kendilerine tebliğ ettikleri hak din çoğu zaman bu kimselerin menfaatleri ile çatışmış, bu nedenle peygamberleri öldürmeye dahi yeltenmişlerdir.
Bu artniyetli kimselerin en belirgin özelliklerinden birisi de bir şekilde hak dini dejenere etmiş olmalarıdır. Bunun bazı örnekleri Yahudilerin kutsal kitabı olan Tevrat'ta görülür. Tevrat, Allah'ın Hz. Musa'ya vahyetmiş olduğu kutsal bir kitaptır, ancak sonradan tahrif edilmiştir. Allah Hz. Musa'ya toplumunu doğruya yöneltmesi, onlara Kendi emirlerini bildirmesi için Tevrat'ı indirmiştir. Allah Kuran'da "Gerçek şu ki, Biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik..." (Maide Suresi, 44) şeklinde buyurur. Hz. Musa ve onun ardından gelenler, insanlar arasında Tevrat ile hükmetmiştir:
Gerçek şu ki Biz Tevrat'ı içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar) Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın Benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kafir olanlardır. (Maide Suresi, 44)
Kutsal Yahudi metinleri
Ne var ki, Hz. Musa'nın ölümünün ardından, inkarda direnen bir kısım Yahudiler Tevrat'ı değiştirip bozmuşlar ve ortaya bugün Eski Ahit olarak adlandırılan Muharref Tevrat çıkmıştır. Muharref Tevrat incelendiğinde içinde Allah'ın birliği, Allah korkusu, adil olmak, tevazulu davranmak, hırsızlık yapmamak, zinadan sakınmak, hile yapmamak, masum insanların canına kastetmemek gibi hak dinin izlerini taşıyan pek çok hükümle karşılaşılacaktır. Öte yandan, yine aynı kitabın içinde dejenere olduğu açıkça anlaşılan pek çok batıl efsane ve hüküm de yer almaktadır. Söz konusu efsaneler ve hükümler incelendiğinde ise ortaya çarpıcı bir gerçek çıkar: Bunlar Yahudi halkının çoğunlukla pagan kültürlerden etkilenerek kapıldıkları yanılgılardır. Ve Yahudiler içinde paganizme bağlı kalmakta direnen bir grup insan tarafından nesilden nesile aktarılarak neredeyse ilk hali ile muhafaza edilmiştir.
Bu durum, Yahudiliğin ana unsurlarının nesiller boyunca aktarılan efsaneler, mitolojik kavramlar, egzotik sembollerden oluşan bir felsefe haline gelmesine neden olmuştur.
Gerçekten de mitolojik kavramlar ve semboller, özellikle eski Mısır efsaneleri ve bu efsanelerde yer alan sözde kutsal kavramlar, Yahudi felsefesinde önemli bir yer tutar. Yahudi felsefesinin temel taşlarını ise Kabala ve Talmud oluşturur.
YAHUDI İDEOLOJISININ MISTIK BOYUTU: KABALA
Kabalistik felsefe ve büyüyü içiçe yorumlayan Ortaçağ'a ait sembolik bir anlatım
Antik pagan kültürlerinin karanlık ve gizli öğretileri Yahudilerin mistik kitabı Kabala'da toplanmıştır. Yahudileri Tevrat'tan uzaklaştıran en önemli etkenlerden biri Kabala'dır.
Yahudilikte meydana getirilen dejenerasyonun "yasa" yönünü Talmud'da görmek mümkünken, mistik yöndeki dejenerasyonu da Kabala'da görmek mümkündür.
Kabala İbranice'de 'gelenek' anlamına gelir. Yahudi ruhbanlarının asırlardır birbirlerine aktardıkları ve Eski Ahit'in gizli anlamları ile ilgilenen bir tür okültizm ve mistisizm yöntemidir. Kara büyü ile yakından ilişkili olan Kabala, Yahudi felsefesinden derinden etkilenen masonluk gibi pek çok örgüt ve tarikat tarafından da benimsenmiştir.
Kabala, özellikle Ortaçağ'dan başlayarak 17. yüzyılın sonuna kadar devam eden süreç içinde çok gündemdeydi ve dönemin toplumları üzerinde büyük etkisi vardı. Bu dönemde, Hıristiyan toplumu içinde de bazı gruplar Kabala ile yakından ilgilenmişlerdir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, Kabala'nın içinde saklı olduğuna inanılan sırlar ve mistik öğretilerdir.
Yahudiler, Kabala'da saklı olan ilmin ancak çok az insan tarafından kavranabileceğine inanırlar. Eski Ahit'te pek çok insanın farkına varamayacağı veya anlayamayacağı sırların, Kabala'ya vakıf olan kişi tarafından çözüleceği düşünülür. Kabala metinleri, bilinen kitaplardan farklı olarak, çok az kimsenin anlıyabileceği şekilde yazılmıştır. Kitapta anlamsız gibi görünen çok sayıda sembol vardır. Bazı metinlerde yazı kimsenin anlayamaması için şifrelenmiştir. Bu yüzden Kabala'yı tamamen anlamak mümkün değildir. Gerçek manasını Yahudi olmayanın (ve Yahudilerin büyük bir kısmının da) tam bilmediği Kabala, ancak hakkında yazılmış olan kitaplar ile tanınabilir.
Bu iki sayfada Kabalistik metin ve sembol örnekleri görülmektedir.
Bazı araştırmacılar Kabala'nın kökenlerinin Eski Mısır'a uzandığı kanısındadır. Eski Mısır'da rahip sınıfında yaygın olan büyü merkezli öğretiler, zamanla Yahudiliğin içine de sızmış ve Kabala olarak bilinen mistik öğretinin temeli olmuştur. Kabala'nın Mezopotamya'daki putperest kültürlerden de kaynaklandığına dair işaretler vardır. Her durumda Kabala, Yahudileri Allah'ın vahyi olan gerçek Tevrat'tan uzaklaştıran, birtakım batıl inançlara sürükleyen sapkın bir öğreti olmuştur.
Bu konudaki sorun ise şudur: Aslında Kabala, Yahudilik dışı bir kaynaktan, Eski Mısır'ın ve Mezopotamya'nın bazı putperest toplumlarının pagan öğretilerinden kaynak bulmaktadır. Bu öğretilerin temel bir unsuru olan "büyü", bu nedenle Kabala'nın da önemli bir parçasıdır.
Yeniçağ'a ait Kabalistik bir grafik
Kabalist öğreti, evrendeki metafizik dengeler, şeytani güçler ve bilinçaltı dünyasıyla yakından ilgilenir ve bunları büyü yöntemleri ile etkilemeyi amaçlar. Ünlü Yahudi araştırmacı Shimon Halevi, Kabala, Tradition of Hidden Knowledge (Kabala ve Gizli Sırlar Geleneği) adlı kitabında Kabala'yı şöyle tanımlamaktadır:
Pratikte Kabala, kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı ve büyüye dayalı bir formudur. ( Warren Kenton, Zevben Shimon Halevi Kabbalah : Tradition of Hidden Knowledge (Art and Imagination), Paperback, 1980. )
Kabala'nın en önemli özelliği, büyü ile yakından ilgili olmasıdır. Kabala'yı tanıtan en tanınmış kitaplardan biri Die Kabala (Von Papus) da, Kabala-büyü ilişkisi şöyle vurgulanır:
Kabala'nın teorisi, büyünün genel teorisine bağlanır. (von Julius Nestler, Papus. Gerard Encausse, Die Kabbala, Einführung in die jüdische Geheimlehre, Fourier, 1975.)
Kabala çalışmalarına özellikle Ortaçağ'da kimi Yahudiler tarafından öncelik verilmiştir. Ortaçağ Avrupası'nın skolastik yapısı, Yahudiler üzerinde çeşitli kısıtlamalara ve baskılara neden olmuş, bu dönemde, Kabala'da yer alan gizli öğretilerin hayata geçirilmesi ile Yahudi toplumunun kurtuluşa ereceği düşüncesi yaygınlaşmıştır. Kabala'da belirtilen çeşitli egzotik ritüellerle, tüm Yahudileri içinde bulundukları durumdan kurtarıp, onları 'dünyanın efendileri' yapacağına inanılan Mesih'in yeryüzüne gelişinin hızlandırılacağına inanılmıştır. Kabalist hahamlar bunun için kişisel yoğunlaşma, derin konsatrasyon ve çile egsersizleri ile garip ritüeller yapmışlar, birtakım ayin ve trans yöntemleri kullanmışlardır.
Bu batıl inanış ve uygulamalar, 13. yüzyılda Granadalı haham Moses de Leon tarafından yazılan Zohar kitabı ile doruğa ulaşmıştır.
KABALA'NIN SIRLARI, ZOHAR VE SEFIROT
Şeytan Lucifer'in etki alanını gösteren Kabalistik şema
Zohar her ne kadar 13. yüzyılın sonunda yazılmış olsa da içerdiği bilgilerin geçmişinin 2. yüzyıla kadar dayandığı kabul edilir. İçinde antik dünyanın farklı ilimlerinin bulunduğuna inanılan Zohar'da en çok üzerinde durulması gereken, 'Sefirot' kavramıdır.
Sefirot aslında bir tür şemadır. Kabalacılar, Sefirot'un Allah'ın evreni yaratışının bir tür temsili ve yansıma şekli olduğunu iddia ederler. Bu mistik doktrine göre, evrendeki tüm olaylar Sefirot'a göre şekillenmektedir. İnsanın ruhundan evrenin yapısına kadar herşey Sefirot şeması ile uyumludur. Tüm varlıklar Sefirot'a göre konumlanır, yaşam Sefirot'a göre şekillenir. Dolayısıyla çeşitli ritüeller ile Sefirot üzerinde yapılacak oynamaların, olayların gidişatını kişinin istediği yönde değiştirebileceğine inanılır. Bu sapkın inanışa göre, bunu herkes yapamaz, bunun için Kabala başta olmak üzere tüm mistik bilgilere sahip olmak gerekir.
Kısaca, Kabalacıların Sefirot'a önem vermelerinin temelinde bu yolla 'tarihe yön verebileceklerine' inanıyor olmaları vardır.
"Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık" (Kamer Suresi, 49) ayetinde de buyurulduğu gibi, Allah tüm evreni ve insanlığı belirlenmiş bir kader ile yaratmıştır ve hiçbir varlığın, Allah'ın dilemesi dışında, bu kaderin dışına çıkması mümkün değildir.
Yahudi yazar Eli Barnavi, Kabala'yı ve Sefirot'un Kabalacılar için taşıdığı önemi şöyle anlatır:
Kabala, Ortaçağ'daki ilk ortaya çıkışını 12. yüzyılda Güney Fransa'daki Provins'de yaptı. Bununla birlikte asıl doruk noktasına 13. yüzyılda Sefer ha-Zohar'ın yazılımıyla birlikte İspanya'da ulaştı... Burada geliştirilen Kabala teorisine göre kutsallık, kendisini, Allah ve yaratılış arasındaki ilişkiyi açıklayan on Sefirot ile açıklıyordu. Bu Sefirotlar, Tanrısal aklı temsil ettiklerine göre, bütün varlıklar da bunlara göre konumlanabilirdi. Bu durumda insan, bazı ritüelleri uygulayarak, bu Sefirotları etkileyebilir ve dolayısıyla dünyanın gelişimine yön verebilirdi. Bu Sefirot teorisi, İspanya'daki Kabalacı öğretinin temel noktası haline geldi. (Eli Barnavi, A Historical Atlas of Jewish People, Londra, Hutchinson, 1992, sf. 1)
Kabala'nın en önemli öğretisi: Sefirot (solda)
Kabala'nın en temel öğretisi olan Sefirot pek çok büyüsel sembolde de kullanılır. (sağda)
Yahudiliğin önemli sembollerinden olan altı köşeli yıldız gerek Kabala'nın gerekse Kabala kaynaklı büyücülüğün en temel sembollerindendir.
Hatta Zohar kitabında insanın davranışlarının İlahi dünya üzerinde etkileri olacağı gibi bir sapkınlığa da kapsamlı olarak yer verilmektedir. Ancak tüm bunlar, hak din ile çelişen çok batıl inanışlardır. Zaten gerek Kabala'da, gerek Sefirot şemasında gerekse bu ritüellerde kullanılan semboller ve tanımlar da bu inanışın hak din öncesi putperest dönemden geldiğini göstermektedir. Eski Mısır yazıtları üzerindeki semboller dikkatli bir gözle incelendiğinde Kabalistik semboller ile benzerlikleri dikkati çekmektedir.
Unutmamak gerekir ki, egzotik ve mistik inanç ve uygulamalarla dünya üzerinde etki oluşturabileceğine inanmak çok büyük bir sapkınlıktır. Dünya üzerinde gelişen her olay Allah'ın bilgisi ve izni ile gerçekleşir. Allah ayetlerde şu şekilde bildirmiştir:
Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük, büyük herşey satır satır (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 52-53)
Dolayısıyla, Kabalistler en gizemli ritüelleri yaptıklarını sandıkları ve tarihe yön verdikleri yanılgısına kapıldıkları anda da aslında Allah'ın kendileri için dilemiş olduğu kaderi yaşamaktadırlar. "Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın" (Neml Suresi, 75) ayetinde de bildirildiği gibi, yeryüzünde olan ve biten herşey Allah katındaki kitapta bellidir. Kimsenin bunun dışında bir yaşam sürebilmesi ya da buna müdahalede bulunabilmesi kesin olarak mümkün değildir. Böyle batıl inançlara kapılanlar, ciddi bir aldanış içindedirler.
Kabala'nın günümüz Yahudiliğine ve ateist Siyonizme olan en büyük (ve negatif) mirası ise, söz konusu "tarihin değiştirilebileceği" yanılgısı olmuştur. Bu nedenledir ki, temelde din dışı bir hareket olan Siyonizm ortaya çıktığında ve Yahudiler için dini bir umut olan "Kudüs'e dönüş" ülküsünü din dışı ve siyasi bir hedef haline getirdiğinde, Kabalacı hahamlar bu projeye destek vermişlerdir. Ateist Siyonizme destek veren az sayıdaki dini liderden biri olan Haham Avraham Yitzhak Hacohen Kook, ünlü bir Kalabacı'dır ve Siyonizmi Mesih'in gelişinin insan eliyle hızlandırılması olarak tanımlamıştır. (Buna karşılık pek çok Yahudi ise bunu bir "sekülerleşme" olarak görmüşlerdir ve bunda haklıdırlar. Bu gün de ateist Siyonizme karşı çıkan dindar Yahudiler, söz konusu "sekülerleşmeyi" reddedenlerdir.)
Ortaçağ Yahudi Kabalacılarını gösteren ünlü bir gravür. (üstte)
Kabala'da kullanılan Sefirot şemalarından biri. (solda) |
DINLERINI DEĞIŞTIRIP BOZANLAR
Bu bölümde incelediklerimizin gösterdiği gibi, Yahudi toplumu içinde yer alan bazı kimseler yalnızca Tevrat'ı tahrif etmekle kalmamış, aynı zamanda din ahlakına taban tabana zıt anlayışları Yahudi şeriatının önemli bir parçası haline getirmişlerdir. Yazdıkları kitaplarda, yaptıkları çarpık yorumlamalar ve çıkarımlarla, Hz. Musa'nın gerçek şeriatından tamamen uzak, geleneksel Yahudi ideolojisinin devamı olan bir yapı ortaya çıkarmışlardır. Allah Kuran'da söz konusu Yahudilerin, dinlerini değiştirip bozduklarını pek çok ayette bildirmektedir:
Onlardan zulmedenler, sözü kendilerine söylenenden başka bir şeyle değiştirdiler... (Araf Suresi, 162)
... Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı. (Bakara Suresi, 75)
Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "Bu Allah Katındandır" diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına. (Bakara Suresi, 79)
... Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı. (Bakara Suresi, 75)
Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında satmak için "Bu Allah Katındandır" diyenlere. Artık vay, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına. (Bakara Suresi, 79)
Aslında bu ahlaka sahip olan kimseler, henüz Hz. Musa hayatta iken ve onlara hak dini tebliğ ederken dahi Hz. Musa'ya çeşitli zorluklar çıkarmışlardı. En önemli özellikleri ise, puperestliğe gösterdikleri eğilimdi. Hz. Musa'dan önce de, Hz. ibrahim, Hz. ishak, Hz. Yakub gibi pek çok peygamberin tebliğine şahitlik eden Yahudiler tevhid dinini gayet iyi biliyorlardı, buna rağmen putperest Mısır toplumunun geleneklerinden çok etkilenmişlerdi. Nitekim Allah'tan gereği gibi korkmayan bu kişiler, ellerine geçen ilk fırsatta putperest ritüellere döndüler ve Hz. Musa'nın anlattığı hak dinden yüz çevirdiler:
İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir." (Araf Suresi, 138-139)
Ayetlerde bildirilen kişiler, Yahudi toplumu içinde söz sahibi konuma gelmişler ve pek çok kişiyi de peşlerinden sürüklemişlerdir. Bilinçsizce bu kişilere uyanlar da, kimi zaman Hz. Musa ile birlikte mücadele etmekten kaçınmışlar (Maide Suresi, 24), kimi zaman Allah'ı açıkça görmedikçe iman etmeyeceklerini söylemişler (Bakara Suresi, 55), kimi zaman Hz. Musa'ya karşı saygıya uygun olmayan bir tutum takınmışlar (Ahzap Suresi, 69), kimi zaman kendilerine verilen nimetleri unutarak nankörlük etmişler (Bakara Suresi, 61), kimi zaman Hz. Musa'nın kendilerine emrettiği şeriatı uygulamamak için mazeretler öne sürmüşlerdir (Bakara Suresi, 67-71).
