A. Bayındır: "Herkes Allah'a inanıyor, ben ateistim diyenler de dahil"
Abdülaziz Bayındır, Aracılık ve Şirk;
Din konusunda insanı en çok aldatan, Allah’ı var ve bir kabul etmenin yeterli olacağı kuruntusudur. Oysa onun varlığını herkes kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden nesillerini aldığında onları kendilerine karşı şöyle şahit tuttu: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da: “Evet Rabbimizsin. Biz buna şahidiz.” dediler. Artık kıyamet günü; “biz bunun farkında değildik” diyemezsiniz. Şunu da diyemezsiniz: “Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. O batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin?” İşte o belgeleri böyle açık açık anlatırız.
Belki dönerler”. (Araf 7/172–174) Halk arasında “bezm-i elest’te alınan misak” veya “elestu birabbikum” denen bu olay, insanın, açık ve net olarak, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmesi olayıdır. Ayet bu işlemin, Âdemoğullarının “bellerinden nesillerinin alınması” sırasında kesinleştiğini bildirmektedir. Neslin belden alınması, nesli devam ettirecek tohumun alınmasıdır.
Kişi bu duruma geldiği gün erginlik çağına girer.
İnsan, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren Allah’ın ayetlerini okumaya başlar. Çünkü Allah’ın ayetleri yalnız Kur’ân’da olanlar değildir. Tüm varlıklarda; göklerde, yerde, hayvanlarda, bitkilerde hasılı her yerde onun ayetleri vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Biz onlara hem dış çevrede hem de kendi içlerinde olan ayetlerimizi göstereceğiz; sonunda onun (o Kur’ân’ın) doğru olduğu onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır.” (Fussilet 41/52) İnsanın dış çevresinde ve kendi iç âleminde okuduğu ayetler, ona bir yaratıcının olduğunu haber verir. Bu sebeple insan, henüz çocuk yaşta iken Allah ile ilgilen meye başlar. Bu konuda çevresini soru yağmuruna tutar. Sonunda Allah’ın var ve bir olduğunu tam olarak kavrar. Karşısına çıkan bu ayetlerle sanki Allah ona, “Ben senin rabbin değil miyim?” diye sorar. O da tam bir kararlılıkla “evet, Rabbimsin, ben buna tanıklık ediyo rum” der. İnsan bu ayetleri ömür boyu okuduğu için onun Allah ile ilgisi sürekli canlı kalır. Benzeri sorularla kendi iç âleminde hemen her gün karşılaşır.
Müşrik, ortak koşan demektir. Ortaklık için en az iki varlık gerekir. Bunlardan birincisi daima Allah’tır. Allah’ın var ve bir olduğunun sayısız delili olduğu halde ortak koşulan varlıklarla ilgili bir delil yoktur. Bu sebeple hiçbir müşrik, kendi için haklı bir gerekçe bulamayacak ve şu sözü söyleyemeyecektir: “Önceden ortak koşanlar atalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. Şimdi o batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin.” (Araf 7/174) Erginlik çağı önemlidir. Sorumluluk bu çağda başlar. Babaları aksini söylese de erginlik çağına giren insan, Allah’ın varlığına ve birliğine, onun tüm varlıkların sahibi ve efendisi olduğuna kesinkes tanık olur. Kimi bunu açığa vurur. Kimi de önemli olaylar karşısında ortaya çıkarır. Kendilerine tanrıtanımaz diyen ateistler Allah’ı işlerine karıştırmak istemeyenlerdir. Onlar kendilerini tanrılaştırır ve kendilerinin efendisi olmaya çalışırlar. Diğer müşrikler ise Allah ile beraber başka efendiler bulur, onları Allah’a benzer konuma getirir ve ilişkilerini onlar aracılığıyla yürütmeye çalışırlar.
Kur’ân’da sıkça, zikir kökünden türemiş kelimeler geçer. Zikir, bir bilgiyi zihinde, kullanıma hazır tutma, onu kalbe ve dile getirme ve hatırlama anlamlarına gelir. Zihinde var olan bilgiyi harekete geçirmeye de tezekkür denir. İnsan, doğumundan ölümüne kadar, Allah’ın ayetleri ile yüz yüze yaşar. Allah’ın ayetleri, onun indirdiği kitaplarda olanlarla sınırlı değildir. İnsanın hem dış çevresinde, hem de iç âleminde olan ayetler de vardır. İnsan, çoğu bilgiyi, dış çevreden ve kendi iç âleminden okuduğu ayetlerden alır. Bu sebeple onlar tabii hukukun ve ahlakın evrensel kurallarını gösterirler. Kur’ân’ın, Tevrat’ın, İncil’in ve diğer ilahi kitapların ortak adı da “Zikir”dir. Çünkü dış çevrede ve insanın iç âleminde olan ayetlerle Kur’ân ayetleri arasında tam bir uyum vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz onlara hem dış çevrede hem de kendi içlerinde olan ayetlerimizi göstereceğiz; sonunda onun (Allah’ın gösterdiği yolun) doğru olduğu onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır. ” (Fussilet 41/52) Bu sebeple peygamberler insanları tezekküre, yani zihinlerine kazılı bilgilerden yararlanmaya çağırmışlardır. İbrahim aleyhisselamın müşriklere, “... tezekkür etmez misiniz?” yani “çocukluğunuzdan beri edindiğiniz bilgilerle benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınız yanlışı görmez misiniz?” demesi bundandır....“Tezekkür etmez misiniz?” demek, “benim gördüğümü sizler de görüyorsunuz; bunların yönetimde etken olamayacaklarını, sizler de anlamışsınızdır. Bu bilginizi kullansanız olmaz mı?” demektir. İbrahim aleyhisselam onlara; "Ben yüzümü dosdoğru, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben ortak koşan biri değilim." Dediği zaman onlardan hiçbiri; “gökleri ve yeri yaratan da kim?” diye sormamıştır. Çünkü onu zaten biliyorlardı. Sonra sözlerine şöyle devam etti: "Ona ortak saydığınızdan ben niye korkayım? Ama siz, delil olarak indirdiği bir şey yokken, Allah'a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. Bu iki taraftan hangisi, güvende olmaya daha layıktır? Eğer bilginiz varsa söyleyin.” (En’am 6/81)
Ortak koşan en az iki tanrı tanır. Bunların birincisi daima Allah’tır. Diğeri ise aracılık yaptığına inandığı şeydir. Bu konuda tek dayanağı, büyüklerinden duyduklarıdır. Bunlar akıllarını kullanmazlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Onlara, “Allah ne indirmişse ona ve o Elçi’ye gelin” denince şöyle derler: “Atalarımızda ne bulmuşsak o bize yeter”. Ya ataları bir şey bilmez, doğru yolu da tutmaz kimseler idiyse ne olacak?” (Maide 5/104) “Allah o pisliği aklını kullanamayanların üstüne bırakır.” (Yunus 10/100) Allah’ın var ve bir olduğunu şahsi gözlemlerimizle kavrarız. “Eşhedu en lâ ilahe illallah” yani “Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” dememiz bundandır. Bunun için peygambere ihtiyaç olsaydı “Ben tanıklık ederim ki...“ yerine “Şu peygamberin bildirdiğine göre...” demek gerekirdi. Bu sebeple hiçbir peygamber Allah’ın varlığını ispatla meşgul olmamış, ama Allah’tan başka tanrı olmadığını, yalnız ona kul olmak gerektiğini anlatmakla meşgul olmuştur. Zaten aklını çalıştıran herkes bunun böyle olduğu kolayca görebilir. Peygamberlere karşı çıkanlar daima, yanlış inanç üzerine kurdukları düzenin bozulacağından korkanlar ile onların etkiledikleri kişiler olmuşlardır. Peygambere ve getirdiği kitaba inananlar da zamanla kitabı kendilerine uydurmaya, birçok ayetini görmemeye ve buna göre bir hayat kurmaya başlamışlardır. Yahudi ve Hristiyanlar ile Müslümanlardan bazıları bu gruba girerler. (1)
*
A. Bayındır: "Herkes Allah'a inanıyor, ben ateistim diyenler de dahil" (2)
*
Eleştiri
1. a. Hoca'nın bu uçuk fikri pek çok Kuran ayetiyle çelişmektedir..
Bunlardan bir kısmı kalbin mühürlenmesiyle ilgili olanlardır:
Yener Öztürk, Kalbin Mühürlenmesinin Anlam ve Keyfiyeti :
Kur'ân-Kerim kalbin mühürlenmesini ifade sadedinde hatm ve tab' olmak üzere iki kelime kullanır. Hatm, lügatte isim olarak, eser/iz anlamını ifade eder. Fiil olarak ise, bir şeyin içindekini tevsik (güvenli kılmak) için üzerine mühür/damga basılması ve bir şeyin nihayete erdirilmesi gibi manaları ihtiva eder.
