22. Bölüm
ALLAH-U TEÂLÂ’YA YAKIN OLANLARLA
UZAK OLANLARIN DERECELERİ
UZAK OLANLARIN DERECELERİ
Son Merhale, İlk Basamak:
Allah-u Teâlâ’ya iman eden ve fakat zâhirde olanların üç derecesi vardır:
1. Derece; İman eder, şehâdet getirir.
2. Derece; “Allah var, yukarıda, göklerdedir.” der.
3. Derece; “Allah var, Arş’tadır, oradan mülkünü ve yaratıklarını yönetiyor.” der. Onların kafası oraya saplandı, ötesini göremiyor. Onların Allah-u Teâlâ’dan bu kadar uzak olduklarının derece ve alâmetidir bu.
Bu derece, zâhirî ilim erbâbının anlayacağı bir tâbirdir ve zâhirî ilmin son merhalesidir.
Zâhirî ilmin bu son merhalesi, mârifetullah ilminin ilk basamağıdır.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” (K. Hafâ: 2/130)
Ancak ona duyurduğu kadarını bilir. Hakk’ı bilenler bunlardır.
Zira;
“Evvel O, Âhir O, Zâhir O, Bâtın O...” (Hadid: 3)
O’ndan başka bir mevcut yok ki... Vücud O, mevcud O...
Bu Âyet-i kerime’yi okuyabilen bir kimse, hem “O” olduğunu, hem her şeyin “O’ndan” olduğunu ilmel-yakîn de olsa, gayet rahat bilmiş olur.
Bütün yaratıkları;
“Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak: ‘Ol!’ dememizden ibarettir. O da derhal oluverir.” (Nahl: 40)
Âyet-i kerime’si mucibince “Ol!” emrinden ibarettir, o da hemen oluverir.
Allah-u Teâlâ’nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi bir tek andır.” (Kamer: 50)
O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. “Ol!” dediği şey kaçınılmaz olarak var olur. Az da, çok da O’nun kudreti yönünden birdir.
Bir insan İhlâs sûre-i şerif’ini okuyabilirse;
“De ki: Allah bir tektir. Allah Samed’dir.” (İhlâs: 1-2)
Dediği zaman başka bir şey görmez. O Ehad’dır, başka bir şey yok. Olanlara “Ol!” diyor oluyor, “Öl!” diyor ölüyor, hiçbir şey kalmıyor. Yine O var.
O Ehad’dır, yarattığı her şey O’na muhtaçtır. Bunun hakikatı bilinmediği için kelimeden ibaret kalıyor. Kelime biliniyor, O bilinmiyor. Var olan yalnız O’dur, Ehad yalnız O’dur, başka Ehad yok. Bütün varlıklara “Ol!” demekle bir sûret, bir şekil vermiş ve var etmiştir. Yer görülüyor, gök görülüyor, insan görülüyor. Murad ettiği gibi tecelli etmiş, bir suretle görülüyor. Amma O’ndan başka Ehad yok. Olanlar O’nunla var olmuştur.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)
O öyle bir Allah ki, Allah’tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcud vardır. Her şeye hayat veren O’dur, her şey O’nunla kâimdir.
Arşırahman da böyledir. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’yı bu mülkün içinde aramak veya arşta zannetmek zan ilminden ibarettir.
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu ve bildirdiği kimseler, bu gerçekleri göre göre bilirler. Ve fakat bu gerçekleri bildirmeleri mümkün değildir. Zira gerek ilim gerek akıl o noktada olmadığı için kavranması mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ hem yaratıyor, hem donatıyor. Her şey O’nunla kâimdir. Yaratmayı ve donatmayı O’ndan başka yarattıkları yapabilir mi? Hayır yapamaz! O halde vücud O, mevcud O...
Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir. “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fâtiha: 1)
O, bütün âlemlerin Rabbidir. Âlemleri yoktan yarattığı için O’na “Rabbül-âlemîn” denilmiştir. Bütün âlemleri yaratan, terbiye eden, her şeye şekil veren Allah’tır.
“Mânevî arş” mı büyük, “Arşırahman” mı büyük? Bunu ancak Yaratan bilir.
“Allah-u Teâlâ Arş’tadır.” diyenlerin bu sözü söylemeleri, Allah-u Teâlâ’dan ne kadar uzak olduklarını gösterir.
Zâhirde kaldıkları ve içe nüfuz edemedikleri için böyle söylemektedirler.
“Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır.” isimli kitabımızda şöyle geçmişti:
“Zâhirî âlimler kalp kapısında nakış yapar, caminin kapısındadırlar. Zâhirde kaldığı için kendisinin allâme olduğunu zanneder.
