11 Mayıs 2016

DİN ADAMI BÖLÜCÜ OLMAZ 1



DİN ADAMI BÖLÜCÜ OLMAZ

Reşit Rıza-Ahmet Hamdi Akseki
1-30. Madde
2 — Hamdi Akseki, yine bu önsözünde, (Birinci ve ikinci asrda, halk mu’ayyen bir mezhebi taklîd etmiyor. Belli bir imâmın mezhebine girmiyorlardı. Yeni bir hâdise meydâna gelince de, şu veyâ bu mezheb demeksizin, hangi müftîye rast gelirlerse, ona sorup müşkillerini çözerlerdi. İbni Hümâm (Tahrîr) kitâbında böyle demekdedir) diyor. Bu sözü de, âlimlerin bildirdiklerine uymamakdadır. (Eşedd-ül-cihâd) kitâbının onaltıncı sahîfesinde, İbni Emîr Hac’ın, (Hocam İbni Hümâm, (vefâtı 861 [m. 1457]), müctehid olmıyanların dört mezhebden birini taklîd etmesi lâzımdır dedi) dediği yazılıdır. İbni Nüceym-i Mısrî, (vefâtı 970 [m. 1563]) (Eşbâh) kitâbında, ikinci nev’in birinci kâ’idesinde, ictihâdı anlatırken diyor ki, (İbni Hümâmın (Tahrîr) kitâbında açıkça bildirdiği üzere, dört mezhebden birine uymıyan işin bâtıl olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir). Büyük âlim Abdülganî Nablüsî “rahimehullahü teâlâ” (Hulâsat-üt-tahkîk) kitâbında, İbni Hümâmın bu yazısını bildirerek, (Bundan anlaşılıyor ki, dört mezhebden başkasını taklîd etmek câiz değildir. Bugün, Muhammed aleyhisselâmın dînine uymak, yalnız bu dört mezhebden birini taklîd etmekle oluyor. (Taklîd), başkasının sözünü delîlini araşdırmadan kabûl etmek demekdir. Bu da, kalb ile niyyet etmekle olur. Niyyet etmeden yapılan iş bâtıl olur. Delîlini anlamak, müctehidin vazîfesidir. Mukallidin, her işde, dört mezhebden birini taklîd etmesi lâzımdır. Âlimlerin çoğuna göre, çeşidli işlerde, dört mezhebden dilediğini taklîd etmesi câizdir. (Tahrîr) kitâbı da, böyle yazmakdadır. Fekat, bir mezhebe göre başlamış olduğu bir işi bu mezhebe göre bitirmesi lâzım olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir. Ya’nî bu işi kolay yapabilmek için, başka mezhebleri karışdıramaz. [Otuzüçüncü maddeye bakınız!]. Bir mezhebi taklîde başlayınca, zarûret olmadıkça, hiçbir işinde, başka mezhebi taklîd etmemeli diyen âlimler de vardır) demekdedir.
3 — Yine bu önsözünde, (Sonradan din perdesine bürünerek ortaya çıkan siyâsî çekişmeler, mezheblerde olan asl maksadı unutdurdu) diyor. Bu sözü, hiç afv edilemiyecek büyük ve çok çirkin bir hatâdır. Mezhebden çıkanların, mezhebleri bozmağa kalkışanların kabâhatlerini fıkh âlimlerine yüklemekdedir. Dört mezhebin çok eskiden ve yeni basılan kitâbları meydândadır. Mezheb imâmının ictihâdını değişdirecek hiçbir yazı, hiçbir fetvâ, hiçbir kitâbda yokdur. Abduh ve onun çömezleri gibi dinde reformcular, elbet bu âlimlerin dışındadırlar. Mezhebleri çığırından çıkarmak isteyenler, bunlardır. Fekat, bunların hiçbir sözü, mu’teber fıkh kitâblarında mevcûd değildir. Fıkh kitâbı, fıkh âlimlerinin kitâblarına denir. Câhillerin, mezhebsizlerin ve (fen yobazı) olan dinde reformcuların ve dîni siyâsete karışdıran (din yobazları)nın kitâblarına, fıkh kitâbı denilmez. Bunların bozuk yazılarını ileri sürerek, fıkh âlimlerine leke sürülemez.
Mezhebsizler ve dinde reformcular, Ehl-i sünnetin dört mezhebine saldırabilmek için, hîle yoluna sapıyorlar. Bunun için, Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfde bildirilen yetmişiki fırkanın Ehl-i sünnete saldırılarını, çıkardıkları kanlı olayları yazıyorlar. Sonra da, Ehl-i sünnetin dört mezhebi birbiri ile döğüşdüler diyerek, alçakça yalan söyliyorlar. Hâlbuki, hiçbir zemânda ve hiçbir yerde Şâfi’îlerle Hanefîler arasında tek bir çatışma olmamışdır. Nasıl çatışırlar ki, ikisi de Ehl-i sünnetdir. İkisi de aynı şeylere inanmakdadırlar. Birbirlerini hep sevmişler, yardımlaşmışlar, hep kardeşçe yaşamışlardır. Birbirleri ile döğüşdüler diyen mezhebsizler, bir misâl verebilseler ya! Veremezler. Misâl olarak, Ehl-i sünnetin dört mezhebinin elele vererek, mezhebsizlerle yapdıkları cihâdları yazıyorlar. Müslimânları, bu yalanlarla aldatmağa çalışıyorlar. Şî’î ismi ile, Ehl-i sünnet olan Şâfi’î ismi birbirine benzediği için, Hanefîlerin mezhebsizler ile yapdıkları savaşları yazarak, Hanefîler, Şâfi’îlerle çatışdı diyorlar. Mezhebsizler, bir mezhebi taklîd eden müslimânları kötülemek için, ilmî kelimelere yanlış ma’nâ vererek iftirâ ediyorlar. Meselâ, mezheb bilgilerini açıklamağa ve bunları isbât etmeğe (Te’assub) diyorlar. Papasların yazdığı (Müncid) lugat kitâbını da kendilerine şâhid göstererek, (Te’assub, ilmî, dînî ve aklî olmıyan âmillerin te’sîri altında bir görüşe bağlanmakdır) diyorlar. Te’assub, mezheb gavgalarına sebeb oldu diyorlar. Hâlbuki islâm âlimlerine “rahimehümullahü teâlâ” göre te’assub, haksız yere düşmanlık etmek demekdir. Ya’nî, bir mezhebe bağlanmak, bu mezhebin, sünnete ve râşid halîfelerin sünnetlerine uygun olduğunu savunmak, te’assub değildir. Hak olan başka mezhebleri kötülemek te’assubdur. Dört mezhebi taklîd edenler, hiçbir zemân böyle te’assub yapmadı. Hiçbir asrda mezheb te’assubu olmadı.
Yetmişiki bâtıl, sapık fırkanın hepsine (Bid’at ehli) ve (Mezhebsiz) denir. Bu mezhebsizler, Emevî ve Abbâsî halîfelerini Ehl-i sünnetin hak yolundan ayırmağa çalışdılar. Bunu başaranlar, kanlı hâdiselere sebeb oldular. Mezhebsizlerin sebeb oldukları bu zararları önlemek için islâm âlimlerinin halîfelere nasîhat vermelerine, onları Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birini taklîd etmeğe çağırmalarına mezheb te’assubu demek, islâm âlimlerine karşı çirkin bir iftirâdır. Biraz arabî öğrenmiş birinin, târîh kitâblarını karışdırıp, tesâdüf etdiği çeşidli hâdiseleri, kendi açısından değerlendirmesi, bunları mezheb te’assubunun zararlarına vesîka olarak gençlerin önüne sürmesi, dört mezhebe saldırmanın yeni bir taktiği oldu. Dört mezhebe karşı olanlardan bir kısmı, kendilerini haklı göstermek için, ben mezheblere karşı değilim. Mezheb te’assubuna karşıyım diyorlar. Fekat, te’assuba yanlış ma’nâ vererek, mezheblerini savunan fıkh âlimlerine saldırıyorlar. İslâm târîhindeki kanlı hâdiselere bunlar sebeb oldu diyorlar. Böylece, gençleri mezhebsiz yapmağa uğraşıyorlar.
Mezheb te’assubundan islâm târîhinde kardeş gavgaları olmuş, bunun misâllerinden biri de şu imiş: Hicrî 617 târîhinde Rey şehrini ziyâret eden Yâkût, burasının da harâb olduğunu görünce, rast geldiği kimselere, bunun sebebini sormuş. Hanefîler ile Şâfi’îler arasında te’assub başgösterdi. Harb başladı. Şâfi’îler gâlib geldi. Şehr harâb oldu demişler. Bunlar, Yâkûtun(Mu’cem-ül-büldân) kitâbında yazılı imiş. Hâlbuki, Yâkût-i Hamevî, bir târîhci değildir. Rum çocuğu idi. Esîr alınıp, Bağdâdda bir tüccâra satılmışdı. Efendisinin işlerini görmek için, çeşidli şehrlere gitdi. Efendisinin vefâtından sonra, kitâb ticâreti yapdı. Gitdiği yerlerde gördüklerini, işitdiklerini yazarak, (Mu’cem-ül-büldân) kitâbını meydâna getirdi. Bunun ticâretinden de çok kazanc sağladı. Rey şehri, Tahranın beş kilometre cenûbunda olup, şimdi harâbe hâlindedir. Hicretin yirminci senesinde hazret-i Ömerin emri ile Urve bin Zeyd-i Tâî “rahime-hümallahü teâlâ” tarafından feth olunmuşdu. Ebû Ca’fer Mensûr zemânında i’mâr edilmiş, büyük âlimlerin kaynağı ve medeniyyet merkezi olmuşdu. 616 senesinde Cengiz kâfiri, bu islâm şehrini de, tahrîb ve ehâlîsini şehîd ve kadınları, çocukları esîr etdi. Yâkûtun gördüğü harâbeleri, bir sene önce Moğol ordusu meydâna getirmişdi. Yâkûtun sorduğu mezhebsizler, bu cinâyeti, Ehl-i sünnete yüklemiş, Yâkût da, buna inanmışdı. Bu da, Yâkûtun târîhci değil, câhil bir turist olduğunu göstermekdedir. Mezhebsizler ve dinde reformcular, dört mezhebden birini taklîd edenleri ve yüce fıkh âlimlerini kötülemek için, ilmî ve târihî vesîka bulamayınca, acem hikâyelerine dayanan yazılarla ve sözlerle saldırmakdadırlar. Böyle hikâyeler, Ehl-i sünnet âlimlerinin üstünlüklerini, kıymetlerini sarsmaz. Aksine, mezhebsiz din adamlarının câhil ve sapık olduklarını ortaya koymakdadır. Din adamı değil, din düşmanı olduklarını göstermekdedir. Din adamı görünüp, müslimânları aldatmak, böylece dört mezhebi içerden yıkmak gayretinde oldukları anlaşılıyor. Dört mezhebi yıkmak, Ehl-i sünneti yıkmakdır. Çünki, Ehl-i sünnet, amelde dört mezhebe ayrılmışdır. Bu dört mezhebden başka Ehl-i sünnet yokdur. Ehl-i sünneti yıkmak da, islâmiyyeti yıkmak, Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirdiği hak dîni, islâm dînini yıkmakdır. Çünki, (Ehl-i sünnet) demek, Eshâb-ı kirâmın yolunda giden hakîkî müslimânlar demekdir. Eshâb-ı kirâmın yolu, Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz) hadîs-i şerîfinde, Eshâb-ı kirâma uymamızı emr buyuruyor.