Ateist Siyonist İdeoloji
Ateist Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, dini inançlardan tümüyle uzak bir Marksistti.
Siyasi ateist Siyonizm, aşırı milliyetçilik akımlarının hızla yayıldığı 19. yüzyıl Avrupası'nda, Theodore Herzl'in önderliğinde ortaya çıktı. Hareketin önderliğini yapan Yahudilerin hiçbiri dindar değildi; hatta aralarında pek çok ateist de vardı. Bu Allah'sız, dinsiz Siyonizm büyük devletlerin yönetici kadrolarında kendisine önemli destekler buldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışının ardından ateist Siyonist hareket, ana hedefi olan Yahudileri Filistin'e yerleştirme projesini hızla hayata geçirdi. II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin soykırımına maruz kalan Yahudilerin de ateist Siyonistler tarafından büyük kafileler halinde Filistin'e götürülmesi ile birlikte, Siyonistler hedeflerine bir adım daha yaklaşmış oldular. Ancak ateist Siyonistlerin hedeflerini gerçekleştirmeleri çok kanlı ve acımasız oldu. Söz konusu saldırganlık ve acımasızlık günümüzde de halen devam etmektedir. Bunun temelinde de ateist Siyonizmin ırkçı, saldırgan ve işgalci bir ideoloji olması yatmaktadır.
Ateist Siyonist ideoloji Yahudileri bir vatanda toplamayı ve bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı hedeflerken, dini değerlerden ziyade ulusal değerleri ön plana çıkarmaktaydı. Ateist Siyonistlere göre, Yahudiler yalnızca ayrı bir dini topluluk değil, ayrı bir ulus, ayrı bir ırktı ve bu ırka mensup tüm insanların tek bir çatı altında toplanması gerekiyordu. Bu çatının neresi olacağı sorusuna da ateist Siyonistler dini değil, din dışı bir cevap aramışlar ve önce Uganda'yı düşünmüşlerdi. Tarihe "Uganda Planı" olarak geçen proje işlemedi ve ateist Siyonist hareket hedef olarak Filistin'de karar kıldı. Ancak Filistin'e önem vermelerinin nedeni, bu bölgenin dini anlamı değil, "Yahudi ulusunun tarihsel vatanı" oluşuydu. Bu plan ortaya atılırken, Filistin topraklarında yaşamakta olan toplumlara ne yapılacağı, onların nasıl bir sonla karşılaşacağı ise tartışılmıyordu bile. Çünkü Filistin'de yaşayan halk ateist Siyonistler tarafından yok sayılmaktaydı.
Afrikalı veya Ortadoğulu ırkları maymunlarla aynı seviyede gören Sosyal Darwinist anlayış, üstteki 19. yüzyıl çiziminde en açık şekilde resmedilmişti. Bir 19. yüzyıl ideolojisi olan ateist Siyonizm de, dönemin bu ırkçı anlayışını kabul ediyordu.
İsrail'e yapılan Yahudi göçlerini gösteren bir harita.
Bu yoksayış, ateist Siyonist ideoloji tarafından 19. yüzyılın hakim ideolojisi olan Sosyal Darwinist bir mantıkla açıklanıyordu. Buna göre, sözde "Avrupalı ileri uluslar" arasında yer alan Yahudiler Filistinlilerden üstündü ve Filistinliler, Yahudilerin dilediği gibi hareket etmeye mecburdu. Darwinizm'in yoğun etkisi ile, ateist Siyonistler Filistinlileri sözde henüz gelişimini tamamlayamamış bir tür hayvan olarak adlandırıyor, dolayısıyla bu tür "aşağı" ırkların sonunun ne olacağı ile ilgilenmiyorlardı. Bu Sosyal Darwinist ideoloji, ateist Siyonist ideolojiye damgasını vurdu. Öyleki neredeyse bir asır sonra bile, İsrail Başbakanı İzak Şamir, BM'in ateist Siyonizmi ırkçılık olarak kabul eden kararı onaylamasının ardından yaptığı açıklamada şöyle diyordu:
Ağaçlardan inen insanlardan meydana gelen ulusların dünyanın liderliğini üstlenmeleri kabul edilebilecek bir şey değildir. İlkeller nasıl kendilerine ait fikirlere sahip olabilirler? Birleşmiş Milletler'in kararı bir kez daha bize göstermiştir ki, biz diğer uluslar gibi değiliz. (Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, sf. 193)
Burada bir noktayı belirtmek ve Siyonizmi ne anlamda eleştirdiğimizi açıklamak gerekir. Kuşkusuz yaşadıkları ülkelerde zulme maruz kalan Yahudilerin dünyanın istedikleri yerine göç etmeleri ve orada kendilerine yeni bir yurt kurmaya çalışmaları son derece insani ve haklı bir taleptir. Yerleşmeyi istedikleri ülkenin Filistin olmasında da hiçbir sakınca yoktur. Siyonizm, eğer sadece bunu amaçlasaydı, meşru bir hareket olurdu. Ancak sorun, Siyonizmin ateistlerce sömürgeci ve işgalci bir projeye dönüşmesiyle başlamıştır. Haksız olan, asırlardan beridir söz konusu topraklarda yaşamakta olan insanların zorla ve baskıyla evlerinden, topraklarından çıkarılmaları, yurtlarını terk etmek istemeyenlerin ise acımasızca katledilmesidir. İşte Siyonizmi haksız kılan budur.
Ateist Siyonizmin ismini aldığı Kudüs'teki kutsal Siyon tepesi.
ATEIST SIYONIZM DIN DIŞI BIR İDEOLOJIDIR
Hıristiyan dünyasında ateist Siyonizme sempati duyan çevrelerin en büyük yanılgıları Siyonizmin dini temele dayanan bir ideoloji olduğunu sanmalarıdır. Oysa ateist Siyonizm gerek kurucularının zihniyeti gerekse savunduğu görüşler ile tamamen din dışı bir ideolojidir. İdeoloji, ırkçılığı ve Kabala'daki "tarihi değiştirme" projesini kısmen devralmış ve bunları din dışı bir anlayışla yorumlamış ve kullanmıştır.
Hareketin kurucularının kimliği bu konuda oldukça aydınlatıcıdır. Öncelikle, bilindiği gibi siyasi Siyonizmin kurucusu olan Theodore Herzl dini bilince sahip olmayan birisiydi. Herzl'in ardından hareketin lideri olan Max Nordau da ateist olduğunu açıkça ilan etmekteydi. İdeolojinin hem kurucuları hem de sonradan gelen takipçileri için asıl olan Yahudi 'ırkı'nın saflığının korunabilemesi idi. Max Nordau, ateist Siyonizme yönelik, "Siyonizm dini değil, ırkçı bir ideolojidir" eleştirisine cevap olarak, bu konuda kendisini eleştirenlerle kesinlikle "hemfikir" olduklarını söylüyordu. (LenniBrenner, In the Age of Dictators, http://www.marxists.de/middleast/brenner/ch02.htm#n3)
Ateist Siyonizmin kurucuları, Yahudi diniyle hemen hiçbir ilgileri olmayan kişilerdi. Herzl'den sonra hareketin en önemli ikinci ismi konumundaki Max Nordau (üstte solda) koyu bir ateistti. Sağ kanat Siyonizmin kurucusu olan Jabotinsky (sağda) ise, dini sadece milli bir kavram olarak görüyor, gerçek anlamda bir dindarlığa karşı çıkıyordu.
Gerçekte Herzl ve Nordau gibi ateist Siyonizm kurucularını ve onları izleyen kuşakları etkileyen fikirler, 19. yüzyıl Avrupası'nın din dışı ideolojileriydi. Bunun en belirgin örneklerinden biri "sağ kanat Siyonizmin kurucusu" olarak bilinen Zeev Jabotinsky'di. Hitler ve Mussolini hayranı olan Jabotinsky, bu faşist diktatörlerin ırkçı ideolojisinin Yahudi versiyonunu oluşturmak istemişti. Siyonizm tarihi konusunda uzman araştırmacılardan biri olan Lenni Brenner, Jabotinsky'den söz ederken şöyle yazar:
Jabotinsky'nin ırkçılığının kökenlerini görmek kolaydır. 20. yüzyılın yüzyıl başlarındaki zengin Batı dünyası, ırklar arasındaki biyolojik çatışmaya dair Sosyal Darwinist fikirlerle istila edilmiştir ve bu fikirler de çok geç kalmadan erken Siyonistler arasında kök salmıştır. (Lenni Brenner, The Iron Wall, http:// www.marxists.de/middleast/ironwall/02-ruszion.htm)
Theodore Herzl'in albümünden bazı kareler
Jabotinsky'nin görüşleri, İsrail'in kurulmasıyla birlikte Herut Partisi'nin temelini oluşturmuştur. Herut zamanla diğer bazı küçük partilerle birleşerek Likud'a dönüşmüştür. Menahem Begin, İzak Şamir, Benjamin Netanyahu veya Ariel Şaron gibi İsrail'in radikal, sertlik yanlısı politikacıları Likud'un liderleridir. Bir başka deyişle, 2000'li yılların başında İsrail'in başbakanlık koltuğuna oturan ve uzlaşmaz politikalarıyla şiddeti körükleyen Ariel Şaron'un fikri kökleri, Jabotinsky'nin Sosyal Darwinizm'ine uzanmaktadır. Bu "Sosyal Darwinist Siyonizm", İsrail'in bugüne kadar işlediği insanlık suçlarının çıkış noktasıdır.
Konunun en önemli yanı ise, söz konusu Siyonizm anlayışının, tamamen seküler ve hatta din-karşıtı bir ideoloji olan Sosyal Darwinizm'den kaynak bulmasına rağmen, dini bir söylem kullanmasıdır. Likud ve ondan da radikal olan İsrailli partiler; tüm Filistin topraklarını ilhak etme, Filistinlileri katliamdan geçirme veya sürgün etme ve hatta diğer Arap ülkelerinin topraklarını işgal etme gibi acımasız hedeflerini, Yahudi dininin kavramlarını kullanarak, Muharref Tevrat pasajlarından alıntılar yaparak meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Oysa bu büyük bir yanılgıdır. Yahudilik, aynen İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi, İlahi bir dindir ve haksız şiddet kullanımına hiçbir şekilde izin vermez. Yahudi dini, Allah'ın Hz. Musa aracılığıyla İsrailoğulları'na indirdiği kutsal hükümlere dayalıdır ve bu hükümler -tarih içinde bazı dejenerasyonlara uğramış da olsalar- genel olarak adalet, barış ve merhameti emreder. Sosyal Darwinist bir ideoloji olan ateist Siyonizmin, kendisine Muharref Tevrat'tan destek bulmaya çalışması, bir zamanlar Mussolini ve Franco gibi faşistlerin Katolik Kilisesi'ni kendi ideolojilerini desteklemek için kullanmaya çalışmalarına benzer bir ikiyüzlülüktür.
Bu gerçek, ilk baştan beridir ateist Siyonizmin dindar Yahudiler tarafından şiddetle eleştirilmesine yol açmıştır.
Bunlardan biri olan Lubavich hahamı Sholem Dov Ber Schneersohn, henüz İsrail'in kurulmadığı yıllarda, ateist Siyonizmin Yahudilik açısından bir sapma olduğunu şöyle açıklamıştı:
Siyonistlerin tüm yazılarından görülmektedir ki, ana amaçları ve faaliyetleri, Yahudi halkı arasında, Tevrat'ın ve Tevrat emirlerinin tek hedefinin ulusal duyguları güçlendirmek olduğu izlenimini oluşturmaktadır. Bu teori, kendilerini Siyonist ideali gerçekleştirmeye adamış olan araçlar gibi gören gençlik arasında kolayca görülebilir. Kendilerini Tevrat'tan ve hükümlerinden tamamen bağımsız görmektedirler. Onlara göre ulusçuluk dinin yerini almıştır...Siyonistler, kardeşlerimizi bağımsız bir ulus ve devlet amacına yönelik olan Siyonist tutku uğrunda etkilemek için, kaçınılmaz olarak insanları Tevrat'tan ve onun emirlerinden uzaklaştırmaya çalışacak, veya onların Tevrat'a bağlılıklarını olabildiğince zayıflatmaya çabalayacaklardır ki, Tevrat'ın yerini ulusçuluk alsın. Çünkü bilinmektedir ki, Tevrat'a bağlı olanlar, değişerek bir başka inancı benimsemeye kapalıdırlar. Şu açık bir gerçektir ki, Siyonistler sadece Yahudilikten uzaklaşmakla kalmamakta, aynı zamanda, insanların kalbinden Tevrat'a ve hükümlerine yönelik manevi duygularını kasten silerek Yahudi ruhlarını tümüyle tahrip etmektedirler. (http://www.jewsnotzionists.org/)
Haham Schneersohn, ateist Siyonizmin kurucusu olan Theodore Herzl'in Yahudilikten ne kadar uzak bir insan olduğunu da, dini hükümlere kayıtsızlığını vurgulayarak belirtiyordu:
Herzl Kutsal Topraklara gittiğinde, Allah'tan tümüyle uzaktı. Kutsal Şehre (Yahudilikte iş yapmanın yasak olduğu) Cumartesi günü girerek, Tevrat'ın kutsallığına karşı çıktı... Tevrat'ı açıkça çiğnedi, hem de kutsal şehirde ve kutsal Tapınak mekanında ve Allah'ın gözünde kötü olanı yaptı. (http://www.jewsnotzionists.org/)
Haham Schneersohn'un ateist Siyonizme yönelik eleştirileri doğru çıktı. Ateist ve radikal Siyonistler, Yahudi dininin kavramlarını kullanmalarına karşın tümüyle din dışı bir proje ortaya koydular. Bugün de ateist Siyonizm, dini kavramları ulusal amaçlar için kullanmaya devam etmektedir. Bu gerçek yine pek çok dindar Yahudi tarafından da belirtilmekte ve şiddetle eleştirilmektedir. Bu dindar Yahudileri çatısı altında toplayan örgütlerden biri olan Neturei Karta, Siyonizme karşı oldukça ciddi eleştiriler getirmektedir. Neturei Karta'nın çeşitli medya organlarında ve internette yayınlanan bir bildirisinde şöyle denmektedir:
Neturei Karta gerçek Yahudiliğe bağlı, Siyonist harekete, onun somut örneği olan İsrail hükümetine ve onların kutsal topraklar üzerinde devam eden işgal ve saldırısına karşı olan, dünyadaki yüz binlerce Ortodoks Yahudiyi temsil eden bir cemaattir. Şu bilinen bir gerçektir ki, (tanınmış bir ateist tarafından oluşturulan) Siyonist hareketin, Yahudileri manevi olarak dinlerine bağlı insanlardan, ulusçu insanlara dönüştürme programına dindar Yahudilerin büyük çoğunluğu karşı çıkmışlar ve ünlü hahamlar ve bilginler de ısrarla Siyonistleri kınamışlardır. Bunun temel nedenleri şunlardır:
1) Onların (Siyonistlerin), Yahudiliğin Peygamberleri ve Bilgeleri tarafından vaat edilen "Kurtarıcı Mesih"i inkar etmeleri ve bunu maddesel ulusçu bir kavrama dönüştürmeleri (Bir ülke ve ordu kurulması gibi vs.)
2) Bu hareketin (Siyonizmin) kaçınılmaz olarak doğuracağı çatışmaları ve bunun sonucunda oluşacak olan vahşet ve yıkıcı sonuçları önceden görmeleri -özellikle de Arap halklarına karşı.
3) Siyonist hareketin, Tevrat'ta ve peygamberlerin yazılarında bize bildirilen "Kutsal Toprakların, günahları nedeniyle İlahi emirle Yahudilerin elinden alınması" şeklindeki İlahi hükmü üzeri örtülü bir biçimde inkar etmesi. Bu durumu düzeltmek için Siyonist ideolojinin iddia ettiği gibi insan/ordu kullanarak atılan her adımın, Tevrat'a aykırı olduğu ve eninde sonunda başarısızlıkla sonuçlanacağı açıktır.
