23 Nisan 2015

AKAİD KAİDELERİ ALLAH ZATININ VARLIĞI BÖLÜM BİR


AKAİD KAİDELERİ ALLAH ZATININ VARLIĞI
BÖLÜM BİR
 I. Esas: Vücûd Işığı aranan nurların en evlâsı, Kur'an'ın irşad buyurduğu nûr'dur. Binaenaleyh Allah'ın beyanından sonra herhangi bir beyanın kıymeti yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Biz yeryüzünü beşik, dağları da birer kazık yapmadık mı? Sizleri de çift çift yarattık. Uykunuzu ise, bir dinlenme yaptık. Geceyi bir örtü, gündüzü ise geçim vakti kıldık. Üstünüze yedi sağlam gök bina ettik. İçlerine pırıl pırıl parıldayan bir kandil astık. Rüzgarların sıkıştırıp yoğunlaştırdığı bulutlardan, kendisiyle taneler, otlar, sarmaşdolaş bağlar bahçeler çıkaralım diye bol bol su indirdik. (Nebe/6-16)
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün arka arkaya gelişinde, insana yarar şeyleri denizde götürüp getiren gemilerde, Allah'ın gökten yağmur indirerek ölümden sonra arzı diriltmesinde, o arzda her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârları her taraftan estirmesinde, yer ile gök arasında Allah'ın emrine tâbi bulutlarda akıl ve düşünce sâhibi olan bir topluluk için elbette ki Allah'ın kudret ve yüceliğine delâlet eden birçok alâmetler vardır. (Bakara/164)
Görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış? Ay'ı içlerinde bir nur kıldı, güneşi de bir kandil... Allah sizi (babanız Adem'i) arzdan yaratıp meydana çıkardı. (Nuh/15-17)
(Ey inkarcılar!) Sizi, biz yarattık! Hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? Şimdi gördünüz mü (rahimlere döktüğünüz meniyi?) Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan? Aranızda ölümü ve biz dilediğimiz şeyi yerine getirmekten âciz de değiliz. Kılıklarınızı değiştirmeye ve sizi bilmeyeceğiniz bir surette yaratmaya da gücümüz yeter. Herhalde ilk yaratılışınızı bildiniz; o halde düşünsenize. Ya şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu? Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa biz miyiz bitiren? Dileseydik o ekini çerçöp haline getirirdik de şöyle gevelerdiniz: 'Doğrusu biz çok ziyandayız; büsbütün mahrumuz'. Şimdi içtiğiniz suyu bana haber verin! Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa biz miyiz indiren? Dileseydik onu acı bir su yapardık. O halde (bu nimetlere karşı) Allah'a şükretseniz ya! Şimdi çıkıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin; onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan? Biz bu ateşi (cehennem ateşine) bir ibret ve sahradaki yolculara bir menfaat kıldık. O halde Rabbini yüce ismiyle tesbih et! (Vâkıa/57-74)
Azıcık aklı olan bir insan, bu ayetlerin mânâsını düşünür, Allah'ın yer ve gökteki acaip ve garip yaratıklarına, hayvanlar ve bitkilerin yaratılışına azıcık göz gezdirirse, akılları şaşırtan bu emir ve sarsılmaz tertibi tedbir eden bir sâniin ve bu şekilde kuvvetli yaratan bir failin bulunması gerektiği kendisine gizli kalmaz. Hatta herşey bu sâniin tesiri altında bulunduğunu ve O'nun isteğiyle hareket ettiğini haykıracaktır. İşte bu sırra binâen Allah Teâlâ şöyle buyurmuyor mu?
Peygamberleri (onlara) şöyle demişti: 'Hiç gökleri ve yeri yaratan Allah'ın birliğinde şüphe edilir mi?'(İbrahim/10)
Zaten peygamberlerin (a.s), halkı Allah'ın birliğine dâvet etmek için gönderilmesinin hikmeti de budur...
Hz. Peygamberin "Halk 'lâ ilâhe illâllah' desin diye gönderildim" sözü de buna delâlet eder. Halk hiçbir zaman 'Bizim bir, o âlemin de bir mabudu vardır' demekle emrolunmadı. Çünkü Allah'ın bir oluşunun itirafı akim fıtratında yaratılmıştır ve doğumdan büyüyünceye kadar da devam etmektedir. İnsanların bu itirafına işaret etmek için, Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Andolsun ki onlara 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye soracak olsan, mutlaka 'Allah' diyecekler. De ki: 'Allah'a hamdolsun!' Fakat onların çoğu (bu sualin kendilerini bağlayacağını) bilmezler. (Lokman/25)
(Ey Râsûlüm!) O halde sen yüzünü (eğriyi bırakıp doğruya giden) bir muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak dine, (yani) Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu fıtrata çevir. Allah'ın yarattığı bu dini değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Rûm/30)
Binaenaleyh insanın yaratılışında ve Kur'an'ın delillerinde Allah'ın birliğine ve varlığına dair o kadar yeterli delil vardır ki, başka bir delil armaya lüzum bırakmaz. Fakat biz düşünce ve tefekkür sahibi âlimlere uyarak, daha kuvvetli olsun diye birtakım aklî deliller getirelim!
Akılların bedâhet derecesinde bildiği hakikatlerden birisi şudur: Hâdis (yoktan var edilen) bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtır. Kâinat hadistir (yoktan var edilmiştir) ve bu yüzden de var oluşunda bir sebebe, yani bir yar ediciye muhtaçtır.
'Hâdis bir varlık, var oluşunda mutlaka kendisini var eden bir sebebe muhtaçtır' sözümüze gelince, bu hüküm açıktır. Çünkü her hâdis (sonradan var olan) bir vakitte var olmaya muhtaçtır. O ha-disin daha önce veya daha sonra var olması aklen caizdir. Binaenaleyh muayyen bir vakitte var oluşu, o vakitten evvel veya sonra olmayışı, mecburî olarak, bir tahsis edici ve müdebbirin mevcudiyetini itiraf ettirir.
'Kâinat hadistir' hükmümüze gelince, bunun delili de şudur: Alemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan asla hâli değildir. Hareket ve sükûn ise hadistir. Binaenaleyh hâdis olmaktan hâli olmayan birşey de muhakkak hadistir. Bu delilde üç dava vardır: a) Âlemin cisimleri hareket ve sükûn bulmaktan hâli değildir. Bu dava, bedîhî ve zarûrî bir şekilde idrâk edilmektedir. Doğruluğu, herhangi bir teemmül ve düşünceye muhtaç değildir. Çünkü cisimleri hareketsiz ve. sükunsuz olarak düşünen bir kimse, cehaletin sırtına binmiş ve aklın yolundan sapmıştır.
b) 'Hareket ve sükûn hadistir davası. Hareket ve sükûnun birbirini takip etmesi, ikisinin birden aynı anda vâki olmaması ve ancak biri sona erdikten sonra öbürünün başlaması, bu davanın doğruluğuna delâlet eder. Bu hakîkat, görünen ve görünmeyen bütün cisimler için geçerlidir. Hiçbir sâkin cisim yoktur ki, akıl, onun hareket etmesinin caiz olduğuna hükmetmesin.. Ve yine hiçbir hareketli cisim yoktur ki akıl, onun sükûnet bulmasının mümkün olduğuna inanmasın. Binaenaleyh hareket ve sükûndan hangisi meydana gelirse sonradan vukûbulduğu için hadistir.
Vukua gelmeden önceki hal de yok olduğundan dolayı yine hadistir. Çünkü kadîm olsaydı yok olması muhal olurdu. Bunun delil ve burhanı, ilerde, Sâni-i Mutlak olan Allah'ın bekâ sıfatını isbata çalıştığımız bölümde gelecektir.
c) 'Hâdisden hâli olmayan da hadistir' davası. Bu davayı doğrulayan delil şudur: Eğer hakîkat böyle olmasaydı, her hadisten evvel, başlangıcı bulunmayan nice hadisler olacaktı. Eğer hadislerin tamamı nihayete ermeseydi, hâlihazırda bulunan hadisin varlığına sıra gelmezdi. Sonu olmayanın bitmesi veya yok olması ise muhaldir. Hem yine, feleğin sonsuz dönüşleri olmuş olsaydı, bunların adetlerinin ya çift veya tek; ya da tek ile çiftte veya ne tek, ne de çift olur ki bu muhaldir; Çünkü böylesi, menfî ile müsbetin bir arada bulunması demektir. Oysa ki nefy ile isbattan birisinin var oluşu diğerinin yok olmasını iktiza eder. Birinin varlığı diğerinin yokluğuna bağlıdır. Çift olması da muhaldir; çünkü çiftler birin eklenmesiyle tek olur. Sonu olmayanın biri nasıl olabilir? Tek olması da muhaldir; zira tek, birin eklenmesiyle çift olur. Halbuki adedlerine son ve nihayet olmayan birşey nasıl olur da bir'e muhtaç olabilir? Ne çift, ne tek olması da muhaldir; çünkü sonuçlu bir iştir ve sonuçlu olduğundan dolayı da mutlaka ya çift veya tek olacaktır. Binaenaleyh bu izahtan anlaşıldı ki, kâinat, sonradan var edilmiş hâdiselerden hâli değildir. O halde kâinat hadistir. Kâinatın hâdis oluşu sabit olduğu zaman, bizzarure bilinir ki; bir muhdis'e, yani yaratıcıya muhtaçtır.
II. Esas: Kıdem Allah'ın ezelden beri kadîm olduğunu, vücudunun başlangıcı olmadığını, aksine kendisinin, herşeyin başlangıcı olduğunu, her ölünün ve her dirinin evvelinde O'nun varlığını bilmektir.
Eğer Allah kadîm değil de hâdis olmuş olsaydı mutlaka ve muhakkak diğer hadisler gibi bir yaratıcıya, "hâşâ" O'nu yaratan da başka bir yaratıcıya muhtaç olacaktı. Böylece bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru gidecekti. Halbuki sonsuza doğru giden bir zincir olamaz; nihayet evveli olmayan kadîm, bir yaratıcıya dayanır. Zaten maksûd ve matlubumuz da bu son şıkkın mevcudiyetidir ki biz bu kadîm yaratıcıya âlemin sânii, başlatıcısı, yaratıcısı, muhdisi ve mübdii adını vermişiz. (Celle Celâlühü ve amme nevâlühû).
III. Esas: Bekâ Ezelî olan Allah Teâlâ'nın aynı zamanda ebedî olduğuna ve varlığının sonu olmadığına inanmaktır. Evvel, âhir, zâhir, bâtın O'dur. Çünkü kıdemi sabit olanın yokluğu muhaldir. " Hâşâ" eğer yokluğu kabul edilirse, Allah Teâlâ ya kendi nefsiyle yok olurdu veya zıddı olan bir kudret tarafından yok edilebilirdi. Kendiliğinden devam ettiği düşünülen birşeyin yok oluşu caiz olsaydı, o zaman, kendiliğinden yokluğa düşünülen birşeyin de var olması caiz olurdu. Binaenaleyh, nasıl ki varlığın meydana gelişi bir sebebe muhtaç ise, aynı şekilde yokluğun vâki oluşu da bir sebebe muhtaçtır. Allah'ın, zât-ı ulûhiyyetin zıddı olan bir kudretle yok olması bâtıldır. Çünkü bu yok edici kudret kadîm ise, onunla beraber başka bir varlık düşünülemez. Halbuki daha evvel geçen birinci ve ikinci esaslarla Allah'ın varlığı ve kıdemi sabit olmuştur. Binaenaleyh zıddının ezelde beraberinde hâşâ olması nasıl düşünülebilir? Eğer yok edici kudret hâdis ise, o vakit bu keyfiyet muhaldir; çünkü hâdis, kadîme zıddır. Böyle bir durumda hâdis varlığın kadîm varlığı yok etmesinden ziyade kadîm varlığın hadisi yok etmesi daha evlâdır; yani kadîmin, zıddı olan hâdise mâni olması, hadisin, kadîmi kaldırmasından daha evlâdır. Çünkü kadîmin zıddı olan hâdis varlığın yok olması, hadisin, zıddı olan kadîmi ortadan kaldırmasından daha kolaydır. Zira kadîm, hadisten daha kuvvetlidir.
IV, Esas: Cevher Değildir Allah Teâlâ'nın herhangi bir merkezde yerleşen cevher olmadığını, böyle bir münasebetten yüce ve cevher olmaktan münezzeh olduğunu bilmektir.
Her cevher, muhakkak bir merkezde yerleşmelidir. Binaenaleyh, cevher, merkezin hususiyetine sahiptir. Cevherin, işgal ettiği merkezde iki hususîyeti vardır: Cevher ya sâkin veya hareket hâlinde olacaktır. Binaenaleyh cevher, hareket ve sükûndan hâli değildir. Hareket ve sükûn ise hadistir. Hadisten hâli olmayan da hadistir. (O halde cevher de hadistir). Eğer herhangi bir merkezde yerleşmiş kadîm bir cevher düşünülebilirse (çünkü muhali düşünmek mümkündür), âlemdeki diğer cevherlerin kadîm olması da düşünülebilir.
Eğer biri çıkar da Allah'a 'Herhangi bir merkezde yerleşmeyen cevher' diye isim verirse, bu adamcağız her ne kadar mekândan münezzeh bir cevher kasdetmekte ise de, lâfız itibarıyla yanılmaktadır. Ancak mânâ itibarıyla böyle denebilir.33
V. Esas: Cisim Değildir Allah Teâlâ'nın cevherlerden mürekkep bir cisim olmadığını bilmektir. Çünkü cisim, cevherlerden mürekkep varlık demektir. Mademki, dördüncü asıldaki delillerde Allah'ın mekânda yerleşen cevher olması fikri iptal edilmiştir, şu halde cisim olması da bâtıldır; çünkü her cisim, mutlaka bir mekân ve cevhere muhtaçtır. Cevherin parçalanmaktan, bitişmekten, hareket, sükûn, hey'et ve miktardan hâli olması muhaldir. Bunlar sonradan meydana gelmiş olmanın alâmetleridir. Eğer âlemin yapıcısı olan Allah Teâlâ'nın cisim olmasına inanmak caiz olsaydı, güneşe, aya veya cisimlerden herhangi birine ulûhiyet ve mâhudiyet izafesi de caiz olurdu. Eğer biri çıkar da, cevherlerden mürekkeb olan cismi irade etmeksizin Allah'a cisim adını vermeye cesaret ederse, bu hareketi, cismin mânâsını nefyetmek bakımından isabetli olmakla beraber isimlendirme bakımından yanlıştır.
VI. Esas: A'raz Değildir Allah Teâlâ'nın cisimle kâim veya herhangi bir merkeze düşen bir a'raz olmadığını bilmektir. Çünkü araz cisme vâki olan varlıktır. İstisnasız, her cisim, mutlaka ve kesinlikle sonradan meydana gelmiştir; yani hadistir. O halde cismi meydana getiren zatın, cisimden evvel var olması gerekir. O halde, nasıl olur da ancak cisimle görünen ve beliren a'raz, cisimden evvel varlığı mecburi olan Allah olabilir? Çünkü Allah, münferid olarak ve beraberinde hiçbir şey olmaksızın ezelde mevcuttur. Evvelâ cisimleri, sonra da a'razları yaratmıştır.
İleri de geleceği gibi, Allah, yaratıcı, irade edici, mutlak şekilde kadir ve âlimdir. Bu sıfatların a'razlara verilmesi muhaldir. Aksine, böyle bir tavsif ancak zâtî ile müstakil, nefsiyle kâim bir varlık için düşünülebilir.
Bu asıllardan anlaşıldı ki, Allah Teâlâ, nefsiyle kâimdir. Ne cevher, ne cisim, ne de a'razdır. Kâinatın, cevher, a'raz ve cisimlerden meydana geldiği anlaşılmıştır. Yine anlaşıldı ki Allah, hiçbir şeye benzemediği gibi hiçbir şey de O'na benzemez. O, diridir; kayyûmdur, hem de benzeri ve misli olmayan bir kayyûmdur. Yaratılmışlar, nasıl olur da böyle bir kayyûma ve yaratıcıya benzeyebilir? Makdûr (kudretin altında bulunan), nasıl olur da takdir edicisine; şekillenen, nasıl olur da şekil vericisine benzeyebilir?
Halbuki cisim ve azların tamamı istisnasız, O'nun yarattığı ve kudret eliyle şekil verdiği mahlûklardır. Bütün bu hakikatlere binâen deriz ki, 4Mahlûkâtın, Allah'ın benzeri ve misli olmaları, muhal içinde muhaldir'.
VII. Esas: Cihet ve Mekân'dan Münezzehtir Allah Teâlâ'nın zât-ı ulûhiyyetinin yönlerle hududlu olmaktan münezzeh olduğunu bilmektir. Çünkü yön, ya üst, ya alt, sağ, sol, ön veya arkadır. Allah bu yönleri insanın yaratılışı sebebiyle halketmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, insanoğlu için iki yan yaratmıştır: Birisi arza dayanır ayak denilir. Diğeri ise, onun tam tersi istikametidir ki bu da baş ismini alır. Binaenaleyh, baş tarafına gelen boşluk üst, ayak tarafı da alt'dır. Hattâ tavanda yürüyen karıncanın altı, bize göre üst; üstü de alt olur. Allah Teâlâ insanoğlu için iki kol yaratmıştır. Birisi, çoğu zaman diğerinden daha kuvvetlidir.
En kuvvetliye sağ, onun karşısında bulunan kola da sol ismi verilmiştir. Sağ kol tarafına düşen yöne sağ, diğer yöne de sol denilmektedir. Allah Teâlâ, insanoğlu için iki cephe yaratmıştır. Bir cephesiyle görür ve yürür, bu ön'dür. Bu yön, in-sanoğlunun hareketiyle, kendisine doğru gidilen istikamettir. Onun ters istikametine düşen yöne de arka ismi verilmiştir. Binaenaleyh yönler insanın yaratılışıyla varolmuşlardır. Eğer insan bu şekilde değil de küre şeklinde halkedilseydi, bu yönlerin varlığı asla ve kafa mevzubahis olamazdı. O halde hâdis olan yönlerle Allah Teâlâ'nın ezelde hususiyeti olması tasavvur edilemez.
Eğer yönler mevcut değilse, nasıl olur da Allah Teâlâ, olmayan birşeyle ilgi kurar? Acaba hâşâ âlemi üstünde mi yarattı? Halbuki Allah Teâlâ üst yöne sahip olmaktan münezzehtir. Çünkü başı yoktur ki üstü olsun. Üst yön, başa göre tâyin edilen yöndür. Yoksa o kâinatı, altında mı yarattı? Ama Allah Teâlâ altı olmaktan da münezzehtir; çünkü O, ayaklara sahip olmaktan uzak ve yücedir. Alt ise, ayaklar cephesinde olan yönden ibarettir. Bütün bunlar Allah hakkında aklen muhaldir. Çünkü Allah'ın herhangi bir yöne bağlanması, tıpkı cevherler gibi herhangi bir merkezde istikrar bulması ya da a'razların cevherlere ihtisası gibi, O'nun da cevherlerle ihtisas ve ilgisinin bulunması demektir. Halbuki daha önce, Allah'ın cevher veya a'raz olmasının muhal olduğu belirtilmişti. Binaenaleyh Allah'ın herhangi bir cihet ve yön ile ihtisası muhaldir.
Eğer yön tâbiri, bu zikredilen iki mânâdan başka bir mânâya haml ve Allah'a da o mânâ ile atf ve izafe edilse, mânâ bakımından müsait olsa bile, isimde ve tâbirde yanlışlık vardır. Bir de Allah Teâlâ, eğer âlemin üstünde olmuş olsa, ona muhâzi olması gerekir. Cisme muhâzi olan şey de ya cisim kadar veya cisimden daha küçük veya büyük olmalıdır. Bütün bunlar, insanı ister istemez büyüklük ve küçüklüğü takdir edecek bir varlığa muhtaç eden tarifler ve te'villerdir. Halbuki kâinatın mutlak mânâda yaratıcısı ve biricik müdebbiri olan Allah, herhangi bir kudretin takdiri ile ölçülmekten yücedir.