Uymak, tâbi’ olmak, iki dürlü olur: Biri, i’tikâdda, ya’nî îmânda, ya’nî inanmakda uymakdır. İkincisi, yapılacak işlerde uymakdır. Eshâb-ı kirâma uymak, inanılacak şeylerde uymak demekdir. Onlar gibi îmân etmek demekdir. Eshâb-ı kirâm gibi îmân eden müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir. Amelde, ya’nî yapılacak ve sakınılacak işlerin herbirinde Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsine uymak lâzım değildir. Buna imkân da yokdur. Her işi Eshâb-ı kirâmın nasıl yapdıkları bilinemiyor. Çok işler de, Eshâb-ı kirâm zemânında yokdu. Sonradan meydâna çıkdılar. Ehl-i sünnetin reîsi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi aleyh”. Dört mezheb de, İmâm-ı a’zamın Eshâb-ı kirâmdan öğrenip söylediği gibi inanmakdadır. İmâm-ı a’zam, Eshâb-ı kirâmdan birkaçını gördü. Çok şeyleri bunlardan işitip öğrendi. Çok şeyleri de, hocaları vâsıtası ile öğrendi. İmâm-ı Şâfi’înin ve imâm-ı Mâlikin, inanılacak ba’zı şeyleri değişik söylemeleri, İmâm-ı a’zamdan ayrılmak değildir. İmâm-ı a’zamdan işitdiklerini öyle anlamışlar. Anladıkları gibi bildirmişlerdir. Sözlerinin aslı birdir. Anlatmaları farklıdır. Dördüne de inanırız. Dördünü de severiz.
Müslimân görünüp de, Ehl-i sünnetden ayrılanlardan kâfir olanlar da, iki kısmdır: Biri, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ma’nâ verirken, kendi akllarına, görüşlerine o kadar bağlı kalmışlar ki, yanılmaları, kendilerini küfre sürüklemişdir. Kendilerini doğru yolda sanmakda, hâlis müslimân olduklarına inanmakdadırlar. Îmânlarının gitdiğini anlıyamamışlardır. Bunlara(Mülhid) denir. İkincileri, islâmiyyete zâten inanmazlar. İslâm düşmanıdırlar. Müslimânları aldatıp, dîni içerden yıkmak için müslimân görünürler. Yalanlarını, iftirâlarını dîne karışdırmak için âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ve fen bilgilerine, yalan yanlış, bozuk ma’nâlar verirler. Bu sinsi kâfirlere (Zındık) denir. Mısrdaki mason din adamları ve yeni türeyen (sosyalist müslimânlar) böyledir. Bu zındıklara (Fen yobazı) ve (Dinde reformcu) da denir.
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, îmânda parçalanmanın, fırkalara ayrılmanın kötü olduğunu bildiriyor. Bu bölünmeyi şiddet ile yasaklıyor. Tek îmânda birleşmeği emr ediyor. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde yasaklanan bölünme, îmânda bölünmekdir. Zâten, bütün Peygamberlerin “aleyhimüssalâtü vesselâm” bildirdikleri îmân aynıdır. İlk Peygamber Âdem aleyhisselâmdan son insana kadar bütün mü’minlerin îmânları hep aynıdır. Zındıklar ve mülhidler, îmânda parçalanmayı kötüleyen, yasaklıyan âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri ele alıp, bunların, Ehl-i sünnetin dört mezhebini bildirdiklerini iddi’â ediyorlar. Hâlbuki, dört mezhebin ayrılmasını Kur’ân-ı kerîm emr ediyor. Bu ayrılığın, Allahü teâlânın mü’minlere rahmeti, ihsânı olduğunu hadîs-i şerîfler bildiriyor.
Moğolların islâm memleketlerine yayılmasını ve Bağdâdı yıkıp kana boyamalarını, Hanefî-Şâfi’î çekişmelerine bağlamak çok iğrenç, pek alçak bir yalan ve iftirâdır. Târîhin hiçbir devrinde Hanefî-Şâfi’î çatışması olmamışdır ve olamaz. Bu iki mezhebin îmânları aynıdır. Birbirlerini severler. Kardeş olduklarına inanırlar. Amelde, ibâdetde olan ufak tefek ayrılıklarını da, Allahü teâlânın rahmeti bilirler. Kolaylık olduğuna inanırlar. Bir mezhebdeki müslimân, bir işi yaparken sıkışık hâle düşerse, bu işi öteki üç mezhebden birine uyarak yapıp sıkıntıdan kurtulur. Dört mezhebin kitâbları, bu kolaylığı sözbirliği ile tavsiye etmekde ve misâllerini yazmakdadır. Dört mezheb âlimlerinin, kendi mezheblerinin delîllerini, vesîkalarını açıklamaları, yazmaları, birbirlerine çatmak, (Hâşâ) kötülemek değildir. Bunları, Ehl-i sünneti mezhebsizlere karşı savunmak ve kendi mezhebinde olanların güvenlerini sağlamak için yazdılar. Hem böyle yazdılar. Hem de, sıkışınca, başka mezhebi taklîd ediniz dediler. Mezhebsizler ve mülhidler ve zındıklar, Ehl-i sünnete saldıracak başka sebeb bulamadıkları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin haklı ve yerinde olan yazılarını ele alarak, bunlara yanlış ma’nâ veriyorlar.
(Abbâsî devletinin son halîfesi Müsta’sım, dînine çok bağlı ve sünnî idi. Vezîri olan ibni Alkamî ise mezhebsiz olup, halîfeye sâdık değildi. Devlet idâresi bunun elinde idi. Abbâsîleri devirip, başka devlet kurmak istiyordu. Moğol hükümdârı Hülâgünün Bağdâdı almasını, kendisinin de ona vezîr olmasını istiyordu. Onun Irâka gelmesini teşvik etmeğe başladı. Hülâgüden gelen mektûba sert cevâb yazarak onu kızdırdı. Mezhebsiz [şî’î] olan Nasîr-üd-dîn-i Tûsî, Hülâgünün müşâviri idi. Bu da, onu Bağdâdı almağa teşvik ederdi. İşler, iki sapık elinde dönüyordu. Hülâgü Bağdâda yürütüldü. Yirmi bine yakın halîfe ordusu, ikiyüzbin tatarın oklarına karşı duramadı. Hülâgü, Bağdâda, naft ateşleri ve mancınık taşları ile saldırdı. Elli gün muhâsaradan sonra, İbni Alkamî, sulh için diyerek, Hülâgünün yanına gitdi. Onunla anlaşdı. Halîfeye gelip, teslîm olursak, serbest bırakılacağız dedi. Halîfe buna aldandı. 656 [m. 1258] senesinin, Muharremin yirminci günü Hülâgüye gidip teslîm oldu. Yanındakilerle berâber i’dâm edildi. Sekizyüzbinden ziyâde müslimân kılınçdan geçirildi. Milyonlarca islâm kitâbı Dicleye atıldı. Güzel şehr, harâbeye döndü. (Hırka-i se’âdet) ve (Asâ-yı nebevî) yakılıp külleri Dicleye atıldı. Beşyüzyirmidört (524) senelik Abbâsî devleti yok oldu.
[TENBÎH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân, her yerde kötü insanlar iyilere saldırmışlardır. Allahü teâlâ her şeyi sebebler ile yaratmakdadır. Kötülerin cezâsını da, kötü insanlar vâsıtası ile vermekdedir. İşkence edenlere dünyâda da cezâlarını vermekdedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görmekdedir. İyilerden, ya'nî müslimânlardan harbde ölenlerin ve kazâda ölenlerin hepsi şehîddir. Dünyâda azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bol ni’metler verilecekdir. Âhıretde ni’mete kavuşmak için, îmân sâhibi olmak lâzım olduğu din kitâblarında yazılıdır. Bu kitâblar dünyânın her yerinde çok vardır. Bu kitâbları okuyup da inanmıyana kâfir denir. İslâmiyyeti işitmiyen kâfir olmaz. İşitince (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) diyen ve buna inanan müslimân olur. Bunun ma’nâsı, (Herşeyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür)dır. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi’ olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlimler, suçsuz müslimânları, kadınları, çocukları öldürmüşlerdir. Öldürülen müslimânlar, şehîd olur. Öldürülürken yapılan işkencelerin acısını duymaz. Ölürken, kabrde verilecek olan Cennet ni’metlerini görerek çok sevinir. Şehîdler ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok neş’elenir. Cennet ni’metlerine kavuşur. Hadîs-i şerîfde, (Müslimânların kabri Cennet bağçelerindendir.) buyuruldu.]
Dört mezhebdekilerin birbiri arkasında nemâz kılacağını, hepsinin kitâbları açıkça yazmakdadır. Dört mezhebin ibâdetlerindeki ufak farkların düşmanlığa sebeb olacağını söylemek, mezhebsizlerin, mülhid ve zındıkların hulyâları ve iğrenç iftirâlarıdır. Dünyânın her yerinde, dört mezheb müslimânları birbirlerinin arkasında nemâz kılmakdadır. Çünki, hepsi birbirini kardeş bilmekde, sevişmekdedirler. Büyük velî, derin âlim, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, (vefâtı 1242 [m. 1826]) şâfi’î mezhebinde idi. Bunun mürşidi olan, buna feyz ve hilâfet veren Abdüllah-i Dehlevî ise hanefî idi. Abdülkâdir-i Geylânî (vefâtı 561 [m. 1165]), şâfi’î idi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Hanbelî mezhebinin unutulmağa yüztutduğunu görünce, bu mezhebi kurtarmak, kuvvetlendirmek için Hanbelî oldu. (Celâleyn tefsîri)ni yazan, Celâleddîn Muhammed Mahallî (vefâtı 864 [m. 1459]), Şâfi’îdir. Mâlikî mezhebinde olan Ahmed Sâvî bu tefsîri şerh ederek her yere yayılmasına hizmet etmişdir. Bu şerhinde, (Fâtır) sûresinin altıncı âyetini tefsîr ederken, (Arabistânın Hicâz kısmında bulunan mezhebsizler, yalnız kendilerine müslimân diyorlar. Ehl-i sünnet olan hakîki müslimânların müşrik olduklarını söyliyorlar. Bunlar, yalan söyliyorlar. Allahü teâlâdan, bu sapıkları yok etmesini dileriz) buyurmakdadır. Ahmed Sâvî, binikiyüzkırkbir 1241 [m. 1825] de Mısrda vefât etdi. (Beydâvî tefsîri)ne hâşiyesi de meşhûrdur. Meşhûr Beydâvî (vefâtı 685 [m. 1286]) şâfi’îdir. Tefsîri, tefsîrlerin en kıymetlilerindendir. Dört mezhebin âlimlerinden çoğu bu tefsîri şerh etmiş, çok övmüşlerdir. Bunlardan hanefî mezhebindeki âlimlerden Şeyhzâde Muhammed efendinin şerhi meşhûr ve pek kıymetlidir. [Bu tefsîr, dört büyük cild hâlinde, Hakîkat kitâbevi tarafından basdırılmışdır.] Dört mezheb âlimlerinin birbirlerini öven, seven kitâbları binleri aşmakdadır. Bunu bilmiyen bir müslimân yokdur. Parmak kaldırmakdaki cevâbımız 36. cı maddededir.