Kur'ân terminolojisinde ise bu tabir, kalbin ilahî mesajı anlayamayacak ve duyamayacak hale geldiği merhaleyi ifade için kullanılır. Sapıtmış nefislerde dalaletin sürekliliğini ifade eden bu durumla ile ilgili olarak Bakara suresinin bir ayetinde şöyle buyurulur:
"Gerçek şu ki, inkarcıları (inkara şartlanmışları), uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir/fark etmez; iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde inmiştir. Onların hakkı büyük bir azaptır." Bu konuda öncelikli olarak bilinmesi gereken husus, bu ve diğer ilgili ayetlerde bahis konusu edilen mühürleme olayı, maddi değil manevidir; meselenin zihinlere yakınlaştırılması maksadına matuf olarak vahiy dilinde bu durum sanki maddi bir mühür basılmış gibi anlatılmıştır. Kurân'da kalbin içinde bulunduğu bu durum istiare yoluyla anlatılmıştır. Bu cümleden olarak, Rağıb el-İsfehanî, bu ayetteki 'hatm' ifadesini, 'Allah'ın, (belirlediği) yasanın gereğini yerine getirmesi' olarak ele alır ve şu değerlendirmede bulunur:
Batıl bir düşünce ve akidede veya haram kılınmış olan gayr-ı meşru fiilleri işletmekte insan, ileri gidip hiçbir surette gerçeğe yönelip bakmazsa, bu hal onun günahları hep hoş ve güzel görmesine yol açar. Böylece onun, ilahi gerçeklere kapalı olması bakımından, sanki kalbine mühür vurulmuş gibi olur.İbn Cerîr et-Taberî ise, bu çerçevede tefsirinde şöyle der: İnkarcıların kalplerinin ve kulaklarının üzerine Allah tarafından mühür vurulmuştur. Bu sebeple de iman kalplerine girmek için bir yol bulamaz. Şöyle ki kapların ve zarfların üzerine mühür vurulunca içlerine bir şey koymak ve içlerinden bir şey çıkarmak nasıl mümkün olmazsa, aynı şekilde kafirlerin kalplerine de bundan sonra ne imanı koymak ne de kalplerinden küfrü çıkarmak mümkün olur.
Bu çerçevede Hamdi Yazır'ın yapmış olduğu açıklama da dikkat çekicidir: Bilindiği gibi, üzeri mühürlenmek, zarf, kap, örtü ve kapı gibi benzeri şeylerde olur. İnsanların kalpleri de ilim ve marifetlerin zarfları ve kapları gibidir; her türlü idrakımız orada saklıdır. Kulak da bir kapı gibidir, sesler oradan girer. Bundan dolayı kalbin mühürlenmesi zarfın mühürlenmesine, kulağın mühürlenmesi ise kapının mühürlenmesine benzer. Merağî'nin tefsirinde bu açıdan yapmış olduğu açıklama ise şöyledir; Allah (celle celâluhu), bu ayetle inkarcıların kalplerini, önemli ihtiyaçlar için yapılan, ancak kapısı mühürlü olduğu için, kullanılamayan evlerebenzetmiştir. Kalbin mühürlenmesi anlamında diğer bir kelime olan tab' da Kur'ân'da hatm kelimesiyle hemen hemen aynı anlamda kullanılmıştır. Nitekim bu tabir de lügatte, basmak, resmetmek, mühürlemek, şekil vermek, yaratılış ve tabiat anlamlarına gelir. Tab' ifadesi, Kur'ânda birçok yerde geçmektedir. Nisa sûresinde bu tabirin geçtiği bir ayette, inkarcıların işleyip kazandıkları küfürlerine dikkat çekilerek şöyle denir:
"...Küfürleri sebebiyle Allah o kalplerin üzerini tab' etmiştir (mühür vurmuştur), azı müstesna artık iman etmezler." İlgili ayetlerin lafızlarından ve de onlarla alakalı olarak müfessirlerimizin yapmış olduğu yorumlardan hareketle sonuç olarak şunları ifade edebiliriz:
Kurân'da bu tabirlerle, kalbin/ruhun, maddeye bakan duyumlarından ziyade, dinin gaybî gerçeklerini, hususiyle maddi evrenin ötesinde ahiret gerçeğini algılayabilecek duyumlarının körelmesi söz konusu edilmektedir. Gerek hatm gerekse tab’ tabirleriyle alakalı olarak bir noktaya daha temas etmemiz gerekmektedir:
Yüce Yaratıcı, ister hayır, ister şer olsun, bütün fiillerin varlık sahasına çıkışını kendisiyle irtibatlandırır. Bu cümleden olarak O, mühürleme işini de kendi üzerine alır. Şu kadar ki, kalpte meydana gelen bu fiilleri, Allah'ın kendisine nispet edişi, sadece yaratma yönüyledir. Gerek afakta gerekse enfüste Allah'ın kullarıyla kendi arasında şarta bağlı olarak belirlediği yasalar vardır. Yüce Yaratıcı, adet-i sübhanisinin gereğince, kullarının attığı adımlara uygun olarak, kalplerde bu yasaların gereğini yaratır. İbn Kayyım el-Cevziyye'nin de önemle vurguladığı gibi, O'nun müdahalesi/yaratması olmadan, insanın ne iç dünyasında ne de dış dünyasında bir şeyin vücut bulması mümkün değildir. Mevdudî, insanların kendi irade ve tavırlarıyla sebebiyet verdikleri bu durumun, Kur'ân'da Allah'a isnat edilerek ifade edilmesini şöyle izah eder:
Müstakim insanların tavrını ve çizgisini kabullenmeye yanaşmayıp inatla farklı bir istikamette yürüyen bir kişinin, kalbinin tüm kapılarının, tutkularına ters gelebilecek her türlü gerçeğe karşı kendiliğinden kilitleneceği ilahi bir kanundur. Bu kanun, insan diliyle ifade edildiğinde, 'şu falanca veya filancanın kalbinin kapıları kilitlenmiş' denir, fakat emri ve izni olmadan hiç bir şeyin meydana gelemeyeceği Allah ise, aynı vak'ayı, 'falanca ve filancanın kalbinin kapılarını kilitledik' şeklinde beyan edecektir. Yani, insan bir şeyi meydana geldiği şekliyle tarif ederken, Allah, bir olayın meydana gelişini aslıyla/gerçek vasfıyla anlatmaktadır. İşte bu noktayı çok iyi kavrayamadıklarından olsa gerek, Ehl-i sünnet alimlerinin hilafına, Mutezile alimleri, Kur'ân'da mühürleme olayının Allah'a isnat edilmesini mecaz olarak değerlendirmişlerdir.(3)
b. Bayındır Hoca'nın kalbin mühürlenmesini inkarına cevap için bkz:
2. Kuran-ı Hakim'de 'onlar iman etmez' diye buyrulmasına rağmen Bayındır Hoca 'onlar zaten inanıyor' diyor:
Uyarıların fayda vermediği zümre ve sıfatları için bkz:
3. Kuran'ın Küfürden ve inançsızlıktan bahseden ayetleri de Bayındır Hoca'nın bu çıkarımını tekzip ediyor. Küfür/inkar çıkmazı için bakınız:
4. Hoca'nın fikriyle benzeşen, biraz daha dengeli bir yazı:
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Dini Kabiliyet (Fıtrat)
İnsan doğuştan dini bir kabiliyete sahip olarak dünyaya gelir:
İnsan doğuştan dini bir kabiliyete sahip olarak dünyaya gelir. Bu kabiliyet onun dini düşünce ve davranışlarının temelini oluşturur. Kuran-ı Kerim'de insanlardaki bu potansiyel inanma kabiliyetine açıklık getirebilecek üç önemli kavram bulunmaktadır. “Fıtrat”, “Misâk” ve “Sıbga” Kur'ân'da insanın dini kabiliyetini ifade etme hususunda başta gelen kavramlardır...Ayette geçen fıtratallah ifadesi Allah'ın insanları üzerine yarattığı bir yaratılış düzenlemesini ifade eder.[37] Yüce Allah insanları hakkı kabul etme kabiliyetleri ile hakkı idrak etmeye hazırlıklı bir seviyeye getirerek yarattı. [38] Fıtrat gereği insanlar Allah'ın zatını bilme, birleme, O'ndan başka ilah olmadığını kabul etme [39] Tevhide ve İslam dinine yönelmede kabiliyetli olma [40] potansiyeliyle donatılmıştır.
İnsanların kalbine hak sevgisi ve hakka meyletme yeteneği konmuştur. Fıtratın insanların akıllarına iyiyi ve kötüyü anlama kabiliyeti konması manasına geldiği de söylenir. [41] Ayette geçen en-nas kelimesiyle ifade edilen Allah'ın fıtrat üzere yarattığı kimseler olduğu ve müşriklerin bu gruba dahil edilmediği yani onların İslâm fıtratı üzerine yaratılmadığı ileri sürülmüştür. Fakat tefsircilerin çoğunun ittifak ettiği görüş en-nas kelimesinin müslüman-kâfir ayırımı yapılmaksızın genel manada kullanılmış olduğudur. [42] Allah'ın fıtratında değişme olmayacağı hususu ise şöyle açıklanmıştır. İnsanda Allah'ı birlemek doğuştandır ve bunun değiştirilmesi mümkün değildir. Çünkü iman kabiliyeti kesbi olmayıp fıtridir.[43]
Misak
Dini kabiliyetin, doğuştan insanın mayasında mevcut olduğuna işaret eden kavramlardan birisi de “Misak”tır. Söz konusu kavram Kur'ân-ı Kerim'de insanla Yüce Allah arasında sembolik bir iman sözleşmesi şeklinde anlatılır.