Duâ ânında ellerin göğe doğru kaldırılmasına gelince, hâşâ bu, Allah orada olduğu için değildir. Aksine göklerin, tıpkı Kabe'nin namazın kıblesi olduğu gibi duanın kıblesi olmasındandır. Ayrıca ellerin yukarıya kaldırılmasında, çağrılan Allah'ın celâl ve azamet vasfına, cömertlik ve yükseklik sıfatından maksûd ve matlubun istenişine işaret vardır. Zira Allah Teâlâ, istilâ ve kahr ile her mevcudun üstündedir.
VIII. Esas: İstivâ Allah Teâlâ'nın arş üzerine, istivâ kelimesinden irade buyurduğu mânâ ile istivâ etmiş olduğunu bilmektir. İstiva'dan, Allah'ın azamet ve kibriyâ vasfına muhalif düşmeyen, hudûs (sonradan meydana gelme) ve fenâ (yok olma) alâmetlerinden uzak bir mânâ kastedilir. 'Göklere istiva etti' lâfzından da bu mânâ irade olunmuştur.
Sonra (Allah), buhar halinde olan göğü yaratmaya yöneldi de ona ve arza İkiniz de isteyerek veya istemeyerek gelin!' dedi. (Fussilet/11)
Gökleri kasdetmesi, oraya çıkıp hâşâ oturması demek değildir. Aksine bu, kahır ve istilâ yoluyla yapılmıştır. Nitekim şâir de istivayı istilâ mânâsında kullanarak 'Mervan'ın oğlu Bişr, Irak memleketini kılıçsız ve kansız olarak istilâ etti' demiştir.
Hak ehli, istivâ ayetini istilâ ile te'vil etmeye mecbur olmuşlardır. Nitekim bâtıl ehli de şu ayeti te'vile mecburdur olmuşlardır.
Her nerede olursanız O, (ilmi ve kuşatıcılığıyla) sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görendir. (Hadîd/4)
Bu ayet, ittifakla ihâta (kuşatıcılık) ve ilim üzerine hamledilmiştir. Yani Allah, ilimiyle kuşatıcılığıyla sizinle beraberdir. (Nitekim meâl de bu yoruma uygun olarak verilmiştir).34
Hz. Peygamberin şu hadîsi de kudret ve kahır mânâsına hamledilmiştir: Mü'minin kalbi, Rahmân olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır.
Yani mü'minin kalbi, Allah'ın kudret ve kahrı arasındadır, dilediği şekilde evirir, çevirir ve tasarruf eder.
Hacer'ül-Esved (Kâbe-i Muazzama'nın temelinde bulunan ve hacılar tarafından ziyaret edilen siyah taş), Allah'ın yeryüzünde sağ elidir.
Hz. Peygamberin bu hadîsi de teşrif ve kerem üzerine hamledilmiştir. Yani 'sağ el' mübarek olduğu için, Allah Teâlâ bu mübarek taşa da şeref vermiş, onu öpmek veya istilâm etmek için yeryüzüne vazetmiştir; yani 'Bu taşı ziyaret edene Allah iltifat eder ve ondan razı olur' demektir. Çünkü bu hadîs ve ayetler, te'vil edilmeksizin, olduğu gibi kabul edildiği takdirde, muhal ile karşılaşırız. İşte böylece istiva kelimesi de istikrar ve temekkün (yerleşme) mânâsında telâkki edilirse yerleşenin arş ile temas eden bir cisim olması gerekir. Bu cisminde ya arş kadar veya ondan daha büyük veyahut da ondan daha küçük olması icap eder. Bütün bunlar muhaldir. Aynı şekilde muhale götürücü birşey de elbetteki muhaldir. (Binaenaleyh istivanın lügavî mânâsı muhaldir.)
IX Esas: Rü'yet Allah Teâlâ'nm şekil ve miktardan, kıt'a ve cihetlerden münezzeh olduğuna istikrar evi olan âhirette görüleceğine inanmak ve böyle bilmek gerekir. herşeyi ihata edicidir' de demiştir. O zaman bu ayetlerin de zahirine uymak gerek. Binaenaleyh Allah aynı anda hem arş üzerinde, hem yanımızda ve hem de bütün âlemi ihâta edici olur. Bir hakikatin aynı anda birkaç yerde bulunması ise muhaldir. Binaenaleyh bütün bu ayetlerin te'vili gerekli olmuştur. (Zebîdî) Nice yüzler vardır ki, o gün güzelliği ile parıldar ve rablerine bakar. (Kıyâmet/22-23)
Allah Teâlâ'nın dünyada görülemeyeceğini şu ayetler tasdik etmektedir:
Hiçbir göz onu (dünyada) ihâta ve idrâk edemez. Fakat O (ilmiyle) bütün gözleri (varlıkları) ihâta eder. O, bütün incelikleri bilir ve herşeyden haberdardır. (En'am/103)
Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya hitâben şöyle buyurmuştur: 'Beni hiçbir zaman göremezsin. Fakat şu dağa bak!' (A'raf/143)
Bütün bunlara rağmen merak ediyorum, Hz. Musa'nın malûmu olmayan, kâinatın Rabbine ait sıfatları Mutezile taifesi nasıl olur da bilir?35
Eğer Allah'ın görülmesi muhal olsaydı, nasıl olur da, Allah'ın yüce peygamberi Musa (a.s), böyle bir istekte bulunurdu? Allah'ın yüce peygamberine cehâlet atfetmektense, bid'atçılara ve hevâ sahibi ahmak ve cahillere, hakikî sıfatları olan cehâlet izafesi daha uygundur.
Rü'yet ayetini, zahire hamletmeye gelince, böyle bir mânâ muhale götürücü değildir. Çünkü rü'yet, bir nevi keşf ve ilim demektir, Su kadar farkla ki, rü'yet (görmek) ilimden daha tam ve daha vazıhtır. Mademki hiçbir yön ve cephe bahis mevzuu olmadan Allah'ın bilinmesi caizdir ve bu durumda kendisine ilim taallûk eder; o halde hiçbir cephe ve cihetle alâkalı olmaksızın görülmesi de mümkündür. Nasıl ki kendisi, zât-ı ulûhiyyetinin karşısında olmadığı halde mahlûkâtı görebiliyorsa, bunun gibi mahlûkatın da O'nu, yönsüz olarak görmesi caizdir. Nasıl keyfîyetsiz ve şekilsiz bilinmesi caizse, aynı şartlarla görülmesi de caizdir.
X. Esas: Vahdâniyyet Allah'ın bir olduğunu, ortağı ve şerîki olmadığını, ferd (tek) olduğunu, benzeri bulunmadığını, bütün varlıkları yalnız kudretiyle halketrnenin ancak O'na mahsus olduğunu, kendisiyle birlikte bu işleri ortaklaşa yapan veya eşit derecede beceren herhangi bir benzerinin olmadığını, kendisiyle mücadele ve münazaa edecek bir zıddın mevcut bulunmadığını bilmektir. Bunun delili şu ayettir:
Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı hiç şüphesiz bunların ikisi de fesada uğrar ve yok olurdu. O halde arş'ın Rabbi olan Allah onların vasfetmekte oldukları şeylerden münezzehtir. (Enbiya/22)
Bu ayetin açıklaması şöyledir: Eğer hâşâ iki ilâh olsa da birisi, herhangi bir emri irade etseydi ve ikinci de birincisine yardım etmek mecburiyetinde olsaydı, o vakit kendisi aciz ve makhûr olurdu ve asla kuvvet ve kudrete sahip bir ilâh olamazdı. Eğer birincisinin iradesine muhalefet ve onu reddetmeye kudreti yetseydi, o zaman da kendisi kuvvetli ve kahir, birincisi ise zayıf ve kasır olur, binaenaleyh kudretli bir ilah olamazdı. (Halbuki ilâh vasfına sahip olan Allah Teâlâ, mutlak kuvvet ve kudrete sahip ve her çeşit eksiklik ve noksanlıklardan münezzehtir.)
33) Allah'ın, eşyaya benzemediği gibi mânen de cevherlere benzemez bir cevher olması kasdedilmelidir. Çünkü O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Fakat buna rağmen böyle dememek daha evlâdır. 34) Ebû Nasr el-Kuşeyrî, Tezkire'de şöyle der: "Eğer biri çıkıp da "Allah, 'Rahman arşa istiva etti' dediğine göre, bu ayetin zahirine uyalım" derse şöyle cevap veririz: Allah Teâlâ 'Nerede olursanız Allah sizinledir', "Allah 35) Şayet Allah'ın görülmesi mümkinâttan olmasaydı, Hz. Musa 'Rabbim! Cemâlini bana göster' demezdi.Oysa Mu'tezile, Allah'ın görülmesinin mümkinâttan olmadığını söylemektedir. Acaba bu güruh, ulû'l-azm bir peygamber olan Hz. Musa'dan daha mı âlimdirler?

Allah'ın fiillerini bilmek[düzenle]

I. Esas: Kulların Fiilleri Allah'ın Yaratmasıyladır Kâinatta ne kadar hâdis varsa, cümlesinin, Allah'ın fiili, yaratması ve icadı olduğunu bilmektir. Allah'tan başka yaratıcının olmadığına ve icat edicinin ancak O olduğuna iman etmek gerekir. Allah Teâlâ mahlûkâtı yaratmış, onlara istediği şekli vermiş ve kendilerine hareket lütfetmiştir. Kulların bütün fiilleri O'nun mahlûkudur ve hepsi O'nun kudretine bağlıdır. Şu âyetleri tasdik etmiş olmak için bu şekilde inanmak zarureti vardır: Allah Teâlâ herşeyin yaratıcısıdır ve O herşeyi bilir. (Ra'd/16)
Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah'tır. (Sâffât/96)
(Ey müşrikler!) sözünüzü ister gizli tutunuz, ister açığa vurunuz (müsavidir). Çünkü O, kalplerin künhünü bilir. Bilmez mi O (bütün varlıkları) yaratan? O en ince işleri görüp bilmektedir. O herşeyden haberdardır. (Mülk/13-14)
Allah Teâlâ, kullarına, sözlerinde, fiillerinde ve gizli fikirlerinde, sakınmayı ve sapıtmamayı emir buyuruyor; çünkü onların fiillerinin çıkış noktalarını bilmektedir. Yaratıcı olduğunun delili olarak da bu bilgiyi göstermiştir. Kudreti tam ve eksiksiz olan Allah, nasıl olur da kullara ait fiillerin yaratıcısı olmaz? O eksiksiz kudret, kulların beden hareketine taalluk eder ve onları meydana getirir. Hareketler ise, birbirine benzer. İlâhî kudretin hareketleri meydana getirmesi, herhangi bir illete bağlı değildir, tamamıyla zâtidir.
Hareketler mümasil (benzer) olduklarına göre, nasıl olur da, bir kısım hareketlerle ilgilenen ve onları meydana getiren kudret, haricî bir tesirden dolayı, diğer bir kısmı meydana getirmekten âciz olsun? Nasıl olur da, hayvan (hayat sahibi), müstakil bir şekilde yaratıcı, olur veya örümcekten, arıdan ve diğer hayvanattan akılları şaşırtacak derecede ince sanatlar sudûr edebilir? Kâinatın yaratıcısı müdahale etmese, yaptıklarının tafsilâtından haberi olmayan o cahil ve aciz hayvancıklar bu gibi hârika ve ince sanatları tek başlarına meydana getirebilir mi? Heyhât! Eğer halikın kuvveti olmasa, bu hârika sanatlar nasıl meydana gelir? Mahlûkat zelil, âciz ve kusurludur. Yer ve göklerin kahir ve cebbar sultanı olan Allah, mülk ve melekûtu tek başına idare eder.
II. Esas: Kulun Kesbi Allah Teâlâ'nın, kullarının hareketlerini tek başına yaratması, kesbi ortadan kaldırmaz. Aksine Allah Teâlâ, kudreti ve kudretin dahilindeki makdûru yarattığı gibi ihtiyar'ı ve ihtiyarın dahilinde olan muhtarı da yaratmıştır. Kudrete gelince, o, kulun vasfı, Rabbin de yaratışıdır. Kudret hiçbir zaman Rabbin kesbi olamaz (ki kul, yaptıklarından mesul olsun).
Harekete gelince; bu, Allah'ın mahlûku, kulun da vasfı ve kesbidir. Zira hareket, kulun vasfı olan bir kudret ile takdir edilmiştir. Aynı zamanda hareketin kudret ile adlandırılan başka bir sıfata da nisbeti vardır. İşte bu nisbet itibarıyla kesb adını alıyor. Kul ki elinde olmayan ra'şe (titreme) ile makdur (bilerek yaptığı) hareketi birbirinden ayırabilir, O'nun hakkında nasıl olur da Tülin yaratıcısı Allah'tır' diye cehr-i mahz düşünebilir? Kesbettiği hareketlerin aded ve cüzlerini tafsilatıyla bilmediği fiil, nasıl olur da kulun mahlûku olabilir? Mademki mecburiyet ve ihtiyar tarafları iptal olundu, o halde inançta iktisâd etmekten başka çıkar yol yoktur. Şöyle ki, fiiller yaratılış yönünden Allah'ın kudretiyle, iktisâb diye tâbir edilerek bir tesir ile de başka bir yönden kulun kudretiyle takdir olunmuştur.
'Kudretin makdûra taalluku, yalnızca halk ve icad iledir' diye birşey yoktur. Çünkü Allah Teâlâ'nm kudret-i ilâhîsinin tâ ezelden beri âleme taalluku vardır. Fakat kudretin taalluku ile birlikte âlemin ezeliyeti yoktu. Aksine kudret, makdûrun (takdir edilecek şeyin) vukuu ânında taallukun ve ilgilenmenin başka bir şekli ile taalluk eder. İşte bu incelikten anlaşılıyor ki; kudretin taalluku, makdûrun var olmasına bağlı değildir.
III. Esas: Kulun Fiilini Allah'ın Takdir Etmesi Kulun fiili, her ne kadar kendisinin kesbi ise de, Allah'ın muradının dışına çıkamaz. Aksine Allah'ın murad-ı ilâhîsidir.
Zira mülk ve melekûtta göz açıp kapamak, hatırdan geçirmek ve herhangi birşeye bakmak ancak Allah'ın kaza, kader, irade ve meşiyeti iledir. Hayır şer, menfaat-zarar, İslâm-küfür, irfan-in-kâr, zafer-hüsran, dalâlet-hidayet, tâat-isyan, şirk ve iman da bu kabildendir. Allah'ın kaza ve kaderini çevirecek hiçbir kuvvet yoktur. Onun hükmünü nakzetmek mümkün değildir. O dilediğini dalâlete götürür ve dilediğine hidayet eder. Allah yaptıklarından mesul değildir. Ancak insanlar yaptıklarından mesuldürler. (Enbiya/23)
Ümmetin ittifakla kabul ettikleri Allah neyi dilerse o olur, dilemediği de olamaz hükmü de, söylediklerimizi apaçık takviye eder. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, Allah dileseydi elbette bütün insanları hidayete erdirirdi. (Ra'd/31)
Eğer dileseydik her nefse hidayetini bahşederdik. (Secde/13)
Şimdiye kadar, davamızın tasdiki hususunda söylediklerimiz naklî delillerdi. Bir de aynı davanın aklen isbatını yapalım: Günah ve cürümler ikrah ile birlikte Allah Teâlâ'nın takdir etmesiyle olmayıp da, O'nun düşmanı İblis'in iradesine muvafık olarak câri olmuş olsaydı, düşmanın iradesine uygun olarak vukû bulan hareketler, Allah'ın iradesine uygun olarak vâki olanlardan daha fazla olurdu. Bilmek isterdim ki; bir müslüman, nasıl olur da, ikram ve celâl sahibi, cebbar ve kahhar olan Allah'ın yüce mevkiini, dünyanın en düşük rütbeli bir reisinin bile kabul etmeyeceği bir derekeye düşürmeye razı olur? Zira bir köyde, köy reisinin düşmanı, reisten daha fazla nüfuza sahip olursa, reis, riyasetten istinkâf eder ve istifaya mecbur olur. Halk üzerinde mâsiyetin galip geldiği bir gerçektir. Bid'atçılara göre bütün bu mâsiyetler Hak Teâlâ'nın iradesinin hilâfına cereyan etmektir ve Allah istemediği halde bu gibi şeyler yine de meydana gelir. Böyle inanmak Allah'ı gayet zayıf ve âciz görmekten başka bir mânâ taşımaz. Oysa kâinatın yaratıcısı, zâlimlerin fâsid hükümlerinden yücedir.
Kullara ait fiillerin Allah'ın mahlûku olması keyfiyeti sâbit olduğuna göre bütün bu fiillerin Allah'ın iradesiyle vâki olması da doğru ve şaşmaz bir hükümdür.
'Mademki, her fiil Allah'ın iradesiyle vâki olmaktadır; o halde, nasıl oluyor da Allah, irade ettiği birşeyi yasaklayıp irade etmediği birşeyi emreder?' sualine karşı deriz ki: Emr başkadır, irade başka... Emir ve irade ayrı ayrı şeyler olduğu için kölesini döven bir efendi, bu fiilinden dolayı hükümdarın itabına mâruz kaldığı zaman, kölenin kendisine isyan ettiğini beyan etmek suretiyle hükümdardan özür diler. Hükümdar kendisini yalanladığında da sözlerinin doğruluğunu göstermek için onun huzurunda, kölesine 'Şu hayvana eyer vur!' diye emreder.
İşte bu anda, efendi, kölesine, yapılmasını istemediği birşeyi emretmiş olur. Eğer efendi emredici olmasaydı, pâdişâhın nezdinde, özrü makbul olmazdı. Emredilenin yapılmasını irade edici olsaydı, o zaman (sû-i'edebden), nefsinin helâk olmasını istemiş olurdu. Böyle bir irade ise muhalin tâ kendisidir.
IV. Esas: Yaratma, Allah'ın Fazlıdır Allah Teâlâ, varlıkları sadece fazilet-i ilâhîsiyle yaratmıştır. Kullarını, akıl vermek suretiyle mükellef kılmak da O'nun adalet ve faziletidir. Yaratmak veya kulları mükellef olacak bir durumda var etmek hiçbir zaman Allah'a vacip değildir. Mutezile, yaratmanın Allah'a vacip olduğunu; kulların maslahatının yaratılmalarında olduğu için, Allah'ın yaratmaya mecbur olduğunu söylerler. Mu'tezile'nin bu hükmü muhaldir. Zira vacip kılan, emreden, yasaklayan ancak Allah'tır. Nasıl olur da Allah başkası tarafından herhangi bir vazife ile zorlanır ve o vazifenin yapılması kendisine vacip olur veya başkası tarafından, herhangi birşeyi yapması lüzumuna ve hitabına mâruz kalır? Vâcib 'den şu iki şeyden biri irade olunur: A) Terkinde zarar olan fiil. Bu zararın iki çeşidi vardır: Biri âhirette vâki olur. Meselâ, âhirette ateşle cezalandırılmaktan kurtulabilmesi için kulun Allah'a itaat etmesi vaciptir. Öbürü ise âcildir ve derhal tahakkuk eder. Susamış bir kimseye ölmemesi için, derhal su içmesinin vacip olması gibi.. B) Vâcib'den, yokluğu muhale sürükleyici mânâ irade olunur.