İbni Teymiyye (vefâtı 728 [m. 1327]) gibi, Allahü teâlâya cismdir diyen ve kâfirlerin Cehennemde sonsuz azâb göreceklerine inanmıyan, kılınmayan nemâzları kazâ etmeğe lüzûm görmiyen, hazret-i Alîye ve Ehl-i beyte, şanlarına lâyık olmıyan iftirâlar yapan ve dahâ nice sapık sözleri ile islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışan bir mezhebsizi, islâm âlimi ve mürşid olarak göstermekde, onu büyük islâm âlimi Gazâlî gibi bir müctehid olarak tanıtmakdadır. Bu iki ismi birlikde yazmak, bir kara taşı, pırlantanın yanına koymak gibi şaşılacak bir buluşdur. Mâlikî mezhebi âlimlerinden Ahmed Sâvî, (Celâleyn tefsîri)nin şerhinde, Bekara sûresinin ikiyüzotuzuncu âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki, (Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, İbni Teymiyyenin sapık olduğunu bildirdiler. Ya’nî hem sapıkdır. Hem de, çok müslimânın doğru yoldan sapmasına sebeb olmuşdur. Onun mâlikî âlimlerinden imâm-ı Eşheb ile münâsebeti olduğu bâtıldır, yalandır).
Bu dinde reformcu, taklîdin bâtıl olduğunu yazmakla, bindörtyüz seneden beri gelmiş milyonlarca Ehl-i sünnet müslimânı lekeliyor. Bunların Cehenneme gideceklerini anlatmak istiyor. Mezhebsizler, mülhidler ve zındıklar ya’nî dinde reformcular, haksız olduklarını, kendileri de bilmiş olacaklar ki, Ehl-i sünnete açıkça sataşamıyorlar. Hep, yaldızlı, kaçamak kelimeler kullanarak, perde arkasında oynuyorlar. Mezheb imâmını taklîd etmeğe nasıl bâtıl denilebilir? Allahü teâlâ, Nahl ve Enbiyâ sûrelerindeki âyet-i kerîmelerinde meâlen,(Bilenlerden sorup öğreniniz!) buyuruyor. (Ülül emr)e, ya’nî âlimlere (tâbi’ olunuz!) buyuruyor. Mezheb imâmını taklîd etmek, bunun için vâcib oldu. Bu dinde reformcu, taklîd bâtıldır diyerek, (Mezheb imâmlarına uymayınız! Bize uyunuz) demek istiyor. Müslimânları hak yolu taklîdden vazgeçirip kendi bâtıl yollarını taklîde sürüklüyor. Kendileri, bâtılın taklîdcileridir.
Taklîd iki dürlü olur. Birisi kâfirlerin, analarını, babalarını, papasları taklîd ederek kâfir olmalarıdır. Böyle taklîd, elbet bâtıldır, yanlış yoldur. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler bu taklîdi yasak etmekdedirler. Müslimânların da, analarını, babalarını taklîd ederek, müslimânım demeleri kâfî değildir. (Âmentü)de bildirilen altı şeyin ma’nâlarını bilip, beğenip, kabûl eden kimseye müslimân denir. İnanılacak şeylerde mezhebsizlere aldanıp, Ehl-i sünnetden ayrılmak, bâtıl olan taklîddir. Fekat, amelde, ya’nî yapılacak işlerde taklîdciliği buna benzetmek doğru değildir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler bu taklîdciliği emr etmekdedir. Büyük âlim Abdülganî Nablüsînin (Hülâsat-üt-tahkîk fî beyân-ı hükm-it-taklîd vet-telfîk) kitâbında ve Abdülvehhâb-i Şa’rânînin (vefâtı 973 [m. 1565]) (Mîzân-ül-kübrâ)sının önsözünde ve imâm-ı Rabbânînin (vefâtı 1034 [m. 1624]) (Mektûbât) kitâbının çeşidli yerlerinde ve Yûsüf Nebhânînin (Huccetullahi alel’âlemîn) kitâbının son kısmında yazılı olan (Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ’ yapmaz!) hadîs-i şerîfi gösteriyor ki, doğru yoldaki âlimlerin sözbirliği ile bildirdiklerinin hepsi elbet doğrudur. Buna karşı olanlar haksız ve yanlışdır. İşte, bindörtyüz seneden beri gelmiş olan milyonlarca Ehl-i sünnet âlimi ve binlerce Evliyâ, sözbirliği ile bildirdiler ki, (Müctehid olmıyan müslimânların işlerini, ibâdetlerini doğru yapabilmeleri için, inandıkları, güvendikleri, diledikleri bir müctehidi taklîd etmeleri vâcibdir). Bu sözbirliğine inanmıyan, yukarıdaki hadîs-i şerîfe inanmamış olur. Bu sözbirliği gösteriyor ki, müctehidin kendi ictihâdına göre amel etmesi lâzımdır. Başka müctehide uyması câiz değildir. Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi. Bunun için ba’zı işlerde birbirlerine uymamışlardır. Bunun gibi, imâm-ı Ebû Yûsüfün, bir Cum’a günü, tekrâr abdest almaması ve imâm-ı Şâfi’înin, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin kabri yanında nemâz kılarken, rükû’dan sonra ellerini kaldırmaması, başkasını taklîd olmayıp, kendi ictihâdlarına göre hareket etmelerindendir.
Reşîd Rızânın şu maskaralığına bakınız! Kendi gibi sapık olana fazîletli diyor. Bu dinde reformcu câhilin ağzı ile, yaşlı vâiz efendiye ders vermeğe kalkıyor. Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emr etdikleri ve islâm âlimlerinin sözbirliği ile lâzım dedikleri, amelde, işde taklîd ni’metine, (belâ) diyor. Anlamıyor ki, dört mezhebden birini taklîd etmek, hak olan taklîddir. Mezhebsizlere uyarak, mezhebden ayrılmak da, bâtıl olan taklîddir. Vâiz efendi ile ve bu mubârek kelime ile alay ediyor. Din adamlarına mahsûs olan mubârek ismlerle alay edenin kâfir olacağının farkında bile değildir. Hadîs-i şerîfde, (En âdî, en alçak kimseler müslimânların başına geçecek) buyurulmuş olduğunu bilmeseydik, Mısr gibi bir islâm memleketinde, bu adamın nasıl fetvâ merci’i olduğuna şaşardık. Ey alçak zındık! Müslimânlarla alay edeceğine, vâiz efendilerle piyes oynatacağına, niçin erkekçe ortaya çıkıp da, yehûdîlere, misyonerlere, masonlara, komünistlere meydân okumuyorsun? Evet onlara yan bakamazsın! Onlar senin üstâdın, veli-ni’metindir!
Kitâba, Sünnete, Selefin yoluna sarılmalı, taklîd belâsından kurtulmalı sözleri ile kimi aldatıyorsun? Sözlerin birbirini tutmuyor. Kitâba, Sünnete, Selefin yoluna sarılmak, taklîd değil midir? İşte bu istediğin taklîd dört mezheb imâmını taklîd etmekle olur. Senin belâ dediğin bu taklîdi bırakmak; Kitâbı, Sünneti ve Selefin yolunu bırakmak, dinden çıkmak olur. Senin istediğin de, bu bâtıl olan taklîdcilikdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Kitâbdan, hadîsden kendine göre ma’nâ çıkaran kâfir olur) buyurdu. Sen, müslimânları, bâtıl olan taklîde, küfre sürüklemek istiyorsun. Maskeyi yüzünden çıkar! İslâm düşmanı olduğunu ortaya koy ki, sana öyle cevâb verelim. Şimdilik, senin gibi bir masonun bir mısra’ını söyliyoruz:
1150 [m. 1737] senesinden beri, vehhâbîlik ve mezhebsizlik, ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerini “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în“ beğenmemek bid’ati dünyâya yayıldı. İslâmiyyeti içden yıkan ve din kardeşlerini birbirlerine düşman eden, bu yıkıcı ve bölücü davranışların öncülüğünü Sü’ûdî Arabistândaki câhiller yapdı. Ehl-i sünnet olan müslimânlara saldırarak, kadın, çocuk, binlerle ma’sûmu işkencelerle öldürerek, mallarını yağma ederek işe başlıyan mezhebsizler, İngilizlerin yardımı ile, 1350 [m. 1932] de vehhâbî hükûmetini kurunca, devlet gücü ile ve her sene yüzbinlerle altın dağıtarak, çeşidli memleketlerde propaganda merkezleri açdılar. Yalanlarla, çirkin iftirâlarla dolu neşriyyat yaparak, câhilleri aldatıyor, islâmiyyeti içerden yıkıyorlar.
Vehhâbîlik yolunu ortaya çıkaran, Muhammed bin Abdülvehhâbdır. 1111 [m. 1699] de Necdde doğmuş, 1206 [m. 1792] de ölmüşdür. Bunun babası ve kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” temiz birer müslimân idi. Ehl-i sünnet âlimi idiler. Hicâzdaki âlimler gibi, bunlar da, vehhâbîliğin yanlış bir yol olduğunu müslimânlara anlatdılar. Doğru olan Ehl-i sünnet yolunu bildirmek için çok sayıda kıymetli kitâblar yazıldı. Süleymân bin Abdülvehhâbın, kardeşine nasîhat olarak yazdığı (Es-savâık-ul-ilâhiyye firredd-i alel-vehhâbiyye) kitâbı, 1306 [m. 1889] senesinde basılmış ve 1395 [m. 1975] de, İstanbulda ikinci baskısı yapılmışdır. Bu kitâbın başında diyor ki, Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı, bütün insanlara Peygamber olarak gönderdi. Ona indirdiği (Kur’ân-ı kerîm)de, insanlara lâzım olan herşeyi bildirdi. Ona verdiği sözlerin hepsini yapdı. Onunla gönderdiği islâm dînini kıyâmete kadar değişdirilmekden koruyacağını da bildirdi. Onun ümmetinin, insanların en iyileri olduğunu da bildirdi. Muhammed aleyhisselâm da, bu ümmetin kıyâmete kadar bozulmıyacağını müjdeledi. Bütün insanların bu yola sarılmalarını emr eyledi. Allahü teâlâ, (Nisâ) sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü’minlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız) buyurdu. Bunun için, islâm âlimlerinin (İcmâ’)ı, din bilgileri için delîl, huccet ya’nî sened oldu. Bu icmâ’dan ayrılmak yasak oldu. Bu yolu, bu icmâ’ı bilmiyen câhillerin bilenlerden sorup öğrenmeleri lâzımdır. Bunu, (Nahl) sûresinin kırküçüncü âyeti emr etmekdedir. (Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz! Cehlin ilâcı, sorup öğrenmekdir) hadîs-i şerîfi, bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmekdedir.
İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, bir kimsenin (Müctehid) olabilmesi için arabî lügatını ezberlemiş olması, lügat farklarını, kelimelerin, hakîkî ve mecâz ma’nâlarını bilmesi, fıkh âlimi olması, dört mezhebin ihtilâflarını, delîllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kırâet şekllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsîrlerini bilmesi, muhkem ve müteşâbih, nâsih ve mensûh ve kasas âyetleri tanıması, hadîs-i şerîflerin sahîhlerini, müfterîlerini, muttasıl, münkatı’, mürsel, müsned, meşhûr ve mevkûf olanlarını ayırd etmesi, ayrıca vera’ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emîn olması lâzımdır. Bütün bu üstünlükler bulunan bir zât taklîd olunabilir. Fetvâ verebilir. Bu şartlardan biri bulunmazsa, müctehid olamaz. Dinde söz sâhibi olamaz. Onu taklîd etmek câiz olmaz. Bunun da, bir müctehidi taklîd etmesi lâzım olur. Bundan anlaşılıyor ki, müslimânlar, yâ (Müctehid)dir. Yâhud(Mukallid)dir. Bunun bir üçüncüsü yokdur. Müctehid olmıyanların hepsi, mukalliddir. Mukallidlerin, bir müctehidi taklîd etmeleri farzdır. Böyle olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir. Vehhâbîlerin allâme diyerek övdükleri ve her sözü seneddir dedikleri İbn-ül-Kayyım-ı Cevziyye (vefâtı 751 [m. 1350]) de, (İ’lâm-ül-mûkı’în) kitâbında, (İctihâd şartları kendisinde bulunmıyan kimsenin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hükm çıkarması câiz değildir) demekdedir. Zemânımız insanları, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf okuyarak, bunlara kendi görüşlerine göre ma’nâ verenleri âlim sanıyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarından söyliyenleri ve yazanları dinlemiyorlar. İctihâd için lâzım olan şartlardan birine bile mâlik olmıyan câhil kimseleri din adamı sanıyorlar. Allahü teâlâ, müslimânları bu belâdan kurtarsın! (Savâ’ik-ı ilâhiyye)den terceme temâm oldu. Bundan bir evvelki maddede, Reşîd Rızânın, imâm-ı allâme diye çok övdüğü İbni Kayyım-ı Cevziyye bile, müctehid olmıyanların, Kitâbdan ve Sünnetden hükm çıkarmalarını yasak ederken, onun yolunda olduğunu bildiren Reşîd Rızânın, onun sözlerine karşı koyması, İslâm da’vâsında samîmî olmadığını, perde arkasından dîni yıkmağa çalışan bir dinde reformcu olduğunu açıkça göstermekdedir.
13 — Vâiz efendi coğrafyaya ve gazeteye inanmazmış. Kâfirlerin rivâyetleri makbûl değilmiş. Vâiz efendiye yapılan iftirâya bakınız! Müslimânlar ilme, fenne inanır. Fekat, kâfirlerin fen maskesi altında söyledikleri yalanlara aldanmazlar. Fenden haberi olmadığı hâlde, fen adamı görünüp, fen bilgisi diyerek, söylediği yalanlar ile, müslimânları aldatmağa, islâm dînini bozmağa uğraşan kâfirlere (Fen yobazı) ve (Dinde reformcu) yâhud (Zındık) denir. Bunlar, hem islâm dînine, hem de fen bilgilerine iftirâ eden bölücülerdir. Müslimânlar coğrafyaya inanmasaydı, bu ilm üzerinde çalışırlar mı idi? Müslimânların, bu yoldaki çalışmalarını, buluşlarını bildiren coğrafya kitâblarının ismleri ve yazarları (Keşf-üz-zünûn)da ve(Mevdû’ ât-ül-ulûm)da ve Brockelmanın almanca kitâbında yazılıdır. Sorarız dinde reformcuya! Meridyen çenberinin uzunluğunu Sincar sahrâsında ölçenler kimlerdi? Bunlar dört mezhebden birini taklîd eden, Ehl-i sünnet müslimânları değil mi idi? Onların yolunda olan, onlar gibi olan bir müslimân, fen bilgilerine inanmaz mı?
18 — Dinde reformcu, Kelbî tefsîri gibi tefsîrlerde uydurma hadîsler vardır sözünde haklı ise de, (Beydâvînin tefsîri de böyledir) sözü, kesin olarak yanlışdır. Büyük âlim Abdülhakîm Efendi “rahmetullahi aleyh” (vefâtı 1362 [m. 1943]) buyurdu ki, (Kâdî Beydâvî “beyyedallahü vecheh” ismine ve düâsına yakışacak kadar yüksekdir. Müfessirlerin baş tâcıdır. Tefsîr ilminde en büyük makâma yükselmişdir. Her meslekde seneddir. Her fende mâhir, her üsûlde burhân, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmışdır. Böyle derin bir âlimin tefsîrinde uydurma hadîs var demek, büyük ve alçakca bir iftirâdır. Dinde derin bir uçurum açmakdır. Böyle sözleri söyliyenin dili, inananın kalbi, dinliyenin kulakları tutuşsa yeridir. Acabâ, bu büyük ilm sâhibi, uydurma hadîsleri sahîhlerinden ayıramazmı idi? Evet diyenlere ne demelidir? Yoksa uydurma hadîs yazacak kadar ve böyle yapanlar için Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ağır cezâlara aldırış etmiyecek kadar, dîninin kuvveti ve Allahdan korkusu yokmu idi? Yokdu demek, ne kadar şenâ’at, çirkinlik olur. Böyle söyliyen kimsenin dar havsalası, kalın kafası, bu hadîs-i şerîflerdeki ma’nâları çok gördüğü için, mevdû’ demekden başka çâre bulamaz).
Bu sözleri ile Evliyâ-i kirâma ve bunların kerâmetlerine saldırmakda, müslimânların bunlara olan îmânlarını, i’timâdlarını yıkmağa çalışmakdadır. Hâlbuki, bu davranışında da çok haksızdır. Çünki, bir âyet-i kerîmede meâlen, (Çok zikr ediniz. Zikr etmekle kalb itminâna kavuşur) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Allah sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir)buyuruldu. Hadîs âlimleri (Resûlullah, her an zikr ederdi) buyurdu. İşte bunun için bu ümmetin büyükleri çok zikr ederdi. Böylece, islâmiyyetin bu emrini de yerine getirmeğe çalışırlardı. Çok zikr edince, mubârek kalbleri itmînâna kavuşurdu. (Her derdin şifâsı vardır. Kalbin şifâsı, zikr-ullahdır) ve (Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir) hadîs-i şerîflerinin haber verdiği gibi, kalb hastalığından, günâhlardan kurtuldular. Allahü teâlânın sevgisine kavuşdular. İşte takvâ sâhibi olan, kalbleri temiz olan, Allahü teâlânın çok sevdiği bu büyük âlimler diyorlar ki, (Çok zikr ederken, dünyâyı, herşeyi unutuyoruz. Kalbimiz ayna gibi oluyor. İnsan uykuda, herşeyi unutunca, rü’yâ gördüğü gibi kalblerimizde birşeyler görünüyor). Bu gösterilenlere (Keşf), (Mükâşefe), (Şühûd) ismlerini veriyorlar. Böyle olduğunu, her asrda binlerle Velî haber veriyor. Çok zikr etmek ibâdetdir. Çok zikr edenleri Allahü teâlâ sever. Bunların kalbleri, takvâ kaynağı olur. Bunları Kitâb ve Sünnet haber veriyor. Bunlar (Ümûr-i teşrî’iyye)dir. Bunlara inanmıyan, Kitâba ve sünnete inanmamış olur. Kalbde keşf ve şühûd hâsıl olduğunu da, Allahü teâlânın sevdiği doğru müslimânlar haber veriyor. Hadîs-i şerîfde, (Çok zikr edenin kalbinde nifâk kalmaz) buyuruldu. Bunları haber verenler, münâfık olmıyan, özü, sözü doğru kimselerdir. Keşf ve kerâmet, böyle kimselerin tevâtür hâlindeki haberleri ile bildirilmişdir. Evet bunlar, (Ümûr-i vicdâniyye), (Ümûr-i zevkıyye)dir. Başkalarına huccet olamaz. Bunlara inanmak emr olunmadı. Fekat, inanmak yasak da edilmemişdir. Allahü teâlânın sevdiği sâlih müslimânların tevâtür hâlinde bildirdiklerine inanmak, inanmamakdan dahâ iyidir. Müslimâna hüsn-i zan olunur. Haberlerine güvenilir. İbâdetlerde bile, sözlerine güvenilir. (İnkâr eden, mahrûm olur) sözü, kadıyye-i mukarreredir.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri, derin âlim, büyük velîdir. 898 [m. 1493] de tevellüd, 973 [m. 1565] de vefât etmişdir. Şâfi’î mezhebinin temel direklerinden biridir. Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Okuduğu, ezberlediği kitâblar, sayılamıyacak kadar çokdur. Bir kısmı (Mîzân-ül-kübrâ)sının önsözünde yazılıdır. Yüzlerle eseri (Keşfüzzünûn)da yazılıdır. Kitâblarından herbiri, Onun, kemâlini gösteren birer âbidedir. Hanefî mezhebinde olan âlimler de, Onun derin ilminin, keşflerinin, şühûdlarının hayrânıdırlar. Onun yeryüzünün yıldızlarından biri olduğunu bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü Peygamberler ve âlimler ve şehîdler şefâ’at edecekdir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfe sarılarak Ondan şefâ’at bekleriz. Ehl-i sünnetin böyle gözbebeklerine saldıranların, zındık oldukları meydândadır. Zındıklar, kâfirler; müslimânların rehberi olan Muhammed aleyhisselâma da böyle saldırdılar. Meşhûr islâm düşmanı Volter kâfiri, insanların efendisini iğrenç piyeslerine mevzû’ yapacak kadar alçalmışdı. O yüce Peygamberin vârisleri olan Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu alçak saldırılar elbet olacakdır. Bu büyük insanlar düşmanların kirli ağızlarına ve çatlak kalemlerine takılmakla elbet lekelenmez. Yere düşmekle cevherin kadri, kıymeti azalmaz.