Görüldüğü gibi Ordotoks Yahudilerin, Siyonist ideoloji veya onun insan yapımı "kurtuluş" projesi ile bir ilgileri yoktur, ancak sabırla Peygamberler tarafından bildirilen "Kurtarıcı Mesih"i beklemektedirler. Bize bildirildiği gibi, tüm insanların "Tek Yaratıcının" egemenliğini gördükleri zaman, İşaya peygamberin sözleri yerine gelmiş olacaktır: "İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri, mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar." (İşaya, 2:4)(http://www.netureikartauk.org/)
Neturei Karta'nın üstteki açıklamasından aktarılan ve dindar Yahudilerin Mesih'in gelişiyle bekledikleri barış ortamını anlatan Muharref Tevrat pasajı ise şöyledir:
RAB uluslar arasında yargıçlık edecek,
Birçok halkın arasındaki anlaşmazlıkları çözecek.
İnsanlar kılıçlarını çekiçle dövüp saban demiri,
Mızraklarını bağcı bıçağı yapacaklar.
Ulus ulusa kılıç kaldırmayacak,
Savaş eğitimi yapmayacaklar artık. (İşaya, 2:2-4)
Görüldüğü gibi, Yahudilere Muharref Tevrat'ta vaat edilen Mesih dönemi, barış ve kardeşlik kavramlarına dayalıdır. Oysa bir tür "sahte Mesih" hareketi olan ateist Siyonizm, hem Yahudilere hem de diğer Ortadoğu halklarına savaş ve düşmanlık getirmiştir. Neturei Karta'nın Siyonizm hakkındaki açıklamasının devamında, bu konuda şu yorum yapılır:
İsrail hükümeti ve Siyonist liderlik, terör, aldatmaca ve hilekarlık yoluyla, bilgili olmayan pek çok kardeşimizi aldatmayı başarmış olmasına rağmen, halen kutsal topraklarda ve dışarıda yaşayan yüz binlerce Yahudi, Yahudiliğin gerçek bakış açısını korumakta, bunu Siyonist ulusçu ideoloji ile değiştirmeyerek ona sahip çıkmakta ve "İsrail"i tanımayı reddetmektedir. Bu Yahudiler milletler arasındaki çatışmalara karşı çıkmakta ve Araplarla ve dünyadaki tüm diğer milletlerle barış içerisinde yaşamak istemektedirler. Yeremya Peygamberin bize binlerce yıl önce söylediği "Sizi sürmüş olduğum kentin esenliği için uğraşın" hükmünde belirtildiği gibi. (Yeremya, 29:7)
Ayrıca, bizler Yahudi dini kurallarının ve ahlakının "İsrail" yönetimi tarafından kökünden kazınmasına karşı olmaya devam ediyoruz. Bu yönetimin üyelerinin çoğunluğu gerçekte din dışıdır ve hatta Yahudiliğin en temel emirlerini (örneğin Sabat gününe riayeti veya haram yiyeceklerle ilgili hükümleri) uygulamamaktadır; dahası yönetimleri Yahudiliğin ahlaki kurullarını hiçe saymaktadır. (http://www.netureikartauk.org/)
Her ne kadar Neturei Karta gibi çevrelerin savunduğu "İsrail'in yıkılması" şeklindeki radikal hedefe katılmasak ve İsrail'in (1967 öncesi sınırları içinde) var olma hakkını kabul etsek de, bu çevrelerin İsrail'e getirdiği eleştirilerin haklılık payını kabul ediyoruz. Gerçekten de Neturei Karta'nın belirttiği gibi ateist Siyonizmin en aldatıcı yönü, Yahudi dininin kavramlarını çarpıtarak kullanması ve böylece sahte dindar bir kimlikle ortaya çıkmasıdır. Bunun en açık örneğini, ateist Siyonizmin "seçilmişlik" kavramını çarpıtmasında görebiliriz.
ATEIST SIYONIZMIN DINI KAVRAMLARI ÇARPITMASI
Ateist Siyonistler, Eski Ahit'te Yahudilerden "seçilmiş ve üstün bir ırk" olarak bahsedildiğini öne sürmekte, geçmişte yaşayan Yahudi toplumları ile dönemin inkarcı toplumları arasında yaşanan savaşlardan ve mücadelelerden örnekler vermektedirler. Böylece, ırkçılıklarına ve Araplara karşı yürüttükleri katliamlara sözde meşru bir zemin oluşturduklarına inanmaktadırlar. Oysa bu, art niyetli yorumlamalardan ibaret bir çıkarımdır. Allah'ın Yahudilere bir dönem 'seçilmişlik' vasfı vermiş olduğu, içlerinden pek çok peygamber çıkardığı doğrudur. Ancak bu, o dönem için geçerli olan bir durumdur. Bu konuyla ilgili Kuran ayetlerinden bazıları şu şekildedir:
Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir dönem) alemlere üstün kıldığımı hatırlayın. (Bakara Suresi, 4)
Andolsun, Biz İsrailoğullarına Kitap, hüküm ve peygamberlik verdik, onları temiz ve güzel şeylerle rızıklandırdık ve onları alemlere üstün kıldık. (Casiye Suresi, 16)
Ayetlerde, Allah'ın bir dönem Yahudilere nimetler verdiği ve yine bir dönem onları diğer milletlere hakim kıldığı anlatılmaktadır. Ancak bu ayetlerde ateist Siyonistlerin anladığı anlamda daimi bir 'seçilmişlik' ve siyasi bir üstünlük ifade edilmemektedir. Birçok peygamberin bu soydan gelmiş olmasına ve Yahudilerin bir dönem geniş topraklarda hakimiyet kurmuş olmalarına işaret edilmektedir. Ayetlerde bu imani vasıfları nedeniyle Yahudilerin 'bir dönem alemlere üstün kılınmaları' anlatılmaktadır. Oysa elbette Yahudilerin Allah'ın hükümlerini göz ardı etmeleri, bu seçilmişliğin sonu anlamına gelir. Seçilmişlik, Kuran'da peygamberler ve kendilerine hidayet verilen kullar için kullanılmaktadır. Ayetlerde elçilerin seçildikleri, doğru yola iletildikleri ve Allah'ın onlara nimet verdiği ifade edilmektedir.
Bazı dindar Yahudiler, günümüzün ateist Siyonist ideolojisini, Hz. Musa döneminde Yahudileri saptıran altından buzağı putuna benzetmektedirler. Altından buzağı, Yahudilerin Allah'tan yüz çevirip dünyevi açıdan çekici gibi görünen bir şeye yönelmelerinin sembolüdür. Tevrat hükümlerini göz ardı ederek veya çarpıtarak ateist Siyonist ideolojiyi körü körüne destekleyenler de yine aynı şeyi yapmaktadırlar. Altından buzağının bir özelliği ise, Yahudiliğe dışarıdan girmiş olmasıdır: Bu put aslında, üstteki resimde de görüldüğü gibi, Eski Mısır'ın putperest inancında vardır ve Yahudilerin arasına bu kaynaktan girmiştir. Benzer bir durum ateist Siyonizm için de geçerlidir: 19. yüzyılın ateist ve din dışı öğretilerinden kaynak bulan ateist Siyonizm, Yahudiliğe dışarıdan girerek, hem Yahudilerin kendisini hem de Ortadoğulu Müslümanları felaketlere sürüklemiştir.
Bu konuyla ilgili bazı ayetler şu şekildedir:
Babalarından, soylarından ve kardeşlerinden, kimini (bunlara kattık); onları da seçtik ve dosdoğru yola yöneltip-ilettik. Bu, Allah'ın hidayetidir; kullarından dilediğini bununla hidayete erdirir. Onlar da şirk koşsalardı, elbette bütün yapıp-ettikleri 'onlar adına' boşa çıkmış olurdu. Bunlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiklerimizdir. Eğer bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa, andolsun, Biz buna (karşı) inkara sapmayan bir topluluğu vekil kılmışızdır. (En'am Suresi, 87-89)
İşte bunlar; kendilerine Allah'ın nimet verdiği peygamberlerdendir; Adem'in soyundan, Nuh ile birlikte taşıdıklarımız (insan nesillerin)den, İbrahim ve İsrail (Yakup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahman (olan Allah')ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye kapanırlar. (Meryem Suresi, 58)
Ateist Siyonizmin ırkçı görüşlerine, Talmud ve Tevrat'tan çarpıtılarak alınan pasajlar da dayanak gösterilmiştir. Kuran'da bildirildiği gibi Tevrat nesiller boyunca aktarılırken bazı kötü niyetli Yahudiler tarafından tahrifata uğramış ve birtakım hurafeler bu İlahi kitaba dahil edilmiştir. Ateist Siyonist ideoloji ve onun öncüsü olan radikal Yahudi ırkçılığı, Muharref Tevrat'ın özelikle bu dejenere kısımlarına dayanmaktadır.
Ateist Siyonist çarpıtmanın ikinci bir aşaması, söz konusu üstünlük iddiasını 'diğer milletlere vahşet uygulama emri' gibi göstermesidir. Ateist Siyonistler bunun için Muharref Tevrat'ta yer alan bazı açıklamaları kaynak olarak kullanmaktadırlar. Buna göre Yahudilerin diğer milletlerden ve dinden insanları aldatmaları, mallarını ve mülklerini yağmalamaları ve hatta gerektiğinde kadınlar ve çocuklar da dahil olmak üzere onları katletmeleri olağandır. Oysa tüm bunlar gerçek dine aykırı zulümlerdir. Allah insanlara adaleti, dürüstlüğü, mazlumun hakkını korumayı, barışı ve sevgiyi emretmiştir.
Üstelik ateist Siyonistlerin kendilerine rehber edindikleri bu açıklamalar, yine Muharref Tevrat'ta yer alan diğer açıklamalarla da çelişmektedir. Muharref Tevrat'ta şiddetin ve zulmün kınandığına dair açıklamalar da vardır. Ancak ırkçı bir ideoloji olan ateist Siyonizm bunların hepsini göz ardı ederek kin ve öfkeye dayalı bir inanış oluşturmuştur. Samimi olarak Allah'a iman eden Yahudilerin de ateist Siyonist ideolojinin etkisi altında kalmak yerine, kitaplarında yer alan bu açıklamalara uymaları daha doğru olacaktır. Muharref Tevrat'da barışın, sevginin, merhametin ve güzel ahlakın övüldüğü açıklamalardan bazıları şu şekildedir:
İsrail ordusu tarafından Nisan 2002'de kuşatılan ve vurulan Cenin mülteci kampında aralarında pek çok çocuk ve kadının da bulunduğu yüzlerce sivil insan yaşamını yitirdi. Bu, İsrail'in ateist Siyonist ideolojinin gereği yaptığı acımasız saldırıların sadece tek bir örneğiydi. (üstte)
Aldıkları ateist Siyonist eğitimde, İsrail askerlerine, sivil-asker, çocuk-büyük ayrımı yapmadan gördükleri her Filistinliye gözlerini kırpmadan ateş açabilecekleri derecede gaddar ve acımasız bir ruh aşılanmaktadır. (solda)
|
Hükümde haksızlık etmeyeceksiniz; fakirin hatırını saymayacaksın, ve kudretlinin hatırına itibar etmeyeceksin; ve komşuna adaletle hükmedeceksin. Kavminin arasında çekiştiricilik edip gezmeyeceksin; komşunun kanına karşı ayağa kalkmayacaksın; ben RAB'IM... Öç almayacaksın, ve kavminin oğullarına kin tutmayacaksın; ve komşunu kendin gibi seveceksin; Ben RAB'IM. (Levililer, Bab 19, 15-17)
Ey adam, iyi olanı sana bildirdi; ve hak olanı yapmak, ve merhameti sevmek, ve Allah'la alçak gönüllü olarak yürümekten başka Rab senden ne ister? (Mika, Bab 6, 8)
Katletmeyeceksin. Zina etmeyeceksin. Çalmayacaksın. Komşuna karşı yalan şehadet etmeyeceksin. Komşunun evine tamah etmeyeceksin; (Çıkış, Bab 20, 13-17)
İslam ahlakına göre de dindar insanın yeryüzündeki hedefi barış, sevgi, adalet ve dostluk olmalıdır. Savaş temelde savunma amacına yöneliktir. Bir topluma karşı savaş açılmış olsa da, bu savaş sırasında masumların hayatı ve hukuku mutlaka korunmalıdır. Kadınların, çocukların ve yaşlıların katledilmelerine yönelik bir emir dine ait olamaz, ancak din adına uydurulmuş hurafelere ait olabilir. Allah Kuran'da hem bu gibi bozgunculukları lanetlemiş hem de bütün insanların Allah katında eşit olduklarını, üstünlüğün ırka, soya veya herhangi bir dünyevi değere göre değil, Allah'a yakınlık ve sevgiye yani takvaya göre olduğunu belirtmiştir:
Ey insanlar gerçekten Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, yada soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Hıristiyanlığın temelinde de sevgi, barış ve hoşgörü vardır. Matta İncili'nde Hz. İsa'nın öğrencilerine"düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin" dediği yazılıdır. (Matta 5/44) Luka İncili'nde ise, Hz. İsa'nın "bir yanağına tokat atana diğer yanağını çevir" dediği bildirilir. (Luka, 6/29) Yeni Ahit'in hiçbir yerinde şiddeti meşrulaştıran hüküm bulunmamaktadır, masum insanların katledilmesi yönünde bir düşünceye ise kesinlikle yer yoktur. Bu durumda, samimi dindar Yahudilerin ve Hıristiyanların din dışı bir ideoloji olan ateist Siyonizme karşı Müslümanlarla ittifak yapmaları önem kazanmaktadır. Ne var ki, günümüzde Hıristiyan dünyası içinde bazı kesimler, henüz bu gerçeğin tam anlamı ile farkına varabilmiş değillerdir.
HIRISTIYAN DÜNYASI ATEIST SIYONIZME KARŞI DIKKATLI OLMALIDIR
Hıristiyan dünyasının, ne İncil'i ne de Hz. İsa'yı tanıyan ırkçı ateist Siyonizmi kendisine müttefik olarak görmesi çok büyük bir yanılgı olacaktır.
Ateist Siyonizmin ilk ortaya çıktığı dönemlerde bazı Batılı devletlerden aldığı destek, günümüzde büyük ölçüde devam etmektedir. Söz konusu desteğin devam etmesinde yanlış bilgilendirmenin yanı sıra, ateist Siyonizmle ortak değerlere sahip olan masonluk örgütünün büyük etkisi vardır. Ateist Siyonizm gibi din karşıtı olan masonluk, bu ideolojinin vahşetini ve zulümlerini gizlemek, ateist Siyonistleri meşru bir mücadele yürütüyorlarmış gibi göstermek için faaliyette bulunmaktadır. Ve bu faaliyetlerde de oldukça başarılıdır. Özellikle Amerika'da söz konusu faaliyetlerin etkisi yoğun olarak hissedilmektedir.
Bu çalışmaların en önemli kısmını, medya aracılığı ile halkın yanlış bilgilendirilmesi ve çoğu zaman da bilgilendirilmemesi oluşturmaktadır. Halkın büyük çoğunluğu genellikle, İsrail saldırganlığına maruz kalan masum insanların başına gelenleri değil de, genellikle hep 'dört tarafı düşmanlarla çevrili küçük bir ülke olan İsrail'in ayakta kalma mücadelesi'ni öğrenmektedir. İsrail ordusu tarafından evleri yakılıp yıkılan sivillerden, okula giderken yolda katledilen çocuklardan, hastaneye gitmesine izin verilmeyen hastalardan, işkenceye maruz kalan gençlerden çoğunlukla Batı kamuoyunun kapsamlı bir bilgisi olmaz. İsrail lobisinin ve yandaşlarının medya üzerindeki etkisi nedeniyle, halk yalnızca İsrail'in içinde bulunduğu durumdan haberdar olur. Bu bilgiler de zaten genelde gerçeği yansıtmaz.
"İsrail'in bir düşman denizinin ortasında kalan küçük bir ada olduğu" efsanesi, aslında ateist Siyonistlerin işgallerini ve kıyımlarını göz ardı ettirmekte en çok başvurdukları slogandır. Günümüzde pek çok Yahudi akademisyen de bu içi boş hikayenin yalanlarını deşifre etmekte, İsrail'in hiç de sanıldığı gibi 'zor' bir durumda olmadığını vurgulamaktadırlar.
Bu sahte telkinin etkisi ile başta Amerika'da olmak üzere bazı çevrelerin bilinçsizce ateist Siyonistlere sempati duyması olağan karşılanabilir. Ancak samimi Hıristiyanlara düşen söz konusu yalan propagandanın ve bazı ön kabullerin etkisinden kurtulup, konuya sağduyu ve adaletle yaklaşmalarıdır. Günümüzde ateist Siyonizmin Ortadoğu'da neden olduğu terör, hiçbir vicdan sahibi insan tarafından kabul edilebilir gibi değildir. Yaşanan acımasız savaşın asıl sorumluluğunu üstlenen ateist Siyonistlerin zulümlerine son vermeleri için, Batı içinde buldukları desteğin kesilmesi gerekmektedir. Bu gerçekleşmediği müddetçe, ateist Siyonizm işgallerine ve katliamlarına pervasızca devam edecektir. Hayatını kaybeden binlerce insanın, sakat kalan yüzlerce çocuğun, yok edilen kasabaların, köylerin sorumluluğu inancı ne olursa olsun bütün vicdan sahibi insanlar tarafından üstlenilmelidir.