Arap dilinde “misak” akit, antlaşma manasında olup, “vesak”tan gelir. Bu kendisiyle esirlerin veya hayvanların bağlandığı ip anlamını ihtiva eder. [44] “Misak”ın yemin ve ahitle pekiştirilmiş bir akit olduğu da söylenir.[45]
“Rabbin, Ademoğullarının sulblerinden zürriyetini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” demiş, Onlar da; “Evet, şahidiz, sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdi. Bu, kıyamet gününde “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.” [46]
Bu ayetteki ifade tarzı çoklarına göre temsilidir. [47] Misak Allah'ın insanları yarattığı fıtrattır denin [48] Ayette geçen “İşhâd” kavramıyla şu manaların kast edildiği söylenmiştir. Yüce Allah insanlara yaratılışta yaratıcılarının kendisi olduğunu göstermiş, [49] onları tevhid, [50] dosdoğru hanif dini üzere yaratmıştır. [51] Misak olayına getirilen farklı bir yorum ise şu şekildedir. Yüce Allah bütün insanları ilk yaratılışta afakta ve enfüsteki delillerden istifade ederek tevhide ulaşmağa kabiliyetli yaratmıştır. [52] Bu delilleri onların içine yerleştirmek suretiyle onları hidayetle dalaleti birbirinden ayırmaya kabiliyetli kılmıştır.[53]
Sıbğa
“Sıbğa” kavramının da iman duygusunun fıtri olduğuna dair işaret taşıdığı belirtilmiştir. Arap dilinde “sıbğa”, elbise, kumaş ve benzerlerinin boyandığı şey, Allah'ın fıtratı, [54] din, millet manalarına gelir. [55] Kişinin dindarlığı güzel olduğu ve din kendisinde yerleştiği zaman, Allah'ın diniyle boyanmış denilir.[56] “Allah”ın boyası” kavramı Yüce Allah'ın insanlarda yarattığı, onları hayvanlardan ayıran, akletme melekesine işaret eder.[57]
“Biz Allah'ın boyası ile boyanmışızdır. Allah'tan daha güzel boyası olan kim? O'na kulluk edenlerdeniz.”[58] “Sıbgatullah”, Allah'ın dinidir. Fıtratullah manasına gelir.” [59] “Sıbğa”dan maksat fıtratın muhafazasıdır denilmiştir. [60] Yüce Allah'ın insanları fıtrat üzerine yaratması ile Sıbğa kelimesi arasındaki ilişki şöyle izah edilmiştir. Boya nasıl boyanan eşyanın süsü ise, fıtrat da insanın süsüdür denilmiştir. [61] er-Râzî'nin sıbğa kavramına getirdiği izah ise şöyledir: İnsan beden yapısı ve eğilimleri yönünden acziyet ve yoksullukla nitelenmiştir. Buna işaret eden deliller ise sonradan yaratılmış olması ve yaratıcıya muhtaç durumda bulunmasıdır. Bu deliller insan için bir sıbğa'dır.[62] Müfessirlerin Fıtrat kavramını Misak olayıyla; Misak olayını, Fıtrat olgusuyla; Sıbğa kavramını Fıtrat ve Misak kavramıyla açıklamaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu durum Fıtrat, Misak ve Sıbğa kavramlarının ortak bir paydası olduğuna işaret ediyor. Her üç kavramın birleştiği istisnasız nokta ise, her insanda doğuştan Allah'a iman etme kabiliyetinin bulunduğu hususudur.
Bununla birlikte, fıtrat kavramına, iyiyle kötüyü ayırma kabiliyeti, sadece mümin kimselere verilen iman kabiliyeti, Misâk kavramına enfüs ve afaktaki delillerden hareketle hakkı batıldan ayırma kabiliyeti gibi dolaylı izahlar getirilmiştir. Fakat fıtrat, misak ve sıbğa kavramlarına getirilen bu dolaylı yorumlar azınlıkta olup kavramlarının ağırlıklı olarak insandaki doğal iman etme, Allah'ı tanıma kabiliyetini ifade ettiği görüşünde oy çokluğu sağlanmıştır. Kaldı ki getirilen bu dolaylı yorumlar, genel görüşe zıt değildir. Fahreddin Râzi, ne olursa olsun insan ruhuna nakşedilen fıtratullah mührünün kazınamayacağını ileri sürer. “Allah'ın yaratışında değişme yoktur” ifadesini bu şekilde yorumlar. Küfürle, şirkle, nifakla üzeri örtülse, küllense de iman kabiliyetinin İnsan benliğinden hiç bir zaman silinemeyeceğini belirtir.
İman kabiliyeti gerçek imanın karşılığı değildir
Ayetlerden ve yorumlardan hareketle tanımlamaya çalıştığımız bu iman kabiliyetini, iradeli olarak, aklederek, kalben tasdik edip söz ve fiille ikrar ederek teşekkül eden “olgun iman”ın karşılığı sayamıyoruz. Olsa olsa iman kabiliyeti olgun İmanın nüvesini, tohumunu teşkil ediyor olabilir. Kul, insanı inkara götüren psikolojik ve fizyolojik motivlerin tesirinden sakınır, iç ve dış kaynaklı imana götüren motivlere sarılır, iradesini ve aklını olumlu yönde kullanırsa, Allah'ın dilemesiyle bu tohum çimlenir, filizlenir ve yeşerir. Aksi takdirde üzeri örtülür, küllenir, küfür dediğimiz inanç türü ortaya çıkar. Fakat küllenmekle birlikte, ayetin delaletiyle er-Râzi'nin de belirttiği gibi bu mühür insan benliğinden hiç bir zaman bütünüyle silinmez.
İman kabiliyeti, henüz dinî mahiyet arz etmeyen bir yetenektir
İman kabiliyeti, “dinî mahiyet arz etmeyen bir dindarlık kabiliyeti ve yeteneğidir. Bu durumda bu duyguya, akıl ve tecrübenin müdahalesi henüz yoktur. Ancak insan, bu kabiliyeti geliştirerek inanan bir mümin olabileceği gibi, köreltmek veya baskı altına almak suretiyle de inkarcı bir kimse olabilir.[63]
“Peygamberlerin getirmiş olduğu hiçbir şey, insanın ona karşı lakayt ve “tarafsız” olduğu şeyler değildir. Bilakis, tamamı, insanoğlunun yaratılışı ve zatının gerektirdiği şeylerdir. Yani insanoğlu, yaratılış itibariyle onlara eğilimlidir, doğası ve tıynetinde vardır bu eğilim. Bu durumda peygamberler, bir çiçek veya bir ağacı yetiştiren bahçıvana benzerler. Çiçek ve ağaçta özel bir istidat, yani özel duruma temayül vardır. Eğer bir bahçıvan bir kayısı çekirdeğini yere ekiyorsa, bu çekirdek aynı zamanda hurma veya vişne de olmaya müsait ve bu türlere eğilimli bir varlık değildir. Keza bahçıvan da, onu bir hurma veya vişne olarak yetiştirme yetki ve seçeneğine sahip değildir. İnsanda, adına fıtrat denilen özel bir eğilim türü vardır. Peygamberlerin gönderilmesi olayı, insanoğlunun yaratılışındaki bu eğilime verilen olumlu bir cevaptan ibarettir. Gerçekte, insanoğlunun yaratılışı gereğince aradığı ve arayacağı her şeyi peygamberler ona sunmuşlardır. Fıtratın anlamı kısaca budur.” [64]
Tarafsız ve önyargıdan uzak bir şekilde araştırma yapan bazı Batılı psikologlar inanmanın fıtri olduğunu açıkça belirtmişlerdir. İnanmanın fıtri olduğunu, bozulmamış insan tabiatının doğuştan inanmaya yatkın olduğunu ileri sürenlerin başında Descartes gelir.” [68] H. Remplein, “dini inancın tohumları hiç şüphesiz insanın ruhunda ve benliğinde mevcuttur”[69] der. Kroh ise, çocuğun Allah'ın varlığına inanmaya hazırlıklı olduğunu söyler. [70] Bir grup Amerikalı psikolog da din duygusunu bir içgüdü olarak gösterir: “Fert, dünyaya gelirken her türlü deneylerden ve sosyal tesirlerden önce bazı ırsî eğilimler ve içgüdüleri beraberinde getirmektedir ki, bunlar, onun dini hayatında da etkili olmaktadır. Bu noktaya gelince karşımıza fertlerde dinin “ırsî bir içgüdü” olup olmadığı meselesi çıkar. Davranış psikolojisi taraftarlarının bu görüşe itiraz edecekleri muhakkaktır. Fakat burada bahis konusu olan, “dinî içgüdü” insana mahsus özel mahiyette bir içgüdüdür. Hayvanda yoktur. Ayrıca ilave edelim ki, psikolojide içgüdülerin sayısı ve mahiyeti üzerinde münakaşalar devam etmektedir. [71] Max Nordeau ve Ferid Vecdi de din duygusunun insanın sahip olduğu duyguların en köklüsü olduğunu, insanlık oldukça din duygusunun da olacağını, bu duygunun insandan bir an bile ayrılmayacağını belirtirler.[72]
İnsan doğuştan dindardır. Bilim ve felsefe insanın arayışının ürünü iken, din daha çok insanın aranışının bir ürünüdür. İnsan Allah'ı aramakla birlikte, Allah'da insanı aramaktadır. Allah insan tarafından bilinmek istemektedir.[73]..Kur'ân öğretisinin öne sürdüğü bu fıtrilik (yaratılıştancılık) inancına göre insan dinli olarak dünyaya gelir. Objektif olarak konuya yaklaşan araştırmacıların ulaşmış oldukları sonuçlar da bu hakikati doğrular mahiyettedir.
Allah'ın varlığını hiç tanımamacasına, salt inkar mümkün mü?
Bu bağlamda çözüm gerektiren iki önemli soru çıkıyor karşımıza; Allah'ın varlığını hiç tanımamacasına, salt inkar mümkün mü? Fıtratın, İman kabiliyetinin saikiyle, aşkın bir Allah'ın varlığını kabul etmek tek başına yeterli midir?