Hakikata alınanlar kalbin içine nüfuz etmiştir, caminin avlusundadır.
Mârifetullah ehline gelince, onlar camiye alınmışlardır. O Hakk’ı bulmuştur. Hakk iledir.” (sh: 536)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” buyuruyor. (Kaf: 16)
O Allah-u Teâlâ’nın lütuf tecelliyatına mazhar olmuş, içinde olduğunu, ona ondan yakın olduğunu gözü ile görüyor. Niçin? Allah-u Teâlâ ile baktığı için.
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Her zerrede Fâil-i mutlak’ın fiilleri vardır, yani her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Onun için her şeyden her şeye yakın, insan göremiyor. Bunu bilen Allah-u Teâlâ bildirdiği için bilir, gösterdiği için görür.
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
İşte gören yalnız bunlardır.
Bu da üç ayrı tecelliyat ile bilinir:
“İlmel yakîn” olanlar okur, bilir. “Aynel-yakîn” olanlar, böyle olduğunu hissederler. Bunlar avluya girenlerdir.
“Mukarreb olan sıddıklar” ise Allah-u Teâlâ’yı hem görürler, hem bilirler.
Mârifetullah ehli olanlar Hakk’ta fâni oldular, Fenafillâh’a erdiler.
Hakk’ı gören kendini görmez. Kendini görmediği gibi, bütün yaratıkları da görmez.
Nitekim Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:
“Ben Allah’ımı gördüm, başka bir şey görmedim.” buyurmuşlardır.
Sıddıklar neden enbiyâdan sonra geliyor? Zira onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın mirasçısıdırlar, vekilidirler. Hem mukarreb sıddık, hem de şehittirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir kimse âşık olursa, ölürken şehitler zümresine karışır.” (Münâvi)
Aynı zamanda ilmi Hakk’tan aldıkları için en doğruyu, en güzeli bilirler. Hakikat ile dalâletin arasını da onlar bilir ve bilerek berzah koyar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî)
Resulullah Aleyhisselâm’ın vekili olduğu için, onun nâmına, onun yerine kâimdir.
Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu ve olmadığı şeyleri en iyi bilen onlardır. Allah-u Teâlâ’ya ulaşabilmek için onlar onun rehberidirler. Bilirler ve bildirirler. Rehber-i sâdık’tırlar.
Zâhirî âlimler zan üzerindedirler. “Bu mu doğru, bu mu doğru?” Onlar, ilmi halktan alırlar.
Mukarreb sıddık olanlar hak üzeredirler, bunlar ilmi doğrudan doğruya Hakk’tan alırlar.
“Bunu Bir Bilene Sor!” (Furkan: 59):
Hiçbir haberciye ihtiyaç duymaksızın açığı da gizliyi de bilen, her türlü noksan sıfatlardan uzak ve en yüce sıfatlarla muttasıf olan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O ki gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı.
Sonra arşa oturdu. (Oradan mülkünü yönetmektedir.)
Rahman’dır. (O’nun rahmeti bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat O’nun rahmetinin eseridir. Bütün kâinata Allah’ın arşından hayat ve vücut dağıtmaktadır.)” (Furkan: 59)
Bu beyan-ı ilâhi kullarının kavrayabilmesi içindir. Ve fakat aslında hep O’dur.
Her Âyet-i kerime’nin zâhirî mânâsı olduğu gibi bâtınî mânâsı da vardır. Şu kadar var ki bu mânâyı çözmek de Allah-u Teâlâ’nın kendi katından ilim verdiği has kullarına mahsustur. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ile kulu arasındadır. Kime hangi ilmi verdiyse.
İşte bu ampuller, Allah-u Teâlâ’nın verdiği nuru saçan kandillerdir. Çünkü içindeki nur O’nun nurudur. O nuru kalplerine döktüğü için kitabullah oluyor. Çünkü o kitabı kalplerine döktü. Onlar da kalplerindeki kitabı satırlara döktü.
Onlara gelen ilim Allah-u Teâlâ’nın has ilmi olduğu için de onlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Öyle ilim var ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif-i billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Cenâb-ı Hakk onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn)
Bu gizlenmiş mücevheratları Allah-u Teâlâ verir. Yüzüne yüzüyle yönelmesiyle, kalbine nurunu akıtmasıyla dilediği kadar İlmullah’tan ona ilim verir. Bu has bir ilimdir ki O’nun duyurduğundan başka bunu kimse bilmez.