Unutmamak gerekir ki, ateist Siyonistler din ahlakının gereği olan şefkat, merhamet, hoşgörü, uzlaşmacılık, anlayış gibi değerlerden tamamen uzaktırlar. Dahası Hıristiyanlara da dost olarak değil, birer "goyim" (Yahudi olmayanları ifade eden ve aşağılayıcı bir sıfat) olarak bakmaktadırlar. Hz. İsa'ya karşı olan husumetleri ortadadır. Dolayısıyla Hıristiyanların ateist Siyonizmi bir müttefik olarak görmeleri çok büyük bir yanılgı olur.
Ateist Siyonistler, bugüne kadar işgal etmiş oldukları topraklarla, yok ettikleri hayatlarla yetinmeyecek hep daha fazlasını talep edeceklerdir. Eğer Hıristiyan dünyası bugün ateist Siyonizmin vahşetine göz yumarsa, gelecekte aynı şiddetin kendilerine de yönelmeyeceğinden nasıl emin olabilirler? Nükleer silah gibi korkunç bir güce sahip olan ateist Siyonizmin saldırganlığı şimdi önlenemezse, ileride başedilmesi çok daha zor bir hal alabilir. Irak diktatörü Saddam'ın kitle imha silahlarına sahip olma ihtimali tüm dünyayı tedirgin etmekte iken, savaşa olan istekleri Saddam'dan geri kalmayacak olan radikal, ateist Siyonistlerin kitle imha silahları nasıl "tehlikesiz" bulunabilir?
Nitekim yakın geçmişte, ateist Siyonistlerin Hıristiyanların ibadethanelerine ve kutsal kabul ettikleri mekanlara düzenledikleri saldırılar, ateist Siyonistlerin kuralsız ve acımasız bir savaş içinde olduklarını gösteren önemli bir örnektir. Kutsal mekanların tahrip edilmesi, din adamlarının öldürülmesi hiçbir savaşta olağan karşılanamaz.
Polonya doğumlu bir Yahudi olan ve 40 yıldan uzun bir süre İsrail'de yaşamış ve 2001 yılında hayatını kaybetmiş olan kimya profesörü Israel Shahak, Jewish History, Jewish Religion and the Weight of Three Thousand Years (Yahudi Tarihi, Yahudi Dini ve 3 Bin Yılın Ağırlığı) adlı kitabında ateist Siyonizmin tüm dünya halkları için nasıl büyük bir tehdit unsuru olduğunu şöyle dile getirmektedir:
Bir Yahudi devleti olarak İsrail sadece kendisi ve komşuları için bir tehlike unsuru olarak kalmamakta, dünyadaki tüm Yahudiler, Ortadoğu'da veya diğer bölgelerdeki tüm dünya ülkeleri ve milletleri için büyük bir tehlike içermektedir. (Israel Shahak, Jewish History, Jewish Religion, Londra, Pluto Press. (Israel Shahak, Jewish History, Jewish Religion, Londra, Pluto Press. )
Eğer müdahale edilmezse, ateist Siyonist ideoloji vahşetini mevcut sınırlar içinde tutmayacak, kutsal kabul ettikleri, Nil'den Fırat'a kadar olan sınırlar içinde tüm komşu ülkeleri bu kör kuyunun içine çekmek isteyecektir. Bölgede hakim olduktan sonraki aşama ise, tüm dünyaya hükmetmek olacaktır. Bu ise din dışı, ırkçı, Sosyal Darwinist ve saldırgan bir ideolojinin dünyaya hakim olması demektir ki, böyle bir ortamda huzurdan, güvenlikten ve barıştan söz edilemeyeceği açıktır. Dolayısıyla Hıristiyan dünyasının ateist Siyonizme karşı alacağı tavırda, bu gerçeklerin göz önünde bulundurulması hayati önem taşımaktadır. Samimi olarak iman eden Hıristiyanların, Hz. İsa'nın kendilerine,"Ne mutlu sulh edicilere" (Matta 5/9) sözleri ile yeryüzünde barış elçileri olmalarını emrettiğini unutmamaları gerekir. Bu durumda "yeryüzünde barışı sağlamanın" önemli bir şartı, ateist Siyonizmin saldırganlığının durdurulmasıdır.
ATEIST SIYONISTLERIN İŞGAL ETMEYI PLANLADIKLARI TOPRAKLAR
Ateist Siyonist ideolojinin Yahudi devleti için çizmiş olduğu harita çok geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Ateist Siyonistler vaat edilmiş topraklar olarak tanımlanan bu alana sahip olmayı, Yahudilerin doğal hakkı olduğunu öne sürerek meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Theodore Herzl 1897 yılında Basel'de gerçekleştirilen Siyonist Kongre'de yaptığı konuşmada Yahudi devletinin "doğal" sınırlarını "Kuzey sınırlarımız Kapadokya'daki dağlara kadar dayanır, güneyde de Süveyş kanalına" sözleri ile ifade etmiştir.(Theodore Herzl, The Complete Diaries of Theodore Herzl, cilt 2, s. 711) İsrail Devleti'nin kurucularından Ben Gurion ise, ateist Siyonizmin hedefi olan sınırları şöyle tanımlamıştır:
Filistin'in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmeleri gerken bir başka harita daha var; Nil'den Fırat'a kadar. (Yosef Heller, The Struggle for the State: Zionist Diplomacy of the years 1936-48 (Jerusalem 1985, Jewish Agency protocols, Hebrew); http://www.zmag.org/chomsky/dd/dd-after-s13.html#FN43)
Ateist Siyonistler bu sınırları Tevrat'ta yer alan bir pasaja dayandırarak, saldırgan ve işgalci bir politika izlerler:
Uymanız için size bildirdiğim bu buyrukları eksiksiz yerine getirir, Tanrınız RAB'bi sever, yollarında yürür, O'na bağlı kalırsanız,
RAB bu ulusların tümünü önünüzden kovacak. Sizden daha büyük, daha güçlü ulusların topraklarını mülk edineceksiniz.
Ayak basacağınız her yer sizin olacak. Sınırlarınız çölden Lübnan'a, Fırat Irmağı'ndan Akdeniz'e kadar uzanacak.
Hiç kimse size karşı koyamayacak. Tanrınız RAB, size verdiği söz uyarınca, ayak basacağınız her yere dehşetinizi, korkunuzu saçacaktır.
Bakın, bugün önünüze kutsamayı ve laneti koyuyorum:
Bugün size bildirdiğim Tanrınız RAB'bin buyruklarına uyarsanız kutsanacaksınız.
Ama Tanrınız RAB'bin buyruklarını dinlemez, bilmediğiniz başka ilahların ardınca giderek bugün size buyurduğum yoldan saparsanız, lanete uğrayacaksınız. (Tesniye, 11:22-28)
Bu pasaj zaman zaman farklı yorumlara neden olmuştur, ancak genellikle en büyük sınırlara sahip olan yorumu ateist Siyonistlerin propagandalarında kullanılır. Ateist Siyonist ideoloji, Nil ve Fırat nehirleri arasında kalan geniş coğrafyayı İsrail devletinin hakkı olarak göstermektedir.
İsrailli akademisyen Israel Shahak bu haritanın hangi alanları kapsadığını şöyle tarif etmektedir:
Güneyde tüm Sina Yarımadası ve buna ek olarak Kuzey Mısır'ın Kahire'ye kadar uzanan bir parçası; doğuda Ürdün'ün tamamı ve Suudi Arabistan'ın kuzey bölgesi; Kuveyt'in tümü ve Irak'ın çok büyük bir bölümü; kuzeyde Lübnan'ın ve Suriye'nin tamamı buna ek olarak Türkiye'nin Van Gölü'ne kadar uzanan büyük bir parçası; ve batıda Kıbrıs. (Israel Shahak, Jewish History, Jewish Religion, Londra, Pluto Press, s. 9)
Bazı kimseler böylesine büyük bir hedefin bir avuç radikalin ütopyası olmaktan öteye gitmeyeceğini düşünebilir. Oysa gerçek çok farklıdır. Ateist Siyonist ideolojinin hakim olduğu İsrail Devleti'nde bu sınırlar üzerine akademik araştırmalar yapılmakta, istihbarat servisleri bu konuda özel raporlar hazırlamakta, kitaplarda ve atlaslarda bu harita öğrencilere sunulmaktadır. Örneğin okullarda dağıtılan bir bildirgede konuyla ilgili şu ifadelere yer verilmektedir:
Biz burada en uygun yayılma yönteminden bahsediyoruz... Politik açından (kuzeyde) ulaşmamız gereken sınır Fırat ve Dicle nehirleridir. Bu Yahudi şeriatında yazılıdır. Dolayısıyla bu konuda herhangi bir anlaşmazlık olamaz. Tartışılabilecek tek konu, bunun nasıl hayata geçirileceğidir. (Ha'aretz, 24 Ağustos 1985)
Ancak eğer tüm bu "Nil'den Fırat'a" propagandasına temel alınan üstteki Muharref Tevrat pasajı incelenirse, ateist Siyonistlerin çok önemli bir çarpıtma yaptıkları görülebilir. Pasajın hemen başında "uymanız için size bildirdiğim bu buyrukları eksiksiz yerine getirir, Tanrınız RAB'bi sever, yollarında yürür, O'na bağlı kalırsanız" denmektedir. İkinci cümlede sözü edilen uluslar ise, o dönemin putperest ve zalim kavimleridir. Bu durum, üstteki Muharref Tevrat cümlelerinde tarif edilen mücadelenin bir iman-inkar mücadalesi olduğunu, bir başka deyişle politik ve dünyevi bir mücadale olmadığını göstermektedir. Yahudiler bu mücadelede ancak "RAB'bi sever, yollarında yürür, O'na bağlı kalır"larsa hak tarafı temsil edebilirler.
Rabbin buyrukları ise, yine Tevrat'a göre, mazlum insanları korumayı, onların hakkını yemekten şiddetle kaçınmayı gerektirir:
Ülkenizde sizinle birlikte yaşayan bir yabancıya kötü davranmayın. Ona sizden biriymiş gibi davranacak ve onu kendiniz kadar seveceksiniz. Çünkü siz de Mısır'da yabancıydınız. Tanrınız RAB benim. (Levililer, 19:33-34)
Oysa İsrail'in ateist Siyonistleri, "Nil'den Fırat'a" kadar uzanan coğrafyada, yabancıları kendileri kadar sevmek şöyle dursun, onlara karşı uzun vadeli bir soykırım yürütmektedirler. Dolayısıyla "Nil'den Fırat'a" kadar uzanan coğrafyada hak sahibi olamazlar, Tevrat'ta bu konuda geçen vaadin muhatabı değildirler.
IRAK'A SALDIRI PLANININ PERDE ARKASI
İsrail'e egemen olan ateist Siyonist ideolojinin Ortadoğu ve dünya barışı için ne denli önemli bir tehlike oluşturduğu, bu kitap yazıldığı sırada gündemde olan Irak'a saldırı planında görülebilir.
Bu saldırı planı, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD'ye karşı düzenlenen büyük terör eylemlerinin ardından gündeme gelmişti. Söz konusu 11 Eylül eylemleri, insanlık dışı bir terör saldırısıydı ve binlerce masum Amerikalının hayatına mal olarak affedilmez bir suç olarak tarihe geçti. ABD'nin bu saldırılara tepki göstermesi ve karşı önlemler alması da doğal ve meşrudur. Ancak İsrail, 11 Eylül'ün hemen ardından bu trajediyi kendi Ortadoğu hesapları için suistimal etmeye başladı. İsrail hükümeti, Filistin halkına karşı uyguladığı uzun vadeli soykırım politikasını ABD'nin anti-terör mücadelesi ile özdeş gibi gösterme çabasına girişti. Oysa bunun çok büyük bir çarpıtma olduğu açıktı.
11 Eylül sonrası dünyayı kendi amaçları için kullanmaya karar veren İsrail, ABD'nin 11 Eylül sonrası stratejilerini de etkilemeye başladı. Washington'daki güçlü İsrail lobisi, gerçekte klasik bir İsrail planı olan Irak'ın vurulması senaryosunu ısrarla Amerikan yönetimine empoze etmeye başladı. Bu plana karşı olan ve daha ılımlı bir dış politika savunan Dış İşleri Bakanı Colin Powell gibi "güvercinler" devre dışı bırakıldılar ve Savunma Bakanlığı'nda konuşlanmış olan koyu İsrail yanlısı "şahinler" Irak'a saldırı planını körüklemeye devam ettiler. Ortadoğu uzmanı gazeteci Cengiz Çandar, Irak'a saldırı planının ardındaki gerçek gücü bir yazısında şöyle belirtiyordu:
Saddam Hüseyin rejimini devirme gerekçesiyle Irak'a saldırı konusu, Amerika ile müttefikleri ve tüm dünya arasında yoğun bir tartışma konusu olduğu kadar ve ondan fazla Amerika'nın kendi içinde ve özellikle iktidardaki Cumhuriyetçiler arasında da hararetle tartışılıyor. Başkan George W. Bush'un takımı ile eski başkan baba Bush'un takımı arasında dahi bu konuda ayrılık var...'Irak'a saldırı'nın başını kim çekiyor peki? Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Condoleeza Rice. Bunlar, 'en üst düzeydeki' saldırı yandaşları. Ama buzdağının altı daha zengin ve ilginç. Orada çeşitli 'lobiler' var.Lobilerin başında İsrail sağı, Likud yanlısı ve Amerikan silah sanayii ile yakın ilişkileri bulunan JINSA ekibi geliyor. JINSA, Jewish Institute for Security Affairs (Güvenlik Meseleleri İçin Yahudi Enstitüsü). Bunlar, 'silah lobisi'yle, Lockheed, Northrop, General Dynamics, İsrail askeri endüstrileri vs. ile sıkı ilişkilerdeler... JINSA'nın 'temel ilkesi' şu: 'Amerika ile İsrail'in güvenliği bölünemez'; yani aynı şey...JINSA'nın amacı sadece Irak'ta Saddam rejiminin yıkılması değil; 'total savaş' mantığı ile S.Arabistan, Suriye ve Mısır ve bu arada İran rejimlerinin de yıkılmasından ve buralara 'demokrasi' getirilmesinden yanalar... Yani, 'İsrail'in en aşırı kesimleri'yle aynı 'dalga boyu'nda olan Amerikan Yahudileri'nin bir bölümü, şu dönemde 'Washington şahinleri'ni oluşturuyor. (Cengiz Çandar " Irak ve 'Türkiye dostu' Amerikan Şahinleri..." Yeni Şafak, 3 Eylül 2002)
Kısacası Washington'da önce Irak'ı ardından da Suudi Arabistan, Suriye, İran ve Mısır'ı hedef alacak bir savaşı körükleyenler var ve bunların en belirgin özelliği "İsrail lobisi" ile aynı safta hatta özdeş olmaları.
Temennimiz ABD'nin bu konuda sağduyulu davranması ve hem Ortadoğu'ya hem de kendisine sadece acı ve yıkım getirecek bir çatışmadan kaçınmasıdır. Ancak bunun aksini savunan İsrail lobisinin ABD yönetiminde bu denli etkili olması, önemli bir tehlikenin varlığına işarettir.
İsrail lobisinin Irak'ın vurulması konusunda neden bu kadar ısrarlı olduğunu anlamak içinse, İsrail'in geleneksel Ortadoğu stratejisine bir göz atmak yeterlidir.
Irak'ın parçalanması, ateist Siyonist ideoloji ile yönetilen İsrail'in çok eskiden beri sahip olduğu bir hedeftir. Hatta bu nedenle İsrail Ortadoğu stratejisinde, Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Kuzey Irak, öncelikli bir yere sahiptir.
Ateist Siyonist strateji Irak'ın parçalanması ve bölgede bağımsız bir Kürt Devleti kurulması yönündedir. Bu, bizzat İsrail istihbaratından kişilerin kaleme aldıkları raporlarda açıklanmaktadır:
Dünya Siyonist Örgütü'nün yayın organı olan Kivunim dergisinin Şubat 1982'deki 14. sayısında, '1980'lerde İsrail için Strateji' başlıklı yazıda, Irak'ın Basra çevresinde güneyde bir Şii bölgesi, kuzeyde Musul çevresinde bir Kürt bölgesi ve ortada Bağdat çevresinde bir Sünni bölgesi olarak üçe bölünmesi hedefleniyor. (Cengiz Çandar, Ortadoğu Çıkmazı, s. 37)
Türkiye'nin bölgedeki stratejisi ile taban tabana zıt olan bu plan, oldukça düşündürücüdür. Türkiye'nin toprak bütünlüğü için önemli bir tehdit olacak böyle bir gelişmenin ateist Siyonistler tarafından planlanıp desteklenmesi de üzerinde durulması gereken bir husustur.