Fıtratla ilgili ayetlerden de anlaşıldığı gibi Kuran-ı Kerim salt ateizm'i imkânsız görür, böyle bir inanç ve düşüncenin insanda gerçekten var olabileceğini kabul etmez. Tanrıtanımazlık iddiasında bulunanların inkar gibi bir yargıya doğuştan gelen fıtri imanın sesine kulak vererek değil, aksine benliklerinde var olan bu derin duygu ve şuuru baskı altında tutarak ulaştıklarını kabul eder.
Çaresizlik anındaki yalvarma
Her şeyin yolunda gittiği zamanlarda Allah (cc)'i unutan en sıkı ateistler, en azılı tanrıtanımazlar bile musibetlerin her yandan kendilerini kuşattığı ve başka çıkış yolunun bulunmadığı durumlarda imdat çığlıklarıyla Allah'a yalvarıp yakarırlar. [75] “O kafirler, kara bulutlar gibi dalga sardığı zaman, dini Allah’a has kılarak O'na yalvarırlar, dua ederler. Allah onları karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır. (Diğerleri ise küfürlerine devam ederler.)” [76] En kibirli, en inatçı ateistlerin bile çaresizlik içerisinde kaldıkları zaman kurtuluş için ister istemez Allah (cc)'a yalvardıkları bir gerçektir. Çaresizlik anlarında ortaya çıkan bu durum her insanın kalbinin derinliklerinde fıtri iman kabiliyetinin bulunduğunun bir delilidir. İnkarcılar kibir, hevâ, haset, kin, nankörlük, inkarcı şüphe, önyargı, gaflet gibi inkar motivlerinin de tesiriyle benliklerinde varlığı mevcut olan fıtri iman kabiliyetini baskı altında tutarak hiç yokmuş gibi davranmaya çalışırlar.
Arap cahiliye döneminde davranışlarının temelinde bir tür nihilizm bulunan, [77] kendilerine dehriler adı verilen kimselerin varlığından bahsedilir. “Dediler ki: Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz, yaşarız, bizi zamandan başka bir şey helak etmiyor (öldürmüyor)” [78] Dehrilerin tabiattaki olayları feleklerin hareketine yani bir takım maddi güçlere nispet ettikleri [79] dolayısıyla tabiatı tanrılaştıran kimseler oldukları söylenir. Cahiliye insanının inanç yapısını ele alan diğer ayetlere de baktığımızda onlar arasında salt ateizmin değil, tabiat gibi maddi şeyleri Allah'a ortak koşma, şirk inancının hakim olduğunu görürüz. “Eğer onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorarsan, elbette ki, Allah diyeceklerdir.” [80] “De ki: Biliyorsanız dünya ve içinde bulunanlar kimindir? Onlar: Allah'ındır diyecekler. O halde düşünmez misiniz de...”[81] Bu ayetler cahiliye insanın benliğinde Allah bilgisinin varlığını gösteriyor. Onların inkar etmelerinin sebebi ise bazı şeyleri Allah'a ortak koşuyor olmalarıdır. En genel anlamıyla tanrıyı tanımama,[82] inanmama şeklinde tanımlanan ateizmin “salt inkâr” olarak gerçekleşmesinin çok zor hatta imkânsız olduğu ileri sürülmüştür. Bu görüşte olan Batılı bilim adamlarından bazı anekdotlar nakletmek yerinde olur.
“Tanrının asla var olmadığına inanan birisiyle karşılaşmayı çok isterdim. Böyle birisi bana, en azından kendisini ikna edebilen, çürütülmez gerçeği açıklardı.” [83] diyen La Bruyere, böyle bir düşünceyle karşılaşmanın güç olduğunu dile getirir. Hristiyan ilahiyatçılarından Anselm'in şu ifadeleri dikkat çekicidir. “Kalbimde tanrı yoktur diyen bir aptalın zihninde bile kendisinden daha yetkini düşünülmeyen bir tanrı fikri vardır.”[84] Bazı batılı bilim adamlarının da itiraf ettiği gibi şirkin çeşitli tezahürleri şeklinde ortaya çıkan inkâr, hiç bir zaman “salt inkar” şeklinde ortaya çıkmamıştır...
Yaratılıştan insan benliğinde var olan iman kabiliyetinin bütünüyle silinmesi, salt ateizmin ortaya çıkması mümkün olmadığı gibi sadece duygu ve düşünce olarak kabul edilen, herhangi bir fonksiyonu ve hareket alanı bulunmayan inanç da iman olarak değer kazanmaz.
“Fıtrat” kavramıyla ifade edilen olgu insan benliğine yerleştirilmiş bir cevherdir. Bizzat imanın kendisi değil, onu başlatan ilk muharriktir. Eğer insan iradesini iman etme yolunda kullanırsa bu fıtrat cevheri yönünü iman objesine (inanılacak varlık ve esaslara) çevirir. Gerekli motivasyonun sağlanmasıyla irade, zihin, kalb, duygular ve edimler iman objesiyle ilişkiye geçer ve iman hayatı başlar. İman objesiyle ilişki kurulmadığında (Allah'a ve O'nun gönderdiği esaslara iman edilmediğinde) fıtri iman kabiliyetinin üzeri örtülü kalır. Küfür ve onun türevleri ortaya çıkar. İnsandaki susuzluk güdüsü nasıl, sağlıklı su ile doyuruluyorsa, iman kabiliyeti de Allah'a ve O'nun indirdiği esaslara iman etmekle doyurulur. Aksi takdirde her türlü inkar hastalığının ortaya çıkması kaçınılmaz olur. [87]
[37] Muhammed İbn Cerir Et-Taberi, Camiu'l-Beyan An Tevilil-Kur'ân, Daru'l-Fikir, Beyrut, 1984, XI/40
[38] Şihabuddin Mahmud El-Alusi, Ruhu'l Maani Fi Tefsiri'i-Kur'ant't-Azim, Daru İhyai't-Turasi'l Arabi, Beyrut, Tsz. Xxı/40; Kadi Nasiruddin El-Beyzavi, Envaru't-Tenzil Ve Esraru't-Tevil, Daru'l Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1988, 11/220
[39] Ebu'l-Fida İsmail İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Darun-Ma'rife, Beyrut, 1987, 111/422
[40] Carullah Mahmut, B. Ömer Ez-Zemahşeri, El-Keşşaf An-Hakaiki't-Tenzil, Daru'l-Küttabil-Arabi, Beyrut, Tsz., 111/479; Abdullah B. Ahmed B. Mahmud En-Nesefi, Dar-U Kahraman, İst., 1984,111/272
[41] Abdurrahman İbn Nasır Es-Sa'di, Teysiru'l-Kerimi'r-Rahman Fi Tefsiri . Kelami'l-Mennan, Vı/136
[42] Muhammed İbn Ali İbn Muhammed Eş-Şevkani, Fethu'l-Kadir, Matbaatu Mustafa El-Babi El Halebi, Mısır, 1964, İv/224
[43] Muhammed Fahruddin Er-Razi, Et-Tefsiru'l-Kebir, Daru'l-Fikr, Beyrut, 1990, Xxv/121
[44] İbn Manzur, A.G.E., X/371; Firuzabadi, İv/573
[45] İsfehani, a.g.e., S.804
[46] A'raf: 7/172
[47] Şevkani, a.g.e., M/262; Nesefi, a.g.e., II/85; Alusi, a.g.e., IX/102
[48] Taberi, a.g.e., VI/115
[49] Şevkani II/262
[50] İbn Kesir, a.g.e., II/375
[51] Es-Sa'di, a.g.e., 111/113
[52] Alusi, a.g.e., IX/102
[53] Zemahşeri, a.g.e., 11/176; Nesefi, a.g.e., Lf/85
[54] İbn Manzur, a.g.e., VIII/437-438
[55] Firuzabadi, a.g.e., II/796
[56] Zemahşeri, Esasu'l-Belağa, S. 347
[57] İsfehani, a.g.e., S.405
[58] Bakara: 2/138.
[59] Taberi, a.g.e., 1/571
[60] Alusi, a.g.e., II/398
[61] Beyzavi, a.g.e., I/90
[62] Razi, a.g.e., IV/95
[63] Celal Kırca, Kur'an Ve İnsan, Marifet Yayınları, İst., 1996, S.22
[64] Murtaza Mutahhari, Fıtrat, Çev, Cafer Kırım, Akademi Yayınları, İstanbul, 1992, S. 160-161
[68] Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İst. 1990, S. 267
[69] Hans Remplein, Die Seelische Envvicklung Des Menschen İm Kindes Und Jugendaiter, 14 Aufl, 1966, S. 254
[70] O.Kroh, Entjiciungspysychologie Des Grundschulkinder, Verlag İ.Beitz,
Weinheim, 1964, S.75
[71] Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982, S.53
[72] M.Abdullah Draz, Din Ve Allah İnancı, Terc. Bekir Karlığa, Bir Yayıncılık, İst., Tsz., S.96-97
[73] Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi Ve Din Eğitimi, Yeni Çizgi Yayınları, Ankara, 1995, S.15Ü
[75] Ebu'l-A'la El-Mevdudi, Tefhimu'ı-Kur'ân, Çev. Heyet, İnsan Yayınları, İst. 1986, M/303
[76] Lokman: 31/32; Konuyla İlgili Diğer Ayetler "Tabiat Olayları Karşısındaki Çaresizlik Ve İlahi Yardım Talebi" Başlıklı Konumuzda Ele Alınacak.