“Bunu bir bilene sor!” (Furkan: 59)
Âyet-i kerime’si bir emr-i ilâhî’dir. Çünkü dilediğine dilediği kadar ihsan ediyor.
İşte bu arzedilen Hadis-i şerif, onlara verilen ilmi beşeriyetin anlayamayacağını da teyid ediyor. Onlar bu ilimden bahsederken beşeriyet bunu anlamaz. Çünkü akılları ve ilimleri yetmez. Onların muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için, onlara verilen ilim Allah-u Teâlâ’dan verildiği için, bir kimse âlim de olsa bu ilmi idrak edemez. Çünkü onun muallimi benî beşerdir. Zâhirî ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin bu ilmi anlamaz.
İtiraz edenler bu Âyet-i kerime’lerin, bu Hadis-i şerif’lerin tecelliyatlarından mahrum oldukları için bilmeyerek itiraz ediyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.”(Tirmizi)
Zira onlara dilediği kadarını bildirmiştir. Azametini göstermiştir. Bütün mahlûkatın bir zerreden ibaret olduğunu bildirmiştir.
O zerreler misal âlemindeydi. Zerreler kendi içlerini bilmek istedikleri için dünyaya gönderdi. Onları açtı. Asıllarını gördüler. Hükmünü tebliğ etti. Ve yine aslı zerreden ibarettir. Zira o zerre ile yine dirilecek, mükellef olduğu emirle hesaba çekilecektir.
Arş-ı Âzam:
Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman, onu düşünüp taşınmaya, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. O’nun istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah gökleri ve yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı günde yaratan(dır).” (Secde: 4)
Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, “Ol!” demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.
O’nu gören, yani Allah-u Teâlâ’yı gören, bütün âlemleri O’nunla görür. Hepsinin bir örtüden ve kabuktan ibaret olduğunu görür. Örtüyü yaratan, her yarattığı şeye ayrı ayrı şekil veren, ziynetlendiren O’dur.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için elbette deliller vardır.” (Âl-i imran: 190)
O, semâvâtı da, yeri de yarattı. Geceyi gündüzü de O yaratıyor ve O yönetiyor. Hep O, vücud O, mevcud O...
Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı. Atalarımız yaratılmış olsa biz olmazdık, biz olursak onlar olmazdı veya hepimiz olur, ata-evlât olmazdık. Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ’nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.
Kur’an-ı kerim’in yedi yerinde göklerin ve yerin “Altı gün”de yaratıldığından söz edilmektedir. Bu günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak Allah-u Teâlâ’nın bildiği merhaleler ve devrelerdir.
“Sonra arşa oturdu. (Oradan mülkünü yönetmektedir.)” (Furkan: 59 - Secde: 4)
“Oturdu” demek, “Hükmetti” demektir. “Arşırahman”dan bütün yaratıklarına hükmünü sürdürmeye devam ediyor.
Bu Âyet-i kerime, olduğu gibi Vahdet-i vücud’u tarif ettiği gibi, bütün yaratıklarını nereden ve nasıl yönettiğini bildiriyor.
Arş’ın Allah-u Teâlâ’ya tahsisi, mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Kâinat Arş ile son bulmakta ve Allah-u Teâlâ mekândan münezzeh olarak O’nun da ötesinde ve aslında her yerde bulunmaktadır.
Bu istivâ; keyfiyetsiz, teşbihsiz, temsilsiz bir istivâdır. Kâinat yaratıldıktan sonra Allah-u Teâlâ onu yönetmekte ve onunla ilgili bütün düzenlemeleri yapmaktadır.
Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.
Allah-u Teâlâ Arş’ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.
Arş-ı âzam, insanın akıl ve hayali almayacak bir azamete sahiptir.
Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve idaresinin altında, andan ana, halden hâle, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yokoluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Herşeyi yaratan, herşeye kâdir olan O’dur. O benzersizdir, yardımcısı, eşi ve dengi yoktur. O’ndan başka hiçbir ilâh, O’nun dışında hiçbir Rab yoktur.
O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.
“Gökten yere kadar her işi O düzenler.” (Secde: 5)
O’nun düzenlemesi, hikmetine göre dilemesidir.
Arşından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatın gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Önünü ve sonunu bilerek ve gözeterek takdir eder. Hiç kimse O’nun hiçbir tedbirine mâni olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsız ve devamlıdır.
O yaratıyor, O yönetiyor. Meselâ gökten yağdırıyor, yağdıran O’dur. Yerden fışkırtıyor, fışkırtan O’dur. Sonsuz nimetleri ihsan ve ikrâm eden yine O. Hazine-i ilâhî’den durmadan akıyor.