Ateist Siyonist Terör
Kitabın ilerleyen sayfalarında İsrail ordusunun Filistin halkına karşı uyguladığı katliamlardan, bir başka deyişle ateist Siyonist vahşetten örnekler vereceğiz. Hiçbir haklı gerekçesi ve makul açıklaması olmayan bu zulüm, İsrail yönetimi tarafından herşeye rağmen savunulmaya çalışılmaktadır. Ancak bu savunma çarpıtılmış bilgilerden oluşmaktadır. Ateist Siyonistlerin söz konusu yalanlarının deşifre edilmesi, ateist Siyonizm propagandasının etkisinde kalan kişilerin gerçeği görebilmesi açısından gereklidir. İşte ateist Siyonist yalanlar ve cevapları...
Ateist Siyonistlerin en temel iddiası, Siyonizmin tüm Yahudileri temsil ettiğidir. Oysa Siyonizm din dışı bir ideolojidir ve dindar Yahudilerin önemli bir bölümü, dünyanın dört bir yanında İsrail'in ateist Siyonist politikalarını eleştirmektedirler.
Ateist Siyonistler Filistin'e ilk adım attıkları günden beri, bu toprakların yalnızca kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. Nitekim bu iddia, günümüze kadar süren çatışmaların da temelinde yer aldı. Filistin'e göç eden Yahudilere yer açabilmek için, Filistin yerleşim alanları yakılıp yıkılarak Filistinliler sürgüne mahkum edildi. Yüzlerce Filistin köyü haritadan silindi, pek çok insan katledildi. Ateist Siyonist terör örgütleri sürekli baskınlar düzenleyerek, sivil halkı katlettiler. Üstelik yaptıklarından pişmanlık duymadıklarını da defalarca ifade ettiler. Bu da ateist Siyonistlerin bölge halkı ile barış içinde yeni bir yaşam kurmayı değil, bölgeyi diğer tüm halklardan temizleyerek yalnızca Yahudiler için bir gelecek oluşturmayı planladıklarını gösteriyordu. Ünlü Siyonist liderlerden Vladimir Jabotinsky Iron Wall (Demir Duvar) adlı kitabında, ateist Siyonistlerin Filistin halkı ile hiçbir zaman uzlaşmayı düşünmediklerini şöyle ifade ediyordu:
Bizimle Araplar arasında gönüllü bir iş birliği oluşturmayı tartışmanın bile gereği yoktur, ne şimdi ne de gelecekte. Doğuştan kör olanlar hariç, tüm anlayış sahibi insanlar, Filistin'in bir Arap ülkesi olmaktan çıkarılıp bir Yahudi ülkesi haline getirilmesi konusunu Araplar hiçbir zaman kabul etmeyeceklerdir. (Ralph Schoenman, The Hidden History of Zionism, http://www.balkanunity.org/mideast/english/zionism/ch02.htm)
Ziyaeddin et-Tumeyzi, fanatik İsrail ordusunun insanlık dışı sivil katliamları sırasında hayatını kaybeden pek çok masum bebekten yalnızca biridir. Daha iki aylık bir bebek olan Ziyaeddin, herşeyden habersiz uyurken başına ve göğsüne saplanan şarapnel parçaları ile öldürülmüştür.
İsrail Devleti'nin kendini savunurken kullandığı temel söylemlerden birisi de, bölgedeki nadir demokrasilerden biri olduğu, karşısında yer alan grupların ve ülkelerin ise anti-demokratik olduklarıdır. Bu iddia kısmen doğruluk payı içermekle birlikte, gerçeği tam anlamı ile yansıtmamaktadır. Ortadoğu'da demokratik olmayan yönetimlerin varlığı ve İsrail'in de bu ülkelere kıyasla demokratik bir görünüme sahip olduğu doğrudur. Ancak İsrail'in özenle gizlediği bir başka gerçek daha vardır, o da İsrail demokrasisinin yalnızca Yahudi vatandaşları için geçerli olduğu. İsrail, Güney Afrika Cumhuriyeti'nde bir zamanlar hakim olan 'aparteid' anlayışına sahiptir. İsrail vatandaşı olan Araplar her zaman için ikinci sınıf insan muamalesi görmektedirler, bu durum günlük hayatın pek çok alanında kendisini hissettirmektedir. Arapların en temel insanlık hakları bile hep yok sayılır. İsrail işgali altındaki topraklarda askerlik yapmış ve daha sonra Amerika'ya yerleşmiş olan sanatçı Gilad Atzmon, İsrail tarzı demokrasiyi şöyle tarif etmektedir:
60'ların başında İsrail'de dünyaya geldim ve 'Ortadoğu'nun tek demokratik ülkesinde yaşadığım' sözleri ile büyütüldüm. Orduda askerlik yaptığım dönemde ise, şu gerçeğin farkına vardım: Aslında ben, milyonlarca Filistinli'nin en temel insan haklarını dahi reddeden insanların arasında büyümüştüm. (Gilad Atzmon, The End of Innıcence, Counterpunch Weekend Edition, 3 Ağustos 2002)
Aslında İsrail'in bu iddiası, iç ve dış politikasının "güvenlik" temelli olması gerektiği savını desteklemek için kullanılır. Buna göre, bölgenin tek demokratik ülkesi olan İsrail'in dört tarafı anti-demokratik ve İsrail'i yıkmayı hedefleyen düşmanlarla doludur. Dolayısıyla, bu düşmanlar karşısında İsrail'in tek seçeneği "ayakta kalabilmek için saldırmaktır." Bu iddianın ardında yatan gerçek ise, İsrail'in ateist Siyonist hedefler doğrultusunda daha çok toprak elde etmek için sürekli saldırdığı ve yayılmacılığından hiçbir zaman vazgeçmediğidir. İsrail'in 1967'de işgal etmiş olduğu topraklarda görev yapmayı reddeden askerlerden biri olan Sholomi Segall, The Guardian gazetesinde, Why I won't Serve Sharon (Şaron'a Neden Hizmet Etmem?) başlıklı yazısında bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:
İsrail askerleri tarafından vurulan Filistinli bir çocuk, hastaneye götürülürken.
Sürgün, Filistin'deki zulmün en önemli boyutlarından biridir. Milyonlarca insan, 35 yılı aşkın bir süredir mülteci kamplarında, derme çatma çadırlarda yaşamakta ve acı çekmektedir.
Ariel Şaron size, 'İsrail'in kana susamış düşmanlarına karşı ayakta kalabilmek için' savaştığını söyleyip duracaktır. Hiç de öyle değil. Şaron ve ekibi, yerleşim alanlarını genişletmek, İsrail işgalini kalıcı kılmak ve Filistin topraklarını kendine bağlı tutmak için bir kolonileştirme savaşı yürütüyorlar. Bu tek yönlü savaşın asıl amacının, Filistinlilerin kendilerine ait toprakları ve bağımsız bir devletleri olması umutlarını yok etmek olduğu ise bir sır değil. (The Guardian, 5 Temmuz 2002)
Eğer İsrail gerçekten bölgede huzur ve güvenliğin kaynağı olmak istiyorsa, bu konudaki samimiyetini gösterecek adımlar atmalıdır. (İşgal ettiği topraklardan geri çekilmesi, Arap vatandaşlarının temel insan haklarını ihlal etmekten vazgeçmesi, yeni yerleşim yerleri inşa etmeyi durdurması gibi.) Oysa mevcut İsrail politikası şiddeti ve nefreti körükleyen bir politikadır ve gerilimi sürekli tırmandırmaktadır. Nitekim İsrail bugüne kadar uygulamaları ile pasif ve sadece kendisini savunmaya çalışan küçük bir ülke değil, son derece saldırgan ve baskıcı politikalar izleyen işgalci ve şiddet yanlısı bir devlet olduğunu ispatlamıştır.
Silahların Gölgesinde Büyüyen Çocuklar
İlk İntifada'nın yaşandığı yıllarda Beytüllahim yakınlarında, bir Hıristiyan kasabası olan Beit Shaur'da yaşayan ünlü yazar Norman Finkelstein'ın, şahit olduğu bir olay İsrail askerlerinin müdahalesinin savunma amaçlı olmadığını gözler önüne seren örneklerden biridir:
Jalazoun mülteci kampında çocuklar etrafına toplandıkları bir lastiği yakıyorlardı. Derken bir araba geldi. Birdenbire kapılar açıldı ve dört adam (ya yerleşimcilerdi ya da sivil kıyafetleri içinde İsrail askerleri) indi arabadan. Rastgele etrafa ateş açmaya başladılar. Hemen arkamdaki çocuk sırtından vuruldu. Kurşun karnından dışarı çıkmıştı. Ertesi gün Jerusalem Post'da askerlerin kendilerini korumak için ateş etmek zorunda kaldıkları yazıldı. (Ian Gilmour, Israel's Terrorists, The Nation, 21 Nisan 1997)
İsrail'in katliamlarına maruz kalan masumların, evleri yıkılan binlerce insanın, okul bahçesinde vurulan çocukların, yıkılan hastanelerin, hastaları almasına izin verilmeyen ambulansların, yakılıp yıkılan zeytin bahçelerinin, kontrol noktalarında sürekli aşağılanıp hor görülen sivillerin hiçbir açıklaması yoktur. Üstelik İsrail'in saldırganlığından yalnızca Filistin halkı değil, bu mazlum halka destek olmak isteyen Yahudi ve Hıristiyan sivil toplum örgütleri ve basın mensupları da payını almaktadır.
Ateist Siyonizmin yalanlarını ifşa eden ve bu ideolojinin asıl yüzünü tüm dünyaya gösteren en önemli delil ise, Filistin topraklarında yarım asırdan uzun bir süredir devam eden vahşettir.
ATEIST SIYONIZMIN KANLI BILANÇOSU
Ateist Siyonizm sorunları şiddet kullanarak çözmeyi öngören bir ideolojidir. Daha önce de vurguladığımız gibi ateist Siyonizme göre, Yahudiler dışındaki toplumlara karşı acımasız olmanın hiçbir sakıncası yoktur. Merhamet, affedicilik, şefkat ve hoşgörü yalnızca kendi ırklarına, yani Yahudilere karşı gösterilebilir.
Bu yanlış zihniyet İsrail Devleti'nin Filistinli Müslümanlara karşı izlediği politikada açıkça görülmektedir. İsrail halkının büyük bir çoğunluğu da ateist Siyonist telkinlerin etkisi altında kalmaktadır. 8 Ekim 2000 tarihli İsrail Ma'ariv gazetesinde yer alan anketin sonuçları bu durumu açıkça göstermektedir. İsrail'de şiddet büyük çoğunluk tarafından olağan karşılanan bir olgudur. Söz konusu ankete göre İsrail halkının sadece %7'si İsrail ordusunun Filistinlilere karşı aşırı şiddete başvurduğunu düşünmektedir. Geri kalan %93 ise, ordunun tepkisinin yerinde olduğunu ve hatta daha da keskin davranması gerektiğini düşünenlerdir. Ankete katılanların %60'ı ise Arapların tamamen Kutsal Toprakları terk etmeleri gerektiğine inanmaktadır. (Ma'ariv, 8 Ekim 2000) Nitekim dönemin İsrail Savunma Bakanı Eprahim Sneh de Aksa İntifadası'nda İsrail askerlerinin aşırı şiddete başvurması ve 2 silahsız kadının gaddarca öldürülmesi karşısında; "Biz bu topraklarda oyunu kendi kurallarımızla oynuyoruz. Kimse cezalandırmadan muaf tutulamaz" demiştir. (Rachelle Marshall, Palestinians Come Under Siege as They Struggle for Independence, The Washington Report, Ocak-Şubat 2001, sf. 8-9)
Ateist Siyonizmin ve İsrail'in tarihi, şiddet eylemleriyle, katliamlarla doludur. King David Oteli'nin havaya uçurulması, masum köylülerin işkence yapılarak öldürüldükleri 1948 yılındaki Deir Yasin katliamı, 1958 yılında Kibya Köyü'nde yapılan insanlık dışı katliam, Ariel Şaron'un önderliğinde Sabra ve Şatilla mülteci kampında gerçekleştirilen ve 3000'e yakın kişinin ölümüyle sonuçlanan katliam, 1990 yılında Mescid-i Aksa'da 11 Filistinlinin ölümü ve 800'e yakın kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan saldırı, 1994 yılında Hz. İbrahim camisinde sabah namazı esnasında gerçekleştirilen katliam, Kana Mülteci Kampı'nda gerçekleştirilen katliam, 1999 yılında 4000 askerlik bir kuşatmayla gerçekleştirilen tünel katliamı bunlardan sadece bir kaçıdır.
Ateist Siyonizm bugün de Filistin'de tüm dünyanın gözü önünde bir halkı katletmekte, uzun vadeli bir soykırıma tabi tutmaktadır. Üstelik İsrail yönetimi mevcut şiddet yanlısı politikasını değiştirmeyi düşünmediğini de açıkça ifade etmektedir.
Filistin topraklarının İsrail ordusu tarafından kuşatılıp şiddetin doruğa tırmandığı bir dönemde yaptığı açıklamada, Ariel Şaron "Kayıplarını artırmalıyız ki bu yolla bir şey kazanamayacaklarını anlasınlar... Onları vurmalıyız, bir daha bir daha vurmalıyız, bunu iyice anladıklarına kanaatimiz gelene kadar." (The Economist, 7 Mart 2002) yorumunu yapmaktan çekinmemektedir. Likud Partisi üyesi Meir Sheetrit ise Parlamentoda yaptığı konuşmasında, İsrail ordusunun Filistin topraklarında uyguladığı şiddeti desteklediğini söylemiş ve "Filistinlilerin 'barış istiyoruz diye can havliyle bağırıncaya kadar' vurulması gerektiğini" savunmuştur.
Her ne kadar bu durum Avrupa Birliği başta olmak üzere pek çok Batılı kurum tarafından şiddetle kınansa da, Avrupa devletleri çoğu zaman, ateist Siyonist vahşeti engellemekte aciz kalmaktadır. Bir başka deyişle, Avrupa Birliği gibi büyük bir ekonomik ve siyasi güç dahi, İsrail terörünü durdurmayı başaramamaktadır. Bu da bir kez daha, ateist Siyonizmin insanlık için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu gözler önüne sermektedir.
Filistin'deki durumun doğru anlaşılması önemlidir. Günümüzde devam eden çatışma, İsrail'in 1967'de uluslararası hukuka göre Araplara ait olan toprakları işgal etmesi ve burada yerleşmesiyle başlamıştır. İsrail o zamandan bu yana Filistin'deki savunmasız ve korumasız halka karşı acımasız bir "etnik temizlik" yürütmektedir. En güçlü silahlarla donatılmış İsrail ordusu Ortadoğu'nun en büyük ve güçlü ordularından biridir. Ve bu ordunun panzerleri, roketleri, bombardıman uçakları neredeyse her gün sivil halkı ateşe tutmaktadır. En yüksek standartta istihbarat servisine, mükemmel bir deniz donanmasına ve hava kuvvetine sahip olan İsrail tüm gücünü; panzeri, cephanesi, savaş gemisi, savaş uçağı ve hatta modern bir devletin sahip olması gereken pek çok kuruma bile sahip olmayan Filistin'e karşı kullanmaktadır.
Filistin yerleşim alanlarının elektrik, su gibi en temel ihtiyaçları dahi İsrail'in kontrolü altındadır. Hiçbir Filistinli ürününü herhangi bir Arap ülkesine doğrudan ihraç edememektedir. Ürünler İsrail'den geçmek zorundadır ve her ürün için ayrıca İsrail'e vergi ödenmesi gerekir.
Şu anda 63 kantona bölünmüş olan Filistin toprakları birbirlerinden tel örgüler ile ayrılmış durumdadır. Ayrıca bu alanların etrafı İsrail askerleri tarafından hendeklerle çevrilmiştir. Hemen hemen her Filistin kampı, köyü, kasabasının girişinde bulunan İsrail askeri yığınakları, Filistin halkının hayatını işkenceye çevrimektedir. Kontrol noktalarında hastalar ölmekte, din adamları tutuklanmakta, gençler kurşunlanmakta, insanlar türlü hakaretlere maruz kalmaktadırlar. Filistin topraklarının aralarına kurulmuş olan 140 İsrail yerleşim birimi ve bunların arasında Yahudi olmayanların geçişinin yasak olduğu sokaklar, ateist Siyonistlerin tam anlamı ile ırkçı bir rejim kurduklarını göstermektedir. Ancak ünlü Ortadoğu uzmanı Edward Said'in belirttiği gibi, "ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti bile, siyahların yaşadığı bölgeyi bombalamak için asla F16 uçakları kullanmamıştır." (Yücel Demirer, Sibel Özbudun, İsyanın Adı Filistin, Ankara, Ütopya Yayınları, 2002, s. 174 )
Kuşkusuz İsrail zulmüne karşı bazı Filistinli radikal grupların başvurdukları ve sivilleri hedef alan terör eylemleri de haksızdır ve bunları da kınıyoruz. Ancak unutulmamalıdır ki, bu terör eylemlerini ortaya çıkaran temel sebep, İsrail işgalidir. İsrail 1967 öncesinde, yani Filistin topraklarının tümü işgal altında değilken, bir terör tehdidi ile karşı karşıya değildi. Filistin terörünü doğrudan besleyen etken, İsrail'in işgali ve "etnik temizlik" stratejisi olmuştur.