[77] Toshihiko İzutsu, Kur'ân'da Allah Ve İnsan, Çev. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İst., Tsz. S.83
[78] Casiye: 45/24
[79] Beyzavi, A.G.E., 11/389
[80] Lokman: 31/7-8
[81] Müminun: 23/84-89
[82] Mehmet S. Aydın, Din Felsefesi, Selçuk Yayınları, İst. 1994, S.201
[83] Etienne Gilson, Ateizmin Çıkmazı, Çev. Veysel Uysal M.Ü.İ.F.V. Yayınları, İst., 1991, S.23-24
[84] Mehmet S.Aydın, A.G.E., S.205
[85] Mehmet S.Aydın, A.G.E., S.175-177
[86] Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara, 1984, S.153
[87] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları, İstanbul, 1997: 16-25.
Değerlendirme:
a. Yazıda oluşan kanaatin aksine Fahreddin Razi fıtratın değişebileceğini, bozulabileceğini dile getiriyor: Allah Teâlâ insanları, Adem'in sulbünden (sırtından) zerreler halinde çıkarıp, onlan, "kendisinin onların Rabbi olup; onların da kendisine iman ettikleri hususunda, kendilerine" şahit tuttuğu gün, onları İslâm dini üzerine yaratmıştır. Binaenaleyh, kim (bundan sonra) küfre saparsa, böylece Allah'ın, insanları üzerine yarattığı^fıtratı değiştirmiş olur. İşte bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Her doğan çocuk (İslâm) Ûtratı üzerine doğar, ama onu ebeveyni, ya yahudi yapar, ya hristiyan yapar veyahut da mecusi yapar..."[Buhari, Cenaiz, 80,93…; Ahmed İbn Hanbel, II/233; 393:] şeklindeki hadisinin ifade ettiği manadır.
[Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/323-325]
Yine aynı Fahreddin Razi'nin kalbin mühürlenmesi hususundaki ehl-i sünnet itikadını beyan eden görüşleri de küfr-ü mutlak'ın varlığını destekler niteliktedir:
Cenâb-ı Allah daha sonra, "İşte haddi aşanların kalpleri üzerine biz böyle mühür basarız" buyurmuştur. Alimlerimiz, Allah Teâlâ'nın insanı bazen imandan alıkoyacağına, bu ayeti delil getirmiştir ki, bunun izahı açıktır.
...küfr için kuvvetli ve derin bir sebep bulununca, kalb, âdeta küfür üzere mühürlenmiş gibi olur...(4)
b. Yukarıda savunulan fikirler küfr-ü mutlakı reddetmeye matuf..Bunun önü Kuran ayetlerinin bazılarını yanlış tevillere kurban etmeden açılamaz..Kuran ayetlerinin zahirinden anlaşılan şey de küfrün ve inkarın kalbi tastamam kaplamasının imkan dairesinde olduğudur:
Kuran'ın Psikolojik İnkar Hastalıklarına Verdiği İsimler
Kuran-ı Kerim inkarcı tutumları ve fıtrata aykırı davranışlarından dolayı müşriklerin iç dünyalarında meydana gelen anormal psikolojik gelişmelerden bahseder. Kalp katılığı (kasvet), kalp darlığı (dik), zorluk (harec) gibi isimler altında inkarın kafir bir kalpte meydana getirdiği ruhi hastalıklara dikkat çeker. [1180]
1. Kalp Katılığı (Kasvet)
Sıkıntı duymak, bazı olaylar karşısında bunalmak insanın yaratılışında mevcuttur. “Biz insanı muhakkak bir sıkıntı içinde yarattık.” [1181] Yaratılıştan var olan bu psikolojik olgu çelişkiye düşen, çatışmaya giren, zor bir iş altında ezilen psikolojik bir engellemeyle karşı karşıya kalan insanda varlığını hissettirir. Onu bunaltır ve iyice sıkar, gönlünü daraltır, bütün genişliğine rağmen yeryüzü ona dar gelir. Yukarıda saydığımız gibi sıkılması için sebeplerin fazlasıyla mevcut olduğu ateist, inkarcı kimselerin tutulmuş olduğu kalb hastalıklarından birisi “kalb katılığı”dır. İnkarcı ve müşrik kimseler yakalanmış oldukları bu hastalık nedeniyle bir türlü sıkıntı ve bunalımdan kurtulamaz, hiç bir şekilde huzurlu ve mutlu olamazlar.
“Kasvet” filolojik açıdan kuruluk, sertlik, katılık gibi içeriklere sahiptir. Müşrik ve inkarcıların kalpleri “katılığa” benzetilmiştir. [1182] Böyle bir kalb bütün doğal ünitelerini kaybetmiş olduğundan, işlevsiz ve hasta durumdadır. Sadece cehalet, nifak, kuşku, şüphe, haset ve kin gibi hastalıkları bünyesinde barındırır. [1183] Kalbe hiçbir hayır, iyilik işlemez, hiçbir şey tesir edemez.[1184]
“Allah'ın, göğsünü İslam'a açtığı kimse, Rabb'inden bir nur üzerinde değil mi? Allah'ı anlamaya karşı yürekleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler” [1185] Bu âyette iki grup insandan söz edilir. Birinci grupta ele alınan kimseler, İslâm nurunun aydınlığıyla iç dünyası genişletilmiş insanlardır, yani müminlerdir.” Yüce Allah'ın, Kendi Zâtı'nı bilip tanıması, tevhid şuuruna erişmesi, Rububiyetine boyun eğip itaati altına girmesi için kalbini genişlettiği kimse ile, yapmış olduğu işler yüzünden, kalbini katılaştırıp zikrinden uzaklaştırdığı, Hakk'a tabi olmuş bir şekilde hidayete ulaşmayı kendisine zorlaştırdığı kimse bir midir? Elbette bir olamaz. Kalbi genişletilmiş olan kimse, ruhu Hak tarafından aydınlatıldığı için, kesin bir inanç ve şuur üzeredir. [1186] İkinci grupta ele alınan kimseler ise, “...kalbi katılaşmış, Yüce Allah'ı anmaktan uzaklaşmış, insanlara öğüt olsun diye indirilen Kur'ân'dan yüz çevirip, iman etmeyen, Kurân'ın içindekilerini doğrulamayan insanlardır.[1187]
2. Kalb Darlığı (Dîk)
Özellikle inkârdan dolayı meydana gelen kalb darlığını ifade etmek için Kur'ân-ı Kerim'de “dîk” lafzı kullanılır.
“Allah kimi hidayete erdirmek isterse; Onun kalbini İslâma açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğe yükseliyormuş gibi kalbini daraltır, sıkar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böylece murdarlık çökertir.”[1188] Ayette geçen “dayyikan” ifadesi, genişliğin zıddıdır. [1189]înkâr ve şirk içerisine düşmüş insanlar, Yüce Allah'ın varlığının delillerine bakmaya davet edildiklerinde, sanki atmosferde yükselen kimsenin nefes alıp vermede zorluk çektiği gibi, kalb sıkıntısı, gönül darlığı, göğüslerinde bir tür sıkışma hissederler. [1190] Böylece hakkı kabul etmekten hoşlanmaz, uzak düşer ve kalbine iman girmez.[1191] Göğsü daralır, sıkılır, tıkanır, son derece bunalır.
Bu yönüyle sıkıntı, huzursuzluk, kararsızlık, güvensizlik ve ızdırap hali olan inkar psikolojik hastalıkların, ruhsal bunalımların, içsel çatışmaların, sinirsel gerginliklerin ve açmazların baş etmenidir. [1193]
3. Zorluk (Harec)
En'am süresinin 125. ayeti kelimesinde geçen “haraç” kelimesi, inkarcı kimselerin maruz kaldığı ruhî hastalıkları ifade eden kavramlardan biridir. Bu kavramın kapsamıyla ilgili Hz. Ömer (r.a)'den gelen bir rivayet vardır. En’âm suresinin 125. âyetini okuyan Hz. Ömer âyette geçen haraç kelimesinin anlamını Kinâne kabilesine mensup çobanlık yapmakta olan bir delikanlıya sordu. O genç de ağaçlar arasında, herhangi bir çobanın yahut hayvanın ya da başka bir şeyin girmediği sık ağaçlığa denir, karşılığını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer'de “İşte münafığın kalbi böyledir, oraya hiç bir iyilik giremez” dedi.[1194]
[1180] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları, İstanbul, 1997: 232.
[1181] Beled: 90/ 4
[1182] El-İsfehanı, a.g.e., s.609.
[1183] Ahmed Mustafa El-Merâğî, Tefsîru'l-Merâğî, Mektebetu Mustafa El
Bâbî, Mısır, 1963,1/51.
[1184] Razı, a.g.e., III/137.
[1185] Zümer: 39/22.
[1186] Taberî a.g.e., XXIII/209.
[1187] Alusi, a.g.e., XXIII/257. Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları, İstanbul, 1997: 232-234.
[1188] En'âm: 61/25.
[1189] El-İsfehani, a.g.e., S.444.
[1190] Meraği, A a.g.e., VII/25.
[1191] Beyzavi, a.g.e., I/320
[1193] Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi, Yalnızkurt Yayınları, İstanbul, 1997: 234.