Abdülvehhâb-ı Şa’rânî ve bunun gibi, Allahü teâlânın çok sevdiği büyükler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, biz Cenneti, Cehennemi, Mevkıfı, Sırâtı, bu gözümüzle gördük demiyor. Hattâ, bu dünyâda görülemez diyorlar. Bilinemez, anlaşılamaz, anlatılamaz bir hâlde kalblerimize keşf olundu. Rü’yâ gibi gösterildi diyorlar. Bu sırrı, sevdiklerine, mahremlerine haber veriyorlar. (Men-lem yezuk lem-yedri), buyuruyorlar. Ya’nî tatmıyan anlamaz diyorlar. Anlaşılmıyan şeyi inkâr etmek câhillik ve ahmaklık olur. Anlamadığına, imkânsızdır, olamaz demek ise, bir te’assubun, bir inâdın, yobazlığın ifâdesidir. Bunun için, dinde reformcuya, fen yobazı diyoruz. Hele islâm âlimlerinin, aklın, fennin sınırları dışındaki ince bilgilerini, harîta çiziyorlar diyerek alay mevzû’u yapmak, zındıklıkdan ve islâm düşmanlığından başka ne olabilir? [İnsanın gözü, sıhhatde olduğu zemân, aydınlıkda görür. Karanlıkda göremez. İnsanın göğsünde (Kalb) denilen uzv içinde, (Hakîkî kalb) ve (gönül) denilen bir kuvvet vardır. Bu kuvvet sıhhatde iken ve (kalb nûru) varken birşeyler görür. Bunun görmesine (Basîret) ve gördüklerine (Mükâşefe) ve (Şühûd) denir. Hakîkî kalbinin sıhhatli, kuvvetli olması, zikr etmekle olur. Nemâz kılmak, Kur’ân-ı kerîm okumak da zikrdir. Kalblerin nûru, Resûlullahın mubârek kalbinden çıkar. Bu kalb nûruna (Feyz) denir. Feyze kavuşmıyan kimse, mükâşefe sâhibi olamaz. Feyzler, Resûlullahın mubârek kalbinden yayılınca, muhabbet yolu ile Evliyânın kalblerine gelir. Hayâtdaki veyâ kabrdeki bir Velîyi seven müslimân, feyze kavuşur, mükâşefe sâhibi olur. İnsanlara mahsûs olan (Îmân) inanmak ve (muhabbet) sevmek sıfatlarının mahalli de, gönül dediğimiz kuvvetdir.]
20 — Reşîd Rızâ, kitâbında, kıyâmet hakkındaki hadîs-i şerîfleri yazıyor. Vâiz efendiye ise, hep zındıkların hadîs diyerek uydurdukları sözleri söyletiyor. Dinde reformcuya da bu sözlerin hadîs olmadığını isbât etdirerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarındaki hakîkatleri ortaya koyduruyor. Yapdığı bu oyunda, vâizleri, dört mezhebden birinde olan hakîkî müslimânları küçültmek, onları câhil göstermek, kendisi gibi dinde reformcuları akllı, bilgili din adamı tanıtmak çabasındadır. İslâm kitâblarını okumuş, iyi anlamış müslimânların bu iğrenç iftirâlara aldanmıyacakları şübhesizdir. Fekat, hakîkati bilmiyenlerin dinde reformcunun bu yazılarını doğru sanarak, tuzağına düşmemeleri için bu satırları yazıyoruz. Genç kardeşlerimize, dinde reformcunun yalanlarına aldanmamaları için, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını okumalarını ehemmiyyetle tavsiye ederiz.
Dinde reformcu, burada da, din câhili olduğunu ortaya koymakdadır. (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) ismi, onun dediği gibi, sonradan uydurulmuş değildir. Bu ismi Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” söylemiş, müslimânları, bu ism altında birleşmeğe çağırmışdır. (Sünnetime sarılınız), (Cemâ’atden ayrılmayınız) hadîs-i şerîfleri bu çağrının vesîkalarıdır. Dinde reformcu, bu küstahça yalanı ile, Ehl-i sünnetin yüce âlimlerine ve Evliyâ-i kirâma “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çatmakda, onları lekelemeğe kalkışmakdadır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları, bin sene evvel nasıl idi ise, bugün de öyledir. Her fende, her ilmde, her sınıf insanda câhil ve sapık bulunabilir. Böyle birkaç kişiyi ele alarak, Ehl-i sünnet kelimesine saldırmak, çok haksızlıkdır. Tesavvuf büyüklerini Bâtınîlere benzetmek ise, dinde reformcuların çok kullandıkları aldatıcı taktiklerinden biridir. Bâtın âlimlerini, Bâtıniyye zındıkları ile karışdırmak, nûru zulmet olarak, hakkı bâtıl, doğruyu iğri olarak göstermek gibidir. Reşîd Rızânın bu kitâbı, ilmî bir eser olmakdan çok uzakdır. Okuyucuları aldatmak için hâzırlanmış bir hokkabazın, bir göz boyayıcının yazıları gibidir.
Reşîd Rızânın, vâiz efendinin ağzından diyerek yazdığı, kelâm ve fıkh âlimlerine yapdığı iftirâlara kimsenin inanmıyacağı meydândadır. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yazmış olduğu reddiyyeler kütübhâneleri doldurmakdadır. Fârisî yazılmış olanlar, arabî olanlardan az değildir. Reşîd Rızâ, fârisî bilseydi ve Abdül’ Azîz-i Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (vefâtı 1239 [m. 1823]) hazretlerinin (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitâbını okumuş olsaydı, bu büyük âlimin, mezhebsizleri nasıl rezîl ve perîşan etdiğini görüp parmaklarını ısırmakdan kendini men’ edemezdi. Özbek sultânı Abdüllah hânın cihâd ve onları kahr etmesinin sebebini bildiren İmâm-ı Rabbânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Redd-i Revâfıd) kitâbını okuyan ve Süveydînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Nâdir Şâhın adamları ile münâzara ve galebesini bildiren (Hucec-i Kat’ıyye) kitâbını gören bir ilm adamı, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” onları nasıl mağlûb etdiklerini pek iyi anlar. Hakîkat Kitâbevinin neşr etdiği (Müjdeci mektûblar tercemesi) kitâbında, sekseninci mektûbun sonunda, mezhebsizlerin dalâletde olduklarını yazan âlimlerden otuzikisinin ve kitâblarının ismleri bildirilmişdir. Fıkh âlimlerinin birbirleri ile uğraşmaları sözü de, dinde reformcuların dillerine doladıkları iftirâlardan biridir. Bunun cevâbını altıncı maddede bildirdik. (Redd-i Revâfıd) kitâbının arabî ve fârisîsi, (Hücec-i kat’ıyye) kitâbının arabîsi, her iki kitâbın türkçe tercemeleri ve fârisî (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) ile arabî (Muhtasar)ı, Hakîkat Kitâbevi tarafından basdırılmışdır.
24 — Dinde reformcu; (Âlimlerde birbirine karşı mücâdele, red ve cebhe alışın çoğu, nefsin arzûlarına kapılmakdan doğmuşdur. Kelâm ilminin doğuşuna başlıca sebeb, Mu’tezile olmuşdur. Bunlar, dindâr selefin dalmadıkları, ba’zı mes’elelere daldılar. Onlar hakkında i’tirâzlar ileri sürdüler. Diğerleri de, bunların i’tirâz oklarına karşı çıkdılar. İlm, tefekkür ve istidlâl sâhibi gerçek âlimlerin birer birer ortadan çekilmesiyle sonradan gelenler, sâdece onların söylediklerini harfi harfine nakl ediyorlardı. Zemânın geçmesiyle bunların fâidesi de kalmadı. Bu mukallidler, İmâm-ı Eş’arî ve mu’akkîbleri gibi âlimlerden sonra ortaya çıkan mes’eleler, bid’at ve hurâfeler karşısında sükût ediyor, bunlara âid soru soranları tekfîr ediyorlardı. Ancak bu bid’at ve sapıklıklar, din kisvesi ve rengi içinde ileri sürülür, tarafdarları ve yardımcıları bulunursa, bu sefer kelâmcılar da çeşidli te’vîllerle onları müdâfe’aya kalkışıyorlardı. Hattâ küfr silâhı da yön değişdiriyor. Bu bid’at ve sapıklıklara muhâlefet edenlere yöneliyor. Onlara küfr ve sapıklık isnâd ediyorlardı. Bunu her neslde ve her milletde görmek mümkindir.
Reşîd Rızâ, bu yazıları ile, dünyâ kazancı için fıkh öğrenen kötü kimseleri, dünyâyı, kötüleri ıslâh için çalışan fıkh âlimleri ile karışdırmakda, böylece fıkh âlimlerini ve mezheb imâmlarını küçük düşürmeğe, aşağı göstermeğe çalışmakda, mezhebleri ve mezheb taklîdini kaldırarak, islâmiyyeti içerden yıkmak için yapacağı savaşa zemin hâzırlamakdadır. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin yazılarını da değişdirmeğe kalkışmış, bu büyük âlimi kendisine yalancı şâhid yapmışdır. İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (vefâtı 505 [m. 1111]) onun yazdığı gibi fıkh âlimlerini aslâ kötülemiyor. İlm bahsinin dördüncü bâbında, fıkh âlimleri ile fıkh ilmini dünyâ kazancına vâsıta yapan kötü kimseleri ayırıyor. (Fıkh âlimleri, hükümdâr ve vâlîlerden kaçarlardı. Kazâ [hâkimlik] ve fetvâ için aranırlardı. Kabûl etmezlerdi. Bunların izzetini, şerefini ve arandıklarını gören kötü kimseler, müftî olarak hükümdârlara yanaşmak istediler. Hükümdârların mezheblere kıymet verdiklerini, şâfi’î ve hanefîden hangisinin uygun olduklarını aradıklarını görünce, ilmi olmıyanlar, bu iki mezheb arasındaki ihtilâflı mes’eleleri öğrenmeğe başladılar. Hilâf ve münâzaralara düşdüler. Bu kötü din adamları hükümdârların ve vâlîlerin meyl etdikleri şeylerle uğraşırlardı) buyuruyor. Dinde reformcu, imâm-ı Gazâlînin, ulemâ-i sû’ için bu yazdıklarını fıkh âlimlerine bulaşdırmakda, şâfi’îler ile hanefîler birbiri ile döğüşmekdedir yaygarasını basmakdan sıkılmamakdadır.
İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” nefslerine uyduklarını söylemek de, dinde reformcuların bir yalanıdır. Fıkh âlimleri ve mezheb imâmları, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin dışında hiçbir şey söylememişlerdir. Bütün sözleri, Kitâbdan ve Sünnetden olduğu için bunların yolunda gidenlerin nefsleri emmârelikden kurtulmuş, mutmainne olmuşdur. Onlara uyanlar böyle olunca, onların nefsleri mutmainne olmaz mı? Dört mezhebin imâmlarının ve bütün müctehidlerin nefsleri mutmainne idi. Herbiri zâhir ilmlerinde yükselmiş, bâtın ilmlerinde kemâle gelmiş birer Velî idiler. Reşîd Rızânın, Ehl-i sünnet âlimleri için, nefslerine uydular demesi, bütün müslimânları ve islâmiyyeti kötülemek demekdir. Bu sözün çirkinliğini iyi anlamalıdır.
Dinde reformcu, sonra gelen din adamlarını kötülemekle (Her yüz senede bir müceddid gelir. Bu dîni kuvvetlendirir) hadîs-i şerîfini de inkâr etmiş oluyor. Evet, müslimânların bir kısmı bozuldu. Yetmişiki bozuk fırka meydâna geldi. Fekat, müslimânların bir kısmının bozulması demek, islâmiyyetin bozulması demek değildir. Her asrda, her zemân, hiç bozulmıyan, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yolundan ayrılmıyan, hakîkî, sâlih müslimânlar da vardı. Hadîs-i şerîf, bunların her asrda mevcûd olacağını haber veriyor. Bunlara(Ehl-i sünnet vel cemâ’at) denir. Ehl-i sünnet âlimleri dünyânın her yerinde, her asrda, insanları irşâd etdiler. Hiçbir süâli cevâbsız bırakmadılar. Müslimânları, bid’at sâhiblerinin ve dinde reformcuların yalanlarına aldanmakdan korudular. İslâmiyyetin kıyâmete kadar bozulmıyacağını, Allahü teâlâ haber vermişdir. Ehl-i sünnet âlimi demek, dört mezhebden birinin âlimi demekdir.
25— Dinde reformcu, kendi kendini övmekde, (zındıkların kerâmeti kendinden menkûldur) sözüne uygun olarak, kendi yazdığı (el-Menâr) mecmû’asını, göklere çıkarmakdadır. Hâlbuki, bu mecmû’asında, masonları, dinde reformcuları, islâm âlimi olarak göstermekde, bunlar dîni yenileyecek diyerek, islâmiyyeti ilk şerefli mevkı’îne çıkarma vazîfesini onlara havâle etmekdedir. Sanki islâmiyyet bozulmuş, islâm kitâbları değişdirilmiş, doğru din kitâbı kalmamış da, onlar düzeltecek. Onun sinsi yazıları altında yatan yılanın kusduğu zehr ise Ehl-i sünneti yıkmak, Ehl-i sünnet kitâblarını yok etmek, Eshâb-ı kirâmın yolunu gösteren bu kitâblar yerine, masonların, islâmı içerden yıkmağa çalışan, kendisi gibi, dinde reformcuların kitâblarını koymak, kısaca, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın yolunu, islâm dînini yok etmekdir. Dinde reformcuların, islâmı ıslâh edeceğiz diyenlerin maksadları, gâyeleri, işte budur. Eshâb-ı kirâmın yolunu gösteren, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmaları, onların bu alçak gâyelerini apaçık göstermekdedir. Kendilerini müslimân şekline sokarak, islâm dînini içerden yıkmağa uğraşan böyle sinsi kâfirlere (Zındık) da denir. Zındıklar câhilleri aldatabilir. Müslimânların çoğunu bozabilirler. Fekat, müslimânlığı bozamazlar. Allahü teâlâ, islâmiyyeti koruyacağını söz vermişdir.
26 Reşîd Rızâ, dinde reformcunun ağzından şöyle söylüyor: (Müctehid imâmların fazîletlerini ve ilmlerini inkâr etmem. Onların fazîletleri ve ilmleri her medh ve senânın üstündedir. Fekat, müctehidlerden önce, her müslimân delîlleri arıyordu. Sonra gelenler, delîli bırakıp, müctehid imâmları Peygamber kadar yükseltdiler. Hattâ, müctehidin sözünü, hadîse tercîh etdiler. Hadîs mensûh olabilir veyâ imâmımızın nezdinde başka bir hadîsin bulunması muhtemeldir dediler. Hükmde hatâ etmesi veyâ bilmemesi câiz olan, hatâdan sâlim olmıyan kimselerin sözü ile amel edip, hatâdan berî olan Peygamberin hadîsini terketmeği, müctehidler doğru bulmuyordu. Bu taklîdciler, apaçık rehber ve kat’î delîl olan Kur’ândan da ayrılıyorlardı. Dîni Kur’ândan öğrenmek câiz değildir. Kur’ânın ma’nâsını ancak müctehid anlar diyorlardı. Müctehidin söylediğini bırakıp da, Kur’ân ile amel etmek câiz değildir diyorlar. Allah şöyle buyuruyor. Resûlullah şöyle buyuruyor demek câiz değildir. Fıkh âlimi böyle anladı demelidir, diyorlardı. Hiç bir ilm yokdur ki, bütün mes’eleleri insanların çoğunun anlama kâbiliyyetini aşsın ve onları yalnız muayyen zemânda gelen belli kimseler anlıyabilsin. Sonra gelen âlimlerin öncekilerden dahâ ileri olması, ilâhî kanûnlar îcâbıdır. Çünki, sonrakilerin hareket noktası, öncekilerin sonunda başlar. Kur’ânı ve hadîsi anlamak, fıkh kitâblarını anlamakdan dahâ kolaydır. İyi bir arabca öğrenen kimse, onları dahâ kolay anlar. Allahü teâlâ, dînini fıkhcılardan dahâ açık anlatmağa kâdir değil midir? Resûlullah da, Allahın murâdını herkesden dahâ iyi anlamış, açık olarak bildirmiş, her şeyi teblîg etmişdir.
Dinde reformcu, bozuk mantığı ile, kendisini tezâdlara düşürmekdedir. Bir ilm üzerinde mantık yürütebilmek için, o ilmden anlamak şartdır. İslâmın temel bilgisinden anlamıyanların kuru bir mantıkla döndüreceği fırıldaklar, kendisini rezîl etmekden başka netîce vermez. Evet, müctehidlerden önce gelen müslimânlar, ya’nî Eshâb-ı kirâm, delîlleri soruyordu. Birbirlerini taklîd etmiyorlardı. Çünki, onların hepsi müctehid idiler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” medh ve senâ eylediği, birinci asrın insanları idiler. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Tâbi’înin bir kısmı müctehid idi. Müctehidin kendi anladığı ile amel etmesi lâzımdır. Başka müctehidi taklîd etmesi, câiz değildir. (Sonra gelenler müctehidleri Peygamber kadar yükseltdiler. Hattâ dahâ üstün tutdular) sözünü bir müslimân söyliyemez. Çünki bu söz, dört mezhebde bulunan milyarlarca müslimâna kâfir damgasını basmakdır. Müslimâna haksız olarak kâfir diyenin ve yazanın kendisi kâfir olur. Taklîdcileri Kur’ândan ayrılmakla suçlamak ise, bundan dahâ büyük bir iftirâdır. Dinde reformcular şunu iyi bilsin ki, mezheb demek, Kur’ân ve Sünnet yolu demekdir. Bir mezheb imâmına uyan, Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullaha uyduğuna îmân etmekdedir. Hiçbir müslimân (müctehidin söylediğini bırakıp da, Kur’ân ile amel etmek câiz değildir) demez ve dememişdir. Bu söz, dinde reformcuların ve masonların temiz müslimânlara yapdıkları çirkin iftirâlardan biridir. Müslimânlar (Ben, Kur’ân-ı kerîme uymak istiyorum. Fekat, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kendim hükm çıkaramıyorum. Anladığım hükmlere güvenemem ve uymam. Mezheb imâmının anlamış olduğuna güvenirim ve uyarım. Çünki o, benden dahâ âlimdir. Sekiz ana ilmi ve oniki yardımcı bilgiyi benden dahâ iyi bilir. Benden dahâ müttekîdir. Kur’ân-ı kerîmden kendi anlayışı ile hükm çıkarmaz. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çıkardığı ma’nâları, Eshâb-ı kirâmdan öğrenmişdir. (Kendi anlayışı ile ma’nâ çıkaran kâfir olur) hadîs-i şerîfinden korkarım. İlmlerinin, takvâlarının, sonra gelenlerden katkat üstün olduğu, hadîs-i şerîflerle bildirilmiş olan, o büyük âlimlerin bile Kitâbdan ve Sünnetden çıkardıkları hükmler birbirine benzemiyor. Hükm çıkarmak kolay olsaydı, hep aynı şeyi anlarlardı) der. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor, Resûlullah böyle buyuruyor demek, bir câhil için nasıl doğru olabilir? Allahü teâlâ, böyle söylemeği men’ eyledi. Tefsîr âlimleri ve mezheb imâmları bile, bu sözü söylemeğe cesâret edememişdir. Anladıklarını bildirdikden sonra, (Bu benim anladığımdır. Doğrusunu Allah bilir) demişlerdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını Eshâb-ı kirâm bile anlamakda güçlük çeker, Resûlullaha sorarlardı. Yazdıklarımız iyi anlaşılırsa, dinde reformcunun ne kadar câhilce ve ahmakça bir hulyâ peşinde olduğu zâhir olur.
Sonra gelen âlimlerin, öncekilerden dahâ ileri olması sözü, fen bilgileri için doğrudur. Din bilgilerinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Her asr, kendinden öncesinden dahâ şerdir. Kıyâmete kadar hep böyle olur) hadîs-i şerîfi mu’teberdir. Bu hadîs-i şerîf, fen adamlarının şahsiyyetleri ve fen vâsıtalarını kullanmaları bakımından da mu’teberdir. Şübhesiz bu kâide çoğunluk için mu’teberdir. Her asrda bundan müstesnâ olanlar bulunmuşdur. Dinde reformcu, fen bilgisi ile din bilgisini birbiri ile karışdırmakda, fen ile fen adamını da aynı şey sanmakdadır. Fen elbet ilerliyor. Fekat bu ilerleyiş, fen adamlarının ileri olması demek değildir. Sonra gelen fen adamları arasında öncekilerden dahâ geri, dahâ bozuk ve dahâ alçak olanları az değildir.
Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlamak için arabî bilmek lâzım ise de, yalnız arabî bilmek kâfî değildir. Kâfî olsaydı, Beyrutdaki arab hıristiyanların herbirinin, birer İslâm âlimi olması lâzım gelirdi. Çünki onların içinde Mısrdaki dinde reformculardan dahâ kuvvetli arabîsi olanlar, arab lisânının mütehassısları, (Müncid) gibi lügat kitâbları yazanlar var. Bunların hiçbiri, Kur’ân-ı kerîmi anlıyamamış, îmân etmek şerefine bile kavuşamamışdır. Kur’ân-ı kerîm, insanları se’âdete, îmâna, islâma çağırıyor. Onlar, bu da’veti anlıyabilselerdi icâbet ederlerdi. Onların inanmaması, Allahü teâlânın da’vetinin açık ve beliğ olmadığını göstermez. Kur’ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâma hitâb ediyor. Onların nûrlu kalblerine ve selîm akllarına hitâb ediyor. Kureyş lisânı ile da’vet ediyor. Câmi’ul-Ezherin ve Beyrutun arabîsi ile konuşmuyor. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın sohbetinde yetişdikleri ve bütün ümmetin üstünde kemâl sâhibi oldukları hâlde, Kur’ân-ı kerîmi anlayışları ayrı ayrı oldu. Anlıyamadıkları yerler de oldu. O büyükler böyle âciz kalınca, bizim gibi, argo dili ile arabî anlıyanların hâli nice olur? Din imâmlarımız, Kur’ân-ı kerîmden ma’nâ çıkarmağa kalkışmadılar. Kendilerini bundan âciz gördüler. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîme nasıl ma’nâ verdiğini Eshâb-ı kirâmdan sorup araşdırdılar. Eshab-ı kirâmın anladıklarını da, kendi anlayışlarına tercîh etdiler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” (vefâtı 150 [m. 767]) herhangi bir Sahâbînin sözünü kendi anladığına tercîh ederdi. Resûlullahdan ve Sahâbeden bir haber bulamayınca, ictihâd etmek zorunda kalırdı. Her asrda gelen islâm âlimleri, dahâ önce gelenlerin, büyüklükleri, üstünlükleri, vera’ ve takvâları karşısında titrerler. Onların sözlerine sened, delîl olarak sarılırlardı. Bu din, edeb dînidir. Tevâdu’ dînidir. Câhil olan, cesûr olur. Kendini âlim sanır. Hâlbuki, âlim olan tevâdu’ gösterir. Tevâdu’ göstereni Allahü teâlâ yükseltir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Cehenneme gideceklerini haber verdiği yetmişiki bid’at fırkasının reîsleri de derin âlim idiler. Fekat onlar, ilmlerine güvenerek, Kitâbdan, Sünnetden ma’nâ çıkarmağa kalkışdılar. Böylece, Eshâb-ı kirâma tâbi’ olmak şerefine kavuşamadılar. Onların doğru yollarından sapdılar. Yüzbinlerle müslimânın da Cehenneme gitmelerine sebeb oldular.
Dört mezhebin âlimleri, derin ilmlerini Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmakda kullanmadılar. Buna cesâret edemediler. Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini anlamakda kullandılar. Allahü teâlâ, insanlara Kur’ân-ı kerîmden hükm çıkarınız diye emr etmiyor. Resûlümün ve Eshâbının çıkardığı hükmlere uyunuz, bunları kabûl ediniz diyor. Bid’at sâhiblerinin, ya’nî mezhebsizlerin, bu inceliği anlıyamamaları, kendilerini felâkete sürüklemişdir. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Resûlüme itâ’at ediniz!), (Resûlüme tâbi’ olunuz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme ve Resûlullahın (Eshâbımın yoluna sarılınız!) emri, bu sözümüzün vesîkasıdır. Mezheb imâmlarına uymak, Allahı ve Resûlü bırakıp, kula kul olmak olsaydı, Eshâb-ı kirâma uymak da böyle olurdu. Böyle olmadığı için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunu emr etmişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanların kısaca îmân etmelerini ve gördükleri gibi ibâdet yapmalarını emr ederdi. Bunların delîllerini bilmeği hiç teklîf etmezdi. Bunu imâm-ı Gazâlî (Kimyâ-ı se’âdet) kitâbında uzun bildiriyor. Cenâb-ı Hak, kâfirlerin analarını, babalarını taklîd etmelerini takbîh ediyor. Böylece, küfrü bırakıp, îmân etmelerini emr ediyor. Peygamberini taklîd etmeği takbîh etmiyor. Bunu emr ediyor. Resûlullah da, Eshâbını taklîd etmemizi emr ediyor. Şakîleri taklîd fenâdır. Fekat bunun fenâ olması se’âdet yolcularını taklîde mâni’ olamaz. Îmân kısmının delîllerini anlamak kolay olsaydı, Beyrutdaki hıristiyan arabların kolayca îmâna gelmeleri lâzım olurdu. Îmân edilecek şeylerin delîllerini anlamak kolay olmadığı için, delîllerini anlamadan îmân etmemiz emr olundu ve böyle îmân edenlere mü’min ve müslimân denildi. Allahü teâlâ, ahkâm-ı islâmiyyenin delîllerini öğrenmek ve anlamak ile de müslimânları mükellef kılsaydı, Onun Resûlü de, bunu teklif ederdi. Hâlbuki, hiç teklif etmediğini, yukarda bildirdik. Reşîd Rızâ, (Peygamberler yanılmaz, müctehidler yanılır) diyerek, müctehidlerin bildirdiği ahkâmın, Peygamberlerin bildirdiğinden başka olduğunu sanıyor. Hâlbuki, müctehid demek, mezheb imâmı demek, ömrünü sarf ederek, gece gündüz çalışarak, Peygamberin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdikleri ahkâmı araşdırıp bulan ve bunları müslimânlara bildiren büyük âlim demekdir. Hiçbir müctehid, hiçbir ibâdete, hiçbir şey ilâve etmemişdir. Bunun bid’at olduğunu ve büyük günâh olduğunu sözbirliği ile bildirmişlerdir. Müctehidlerin yasak etdiği her şeyi, onlara yüklemeğe kalkışmak kadar çirkin ve iğrenç bir iftirâ olamaz. Müctehidlerin dîni genişletdiklerini söylemek, çok câhilce ve ahmakça bir sözdür. Buna gülmekden başka cevâb verilmez. Din genişlemez. Hâdiseler çoğalır. Zemânla zuhûr eden ve gelişen hâdiselere islâmiyyeti tatbîk etmek, islâmiyyete büyük hizmet ve çok kıymetli ibâdetdir. Bu da müceddid imâmlara nasîb olmuş ve olmakdadır.
27 — Yedinci konuşmada, dinde reformcu diyor ki, (Dîni bu hâle, ya’nî nazarî felsefe hâline getiren, sonra gelen islâm âlimleridir. Bir takım ta’rîf ve tahdîdler sokdular. Kısmlara ayırdılar. Hattâ, fıkh âlimi olmak için, yirmi sene okumak lâzımdır diyen oldu. Hâlbuki, dînin bütün kollarının hükmlerinin vad’ edilmesi bu kadar sürmüşdü. Fıkhın vad’ı ise iki sene bile sürmemişdi. Şimdi de müslimânların, dört halîfe zemânındaki müslimânlar gibi olmasını istiyorum. Bunun için üzerinde ittifâk meydâna gelen ibâdetleri yapmak her müslimânın vazîfesidir. İhtilâflı şeyleri yapmak, farz denilmiş olsalar bile, lâzım değildir. Böyle işleri, delîlini inceliyerek veyâ kendi hâline uygun gördüğü için, bir kavli tercih ederse, bununla amel eder. Bunları kendisi gibi yapmıyanları kötülemez. Bir câmi’de, bir nemâz vaktinde, çeşidli mezheb imâmları arkasında nemâz kılmak uygun değildir. Kısacası, Eshâbın yapdıklarını yapmalı, yapmadıklarını terk etmelidir. İhtilâflı mes’eleleri yapmakda muhayyer olmalıdır. Onların söylemedikleri şeyler üzerinde kıyâs yapmamalıdır. İhtilâflı işlerde, herkes kendisince, sahîh olan hadîsler üzerinde amel eder) diyor.
Dîne ta’rîfler, tasnîfler, sınırlar koyarak, felsefe hâline getirmek suçu ile, islâm âlimlerine çatmakdadır. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” felsefe ile hiç alâkaları yokdur. Çünki onlar, felsefecilerden çok yüksekdirler. Şu kadar var ki, Emevîler zemânında, üç kıt’aya yayılan müslimânlar, çeşidli kâfirlerle karşılaşdılar. Hâricî, mu’tezile gibi bozuk fırkalar da meydâna çıkıp, yeni müslimân olanları aldatmağa başladılar. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, müslimânların dinlerini korumak için çeşidli dinlere ve felsefecilere ve zındıklara cevâb vermek zorunda kaldılar. Onlara, istedikleri gibi ve felsefelerine uygun cevâblar hâzırlayarak, kelâm ilmini her tarafa yaydılar. Böylece, gençlerin aldatılmasını önlediler. Bu hizmetlerini övmemiz, onlara şükr ve düâ etmemiz lâzım iken, onları bu yüzden kötülemeğe kalkışmak, bir müslimâna yakışır mı? Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”çok âkıl ve ârif oldukları ve Resûlullah gibi bir mürşidleri olduğu için, islâm dîni, yirmi senede bütün dünyâya yayıldı. İkinci asrdan sonra, üç kıt’a üzerindeki müslimânlarda bu şartların ikisi de kalmadı. Talebenin hocasından okuyup öğrenmeleri zemânı uzadı. Şimdi de, üstâd müşfik ve mâhir, talebe de zekî ve çalışkan olursa, yine az zemânda öğrenilir buyurmuşlardır. Bid’atlerin ve günâhların zulmetleri de kalbleri karartıp, hâfızaları za’îfletdi. Bu da, tahsîl zemânının uzamasına sebeb oldu. İmâm-ı Şâfi’î bile, hocası Vekî’a hâfızasının za’îfliğinden şikâyet etdi. Aldığı cevâbı bildiren şu beyt, bu hakîkati gösteriyor:
Dinde reformcu, bir yandan ittifâkla bildirilmiş olan ibâdetleri her müslimânın yapması lâzımdır diyor. Öte yandan da, ihtilâflı şeyleri yapmasa da olur veyâ dilediği mezhebe göre yapar, ya’nî mezhebleri birbirlerine telfîk eder, karışdırır, diyor. Sözleri birbirine uymıyor. Çünki, mezhebleri birbirlerine karışdırmanın bâtıl olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir. Mezhebleri karışdırmak, ittifâkla bildirilmiş olan bu habere uymamak olur. Bunun için, dinde reformcunun sözüne uyarak yapılan ibâdetler ona göre de sahîh olmaz. (İhtilâflı mes’eleleri Eshâb yapmamışdır. Yapmış olsalardı, ihtilâflı olmazdı) demek de, doğru değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın nasıl yapdıkları anlaşılamadığı için, ihtilâf olunmuş mes’eleler de çokdur. Mezheb imâmının sözünü bırakıp, hadîsden kendi anladığına uymalı demek de, ittifâkla bildirilen habere uygun değildir. Kendisini mezheb imâmından dahâ üstün görmek, müctehid sanmak olur ki, şeytân sıfatıdır.