Bu nedenle İsrail, Filistin topraklarını işgal altında tutmakla, hem Filistinlilere zulmetmekte hem de kendi Yahudi vatandaşlarını tehlike ve korku dolu bir yaşamın içine atmaktadır. Çözüm sağduyulu İsraillilerin savunduğu gibi, "hemen şimdi barış"tır ve bunun da birinci şartı 1967'den bu yana süren acımasız işgalin sona ermesidir.
Filistin toprakları, hem Yahudileri hem de Müslümanları barındırabilir. Bu topraklar her inançtan insanın ibadetini dilediğince yerine getirebileceği, huzur içinde yaşamını sürdürebileceği bir yer olmalıdır. Ancak öncelikle, İsrail'in buna razı olması gerekmektedir; bunun için de ateist Siyonist ideolojinin sorgulanması şarttır.
ÇÖZÜM: GERÇEK DIN AHLAKININ YAŞANMASI VE RADIKALIZMIN TEDAVI EDILMESI
Naziler Almanya'yı kendi ideolojileri uyarınca korkunç bir savaş ve katilam makinasına dönüştürdüklerinde, tüm özgür dünya Nazizm'e karşı birleşmişti. Çünkü "Alman milliyetçiliği" adı altında ortaya çıkan Nazizim, gerçekte hem Alman milletine hem de diğer milletlere sadece savaş, ölüm ve acı vaat ediyordu. II. Dünya Savaşı'nda Nazizm yenilgiye uğratıldı ve insanlık bu kabustan kurtulmuş oldu. Kurtulanların başında da Almanya'nın kendisi geliyordu. Bugün ise ateist Siyonizme karşı askeri değil ama fikri anlamda bir "özgür dünya ittifakı" gerekmektedir. İsrail'in hem kendi halkını, hem Filistinlileri hem de tüm Ortadoğu halklarını tehdit eden radikal ateist Siyonist ideolojiden kurtulması zorunludur. Bu fikri mücadelede, Batılı devletler, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve ateist Siyonizme karşı çıkan dindar ve liberal Yahudiler tarafından elbirliği ile yürütülmelidir.
İsrail ordusunun ayaküstü "sorgu" yöntemi.
İSRAIL RADIKALIZMININ TEDAVI EDILMESI
Nedensiz şiddet, sadece yeni şiddetleri doğurur.
Nitekim bugün pek çok dindar Yahudi, İsrail'in ateist Siyonist ideolojisine ve bu ideoloji uğruna gerçekleştirdiği vahşetlere karşı çıkmaktadır. Örneğin İsrail'de farklı Yahudi mezheplerine bağlı dindar hahamlar tarafından kurulan "İnsan Haklarını Savunan Hahamlar" (Rabbis For Human Rights) gibi. Söz konusu kuruluşun metinlerinde, Yahudi inancının temelinde adalet ve merhametin yattığı şöyle açıklanır:
"Allah, babamız İbrahim'i seçtiğinde ona vaatte bulundu: "Yeryüzündeki tüm sülaleler seninle kutsanacaktır" diye (Tekvin, 12:2) ve İbrahim'in çocuklarına ve onun nesillerine hep haklı ve doğru olanı yaparak Rab'bin yolunu tutmalarını emretti. (Tekvin, 18:19) İbrahim'in çocukları olarak, bizlerin bu mirası yerine getirmemiz "merhamet, cömertlik ve içlilik" göstermemiz gerekir. Tevrat geleneğimize göre, bütün dünya buna hayran olarak demelidir ki, Tevrat'ın özü, haham Hillel tarafından özetlendiği gibi, "sana kötü gelen şeyi başkalarına yapmamak"tır. Bu, Yahudi halkının tarihsel tecrübesini ve ahlaki bilincini ifade eder. Hem bu tarihsel tecrübe hem de ahlaki bilinç, bizi bizim aramızda yaşayan insanların haklarını savunmaya yöneltmelidir."
Ve bu açıklamanın ardından, "İnsan Haklarını Savunan Hahamlar", aşağıdaki Muharref Tevrat açıklamasını aktarmaktadırlar:
Ve diyarınızda bir garip seninle misafir olursa, onu mağdur etmeyeceksiniz. Sizinle misafir olan garip aranızda yerli gibi olacak ve onu kendin gibi seveceksin; çünkü Mısır diyarında gariptiniz; ben Allah'ınız RAB'BIM. (Levililer 19:33-34)
Bu ılımlı, insancıl, samimi ve gerçek anlamda dindar yaklaşımı savunanlar, "İnsan Haklarını Savunan Hahamlar" ile sınırlı değildir. İsrail'de veya Yahudi diasporasındaki diğer pek çok Yahudi, İsrail radikalizminin Yahudi dinine aykırı bir sapma olduğunu savunmaktadır. İngiltere'nin Başhahamı Prof. Jonathan Sacks, 2002 Ağustosu'nda İngiliz The Guardian gazetesine yaptığı bir açıklama ile bu konuda oldukça bilge yorumlar yapmıştır.
İsrailli yerleşimcilerin Arap bir kadına yaptığı saldırıyı belgeleyen bu fotoğraf, radikal yerleşimcilerin barışın önünde ne kadar büyük bir engel olduğunun ifadesidir.
İsrail'in Filistin topraklarında sivil halka karşı uyguladığı şiddeti kınayan Başhaham Sacks, "İsrail'in şu andaki durumu Yahudilik ile bağdaşmamakta ve Filistin'le olan bu mücadeleleri Yahudi kültürüne zarar vermektedir" diyerek, şöyle devam etmektedir:
Bir Yahudi olarak yaşanan olaylar içinde beni rahatsız eden şeyler oluyor, İsrail askerlerinin, öldürdükleri Filistinlinin üzerine basıp, gülümseyerek poz verdiklerini gördüğümde şok oldum. (Jonathan Freedland, "Israel set on tragic path, says chief rabbi", The Guardian, 27 Ağustos 2002)
Başhaham Sacks, ayrıca İsrail gibi yıllarca sürgünde yaşayan bir milletin, Filistin'in şu andaki durumunu anlaması gerektiğini ise şöyle açıklamıştır:
Kutsal kitapta 36 kez tekrarlanan 'Sürgün olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmek için sürgün edildiniz' buyruğunu görmezlikten gelemezsiniz. Ben bunu Yahudilik prensiplerine bağlı bir devletin temel projelerinden biri olarak görüyorum. (Jonathan Freedland, "Israel set on tragic path, says chief rabbi", The Guardian, 27 Ağustos 2002)
Jonathan Sacks'in bu açıklamaları bazı İsrailli çevrelerden tepki görse de, pek çok dindar Yahudi kendisini desteklemiştir. İngiltere veya İsrail'den diğer pek çok haham Sacks'in fikirlerini benimsediklerini ve arkasında durduklarını açıklamışlardır. (Charlotte Halle, "Local British rabbis stand behind Chief Rabbi Sacks", Ha'aretz, Ağustos 2002)
Filistin'deki günlük manzaralardan biri: İsrail askerlerinin kurşunlarına hedef olmuş bir çocuk.
| |
Keyfi gözaltı ve tutukluluk, Filistin'de günlük yaşamın bir parçası durumunda.
Yahudi dünyasındaki sağduyulu seslerden biri olan Başhaham Sacks, İsrail'i gerçek Yahudiliğe dönmeye çağırmaktadır. (solda)
|
Haham Yehoshua Engelman, Sacks'i desteklerken, onun Yahudi peygamberlerinden Ezekiel'in yolunu izlediğini söylemiştir:
Ezekiel, eğer birisi bir haksızlık görür de ona karşı çıkmaz ise, o zaman bunun iş birlikçisi olacağı ve eğer bu zulme karşı sesini çıkarma şansı olup da susarsa, cezaya müstahak olacağı konusunda bizi uyarır. (Charlotte Halle, "Local British rabbis stand behind Chief Rabbi Sacks", Ha'aretz, Ağustos 2002)
İşte İsrail'in ateist Siyonist şiddetten vazgeçmesinin yolu, dindar Yahudilerin bu samimiyet ve vicdan anlayışında yatmaktadır. İsrail radikalizmini tedavi etmek, Yahudiliğin özündeki bu İlahi adalet, merhamet ve dürüstlük prensiplerinin diriltilmesiyle mümkündür. Seküler ve Sosyal Darwinist bir ideoloji olan ateist Siyonizm, bu prensipleri örtmüş, dahası bir de Yahudi dinini kendisine araç haline getirmeye çalışmıştır. Çözüm, İsrail'in kendi varlığının kaynağı olan inanca samimi bir şekilde geri dönmesidir.
Biz Müslümanların İsraillilere çağrısı da budur. Allah, Kuran'da Müslümanlara, Yahudi ve Hıristiyanları "ortak bir kelimeye" çağırmalarını emreder. Bu ortak kelime, tek bir Allah'a inanmak, insanları (ve dolayısıyla onların ideojilerini) Rab edinmemektir. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız." (Al-i İmran Suresi, 64)
FILISTIN RADIKALIZMININ TEDAVISI
İsrail Hükümeti'nin yürüttüğü zulüm politikası ne kadar yanlış ve insanlık dışıysa, onların bu suçunu sokaktaki suçsuz halka mal edip intihar eylemleri düzenlemek de bir o kadar dehşet vericidir ve barbarlıktır. İntihar etmeyi ve suçsuz insanları katletmeyi Allah haram kılmıştır. Dolayısıyla bir kısım fanatik Filistinli militanın, sözde din adına yaptıklarını iddia ettikleri eylemlerin ne gerçek İslam'la ne de Kuran ahlakıyla ilgisi vardır.
Elbette Ortadoğu'da barış sadece İsrail tarafının değil, Arap tarafının da radikalizmden kurtulmasıyla sağlanabilir. Çünkü bugün bazı Filistinli gruplar, savunmasız sivil İsraillilere karşı düzenledikleri korkunç intihar saldırıları ile haksız bir "direniş" yöntemi kullanmaktadırlar.
Arap tarafındaki bu radikalizme gereken tedavi ise, diğer tarafta gerekenin benzeridir: İslam'ın samimiyetle ve doğru şekilde anlaşılması. Dindar olmanın radikal ve şiddet yanlısı olmak anlamına gelmediği, aksine dindarlığın şefkat, merhamet, ılımlılık, sevgi ve barış gerektirdiği, Filistin tarafında da üzerinde durulması gereken önemli bir derstir.
Bunun nedenini görmek için, aynen ateist Siyonizmin kökenlerinde olduğu gibi, Arap direnişinin kökenlerine de bakmak gerekir.
Arap-İsrail sorunu her ne kadar 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzansa da, ilk sıcak çatışma 1947 yılında İsrail'in kuruluşunun ilan edilmesiyle başladı. Bu yıl içinde ilk Arap-İsrail savaşı patlak verdi. 48'de savaş bitti ve Filistin'in bir kısmı İsrail'in, daha az bir kısmı (Gazze Şeridi ve Batı Şeria) ise Arapların elinde kaldı. Bu Araplar için pek tercih edilebilir bir sonuç değildi, ama yine de yeni savaşlar ve yeni işgaller yaşanmasından daha iyi bir statüydü. (Zaten bugün tüm mücadele, 48'deki bu sınırlara geri dönebilmek üzerinedir.)
Ancak 50'li yıllarda Arap dünyası radikal bir ideolojik dalganın etkisinde kaldı. Bu, "Arap Sosyalizmi" olarak bilinen garip bir ideolojiydi. Sovyet tipi komünizmin biraz hafifletilmiş versiyonunu koyu ve şoven bir Arap ulusçuluğu ile birleştiren Arap sosyalizmi, önce Mısır'da iktidara geldi. Mısır Kralı'nı deviren subaylar arasından yükselen Cemal Abdülnasır, kısa zamanda "Arap dünyanın efsanevi lideri" oldu. Mısır'ı Suriye ve Irak izledi. Tüm bu ülkelerde solcu rejimler kanlı darbelerle iktidarı ele geçirdiler.
Arap sosyalistlerinin programında barış, sükunet, ılımlılık gibi kavramlar yer almıyordu. Aksine, Marksist ideolojinin temelinde yer alan çatışma kavramı onlar için çok daha önemliydi. Bu atmosfer içinde Arap dünyasındaki gerilim giderek arttı. Nasır, halkına İsrail'i denize dökmeyi vaat ediyordu. Ancak bu saldırgan vaat boşa çıktığı gibi, büyük bir bozgunla sonuçlandı. Arap sosyalistleri, 1967 savaşında askerlik tarihinde pek eşi görülmedik bir yenilgiye uğradılar. İsrail sadece 6 gün içinde topraklarını üç katına çıkardı. Arap sosyalizminin tüm o öfkeli söylemi boşa çıktı.
Ancak Marksist ideoloji Araplar arasında yayılmaya devam etti. 1967'den sonra, tüm toprakları işgal edildiği için İsrail'e karşı haklı bir direniş başlatan Filistinliler, bu yanlış ideolojiden etkilenmeye başladılar. Filistin direnişi, Sovyetler Birliği'nden aldığı destekle, Lenin veya Mao'nun gerilla yöntemleriyle, tam bir komünist kimlik kazandı. Nihai amaçlar için her türlü aracı meşru gören, şiddet ve terörü "emperyalizme karşı mücadele" olarak tanımlayıp destekleyen acımasız ve katı bir ideoloji olan komünizm, Filistin'in haklı direnişini haksız terör eylemleri ile kararttı.
Peygamberimiz (sav), savaşın en kızgın anında bile olsa sivillerin hayatına büyük özen gösterilmesini emretmiştir. İslam ahlakının gereği bu iken, İsrailli masum çocuklara karşı bombalı saldırılar düzenleyenler, büyük bir vebal altına girmektedirler.
İşte bugün hala devam eden Filistin terörizminin kökeninde, 1950'li, 60'lı ve 70'li yıllar boyunca Arap dünyasını etkisi altına almış olan söz konusu Marksist-Leninist ideoloji ve yöntemler yatmaktadır. Çatışmayı "doğanın değişmez yasası" sayan komünist düşünceye göre, barış bir amaç değildir. Aksine, "emperyalizme karşı" daimi bir savaş, daimi bir silahlı mücadele gerekir ve bunun için her türlü yöntem kullanılabilir. Bugün Filistin davası adına savunmasız İsrailli kadın veya çocukları öldürenler, komünist değil dini bazı slogan ve söylemler kullanıyor olabilirler, ama aslında onları şekillendiren fikri etken komünist ideolojidir. Tek yaptıkları, 70'li yıllardaki radikal komünist söylemdeki kavramların yerini, dini kavramlarla değiştirmek olmuştur. Ancak İslam dininin insanlara öğrettiği; masumların haklarının korunması, savaşın en son çare olarak görülmesi ve her zaman barışın tercih edilmesi; savaş zamanında karşı tarafın sivillerinin güvenliğine özen gösterilmesi gibi yükümlülükleri tamamen göz ardı etmektedirler.
Oysaki İslam'da bu konuya verilen önem büyüktür.
Kuran ayetlerinde insanlar, yeryüzünde hoşgörünün ve barışın yaşanabileceği model olarak İslam ahlakına çağırılmaktadır. Allah, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan adaletle hükmetmeyi, insanların hakkını korumayı, zulme asla rıza göstermemeyi, zalime karşı mazlumdan yana tavır almayı, ihtiyaç içinde olanlara yardım eli uzatmayı emretmektedir. Bu adalet, bir karar vermek gerektiğinde her iki tarafın da hakkını korumayı, olayları çok yönlü değerlendirmeyi, ön yargısız düşünmeyi, tarafsızlığı, hakkaniyeti, dürüstlüğü, hoşgörüyü, merhameti ve şefkati gerektirmektedir.
Allah'ın, "Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır" (Maide Suresi, 8) ayetinde de bildirdiği gibi kin, nefret ve öfke gibi duygular iman eden bir kişinin aldığı kararları, ahlakını ve uygulamalarını etkilememelidir.