Nitekim malumun varlığı vâcibdir; çünkü malumun yokluğu mu hale götürücüdür. Şöyle ki, mâlûm olmadığı takdirde ilim cehalettir. Binaenaleyh hasım 'Yaratış Allah'a vâcibdir' hükmünden vacibin birinci mânâsını murâd ediyorsa, O zaman Allah'ın hâşâ yaratmadığı takdirde zarar göreceğini ileri sürmüş olur. Eğer bu sözüyle vacibin ikinci mânâsını kasdederse, o zaman hasmın hükmü müsellemdir (kabul edilir).
Zira ilmin sebkat etmesinden sonra malumun varlığı mutlaka vacip olur. Hasım 'Yaratmak Allah'a vâcibdir' sözündeki vâcib teriminden üçüncü bir mânâyı kastederse böyle bir mânâ anlaşılmaz ve bu, vâcib teriminin dışında olmaz. Hasmın 'Kulların maslahatı için yaratmak vâcib dir' şeklindeki hükmüne gelince; bu, fâsid bir hükümdür. Çünkü Allah Teâlâ, kulların maslahatını terkettiği zaman, hâriçten herhangi bir zarar görmediğine göre, bu maslahatın Allah hakkında vâcib olmasının hiçbir anlamı kalmaz, boş bir hüküm olmaktan öteye gitmez. Bütün bunlardan sonra, kulların maslahatı ve menfaati onları cennette yaratmaktır. Onları evvelâ belâlar evi olan dünyada belâ ve hatâlara sonra da ikab ve cezanın tehlikesine, mahşer ve hesabın şiddetine mâruz bırakmakta akıl sahiplerince hiçbir garâbet ve anormallik mevcut değildir. (Çünkü mülkün sahibi, onda dilediği şekilde tasarruf eder. Bu tasarrufa itiraz etmeye kimin hakkı olabilir?)
V. Esas: Kula Taşıyamayacağı Yükü Yüklemez Mahlûkâta, güç yetiremedikleri teklifi yapmak Allah için caizdir. Mutezile, bu cevazda da, aykırı bir yol tutarak böyle bir teklifin Allah için caiz olmadığını iddia eder. Halbuki, böyle bir teklif caiz olmasaydı 'Böyle bir teklifi bizlere yükleme!' diye yalvarmaları muhal ve mânâsız olurdu. İnsanların böyle yalvardıklarını bize Kur'ân haber vermektedir. Ey Rabbimiz! Bize güç yetirmeyeceğimiz şeyi yükleme! (Bakara/286)
Allah Teâlâ, kulu ve Rasûlü Hz. Muhammed'e, Ebû Cehil'in kendisini tasdik etmeyeceğini bildirmiştir. Bu haberi tebliğden sonra peygamberine 'Ebû Cehil'e söyle! Getirdiğin bütün hükümlerde seni tasdik etsin!' emrini vermiştir. Halbuki bu hükümlerden birisi de Ebu Cehil'in Hz. Peygamberi tasdik etmeyeceği haberiydi. Binaenaleyh (teklîf-i mala yutak) Allah hakkında caiz olmasaydı, nasıl olur da Ebû Cehil, kabul etmeyeceği hususu tasdik etmeye dâvet edilirdi? Bu, varlığı muhal olandan başka ne olabilir? (Buna rağmen böyle bir teklif Allah tarafından yapılmıştır. O halde Allah hakkında, teklîf-i mala yutak mümkündür).
VI. Esas: Dilediğine Azap Eder Allah Teâlâ'nın geçmiş bir sevap ve suçu olmaksızın, dilediği kuluna azap etmesi veya nimet bahşetmesi mümkündür. Yani Allah, bunları zahirî sebep olmaksızın da yapabilir. Fakat Mutezile, bu hükümde de, Ehl-i Sünnet ve'l Cemâat'a. muhalefet etmiştir. Onlara göre, azap ve nimet, ancak sâbık bir suçtan ve geçmiş bir sevaptan ileri gelebilir. Onlar, böyle bir sebep olmaksızın ceza ve mükâfatın Allah hakkında mümkün olmadığını ileri sürerler. Evet, Allah, sebepsiz olarak da azap edebilir veya nimet verebilir; çünkü O, mülkünde tasarruf eder.
Bu, mülkünün dışına çıkmış bir tasarruf olarak düşünülemez. Zulûmse sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde tasarruf etmekten ibarettir. Böyle birşeyi Allah için düşünmek muhaldir; çünkü Allah'a nisbetle hiç kimsenin mülkü yoktur ki, Allah'ın oradaki tasarrufu zulüm olsun! Zaten Allah hakkında böyle bir tasarrufun caiz olmasına, bu tasarrufun bilfiil varlığı delâlet eder. Mesela hayvanları kesmek, onlar için, suçsuz bir elemdir. İnsanlar tarafından hayvanlara yapılan çeşitli azaplar da geçmiş suçlarından neş'et etmiş değildir.
Şayet 'Allah Teâlâ kıyamet gününde, bütün hayvanları toplar ve onlara dünyada çektikleri ceza nisbetinde mükâfat verir ve böyle yapmak da, Allah'ın mecburî vazifesidir' dersen, biz de deriz ki; ayakların altında ezilen her karıncayı ve parmak arasında öldürülen her sivrisineği, dünyada çektikleri elemlerin karşılığını görsünler diye diriltmesi 'Allah'a vâcibdir diyen bir kimse, hem şeriatın ve hem de akim hududunu tecavüz etmiştir. Zira böyle bir kimse vâcib tâbirinden, 'Allah bunu yapmazsa zarar görür' mânâsını murâd ederse, bu Allah hakkında muhaldir. Eğer vücûb ile başka bir mânâyı kastederse, daha önce dediğimiz gibi bu vâcib teriminin mezkûr mânâlarının dışında ve anlaşılmayan bir mânâ olur.
VII. Esas: Aslâh (En Yararlı) Olanı Yapmak Allah'a Vacip Değildir Allah Teâlâ kulları hakkında dilediğini yapar. Kullar için menfaatli olanı yapmak da dâhil hiçbir şey Allah'a vacip değildir. Allah hakkında vücub düşünülemez. Çünkü Allah, yaptığından sorumlu değildir. Aksine sorumlu olan yaratıklardır. Doğrusu bilmek isterdik.; Mu'tezile, 'Kul için en faydalı şeyin yapılması, Allah'a vâcibdir' hükmünü, aşağıda beyan edeceğimiz misalde acaba ne ile isbat edebilir? işte misal: Farzedelim ki, müslüman olarak ölen bir çocuk ile bâliğ bir kimse arasında, âhirette bir münazara ve münakaşa vâki olsun. Baliğin derecesi çocuğa nazaran daha yüksektir. Zira baliğ, bulûğa erdikten sonra iman etmiş, ibadetleri yerine getirmek hususunda pek çok zahmete katlanmıştır. Mutezileye göre, baliğe, daha yük-sek bir derecenin verilmesi Allah'a vâcibdir. Bunun üzerine çocuk 'Yâ Rabbi! Bunun derecesini neden benimkinden daha yüce yaptın?' der. Karşılık olarak 'Bâliğ oldu, ibadetlerde bulundu da ondan' denilir. O zaman çocuk şunları söyler 'Beni küçükken öldüren sensin. Madem ki, kullar için (Mutezilenin inancına göre) en yararlı (aslan) olanı yapmak sana düşen bir vazifedir; o halden neden hayatımı bâliğ olup çalışabileceğim bir müddete kadar uzatmadın? Uzun ömür vermek suretiyle bu faziletleri baliğe ihsan ettin de benden niçin esirgedin? Bu, adalete aykırı düşmez mi?' Allah Teâlâ'da şöyle buyurur: 'Ben senin bâliğ olduğunda bana ortak koşup isyan edeceğini biliyordum. Bu yüzden de senin için en faydalısı daha çocukken ölmendi'.
Bu, Mu'tezile'nin Allah namına beyan ettiği özürdür. Fakat Allah, bu hâşâ özrü beyan buyurduğu zaman, kâfirler cehennemin en alt tabakalarından bağrışmaya başlayarak şöyle derler: 'Ey Rabbimiz! Acaba, bâliğ olduğumuz zaman sana şirk ve ortak koşacağımızı bilmez miydin? Neden bizi, küçükken öldürmedin? Biz şimdi müslüman çocuktan çok daha aşağı derecelere razıyız. Bizi buradan çıkar!'
İşte o zaman, kâfirlerin bu sualine nasıl bir cevap verilebilir? Bu misal, böylece anlaşıldıktan sonra, her müslümânâ vâcib olan hareket, Allah'ın celâl ismine sığınarak ilâhî emirleri, iptizal ehlinin ölçüsüyle tartışmamaya karar vermektir.
Eğer 'Allah, kulları için en faydalı olanı gözetmeye muktedir olduğu halde onlara azabın sebeplerini musallat kılarsa, bu durum, hikmete aykırı düşer ve kötü olur' dersen buna karşılık deriz ki: Kötülük, hedefe muvafık olmayan nesnedir. Hatta birşey birisine göre kötü, gaye ve hedefine uygun düşen bir başkasına göreyse güzeldir. İnsan, yakınlarının öldürülmesini kabih görür. Fakat düşmanların nazarında, bu güzel birşeydir. Eğer kötülükten, Allah'ın hedefine muvafık ve mutabık olmayan murâd ediliyorsa, böyle bir kasd muhaldir. Zira Allah Teâlâ'nın, bu mânâda, herhangi bir hedefi düşünülemez. Binaenaleyh Allah'tan bir kötülüğün gelmesi, zulüm olarak düşünülemez. Zira Allah'ın başkasının mülkünde tasarruf etmesi sözkonusu değildir.
Eğer kabi'hden, başkasının isteğine mutabık ve muvafık olmayan şey düşünülüyorsa, bu keyfiyetin, Allah için muhal olduğuna neden hükmediyorsun?, Böyle bir hüküm keyfîdir. Verdiğimiz misal ve orada zikredilen cehennem ehlinin muhakemesi hâdisesi, bunun aksinin doğru olduğuna şehâdet eder. Sonra Allah'ın el-Hakîm isminin mânâsı, eşyanın hakikatini bilen âlim, eşyayı iradesine muvafık kılacak kadir demektir.
Böyle bir vasfa sahip olan Allah'a, kullar için en yararlı olanı gözetmek vazifesi nasıl vacip olabilir? Bizim hakimlerimize ge-lince; onlar, dünyada medh ü senâ edilmek, felaketlerden kurtul-mak ya da âhirette mükâfat elde edebilmek için kendilerine göre en faydalıyı gözetirler. Bütün bunlar Allah hakkında muhaldir.
VIII. Esas: Mârifetullah Allah'ın bilinmesi ve tâatı, aklen değil, aksine şer'an ve Allah'ın emriyle herkese vâcibdir. Fakat Mu'tezile'ye göre, Allah'ın bilinmesi ve tâati aklen vâcibdir. Mutezile, iddiasında yanılmaktadır. Zira aklın, tâati zarurî kılması için iki şıkka dayanması gerekir: a) Faydasızı icab ettirmektir, ki bu muhaldir; çünkü akıl faydasız ve boş şeyleri icab ettirmez. b) Fayda ve bir gaye için icab ettirmektir. Bu fayda ve gaye yamabuda ircâ edilecektir ki, Allah hakkında böyle birşey düşünmek muhaldir: zira Allah her çeşit fayda ve gayelerden uzaktır; küfür, iman, taat ve isyan Allah'a göre eşittir. Ya da gaye tâatı yapan kula ircâ olunacaktır ki bu da muhaldir. Çünkü hâl-i hâzırda, kulun, tâattan ve marifetten herhangi bir menfaati mevzûbahis değildir. Aksine kul, taat ve marifetin yüzüsuyu hürmetine, şehvetlerden döner veya onların icabını yerine getirdiği için maddeten yorulur. Gelecekte ise ya sevap vardır, ya da ikab! Allah Teâlâ'nın mâsiyet ve taat üzerine, kula sevab verip de ceza vermeyeceği nereden bilinecektir? Allah için taat ve isyan eşittir; zira O'nun taat ve isyanın hiçbirisine zerre kadar bir meyl-i ilâhîsi yoktur. Böyle bir meyli olmadığı gibi, taat ve isyanın herhangi birisine bir ihtisas ve özelliği de mevcut değildir. Tâatın taat, isyanın da isyan olması ancak şeriatla ayırtedilmiştir. Hâlık ile mahlûk arasında mukayese yaparak yaratıcının tâattan hoşnud olduğunu, isyandan da öfkelendiğini istihraç ve istinbât eden (anlayan) bir kişi, zillete düşmüş ve yanılmıştır. Mahlûk, şükür ile küfrân-ı nimet arasında ayırım yapar. Şükür ile ferahlanır, sevinir, lezzet alır ve vicdanı coşar. Fakat küfran-ı nimet ile bunların tam aksini duyar. Yaratıcı hakkında ise böyle birşey düşünülemez.
Eğer "Mademki düşünce ve mârifet aklen değil, ancak şeriatla vacip olmuştur; o halde mükellef, düşünmek suretiyle vicdanında ve nezdinde şeriatı istikrar ettirmek zorunda değildir. Binaenaleyh mükellef bulunan kişi,
Hz. Peygambere 'Akıl, Allah hakkında düşünmemi icap ettirmiyor. Şeriat ise, benim nezdimde, ancak düşünce neticesinde sabit olur. Bense düşünceye dalmak mecburiyetinde değilim. Çünkü düşünceye dalmayı ancak akıl vacip kılmaktadır' dediği zaman, Hz. Peygamberi susturabilecek bir delil ileri sürmüş olur" dersen, cevaben şöyle deriz: Bu iddia, tıpkı herhangi bir yerde duran bir kişinin 'Arkanda yırtıcı bir hayvan var. Eğer buradan gitmezsen seni öldürecek. Geriye bakarsan doğru söylediğimi anlarsın' diyen birisine 'Dönüp arkama bakmadıkça doğru söylediğin sabit olmaz. Bense, doğruluğu sabit olmadıkça, arkama bakmam' demesine benzer, Bu inatçı insanın ahmaklığına delâlet eden bu söz, kendisini felâkete götürür. Fakat bu söz ve inatta, onu uyararak kurtarmaya çalışan kişiye, hiçbir zarar yoktur.
İşte böylece Hz. Peygamberde 'Arkanızda ölüm, hemen ötesinde de yırtıcı hayvanlar, yakıcı ateşler vardır. Eğer onlardan sakınmaz ve mu'cizeme bakarak beni tasdik etmezseniz helâk olacaksınız' diye haykırır.
Hz. Peygamberin sözünü dinleyip Allah'ı tanıyan, ve yasaklardan sakınan kurtulur. İnadında ısrar edenlerse helâk olur. Hz. Peygamber 'Bütün insanlar helâk olsa dahi bana hiçbir zarar dokunmaz. Çünkü benim vazifem, dini açık bir şekilde tebliğ etmekten ibarettir' der.
Şeriat, ölümden sonra yırtıcı hayvanların varlığını bildirir. Akıl ise, şeriatın kelâmını anlamayı sağlar ve şeriatın müstak-belde olacağını söylediği şeylerin mümkün olabileceklerini idrâk etmeye yardımcı olur. İnsanın yaratılışı da, kendisini zarardan sakmdırmaya teşvik eder.
Birşeyin vâcib olmasının mânâsı, 'terkinde zarar vardır' demektir. Şeriatın herhangi birşeyi vacip kılmasının mânâsı ise, o şeyin terkinde muhtemel bir zararın mevcudiyetini bildirmesi de-mektir. Zira akıl, şehvetlere ittibâ ettiği zaman, insanı tek başına, ölümden sonraki zararın varlığına götüremez. İşte şeriatın ve aklın mânâsı ve vacibin takdirindeki tesiri budur. Eğer Allah'ın emir buyurduklarının terkinde ikabm ve cezanın varlığından korkulmasaydı emirlerin VÜCUDU sâbit olmazdı. Çünkü vacibin mânâsı 'Terki halinde âhirette zarar terettüp edecek bir şey'dir.
IX. Esas: Nübüvvetin Gerekliliği Peygamberlerin gönderilmesinde, Allah için herhangi bir imkânsızlık bahis mevzuu değildir. Fakat Brahmanlar 'Peygamberlerin gönderilmesinde hiçbir fayda yoktur zira bu hususta akıl kâfidir ve onların gönderilmesine ihtiyaç bırakmaz' iddiasındadır. Fakat onların bu iddiaları çürüktür; çünkü akıl, sıhhate faydalı ilaçları gösteremediği gibi, âhiret âleminde kurtarıcı fiilleri de gösteremez. Binaenaleyh mahlûkâtın, peygamberlere olan ihtiyacı, tıpkı insanların, doktorlara olan ihtiyaçları gibidir. Ancak şu farkla ki, doktorların doğruluğu deneme ile, peygamberlerinki ise mu'cize ile sabittir.
X, Esas: Hatem!ul-Enbiyafnm Nübüvveti Allah, peygamberlerin sonuncusu ve kendisinden evvel gelen yahudi, hristiyan ve sâbiîlerin şeriatlarını neshedici olarak Muhammed Mustafa'yı (s.a) göndermiştir. Kendisini açık deliller ve zâhir mucizelerle takviye etmiştir: Ay'ın parçalanması, taşların tesbih etmesi, akılsız hayvanların konuşması ve parmaklarının arasından sular akması gibi...
Fesâhat ve belâgat erbabı bütün Araplara karşı meydan okuyan açık mucizelerden birisi de Kur'ân dır. Araplar, fesâhat ve belagatlarına rağmen, Hz. Muhammed'in esir ve yağma edilmesini, öldürülmesini ve memleketinden uzaklaştırılmasını Allah'ın haber verdiği gibi istihdaf ederek (hedefleyerek) Kur'ân gibi bir eserle muâraza etmeye cesaret edemediler.
Çünkü beşerin kudretinde Kur'ân'daki cezâlet (mânâ güzelliği) ve nazmı bir araya getirme imkânı yoktur. Bunun yanında Kur'an'da geçmiş milletlerin haberleri vardır. Oysa Kur'an'ın tebliğcisi ümmî idi. Kitap okumamış, mektep ve medrese görmemişti. Müstakbelde doğruluğu tahakkuk eden birçok hususları da gayb kabilinden haber veriyordu. Tıpkı şu ayetlerde olduğu gibi:
Andolsun ki, Allah'ın izniyle, emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı tras etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızm Mescid-i Harâm'a. gireceksiniz. Fakat Allah sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de Mekke'nin fethinden önce yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)
Elif, Lâm, Mîm. Rumlar (Arap yarımadasına) en yakın bir yerde (İranlılara) mağlup oldular. Halbuki onlar bu yenilgilerinden sonra muhakkak galip gelecekler. Önünde ve sonunda emir Allah'ındır. O gün (Romalıların üstün geldiği gün) mü'minler ferahlayacak. (Rûm/1-4)
Mucizenin peygamberlerin doğruluğuna delâlet etmesinin hakikati şöyledir: Beşerî kudretin yapmaktan aciz olduğu her fiil ancak Allah'ın fiilidir. Binaenaleyh, böyle bir fiil, bir peygamberin meydan okumasıyla birlikte olursa âdeta onun 'Ben doğruyum' demesi yerine geçer. Peygamberin mucize ile ortaya çıkması tıpkı bir hükümdarın huzurunda millete 'Ben bu hükümdarın size gönderdiği elçisiyim' diyen kimsenin durumuna benzer:
Bu davayı güden elçi, hükümdara "Eğer 'Senin elçinim' dediğim zaman sözümde doğru isem, âdetinin hilâfına, tahtında üç defa ayağa kalkıp, otur!" dese ve hükümdar da onun bu söylediğini yapsa, orada bulunanlar bizzarure bu hareketi, elçinin 'Ben doğru söylüyorum' sözünün yerine kabul ederler.
