22 Nisan 2015

Adabi kesb vel Meaş İmam-ı Gazali



Adabi kesb vel Meaş İmam-ı Gazali

3.1 Giriş 3.2 Dünya ve Ahiret İşlerinde Tüccarın Dini İçin Titiz Davranması 3.3 Kazancın Fazileti ve Kazanca Teşvik 3.4 Ticarette Haksızlıktan Kaçınıp Adaletli Davranmak 3.4.1 1-BİRİNCİ KISIM:Zararı Umumi Olan 3.4.2 Zararı Sadece Ticaret Yapana Mahsus Olan (2. Kısım) 3.5 Ticarette İhsan (İyi Davranmak) 3.6 Ticarî İlişkilerin Sıhhatini Bilmek 3.6.1 1. Bey' (Alışveriş) 3.6.2 2. Riba (Faiz) 3.6.3 Selem 3.6.4 İcare 3.6.5 Kırad 3.6.6 6-Şirket (Ortaklık)
Giriş
Tevhidinde hak ve bir olan Allah'tan başka herşeyin bütünüyle yok olup gideceğine inanan muvahhidin hamdiyle Allah'a hamdederiz. Hiç çekinmeden, Allah'tan başka herşeyin bâtıl olduğunu açık bir dille belirten bir kimsenin tâzimiyle Allah'ı tâzim ederiz. Yerde ve göklerde ne varsa, hepsi bir araya toplansa bile ne bir kara sineği, ne de bir çekirgeyi (veya zerreyi) yaratmaya güçlerinin yetmeyeceğini ilân eden bir kimsenin tebciliyle Allah'ı tebcil ederiz. Yeryüzünü kullarına yaygı ve döşek gibi serdiğinden, gökleri de kubbe olarak yücelttiğinden ötürü Allah'a şükrederiz. Geceyi gündüz üzerine sardığından, geceyi insanlar için örtü kılıp gündüzü de maişet zamanı kıldığından ötürü Allah'a şükrederiz. Gündüzü insanlar için maişet vakti kılmıştır ki, insanlar fazlını aramak için yeryüzüne dağılsınlar ve elde ettikleri nimetlerle ihtiyaçlarını gidersinler.
Rasûlü üzerine rahmet deryalarını coşturmasını talep ederiz. O öyle bir rasûldür ki, mü'minler (kıyamette) susuz olarak onun havzına vardıklarında kana kana o havuzdan içip dönerler. Onun âli ve ashâbı için de aynı temennide bulunuyoruz. O ashâb ki, İslâm'a yardımda zerre kadar ihmalkârlık yapmayıp canla başla çalışmışlardır. Yarab! Hz. Peygambere ve ashabına salât ve selâm eyle!
Terbiyecilerin terbiyesi, sebeplerin hazırlayıcısı olan Allah, ahireti sevap ve ceza evi, dünyayı da kazanç, çalışma ve zorlukları yüklenme yeri kılmıştır. Dünyadaki çalışma, sadece ahiret için olup, dünya geçimini ihmal etmek demek değildir. Aksine dünya geçimliği, ahirete selâmetle vardırmak için vesile ve ahiret için yardımcıdır. Bu bakımdan dünya, ahiretin tarlasıdır ve ahirete selâmetle vardıran bir merdivendir.
İnsanlar -kazanç hususunda- üç kısma ayrılır: a)Dünya geçimiyle meşgul olan ve kendisini ahiretinden tamamen uzaklaştıran kişi ki helâk olanlardandır.
b)Ahireti kendisini dünya geçiminden alıkoymuş olan kişi ki kurtulmuşlardandır.
c)Ahiretini düşünerek çalışıp, dünya ile ikisini birden yürüten kişi ki orta yolda gidenlerdendir. İktisad mertebesine (itidale), ancak kazanç elde etmek hususunda doğru yoldan ayrılmayan bir kimse varabilir. Dünyasını ahirete vesile yapsın diye çalışan bir kimse, ilâhî nizamın edebleriyle edeblenmedikçe bu sahada ilerlemiş sayılmaz. Biz ticaret, sanat ve diğer çalışma dallarının edeb ve sünnetlerini teker teker sayacağız ve bunları beş bölümde açıklayacağız:
-Birinci Bölüm: Kazancın fazileti ve ona teşvik edici deliller
-İkinci Bölüm: Ticarî ilişkilerin sıhhatini bilmek
-Üçüncü Bölüm: Ticarette adâletli olmak
-Dördüncü Bölüm: Ticarette iyi davranmak
-Beşinci Bölüm: Tüccarın kendisini ve dinini koruması
Dünya ve Ahiret İşlerinde Tüccarın Dini İçin Titiz Davranması
Dünya kazancı, tüccarı ahiretinden uzaklaştırmamalıdır. Böyle olduğu takdirde tüccarın ömrü zâyi olur, ticareti de zarardan başka birşey olamaz. Ahiretin kârından kaçırdığını, elde ettiği dünyalıkla telafi etmesi mümkün değildir. Böyle hareket ettiği takdirde ahiretini verip, dünya hayatını satın alan kimselerden olur. Bilâkis akıllı bir kimse, herkesten evvel nefsine şefkat göstermelidir. Nefse şefkat göstermek de ancak sermayeyi korumak suretiyle olur. -Hakikî- sermayesi ise dinidir ve dinindeki ticaretidir. Seleften bazıları şöyle buyurur: 'Akıllı bir kimse için en iyi şey, geçici dünyada en fazla muhtaç olduğu şeydir. Geçici dünyada en fazla muhtaç olduğu şey ise, gelecek âlemde neticesi en güzel olan şeydir'.