“Sonra işler sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan bir günde yine O’na yükselir.” (Secde: 5)
Dünyanın işini yukarıdan aşağı indirmek suretiyle tedbir eder. O’nun tedbiri hikmetine göre dilemesidir.
Allah-u Teâlâ’nın bir iradesinin hükmü olan bir emir, bir iş, bir hadise, bazen böyle bin senelik bir devir ile biter, O’nun bir günü, böyle büyük bir devir teşkil eder.
Bunun elli bin sene edeni de vardır:
“Melekler ve ruh (Cebrâil) oraya miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkarlar.” (Meâric: 4)
Bu ise Sidre-i münteha’dan itibaren ellibin senedir. Bir anda iner ve çıkar.
“İşte O, görülmeyeni de görüleni de bilendir, Azîz’dir, merhamet edendir.” (Secde: 6)
Kullarının işlerini yönetme hususunda da merhametlidir.
Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.
Allah-u Teâlâ Arş’ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.
Kur’an-ı kerim’de Arş’ın Allah-u Teâlâ’ya nisbet edildiği onsekiz kadar Âyet-i kerime mevcuttur ve yedi gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Göklerin ve yerin Rabbi, Arş’ın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir.” buyuruluyor. (Zuhruf: 82)
Bazı Âyet-i kerime’lerde ise yine “Arş’ın sahibi” mânâsına gelen “Zül-arş” tabiri kullanılmaktadır.
“De ki: Eğer onların dedikleri gibi, Allah ile beraber başka ilâhlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilâhlar Arş’ın sahibine ulaşmak için yol ararlardı.” (İsrâ: 42)
Bu Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. O bütün yarattıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
Arş-ı âzam dört melek tarafından taşınmaktadır, kıyamet gününde ise bu meleklerin sayısı sekiz olacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün Rabbinin arşını onlardan başka sekiz melek yüklenir.” (Hâkka: 17)
Arş-ı âzam, Allah-u Teâlâ’nın yarattığı cisimlerin en büyüğüdür. Kürsî’yi de kaplamıştır.
Bir kısım melekler de Arş-ı âzam’ın çevresini sarmış olup tavaf ederler, Allah-u Teâlâ’yı övgü ve tesbih ile anarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Melekleri görürsün ki Rablerini hamd ile tesbih ederek Arş’ın etrafını kuşatmışlardır.” (Zümer: 75)
Arş, göklerle yer yaratılmadan önce mevcuttu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O Allah ki, yeri ve gökleri altı günde yarattı. Bundan evvel Arş’ı su üzerinde idi.” (Hud: 7)
İnsan:
Herşeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden Allah-u Teâlâ’dır. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O’nundur.
İnsan varlığını en güzel bir şekilde meydana getiren O’dur.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“O, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya da çamurdan başlayandır.” (Secde: 7)
Her şey güzel yaratılmıştır. Çünkü herbir şey, hikmetin gereği ne ise o şekilde düzenlenmiştir. Gül güzel olduğu gibi dikeni de güzeldir.
Güzel yaratışının bir numunesi de insanı çamurdan yaratmaya başlamasıdır.
“Sonra O, bunun zürriyetini kerih bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır.” (Secde: 8)
Zayıf ve bayağı birer su katrelerinden, görüldüğü üzere o kadar mükemmel insanlar teşekkül etmiş oldu.
“Sonra onu düzeltip tamamladı.” (Secde: 9)
Ana rahminde iken bütün uzuvlarını kemâle erdirip, gerektiği biçimde şekiller verdi.
“İçine ruhundan üfürdü.” (Secde: 9)
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmekle hayat vermiş ve büyük bir şeref bahşetmiştir. Böylece insanda hayat fiilen başlamış oldu.
Mârifetullah:
Allah-u Teâlâ gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattığını beyan buyurduğu halde, sen ise O’nu hâlâ yarattığı mülkünün içinde arıyor ve zannediyorsun!
Bu zannınla hakikatı nasıl anlayabilirsin?
Arşırahman da, diğer bütün cisimleri kuşatan bir cisimdir. O ise Arşırahmanı da kuşatmıştır.
“Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisa: 126)
Furkan sûre-i şerif’inin 59. Âyet-i kerime’sinin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Rahman’dır.” (Furkan: 59)
O’nun rahmeti bütün varlıkları kaplamıştır. Varlık ve hayat O’nun rahmetinin eseridir. Bütün kâinata Allah’ın arşından hayat ve vücud dağılmaktadır.