36) Ayın ikiye yarılması hadîsi için bkz. Buhârî ve Müslim, (Enes, İbn Mes'ud ve İbn Abbas'tan) Taşların tesbihini bildiren hadîs için bkz. Beyhakî, Delâil'ün-Nübüvve, (Ebû Zer'den) Hayvanların konuşması ile ilgili hadîs için bkz. Ahmed b. Hanbel ve Beyhakî, (Yala b. Mürre'den); krş. Beyhakî, Delâil' ün-Nübüvve

Allah'ın sıfatlarını bilmek[düzenle]

I. Esas: Kudret Alemin yaratıcısı olan Allah'ın kadir olduğunu ve 'Allah herşey üzerinde mutlak kudret sahibidir' (Mâide/120) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Çünkü kainatın yapısını muhkem, yaratılışını kılı kırk yararcasına tertipli ve düzenli görüyoruz. Güzel dokunmuş ve mütenasip nakışlarla işlenmiş bir elbiseyi gören kişi, bu elbisenin kuvvetsiz ve kudretsiz bir ölü tarafından yapıldığı veya âciz bir insanın eseri olduğu vehmine kapılırsa, o vakit akıl denilen nimet ve fıtrattan tecerrüd etmiş, ahmaklık ve cehâlet erbabının mesleğine dâhil olmuş olur!..
II Esas: İlim Allah'ın bütün mevcudatı bilen bir âlim olduğuna, ilmiyle bütün mahlûkatı ihâta ettiğine; ne gökte ve ne de yerde, zerre kadar da olsa hiçbir şeyin O'nun ilminin dışına çıkmadığına ve 'O, herşeyi hakkıyla bilendir' (Bakara/29) kavlinde sâdık olduğunu bilmektir. Nitekim şu ayet bize bu gerçeği göstermektedir:
Yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir. O herşeyden haberdardır. (Mülk/14)
Yaratılıştaki incelik ve en küçük şeylerde dahi göze çarpan tertip ve düzen, sâniinin (yapıcısının) bu keyfiyeti bildiğine delâlet eder. Binaenaleyh Allah'ın âlim olduğuna yaratılmışlarla ve yaratmak fiiliyle muttalî olmaktayız. O'nun zikrettiği deliller, hidayet ve tanıtma veya tanıma hususundaki delillerin en âlâsıdır.
III. Esas: Hayat Allah Teâlâ'nın diri olduğunu bilmektir. Çünkü ilim ve kudreti olan bir zâtın diri olması da bizzarure sabittir. Eğer kudret ve ilim sahibi, müdebbir bir yapıcının diri olmadığı tasavvur edilebilirse, o vakit, yürüyüp gezen mahlûkâttan da 'Acaba canlı mıdır değil midir?' şeklinde şüphe edilmesi de caiz olur. Hatta, sanatlarına rağmen, sanatkârların da canlılıklarından şüphe etmek batmaktan başka hiçbir mânâ ifade etmez.
IV. Esas: İrade Allah Teâlâ'nın, bütün fiillerinin irade edici olduğunu bilmektir. Hiçbir mevcut yoktur ki, Allah'ın dilediğine dayanmasın ve O'nun iradesinden neşet etmesin. Çünkü yapıcı ve dönderici yok edici) O'dur; irade ettiğini, en mükemmel bir şekilde yapan da O'dur. Kendisinden, yaptığı her fiilin zıddının da sâdır olması mümkün olan Allah nasıl irade sahibi olmaz? Zıddı olmayan fiiller ise, meydana geldiği zamandan evvel veya sonra da vâki olabilirdi; bu, Allah için mümkündür. Allah'ın kudreti, zıdlar ve ayrı vakitlerle, aynı münasebet ve değişmez ilgiyi kurabilir. Binaenaleyh kudretini, yapılması mümkün olan iki şeyden birisine yönelten bir irade lâzımdır. Eğer malûmun (bilinenin) tahsilinde ilim kâfi gelip iradeye ihtiyaç olmasaydı ve bunun için de 'Birşey ilim tarafından önceden bilinen zamanla var oldu denilebilseydi de ihtiyaç bulunmaması da caiz olacak ve var olacağı ilim tarafından daha önceden bilindiği için kudretsiz var oldu' denilecekti.
V, Esas: Semî ve Basîr Allah'ın Semî (işitici), Basîr (görücü) olduğuna, kalpteki fısıltıları, vehim ve fikirdeki gizlilikleri gördüğüne, zifiri karanlık bir gecede, kara bir taşın üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı görüp onun ayağından çıkan sesi duyduğuna inanmak ve bunu bilmektir.
İşitmek ve görmek şeksiz şüphesiz kâmil sıfatlardan olduğu halde, nasıl olurda Allah işitici ve görücü olmaz? Hem nasıl olur da, işiten ve gören mahlûk, yaratıcısından daha kâmil olabilir? Masnûun (yapılanın), s âminden daha mükemmel ve daha tamam olması mümkün müdür? İşitme ve görmenin, yaratıklara tahsis edilip de yaratandan esirgendiği taksimin adalet neresindedir? Acaba Allah hakkında eksiklik; yarattığı ve icat ettiği mahlûk için kemâl ne zaman vâki olmuştur; veya cehâlet ve dalâletten ötürü putlara tapan babası ile mücadelede Hz. İbrahim'in delili eğer Allah işitmez ve görmez denilirse nasıl müstakim olabilir? Zira Hz. İbrahim (a.s) babasına aynen şunu söylemişti: 'İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir fayda vermeyen bir nesneye nasıl ibadet edersin?' (Meryem /42)
Eğer Hz. İbrahim'in hasımları, onun mabuduna (Mu'tezile'nin iddiasına göre Allah görmez ve işitmezdir) aynı vasıfları izafe etseydi ve haddi zâtında da hâşâ böyle olsaydı, Hz. İbrahim'in delili çürük olur ve mânâya delâleti itibardan düşerdi. Hem de Allah Teâlâ'nın şu ayet-i celîlesi hâşâ doğru olmazdı:
Bu, (gök cisimlerinin batısı), kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz dilediğimiz kimseyi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak ki Rabbin tam hikmet sahibidir. (Herşeyi) kemâliyle bilendir. (En'am/83)
Nasıl ki, Allah'ın âzasız fail (yapıcı ve iş görücü) olduğu, kalp siz ve dimağsız (beyin) âlim olduğu düşünülür ve bu hüküm mâkul ise göz ve kulak olmaksızın görücü ve işitici olması da mâkuldür; zira söylediğimiz bu iki mânâ arasında hiçbir fark yoktur.
VI. Esas: Kelâm Allah Teâlâ, zâtî ile kaim, ses ve harften mürekkep olmayan bir kelâm (konuşma) ile mütekellimdir (konuşucudur), O'nun kelâmı, başkasınınkine benzemez; varlığının, başkasının varlığına benzemediği gibi... Konuşma, hakikatte nefsin konuşmasıdır. Kırpılan harflerden oluşan seslere gelince bunlar, nefisteki konuşmanın tercümanıdır. Nitekim bazen (dilsizlerle olduğu gibi), nefisteki konuşma iktidarına hareketler ve işaretler de delâlet eder.
Cahil şairlere bile mâlûm olan bu keyfiyet, nasıl olur da bir grup ahmağa (Mu'tezile'ye) meçhul olur ve Allah'ın mütekellim olduğunu inkâr ederler?
İşte cahiliye devrinin bir şairi, şöyle haykırıyor: Muhakkak ve mutlak konuşma kalptedir. Dil'se kalpteki konuşmaya delil kılınmıştır.
'Dilim hadistir; fakat dilimle okunan Kur'ân kadîmdir' diyecek kadar akıl ve ferasetten mahrum bir kimseden ümidini kes! Artık dilini, onunla konuşmaktan muhafaza et.
Kadîm den evvel herhangi bir varlığın mevcut olmadığı hakikatini anlamayan, Bismillâh lafzındaki B harfinin Sin 'den evvel geldiğini, binaenaleyh B'den sonra gelen sin harfinin kadîm ola-mayacağını idrâk edemeyen kimseye, kalben iltifat etme. Zira Allah Teâlâ'nın, bazı kulları kendisine yaklaştırıcı mertebelerden uzaklaştırmasında bizce bilinmeyen, nice sır ve hikmet vardır. Allah kimi dalâlete götürürse, artık ona hidayet edecek kimse mevcut değildir.
Hz. Musa'nın, dünyada, ses ve harf olmaksızın (ilâhî) bir kelâmı işitmesini mümkün görmeyen bir kimse, varsın cisim ve renk olmayan bir mevcudun (Allah'ın) âhirette görülmesini de inkâr etsin. Eğer 'Cismi, kemmiyeti ve keyfiyeti olmayan bir varlığın görülmesi mümkündür; fakat şu ana kadar buna şahid olan görülmemiştir' kanaatımda ise, göz için düşündüklerini kulak hakkında da düşünmeli ve kabul etmelidir. (Hz. Musa'nın sessiz ve harfsiz bir kelâmı işittiğine de inanmamalıdır.)
Eğer Allah Teâlâ'nın tek bir ilmi olduğuna ve bütün mevcudatı onunla bildiğine akıl erdiriyorsa, O'nun bütün ibarelerin delâlet ettiği bir konuşma olan kelâm sıfatına sahip olduğuna da inanmalıdır. Eğer yedi kat göğün, cennet ve cehennemin varlığının küçücük bir yaprağa yazıldığına, kalbin küçücük bir yerinde saklı olduğuna ve bütün bunların kalbin o zerreciğine ve o küçücük yaprağa girmediği halde mercimek tanesi kadar olan göz bebeğine göründüğüne akıl erdiriyorsan, dillerle okunan, kalplerde hıfzedilen, mushaflarda yazılan kelâmın aralara hulûl etmeksizin vukuuna da akıl erdirirsin. Zira eğer Allah'ın Kitabı, yazmakla, kağıda düşüp orada istikrar bulmuş olsaydı, bu durumda Allah'ın da hâşâ isminin yazıldığı kâğıdın içine düşmesi lazım gelirdi ve ateşin de isminin yazılı olduğu kağıdı yakması icap ederdi.
VII. Esas: Sıfatların Kıdemi Diğer bütün sıfatları gibi Allah'ın, zâtıyla kâim olan kelâmı da kadîmdir. Çünkü Allah'ın, hâdiselere mahal olup istihalelere (değişikliğe) uğraması muhaldir. Allah'ın bütün sıfatlarında zâtında olduğu gibi kadîmlik vasfı vâcibdir. Binaenaleyh Allah'ın zâtına tağyir ve tebdil gelemez ve hâdis olan nesneler de O'nun zâtına hulûl edemez. Aksine Allah, tâ ezelden beri, bütün iyi sıfatlarla muttasıf olduğu gibi ebedde de değişme ve bozulmalardan münezzehtir. Çünkü hadislere muhal olan birşey, hadislerden hâli değildir. Hadislerden hâli olmayan birşey ise hadistir. Hudûs (sonradan olma) vasfı, cisimlere, bozuldukları ve sıfatları değiştiği için verilir. O halde Allah Teâlâ nasıl olur da, tağyir ve tebdili kabul etmek suretiyle, yaratmış olduğa cisimlerle aynı niteliği taşır? Bu hakikatin üzerine 'Allah'ın kelâmı kadîmdir, zâtî ile kâimdir. Hadisler ise o kelâma delâlet eden seslerdir' hükmü bina edilir.
Bir babanın müstakbel (henüz doğmamış) çocuğunu okutmak isteyebileceğine ve bunun da çocuğun doğup büyümesine ve babasının bu isteğim, Allah'ın kendisinde yarattığı bir ilimle anla-masına kadar devam edeceğine akıl erdirebilen bir kimsenin, Allah'ın 'Ben senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin' (Tâhâ/12) ayetinin delâlet ettiği isteğin ezelden beri Allah'ın zâtî ile kâim olduğunu, Hz. Musa'nın içinde de bu talebi bilecek bir ilmin yaratıldığını, Musa'nın (a.s) var olduktan sonra bu talebe muhatap olup, o kadîm kelâmı dinlediğini de kabul etmelidir.
VIII. Esas: İlim Sıfatının Kıdemi Allah'ın ilmi kadîmdir. Allah, daima zât ve sıfatını bildiği gibi, mahlûkâtından sâdır olan fiilleri de bilmektedir. Vücûda getirilen mahlûku bilmesi için yeni bir ilme ihtiyacı yoktur; çünkü bütün bunları ezelî ilmiyle bilir. Meselâ Zeyd'in güneş doğacağı sırada geleceğine dair bir bilgimiz varsa ve bu, güneş doğuncaya kadar devam ederse, Zeyd'in gelişini bilmemiz yeni bir ilme değil, eski ilmimize dayanmış olur. İşte Allah'ın ilminin kadîm olmasını da böyle anlamak gerekir.
IX. Esas: İrade Sıfatının Kıdemi Allah'ın iradesi kadîmdir. Bu irade, hadislerin, ezelî programa göre kendilerine takdir edilen uygun vakitlerde vukû bulacağına taalluk etmiştir. Eğer Allah'ın iradesi hâdis olmuş olsaydı, muhakkak hadislerin mahalli olurdu. Eğer Allah'ın iradesi, zâtında değil de başka bir yerde meydana gelseydi, o vakit de irade edici olmazdı. Tıpkı yapmadığın bir hareket ile, hareket etmiş sayılmadığın gibi...
Allah'ın iradesi, eğer hâdis olmuş olsaydı, birşey yapabilmesi için hâşâ başka bir iradeye ihtiyaç duyardı. Böylece yapıcı irade de başka bir iradeye muhtaç olacağı için bu ihtiyaç zinciri sonsuza doğru devam edip giderdi. Eğer bu iradeyi iradesiz yapmak caiz olsaydı, âlemin de iradesiz yapılması caiz olurdu. (Âlemin iradesiz, kör bir tesadüf eseri olarak yapılması muhal olduğuna göre, birinci iradenin de eğer hâdis kabul edilirse iradesiz yapılması muhal olur?)
X. Esas: İlim ve İradesinin Kıdemi Şüphesiz Allah, ilimle âlim, hayatla diri, kudretle kadir, iradesi ile irade edici, konuşma ile mütekellim (konuşucu), dinleme ile semî ve görmek ile basîr dir. Bu kadîm sıfatlar Allah'a aittir.
Kişinin 'Allah ilimsiz âlimdir' demesi, 'Malsız zengindir, âlimsiz ilimdir, mâlumsuz âlimdir' demesi gibidir. Çünkü ilim, mâlûm ve âlim, tıpkı öldürmek, öldürülen ve öldüren gibidir ki biri olmadığı zaman diğeri de olmaz. Öldürme fiili olmaksızın öldürenin ve öldürülenin tasavvur olunamayacağı gibi, öldüren olmaksızın öldürülenin ve öldürme olayının tasavvuru da mümkün değildir. İşte böylece ilimsiz âlim, mâlumsuz ilim ve ilimsiz mâ-lûm da tasavvur edilemez. Bu üç vasıf, aklen biri diğerinden ayrılamayan şeylerdir. Binaenaleyh âlimin ilimden ayrılmasını caiz gören bir kişi, âlimin malumattan, ilmin de âlimden ayrılmasını caiz görmelidir. Çünkü bu sıfatlar arasında hiçbir fark yoktur.

Fiiller[düzenle]

Allah Teâlâ'dan başka ne varsa, cümlesi O'nun fiiliyle mey-dana gelmiştir ve adaletinden feyizlenmiştir. O varlıkları en güzel ve en gelişmiş şekilde var etmiştir. Allah Teâlâ fiillerinde hikmet sahibidir. Kazâ ve kaderlerinde âdildir. O'nun adaleti, kullarının adaletiyle kıyas edilemez.'. Çünkü kul, başkasının mülkünde tasarruf ettiği zaman, kendisinden zulüm sâdır olur. Buna göre Allah'tan zulmün sudûru tasavvur olunamaz. Çünkü Allah Teâlâ başkasının mülkünde tasarruf etmez ki, bu zulüm olsun. Allah'tan başka, insan, cin, melek, şeytan, gök, arz, hayvan, bitki, cansız şeyler, cevher, ârâz, bilinen ve görünen her ne varsa hepsi, sonradan, Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. Bütün bunlar yoktan var edilmiştir. Allah Teâlâ ezel'de tek başına idi ve kendisinden başka hiçbir varlık yoktu. Bundan sonra kudretini göstermek ve geçmiş iradesini uygulama sahasına çıkarmak için mahlukâtı yarattı. Bunları muhtaç olduğu için değil, ezelî iradesinin tahakkuku için yaratmıştı. Yaratmak ve icad etmekle mükellef olmak, O'nun için vâcib ve zarurî bir vazife telâkki edilemez. O bunları ancak fazilet ve ihsanıyla yapmıştır. Nimet vermek ve ıslah etmek de onun için zaruri ve yapılması gereken bir vazife değildir.
Bu bir lûtf-u ilâhîdir, Bu bakımdan fazilet, ihsan, nimet ve minnet O'na aittir. Çünkü O, kullarının üzerine çeşit çeşit azaplar göndermeye ve onları birçok elemlere ve hastalıklara müptelâ etmeye kadirdir. Eğer böyle yapacak olsa bu çirkin bir fiil ve zulüm değil, aksine adaletin tâ kendisi olurdu.
Allah Teâlâ mü'min kullarının ibâdet ve tâatlarını lütuf ve keremiyle mükafatlandırır. Yoksa bu, Allah için zorunlu ve zaruri bir vazife değildir. Çünkü hiçbir kimsenin ve hiçbir varlığın Allah'a herhangi bir ödevi yükletmesi düşünülemez.
Allah'tan herhangi bir zulmün sudûr etmesi tasavvur olunamadığı gibi, herhangi bir varlığın Allah üzerinde bir hakkının bulunması da vacip olamaz. Taat ve ibadetlerde kulları üzerindeki hakkı sadece akıl yoluyla değil peygamberlerinin bildirmesiyle de vacip olmuştur. Allah Teâlâ peygamberler gönderdi ve onların doğruluklarını apaçık mucizelerle teyid ve takviye etti. Onlar da Allah'ın emrini, yasağını, va'dini ve vaîdini halka tebliğ buyurdular. Böylece halka da getirmiş oldukları ilâhî hükümlerde peygamberleri doğrulamak ve tasdik etmek vazifesi düştü.

Hayat ve Kudret[düzenle]

Allah Teâlâ diridir, Kadir'dir. Cebbâr'dır Kahhâr'dır. O'nun hiçbir kusuru, aczi olamaz. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Fânilik ve ölüm O'nun hakkında mevzu bahis değildir. O, mülkün, melekütün, izzet ve ceberûtun sahibidir. Hâkimiyet, güç, yaratmak ve emretmek yalnızca O'na aittir. Kıyamette gökler, O'nun sağında, dürülü olarak duracaktır. Bütün yaratıklar O'nun emri altında ve kudret elinde bulunmaktadır. Bütün varlıkları O var etmiştir ve onların yaptıklarını da kendisi yaratmıştır. Rızık ve ecelleri takdir eden O'dur. Takdir olunanlar ve emirlerin evrilip çevrilmesi kudreti dahilindedir. Takdir buyurdukları saymakla bitmez ve malûmatının (ilminin) de nihayet ve sınırı yoktur.