Muaz b. Cebel (r.a) vasiyetnamesinde şöyle yazdı: 'Senin dünyadaki nasibin elbette ki senin için lâzımdır. Fakat sen ahiret nasibine dünya nasibinden daha fazla muhtaçsın. Bu bakımdan önce ahiret nasibinden başla, onu edin; zira böyle yaptığın takdirde nasibinin yanından geçer, onu da tanzim edersin'.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
'Dünyada olan nasibini unutma.' (Kasas/77)
Yani ahiretin için dünyadan olan nasibini dünyada unutma. Çünkü dünya, ahiretin tarlasıdır. Sevaplar dünyada kazanılır. Tüccarın dinini korumak makamındaki şefkati ancak yedi şeyi gözetmekle tamamlanabilir:
1. Birincisi, ticaretin başlangıcında güzel niyet ve inançtır. Tüccar bir kimse ticaret yapmakla helâlinden kazanıp halkın elinden gözünü ayırmak ve dilenciliği bırakmak niyetini taşımalıdır. Elde ettiği servet ile dinine yardım etmeyi, çoluk çocuğunun nafakasını temin edip bu hususta mücahid olanların zümresinden olmaya niyet etmelidir. Aynı zamanda müslümanlar için nasihat etmeyi ve kendi nefsi için sevdiğini başka insanlar için de sevmeyi niyet edip kasdetmelidir. Daha önce söylediğimiz gibi, alışverişinde adâlet ve ihsan yoluna tâbi olmaya niyet etmelidir. Pazarda gördüğü her işte emr-i bilmaruf ve nehy-i an'il-münker'e niyet etmelidir. Zira tüccar bir kimse bu niyetleri kalbinde taşıdığında ve bu inançlara sahip bulunduğunda ahiret yolunda çalışmış bir kimse olur. Eğer bu çalışma neticesinde mal da elde ederse bu da kâr üzerine kârdır. Eğer bu niyetlerle beraber dünyalık hususunda zarar etse dahi ahiretindeki kârı muhak-kaktır.
2. İkincisi, sanatında veya ticaretinde farz-ı kifayelerinden birini yapmayı kasdetmektir. Zira sanatlar ve ticaretler terkedildiği takdirde hayat dumura uğrar, insanların çoğu helâk olur. Bu bakımdan insanların işlerinin intizama girmesi, ancak bütün insanların yardımlaşmasıyla ve her grubun çalışmasıyla cemiyetin hayatını tekeffül etmeye bağlıdır. Eğer insanların tamamı bir sanata yönelirse diğer sanatlar dumura uğrar ve bütün insanlar helâk olur. İşte insanların bir kısmı Hz. Peygamber'in (s.a) 'Ümmetimin ihtilâfı rahmettir'62 hadîs-i şerifini bu mânâ üzerine hamletmişlerdir. Yani ümmetin sanatlar ve işlerdeki değişik fikirleri onları helâk olmaktan korumak bakımından rahmettir.
Sanatların bir kısmı vardır ki, pek önemli değildir ve bir kısmı da vardır ki, dünyada süslü gezmek, lüks bir hayat yaşamak için talep edilir. Böyle bir sanattan da mü'min bir kimse müstağnidir. Mü'min bir kimse, cemiyetin hayatında önemli olan bir sanatla uğraşmalıdır ki, o sanat ile uğraştığında müslümanların ihtiyaç cephelerinden birini kapatmış olsun. Aynı zamanda da uğraştığı sanatın dince de önemli olması gerekir ki o sanatı yapmakla beraber, dinin önemli saydığı bir açığı kapatmış olsun. Nakışçılık, kuyumculuk ve harç ile duvarları kuvvetlice yapmak sanatından ve dünyanın süslenmesine elverişli olan bütün sanatlardan sakınmak gerekir. Zira bütün bu sanatları dindar kimseler kerih görmüşlerdir.