5. Bayındır Hoca, inanmaya meyilli olarak yaratılan fıtrata bakarak "aslında inanmıyor gözüken herkes gerçekte inanır" diyor..Oysa kafirler bu yeteneklerini körelterek küfrün hesabına çalışan 2. bir fıtrat edinmişlerdir:
Küfrü benimseyene “fıtri yeteneğini köreltip örten” anlamında kafir denilir. “Bilmemek, yadırgamak” manasındaki nükr kökünden türetilen ve “kabul etmemek, reddetmek, hoş görmemek” anlamına gelen inkar da küfür karşılığında kullanılmakta olup bu tavrı sergileyene münkir adı verilir (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “kfr”, “nkr” md.leri; Lisânü’l-Arab, “kfr”, “nkr” md.leri) (5)
6. Hoca, küfre sadece tek bir çeşiti varmış gibi yaklaşıyor..Oysa küfrün bilerek inkar etmeden de başka türleri/türevleri vardır:
Kur’ân-ı Kerîm’de küfür kavramı kök halinde kırk bir yerde geçmekte, bunun yanında çok sayıda ayette aynı kökten türemiş fiil ve isimler bulunmaktadır (M. F. Abdülbâki, el-Mucem, “kfr” md.). Kur’an’da cahd (bilerek inkar etmek), işrak (ortak koşmak) ve tekzîb (yalancı kabul etmek), kavramları da küfür manasında kullanılmış, ayrıca tuğyân (haddi aşmak, azmak), zulm (haksızlık etmek, yersiz hareket etmek), ism (günah işlemek) ve fısk (belli bir sınırı aşmak, hak yoldan ayrılmak) kavramlarına küfrü ve inanmayanları nitelemek için yer verilmiştir (a.g.e., “cĥd”, “şrk”, “kźb”, “tġy”, “žlm”, “işm”, “fsķ” md.leri). (5)
Dolayısıyla kabul-ü ademle adem-i kabul aynı şey değildir:
Aynı şekilde ateizminde pozitif ve negatif ateizm olarak iki türü vardır :
Negatif ve pozitif ateizm
George H. Smith'in sınıflandırmasına göre ateizmin "negatif ateizm" ( ya da "zayıf ateizm") ve "pozitif ateizm" (ya da "güçlü ateizm") olarak iki çeşidi vardır.
Negatif ateizm, Tanrı'nın varolmasını prensip olarak mümkün görmekle beraber, varolduğuna dair hiçbir gerekçe bulunmadığı gerekçesiyle Tanrı'yı reddeder. Pozitif ateizm ise, Tanrı'nın varolmasını Tanrı kavramının geçerli bir şekilde tanımlanmadığı, içinde çelişkiler taşıdığı veya absürd olduğu vb. gibi gerekçelere dayanarak mümkün görmez.[47]
Negatif ateizmde bir iddia yoktur, sadece bir ret vardır. Pozitif ateizmde ise hem bir ret, hem de bir karşıt iddia vardır. Pozitif ateistin yaklaşımı ise, "Tanrı'nın varolması mümkün değildir" şeklindedir. İkisi de sonuçta Tanrı kavramını reddetmek noktasında birleştiğinden, ateizm başlığı altında tanımlanırken ikisinin ortak noktası olan "Tanrı'ya olan inançsızlık" kullanılır. Çünkü bu inançsızlığın sebebi ne olursa olsun, ister delil yetersizliği, ister Tanrı kavramının anlamsızlığı veya absürdlüğü, isterse Tanrı kavramıyla hiç karşılaşmamış olmak olsun, hepsinin ortak noktası kişide Tanrı inancının varolmamasıdır. (6)
İslâm âlimleri küfrü meydana geliş şekli ve sebepleri açısından dörde ayırmışlardır:
1. Küfr-i inkârî. Allah’ı, peygamberleri ve onların Allah’tan alıp getirdikleri esasları kişinin kalbiyle tasdik, diliyle ikrar etmemesidir. 2. Küfr-i cühûd. Kişinin bildiği halde iman etmemesi, inkarı tercih etmesidir. 3. Küfr-i inâdî. Kişinin kalben Allah’ı bilip bazen diliyle de ikrar ettiği halde haset, şöhret ve makam düşkünlüğü, kavmiyetçilik gibi sebeplerle İslâm’ı bir din olarak kabullenmemesidir. 4. Küfr-i nifâk. Kişinin inanılması gereken hususları diliyle ikrar ettiği halde kalben tasdik etmemesidir (Lisânü’l-Arab, “cĥd”, “kfr” md.leri). Öte yandan itikadî yönden inkârcı bir mahiyet taşıyan, “Allah’ın ulûhiyyetinde, sıfatlarında ve fiillerinde eşi ve ortağı bulunduğunu kabul etmek” şeklinde tanımlanan şirk de bir tür küfürdür. Nitekim Kur’an’da Allah’ın kendisine ortak koşulmasını bağışlamayacağı ifade edilmiştir (en-Nisâ 4/48). Kişinin müslüman iken başka bir dini veya inanç sistemini kabullenerek İslâm’ı terk etmesi de irtidad olarak nitelendirilen bir küfür şeklidir. (7)
7. Hocanın bu yaklaşımı, imanı neredeyse sıradanlaştırmaya ve her insanın sahip olduğu sabit bir değer olduğu fikrine kapı aralıyor bu durum imanın ekstra bir lütuf olduğu gerçeğini inkara hizmet eder:
Kurân'da, "Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeye çağırdığı zaman Allah'a ve Resûl'e icabet edin!" (Enfâl suresi, 8/24) buyrulmaktadır. Evet bu, bir ihyâ, yani dirilme ve diriltme meselesidir. Bu diriliş de, ayette açıkça beyan buyrulduğu üzere, din ile ve dinin hayata hayat yapılması ile mümkün görülmektedir.
Allah rızası için, yani en büyük mertebe olan "mertebe-i rıza"yı kazanmak için yaptığımız işlere, kendi düşünce ve arzularımız kat'iyen girmemelidir. Meselâ, dinsiz bir insanın Cehennem'e girmesi gerçeği, bazı hassas ruhlarda bir kısım burukluklar hâsıl edebilir; dolayısıyla da dengenin korunamamasına yol açabilir. Aynı şekilde, nefret ettiğimiz fuhşu kaldıralım diye, meşru sınırları zorlayabilir; hatta bazı meşru münasebetlere bile sınırlama düşünebiliriz ki, bütün bunlar da dengeyi bozabilir. Dolayısıyla biz, sadece emredileni emredildiği şekilde ve emredildiği çerçevede yerine getirmekle mükellefiz.
Bu işin bizi aşan yanı ise şudur: Mesajımızı insanlara kabul ettirme, bizim takat ve gücümüzün üstünde bir meseledir ve ayrıca bu husus bizim işimiz de değildir. Kabul ettirecek Allah olduğu gibi, kabul ettirmeme de O'na aittir. Evet, işin bu yanının, hiç mi hiç düşünülmemesinin yanında, sözlerimiz kabul gördüğünde de, bunu hiçbir zaman zekâmızdan, bilgimizden, kabiliyetimizden, kısaca kendimizden bilmemeli ve her şeyi tamamen Allah'ın lütfu saymalıyız. Aksine, hüsnükabul görmediğimizde de, kendimizi sigaya çekmeli, duygularımızı, niyetlerimizi, ibadetlerimizi yoklamalı; sürekli muhasebe ve murâkabede bulunmalı; tabiî asla ye'se de düşmemeliyiz. Nice dev kametler ve mantık-muhâkeme insanları gelmiştir ki, birkaç insandan başka takip edenleri olmamıştır. Yine, nice ilham ve vâridât insanları gelip geçmiştir ki, arkalarından bir iki kişi ya gitmiş ya da gitmemiştir; zira iman, kulun kalbinde Allah'ın yaktığı bir ışıktır ve bunu yakmak da sadece ve sadece O'na aittir.. evet, onu ancak O yakar. (8)
8. İman, Sa’d-ı Taftazani’nin ifadesiyle; “Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” Bayındır Hocanın zannettiği gibi herkesin varoluştan veya büluğdan beri sahip olduğu ve asla yitirmediği bir şey değil:
Bu düşünce, imanın tarifiyle ve tarifte kullanılan ifadelerle de uyuşmaktadır. İman, Sa’d-ı Taftazani’nin ifadesiyle; “Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur.” Yani iman, insanın aklını kullanması veya âfâkî–enfusî tefekkürü sonunda, Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı sübhânîsiyle onun içinde yaktığı bir ışıktır, bir nurdur. Demek ki, bir işrak ve bir cezb ü incizâb sözkonusu olabilir; fakat, usulu’d-din uleması, insanın âfakî–enfusî tefekkürü, araştırması, o mevzuudaki cehd u gayretini de nazara verdikten sonra, “iman Cenâb-ı Hakk’ın, murad buyurursa, kalpte hasıl edeceği bir nurdur” derler. Eserlerinde bu tarife de yer veren Bediuzzaman hazretleri “iman, Şems-i Ezeliden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kainatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve keza, iman, Şems-i Ezeliden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tuba gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.” der. (9) Demek ki külli irade iman çırasını yakmadan kişi mümin olamaz.
9. Mümin ve kafirin bakış açıları, mertebeleri, dini konumları farklıdır..Temelde herkesi inanç sahibi farzetmek bu farklılığın inkarı ve derecelerin eşitlenmesidir:
Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.
Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.
Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş'e içinde zikirhaneler... Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemiyle müteellim olmasına bedel, şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruruyla mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah'a şükreder.
Sonra döner, öteki adama rast gelir. Halini anlar. Ona der:
"Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle-ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemalât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."
Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, nedamet eder. "Evet, ben işretten divane olmuştum. Allah senden razı olsun ki cehennemî bir haletten beni kurtardın" der.
Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık, gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehtetli evham, küfründen ve dalâletinden neş'et edip onu mânen tâzip eder.
Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler-ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş'esinden neş'et eden nağamattır. Bütün mevcudat, o mü'minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder. Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor. (10)
10. Bayındır Hoca, imanı elde etmiş olanla küfür bataklığına saplanmış olanı, imani hakikatleri kavramış olanla kavrayamamış olanı, bilenle bilmeyeni, gafil ile müteyakkızı, nefsani bir hayat yaşayanla kalbi hayat yaşayanı bir tutuyor: İman, varlığın hakikatini insana gösteren bir nur ve bir ışıktır. Şayet iman nuru ve ışığı insanın olaylara bakışında rehber olmaz ise, olayların manasını ve hakikatini kavrayamaz. (11)
11. Bayındır Hoca'nın yaklaşımı sahih hadislere de muhalif:
Buhari, Tevhid:
Enes ibn Mâlik dedi ki:Peygamber (S):
— "Lâ ilahe illelllah diyen ve kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır (yanî imân) bulunan kimseler ateşten çıkar. Bundan sonra Lâ ilahe ille İlah diyen ve kalbinde bir buğday tanesi ağırlığı kadar hayır bulunan kimseler ateşten çıkar. Daha sonra Lâ ilahe illellah diyen ve kalbinde bir tek zerre ağırlığı kadar hayır olan kimseler ateşten çıkar" buyurdu..
*
Yine Allah Taâlâ:
— Haydin bir daha gidin, kalbinde zerre ağırlığınca iman veya yakin olan her kimi bulursanız, onları da çıkarınız! buyuracak.
Yine böyle olanlardan tanıdıklarını çıkarıp dönecekler. Yine Allah Taâlâ:
— Haydin bir daha gidin, kalbinde zerre ağırlığınca îmân ve yakin olan her kimi bulursanız, çıkarınız! buyuracak.
Yine böyle olanlardan tanıdıklarını çıkaracaklar".
Ebû Saîd (R) der ki: Eğer bu dediğime inanmıyorsanız, "Şüphesiz ki, Allah zerre kadar haksızlık etmez. (Zerre miktârı) bir iyilik olursa, onu kat kat artırır. Kendi canibinden (başkaca da) pek büyük bir mükâfat verir'(en-Nisâ: 40) âyetini okuyunuz.
*
Müslim, İman:
185 - (117) Bize Ahmed b. Ahdete'd-Dabbî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdülâziz b. Muhammed ile Ebû Alkamete'l-Fervî rivayet ettiler. Dediler ki; Bize Safyân b. Süleym, Abdullah b. Selman'dan o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Demiş ki: Resulullâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Muhakkak Allah Yemen'den, ipekten daha yumuşak bir rüzgâr gönderecek; bu rüzgâr kalbinde (Ebû Alkâme'nin rivayetine göre) (bir dâne ağırlığında) (Abdülâziz'in rivayetine göre) (zerre miktârı) imân bulunan hiç bir kimseyi sağ bırakmayacaktır.» buyurdular.
*
O zaman insanlar hâinleşecekler. Alış verişte hiyanet etmeyen parmakla gösterilecek ve: «Filân kimse doğru adammış.» diye dillere destan olacak. Halbuki onun da kalbinde zerre kadar emânet bulunmayacak.
*
Sonra :
— «Ya Rabbena! Senin bize çıkarmayı emir buyurduklarından cehennemde hiç kimse kalmamıştır» diyecekler. (Fakat Teâlâ hazretleri):
— «Dönün, kalbinde dinar ağırlığında hayır olan her kimi bulursanızonu da çıkarın» buyuracak. Bunun üzerine yine pek çok kimseleri çıkaracaklar. Sonra (tekrar) :
— «Yarabbi! Senin emir buyurduklarından tek bir kimse bırakmadık.» diyecekler (Teâlâ hazretleri) :
— «Geri dönün! Kalbinde yarım dinar miktarı hayır olan her kimi bulursanız onu da çıkarın.» buyuracak; yine pek çok kimseleri çıkaracak. Sonra :
— «Yarabbi! Senin emir buyurduklarından cehennemde tek bir kimse bırakmadık» diyecekler. (Teâlâ hazretleri yine) :
— «Geri dönün! Kalbinde zerre mikdarı hayır olan kimi bulursanız Onu da çıkarın,» buyuracak. Yine birçok kimseleri çıkaracaklar. Sonra :
— «Yarabbi! Cehennemde hiç bir hayır (sahibi) bırakmadık,» diyecekler.
...gibi hadisler imanın en azı olarak zerre miktarı imandan bahseder..
Demek ki bundan da azı; yani hiç olmaması hali de mümkündür ki o da küfür ve nifakın nihai mertebesidir..
12. Fitneye uğramış kalp tepetaklak duran testi gibidir..Doğruyu, güzeli, hayırlıyı, iyiyi bilecek ; hakkı, hakikati ve bu arada Allah'ın varlığını kabul edecek fonksiyonlarını yitirilmiştir:
4733 - Müslim rahimehullahın bir rivayetinde (Huzeyfe radiyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselamı işittim. Demişti ki:
"Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı tas gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan (beşeri değerlerden) kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl) bilir."
Bu rivayette Huzeyfe radıyallahu anh der ki: "(Ey Ömer!) Seninle o fitne arasında kapalı bir kapı vardır, kırılması yakındır!"...Müslim, İman 231, (144).
13. Günah kalbi siyahlaştırır ve katılaştırır..Devamlı işlenen günahlar Kalpte iman nurunu siler:
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor. Hem meselâ, Cehennem azâbını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennemin tehdidâtını işittikçe istiğfarla ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emâre ve bir şüphe, Cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve mânen diyor ki, keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasaydı! Ve bu arzudan, bir mânevî adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-i İlâhiyeye dair kalbe gelse, kat'î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki, inkâr vasıtasıyla, gayet cüz'î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp yılanın ısırmasını kabul eder.
Ve hâkezâ, bu üç misale kıyas edilsin ki, "Kazandıkları günahlar, kalblerini kaplayıp karartmıştır." Mutaffifîn Sûresi, 83:14. sırrı anlaşılsın. (12)
Bayındır Hoca'nın inisiyatifi sadece kula veren ve Allah'ın külli iradesini devreden çıkaran yorumu için bakınız:
*
14. Hoca, teorisini Allah'ın varlığına delalet eden açık delillerin her akıl sahibi tarafından akledildiği kabulü üzerine kurmuş..Oysa kafirin, münafığın müstakim düşünme yeteneği yoktur.. İşledikleri günahlar, kabahatler onları sarhoş, gafil, aldanmış hale sokmuştur..Böylece hayır istidatlarını körelterek nihayetinde iman kavramına tamamen yabancılaşır ve bir yaratıcı fikrine düşman kesilirler. Kuşku, şüphe, samimiyetsizlik ve inkar düşüncesiyle içli dışlı olmaları zamanla o düşüncelerin kalbe tab edilmesine ve onlarla aynileşmelerine sebebiyet verir..Bu durum gözü olmasına rağmen görememek, kulağı olmasına rağmen duyamamak gibidir:
"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; (bu sebeple) onlar (içinde bulundukları halden) geri dönemezler."
"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; (bu sebeple) akledemezler." Sağır, kör, dilsiz ve kalbi mühürlü olan, akledemeyen birinin Allah'ın varlığını ve vahdaniyetini kabule yanaşması mümkün olmaz..
*
İnkarları Bakımından Kafir ve Münafıkların Kur'an'da Ele Alınış Tarzı:
Kur'an'da münafıklarla kafirlerin inkarları bakımından içinde bulundukları durumu tasvir eden ifadeler vardır. Mesela, baş tarafı aynı ama sonları farklı iki ayrı ayette şöyle denir:
"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; (bu sebeple) onlar (içinde bulundukları halden) geri dönemezler."
"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; (bu sebeple) akledemezler."[530]
Mealini verdiğimiz ayetlerin ilki münafıklarla diğeri de kafirlerle alakalıdır. Görüldüğü gibi burada münafıklarla kafirler sağır, dilsiz ve kör olmaları bakımından aynı çizgide mütalaa edilmişlerdir.
Buna göre her iki grubu sağırlık, dilsizlik ve körlük gibi müşterek bir fasılda birleştiren unsur, onların yüce Yaratıcıyı bulma adına önlerine bir meşher gibi serilmiş varlık kitabını iyi değerlendirememe, hadiseleri iyi okuyamama, hidayet rehberi ilahî kitapların mesajlarına kulak asmama ve vicdanlarının sesini dinlememe gibi hususlardır.Gerek kafirler gerekse münafıklar söz konusu bu işaret ve işaretçileri değerlendirebilselerdi, akıllarını kullanmış olacak böylece yüce Yaratıcının varlığını itiraf edecek ve hayatlarını O'nun koymuş olduğu düsturlar çizgisinde sürdürebileceklerdi. Ancak onlar sağırdırlar; çünkü varlıktaki her şey kendisine has diliyle mutlak bir kudret ve yaratıcıyı (Allah'ı) her an ilan edip dururken, onlar bunu duyamamaktadırlar. Dilsizdirler; vicdanlarının hissettiklerini bir türlü telaffuz edememektedirler. Kördürler; Allah'ın varlığına ve birliğine giden yolu artık görememektedirler.
