12 Nisan 2016

RÜŞVET-Haram Oluşu-Hükümde Rüşvet-Memur ve Rüşvet-İslâm’da Emanetin Önemi-Ahiretteki Âkıbet-


RÜŞVET
Mahiyeti:
Hususiyetle devlet kapısında olmak üzere, gayeye ulaşmak için yetkiliye gayri meşru olarak verilen para veya mala rüşvet denilmektedir.
Bir hakkın iptali veya hakkı olmayan bir şeyin elde edilmesi için verilen şey mânâsına da gelir.

Kişilerin hakkı olmadığı halde bir menfaati elde etmek için verdikleri ve aldıkları her şey rüşvettir.

Haram Oluşu:
Başkasının malını haksız olarak yemenin haram yollarından birisi de rüşvettir. Hangi şekilde ve hangi isim altında bulunursa bulunsun dinimiz rüşveti yasaklamıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere (rüşvet yollu) aktarmayın.”(Bakara: 188)
Yanlış yolda olduğunuzu ve günah işlediğinizi bile bile bu gibi haram yollara tevessül etmeyin.
Allah’ın gadabını gerektirecek kadar kötü olan rüşveti alan da veren de, hatta vasıta olan da günahta eşittir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Rüşvet alana, verene ve vasıta olana Allah lânet etsin.” (Hâkim)

Hükümde Rüşvet:
Rüşveti alan, veren kim olursa olsun büyük bir haram işlemiş olmakla beraber, bilhassa adalet mevkiinde bulunan hâkimlerin hükümlerine tesir edecek şekilde alacakları rüşvet, çok daha ağır bir mesuliyettir.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hükümde rüşveti alan ve veren kimseyi lânetlemiştir.” (Tirmizî: 1336)
Çünkü hak sahibinin hakkını elde etmesi ve kimsenin zulme uğramaması için çalışmak bunların vazifesidir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Halk arasında hüküm veren her hâkim kıyamet günü geldiğinde bir melek onun ensesinden tutar. Sonra melek başını semaya kaldırır. Eğer meleğe: ‘Onu at!’ diyen olursa, melek onu cehennemin öyle derin bir çukuruna atar ki, kırk yılda o çukurun dibine varabilir.” (İbn-i Mâce: 2311)
Bir hâkimin bu duruma düşmesi, haksız yere hüküm vermesi sebebiyledir. Adaleti elden bırakmayan, Allah-u Teâlâ’nın rızâsı mucibince hakkaniyetten ayrılmayan hâkimler için böyle bir emir verilmez.
Hükümlerinde adaletten ayrılmayan hâkimlerin kavuşacakları mükâfatlara dair Hadis-i şerif’ler de pek çoktur.
Abdullah bin Ebî Evfâ -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Hâkim zulmetmedikçe, şüphesiz ki Allah onunla beraberdir. Hâkim zulmedince Allah onu kendi nefsi ile başbaşa bırakır.” (İbn-i Mâce: 2312)

Memur ve Rüşvet:
Rüşvete hediye isminin verilmesi, onu haramdan helâle çevirmez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ezd Kabilesinden bir zâtı zekât toplamak üzere göndermişti. Bu zâtın vazife dönüşü “Şunlar zekât malı, şunlar da bana verilen hediyelerdir.” demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz minbere çıkarak Allah’a hamd-ü senâdan sonra şöyle buyurdu:
“Gönderdiğim memura ne oluyor ki, ‘Bu sizin, bu da bana verilen hediyedir.’ diyor. Babasının ya da annesinin evinde otursaydı, ona hediye verilir miydi?
Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz haksız yere bir şey alırsa; o aldığı deve, sığır veya koyun, omuzuna yükletilmiş olarak Allah’ın huzuruna çıkacaktır.”
Sonra Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz koltuk altları görünecek şekilde ellerini kaldırıp üç defa:
“Yâ Rabb, emrini tebliğ ettim mi?” buyurdu. (Buhârî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, memuriyetin şahsi menfaatlere âlet edilmemesi hususunda yaptığı tebliğat son derece etkili olmuştur.
Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e göndermişti. Hareket edip yürüdüğüm zaman arkamdan birini göndererek beni çağırdı.
Yanına varınca:
‘Sana niye adam gönderip geri çağırdığımı biliyor musun?’ buyurdu ve ilâve etti:
“Benim iznim olmadan hiçbir şey almayacaksın! Zira bu gulûldür (hırsızlıktır). Kim gulûl yaparsa, kıyamet günü aldığı şey ile gelir. İşte bunun için seni çağırdım. Artık işine gidebilirsin.” (Tirmizî: 1335)
Bu tarzda meselenin tebliğ edilmesi, onun hafızasında canlı olarak kalmasında müessir olması içindir.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- bir deve satın alarak meraya salmıştı. Deve orada otlayarak hayli beslendi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- çarşıda gördüğü bu besili devenin kime âit olduğunu sordu. Oğlunun olduğunu öğrenince onu çağırttı. Kendisini dinledikten sonra çok celallendi. “Emirül-müminin’in oğlunun devesini güdün, sulayın, besleyin öyle mi? Olmaz böyle şey! Ey Abdullah! Deveyi sat, sermayeni al, fazlasını beytülmâle koy.” buyurdu ve öyle de yapıldı.
Ömer bin Abdulaziz -rahmetullahi aleyh-in canı meyve istemişti. O anda ne meyvesi vardı, ne de meyve alacak parası vardı. Halifeye hediye olarak meyve getirilmişti. Fakat o, meyveden bir tanesini alıp kokladıktan sonra tabağa geri koydu. Yanındakiler: “Resulullah Aleyhisselâm ve onun halifeleri hediye kabul ederlerdi. Sen niye kabul etmiyorsun?” diye sordular. O da şu cevabı verdi:
“Hediye Resulullah Aleyhisselâm zamanında hediye idi, fakat onlardan sonra hediye memurlar hakkında rüşvettir.”