Çalgı ve benzeri aletleri yapmak, kullanılması haram olan aletleri imâl etmek gibi sanatlardan kaçınmak, zulmü terketmek kabilindendir. Terzinin, erkekler için (saf) ipekliden cübbe dikmesi, dökümcünün altından terkip edilmiş at eğeri veya erkekler için altın yüzükler yapması, bunların hepsi kullanılması haram olan aletleri yapmak grubuna dâhildir. Onların terkedilmesi zulmü terketmek gibidir. Bütün bunları yapmak günahlardandır. Bunların karşılığında alınan ücret haramdır. İşte bu sırra binaen biz bunlarda zekâtın farz olduğunu söyledik. Her ne kadar biz (Şâfiîler) süs eşyasında zekâtın farz olmadığına kani isek de... Zira süs eşyaları erkekler için olursa, haram olurlar. Eğer bu şekil süs eşyaları kadınlar için dahi yapılmış ise, kadınlar için mübah olan ziynet grubuna dahil olamazlar. Eğer onlarda kadınlar için ziynet kastedilmezse... Bu bakımdan kadınlar için yapılan bu şekildeki eğerler ve altın yüzükler, ancak kadının süs eşyası kastıyla yapıldığı takdirde, süs eşyası hükmüne geçer. Biz daha önce yiyecek maddelerinin ve kefenlerin satılmasının mekruh olduğunu söylemiştik. Zira bunları satmak, insanları ölümünü beklemeyi ve piyasanın anormal bir şekil almasını istemeyi gerektirmektedir. Kişinin hayvan kesicisi olması da mekruhtur. Çünkü bu sanatla insanın kalbi katılaşır. Kişinin haccam (kan alıcı) veya süpürgeci olması da mekruhtur. Çünkü bu sanatlarda necasete karışmak ve uğraşmak vardır. Debbağ ve debbağlık mânâsında herhangi bir sanata sahip olmak da böyledir. İbn Sîrîn, kişinin tellâl olmasını da mekruh görmektedir. Ebu Katâde b. Deâme, tellâlın ücretinin mekruh olduğunu söylemiştir. Umulur ki tellâl ücretinin mekruh oluşu, tellâlların pek az yalandan kurtulmaları ve malın satılması ve fiyatının yükselmesi için ifrat derecede o malı övmeleri buna sebep olsa gerek. Bir de tellâllıkta çalışma miktarı hiçbir zaman belli olmaz. Bazen az olur bazen de çok. Tellâllık ücretinde, tellâlın çalışmasına bakılmaz. Belki satılan elbisenin kıymetine bakılır ve âdet de böyledir. Bu ise, zul-mün ta kendisidir. Bilâkis bir insanın yorgunluk miktarına baka-rak onun ücretini takdir etmek gerekir. Ticaret için hayvan satın almayı da kerih görmüşlerdir. Zira hayvanı ticaret için alan bir insan, o hayvan hakkındaki ilâhî kaza ve kaderi hoş görmez. Yani hayvanın ölümünü iyi karşılamaz. Oysa 'Hayvanı sat! Arazi, ev ve arsa gibi ölmezleri al!' denilmiştir.
Selef-i Sâlihîn sarraflık yapmayı da kerih görmüştür. Zira sarraflık, bizzat kendisi istenmeyen, ancak geçerliliği kastolunan bir nesnede onun ince özelliklerini aramak demektir. Çok zaman malın sahibi paranın inceliklerinden gafil olup onun gafletinden istifade etmeksizin kâr etmek sarraf için mümkün değildir. Sarraf ne kadar ihtiyatlı davranırsa davransın hilelerden çok az kurtulabilir. Sarraf bir kimse ve başka bir satıcı için tüm paranın ve dinar-ların kırılması mekruhtur. Ancak o paranın katışık olmasından şüpheye düşer veya zaruret olursa, o vakit kırabilir. Ahmed b. Hanbel şöyle buyurmuştur: 'Hz. Peygamber ve onun ashâbından, kırılmamış paralardan eritip başka bir maddeyi dökmek ve yapmak (kuyumculuk) hakkında yasak vârid olmuştur. Ben de tedâvüldeki paraların kırılmasını ve parçalanmasını mekruh görmekteyim. Ancak kişi dinarlarla dirhemleri satın alır. Sonra dirhemlerle altını satın alır ve o altından istediği eşyayı ya-par'. Manifaturacılık yapmayı, müstehab görmüşlerdir. Said b. Müseyyeb şöyle buyurmuştur: 'Manifaturacılıkta fuzulî yerde yemin etmek sözkonusu değilse, bence bu ticaretten daha sevimli bir ticaret yoktur'.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Ticaretlerinizin en hayırlısı bezzazlık (kumaş ticareti)dir. Sanatlarınızın en hayırlısı ise, inci işlemeciliğidir.63
Eğer cennet ehli ticaretle uğraşsaydı, muhakkak ki bez ticareti (manifaturacılık) yaparlardı. Eğer cehennem ehli ticaretle uğraşsaydı, muhakkak ki, sarraflık yaparlardı.64
Selef büyüklerinin çoğu şu on sanatı tercih ederlerdi:
1.İnci işlemeciliği 2.Ticaret 3.Nakliyecilik 4.Terzilik ve ayakkabıcılık 5.Bez ağartıcılık 6.Terlik imalâtı 7.Demircilik 8.Dokumacılık 9.Karada ve denizde avcılık 10.Hattatlık
Abdulvehhab el-Verrak65 şöyle anlatır; Ahmed b. Hanbel benden 'Sanatın nedir?' diye sordu. Ben ise 'Hattatlık' dedim. Bunun üzerine 'Hattatlık helâl kazançtır. Eğer ben elimle bir sanat yapsaydım mutlaka senin sanatını yapardım. Sakın orta kısmına yazmaktan şaşma. Hâşiyelerde (sahife kenarlarında) yer bırak. Cüz'lerin arka kısımlarına da yazma' dedi. Sanatkârlardan dört grup halkın nezdinde zayıf görüşe sahip olmakla bilinirler.