*
Kabullenme hem akletmeyi hem de gaflet perdesini delmeyi gerektirir..Kafirde bunların ikisi de yoktur:
inanan bir insanın vahyî gerçekler karşısında gösterdiği gevşeklik ve dalgınlık bir gaflet olduğu gibi, inkarcı birisinin bu gerçeklere karşı sergilediği kayıtsızlık ve umursamazlık da temelde yine bir gaflettir. Her iki halde de gaflet akletmeyi engelleyen bir zaaf olarak karşımıza çıkar."(Onlar için) göklerde ve yerde (O'nun varlığını ve birliğini gösteren) o kadar çok delil var ki (buna rağmen), onların yanından yüzlerini çevirerek/bakmadan geçerler."[540] İçinde bulundukları zevk ve eğlencenin sarhoşluğuyla, 'niçin yaşıyorum?' 'bu alemde işim ne?' gibi en hayati soruların cevabını bile arama lüzumunu akıllarına getiremeyenler, zamanla yaşadıkları hayatın yegane hayat olduğu vehmine kapılıp doğru düşünme ve muhakeme kabiliyetlerini bir bir yitirirler. Önceleri ilgisiz kaldıkları manevi ve ebedî bir hayatı zamanla idrak edebilmekten yoksun hale gelirler. Az bir muhakemeyle yanlışlığı anlaşılabilecek bir kuruntuya, saçmalığa bel bağlayıp, büyük ve önemli gerçekleri -ileri sürdükleri- bir kısım gerekçelerle bir çırpıda inkara giderler. Çünkü ruh dünyalarında maneviyat, ebedî alem ve din diye bir şey artık kalmamıştır. Kalmadığı için de 'insan bilmediği şeyin düşmanıdır' kaidesince, yabancı oldukları bu gerçeklere kolayca düşman kesilirler...Tam anlamıyla 'gafil' olanlar işte bunlardır. Beyinleri ve kalpleri var, ama bu duyuların, ortaya koyması gereken şuur ve aktiviteleri yoktur. Artık onlar ne vicdanlarının sesine, ne de afakda kendilerine ulaşan gerçeklerin sesine kulak verirler..Dini bir vehim; kitabı bir eğlence; ilahî kelamı en fazlasıyla bir musikî diye karşılarlar. Kısaca, bu insanların kalpleri heva içinde, gözleri ve kulakları anlamsız şekil ve sesler peşinde döner durur..
*
Kurân'da kalbin mühürlenmesine sebep gösterilen diğer bir sıfat da kibirdir. İnsanın büyüklenmesi ve kendini yüksek görmesi demek olan kibrin en büyük etkisi, insanları birbirinden uzaklaştırma ve de içtimaî hayatta fertler arasındaki yardımlaşma ruhunu söndürmede görülür.
Allah'ın 'kibriya’ sıfatının bir tecellisi olarak kulun ruh aynasında yansıyan bu duygu, gerçek sahibinin disiplinleri doğrultusunda bir terbiye görmezse, ilk başta insanda kişiliği bozan bir durum olarak belirmesi, ilerleyen süreçte ise, din duygusunu da yok eden kalıcı bir kalbî/ruhî maraza dönüşmesi kaçınılmaz olur.
Kibir, psikolojik bir tavır olarak, insanın gerçekleri görmesi ve gördükten sonra da kabul etmesinin önünde bir engel olarak durur. Büyüklenme içinde bulunan kişi, maddi-manevi her tür kemalat ve güzelliklerden mahrum kalır. Zira, böyle birisi, çoğu kez kibir saikiyle başkalarının bilgilerine ve güzelliklerine tenezzül etmez; gerek kendisini gerekse içinde bulunduğu durumu en üstün görmesi sebebiyle de, hiçbir kimsenin irşad ve yol göstericiliğinden yararlanma imkanı bulamaz. Kısaca, kibrine yenik düşen bir insan, gerçekleri öğrenme ve kabul etmenin önünde, aşılması zor bir engelle karşı karşıya kalmış demektir.
*
Münafık için de durum aynıdır: "...Allah'a ve ahiret gününe inanmazlar, kalpleri şüpheye düşmüştür ve şüpheleri içinde tereddüt edip dururlar." Bu ayetin yorumuyla ilgili olarak, A. Şahin şunları ifade eder: Münafık, Allah'tan kendisine uzanan çizgide her şeyden şüphe eden 'reybî/şüpheci' bir bakışla, herkesi aynı marazın pençesinde kıvranıyor görür ve bu hastalığı ruhunda kat kat yaşar. Ayrıca böyle birisi, -şüphe, tereddüt ve ilhadının artmasına denk olarak- hem kendi kalbindeki zikzaklarla kıvranır hem de başkalarını da kendisi gibi inançsız, itimat edilmez ve güvenilmez insanlar olarak gördüğünden, kendi vehim ve hayalinde icat ettiği yığın yığın hastalıkların altında ezilmeye mahkum olur.
Başlangıçta şüphe ve tereddüt zemininde bir akide bozukluğu şeklinde oluşan bu hastalıktan, küfre uzanan halkalar zamanında kırılmadığı takdirde, bu durumun onu birgün imanı asla ciddiye almayan bir şahsiyet haline getirmesi uzak bir ihtimal değildir:
"Onlar ki iman ettikten sonra inkar ettiler. Sonra tekrar iman edip yine inkar ettiler. Sonra da inkarlarını artırdılar... İşte onları Allah ne affeder, ne de doğru yola çıkarır."
*
'İnsan kendisini tanrısından daha iyi hissettiği zaman inkarcı olur'
Görüldüğü gibi kendini yeterli gören, kendi gücüne, kendi ilmine sonsuz güven duyan, dolayısıyla hiçbir minnet duygusu taşımayan kişiler, nefislerinin bağımsızlık (ortak tanımama) dürtülerinin etkisiyle çoğu kez kendilerini tanrı yerine koyarlar. Proudhon'un 'insan kendisini tanrısından daha iyi hissettiği zaman inkarcı olur' ifadesi bu durumu anlatır.
*
Kibir ve gurura bürünmüş bir insanın, yani Allah'a ait izar ve ridayı kendine aitmiş gibi kullanan bir kişinin, imana uyanması, imanî hakikatlerden istifade edebilmesi imkansızdır. Zira Allah'a ait azamet ve kibriya gerçeği, asliyetinin gereği olarak, zılliyet küstahlığını cezalandırır. Allah'ın cezalandırdığı birisinin ise, imandan nasibini alması beklenemez. Kısaca ifade edecek olursak, insan, kabiliyet ve imkanlarının bütünüyle Allah'tan olduğunu unutup, her şeyin kendinden kaynaklandığını iddia edip büyüklük taslayama başladığında, kalbinin yüce Yaratıcıya açık bulunan bütün kapılarını kapatmış olur.
*
İlaçtan uzak duran hastanın, hastalığının artmasına sebebiyet vermesi gibi..
Her tür zihnî, ahlakî ve psikolojik hastalık için manevi bir şifa ve rahmet olan Kurân'ın, kendisine karşı insanî duruşlarını bozanlar (zulmedenler) için bir yarar sağlaması mümkün değildir, ilaçtan uzak duran hastanın, hastalığının artmasına sebebiyet vermesi gibi, zalimin Kurân'a karşı ters ve uzak duruşu da, onun sadece kaybını artırmış olacaktır.
*
Kompleks ve bencillliğine yenilme
"Haddi aşmayın, (zira) Allah haddi/sınırı aşanları sevmez."[576]...Şurası bilinen bir gerçektir ki ulûhiyetin en önemli ve ayrılmaz özelliği istiklaliyettir (ortak tanımamaktır). Bu özellik, yüce Yaratıcının isim ve sıfatlarının tecellileriyle oluşan insan benliğinde de yansır. Fakat insan, iradesi, gücü ve bilgisi bakımından son derece sınırlı olması ve temelde zayıf ve ihtiyaçlar içinde bir varlık olması hasebiyle, onun kendisinde görmek istediği istiklaliyet, onda bir kompleks ve bencillik olarak tezahür eder. Derken o, kompleksine ve bencilliğine yenilerek Allah karşısında, 'sen sensin ben de benim' küstahlığına düşer. İşte bu küstahlıktır ki, onu, kendini ispat ve gösterme adına zulme, taşkınlığa yöneltir.
*
Mümin suresinde geçen bir ayette ise, kalbin mühürlenmesine sebep olarak gösterilen zulüm, kibir sıfatıyla birlikte ele alınır. Bu ayette mütekebbir sıfatına, 'zora, şiddete ve baskıya başvuran' manasına gelen cebbar sıfatı eklenir. Bu da bize, zulmün, mütekebbirlerin ayrılmaz bir sıfatı olduğunu göstermektedir. Netice olarak denilebilir ki, inkar zemininde birbirini doğuran zulümler, gün gelir, -küfür, nifak ve kibirde olduğu gibi- insanla, hidayeti arasına çekilmiş adeta bir perde gibi durur ve insanın hakikati bulmasına, ona ulaşmasına bir engel oluşturur. Kuran bir küfür sıfatı olan zulmün de, nihayetinde kulun kalbinin mühürlenmesine yol açan bir sebep olduğunu, Hz. Nuh'un ümmetinin şahsında şu ifadelerle dile getirir:
"Sonra onun ardından, birçok peygamberi kavimlerine gönderdik. Onlar, apaçık mucizeler getirdikleri halde, kavimleri daha önceden yalanladıkları şeye iman etmeye yanaşmadılar. Hadlerini aşmışların/zalimlerin kalplerini biz işte böyle mühürleriz." (13)
***