Nasıl ki Allah-u Teâlâ Arş’tan bütün insanlara vücud ve hayat veriyorsa, mânevî hayat da yalnız ve yalnız “Rahmeten Lil-âlemin” olan, Allah-u Teâlâ’nın Resul-i Ekrem’i Muhammed Aleyhisselâm’dan gelir. Yani bir kimseye mânen ne verilmişse Allah-u Teâlâ’nın nuru olan Resulullah Aleyhisselâm vasıtasıyla verilmiştir. O mânevî hayat kaynağından hayat suyu gelmedikçe kişide hayat olamaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fâtiha: 1)
O, Rabbül-âlemindir. Âlemleri O yaratıyor. İçte O. İnsanoğlu zannediyor ki kendisi var, O’na bakmaya çalışıyor. Ne kadar ters bir durum!
Halbuki gerek insan gerek kâinât yalnız bir perdeden ibarettir. Perdeyi kaldır O var. Perdeye “Ol!” diyor, perde oluyor. Yaratan O’dur. Yani O içte, sen dışta... Sen dıştasın, içtekini aramaya, perdede O’nu görmeye çalışıyorsun. Bu mümkün değildir. Sen bir perdeden ibaretsin, kâinât da bir perdedir. Perdeyi kaldır O var.
•
Ve bunlar her ne kadar okunsa dahi Allah-u Teâlâ hakikatı duyurmadıkça bilinmesi mümkün değildir. Çünkü anlatılan şeylerle irfan husule gelmez.
Anlayamayacağınız halde bunlar size niçin anlatılıyor?
Allah-u Teâlâ Furkan sûre-i şerif’inin 59. Âyet-i kerime’sinin nihayetinde şöyle buyuruyor:
“Bunu bir bilene sor! (Bunun gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır.)” (Furkan: 59)
Yani bu inceliklere vâkıf olanlar vardır.
Böyle bir kimseye de uy ve yolundan git.
Bu Âyet-i kerime, Vahdet-i vücud’u doğrudan doğruya hem beyan ediyor, hem de açıklıyor.
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhî’yi dilediğine bildiriyor ve bildirdiğini de beyan ediyor. Yani onlar bunu biliyorlar. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak râzı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” (Cin: 26-27)
Ancak dilediği kuluna, dilediği kadarını bildirir. Onun dışında mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.
Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham vasıtasıyla dilediğini ilka eder. Muallimi Hazret-i Allah olduğu için ona O öğretiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine ilham olunan insanlar vardı. Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz Ömer’dir.” buyurmuşlardır. (Buhârî)
İlhamdan hâsıl olan ilme Ledün ilmi denir.
Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e şâmil olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in arasında kıyamete kadar böyleleri daima bulunacaktır.
Bu Hadis-i şerif’lerden görülüyor ki Allah-u Teâlâ bu hakikatı ancak dilediğine bildiriyor. Bu esrarını yalnız onlara duyurmuş ve yalnız onların bilebileceğini buyurmuştur.
Hülâsa olarak arzedelim: Kim bilir? Bunlar bilir. Nasıl bilir? O bildirdiği için bilir. Ve bilen de bile bile konuşuyor. Demek ki bildirdiği kimseler var ve size bildiriyor. Bildirdiği kimselerin olduğunu bildirmek için bunlar size söyleniyor.
Bunu ancak bildirdiği kimse bilir. Bildirdiği kimsenin dışında isterse âlim olsun, hiç kimse bilemez.
Furkan sûre-i şerif’inin 59. Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ bu hakikatı bilenlerin olduğunu haber veriyor. Ve ben de size bildiriyorum. Demek ki bildirdiği kimseler bildirilen her şeyi biliyormuş.
Bilenler bunun böyle olduğunu bilir.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi’de:
“İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” buyuruyor. (Hâkim)
İşte haber veriyorum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik etmiştir. Melekler ve âdâleti yerine getiren ilim sahipleri de O’ndan başka ilâh olmadığına şâhitlik ettiler. O Azîz’dir. Hakîm’dir.”(Âl-i imran: 18)
Bu Âyet-i kerime çok şümullüdür. Allah-u Teâlâ önce Zât-ı kibriyâ’sı ile başlıyor, sonra kendi şehâdetine melekleri ve üçüncü olarak da âdâleti yerine getiren ilim sahiplerini katmaktadır.
Bu âdâlet-i ilâhî’ye ancak O’nun bildirmesi ile mümkün olur. Yani satır ilminden alınmaz. Ancak sadır ilminden bildirdikleri bilirler.