a)Örücüler b)Pamukçular c)Yün eğiricileri d)Muallimler
Bu grupların halk nezdinde zayıf görüşlü olarak bilinmelerinin hikmeti şu olabilir: Çünkü bunların karıştıkları ve konuştukları, çoğunlukla kadınlar ve çocuklardır. Aklen gelişmemiş kimselerle oturup-kalkmak ise, aklın zâfiyetine yol açar. Nitekim akıllılarla oturup-kalkmak da aklın artmasına vesile olduğu gibi... Mücahid'den şöyle rivayet edilir:66 Hz. İsa'nın annesi Meryem (a.s), oğlu İsa'yı ararken dokumacıların yanından geçerek yolu sordu. Dokumacılar ise, Meryem'e yanlış yol gösterdiler. Bunun üzerine Hz. Meryem onlara şu bedduâda bulundu: 'Ey Allahım! onların kazancından bereketi kaldır! Onları fakir olarak öldür ve onları insanların gözünde hakir göster!' Allah Teâlâ tarafından Hz. Meryem'in bu duası kabul olundu. (Şâyân-ı itimad bir rivayet değildir).
Selef-i Sâlihîn, farz-ı kifâyeler ve ibâdetler kabilinden olan herhangi bir şeyin karşılığında ücret almayı hoş görmezlerdi. Meselâ, ölü yıkamak, ölüyü gömmek, ezan okumak, teravih namazını kıldırmak gibi... Her ne kadar bu çalışmalar karşılığında alınan ücretin doğruluğuna hükmedilmiş ise de... Kur'ân ve şer'î ilimleri öğretmek de böyledir. Zira bu çalışmalar karşılığında dünya ücreti değil de ahiret ücreti düşünülmelidir. Bunların karşılığında ücret almak ise, âhireti dünya ile değiştirmek mânâsına gelir. Böyle bir muamele ise, müstehab değildir.
3. Üçüncüsü, dünya pazarı, müslüman kişiyi ahiret pazarından menetmemelidir. Ahiretin pazar yerleri camilerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Nice adamlar vardır ki, ne bir ticaret ne de bir alışveriş, Allah'ı anmaktan, namazı gereği üzere kılmaktan ve zekât vermekten kendilerini alıkoymaz. (Nûr/37) Aynı sûrenin 36. ayetinde de şöyle buyurulmaktadır: Bu lamba, o mescidlerde yakılır ki, onların yüce tanınmasını ve içlerinde isminin anılmasını Allah emretmiştir. Bu bakımdan müslüman tüccar gündüzün başlangıcından pazar kuruluncaya kadar vaktini ahiret pazarına girmeye tahsis etmelidir. Camide zikir ve fikir ile meşgul olmalıdır. Virdlerine devam etmelidir. Hz. Ömer tüccarlara şu şekilde hitab ediyordu: 'Ey tüccarlar! Gündüzlerinizin başlangıcını ahiretinize tahsis ediniz. Ondan sonraki zamanınızı da dünyanıza...'
Selef-i Sâlihîn günün başlangıcını ve sonunu ahirete ayırarak günün ortasında ticaretle uğraşırlardı. Herise (dövmeden yapılmış bir yemektir) ve kelle-paçayı sabahleyin ancak bâliğ olmayan çocuklar ve İslâm diyarında yaşayan zimmîler satarlardı. Çünkü bâliğ müslümanlar ise, o zaman hâlâ mescidlerde ibadet etmekle meşguldüler.