İslâm’da Emanetin Önemi
Emanet; korumak ve saklamak için insana verilen maddi ve mânevi şeyler demektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bir kısmınız diğerlerine bir şey emanet ederse, güvenilen kimse kendisine emanet edileni yerine versin ve bu hususta Rabbi olan Allah’tan korksun.” buyuruyor. (Bakara: 283)
Hadis-i şerif’te ise:
“Emanet izzettir.” buyuruluyor. (Münavî)
Diğer Hadis-i şerif’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Nezdinde emânet bırakılan eşyayı sahibine iade et. Sana hıyânet eden kimseye de hıyânet etme!” (Tirmizî)
“Güvene lâyık olmak bir bakıma zenginliktir.” (Camius-sağir)
Yani başkalarının güvenine lâyık olan zât, itibarın sağladığı bir zenginliğe sahiptir.
“Halkın malında ve ırzında emanete mâlik olmak rızık bolluğunu, hiyânet ise bil’akis fakr ve ihtiyacı celbeder.” (Camius-sağir)
Emanete riayet imânın kemâline işarettir. Allah-u Teâlâ emaneti müslümanların sıfatı olarak beyan buyurmuştur:
“Onlar o kimselerdir ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.” (Müminun: 8)
Allah-u Teâlâ emaneti insana yüklediğini ve bunun çok büyük bir şey olduğunu Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir.”(Ahzab: 72)
Binaenaleyh emanet sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın hakkını eda etmek insanlar üzerine farzdır.
Emanetin çok geniş manası vardır. Dinî, dünyevî, ahlâkî her şey emanet dairesine girer.
İslâm dini emirleri ve yasakları ile bütün olarak ilâhî bir emanettir. Hükümlerine kâmil bir şekilde uymak farzdır, uymayanlar emanete hıyanet etmiş olurlar.
Kişiye bütün vücudu ve azâları, her şeyi birer emanettir. Maddî ve manevî sıhhat ve afiyetini koruması, emanete hıyanet etmemesi, aklını iyiye ve doğruya kullanması, mesuliyetini idrak etmesi gerekir.
Anne baba, evlât kardeş, karı koca, akrabalar hısımlar, komşular arkadaşlar, yoksul dul ve yetimler, her çeşit insan sınıfları ile her hususta ahkâm ölçüleri çerçevesinde adaletle ve iyilikle hareket etmek vazifesi bir emanettir.
Birinin diğerine geri almak üzere bıraktığı mal veya ödünç bir şey emanet olduğu gibi, bir toplulukta konuşulup da dışarıya sızmaması icabeden sözleri ve sırları saklamak da emanettir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Toplantılarda cereyan eden sözler gizli tutulmalıdır.” (Tirmizî)
İstişare yapıldığında, konuşulanların sağa sola yayılmaması emanettir. Akıl danışan kimseye doğru bilgi vermek, hakikatı anlatmak da emaneti yerine getirmektir.
Ücret veya maaş karşılığında çalışan kimsenin yapacağı işi hakkıyla yapması, mesuliyetini bilmesi emanettir. Yanında çalıştığı kimsenin izni olmaksızın işi gevşek tutarsa, işe geç gelir veya erken paydos ederse, emanetin hilâfına hareket etmiş olur.
Aynı şekilde çalışanlar da çalıştıranlara bir emanettir. Bütün bu hak ve hukuklara riâyet edilmesi zaruridir.
Hatta insanların faydalanmasına sunulan hayvanların haklarını gözetmek de emanettir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hepiniz muhafızsınız ve hepiniz maiyyetinizde bulunanların hukukundan mesulsünüz.
Amirler maiyyetindekilerin, erkek âile efradının muhafızı durumundadır. Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde muhafızdır.
Hülasa, hepiniz muhafızsınız ve hepiniz emriniz altında bulunanların hukukundan mesulsünüz.” (Buharî-Müslim)
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler de birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ: 58)
Bu Âyet-i kerime Mekke’nin fethinde nazil olmuştur.
Kâbe-i muazzama’nın bakım ve temizlik işleri Osman bin Talha ailesinin elinde bulunuyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke’yi fethettiğinde henüz müslüman olmamış olan Osman, kapısını kilitleyip Kâbe’nin üstüne çıkmıştı. Anahtarı vermeyi redderek “Senin peygamber olduğunu bilseydim, onu verirdim.” demişti. Bunun üzerine Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Osman’ın kolunu bükerek anahtarı elinden zorla aldı ve Kâbe’yi açtı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeri girdi, iki rekât namaz kılıp dışarı çıkınca amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- anahtarın ve şerefli bir vazife olan bakıcılığın kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine Âyet-i kerime nâzil oldu. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ali -radiyallahu anh-e anahtarı yine eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emir buyurdu.
Anahtar kendisine teslim edildiğinde, Osman bunun sebebini sordu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh-: “Bu bize âit bir mesele değildir, emr-i ilâhî’dir.” buyurdu ve Âyet-i kerime’yi okudu. Bundan fevkâlade duygulanan Osman bin Talha, müslümanlığın adalet ve emanet üzerindeki titizliğini görüce: “Ben artık Muhammed’in, Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ediyorum.” diyerek müslüman oldu.
“Kıyamet ne zamandır?” diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 54)
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh-: “Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?” diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular:
“Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ.” (Müslim)
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar olmuş ve olacak siyasî, içtimâî birçok hadiseleri hususiyetle Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerine haber vermiştir.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) bir takım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in sünnetinden öğrendiler.
(Yani hainliğin zıddı olan emanet veya;
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.”(Ahzab: 72)
Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’
Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:
‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalır.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. 

HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.
O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.
Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum.” (Buhârî. Tecrid-i sarih: 2039)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri emanetin yani din duygularının, adalet ve emniyet umdelerinin Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en beliğ bir üslup ile Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvet lisanından nakletmiştir. Bir kelime ile İslâm nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.
İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir emniyet ve itimat teessüs edip; o nur-u mübin’in sönmesiyle de bütün gönüllere umumi bir emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.
Bu Hadis-i şerif’e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz emanete hıyaneti nifak âlameti saymıştır.
Buyururlar ki:
“Münafıklığın alâmeti üçtür: Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder.” (Buharî)
Diğer bir rivayette: “Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de.” buyurulmuştur. (Müslim)
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Vaad borçtur. Yazık şu kimseye ki vaad eyler de sonra meşrû bir engel bulunmaksızın vaadini yerine getirmez.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’lerde emanete hıyanet etmenin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmektedir. Diğer bir Hadis-i şerif’te ise kıyamet alâmeti olarak “Emanetin ganimet bilineceği” beyan edilmektedir.
Bugün mücahid kesilerek din namına halktan para toplayıp, gayesi haricinde harcayanlar da emanete hıyanet ederek büyük bir mesuliyet altına girmektedirler.
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan birçok haksız harcamalar yapan kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 1294)
“Emanete hıyanet edenler, olgun imandan mahrumdur.” (C. Sağir)
Âliye kabilesinden bir zat gelerek: “Yâ Resulellah! Bu dinde en zor ve en kolay şeyi bana haber ver!” dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Bu dinde en kolay şey ‘Lâ ilahe illallah, Muhammed’ün abduhu ve Rasulühu’ şehadetidir. En zor olanı ise emanettir. Zira emanete riayet etmeyenin dini de, namazı da, zekâtı da yoktur.” (Bezzar)
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın insanlığa gönderdiği en aziz emanettir. Bu emanet Mekke vâdisine indirildi. Asr-ı saâdet müslümanları bu emanete hakkıyla layık oldular. Kısa zamanda İslâmiyet’i yaydılar, Allah’ın yüce adını yücelttiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den sonra Araplar uzun süre bu emanete ehil oldular. Memleketler genişleyip mal ve servetler çoğalınca, müslümanlar dünyaya daldılar ve ehliyete halel getirdiler. Allah-u Teâlâ Türkleri ehil kıldı ve emaneti onlara verdi.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Dilerse sizi ortadan kaldırıp yok eder ve sizden sonra yerinize dilediği bir milleti getirir.” (En’am: 133)
İnsan-ı kâmil’e emanet edilen ilâhi emanetullah ise ehline malumdur.