İlim O, herşeyi bilen; ilmi, yerlerin en alt kısmıyla göklerin en üst noktası arasında cereyan eden hadiseleri kapsayan, zerreciklerin dahi ilmi hâricinde kalamadığı bir âlimdir. O, zifiri karanlıkta kapkara bir taş üzerinde yürüyen simsiyah bir karıncayı ve onun ayak izlerini dahi bilir. Atmosferdeki zerreciklerin hareketlerini, tüm sırları ve en gizli şeyleri bilir. Kalplerin düşüncelerine, hatıraların kıpırdanışma, sırların gizliliğine vakıftır. Bütün bunları kadîm ve ezelî ilmiyle bilmektedir. Bu ilim asla değişmeyecek, hiçbir zaman kaybolmayacak bir ilimledir. Zâtında sonradan var olup da bir zamana kadar devam edecek bir ilim değildir.
İrade Allah Teâlâ bütün kâinatın varlığım irade ve bütün hâdiseleri düzenleyen ve idare eden bir zattır. Kainatta az veya çok, küçük veya büyük, hayır veya şer, menfaat veya zarar, iman veya küfür, irfan veya cehalet, zafer veya yenilgi, fazlalık veya noksanlık, itaat veya isyan, görünür görünmez her ne cereyan ediyorsa mutlaka O'nun kazâ, kader, hikmet ve işleğinin hududları dahilindedir. Bu bakımdan O'nun diledikleri olur; dilemedikleri olmaz. Hiçbir bakış ya da hiçbir düşünüş O'nun dilemesinin dışında değildir. O yoktan var edici, yok olduktan sonra tekrar iade edici ve isteğini en kuvvetli bir şekilde de emrinin önünde hiçbir engelin duramadığı ve hiçbir kuvvetin, kaza ve kaderini reddetmediği Allah'tır.
Eğer O'nun tevfîk ve rahmeti olmasa, hiçbir kul isyandan kaçamaz. Yine O'nun dileme ve iradesi olmasa hiçbir kul itaata güç yetiremez. Eğer tüm insanlar, cinler, melek ve şeytanlar bir araya gelip de kâinattaki bir zerreciği yerinden oynatmak veya hareketine mâni olmak isteseler, O'nun irade ve dilemesi olmadan bu hususta kesinlikle âciz kalacaklardır.
Allah Teâlâ'nın iradesi, diğer sıfatları gibi zâtî ile kaimdir. O, daima bu sıfatlarla muttasıftır. Olacak olan herşeyin kendisi için belirlenen zamanda olmasını ezelde irâde buyurmuştur. Böylece herşey bu ezelî irâde doğrultusunda ne bir saniye önce ve ne de bir saniye sonra olmamak şartıyla kendileri için belirlenmiş zamanlarda gerçekleşir. Varlığında irade dışı bir değişme, bir bozulma olamaz. Bütün bunları yaparken de Allah Teâlâ için düşünme ve zaman harcama sözkonusu değildir. İşte bu sırra binaen hiçbir durum Allah'ı meşgul edip başka şeylerden gafil kılamaz.
Sem ve Basar (Duyma ve Görme) Allah Teâlâ, Semî ve Basîr'dir (işitir ve görür). İşitilmek durumunda olan nesneler, ne kadar gizli olursa olsunlar O'nun işitme sıfatından hariç kalamaz. Aynı şekilde, görülmek durumunda olan şeyler de ne kadar ince olurlarsa olsunlar, görme sıfatından hariç olamaz. Uzaklık, işitmesini engelleyemediği gibi, karanlık da görmesine mâni olamaz. O, göz bebeği ve göz kapakları olmaksızın gördüğü gibi, kulak kepçesi ve kulak zarı olmaksızın da işitir. Nitekim kalp ve dimağsız bilir, âzasız çalışır ve aletsiz yaratır. Çünkü O'nun ne zâtı ve ne de sıfatları yarattıklarının zât ve sıfatlarına benzemez.
Kelâm Allah Teâlâ konuşur ve bununla emreder, nehyeder, vaad ve tehditlerde bulunur. Ancak O'nun konuşması zâtî ile kaim, kadîm ve ezelî olup yaratıkların konuşmasına benzemez. Bu bakımdan O'nun konuşması hava titreşimlerinden veya cisimlerin çarpışmasından meydana gelen ses ile olmadığı gibi dudakların kapanmasıyla veya dilin hareket etmesiyle meydana gelen harflerle de değildir. Kur'ân, Tevrat, İncil ve Zebur, peygamberlerine gönderdiği semavî kitaplardır.1
Kur'ân, dille okunur, mushaflarda yazılır ve kalplerde korunur. Fakat bununla beraber kadîmdir; Allah'ın zâtıyla kaimdir. Kalplere ve sayfalara nakledilmesi onu Allah'ın zâtından ayırmaz ve boyle bir ayırımı da kabul etmez. Hz. Musa (a.s), Allah'ın kelâmını sessiz ve harfsiz olarak dinledi. Nitekim, iyiler (ebrâr) de O'nuıı zâtını âhirette cevhersiz ve araçsız olarak görecektir. İşte bütün bu sıfatlarda muttasıf olan Allah diridir, âlimdir, kudret .ve irâde sahibidir O işitir, görür ve konuşur. Fakat diriliği, kudreti, ilmi, iradesi, işitmesi, görmesi ve konuşması sadece (Mu'tezile'nin inandığı gibi) zâtî ile değildir. (Aksine bu sıfatlar zâtın gayrisi ve ondan ayrılmaz birer hakikattir.)
1) Burada tahrif edilmezden önceki Tevrat, İncil ve Zebur kastedilmektedir. Sözkonusu olan, günümüzdeki muharref Tevrat, İncil ve Zebur değildir.

İman, İslâm ve Bu İki Terim Arasındaki Birleşme ve Ayrılma, İman ile İlgili Artma ve Eksilme[düzenle]

Bu bölümde üç mesele vardır: I. Mesele Alimler İslâm, imanın aynısı mıdır, gayrisi mıdır? Gayrisi ise imandan ayrılıp tek başına var olabilir mi? Yoksa imana bağlı ve ondan ayrılmaz mı? hususlarında ihtilâfa düşmüşlerdir. Kimisi, iman ile İslâm'ın birşey olduğunu ve aynı anlama geldiğini söylemiştir. Başka bir kavle göre de iman ve İslâm, birleşmeyen, ayrı ayrı iki şeydir. Her birisi müstakildir ve kendi başına var olabilir. Diğer bir kavle göre ise iman ve İslâm ayrı şeylerdir, fakat her ikisi de birbirine bağlıdır.
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kut'ul-Kulûb adlı eserinde bu konudaki uzun ve ihtilaflı beyanları nakletmektedir. Biz ise, süratle, dedikodulara bakmaksızın hakkı beyan etmeye başlayalım. Bu konuda üç bahis vardır: a Lugavî anlamları b. Şer'î anlamları c. Dünya ve âhiretteki hükümleri
Birincisi lugatla, ikincisi tefsirle, üçüncüsü de fıkıh ve şeriatla ilgilidir. a. iman ve islâm kelimelerinin lûgat yönünden izahı hakkındadır. İmanın, tasdikten ibaret olduğu bir gerçektir.
Şimdi ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın! (Yusuf/17)
Buradaki mü'min kelimesi 'tasdik edici' mânâsına gelmektedir, îslâm kelimesi ise inat ve temerrüdü terkedip iz'an ve inkıyatla teslim olmak demektir. Tasdik'in özel mekânı kalptir. Dil, kalpteki tasdikin tercümanıdır. Teslim ise, ister kalpte, isterse de lisan ve azalarda olsun, umumî bir mânâ arzeder. Binaenaleyh, ne zaman kalp ile tasdik varsa, teslim de vardır; bu durumda inat ve temerrüt terkedilmiş demektir. Dil ile itiraf da, kalp ile tasdik etmek gibi, teslim olmak, inat ve temerrüdü terketmek mânâsına gelmektedir. Azalarla inkıyat ve itâat da aynı mânâyı ihtiva eder. Binaenaleyh, lûgat yönünden İslâm kelimesi âmdır; yani umumî mânâyı ifade eder. İmansa hastır; hususî bir mânâ için kullanılır. O halde iman İslâm'ın en şerefli cüz'ü demektir. Oysa imanın mânâsı olan 'kalp tasdiki3 mevcutsa, İslâm'ın mânâsı olan 'teslimiyet' de mevcut demektir. Fakat bunun zıddı düşünülemez. (Yani, "Nerede 'teslimiyet' varsa orada tasdik'i de vardır" denilemez),
B- İman ve İslâm kelimelerinin şer'î yönden tahlili hakkındadır. Şeriat dilinde, İman ve İslâm'ın, iki eşanlamlı kelime olarak aynı mânâda kullanıldıkları bir gerçektir. Bu iki kelime bazen ayrı mânâları ifade etmek için de istimâl edilmiştir. Bazen da tedâhül, (aynı mefhumun anlaşılması) için ortaklaşa kullanılmışlardır.
'İman ve İslâm' kelimelerinin müteradif (eş anlamlı) olarak kullanıldıkları yerlerden biri şu ayettir: Nihayet Lüt'un memleketinde bulunan müzminleri (oradan) çıkardık (ki kalan kâfirleri helâk edelim.) Fakat orada bir evden başka müslüman bulamadık. (Zâriyât/35-36)
Bütün müfessirler, Lût'un memleketinde, bir evden (ki o da Lût ve kızlarının eviydi) başka ev bulunmadığında müttefiktir. (Âyet-i celîlede 'mü'min' ile 'müslim' tâbirleri aynı mânâyı ifade etmek-tedir).
Başka bir ayet: Musa, kavmine şöyle dedi: 'Ey kavmim! Siz gerçekten Allah'a iman etmişseniz ve O'nun birliğine ihlâs ile teslim olmuş müslümanlarsanız yalnızca O'na dayanıp güvenin'.40 (Yûnus/84)
Hz. Peygamber ise şöyle buyurmuştur: İslâm (dini) beş temel üzerine bina edilmiştir: a) Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun Rasûlü olduğuna şehadet etmek, b) Namaz kılmak, c) Zekât vermek, d) Hacca gitmek, e) Ramazan orucunu tutmak.41
Bir ara Hz. Peygambere imanın mahiyeti sorulmuş; o da imanın yukarıda sayılan beş unsurdan ibaret olduğu cevabını vermişlerdi. (Böylece İman ve İslâm kelimelerinin aynı mânâyı ifade ettiğini beyan buyurmuşlardır.)
İman ve İslâm kelimelerinin ayrı anlamlar ihtiva ettiği hususuna gelince, bunun misâli şu ayettir: (Ganimet hevesiyle, görünüşte İslâm'ı kabul eden bazı) bedevîler 'Biz gerçekten iman ettik' dediler. De ki: "Siz kalplerinizle iman etmediniz. Ancak, 'Biz, (kılıç korkusundan ve İslâm nimetinden faydalanmak için) müslüman olduk' deyin! İman henüz kalplerinize girmemiştir." (Hucurât/14)
u ayetteki "Biz müslüman olduk, deyiniz!" cümlesinin mânâsı 'Zahirde teslim olduk' demektir. Binaenaleyh ayette 'iman' kelimesinden sadece 'tasdik' murâd edilmiştir. 'İslâm'dan ise 'Dil ve azalarla zahirde teslim olmak' mânâsı murâd edilmiştir. Cibril hadîsi olarak bilinen hadîste, Cebrâil iman'ı sorduğu zaman, Hz, Peygamber şöyle cevap vermiştir: İman Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, son güne, ölümden sonraki dirilmeye, hesaba ve kaderin hayrına ve şerrine inanıp bunları tasdik etmen demektir.
İslâm, Allah'ın birliğine ve varlığına ve O'ndan başka hak mabud olmadığına ve Muhammed'in de O'nun rasûlü olduğuna şahitlik etmen, namaz kılman, zekât vermen, hacca gitmen ve oruç tutmandır.
Hz. Peygamber bu cevaplarıyla İslâm'ın zahirde, söz ve amelle teslim olmaktan ibaret olduğunu belirtmiştir.
Sa'd'dan42 gelen bir hadîs de şöyledir: Hz. Peygamber adamın birine birşeyler verdi; fakat orada bulunan başka birisine hiçbir şey vermedi. Bunun üzerine Sa'd (r.a) 'Ey Allah'ın Rasûlü! Mü'min olmasına rağmen filân adama birşey vermedin?' dedi. Hz. Peygamber de 'yoksa müslim midir?' buyurdu. Sa'd, aynı suali bir kere daha tekrar etti ve Rasûlullah da yine yukardaki cevabı verdi.43
(Bu muhavereden anlaşılıyor ki, mü'min kelimesinin ifade ettiği mânâ ile 'müslim' kelimesinin mânâsı ayrı ayrıdır.) Tedahüle gelince, bu konuda da şöyle bir hadîs vardır: Hz. Peygamber 'Amellerin hangisi daha üstündür?' soru-suna 'İslâm'; 'İslâm'ın hangisi efdaldir?' sorusuna da 'İman' cevabını verdiler.44
İşte bu hadîs-i şerif, İslâm ve İman kelimelerinin ayrı ayrı mânâlara geldiğine ve birinin diğerine girişik, yani mütedâhil olduğuna delildir. Lugatta kullanılan en muvafık vecih budur. Çünkü iman, amellerden birisi ve hatta en üstünüdür.
Teslimiyet mânâsına gelen İslâm' ise ya kalple veya dille veyahut da azalarla gerçekleşir. Bunların en üstünü kalple olan teslimiyetle, 'iman' diye adlandırılan tasdikten ibarettir.
İman ve İslâm kelimelerinin ayrı ayrı mânâlarda veya teradüf cihetiyle kullanılması, yerinde birer hakikattirler. Herhangi bir mecaz mevzuubahis değildir. (Yâni Arap lügati geniş imkânlara sahip olduğu için, bu terimler bütün bu mânâları ifade etmektedir ve hepsi de bu mânâlarda kullanılmıştır.) Farklı mânâlarda kullanılmalarına gelince, 'iman', sadece kalp ile yapılan tasdikten ibarettir ve imanın bu mânâda kullanılması lûgata da uygundur. İslâm' ise, sadece zahirî teslimiyet manasınadır. Bu da lûgata muvafıktır; çünkü teslim edilmesi gereken şeylerin bir kısmının yerine getirilmesine 'teslim' ismi verilir. Bu şekilde isimlendirmek için umumî mânânın, yani teslim olunması gereken şeylerin tamamının bulunmasına lüzum yoktur. Çünkü bir başkasına bedeninin tümüyle değil yalnızca bir cüzüyle temas eden bir kimseye 'temas edici' denilmektedir. Binaenaleyh 'İslâm' kelimesinin bâtınî teslimiyet olmaksızın yalnızca zahirî teslimiyete ıtlak olunması, dile ve lûgata uygundur. Göçebeler, 'iman ettik' dediler. De ki: "İman etmediniz; fakat 'Müslüman olduk' deyiniz!" (Hucurât/14)
Hz. Peygambcr'in, Sa'd'ın rivayet ettiği hadîsindeki 'Yoksa müslim midir?' sözleri, bu mânâya hamledilmiştir. Görülüyor ki Hz. Peygamber, 'iman'ı 'İslâm'dan üstün tutmuş; ayrı ayrı mânâ lara gelmeleriyle, mü'minin derece ve makam bakımından müslimden üstünlüğünü ifade buyurmuştur.
Tedahüle gelince, iman hususunda, bu keyfiyet de lugata mutabık ve uygundur. Bu defa İslâm' terimi kalp, söz ve amelin tümüyle teslim olmaktan ibaret bir mânâ genişliği kazanır. İman teriminin mânâsı ise, İslâm'ın umumî tarifinde bulunan kalbin tasdikinden ibaret olur. İşte tedahülden bunu kastediyoruz. Bu, İman\n hususî ve İslâm'ın da umumî oluşu bakımından lugata uygundur. İşte Rasûlullah'ın, İslâm'ın hangisi efdaldir?' soru-suna, îmandır' şeklindeki cevabı...
Çünkü Rasûlullah İmanı, İslâm'ın umumî mânâsından özel bir parça olarak kabul etmiş ve böylece İmanı, İslâm'ın umumî mânâsına dâhil etmiştir.
Eşanlamlı kullanımına gelince, İslâm tâbiri, hem kalbî ve hem de zahirî teslimiyet demektir. Çünkü her ikisi de netice itibariyle teslimiyettir. İman da böyledir. Kalbin tasdiki olan 'iman'ı, hususî mânâsında tasarruf yaparak umumîleştirmek ve zahirî teslimi-yeti imanın mânâsına idhâl etmek caizdir.
Çünkü söz ve amelle, zahirde teslim olmak, iç âlemdeki tasdikin meyvesi ve neticesidir. Bazı ibarelerde ağaç kelimesi geçer. Fakat bu tâbirden, müsamaha yoluyla, 'ağaçla birlikte 'meyvesi' de kastedilmektedir. İşte bu kadarcık umumîleştirmek ile 'iman' tâbiri 'İslâm'ın müteradifi olmakta ve birbirine mutabık ve uygun düşmektedir. Böylelikle 'iman', 'İslâm' dan ne bir santim eksik ne de bir santim fazladır. Allah Teâlâ'nın 'Fakat bir evden başka, orada müslüman da bul-madık' ayeti 'İman' ve 'İslâm'ın eşanlamlı kelimeler olduğunu göstermektedir.
c. İman ve İslâm'ın şer'î hükümleri hakkındadır. İman ve İslâm'ın dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki hükmü vardır. Uhrevî hükümleri şunlardır:
Mü'min ve müslümanların ateşten çıkarılması ve orada ebedî bırakılmaması... Çünkü Hz. Peygamber 'Kalbinde zerre kadar iman bulunan bir kişi cehennemden çıkar'45 buyurmuştur. Bu hükmün hangi mânâya geldiği hususunda ulema ihtilâf etmiş ve bu hükme vesile olan 'iman'ın ne olduğu hakkında şunları söylemişlerdir: 1- îman, kalbin mücerret tasdikidir. 2- Kalbin tasdiki ve dilin ikrarıdır. 3- Kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve zahirî azaların amelidir. Biz bu girift meselenin üzerindeki perdeyi kaldırarak deriz ki; imanın yukarıda zikredilen üç tarifine uygun olarak hareket eden bir müslümanın yeri, şeksiz şüphesiz cennettir, İşte birinci derece budur.
İkinci derece ise bu üç tariften ikisinin tamamını ve üçüncüsünün de bir kısmını ihtiva eder. Mü'min, diliyle ikrar ve kalbiyle tasdik eder, bir kısım amelleri de yapar. Fakat bununla beraber, büyük bir günahı veya büyük günahlardan bir kısmını işler. İşte böyle bir kimse hakkında Mutezile şöyle der:
Kişi, amellerin bir kısmını terkettiğinden dolayı 'iman'dan çıkar ve aynı zamanda küfre de girmez. Zira diliyle ikrar, kalbiyle tasdik etmiştir. Böyle bir insan 'fâsık'tır. Bu kişi 'iman' ile 'küfür' arasında bir mertebededir ve cehennemde ebedî kalacaktır. İleride de zikredeceğimiz gibi, Mu'tezile'nin bu inancı bâtıldır.
Üçüncü dereceye gelince, kalp ile tasdik, dil ile ikrar bulunduğu halde, azalara ait amellerin mevcut olmamasıdır. Böyle bir kimsenin (veya imanın) hükmünde âlimler ihtilâfa düşmüştür.
Ebû Tâlib el-Mekkî, 'Azalarla amel etmek imandandır ve iman ancak amel ile tamamlanır' demiş ve bu hükümde ulemânın icmâl olduğunu iddia etmiştir. Bunu söylerken de görüşün aksini isbat eden birçok delilleri de zikretmiştir. Şöyle ki: İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için konak olarak Firdevs cennetleri vardır. Kehf/107)
Bu ayet, amelin imandan sonra geldiğini ve imanın aynı olmadığını bildirir. Eğer ayet bu mânâda olmasaydı 'iman edip' dedikten sonra 'sâlih amel işleyenler' tâbirini kullanmak fazla olurdu.