Melekler, kulun amel defterini Allah'ın huzuruna götürdükleri zaman, o defterde günün başında ve sonunda Allah'ın zikri ve işlenilmiş bir hayır varsa Allah Teâlâ bu iki vaktin arasında işlenen kötü amellerine onu kefaret kılar.67
Gece nöbetçisi bulunan meleklerle gündüz nöbetini devralan melekler fecrin doğuşunda ve ikindi namazında bir araya gelirler. Bunun üzerine Allah Teâlâ -herşeyi onlardan daha iyi bildiği halde- kendilerine şöyle sorar: -Kullarımı nasıl ve ne ile uğraşırken bıraktınız? -Onları namaz kıldıkları halde terkettik ve (yine nöbeti devralmak için) geldiğimizde onları namaz kılarken gördük. -O kullarımı affettiğime dair sizi şahid kılıyorum. Sonra kişinin günün ortasında birinci (öğle) veya ikindi namazı için okunan ezanı işittiği zaman, başka bir işe yönelmemesi, yerinden kalkıp işini bırakması uygun bir harekettir. Zira imam ile beraber alınan tekbirin faziletini kaçırmaya karşılık olarak dünya içindekilerle beraber verilse yine de değmez. Eğer tüccar bir kimse cemaat namazına iştirak etmezse, bir kısım âlimlere göre günahkâr olur.
Selef-i Sâlihîn ezanı işitir işitmez pazar ve çarşıları çocuklar ile zimmîlere bırakıp boşaltır, camilere akın ederlerdi. Namaz vakitlerinde dükkânlarını korumak için kıratlar (paranın küçük birimleri) vererek çocuklar veya zimmîleri bekçi tutarlardı ve bu ücretler de bu tür işlerde çalışanlar için maişet vesilesi olurdu. 'Onları Allah'ın zikrinden ne bir ticaret, ne de bir alışveriş meşgul etmez' (Nûr/37) ayetinin tefsirinde şöyle vârid olmuştur: Onlar demirci ve inci işlemecisi idiler. Bu bakımdan onlardan herhangi biri çekicini demire indirmek üzere yukarı kaldırır veya inciyi delmek üzere çarkı harekete geçirir ve tam bu durumda iken ezan sesini işitir, çarkı inciden çekmez, yukarıda kalan çekici demire vurmaz, derhal elindekileri atar, namaza kalkardı.
4. Sadece bununla yetinmemeli, çarşıda ve pazarda Allah'ın zikrini daimî bir şekilde yapmalı, tehlil ve tesbihlerle (alışveriş es-nasında dahi) meşgul olmalıdır. Çarşıda gafiller arasında Allah'ı zikretmek camide zikretmek-ten daha faziletlidir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Gafiller arasında Allah'ı zikreden, düşmanın önünden kaçanların arkasında savaşan ve ölüler arasında diri bulunan bir kimse gibidir.
Bu hadîs 'Kurumuş bitkiler arasında yemyeşil bir ağaç gibidir' şeklinde de gelmiştir.
Kim çarşı ve pazara girip 'Allah'tan başka ilah yok! Allah kuvvet ve kudretinde tekdir. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Hamd O'nundur. Dirilten ve öldüren O... O, ölümsüz diridir. Hayr O'nun kudret elindedir. O, herşeyi yapmaya kâdirdir' dese Allah Teâlâ onun için bir milyon hasene yazar.68
İbn Ömer, Salim b. Abdullah, Muhammed b. Vasık ve diğer sahabîler69 çarşı ve pazara bu zikrin faziletine nail olmak için giderlerdi. Hasan Basrî şöyle buyurmuştur: Pazarda veya çarşıda Allah'ı zikreden bir kimse kıyamet gününde haşre gelir. Onun ayın ziyası ve güneşin burhanı gibi bir burhanı vardır. Pazarda Allah'tan af dileyen bir kimseye Allah Teâlâ o pazarda bulunan-ların adedince sevap verir'.
Hz. Ömer (r.a), çarşıya girdiği zaman şöyle derdi:
Ey Allahım! Küfürden ve fısktan ve bu çarşıdaki şeylerin şerrinden sana sığınıyorum. Ey Allahım! Yalan yemin et-mekten, zarar edici bir alışverişten sana sığınıyorum. Ebu Câfer el-Ferganî şöyle anlatır: Birgün biz Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanında bulunuyorduk. Onun meclisinde camilerde oturup kendilerini sûfîlere benzeten, camide oturmanın âdabında kusur yapan ve pazarlara gidenlerin ayıplarını araştıran birtakım kimselerden bahsedildi. Bunun üzerine Cüneyd şöyle buyurdu: 'Çarşıda nice kişiler vardır ki, camiye girip camide (güya) zikir ile meşgul olan bazı kimselerin kulağından tutup camiden dışarı atıp onun yerine oturmak selâhiyetine sahiptir. Ben çarşıda çalışan bir kişiyi biliyorum ki, hergün üçyüz rek'at ve otuz bin tesbih onun virdi ve vazifesidir'. Ferganî diyor ki: 'Benim aklıma Cüneyd'in bu söz ile kendi nefsini kastettiği geldi'.