İşte bu nedenle Filistinliler de İsrail işgaline yönelik tepki gösterirken başlarına gelen her zorluğun Rabbimizden bir deneme olduğunu unutmamalı ve Allah'ın güzel ahlak, adalet, ve 'haddi aşmamak'a dair emirlerine titizlikle uymalıdırlar. İsrail ordusunun saldırılarına, baskılarına ve adaletsiz uygulamalarına karşı çıkarken sadece Kuran'da tarif edilen mücadele yöntemlerini izlemelidirler. Böyle bir mücadelenin sonucu ise mutlaka büyük bir kurtuluştur, çünkü "Yardım ve zafer' (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ın Katındandır." (Al-i İmran Suresi, 126)
Ne var ki son yıllarda bazı Filistinliler tarafından savunmasız sivillere, çocukların, kadınların ve yaşlıların bulunduğu sivil yerleşim alanlarına yönelik intihar saldırıları gerçekleştirilmektedir. Bu saldırılar doğal olarak dünya genelinde çok büyük bir tepkiyle karşılanmakta ve Filistin halkının haklı mücadelesine faydadan çok zarar vermektedir.
Sivil halka yönelik bu gibi saldırıların mazur görülemeyeceği açıktır. Kuran ayetlerini ve Peygamber Efendimiz (sav)'in uygulamalarını incelediğimizde sivillere yönelik saldırılara İslam ahlakında hiçbir şekilde yer olmadığı açıkça görülmektedir. Peygamberimiz (sav) gerek Mekke'nin fethinde gerekse diğer savaşlarında masum ve savunmasız insanların haklarını titizlikle korumuş, onlara bir zarar gelmesini engellemiştir. Müminlere bu konuda çeşitli hatırlatmalarda bulunmuş, "Resulullah'ın dini üzerine sefere çıkın. Ancak; ihtiyar, kadın ve çocuklara ilişmeyiniz. Islah ve ihsan elinden olunuz. Allah muhlisleri sever" (Ramuz El Hadis, cilt 1, 84/8) şeklinde emretmiştir. Müslüman her türlü haksız uygulamanın, gereksiz silah kullanımının, zorbalığın ve barbarlığın karşısında yer almaktadır.
İsrailli sivillere yönelik söz konusu saldırılar incelenirken üzerinde durulması gereken bir diğer konu ise intiharın İslam'daki yeridir. İslam hakkında yanlış bilgilere sahip olan çevreler, bu barış dininin intihar saldırılarına izin verdiği yönünde son derece hatalı bir düşünceye sahiptirler. Oysa başka insanları öldürmek gibi insanın kendini öldürmesi de İslam'a aykırıdır. Allah, "Ve kendi nefislerinizi öldürmeyin" (Nisa Suresi, 29) ayetiyle intiharı açıkça haram kılmıştır. Bir insanın, her ne sebepten olursa olsun, kendisini öldürmesi İslam'a göre yasaktır. Peygamberimiz (sav) de bir hadisinde intiharın haram olduğunu belirtmekte ve bu hareketi yapanların ateşle karşılık bulacaklarını bildirmektedir:
Kim kendisini dağdan atarak intihar ederse o cehennemlik olur. Orada ebedî olarak kendini dağdan atar. Kim zehir içerek intihar ederse, cehennem ateşinin içinde elinde zehir olduğu halde ebedî olarak ondan içer. Kim de kendisine demir saplayarak intihar ederse, cehennemde ebedî olarak o demiri karnına saplar. (Ramuz El Hadis, cilt 1, 76/12)
Dolayısıyla, her Müslüman, Filistin halkının haklı davasına gölge düşüren bu eylemlere karşı çıkmalıdır.
Unutmamak gerekir ki, Kuran ahlakının dışında herhangi bir mücadele şekli -örneğin komünist ideolojinin öngördüğü 'gerilla' yöntemleri- ne doğrudur ne de başarıya ulaşabilir. Bu nedenle Filistin topraklarındaki mevcut durum çok akılcı ve gerçekçi bir şekilde değerlendirilmeli ve Kuran ayetleri rehberliğinde temel hedefi barış ve insanların mutluluğu olan yeni bir strateji belirlenmelidir.
ORTADOĞU'DA BARIŞIN YOLU
İlahi dinlerin mensuplarının birlik olması, Ortadoğu barışına giden en önemli yoldur.
Dünyadaki tüm akılcı ve adil insanlar gibi bizim de temennimiz, Filistin'de her iki halkın da razı olacağı barış ve huzurun bir an önce kurulmasıdır. Ancak masum bir halkın tüm haklarını elinden alarak ve onları açlığa ve yokluğa mahkum ederek kurulacak bir barış, tek taraflı olur. Daha da önemlisi böyle bir barış gerçek anlamda bir barış değildir. Çünkü böyle bir barış güvenlik ve huzuru hakim kılamaz, tam aksine karmaşa ve karışıklığın artmasına neden olur. Her iki halkın razı olacağı bir ortamın hakim olması ise ancak adaletin, eşitliğin ve insan haklarının her yönüyle gözetildiği bir barış planı ile mümkün olabilir.
Bunun için İsrail'in 1967'de işgal ettiği topraklardan çekilmesi, Doğu Kudüs'ün BM kararlarının da öngördüğü gibi Filistin egemenliğinde kalması ancak özel bir statüyle ve tüm dini toplumlara açık bir şehir haline gelmesi, Filistin Yönetiminin bağımsız bir devlet olarak tanınması ve topraklarından sürülmüş olan Filistinlilere geri dönüş hakkının sağlanması gereklidir. Nitekim BM'in 242 ve 338 no.lu kararnameleri de bu koşulları öngörmektedir. Filistinliler 1993 yılında yapılan Oslo görüşmeleri ile topraklarının %78'ini İsrail Devleti'ne bırakmayı zaten kabul etmiş durumdadırlar. Talepleri, kendilerine bırakılan %22'lik bölümde varlık haklarını devam ettirebilmektir. Oslo'da her iki taraf da 1999 yılına kadar bağımsız bir Filistin Devleti'nin kurulması konusunda hemfikir olmuş, ancak bugüne kadar yaşanan gelişmeler İsrail'in Filistin üzerindeki baskılarını daha da artırması ile neticelenmiştir. İsrail BM kararlarına aykırı olarak yeni yerleşim yerleri inşa etmeye ve Filistin halkını yaşadığı yerlerden zorla çıkarmaya, Filistinlilerin hareket özgürlüğünü sınırlamaya devam etmektedir. Kalıcı barış için hem İsrail'in hem de Filistinli radikallerin zihniyetlerini değiştirmeleri şarttır.
Kudüs, hem Müslümanlar hem de Yahudiler için kutsaldır. Allah'a ibadet etmek için adanan bu kentte kan dökmek, masum insanları öldürmek ya da onlara acı çektirmek büyük bir günahtır. İsrail'in baskıları ve cinayetleri de, Filistinlilerin masum insanları hedef alan intihar saldırıları da Allah'ın rızasına aykırıdır.
|
Yaser Arafat, Şimon Peres ve İzak Rabin 19 Ocak 1995'te Nobel Barış Ödülü'nü aldılar.
Bu barışın mevcut yapısıyla İsrail yönetimi tarafından sağlanamayacağı görülmektedir, çünkü mevcut yönetimin temelinde Filistinlileri "iki ayaklı hayvanlar" olarak gören ırkçı ve acımasız bir ideoloji vardır. Filistin tarafındaki şiddet yanlısı aşırı gruplar da barış önündeki bir diğer önemli engeldir. Bu durumda her iki taraftan da vicdan ve sağduyu sahibi kişilerin biraraya gelmesi, bu kişilere dünya çapında adaletten, eşitlikten ve barıştan yana olan kişilerin de destek vermesi gereklidir. İşte o zaman Filistin her milletten ve dinden insanın birarada, huzur ve güvenlik içinde yaşayabileceği bir toprak olacaktır.
Filistin toprakları Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların birlikte yaşayabilecekleri kadar geniş ve hepsinin de refah içinde hayatlarını sürdürebilecekleri kadar bereketli topraklardır. Taraflardan birinin Filistin'in tek sahibi olduğunu iddia etmesi hem tarihi gerçeklere aykırı bir durumdur, hem de yıllardır yaşanan olayların da gösterdiği gibi sürekli savaş ve çatışmalara neden olmaktadır. Her üç İlahi din tarafından da kutsal kabul edilen bu topraklarda Yahudiler sinagoglarda, Hıristiyanlar kiliselerde, Müslümanlar camilerde diledikleri gibi ibadetlerini yapabilmeli, geleneklerini devam ettirebilmeli, saygı ve hürmet çerçevesinde ortak bir yaşam kurabilmelidirler. Maddi imkanlar silahlara, bombalara değil, okullara, üniversitelere, hastanelere harcanmalıdır.
Müslümanlar ve Yahudiler
İslam tarihi boyunca, Müslüman ülkelerde diğer uluslarda örneğine rastlanmayan bir hoşgörü hakim olmuştur. Allah'ın emrettiği üstün ahlak anlayışından kaynaklanan bu hoşgörü sayesinde, farklı milletler, farklı ırklar ve dinler aynı toplumda barış, huzur ve özgürlük içinde yaşamışlardır. Önceki hallerinde dağınık, göçebe, savaşçı kabileler olarak yaşayan gruplar, İslam'la tanıştıktan sonra üstün bir medeniyet ve kültürü oluşturan mozaiğin bir parçası haline gelmişlerdir. Bu konuda ünlü tarihçi Bernard Lewis şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:
İslam dünyanın en büyük dinlerinden biridir. Müslüman olmayan bir İslam tarihçisi olarak kendi görüşümü açıkça belirteyim. İslam milyonlarca kadın ve erkeğe refah ve barış getirmiştir. Kasvetli ve fakirleşmiş yaşamlara saygınlık ve anlam verdi. Farklı ırklardan gelen halklarla kardeşlik ve farklı inançlardan gelen insanlarla makul bir hoşgörü içinde yanyana yaşamayı öğretti. Müslüman olmayanların da yaratıcı ve yararlı hayatlar yaşadıkları büyük bir medeniyete ilham verdi, bunu gerçekleştirerek, bütün dünyayı zenginleştirdi.
Ünlü Alman sosyalist politikacı ve yazar August Bebel de, İslam hakkında çeşitli teşhislerde bulunurken, genel olarak dinlere karşı olumsuz tutumuna rağmen gerçekleri kabul etmektedir:
... Bugün, Avrupa'da hala yaygın olan ve İslamiyet'in inanmayanlara (başka dinden olanlara) fanatik bir tahammülsüzlükle yaklaştığı kanısına karşı, bunun tam tersinin doğru olduğunu göstermek gerekmektedir. Hıristiyanlar, Museviler ve öteki dinlerden olanlar, Müslüman dininin doğduğu ilk günden itibaren, aynı dönemdeki Hıristiyan Avrupa'dakilerin akıllarının ucundan bile geçmeyecek bir rahatlık ve güven içinde yaşamışlardır... Museviler ve Hıristiyanlar, gerek İslamiyet'in en parlak, gerek daha sonraki dönemlerinde, hatta günümüze kadar uzana gelen örneklerden görebileceğimiz gibi, İslam devlet örgütü içinde en yüksek mevkilere kadar gelebilmişlerdir. Yahudiler, bugün bile Hıristiyan Avrupa'da hala kendilerine yasaklanmış onurlu mevkilere ve haklara, İslam devlet bünyesi içinde her zaman sahip olabilmişlerdir. Hıristiyanlar ve Yahudiler, sarayda çok yüksek düzeydeki görevlerde sorumluluklar yüklenmişler, çoğu kez halifelerin danışmanlığını yapmışlar, özellikle Doğu'da çok saygın bir yeri olan doktorluk uğraşında sivrildikleri gibi sık sık halifenin başhekimliğine getirilmişlerdir... Ayrıca Hıristiyan ve Yahudi bilim adamları, İslam bilim adamları ile dostane ilişkiler kurmuşlardır; gerek dini, gerekse hukuki, tıbbi ve doğal-bilimsel konular, büyük bir özgürlük içinde ve çok içtenlikli, her türlü resmiyetten uzak bir açıklıkla tartışılabilmiştir; böyle bir ilişki, birçok Hıristiyan devletinde hala imkansızdır... İslam İmparatorluğu, düşünce özgürlüğünün ve kültürün en üst düzeylerine ulaşabilmiş olmanın mutluluğunu yaşamış ve Doğu; koyu, tutucu bir karanlığa gömülmüş Avrupa'ya bilginin ışığını taşımıştır. ("Hz. Muhammet ve İslam Kültürü" (Çev. V. Atayaman, İst., 1987, s. 28 vd.))
Yahudiler ve Müslümanlar aynı şekilde Allah'a inanmakta ve aynı peygamberleri sevip onlara hürmet etmektedirler. Bu Osmanlı minyatürü, Hz. Süleyman'ın Sarayı inşa ettikten sonra Allah'a şükredip dua edişini tasvir etmektedir.
|
Yahudiler Osmanlı İmpatorluğu'nda büyük bir huzur ve güven içinde yaşamışlar, Kudüs'e kolaylıkla giderek ibadetlerini yerine getirebilmişlerdi. Sultan III. Mustafa tarafından yazdırılan bu ferman, Kudüs'e yolculuk eden Yahudi hacılardan fazladan vergi alınmasını yasaklıyordu.
|
Bu yorumlarda da belirtildiği gibi, İslamiyet ilk dönemlerinden itibaren, farklı yapıları aynı çatı altında birleştirecek, huzur içinde yaşatacak barış ve hoşgörü ortamını sağlamıştır. Bu ortamın en büyük dayanağı ve güvencesi de Allah'ın Kuran'da iman edenlere emrettiği ahlaktır. Allah, bir ayette diğer dinlerin mensupları hakkında şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz, iman edenler(le) Yahudiler, Hıristiyanlar ve sabiiler(den kim) Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah Katında ecirleri vardır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 62)
Fatih Sultan Mehmet İstanbul'un fethinden sonra, Bizans yönetiminde ezilen Yahudi azınlığa hak ve özgürlüklerini geri vermiştir.
Peygamberimiz (sav)'in, Kuran doğrultusunda gösterdiği hoşgörü ve adalet, ondan sonra gelen Müslüman yöneticilere de örnek olmuştur. Çeşitli dinlere mensup kabileler, azınlıklar ve devletlerle anlaşma yoluna gidilmiş, zorunlu kalınmadığı sürece bir savaş yaşanmamıştır. Peygamber Efendimiz (sav)'in yaptığı anlaşmalar, karşı tarafa büyük haklar sağlamak ve bunları güvence altına almak konusunda faydalı örnekler teşkil etmektedir.
Bütün bu anlaşmalar içinde Medine Vesikası (Medine Sözleşmesi) adı verilen ve İslam tarihinin ilk yazılı anayasası olarak kabul edilen belge ayrı bir yere ve öneme sahiptir. 622 yılında Medine'de, Hz. Muhammed (sav) ve Müslüman olmayan toplulukların temsilcileri arasında bir anayasa hazırlanmış ve imzalanmıştır. Bu anayasayla farklı zümreler tabi olacakları hukuki sistem açısından serbest bırakılmakta, vatandaşların çeşitli hak ve görevleri belirtilmekte, farklı toplulukların birlikte yaşamalarının kuralları belirlenmektedir:
... ve Yahudiler, savaş halinde oldukları sürece, müminlerle birlikte harcama yaparlar. Benu Avf Yahudileri ise, müminlerle birlikte olan bir topluluk olup, Yahudiler kendi dinlerine, mallarına, canlarına; Müslümanlar da kendi dinlerine, mallarına ve canlarına sahiptirler. Haksızlık yapan ve suç işleyen ise bu hükmün dışındadır. Çünkü bu kimse, sadece kendisini ve aile fertlerini helak etmiş olur.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği hükümlerle belirlenen hoşgörü çerçevesinde sınırları çizilen bu anayasada, yukarıda belirtilen maddede görüldüğü gibi Yahudi azınlığa büyük bir özgürlük ve serbesti sağlanmıştır. Bunun sonucunda da bir yüzyılı aşkın bir süredir birbirine karşı düşmanca duygular besleyen farklı din ve ırklara sahip topluluklar birarada ortak bir yaşam kurma imkanı elde etmişlerdir. Hz. Muhammed (sav) bu sözleşme yoluyla her fırsatta birbirlerine saldıran, düşmanca duygular besleyen ve uzlaşamayan toplulukların arasındaki çatışmaların son bulabileceğini, onların anlaşarak birarada yaşayabileceklerini göstermiştir. Medine Sözleşmesi'ne göre herkes hiçbir baskı olmadan istediği dini, inancı, siyasi ya da felsefi seçimi yapmakta özgürdür. Kendi görüşlerine sahip insanlarla bir topluluk oluşturabilir. Kendi hukukunu uygulamakta özgürdür. Ancak suç işleyen kimse, hiç kimse tarafından korunmayacaktır. Sözleşmeye taraf olan gruplar birbirleriyle yardımlaşacak, birbirlerine destek olacaklardır ve bir saldırı durumunda ortak savunma yapacaklardır.