Daha garibi, Ebû Tâlib el-Mekkî, bu meselede icmâ bulunduğunu iddia etmekle beraber Hz. Peygamberin 'Kişi ikrar ettiği hakikati inkâr etmedikçe küfre girmez'46 hadîsini de nakleder. Diğer taraftan Mu'tezile'nin, 'Mü'min büyük günahları işlediği için cehennemde ebedî kalır' şeklindeki hükmünü de inkâr etmektedir. Halbuki 'Amel-i sâlih imandandır' diyen bir kişi, kılı kılına Mutezile mezhebini kabul etmiş olur. Çünkü ameli imandan sayan kişinin 'Kalbi ile tasdik, diliyle ikrar eden ve bunları yaptıktan sonra da derhal ölen bir kimse cennette midir?' sorusuna elbette ki 'Evet' demesi icap eder. Bunu söylediğinde de amelsiz bir imanın varlığına hükmetmiş olur.
Biz daha da ileri giderek kendisinden şunu soruyoruz: 'Kalbiyle tasdik ve diliyle ikrarda bulunan kişi. hemen ölmeyip de bir namaz vakti girinceye kadar yaşasa ve o namazı terkettikten veya zina ettikten sonra ölse acaba cehennemde ebedî kalır mı?'
Eğer 'Evet' derse Mu'tezile'nin iddiasını tasdik etmiş olur. 'Hayır' dediğindeyse amelin, 'imanın' rüknü olmadığını ve iman ile cenneti kazanmada amelin herhangi bir rolü bulunmadığını açık bir şekilde ikrar etmiş olur.
'Uzun bir zaman yaşayıp namaz kılmayan ve şer'î amellerin hiçbirisini yapmaya yönelmeyen bir kimseyi kastediyorum' dese, biz de şöyle deriz: Bu uzun zamanın bir hududu yok mudur? İmanın iptal olabilmesi için tâatların kaç adedinin terki lâzımdır? İmanın bozabilmesi için büyük günahların kaç tane olması gerekir?
İşte bunun takdiri mümkün değildir ve hiç kimse böyle bir takdir ve tahdide kalkışamaz.
Dördüncü derece, kalben tasdik ettikten sonra, henüz dil ile ikrar ve amellerle meşgul olmazdan evvel ölmesidir. Acaba böyle bir insan 'mü'min' olarak mı ölmüştür? İşte ulemâ burada ihtilâf etmiştir. 'İmanın tamam olması için dil ile ikrar şarttır' diyenler, böyle bir insanın 'imandan evvel öldüğüne' hükmederler. Oysa bu hüküm fasittir; çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kalbinde zerre kadar iman olan bir kimse? cehennemden çıkar. Kalbi 'imanla dolup taşan böyle bir kişi nasıl olur da cehen-nemde ebedî kalır?
Cibril hadîsinde de, 'iman' etmek için, Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve son günü tasdik etmek şartı ileri sürülmüştür. Nitekim bu hakîkat daha önce izah edilmişti.
Beşinci derece, kişinin, kalp ile tasdik ettiği halde; ömrü şehâdet kelimelerini dille söylemesine müsait olmasına ve bunun kendisine vâcib olduğunu bilmesine rağmen dil ile ikrarda bulunmamasıdır. Binaenaleyh dil ile ikrar etmemesi şu ihtimal dâhilinde bahis mevzuudur: İnkâr etmemekle beraber namaz kılmakta gevşeklik gösterdiği gibi, bunda da ihmalkâr olabilir. Böyle bir kimsenin mü'min olduğunu ve ebediyyen cehennemde kalmayacağını sanıyoruz. Çünkü iman, mücerret tasdikten ibarettir. Dil ise, imanın tercümanıdır.
Binaenaleyh iman, dilden evvel var olmalı ki, dil, var olan o şeyin tercümanı olabilsin. İşte bu, en açık hükümdür. Çünkü burada dayanılacak senet, ancak, kelimelerin icaplarına tâbi olmaktır. Halbuki Arap dilinde iman kalbin tasdikinden ibarettir ve Hz. Peygamber de 'Kalbinde zerre kadar iman olan ateşten çıkar' buyurmuştur. Şu halde vacip bir fiilin sü-kût ile ortadan kalkmadığı gibi, vacip olan ikrarı terketmek de kalbden imanı silmeye vesile olamaz.
Bazı âlimler 'Dilin ikrarı, imanın rüknüdür çünkü şehâdet kelimeleri, kalplerdeki imanı haber vermek için değil aksine ayrı bir akid ve ayrı bir şehâdetin başlangıcı ve iltizamıdır' derler. Fakat birinci hüküm daha açıktır.
Kalp ile tasdik imkânı olduğu halde dil ile ikrardan imtinâ edenler hakkında Mürcie çok ileri gider ve 'Böyle bir kimse asla ateşe girmez' derler ve sonra da şöyle devam ederler: 'Mü'min kişi isyan etse dahi cehenneme girmez'.
Biz bu hükmün çürüklüğünü ilerideki bahislerde isbat edeceğiz. Altıncı derece, diliyle 'Lâ ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah' dediği halde kalbi ile tasdik etmemektir.
Bizim şüphemiz yoktur ki, böyle bir kimse âhiret hükmüne göre kâfirdir ve ebediyyen cehennemde kalacaktır. Yine şüphe etmiyoruz ki, idare ile ilgili olan dünyevî hükümlere nazaran böyle bir kimse müslümandır; çünkü kalbe, Allah'tan başka hiç kimse, muttalî olamaz. Biz müslümanlara düşen vazife, 'Diliyle söylediği şey kalbinde de vardır zannıdır. Fakat bu kişi ile Allah arasında, dünya hükümlerinden plan üçüncü bir emirde şüpheye düşüyoruz. Şöyle ki: Böyle bir kimse müslüman bir akrabasının ölümünden sonra, kalbi ile de İslâm dinini tasdik ederek, fetva istemek üzere 'Akrabam öldüğü sırada ben kalben İslâm dinini tasdik etmiyordum. Şu anda ise onun mirası benim yanımdadır. Acaba bu miras bana helâl midir?' dese veya böyle bir kimse kalben İslâmiyet'e inanmadığı sırada müslüman bir kadınla evlense ve sonra da kalben İslâmiyet'e inansa nikâhının yenilenmesi lâzım gelir mi? İşte bu, düşünülecek bir noktadır. Şöyle demek de mümkündür: İster zâhir isterse de bâtın olsun dünya hükümleri, zahirî söze bağlıdır'.
Şöyle de denebilir: 'Dünya hükümleri, o şahıs hakkında değil, onunla ilgili olan başkaları hakkındaki zahirî söze bağlıdır. Çünkü insanın, Allah ile kendi arasında bulunan iç âlemi başkasına ka-ranlık, kendisine ise aydınlıktır'.
Hakikî ilmin Allah'a mahsus olduğunu ikrar etmekle beraber o kişi hakkında en açık fetva şudur: 'Almış olduğu miras kendisine haramdır ve nikâhını da yenilemelidir'.
İşte bu sırra binâen Huzeyfe b. Yeman (r.a), münafıkların cenaze namazına iştirak etmezdi. Hz. Ömer de (r.a) bu hususta Huzeyfe'yi izler, onun katılmadığı cenazelere katılmazdı. Helâli aramak ve elde edilmesi için çaba sarfetmek, farîza üstüne farizadır.
Namaz, her ne kadar ibadetlerden ise de dünyanın görünür fîillerindendir. Allah'a kulluk bakımından yapılması vacip şeylerden olan haramlardan sakınarak kaçmak da her mü'minin vecibesidir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Bu hadîs, "Vâris olmak islâm'ın hükmüdür. İslâm ise zahirî hükümlere teslim olmaktır' sözümüze zıt düşmez. Çünkü tam teslimiyet, zâhir ve bâtını kapsayan teslimiyettir.
Bütün bu incelikler zahirî ibareler, umumlar ve kıyaslar üzerine bina edilen fıkhî ve zannî bahislerdir. Binaenaleyh ilimlerde kusurlu olan bir kimse, 'Kesinlik ve katiyet ifade eden kelâm ilminde vârid olması âdetten olan bu meseleler kesindir zannına kapılmamalıdır. Zira ilimlerde zahirî merasim ve âdetlere bakan kimseler hiçbir zaman felâh bulmamışlardır. Eğer 'Mutezile ve Mürcie'nin şüphesi nedir ve onların sözlerini iptal edecek deliller hangileridir? dersen şöyle cevap veririz: Onların şüpheleri Kur'ân'ın umumî hükümlerindendir.
Mürcie şöyle der: 'Bir mü'min, bütün günahları işlese bile ateşe girmez; çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Gerçekten biz o Kur'an'ı işittiğimiz zaman ona iman ettik. Kim Rabbine iman ederse artık ne mükâfatının azalacağından ve ne de bir haksızlığa uğrayacağından korkmaz.(Cin/13)
Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, Rabbleri katında (imanları hususunda) tıpkı çok sâdık olanlarla (Allah yolunda cân veren) şehidler (gibi)dirler. Onların hem sevap-arı ve hem de nurları vardır... Hadîd/19)
(Cehennem), neredeyse öfkesinden çatlayacak (hale gelir). (Kâfirlerden) her topluluk onun içine atıldıkça cehennem bekçileri o kâfirlere sorarlar: 'Size, azap ile 'korkutan bir peygamber gelmedi mi?' Onlar da "Evet, doğrusu, bize, azap ile korkutan bir peygamber geldi; fakat biz onu yalanladık ve 'Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz muhakkak. büyük bir sapıklık içindesiniz' dedik" derler. Mülk/8-9)
Ayetteki 'Kafirlerden her topluluk onun içine atıldıkça' hükmü umum ifade eder. Binaenaleyh ateşe atılanlarda peygamberleri tekzip etme sıfatının bulunması şart koşulmuştur'.
Mürcie, sözkonusu hükümleri şu ayete dayandırmaktadır: O ateşe ancak (peygamberleri) inkâr eden ve (imandan) yüz çeviren kafirler girer.(Leyl/15-16)
İşte bu ayette 'hasr', 'isbat ve 'nefy vardır. Şöyle ki, Allah; cehenneme girmeyi, peygamberleri yalanlayan ve imandan yüz çevirenlere hasreder, onların dışında kalanları bu hükmün hâricinde bırakır (nefy) ve bu azabı ancak onlar için isbat eder.
Kim (kıyamet gününde) hasene ile (ihlâslı bir tevhidle) gelirse bundan dolayı ona bir hayır verilir. Onlar, o kıyamet azabının korkusundan emin kalırlar. Neml/89)
Nasıl ki kötülüklerin başı küfürse) iyiliklerin başı da imandır. Allah Teâlâ ihsan edenleri sever. (Al-i İmran/148) Gerçekten iman edip sâlih amel işleyenlere gelince, şüphe yok ki biz böyle güzel bir amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz. (Kehf/30)
Delil olarak gösterdikleri ayetlerde Mürcie'yi destekleyen, işlerine yarayan hiçbir hüküm yoktur. Çünkü sözkonusu ayetlerde zikredilen iman kelimesinden amel ile birlikte olan iman kastedilmektedir. Zira biz daha önce 'iman' zikrolunduğu zaman, bundan 'İslâm' kastedilir demiştik. Kalp, söz ve amel ile tarif edilen imana muvafık ve uygun olanı da budur. Bizim bu te'vilimizin delili, âsilerin cezalandırılması ve bu cezanın takdiri hakkında gelen birçok hadîslerdir.
Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.
Binaenaleyh Mürcie'ye soruyoruz: 'Ateşe girmeyen bir insan nasıl olur da ateşten çıkar? (Ateşten çıkmak, daha önce ateşe girmeyi gerektirmez mi?)'. Kur'an-ı Kerîm'de bizim te'vilimizi destekleyen ayet şudur:
Muhakkak ki Allah, kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını, dilediğine bağışlar. Kim Allah'a eş koşarsa doğrusu çok uzak bir sapıklığa düşmüştür. (Nisâ/116)
Bu ayetteki, 'dilediğini bağışlar' kaydı, azâbın taksimine delâlet eder; yani dilediğini affeder, dilediğine de azap eder.
Bizi destekleyen bir diğer ayet de şudur: Kim Allah'a ve peygamberine isyan ederse ona, içinde sonsuz kalınacak olan cehennem ateşi vardır.(Cin/23)
Bu ayetteki hükmü 'küfre' bağlamak zoraki bir te'vilden başka birşey değildir.
İşte bizi destekleyen başka bir ayet: İyi bilin ki doğrusu zâlimler sürekli bir azaptadırlar. (Şûrâ/45)
Kim fenalıkla gelirse yüzükoyun ateşe atılır. (Neml/90)
İşte naklettiğimiz bu ayetlerdeki umum, Mürcie'nin delil olarak gösterdiği umumun muârız ve nâkızıdır. Binaenaleyh iki tarafın da 'umum'unu tahsis ve te'vil etmek gerekmektedir.
Çünkü hadîs-i şeriflerde âsi kimselerin azap görecekleri hususu açıkça belirtilmiştir.47
Allah Teâlâ'nın İçinizden oraya (cehennem) uğramayacak kimse yoktur. Bu, Rabbinizin katında kesinleşmiş bir hükümdür' (Meryem/71) ayeti herkesin mutlaka ateşe varacağına sarih bir delildir. Çünkü hiç bir mü'min, günah irtikâbından hali değildir. Allah Teâlâ'nın Leyl suresinde 'O ateşe ancak (peygamberleri) in-kâr eden ve (imandan) yüzçeviren kafirler girer' buyurması ise, ateşe giren hususî bir topluluğu murâd içindir. Veya eşkâ tabiriyle en şakî kimseler kastedilmiştir.
Mülk suresinin 9-10. ayetlerindeki fevc kelimesiyle de kâfirlerden bir grup kastedilmiştir.
Umumî hükümlerin tahsis edilmesi görülmemiş şeylerden değildir, Bu olabilir ve inkâr da edilemez, Bu ayetten ötürü, İmam Eş'arî ile kelâmcılardan bir grup 'umum' sigalarını inkâr etmişler ve bu lafızların, sadece mânâlarına delâlet eden bir kari-nenin belirmesine bağlı olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile'ye gelince, onları şüpheye sürükleyen ve mezheplerinin tesisine vesile olan ayetler şunlardır:
Bununla beraber şüphe yok ki ben tevbe eden, iman edip, sâlih amel işleyen, sonra da hak yolda sebat gösteren kimse için çok bağışlayıcıyım.(Tâhâ/82)
And olsun asra ki gerçekten insan ziyandadır. Ancak iman edip de sâlih amel işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.(Asr suresi)
İçinizden oraya (cehenneme) uğramayacak kimse yoktur. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'tan korkup sakınanları kurtaracağız ve zâlimleri de toptan cehennemde bırakacağız.(Meryem/71-72)
Kim de Allah'a ve peygamberine isyan ederse ona, içinde sonsuz kalınacak olan cehennem ateşi vardır.(Cin/23)
Kim bir mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap ve lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. Nisâ/93)
Bu ayetlerde olduğu gibi, İman' ile birlikte 'amel-i sâlih' ten bahseden bütün ayetler Mu'tezile'ye göre böyledir. Fakat bu 'umumlar, Mürcie'nin delili olan 'umum'larda olduğu gibi, 'hususî'dirler.
Çünkü Allah, şöyle buyurmuştur: Bu günahtan başkasını dilediğine bağışlar.(Nisa/116)
Binaenaleyh 'şirk'in dışında kalan günahlarda Allah'ın dilediğini affetme vasfına dokunmamak daha uygundur.
Rasûlullah'ın şu hadîsi de Mutezile mezhebini iptal etmektedir: Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse, ateşten çıkar. Mu'tezile'yi iptal eden delillerden bâzıları da şu ayetlerdir: Gerçekten iman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, şüphe yok ki biz böyle güzel bir amel işleyenin mükâfatını zayi etmeyiz. Kehf/30)
Doğrusu Allah, güzel amel işleyenlerin mükâfatını zayi etmez. (Tevbe/120)
Binaenaleyh nasıl olur da Allah, bir tek günah ile, iman'ın esasını ve bütün tâatların ecrini zayi eder?
Nisâ süresindeki 'Kim bir mü'mini kasten öldürürse onun cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir' mealindeki ayet de mü'mini, 'mü'min' olduğu için öldüren kimse hakkında nâzil olmuştur. Nitekim ayetin sebeb-i nüzulü bu hakikati apaçık bildirmektedir.
Eğer "Sen bu te'villerinle 'Amel olmasa da imanın esası vardır' demek istiyorsun. Halbuki selef-i Sâlihîn İman, kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve azaların amelidir' şeklinde hüküm vermiştir. Binaenaleyh selefinkine muhalif bir görüş sence nasıl daha kuvvetli ve daha râcih (mûteber) olabilir?" dersen, buna şöyle cevap veririz: İmanın mütemmimi (tamamlayıcısı) olmak hasebiyle amelin imandan sayılması imkânsız değildir. Nitekim 'Baş ve eller insandandır' denilir; çünkü başsız bir cesedin insanlıktan çıktığı malûmdur. Fakat eli kesik bir iskelet, sırf bu sebeple, insan olmaktan çıkmaz. İşte böylece 'Tesbih ve tekbirler namazdandır denilmektedir.
Halbuki tahrim tekbiri hariç, diğer tekbir ve teşbihleri getirmesen de (Şafiî mezhebine göre) namazın bozulmaz. Binaenaleyh kalp ile tasdik etmek 'iman'ın başıdır. Bu, tıpkı başın, insan varlığındaki Önemi gibidir; tasdiksiz iman yok demektir. Diğer ibadetlere gelince, bunlar insanın öbür azalarına benzer, birbirinden yüksek olabilir.
Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Sahâbe-i kirâm (r.a) Mu'tezile'nin 'insan zina edince imandan çıkar' şeklindeki inancına itibar etmemişlerdir. Hadîsin mânâsı şudur: 'Kişi zina ettiği anda tam ve kâmil bir imana sahip olamaz'. Nitekim, kötürüm, eli ve ayağı kesik, âciz bir insan için 'Bu, insan değildir' denilebilir. Bununla da "İnsanlık hakikatinin peşinden gelen 'kemâl' sıfatından mahrumdur" demek istenir.