Abdullah'tan biridir. Salim b. Abdullah ise Hz. Ömer'in torunu ve İbn Ömer'in oğludur. Yedi fakîhten biridir. Abid ve fâzıl bir kimseydi, Muhammed b. Vâsık b. Câbir b. Ahnes, el- Ezdi kabilesine mensuptur. Basralı, itimad edilir bir âlim, âbid bir kimseydi. H. 123 senesinde vefat etmiştir.İşte dünyanın lezzetlerine dalmak için değil sadece ekmeğini temin etmek için ticaret yapanların ticaretleri böyleydi. Zira ahirete yardımcı olsun diye dünyayı arayan, nasıl olur da ahiret kârını elden kaçırır? Çarşı, cami ve ev aynı hükümdedirler. Kurtuluş ancak takva iledir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
Nerede olursan ol, Allah'tan kork! (Günahın arkasından iyilik işle ki o günahı silsin. Halka güzel ahlâkla muamele et).70
Bu bakımdan takva dindar kimselerden -durumlar ve haller onları nerelere sürüklerse sürüklesin- ayrılmaz. Onların hayatı ve yaşayışı onunladır. Zira onlar ticaretlerini ve kârlarını ancak takvada görürler.
Denildi ki: 'Ahireti seven yaşar. Dünyayı seven ise, taşar; yani delidir'. Ahmak odur ki, sabah akşam hiç peşinde gezer. Akıllı odur ki, kendi nefsinin ayıplarını arar, bulur (ve ıslah eder).
5. Beşincisi, pazar ve ticarete fazlasıyla haris ve düşkün olmamaktır. Şöyle ki, herkesten evvel pazara gidip herkesten sonra pazardan ayrılanlardan olmamalıdır. Ticaret peşinde deniz yolculuğuna çıkmamalıdır. Zira herkesten evvel çarşıya gelip herkesten sonra ayrılmak ve ticaret için deniz yolculuğuna çıkmak mekruhtur.71
Ancak hac veya umre veya muharebe için deniz seferi yapılır.72
Abdullah b. Amr b. As şöyle buyurmaktadır: 'Sakın herkesten önce çarşıya giren ve herkesten sonra çarşıdan ayrılan olma! Zira orada şeytan yumurtlamış ve civcivler çıkarmıştır'.
Muaz b. Cebel ve Abdullah b. Ömer'den şöyle rivayet edilir: İblis, Zelembur adlı çocuğuna şöyle emir verir: 'Askerlerinle beraber geceleyin git. Pazarcıların yanına var. Onlar için yalan söyle-meyi, yemin etmeyi, kandırmayı, hile yapmayı ve hıyânette bu-lunmayı süslü göster. Herkesten evvel pazara girenle ve herkesten sonra pazardan çıkanla beraber ol!'
Yerlerin en şerlisi çarşı ve pazarlardır. Çarşı ve pazar ehlinin en şerlisi de, çarşıya ilk giren ve son çıkandır.73
Bu ihtirazın (korunmanın) tamamı, kişinin günlük nafa-kasına yetecek kadar kazanmayı murakabe etmesidir. Ne zaman yetecek kadar nafakasını elde ederse gitmeli ve ahiret ticaretiyle meşgul olmalıdır. Selefin salihleri böyleydi. Selefin sahillerinden bazıları vardı ki, bir danik (dirhemin altıda biridir) kâr ettiği zaman onunla kanaat eder, derhal alışverişi bırakır, ahiret ticaretiyle meşgul olmak üzere ayrılırdı. Hammad b. Selme (veya Seleme)74 içinde koku saklanan bir kabı (yani bir tablayı) önüne bırakıp onun üzerinde peçe satardı. Ne zaman iki habbe kâr ederse (habbe, o devrin para birimi) derhal koku kabını kaldırır, alışverişi bırakır giderdi.
İbrahim b. Beşşar75 şöyle anlatır; İbrahim b. Edhem'e dedim ki; -Bu günümü boş mu geçireyim, yoksa duvarcıların yanında çamurda mı çalışayım? (Veya bugünümü çamurda çalışmak su- retiyle geçirmek istiyorum). -Ey Beşşar'ın oğlu! Sen hem arıyor, hem de aranıyorsun.Elinden kurtulmaya imkân olmayan biri tarafından aranıyorsun. Senden istenmiyen birşeyi de sen arıyorsun. Sen hiç mahrum olmuş bir hârisi ve çeşitli nimetlerle donatılan bir zayıfı görmedin mi? -Bakkalın yanında benim bir danik param vardır. -Bir danik paran olduğu halde çalışmayı arıyorsun ha!Doğrusu bu bana çok ağır geldi. (Veya doğrusu bu kadar sabırlı olman seni gözümde daha da büyüttü). Seleften bazıları öğle namazından sonra alışverişi terkedip giderdi. Bazıları da ikindi namazından sonra... Bazıları da haftada bir veya iki gün çalışır, bununla yetinirlerdi.