Bu kadar açık yalan ve iftirâya doğrusu çok şaşılır. Hangi fıkh âlimi, düşünmeği, araşdırmağı ve delîl aramağı yasak etmiş? Hangi müslimân, bunlara düşman imiş? Bir misâl vermesini dilerdik. Kitâbın başından beri hangi yalanına, hangi iftirâsına delîl gösterdi de, şimdi gösterecek. Delîl aramanın düşmanı, dinde reformcunun tâ kendisidir. Kısa görüşü ile, bozuk mantığı ile, tasarladıklarını din bilgisi olarak ortaya atan kimseden, düşünme, delîl istemek de, mantıksız olur. Böyle kimseye karşı, (Ve mâ cevâb-ül ahmak-ı illes sükût) diyerek, susmak gerek ise de, gençleri bunun zararından korumak için, kısaca cevâb vermek lâzım olmakdadır. Bütün fıkh âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, mukallidin delîl aramasına lüzûm yokdur diyor. Çünki, Tâbi’înden yeni îmân edenler, herşeyi Eshâb-ı kirâmdan sorup yaparlardı. Hiç delîl istemediler. Delîl aramağı yasak eden de hiç yokdur. Bunun için mezheb imâmlarının hepsi, delîllerini uzun yazmışlar. Arzû edenlerin arayıp bulmalarını kolaylaşdırmışlardır.
Hey Allahım! Bu ne ilm? Bu ne mantık? Evet, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” böyle yaparlardı. Çünki hepsi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde yetişip, mezheb imâmlarından da üstün oldular. (Eshâbımın hepsi gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisini taklîd ederseniz, hidâyete kavuşursunuz!) hadîs-i şerîfi ile medh ve senâ olundular. Hepsi murâd-ı ilâhîyi anlardı. Kitâbda ve Sünnetde açık bildirilmemiş olan mes’ele için de, âyetden veyâ hadîsden delîl arayıp, bulup ictihâd ederek, hükmünü çıkarırlardı. Birbirlerini taklîd etmeleri lâzım ve câiz değildi. Mezheb imâmlarımız da, Eshâb-ı kirâmın yapdıklarını yapdılar. Onlar gibi delîl arayıp buldular. Bundan hükm çıkardılar. Böylece, amelde mezheblere ayrıldılar. Bu sûretle, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” emrini yapmış oldular. Çünki, Resûlullah, (Eshâbıma tâbi’ olunuz) buyurmuşdu. Tâbi’înden yeni îmâna gelenler, Eshâb-ı kirâmdan delîl istemedikleri için, bizim gibi câhillerin de, mezheb imâmlarından delîl istememiz lâzım değildir. Biz, Allahü teâlânın emrlerini, mezheb imâmlarının kitâblarından okuyup öğreniyoruz. Bu kitâblar, Kur’ân-ı kerîmin açıklamalarıdır. Câhil bir köy çobanını, Eshâba benzeterek, her zemân şehre gelip, âyet ve hadîs aramasını ve bunlara kendinin ma’nâ vererek ictihâd yapmasını taleb eden bu şaşkın din adamına bakınız! Mezheb imâmına ve mezhebin kitâblarını okuyup öğrenmiş olan köy hocasına uymak kolaylığı dururken, adamcağızın başına ne işler açmakdadır!
30 — Dinde reformcu, binlerce islâm âlimini küçümsiyerek, sözlerine şöyle devâm ederek: (Üsûl âlimlerinin, taklîdin lâzım olduğunu, (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetinden çıkarmaları netîcesiz ve sakat bir muhâkeme ve istidlâldir. Çünki, âyetin inmesine sebeb olan hâdise ve muhâtablar için taklîd câiz olmıyor ki, âyet herkese taklîd emr etsin. Bu âyet ile, Allahü teâlâ, arab müşriklerine, Peygamberler melek mi idi, insan mı idi, Ehl-i kitâba sormalarını emr ediyor. Bunu sormak, delîlsiz olarak, başkasının re’y ve ictihâdı ile amel etmek değildir ki, bu taklîdcilik olsun. Bundan başka, bu mes’ele i’tikâdî bir mes’eledir. Burada taklîdin câiz olmadığını siz de kabûl ediyorsunuz. Kıyâmet gününde, kâfirlerin reîslerinin, kendilerine tâbi’ olanlardan kaçacaklarını Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Bu haber, kendilerine tâbi’ olunmak Allah tarafından emr edilmemiş kişilere tâbi’ olanların ma’zûr tutulmıyacağına alâmet değil midir? Müslimânlar, ba’zı kimseleri delîl sayarak Kur’ândan yüz çevirdiği için, başımıza felâketler geldi. Taklîd etdikleri imâmlar, kıyâmet gününde kendilerinden kaçacaklardır. Çünki, büyük imâmlar ve müctehidler taklîdciliği men’ etdiler. Siz, Allah ve Peygamber sözünü değil, insanların sözünü delîl olarak kabûl etmeğe alışmışsınız) diyor.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bu âyet-i kerîmeden, her çeşid ameli ve ibâdeti yaparken, bir müctehidi taklîd etmek lâzım olduğunu anladı. Eshâb-ı kirâm da, Resûlullahdan öğrenerek, Tâbi’înden yeni îmâna gelenlere, yalnız ibâdetlerin nasıl yapılacağını öğretdiler. Delîllerini de aramalarını emr etmediler. Delîlsiz olarak taklîd etmelerini kâfî gördüler. Her işlerinde Eshâb-ı kirâmın izinde giden mezheb imâmlarımız, burada da onlara uydular. Reşîd Rızânın, (İmâmlar taklîdciliği men’ etdiler) demesi, Eshâb-ı kirâmın yolunu terk etdiler demekdir. Evet, Eshâb-ı kirâm da, imâmlarımız da delîl ararlar, başkalarının ictihâdlarına uymazlardı. Çünki, kendileri müctehid idi. Fekat, müctehid olmıyanların, amellerde müctehidi taklîd etmelerini hiç men’ etmediler. Reformcunun, bu âyetde kâfirlere, taklîd etmeleri emr olunmuyor demesi, işi mugalataya boğmakdır. İslâm âlimleri, kâfirlere taklîd etmeleri emr olunuyor demiyorlar ki, dinde reformcunun bu sözlerine hak verilsin. Allahü teâlâ, bilmiyenlerin, bilenlere sormasını emr ediyor. İslâm âlimleri de “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, müslimânlar yapacakları işi nasıl yapacaklarını bilenlerden sormalıdır diyorlar ve bu sözlerini bu âyet-i kerîmeden çıkarıyorlar. Mes’ele bu kadardır. Amellerde taklîd etmek, delîl araşdırmak diye bir şey yokdur. Amellerde taklîdi, i’tikâdda taklîd ile karışdırarak, dinde reformcu, kendisini haklı çıkarmak çabasındadır. Yapılacak bir işde delîlsiz olarak bir âlimi taklîd etmek ayrı bir mes’eledir. Bu ayrı mes’ele de, birinci mes’eleden kendiliğinden ortaya çıkmakdadır. Yapılması veyâ terk edilmesi lâzım olan bir işi bilene sorup, ondan öğrendiği gibi yapmak, onu taklîd etmek demekdir. Hâlbuki îmân etmekde taklîd böyle değildir. İ’tikâd edilecek şeyleri sorup öğrendikden sonra, hemen îmân hâsıl olmuyor ki, buna taklîd denilsin. Öğrendikden sonra, düşünmek, beğenmek ve kabûl etmek, ondan sonra îmân etmek hâsıl oluyor. İslâmın istediği îmân budur. Öğrendikden sonra, düşünmeden, beğenmeden, iz’ânsız olan îmân, taklîd ile îmân olur. Delîlsiz olur. Kâfirlerin, analarını babalarını görerek kâfir olmaları böyledir. İslâmın istediği îmân, insanın iz’ân ile, delîl ile, kendi kararı ile olan îmândır. Kâfirlerin küfrü, kendilerinden hâsıl olmayıp, analarından babalarından alınmakdadır. Onlardan kendilerine mal olmakdadır. Görülüyor ki, îmânda taklîdin yeri yokdur. Îmânda taklîd câiz olmadığı için, taklîd olunanlar, kendilerini bu bakımdan taklîd edenlerden kıyâmetde kaçacaklardır. İbâdetlerde taklîd, Allahü teâlânın emri ile hâsıl olduğu için, öğretenler de, öğrenenler de, Cennete kavuşacaklardır.
Dinde reformcunun, (Müslimânlar, ba’zı kimseleri delîl sayarak, Kur’ândan yüz çevirdiler) demesi, çok aşağı, çok iğrenç bir davranışdır. Müslimânları kâfir yapmakdır. Açık bir nassa dayanmıyarak veyâ şübheli bir nassın te’vîli olmıyarak yalan ve iftirâ yolu ile, bir müslimâna kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Müslimânlar, din imâmlarının kendilerini taklîd etmiyorlar. Onlardan murâd-ı ilâhîyi ve murâd-ı peygamberîyi öğrenerek, Allahü teâlânın ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrlerine sarılıyorlar. Müctehidler, ara yerde bir vesîle, bir vâsıtadır. Mâide sûresi, 35.ci âyetinde meâlen, (Benim rızâma kavuşmak için vesîle arayınız!) buyuruldu. Müslimânlar, Allahü teâlânın bu emrine uyarak, amelde mezheb imâmlarını vesîle yapıyorlar. Mezheb imâmlarına tâbi’ olmak, onları taklîd etmek demek, onların kendi emrlerini yapmak demek değildir. Onların Kitâbdan ve Sünnetden bildirdikleri (Ahkâm-ı islâmiyye) bilgilerine tâbi’ olmakdır.
Dört mezheb arasında ihtilâflı olan mes’eleler, nasıl terk olunabilir? Buna imkân yokdur. İhtilâf olunan şeylerden biri, elbette Allahü teâlânın emridir. Meselâ kan akınca, Hanefîde abdest bozulur, Şâfi’îde bozulmaz. Elbette bunun birisi Allahü teâlânın murâdıdır. İkisinden birini her zemân yapmalı. Allahü teâlânın murâdı budur demelidir. Murâd olanı, istenileni yapmış olan isâbet etmiş, kazanmışdır. Murâdı anlıyamamış olan müctehide de sevâb verileceğini, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” haber vermişdir. Resûlullah efendimizin zemânında böyle ictihâdlı mes’eleler çokdu. İsâbet etmiyen müctehidin de sevâb kazanacağını bildiren çeşidli hadîs-i şerîfler vardır. Yalnız burada mühim olan şey, yanlış olana da sevâb verilmesi, amelleredir ve müctehidlere mahsûsdur. Nahl sûresindeki, yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeye göre, müctehidleri taklîd edenler de, bu sevâba kavuşur. Amelde müctehidi taklîd etmiyen dinde bid’at sâhibi mezhebsizler, bu sevâba kavuşamaz. Allahü teâlânın emrini yapmamış olurlar. Cehenneme giderler. (Bid’at sâhibinin hiçbir ibâdeti kabûl olunmaz)hadîs-i şerîfi, bu sözümüzün vesîkasıdır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...