II Mesele Şayet "Selef ulemâsı 'iman'ın eksik ve fazla olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. (Selefe göre 'iman', 'ibadet'le fazlalaşmadığı gibi 'günah' ile de eksilmiş olmaz. 'İman, tasdikten ibarettir' hükmü kabul edildiği takdirde eksiklik ve fazlalık tasavvur edilemez)" diyecek olursan, cevaben derim ki: Selef, şeriat sahibini gören âdil insanlardır. Onların sözlerinden hiç bir ehl-i iman dönemez. Onlar neyi zikretmişse 'hak' odur. İhtilâf, selefin sözünü anlamak hususundan neş'et etmektedir. Bu sözde, amel-i sâlihin, îmanın cüzlerinden ve varlığının rükünlerinden olmadığına dair delil vardır. Aksine sâlih amel, iman esasına eklenen bir fazlalıktır. Bu fazlalık mevcut olduğu zaman 'iman' artar; olmadığı takdirde de eksilir. Artan da mevcut, eksilen de mevcuttur. Birşeyin kendi nefsinde bulunan şeylerle artmadığı da muhakkaktir. Binaenaleyh 'İnsan, başıyla artar' denilemez, fakat 'İnsan, sakalıyla, yağıyla (şişmanlığıyla) artar' denilebilir, 'Namaz rükû ve sücudla artar' demek doğru değildir. Ancak 'Namaz, âdâb ve sünnetlerle artar' denilebilir. İşte selef âlimlerinin bu hükmü 'imanın' sâlih amellerden önce var olduğunu açıkça belirtmektedir. İman' var olduktan sonra, sâlih amellerle artar ve aksiyle de eksilir. Şayet 'Kalbin tasdiki bir hakîkat olduğuna göre, nasıl olur da artmayı ve eksilmeyi kabul eder?' dersen, cevaben derim ki: Biz müdâheneyi (dalkavukluğu) terkettiğimizden, şerlilerin şerrine kulak asmadığımızdan ve gayenin üzerine gerilen perdeyi kaldırdığımızdan, şüpheler kendiliğinden zâil olmaktadır. Bu sebeple de deriz ki: 'İman' kelimesi, müşterek mânâlı bir kelimedir ve üç anlamda kullanılmıştır: 1. Delilsiz olarak, sadece taklid ve telkin yoluyla, kalbin tasdikine ıtlak olunur ki bu, avamın imanıdır. Hatta havâss hâriç, bütün halkın imanı da böyledir. Bu inanç kalbe vurulan bir düğümdür; bazen şiddetlenir ve kuvvetlenir, bazen de zayıflar ve gevşer; tıpkı ipteki düğümler gibi. Halk tabakasının imanının böyle olmasını uzak bir ihtimal sanma. Bunu yahudi ve onun korku, hayal, va'z, tahkik ve burhan ile sökülemeyen ve sökülmesi mümkün olmayan imanı ile kıyaslayabilirsiniz. Aynı şekilde hıristiyan ve bid'atçının imanı ile de mukayese edebilirsin. Hristiyan ve bid'atçılardan bazı kimseler vardır ki, az bir konuşma ile şüpheye düşürülmesi mümkündür. Az bir hayal ve korku ile inancının doğruluğundan caydırılması da imkansız değildir. Halbuki bu hristiyan veya bid'atçı, tıpkı yahudi gibi, ilk inandığı zaman bu hususta şek ve şüphede değildi. Fakat bu iki grup (yani yahudi ile hristiyan ve bid'atçılar) arasındaki fark, inançtaki şiddetten neş'et etmektedir. İşte bu durum, ]aak olan inançta da mevcuttur. Sâlih amel, bu şiddetin gelişmesine ve ziyadeleşmesine yardımcıdır; suyun, ağaçların gelişmesindeki tesiri gibi müessirdir. İşte bu sırra binâen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Mü'minlere gelince, her inen sûre onların imanını artırmıştır ve onlar (o sûre) ile sevinirler. (Tevbe/124)
Allah imanlarını kat kat artırmaları için müzminlerin kal-bine manevî huzur indirdi.(Fetih/4)
Hz. Peygamber, bazı hadîslerde vârid olduğu gibi İman artar ve eksilir buyurmuştur. İmanın artışı, tâatların kalpteki tesirinden doğar. Taatların kalpteki tesiri, aneak ibadetlere devam edildiği ve onlara kalp huzuru ile dönüldüğü zaman, nefsini murâkabe eden bir kimse tarafından hissedilir. İbadete kalp huzuru ile daldığı zaman, kalbinin iman prensiplerine nasıl yöneldiğini ve nasıl sükûnet bulduğunu, imanını şek ve şüphelerle sökmeye çalışan kimseye karşı nasıl isyan bayrağını çektiğini idrâk eder.
Yetim hakkındaki merhametin mânâsına inanan insan, bu inancın sâikiyle, onun başını sıvazlar ve ona iltifat ederse, iç âleminde rahmetin kabardığını ve bu sıvazlamadan ötürü galeyana geldiğini idrâk eder. Tevâzuun iyi bir ahlâk olduğuna inanan bir kişi de, tevâzu icabı, başkasına hürmet eder, ta'zim gösterir ve o kimseye bizzat hizmet ederse kalbindeki tevâzunun engin mânâsını hisseder. İşte kalbin, zahirî amellerin çıkış noktaları olan bütün sıfatları böyledir. Zâhirî amellerin tesiri, çıkış noktaları olan kalp sıfatlarına dönerek onları kuvvetlendirir ve artırır. Bu durum, Münciyât ve Mühlikât bahsinde, bâtının zahirle ilgisi, amellerin inanç ve kalplerle olan alâkası beyan edildiği zaman, tafsilâtlı bir şekilde izah edilecektir. Çünkü bâtının zahirle ilgisi, amellerin inanç ve kalplerle olan bağlantısı, hadiselerle idrâk edilen bu kâinatın, basiretle idrâk edilen melekût âlemine bağlantısı cinsindendir. Kalp, melekût âlemindendir.
Azalar ve amelleri ise, mülk ve şuhûd âlemindendir. Bu iki âlem arasındaki ince bağ ve bağlantı, öyle bir hadde varmıştır ki, bazı insanların, iki âlemin birliğine hükmetmesine vesile olmuştur. Diğer bir grup da, şuhûd âleminden başka bir âlemin olmadığına kani olmuşlar ve şu görünen cisimlerin dışında herhangi bir varlığın mevcut olmadığına hükmetmişlerdir. Fakat iki âlemi idrâk ve ayrılıklarını müşâhede eden, aralarında bağlantı olduğuna inanan bir kimse, bu bağlantıyı şöyle tasvir etmiştir:
Hem şarap, hem de kadeh inceldi; Birbirine benzedi de mesele zorlaştı. Sanki bâde var da kadeh yok, Ve sanki kadeh var da bâde yok! Ne ise biz bu incelikleri bırakarak esas maksada dönelim. Çünkü melekût âlemi, muamele ilminin dışında kalan bir âlemdir. Şu kadar ki, iki âlem arasında ittisal ve irtibat mevcuttur, işte bu sebeple, mükâşefe ilminin muamele ilmine tırmandığını her zaman görebilirsin. Bu durum, şiddetli ve ciddî bir çalışma neticesinde vuzuha kavuşuncaya kadar böyle devam eder. İşte imanın taat ile fazlalaşmasının gereği bu mânâya göre bundan ibarettir.
Hz. Ali İman evvelâ beyaz bir nokta olarak görünür. Kul, sâlih amel işlediği zaman, bu nokta gelişir, büyür ve bütün kalbi istilâ eder. Böylece kalp, bembeyaz kesilir. Nifak da, evvelâ siyah bir nokta halinde bulunur. Allah'ın yasakları irtikâp edildikçe bu siyahlık gelişir, büyür ve sonunda bütün kalbi kaplar. Bu şekilde kalp simsiyah kesilir ve üzerine adeta mühür vurulur. İşte mânevî mühürleme budur diyerek şu ayeti okumuştur: Hayır, (zannettikleri gibi değil), doğrusu onların kazandığı günahlar kalplerini kaplamıştır. (Mutaffifîn/14) İman yetmiş küsûr babdır.49
2. İmandan, kalbin tasdiki ile birlikte azaların amelini murâd etmektir.
Nitekim, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Zâni, imanlı olduğu halde zina etmez. Sâlih amel, iman kavramının muhtevâsına dâhil olduğu zaman, artması ve eksilmesi, artık, gizlenemez bir hakîkat olarak görünür. Fakat 'Sâlih amel, mücerred tasdikten ibaret olan imanın artmasına tesir eder mi etmez mi?' meselesi tedkike değer. Biz daha önce 'tesir ettiğine' işaret etmiştik.
3. İman kavramından keşif, delil ve basîret nuruyla müşâhede edilen yakînî tasdik kastolunmaktadır. Bu üç kısmın, ziyadeleşmeyi kabul etmek hususunda imkânsız görüneni işte budur. Fakat ben derim ki: Şüphe götürmeyen yakînî emirde de nefsin İtminânı değişir. Şöyle ki her ikisinde de şek ve şüphe olmamasına rağmen, nefsin, ikinin birden fazla olduğuna dair mutmain olması, âlemin sonradan yaratıldığına dair olan itminanı gibi değildir. Çünkü yakînî meseleler vuzuh derecelerine göre değişmektedir. Nefsin onlara karşı olan İtminânı da bizzarure değişir. Biz bu keyfiyeti Ahiret Âlimlerinin Alâmetleri bölümü ile Kitab 'ul-İlm'in Yakîn bölümünde izah etmiştik. Burada ikinci defa tafsilâta lüzum görmüyoruz.
îman, bu üç mânâdan hangisi için kullanılırsa kullanılsın, âlimlerin İman, ziyade ve noksanlığı kabul eder hükmü haktır. Bu hükmün, hak olması şüphe götürmez; çünkü hadîsi şerifte 'Kalbinde zerre miktarı iman olan kişi ateşten çıkar' beyânı vârid olmuştur. Başka bir hadîste de 'zerretün min îmânin' yerine 'zerretün min dînârin' tâbiri kullanılmıştır. Eğer kalpteki tasdikler arasında fark yoksa, bu miktarların değişmesine ne mânâ vermek lâzımdır?
III. Mesele: Selefin 'Allah dilerse ben mü'minim' sözünün mânâsı nedir? Çünkü istisna şüpheyi; imanda şüphe ise küfrü iktiza eder. Bütün selef âlimleri 'Kesinlikle imanım vardır' şeklindeki cevabı menetmiş ve bu ifadeden sakınmışlardır.
Süfyân-ı Sevri "Ben Allah'ın nezdinde mü'minim diyen, yalancılardan; 'Hakikat nokta-i nazarında ben mü'minim' diyen de bid'atçılardandır" buyurmuştur. Bununla birlikte kişi, nefsinde mü'min olduğunu bildiği halde böyle derse nasıl yalancı olabilir? Çünkü nefsinde mü'min olan bir kimse, Allah nezdinde de mü'mindir. Nasıl ki bir kişi, esasında uzun boylu ve cömert ise ve bunları da biliyorsa, bu keyfiyet Allah nezdinde de aynıdır. Aynı şekilde mesrur veya mahzun, işiten veya gören de böyledir.
Eğer bir insan 'Sen hayat sahibi misin?' sualine 'Eğer Allah dilerse hayat sahibiyim' şeklinde mukabele etse, bu doğru bir cevap olmaz.
Süfyan es-Sevrî, yukarıda geçen hükmü verdiği zaman kendisine 'O halde biz ne demeliyiz?' denildi, O da 'Allah'a iman ettik ve indirdiği hükme inandık deyiniz!5 dedi. Acaba 'Biz Allah'a ve indirdiği hükme iman ettik' ile 'Ben mü'minim' arasında ne fark vardır?
Hasan Basrî'ye 'Sen mü'min misin?' diye sorulur. İnşâallah' der. 'Niçin iman'da istisna yaptın?' diye sorulduğunda da şöyle cevap verir: "Peki ya bunun üzerine Allah bana 'Yalan söyledin ya Hasan!' derse? Bu yüzden de azaba müstahak olmaktan korktuğum için böyle söyledim".
Hasan Basrî bir keresinde de şöyle demiştir: "Allah'ın bende bulunan ve malumatım dâhilinde olmayan birtakım kötülüklere muttali olması ve bundan dolayı bana buğzederek cEy kulum! Git! Senin hiçbir amelini kabul etmedim' demeyeceğinden ve yaptıklarımı boşa çıkarmayacağından emin değilim".
İbrahim b. Edhem de "Sana 'Sen mü'min misin?' denildiği zaman, 'Lâ ilahe illâllah' ile cevap ver" derdi. Bazen de "Ben imanımdan şüphe etmiyorum. Fakat bana 'Sen mü'min misin?' diye sual sorman bid'attır" buyururdu. Küfe fakihi Alkame b. Kays'a 'Sen mü'min misin?' diye sorulduğunda 'Eğer Allah dilerse, öyle ümit ediyorum' cevabını vermiştir.
Süfyan-ı Sevrî şöyle demiştir: 'Bizler Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve rasûllerine iman: eden kimseleriz. Allah nezdinde ne olduğumuzu bilmiyoruz'. Bütün bunlardan sonra, şu zevatın sözlerinde görülen istisnaların mânâsının ne olduğunu soracak olursan, bilmiş ol ki bu kabil istisnâ doğrudur. Bu istisnanın dört mânâsı vardır: Bunlardan ikisi, imanın aslındaki değil, sonu ve kemâli hakkındaki şüphelere istinad eder. Diğer ikisi ise, şüphe ile hiçbir yönde alâkası olmayan mânâlardır.
Şimdi bu dört mânânın tafsilâtına geçelim! Birinci Anlam Nefsi tezkiye etmemek için 'Ben kesinlikle mü'minim' demek-ten kaçınarak 'inşâallah' istisnasını muhakkak kullanmaktır. Nefislerinizi temize çıkarmayın. O, kendisinden korkanın kim olduğunu çok iyi bilendir. (Necm/32)
Şu kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? (Hayır iş) öyle değildir. Ancak Allah dilediğini temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez. (Nisâ/49)
Bak, Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar. Bu yanlış inançları onlara açık bir günah olarak yeter. (Nisâ/50)
Bir hakîme 'Kötü doğruluk nedir?' diye sorulduğunda, 'Kişinin nefsini övmesidir' diye cevap vermiştir.
İman, övülmenin en üstünüdür. 'Kesinlikle benim imanım vardır' demek mutlak surette nefsi tezkiye etmektir. 'İstisnâ sîgası' (inşâallah) insanı tezkiyeden uzaklaştırır.
Nitekim bir insan, 'Sen doktor musun? Fakih veya müfessir misin?' denildiği zaman; doktorluğundan, fakih veya müfessirliğinden şüphe ettiğinden değil, belki bir çeşit alışkanlıkla 'Evet, Allah dilerse...' der. Bu istisnâ ile kendisini nefsinin tezkiyesi tehlikesinden kurtarır.
Binaenaleyh istisnâ, nefisle ilgili haberleri zayıf düşürme ve tereddüt uyandırma sîgasıdır (nefisle ilgili haberlerin lüzumlu neticelerinden birisi olan nefsin tezkiyesini zayıf düşürmek içindir). İmanın esasında şüphe edildiği zaman bu siga kullanılmaz. Bu te'vile binâen, kötü bir sıfatın mevcut olup olmadığı sorulduğunda istisna etmeksizin cevap vermelidir.
İkinci Anlam Allah'ı, her hâlükârda zikretmeye çalışmak ve her emri Allah'ın dileğine ve meşiyetine havâle etmektir. Allah Teâlâ bu edebi Hz. Peygamberi Söyle öğretmektedir:
Hiçbir şey hakkında 'Bunu yarın yaparım' deme! Ancak 'Allah dilerse (yaparım)' de! Unuttuğun zaman da Allah'ı an ve 'Olur ki Rabbim beni, bundan daha yakın bir zamanda dosdoğru bir muvaffakiyete ulaştırır' de! (Kehf:23-24)
Hz. Peygamber, Allah'tan bu edep dersini aldıktan sonra, yapabileceğine şeksiz şüphesiz emin olduğu hususlarda bile bu istisnayı kullanırdı. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin diliyle aynen şöyle buyuruyor:
Andolsun ki Allah gerçekten o rüyayı Râsûlü'ne hak olarak doğru gösterdi. (Ey mü'minler)! İnşâallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde, korkmaksızm Mescid-i Harama, girecek-siniz. Fakat Allah, sizin bilmediğiniz şeyleri bildi ve Mekke'nin fethinden Önce yakın bir fetih verdi. (Fetih/27)
Allah Teâlâ, ashabın Mekke'ye gireceğini ve onların şehre girmelerine müsaade edeceğini şeksiz ve şüphesiz biliyordu. Fakat Allah Teâlâ'nın kasd-ı ilâhîsi, peygamberine edebi öğretmekti. Binaenaleyh Hz. Peygamber, ister mâlûm, isterse de şüpheli olsun, Allah'tan naklettiği herşeyde 'inşâallah' demek suretiyle bu edebin en güzel örneğini veriyordu. Hattâ kabristanın yanından geçerken veya oraya girerken şöyle derdi:
Ey mü'minler evi(nin sakinleri)! Selâm size! İnşâallah biz de, sizlere iltihak edeceğiz.50
Ölülere iltihak etmekte şek ve şüphe var mıdır? Böyle olduğu halde, Hz. Peygamber edeb icabı Allah'ı zikretmiş ve herşeyi O'nun meşiyetine bağlamıştır. Bu siga, Allah'ın zikrine o derece delâlet eder ki, kullanılışta, rağbet ve temennî izhârından ibaret olarak kabul edilmiştir. Binaenaleyh sana 'Falan adam yakında ölecektir' denildiği zaman inşâallah diye mukabele ediyorsun. Senin bu sözünden, o kişinin ölümünü şüpheli karşıladığın değil, aksine ölmesini temenni ettiğin anlaşılmaktadır. Yine sana falan adamın hastalığı yakında zâil olacak ve sıhhata kavuşacaktır' denildiğinde, o hastalığın zâil olmasına taraftar olduğunu 'inşâallah' demek suretiyle izhâr etmektesin. Demek ki, İnşâallah' kelimesi teşkik (şüpheye düşürme) mânâsından rağbet ve temenni mânâsına geçmektedir. Böylece Allah'ı zikretmek edebini göstermek için. hüküm ne olursa olsun, bu kelimeyi kullanmaktasın.
Üçüncü Anlam İstisnâ sîgasının dayandığı temel şe^'tir ve anlamı 'Eğer Allah dilerse ben hakîkî mü'minim' demektir. Çünkü Allah Teâlâ mü'minleri, hakîkî ve gayr-i hakîkî şeklinde, iki kısma ayırmış ve muayyen kimseleri kastederek 'İşte bunlar gerçek mü'minlerdir. Onlara rabbleri katında dereceler var, mağfiret ve cennette sayısız, tükenmez nimetler vardır. (Enfal/4) buyurmuştur.
İnşâallah' kelimesiyle ifade edilen şek ve şüphe imanın aslına değil, kemâline râcidir. Haddi zâtında her insan, imanının kemâlinde şüphecidir. Böyle bir şüphe küfür değildir. İman'ın kemâlinden şüphe etmek iki cihetle haktır: a.) Nifak, imanın kemâlini giderir. Halbuki bu, gizli bir haldir ve insan, bu halden, kesinlikle uzak olduğunu bilip kestiremez. b) İman, sâlih amellerle kemâle erer; fakat sâlih amellerin varlığı tam olarak idrâk edilemez. îmanın amellerle kemâle ermesi meselesine gelince, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz ki mü'minler ancak Allah'a ve Peygamberi'ne iman eden ve sonra da (imanlarında) şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlardır. İşte böyle kimseler imanlarında sâdık olanlardır. (Hucurât/15) Binaenaleyh şüphe, mü'minlerin doğru olup olmamasındadır.
Yüzlerinizi (namazda) doğu ve batı tarafına çevirmeniz hayır ve taat değildir. Hayır ve taat, Allah'a, âhirete, meleklere, O'nun indirdiği kitaplara ve gönderdiği peygamberlere iman edenin; Allah'ın rızası (nı kazanmak) için malı (fakir) akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere (kurtulmaları için) harcayanın; namazı gereği gibi kılan ve zekâtı veren kimsenin; söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin, ihtiyaç ve sıkıntı hallerinde, cihad ve savaşlarda sabredenlerin hayır ve tâatıdır. İşte bu vasıfları taşıyanlar hakka uyan sâdıklardır ve yine bunlar takvâ sahipleridir.(Bakara/177)
Allah Teâlâ, bu ayet ile imanın makbul olması için, yirmi sıfatın mevcudiyetini şart koşmuştur. Meselâ, ahde sadâkat göstermek, musibetlere karşı sabırlı olmak gibi... Allah; iman edenlerinizi yükseltsin, Kendilerine ilim verilenleriniz için ise (cennette) dereceler vardır. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Mücâdele/11)
Fetihten (Mekke'nin fethinden) evvel Allah yolunda (mal) harcayıp savaşanlarınız, diğerleriyle bir olmaz. Onlar, sonradan harcayıp savaşanlardan, fazilet ve derece yönünden daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine cenneti va'detmiştir. O bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Hadîd/10)
Onlar, Allah katında derece derecedirler. Allah (emin veya hain, bütün insanların) yaptıklarını hakkıyla görmektedir. (Al-i İmran/163) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
İman çıplaktır; elbisesi ise takvadır. İman yetmiş küsur bab'dır. Bu yetmiş küsûr babın derece bakımından en aşağısı, yoldan süprüntüleri uzaklaştırmaktır. İşte imandaki kemâlin amellere bağlılığını bildiren ayet ve hadîsler bunlardır. İman'ın, nifak ve gizli şirkten berî olmaya bağlı olmasına gelince, bu hakikatı şu hadîsler beyan buyurmaktadır:
Dört haslet vardır ki bunlar kimde bulunursa, o kimse namaz da kılsa, oruç da tutsa, 'Ben mü'minin de dese, yine de katıksız münafıktır.