6. Altıncısı, sadece haramdan sakınmakla yetinmemelidir. Bilâkis şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Şekkin kokusu bulunan yerlerden uzaklaşmalıdır. Bu hususta fetvalara pek fazla kulak asmamalıdır. Sadece kalbinden fetva istemelidir. Eğer kalbinde yapacağı işe karşı bir ürkeklik görürse, derhal ondan sakınmalıdır. Kendisine bir mal geldiği zaman, o mal kendisini şüpheye sevkediyorsa, onun durumunu sormalı, nereden geldiğini anlamalıdır. Eğer sormaksızın yerse, şüpheli birşeyi yemiş olur. Hz. Peygamber'e (s.a) süt getirildi. Şüpheli gördüğü için getirenlere şöyle sordu: - Bu süt nereden elinize geçti? -Koyundan... -Bu koyun nereden elinize geçti? -Filân yerden... İşte bu cevap üzerine Hz. Peygamber sütten içerek şöyle buyurdu: Biz peygamberler zümresi, ancak helâli yemek ve salihi işlemekle emrolunduk.76
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Muhakkak ki, Allah Teâlâ, peygamberlerine emrettiklerini mü'min kullarına da emrederek şöyle buyurmuştur: 'Ey mü'minler! Size verdiğim rızıkların temiz ve helâlinden yeyin ve Allah'a şükredin! Eğer hakîkaten ona ibadet ediyorsanız... (Bakara/172).
İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, birşeyin aslını ve aslının aslını sormuştur. Fakat öteye gitmemiştir. Çünkü ötekileri bilmek güçtür. Biz Helâller ve Haramlar bölümünde bu kabil soruların nerede farz olduğunu belirteceğiz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a), kendisine getirilen herşeyi sorup tahkik etmezdi. Tüccar bir kimse alışveriş yaptığı kimsenin haline ve tavrına bakmalıdır. Zulme, hıyânet, hırsızlık veya faize nisbet edilen bir kimse ile alışveriş yapmamalıdır. Cündîlerle (paralı asker), zâlimlerle hiçbir şekilde alışveriş yapmamalıdır. Çünkü bunlarla alışveriş yapmak onların zulmüne yardımcı olmak demektir. Anlatıldığına göre bir kişi, İslâm hududlarının herhangi birinde yapılmakta olan bir sur'un müteahhitliğini aldı. Adam diyor ki; 'Buradan aldıklarım kalbime şüphe getirdi. Her ne kadar böyle birşeyi yapmak hayırlı işlerden, belki İslâmî farzlardansa da...' Çünkü o kişinin mıntıkasındaki emîr, zâlimlerdendi. Adam der ki; Süfyan es-Sevrî'ye gidip bu durum hakkında fetva sordum. Süfyan bana 'Sakın az veya çokta zâlimlere yardımcı olma!' buyurdu. Bunun üzerine şu karşılığı verdim: 'Bu yapılan müslümanlar için ve Allah yolunda yapılan bir sur mudur?' Bana şöyle cevap verdi: Evet öyledir. Bu vazifeyi aldığından ötürü sana gelecek en az felâket, senin ücretini vermek için bu sur'u yaptıran zâlimlerin hayatta kalmalarını sevmen olacaktır. Böylece Allah'a isyan eden bir kimsenin yaşamasını isteyip sevmiş olursun. Oysa Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Zâlim bir kimsenin yaşaması için dua eden bir kimse, Allah'ın mülkünde Allah'a isyan etmeyi sevmiş olur.77
Fâsık bir kimse övüldüğü zaman muhakkak Allah gazaba gelir.78
Kim herhangi bir fâsığa ikramda bulunursa, o kimse İslâm'ın yıkımına yardım etmiş olur.79 Süfyan, el-Mehdî'nin huzuruna girdi.80 el-Mehdî'nin elinde beyaz bir kâğıt vardı. el-Mehdî, Süfyan'ı görünce şöyle dedi. 'Ey Süfyan! Bana divit ver ki yazayım!' Süfyan da şöyle dedi: 'Bana söyle, ne yazacaksın? Eğer hak bir sözü yazacaksan sana diviti ve-reyim'. Emirlerden birinin yanında, mahpus bulunan âlimlerden bi-rinden emîr mektubunu mühürlemek için çamur istedi81 ki, onunla yazmış olduğu mektubu mühürlesin. Bunun üzerine âlim şöyle dedi: 'Ey emîr! Evvela mektubu bana ver. Onun içinde neler olduğunu göreyim. (Ondan sonra sana kurutman ve mühürlemen için çamur vermek suretiyle yardım edeyim)'. İşte selef-i Sâlihîn böylece zâlimlere yardım etmekten kaçınırlardı. Zâlimlerle iş yapmak ise, yardım çeşitlerinin en şiddetlisidir. Bu bakımdan dindar kimseler imkân buldukça onlarla iş yapmaktan sakınmalıdırlar.