Ahiretteki Âkıbet:
Eğer bunlar Allah’tan korksalardı, ahirette bu yaptıklarından dolayı başlarına gelecek cezaların muhasebesini yapsalardı, ilâhî cezanın büyüklüğünü ve dehşetini düşünselerdi, fakirin ve yetimin hakkını gasbedebilirler miydi?
Bilmezler ki halkın zararı memleketin zararıdır ve memleketin zararı herkesten önce başında bulunanların zararıdır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
"Böylece onlar kıyamet gününde hem kendi günahlarını tam olarak yüklenirler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını yüklenirler.
Dikkat edin! Yüklendikleri yük ne kötüdür." (Nahl: 25)
Yani onlar her ne kadar başkalarının günahlarını yüklenemeyeceklerse de, iki katı bir azap yüklenmekten kurtulamayacaklardır. Birincisi kendi sapıklıklarının vebali, ikincisi de önderlik edip saptırdıkları kimselerin yükü. Sapanla saptıran azapta ortaktırlar. Birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına boyun eğmiştir. Böylece günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir. Bu da tek başına iyi niyetin yetersizliğini göstermektedir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
“Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut: 13)
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
Böylece içleri de dışları da ateş azabına çarptırılmış olur.
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’am: 70)
Onlar dünyada iken yaptıkları fenalıklardan dolayı böyle müebbet bir cezaya çarptırılacaklardır.
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı, kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf: 29)
Allah-u Teâlâ kâfirleri kuşatacak olan ateşi, kişiyi çepeçevre saran kapalı duvarlara benzetmiştir. Böyle bir kimse, kendisini kuşatan ateşten nasıl kurtulabilir?
Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden yüzleri kavrulur, yüzlerinin derileri soyulur.
Onlara ayrıca, tahammül edilmeyecek derecede kaynar ve fokurdayan bir çeşmeden içirilir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kızgın bir kaynaktan içirilirler.” (Ğâşiye: 5)
Bu sular karınlarındaki bağırsakları paramparça eder. Bütün bu cezalara Hakk’tan yüz çevirmeleri ve inkârları sebep olmuştur.
“Küfredenlere gelince; onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (Yunus: 4)
Evvelce nâil oldukları nimetleri suistimal edip nankörlük yapmalarının cezasına kavuşmuş oldular.
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amel defterleri soldan verilenler... Onlar ne uğursuzdurlar!
İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 41-42)
"Ve o alevli ateşe girecektir! Çünkü o dünyada, ailesi arasında iken pek şımarıktı." (İnşikak: 12-13)
Âkıbetini düşünmez, ahiret aklına gelmez, fani varlıklara mağrur, nefsani zevklere düşkün, rahat ve refah içinde, keyfi yerinde idi. Bu zenginlik halinin devam edeceğini sanıyordu.
"Çünkü o bir daha dirilip Rabbine dönmeyeceğini sanmıştı." (İnşikak: 14)
Onun içindir ki hiç bir kayıt altına girmek istemiyor, sınır tanımıyor, yasak bilmiyor, sorumluluk altına girmiyordu.
"Amma Rabbi onu görüyordu." (İnşikak: 15)
Bütün yaptıklarını görüp gözetiyordu, her şeyden haberdar idi.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar serinliği ve hoşluğu olmayan kapkara dumandan bir gölge altındadırlar." (Vâkıa: 43-44)
Böyle bir gölgeden hiç bir hayır beklenemez. Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde onların üzerine şöyle buyurmuştur:
"Çünkü onlar bundan önce dünyada iken varlık içinde şımartılmışlardı. Büyük günah işlemekte direnir dururlardı. 'Öl düğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz? Önce gelip geçmiş atalarımız da mı?' derlerdi." (Vâkıa: 45-46-47-48)
İşte münkirler böyle şehvetlere, gafletlere dalmış, heva ve heveslere uymuş, haramlara yönelmiş, âhiret âlemini hiç hesaba katmamış oldukları için can yakıcı azaplara müstehak olmuşlardır.
"De ki: "Hem öncekiler, hem sonrakiler."
Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır." (Vakıa: 49-50)
Bu vakit belirli bir vakittir. Ne öne alınır, ne de sona bırakılır. Ne artırılır, ne de eksiltilir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Geleceğinde şüphe olmayan kıyamet günü, sizi mutlaka toplayacaktır.
Allah'tan başka doğru sözlü kim olabilir?" (Nisâ: 87)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...