Bu hasletler şunlardır: a) Konuştuğu zaman yalan söylemek, b) Sözüne muhâlefet edip va'dinden dönmek, c) Emânete hıyânet etmek, d) Herhangi bir kimse ile muhâsame ettiğinde (davalaştığında) yalan deliller uydurmak.51
Bu son şık, bazı rivayetlerde 'Başkasıyla muâhede ettiği halde hileye kaçmak'şeklinde vârid olmuştur.
Kalpler dört çeşittir: a) Her çeşit karanlıktan tecerrüd etmiş olan ve içinde pırıl pırıl parlayan bir lâmba bulunan kalptir. Bu, mü'minin kalbidir, b) Örtülü kalptir. Bu kalpte iman ve nifak birlikte bulunmaktadır. Kalpteki iman baklaya benzer; ona ancak tatlı su yardım eder ve gelişmesini sağlar. Kalpteki nifaksa çıbana benzer. Çıbanın gelişmesi irin ve sarı suyun yardımıyladır. Binaenaleyh kalpte bu iki maddeden (tatlı su ile irinden) hangisi fazlaysa, hüküm, mezkûr maddeler vasıtasıyla gelişen sıfata göredir.52
Aynı hadîsin başka bir rivayetinde 'Bu iki maddeden hangisi galip gelirse kalbi o kaplar ve elde eder' buyurulmuştur.53
Bu ümmetin münafıklarının çoğu Kur'ân okuyucularıdır,54
Ümmetimdeki şirk, karıncanın taşlar üzerinde yürüyüp bıraktığı izden daha gizlidir.55
Huzeyfe b. Yeman (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah zamanında, kişi, bir kelime konuşur ve ölünceye kadar da o kelime yüzünden münafık kalırdı. Fakat ben, bugün herhangi birinizden aynı kelimeyi günde on defa işitiyorum.56
Bir kısım âlimler 'Kendisini nifaktan uzak gören kimse, nifaka herkesten daha yakındır' buyurmuşlardır.
Huzeyfe b. Yeman (r.a) şöyle der: 'Bugün münafıklar, Rasûlullah'ın zamanından daha fazladır. O devirde münafıklar gizlenirdi. Bugünkü münafıklar ise, gizlenmeye ihtiyaç görmemekte ve açıkta kol gezmektedirler'.57
Gizli bir haslet olan nifak, imanın doğruluğuna ve kemâline zıttır. Kimde olduğu bilinmez. Fakat şu kadarı vardır ki, insanların, nifaktan en uzağı ondan en fazla korkanları; ona en yakını ise, nefsini ondan uzak bilenleridir. Hasan Basriye 'Bugün nifakın mevcut olmadığını söylüyorlar. Ne dersiniz?' diye sorulduğunda şöyle demiştir: 'Ey kardeşim! Eğer münafıklar helâk olsaydı, inanın, yollardan nefret ederdiniz'. Hasan Basrî (veya başka bir âlim) 'Eğer münafıkların kuyruğu bitseydi, toprağa ayaklarımızla basmaya muktedir olamazdık' buyurmuştur.
İbn Ömer (r.a), Haccâc-ı Zâlim'in aleyhine atıp tutan bir kimseye rastladığında, 'Eğer Haccâc burada olup da, senin bu konuşmalarını dinleseydi, yine böyle konuşabilir miydin?' diye sordu. Adam 'Hayır, konuşamazdım', deyince de 'İşte biz böyle bir hareketi Rasûlullah'ın devr-i saadetinde nifak sayardık' buyurdu.58
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Allah Teâlâ bu dünyada iki dil kullanan kimseyi, kıyamette iki dilli yapar.59
İnsanların en şerlisi, iki yüzlü olanlarıdır. Bunlar ona başka, buna ise daha başka bir yüzle gelir.60 (Yani münafıklık yapar, söz getirip götürür ve kovuculuk cinayetini irtikâb eder).
Hasan Basrî'ye Talan kimseler nifaktan korkmadıklarını söylüyorlar, ne dersin?' denildiği zaman 'Allah'a yemin ederim ki nifaktan beri olduğumu bilmem, bana dünya dolusu sarı altından daha sevimli gelirdi' demiş ve devamla da 'Dil ile kalbin, gizli ile açığın, giriş ile çıkışın aynı olmaması nifaktandır' buyurmuştur.
Adamın biri, Huzeyfe b. Yeman'a 'Ey Huzeyfe! Ben münafık olmaktan korkuyorum' der. Bunun üzerine Hz. Huzeyfe 'Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın; çünkü münafık, nifak hususunda herkesten daha emindir' buyurur. İbn Ebi Müleyke de 'Yüzotuz başka bir rivayette yüzelli sahabîye yetiştim. Hepsi de nifaktan korkuyorlardı' demiştir.
Rasûlullah (s.a) bir grup ashabı ile oturuyordu. Ashâb bir kişiden çokça bahsederek onu övdüler. O esnada bahsini ettikleri kişi nalınları elinde olduğu halde çıkageldi. Yüzünden abdest suyu damlıyordu. Alnında ise çok secde etmekten hâsıl olmuş bir siyahlık bulunuyordu. Ashâb, Hz. Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! İşte bahsettiğimiz zat budur' dediler. Rasûlullah da 'Ben onun yüzünde şeytandan gelen siyah bir ben görüyorum' buyurdu. Adam gelip selâm verdi ve ashabın arasına oturdu. Hz. Peygamber ona dönerek "Allah aşkına söyle! Burada oturanları gördüğün zaman, kafandan 'Onların içinde benden daha hayırlısı yoktur' şeklinde bir düşünce geçirdin mi?" dedi. Bunun üzerine adam şöyle cevap verdi: 'Rabbim beni affetsin! Evet geçirdim'.61
Rasûlullah da şöyle dua etti: 'Ey Allahım! Bildiğim ve bilmediğim şeylerden dolayı senden affedilmemi talep ediyorum'. Bunun üzerine sahabîler Hz. Peygambere 'Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi korkuyorsun? diye sordular. Rasûlullah da 'Kalpler, Rahman olan Allah'ın (kudret) parmaklarından ikisi arasındadır. Onu dilediği şekilde evirip çevirir. O halde beni Allah'ın azabından emin kılan ne olabilir?' buyurdu ve devamla şu ayeti okudu: Eğer yeryüzünde bulunanların hepsi bir misli ile beraber o kâfirlerin olsa kıyamet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka feda ederlerdi. Çünkü (o gün) Allah tarafından (dünyada) hesaba katmadıkları şey kendilerine görünür. (Zümer/47)
Bu ayetin tefsirinde: 'Onlar dünyada, iyilik zannıyla birtakım çalışmalar yaptılar; fakat bu çalışmaları, Allah'ın huzurunda kötülükler kefesine konuldu' denilmiştir.
Sırrî es-Sakatî şöyle demiştir: "Eğer bir kişi, dünyanın bütün ağaçlarını bir yerde toplasa ve sonra da dallarında dünyanın bütün kuşlarının cıvıldaştığı bu bahçeye girse ve oradaki her mahlûk kendi diliyle o insana 'Ey Allah'ın velisi! Selâm sana!' deseler ve bunun üzerine nefsi velilik hevesine kapılsa, o kişi nefsinin elinde esirdir".
Sözü edilen hadîsler ile selef-i sâlihînden nakledilen rivayetlerin tamamı, sana, durumun ne kadar tehlikeli olduğunu ve bu tehlikenin, nifakın inceliğinden ve şirkin gizliliğinden meydana geldiğini anlatmış bulunuyorlar. Yine sana, hiç kimsenin, hiçbir zaman nefis, nifak ve gizli şirkten emin olamayacağını da bildirmişlerdir. Hattâ ikinci halife Hz. Ömer dahi münafıkların alâmetlerini çok iyi bilen Huzeyfe b. Yeman'a kendi durumunu sorar ve 'Acaba ben de münafıklar arasında mıyım?' diye düşünürdü.
Ebû Süleyman ed-Dârânî 'Bazı yöneticilerden, şeriata uygun olmayan birtakım sözler işittim ve bunları inkâr etmek istedim. Fakat o zâlim yöneticilerin beni öldürtebileceklerinden korkarak bu işten vazgeçtim. Ancak korkum öldürülmekten değil, can çekişirken halk tarafından süslü ve mücâhid görülmemden dolayı gurura kapılmaktandı' buyurmuştur.
Bu tür nifak, imanın hakîkatına, doğruluğuna, kemâl ve sefavetine zıt düşen münafıklıktır. Tma'ın aslına tesir etmez.
Nifak'ın Kısımları Nifak iki kısma ayrılır: 1. İnsanı dinden çıkarır ve küfre sokar. Böylece insan ebediyyen cehennemde kalacak olanların zümresine dâhil olur. 2. Sahibini bir müddet için ateşe götürür veya onun illiyyîn deki derecesini eksiltir ya da onu sıddîklar rütbesinden düşürür. İşte müzminlerde bulunmasında şüphe edilen nifak bu ikinci kısma dâhildir.
Mü'minde böyle bir nifakın bulunması ihtimal dâhilinde olduğu için, imanda istisnâ yapmak, yani 'İnşâallah' demek en uygunudur. Bu ikinci kısım nifakın esası, insan oğlunun gizlisiyle açığı arasındaki ayrılıktır. Allah'ın azabından emin olmak ve nefsinin yaptıklarına güvenmekten ve bunlara benzer birtakım zararlı emirlerden ancak sâdıklar korunabilir.
Dördüncü Anlam İman' da yapılan istisnanın şekke dayandığını söylemiştik. Bu şekildeki bir istisnâ, neticeden korkulmasından neş'et etmektedir. Çünkü mü'min kişi imanının ölüm ânında, yüzdeyüz sağlam kalıp kalmayacağını bilmemektedir. (Allah korusun) eğer sonuç küfür ile neticelenirse daha evvel yapılan bütün ameller yanıp kül olacaktır; çünkü amellerin geçerli olması sonucun selâmetine bağlıdır.
Eğer oruçlu birisine, kuşluk zamanı, orucunun sağlam ve doğru olup olmadığı sorulsa 'Ben kesinlikle oruçluyum' dediği halde, bilâhere gündüzün ortasında orucunu bozarsa yalan söylemiş olur. Çünkü orucun doğru olması, gündüzün sonuna, yani güneşin batışına kadar devam etmesine bağlıdır. Gündüzün, orucun tamam olmasının ve doğruluğunun mîkatı oluşu gibi, insan ömrü de imanın doğruluğunun mîkatıdır. Vakti tamamlanmadan önce imanı sıhhat ve doğrulukla tavsif etmek, ancak başlangıçta bulunmasının sonuca kadar devam etmesine bağlıdır. Böyle bir devam ise şüphelidir. Mü'minlerin çoğunun korkarak ağlaması, işte bu neticenin belli olmamasından ve bunun ezelî bir hükmün ve ezelî bir meşietin semeresi olmasından ileri gelmektedir. Bu ezelî hüküm de ancak başa geldiği zaman bilinebilmektedir. Beşerden hiçbir kimse bu hükme muttali olamamıştır. Binaenaleyh neticenin korkusu, başlangıcın korkusu gibidir.
Çoğu zaman, içinde bulunulan anda, geçmiş kelimenin zıttı belirir. O halde Allah tarafından kendilerine cennet takdir edilen kimselerden olduğunu kim iddia edebilir? Bir de ölüm sarhoşluğu (can çekişme) gerçek olarak (bil hakkı) gelmiştir. 'İşte (ey insanoğlu!) Bu senin kaçıp durduğun şeydir' (denilir).(Kaf/19)
Bi'l-hakkı kelimesi ezelî hüküm, anlamında tefsir edilmiştir; yani 'Ezelî hükümle takdir edilen ölüm sarhoşluğunu açığa vurdum...' demektir.
Seleften bazıları 'Çalışmaların gerçek neticeleri ancak kıyamette belli olur' buyurmuşlardır. Ebû Derda (r.a) İmanının selbolunmayacağından emin olan kişinin imanı mutlaka selb olur' diye yemin ederdi. 'Birtakım günahlar vardır ki, onların cezası kötü netice ve imansızlıktır' denilmiştir ki böyle günahlardan Allah'a sığınırız.
Yine şöyle denilmiştir: 'İmansızlık ve su-i hatimeye vesile olan günahlar, yalan yere keramet ve velilik taslamak iddiasıdır'.
Bazı ârifler şöyle demişlerdir: 'Eğer evimin cümle kapısının yanında bana şehâdet mertebesi ve odanın kapısında da tevhid üzere ölüm arzedilse, tevhid üzere odanın kapısında ölmeyi, cümle kapısına giderek şehid olmaya tercih ederim. Çünkü odanın kapısından cümle kapısına varıncaya kadar kalbimde beni tevhidden ayıracak ne gibi hallerin meydana geleceğini bilmiyorum.
Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: 'Eğer bir kişiyi elli sene muvahhid (Allah'ı birleyici) olarak tanımış olsam; sonra aramıza bir direk girip de o direğin ötesinde vefat etse, onun kesin olarak, tevhid üzere öldüğünü söyleyemem.
Bir hadîsinde de Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: Kim 'Ben mü'minim, deyip (Allah'ın azabından emin olursa) o kâfirdir ve kimde 'Ben âlimim, derse, o da cahildir'.63 Rabbinin emir ve yasakları doğruluk ve adalet yönünden tamamlandı. O'nun kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kimse yoktur. Allah onların dediklerini hakkıyla işitici, gizlediklerini de kemâliyle bilicidir. (En'am/115)
"Bu ayetteki, 'doğruluk' mânâsına gelen 'sıdkan' kelimesi, iman üzere ölenler içindir. Adalet mânâsına gelen' Adlen' kelimesi de şirk üzere ölenler içindir" denilmiştir.. Allah Teâlâ Hac suresinin 41. ayetinin son cümlesinde 'Bütün işlerin sonucu Allah'ındır' buyurmuştur. Binaenaleyh mademki mü'min bir kişi için şek ve şüphe ve sonuçtan emin olmamak bu raddeye kadar yükselmiştir, o halde imanda istisnâ; yani 'inşâallah' demek vâcibdir.
Oruç, insanın mükellef olduğu bir vazifeyi yerine getirmesinden ibaret bulunduğu gibi, iman da, cenneti icab ettiren durumdan ibarettir. Güneş batmadan evvel fesada uğrayan oruç ise, insanın zimmetini oruçsuzluk mesuliyetinden kurtaramaz oruçluktan çıkarak. Binaenaleyh insanın son nefesinden evvel ifsâd olunan iman da bidayette vardı diye insanı kurtaramaz. Hatta tutulmuş ve eda edilmiş bir oruçtan sonra bile 'Dün oruç tuttun mu?' sorusuna ancak 'Evet, eğer Allah dilerse' şeklinde cevap verilmesi gerekir; zira hakikî oruç Allah tarafından kabul edilen oruçtur. Allah tarafından kabul edilen oruç ise, O'ndan başka kimse tarafından bilinmemektedir. İşte neticenin karanlık oluşundan ötürü bütün gerçek amel ve ibadetlerde istisnâ, ancak ibadetlerin kabul olup olmamasının meçhul oluşundan doğar. Zirâ ibadetin sıhhatına, zahiren şart koşulan bütün şartların tahakkuku ile beraber bazen Allah'tan başka hiç kimse tarafından bilinmeyen gizli sebepler mâni olmaktadır. Binaenaleyh edebe uygun düşen, istisnayı getirmek (inşâallah demek) ve her ibadetin makbul olup olmamasına şüpheyle bakmaktır. İşte 'Sen mü'min misin?' sualinin cevabında 'Eğer Allah dilerse ben mü'minim' demeyi güzel kılan mânâlar bunlardan ibarettir. Böylece akaid kaidelerinin bahsini burada kapatıyoruz.
Allah'ın izniyle Kitabu Kavâid'il-Akaid sona erdi. Allah Teâlâ, efendimiz Hz. Muhammed'e ve tüm seçkin kullarına hayırlar ihsan eylesin! Âmin!
40) Bu ayette geçen 'iman ettinizse' mânâsına gelen 'in kuntum âmentüm' ibaresi, 'teslim olmuş müslümanlarsanız' mânâsında olan 'müslimîn' tâbiri ile aynı mânâya gelmektedir. 41) Buhârî ve Müslim, (İbn Ömer'den) 42) Sa'd b. Ebî Vakkas, cennet ile müjdelenen on kişiden biridir ve bunların en son ölenidir. H.. 57 yılında vefat etmiştir. 43) Krş. Buhârî ve Müslim 44) Ahmed b. Hanbel ve Taberâni, (Amr b. Anbese'den sahih bir isnadla) 45) Buhârî ve Müslim, (Ebû Said el-Hudrî'den) 46) Taberânî, Evsat, (Ebû Said'den) 47) Âsilerin azap görmeleri hakkında, İmam Buhârî, Hz. Enes'ten Tapmış oldukları günahlarından ötürü birtakım kimseler cehennemi boylayacak-lardır' hadîsini rivayet etmiştir. 48) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den) 49) Buhârî ve Müslim, (Ebu Hüreyre'den) 50) Müslim, (Ebû Hüreyre'den) 51) Buhârî ve Müslim, (Abdullah b. Amr'dan) 52) İmam Ahmed, (Ebû Said'den) 53) Metinde kalplerin üçüncü ve dördüncü kısımları zikredilmemiştir. Oysa başka bir hadîste şu taksim vardır: a) Kabuklu kalp (kâfirin kalbi), b) örtülü kalp (münafığın kalbi), c) Her kötülükten soyunmuş kalp (mü'minin kalbi), d) içinde hem iman, hem de nifak olan kalp. 54) îmam Ahmed ve Taberânî, (Ukbe b, Âmir'den) 55) Ebû Yala, İbn Adiy ve ibn Hibban (Ebubekirden); İmam Ahmed ve Taberânî, (Ebû Musa'dan) 56) İmam Ahmed, (Hâvisi meçhul bir senedle) 57) İmam Buhârî, bu hadîsi 'ok&@r' kelimesi yerine 'şer' kelimesiyle nâkletmiştir. 58) imam Ahmed ve Taberânî, (İbn Ömer'den) 59) Bu hadîs, Râsulüllah'ın müstakil bir hadîsi olmayıp, İbn Ömer'in bundan önce geçen konuşmasının devamıdır. Ancak dalgınlık sonucu müellif tarafından yanlışlıkla hadîs olarak gösterilmiştir. (Zebîdî, îthaf-us-Saade, 11/271) 60) Buhârî ve Müslim, (Ebû Hüreyre'den) 61) İmam Ahmed , Bezzar ve Dârekutni, (Enes'ten) 62) Müslim, (Hz. Âişe'den) 63) Taberânî, Evsat, (İbn Ömer'den); Taberânî, Asgar; senedinde zaaf vardır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...