Peygamberimiz (sav) döneminde başlayan bu hoşgörü, daha sonra da devam etmiştir. Genel olarak İslam idaresi altında bulunan bölgelerde daima bir Hıristiyan-Yahudi topluluğu olmuştur. Özellikle İspanya, Kuzey Afrika, Suriye, Irak ve daha sonraki dönemlerde Türkiye'de, Yahudi cemaatleri, Müslüman olmayan ülkelerde karşılaştıkları büyük sıkıntı ve şiddetin aksine, özgür ve mutlu bir yaşam sürmüşlerdir. Bu topluluklar kendi dinlerini uygulamak, sinagoglar açmak gibi kendi gelenek ve kurallarını uygulamak konusunda serbest bırakılmışlardır. Yahudilere verilen imkanlar bununla da sınırlı kalmamış, Yahudiler, siyaset, ticaret, tıp gibi konularda yüksek mevkilerde yer almışlardır. Bütün bu dönem boyunca Avrupa'nın bazı ülkelerine girmeleri bile yasak olan Yahudiler, varlıklarını koruma ve geliştirme imkanına sahip olmuşlardır. Engizisyondan ve katı yönetimlerden kaçan inanç grupları sığınmak için daima Müslüman ülkeleri tercih etmişlerdir.
Sadece Yahudiler değil, Hıristiyanlar da Osmanlı topraklarında hoşgörüyle karşılanıyorlardı. 15. yüzyılda yayınlanmış olan üstteki "Osmanlı pasaportu", Hıristiyan hacıların Kudüs'e kolayca yolculuk etmelerini sağlıyordu.
Yahudi tarihinde, 800-1200 yılları arasında yaşanan dönem bu yüzden "altın çağ" olarak adlandırılmıştır. 8. yüzyılın başlarında İspanya, Müslümanların eline geçmiş ve burada üstün bir medeniyet kurulmuştur. Bu idare altında yaşayan Yahudi ve Hıristiyan cemaat, hayatın bütün alanlarında özgürlüğe sahiptiler. Hıristiyan bilim adamları Müslüman meslektaşlarıyla, Yahudi, Hıristiyan zanaatkarlar Müslüman ustalarla beraber çalışmışlardır. İspanya o dönemin bilim ve sanat merkezi haline gelmiştir. Örnek olarak Aristo'nun fizik ve doğa tarihi konusundaki eserleri burada tercüme edilmiştir. Tercüme okullarında Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi bilim adamları, el-Harezmi'nin cebir ve matematik çalışmalarını, 500 yıl boyunca Avrupa'nın standart tıp kitabı olan İbn-i Sina'nın Kanun'u gibi Arapça elyazmalarını Latinceye çevirmişlerdir ve bunlar birer başyapıt haline gelmişlerdir. Bu farklı kültürler birarada o kadar yüksek bir medeniyet ortaya koymuşlardır ki, sadece Cordoba, yarım milyonluk nüfusu, 21 banliyösü, 500 camisi, 300 hamamı, 70 kütüphanesi ve taş kaplı, lambalarla aydınlatılmış kilometrelerce yollarıyla İspanya'nın hatta tüm Batı'nın en büyük şehri haline gelmiştir. Bu özellikleriyle Bağdat ve İstanbul ile beraber dünyanın en büyük kültür merkezlerinden biri olmuştur.
Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları döneminde de İslam'ın adaletli uygulamalarının pek çok güzel örnekleri sergilenmiştir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde, karşılıklı anlayışın en güzel örnekleri verilmiştir. Ünlü Hıristiyan teolog John L. Esposito, tarihte Müslüman devletlerin idaresine geçen Yahudi ve Hıristiyanların büyük bir toleransla karşılaştıklarını şöyle anlatmaktadır:
Bizans ve Pers topraklarında yaşayan ve zaten yabancı idareciler tarafından yönetilen pek çok Müslüman olmayan toplum için, İslam idaresi bir yönetim değişikliği anlamına geliyordu, ama bu yeni yöneticileri çoğu zaman daha esnek ve toleranslıydı. Bu toplumların çoğu artık daha fazla otonomiye sahipti ve çoğunlukla daha az vergi ödüyorlardı... Dini olarak, İslam'ın, Yahudilere ve yerel Hıristiyanlara daha fazla dini özgürlük tanıyan, daha tole ranslı bir din olduğu ortaya çıktı. (John L. Esposito, The Islamic Threat: Myth or Reality, Oxford University Press, New York, 1992, s. 39)
Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihindeki hoşgörü örnekleri bununla sınırlı değildir. 1324 yılında Bursa'yı ele geçiren Osmanlılar, Bizans idaresinde baskı gören Yahudiler için bir topluluk kurdular. Yahudiler Osmanlıları kurtarıcı gibi karşıladılar. Orhan Bey'in izniyle Etz ha-Hayyim sinagogu inşa edildi. Edirne, Osmanlı başkenti olduğunda Karaitler de dahil olmak üzere Avrupalı Yahudiler, buraya göç ettiler. 1376'da Macaristan, 1394'de Fransa ve Sicilya'dan sürülen Yahudiler buraya yerleşip güvenliğe kavuştular. Haham İzhak Sarfati Avrupa'daki Yahudi cemaatlerine yolladığı mektupta, Hıristiyan idaresinde yaşadıkları baskıdan kurtulmaları için Osmanlı topraklarına yerleşmelerini, orada güven ve refah bulmalarını öğütlüyordu:
Almanya'daki kardeşlerimizin günlük uygulamalar haline gelen zorla vaftiz ve sürgün gibi zalim kanunlar karşısında düştükleri, ölümden çok daha acı sıkıntıların haberini aldım. Bir yerden kaçtıklarında gittikleri yerde daha zor bir durumla karşılaştıklarını öğrendim... Her tarafta ruhi azap ve fiziki işkence haberleri alıyorum; merhametsiz zalimlerin cebren günlük vergi topladıklarını duyuyorum... Kardeşlerim ve hocalar, dostlarım ve tanıdıklarım! Ben, İzhak Sarfati, soyum Fransız olsa da Almanya'da doğdum ve orada saygıdeğer hocalarımın ayak ucunda oturdum. Şunu beyan ederim ki Türkiye içinde hiçbir şeyin eksik olmadığı ve eğer isterseniz herşeyin sizinle olacağı bir yerdir... Hıristiyanlar yerine Müslümanların idaresi altında yaşamak sizin için daha iyi değil midir? Burada her bir kişi ocağının ve incir ağacının altında barış içinde ikamet ediyor. Burada en değerli elbiseleri giymenize izin var. Hıristiyan ülkesinde, aksine, çocuklarınızı, hakarete uğramalarına veya dövülmeye maruz bırakmadan, bizim zevkimize göre kırmızı veya mavi elbise giydirmeye bile cesaret edemezsiniz...
İslam egemenliğindeki Kudüs, bu tabloda tasvir edildiği gibi, silahlardan ve çatışmalardan çok uzaktı. Her üç dinin mensupları da bu kutsal şehirde barış içinde yaşayabiliyordu.
Fatih Sultan Mehmet, 1453 yılında İstanbul'u ele geçirdiğinde Bizans'ın baskısı altında kalmış bir Yahudi cemaatiyle karşılaşmıştır. Kendisini sevgiyle karşılayan bu kişilerin huzur içinde yaşamaları için gerekli buyrukları vermiştir. 1470'de, Bavyera'dan sürülen Yahudiler de Osmanlı İmparatorluğu'na sığınmışlardır. İspanya ve Portekiz'deki Katolik devletler tarafından katliama ve sürgüne maruz bırakılan Yahudilerin de Sultan II. Beyazid döneminde Osmanlı topraklarına yerleşmeleri İslamiyet'te hoşgörünün ne kadar geniş olduğunu gösteren başka bir örnektir. O dönemde İspanya topraklarının büyük bölümüne hakim olan Katolik krallar, daha önceden Müslüman Endülüs yönetimi altında huzur içinde yaşayan Yahudilere büyük baskılar uygulamışlardır. Kemal Reis komutasındaki Osmanlı donanması, ülkeden sürülen Yahudileri ve katliamdan kurtulabilen Müslümanları, gemilerle taşıyarak Osmanlı ülkesine getirmiştir.
Sultan II. Beyazid, 1492 senesi ilk baharında İspanya'dan çıkarılan bu mazlum Yahudileri, Osmanlı ülkesinin belirli yerlerine ve özellikle de şu anda Yunanistan'da bulunan Selanik, Edirne, Eğriboz'a bağlı Livâdiye ve Tırhala çevresine yerleştirdi. Ülkemizde bugün yaşamakta olan 25.000 kadar Türkiye Yahudi'sinin büyük çoğunluğu, söz konusu İspanyol Yahudilerinin torunlarıdır. 500 yıl önce beraberlerinde getirdikleri din ve geleneklerini, Türkiye'nin koşullarına uydurmuşlardır ve kendi okulları, hastaneleri, huzurevleri, kültür kurumları ve gazeteleri ile rahat bir yaşam sürdürmektedirler. Istanbul, Izmir, Safed ve Selanik Sefarad Yahudiliğin merkezleri olmuştur. Hekim Yakup, Yusuf ve Moşe Hamon, Daniel Fonseca gibi saray doktorlarının büyük bir kısmı Yahudilerden seçilmiştir. 1493 yılında İbranice kitaplar basılmaya başlanmıştır. Müslüman idarelerin, düşünce özgürlüğü konusunda da hoşgörülü olduklarına bir delil de Yahudi düşünce adamlarının yaptıkları bilimsel ve edebi çalışmalardır. Joseph Caro, Shlomo ha Levi Alkabes, Jacob Culi ve Rabbi Abraham ben Isaac Assa'nın çalışmaları bunlar arasında sayılabilir. Avrupa'nın pek çok ülkesindeki Yahudi cemaatleri asırlardır antisemit ırkçı saldırıların endişesi ile yaşarken, ülkemizdeki Yahudi cemaati daima huzur ve güven içinde olmuştur. Yalnızca bu örnek dahi İslam ahlakının getirdiği hoşgörülü, adaletli anlayışın tespit edilebilmesi için yeterlidir. İslam dünyası hakkında yazdığı eserleriyle tanınan Andre Miquel bir eserinde şöyle demektedir:
Hıristiyan halklar, Bizans ve Latin devletleri zamanında bulamadıkları çok iyi yönetilen bir idare altındaydılar. Asla sistemli bir zulüm görmediler. Tam aksine imparatorluk, İstanbul başta olmak üzere, işkence gören İspanyol Yahudileri'ne bir sığınak olmuştu. Hiçbir yerde zorla İslamlaştırma olmamıştır. (F. Emecen, K. Beydilli, M. İpşirli, M.A. Aydın, İ. Ortaylı, A. Özcan, B. Yediyıldız, M. Kütükoğlu, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi, İstanbul, 1994, s. 46)
Müslümanların tarih boyunca kendilerine gösterdiği bu engin hoşgörü ve hakkaniyet politikasına karşın, İsrail Devleti'nin bugün işgal ettiği topraklardaki Müslümanlara gösterdiği insanlık dışı muamele taban tabana zıttır. Üstelik bunun sözde din adına yapılmasının ise hiçbir ahlaki yanı yoktur.
Buraya kadar incelediğimiz gerçekler, Filistin'de barış sağlanmasının hem zorunlu hem de mümkün olduğunu göstermektedir.
Önemli Bir Hatırlatma
KITAP EHLINDEN İMAN EDENLER BIRBIRLERININ VELISIDIRLER
Bu kitap boyunca radikal, ateist Siyonizmin etkisindeki bazı devlet adamları ve farklı Yahudi grup ve organizasyonları çeşitli yönlerden eleştirilmiş, onların Ortadoğu ve dünya politikasına yönelik planları çok yönlü olarak incelenmiştir. Ancak bu aşamada çok önemli bir konuyu bir kez daha hatırlatmak gerekmektedir. İslam, barış, sevgi ve hoşgörü dinidir. Ancak günümüzde bazı çevreler İslam ahlakını yanlış bir imajla tanıtmaya çalışmaktadırlar. Yeryüzünü bir "barış ve esenlik yurdu" haline getirmeyi emreden İslam dinini, tam zıddı şekilde göstermeye çalışan bu çevreler, diğer dinlerin mensupları ile Müslümanlar arasında bir uyuşmazlık var gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa İslam ahlakının, Kuran'da "Ehl-i Kitap" olarak isimlendirilen Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı bakışı son derece adil ve merhametlidir.
Allah Kuran'da şöyle bildirmektedir:
Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8)
İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)
İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: "Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz." (Ankebut Suresi, 46)
Kuran'da Kitap Ehli'nden samimi iman edenler olduğu ise şöyle bildirilmektedir:
Şüphesiz, Kitap Ehlinden, Allah'a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah'a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah'ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri Katında ecirleri vardır. Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 199)
... Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)
Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah'a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Maide Suresi, 69)
... Kitap Ehli'nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah'ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)
Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah'a, ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. (Maide Suresi, 69)
Allah'ın kullarına bir hidayet rehberi olarak gönderdiği hak kitaplarında sevgiye, barışa, hoşgörüye ve adalete dayalı bir toplum modeli tarif edilmektedir. Örneğin Allah Maide Suresi'nde Yahudilere indirilen Tevrat'ın insanlar için bir yol gösterici olduğunu bildirmektedir:
Gerçek şu ki, Biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.)... (Maide Suresi, 44)
Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar, aralarındaki tarihsel sorunlara, ön yargılara, yanlış anlamalara veya taassuba dayanan tartışmalara ve çekişmelere tamamen son vermelidirler. Her üç dinin mensupları da birbirlerine anlayış ve hoşgörü içinde yaklaşmalıdır. Önemli olan, farklılıkları değil ortak noktaları gündeme getirmek, zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı, yıkıcı değil yapıcı, engelleyici değil yardımcı, ayırıcı değil tamamlayıcı, bölücü değil birleştirici olmaktır. Allah Kuran'da iman edenler üzerindeki bu sorumluluğu şöyle bildirmektedir:
İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. (Enfal Suresi, 73)
İslam yönetimindeki Kudüs'ü gösteren bir gravür.
Allah iman edenlere yeryüzünde barışı sağlamalarını ve barışın koruyucuları olmalarını emretmiştir. Yeryüzünde bozgunculuk yapanları, haklı bir gerekçesi (savunma veya mazlumları kurtarma amacı) olmadan savaş çıkaranları, düzeni bozanları, masum insanları katledenleri lanetlemiştir. Rabbimiz'in emrettiği ahlakı yaşayan müminlerin, önemli sorumluluklarından biri de insanlar için barışı ve güvenliği sağlamak, tüm insanların huzur içinde yaşayabilecekleri bir dünya meydana getirebilmektir.
Savaşların, çatışmaların ve her türlü kargaşanın temelinde insanların gerçek din ahlakından uzaklaşmaları vardır. Kimi zaman da sözde din adına ortaya çıkan bazı kimselerin sapkın yorumları, gerçek din ahlakı hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan kimseler üzerinde etki edebilmektedir. Ve bu durum onları din ahlakına hiçbir şekilde uymayan eylemler yapmaya yönlendirebilmektedir. Anlaşmazlıkların ve sorunların şiddet yoluyla çözülmesi gerektiğine inananlar, baskıcı ve despot uygulamalarıyla insanlara zulmedenler karşısında iman edenlerin din ahlakını yayma konusundaki iş birliği önem kazanmaktadır.
İman eden her Hıristiyan, her Müslüman, her Yahudi bu doğrultuda elinden gelen tüm çabayı göstermekle mükelleftir. Tek bir Allah'a iman eden, O'nun rızasını kazanmaya çalışan, O'na tam bir teslimiyetle teslim olmuş, O'na gönülden bağlı, O'nu yücelten, temelde aynı değerleri savunan Müslümanların, Yahdilerin ve Hıristiyanların ortak hareket etmeleri en doğrusudur. Samimi olarak iman edenler, din ahlakının yaşanması, dinsizliğin neden olduğu belaların engellenmesi, ateizm ve materyalizmle fikri alanda mücadele edilmesi konularında ittifak etmelidirler.
Bilgisizlikten veya din ahlakına karşı olanların provokasyonlarından kaynaklanan ön yargılar ortadan kaldırılmalı, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar el ele vererek güzel ahlakı yeryüzüne yaymaya çalışmalıdırlar. Bu birlik, sevgi, saygı, hoşgörü, anlayış, uyum ve işbirliği prensipleri temel alınarak bina edilmelidir. Durumun ne kadar acil olduğu göz önünde bulundurulmalı; çekişme, tartışma ve ayrılığa yol açacak unsurlardan şiddetle kaçınmalıdır. Kuran'da Müslümanların Kitap ehline birlik çağrısı şöyle bildirilmektedir:
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim."... (Al-i İmran Suresi, 64)