Kısaca, müslüman kişinin nazarında insanlar 'kendileri ile iş yapılır' ve 'kendileriyle iş yapılmaz' diye iki kısma ayrılır. Bu zamanda kendileriyle iş yapılanlar; iş yapılmayanlardan daha azdır.
Seleften biri şöyle buyurmuştur: "İnsanlar için bir zaman geldi ki, kişi çarşıya gider, çarşıdakilere 'Benim için şu insanlardan hangisiyle iş yapmayı münasip görürsünüz?' derdi. Bu sözünü işitenler de İstediğinle iş yap. Ancak filân ve falan adamla yapma!' derlerdi. Daha sonra üçüncü bir zaman geldi ki, kendisine şöyle denildi: 'Sakın filan ve falandan başka kimselerle iş yapmayasın'. Ben korkuyorum ki, dördüncü bir zaman gelsin ki, bu kadarı da o zamanda kalmamış olsun". Sanırım ki, bu zâtın korktuğu zaman gelip çatmıştır. İnnâ lillâhî ve innâ ileyhi râciûn!
7. Yedincisi, iş yaptığı şahısların herbiriyle muamelesinin cereyan etme şekillerinin tamamını murakabe ve kontrol etmektir. Zira kişi murâkıb ve muhâsiptir. Bu bakımdan, hesap ve ikab gününde her yaptığından sorumlu tutulduğu anda verilecek cevapları şimdiden hazırlamalıdır. Her sözünden 'Neden bunu söyledin veya yaptın?' diye sorulacaktır. Çünkü denildi ki, tüccar bir kimse kıyamet gününde her alışveriş yaptığı kimse ile teker teker durup onların adedince muhasebeye çekilir. Seleften biri şöyle anlatır: Ben bazı tüccarları rüyamda gördüm ve şöyle sordum: -Allah sana nasıl muamele etti? -Allah Teâlâ benim önüme elli bin sahife yığdı. -Önüne yığılan bütün bu sahifeler günahlar mıdır? -Bunlar insanlarla yapmış olduğum işlerdir. Dünyada iş yaptığım her insan için müstakil bir sahife yazılmıştır.Muamelenin başlangıcından sonuna kadar benimle onun arasında cereyan edenlerin tamamı burada mevcuttur. İşte buraya kadar saydıklarımız çalışan bir kimsenin çalışmasındaki adâlet, ihsan ve dinindeki şefkattir. Eğer kişi sadece adalete riayet ederse salih kimselerden olur ve adaletle beraber bir de ihsana riayet ederse mukarriblerden olur.
Eğer kişi -beşinci bölümde zikredildiği gibi- bununla beraber dinî vazifelerini de ihmâl etmezse sıddîkîn'den olur. Allah en doğrusunu bilir! Kitabu Âdâb'il-Kesb ve'l-Meâş (Kazanç ve Geçim Adabı) bölümü burada sona erdi. Hamd ve senâ Allah'a mahsustur
________
 62)Kitab'u1-İlim'de geçmişti. 63)imam Irâkî, bu hadisin isnadına vakıf olmadığını söylüyor. Deylemî ise, Hz. Ali'den rivayet etmektedir. 64)Deylemî, (Ebu Said el-Hudrî'den zayıf bir senedle) 65)Künyesi Abdülvehhab b. Abdilhakem b. Nafi b. Hasan el-Bağdadî'dir. Verrak (hattat) mahlasıyla şöhret bulmuştur. H. 50 senesinde vefat etmiştir. 65)Tâbiîn-i kirâmdandır. Şâyân-ı itimad bir kimsedir. 66)Tâbiîn-i kirâmdandır. Şâyân-ı itimad bir kimsedir. 67)Ebu Yâ'la, (Enes'ten benzerini zayıf bir senedle) 68)Zikir bölümünde geçmişti. 69)İbn Ömer'in adı Abdullah'tır. Meşhur dört Abdullah'tan biridir. Salim b. Abdullah ise Hz. Ömer'in torunu ve İbn Ömer'in oğludur. Yedi fakîhten biridir. Abid ve fâzıl bir kimseydi, Muhammed b. Vâsık b. Câbir b. Ahnes, el-Ezdi kabilesinemensuptur. Basralı,itimad edilir bir âlim,âbid bir kimseydi. H. 123 senesinde vefat etmiştir. 70)Tirmizî, (Ebu Zer'den salâh bir senedle) 71)Deniz seferind karadan daha fazla tehlike olduğundan bu hükme varılmıştır. 72)Ebu Dâvud, (Abdullah b. Amr'dan) 73)Ebu Nuaym, (İbn Abbas'tan) 74)Künyesi Ebu Selem'dir. Basralıdır. Şâyân-ı itimad ve âbid bir kimseydi. 75)Sûfî ve zâhid bir zat idi. Tercüme-i hali daha önce geçmişti. 77)Bu hadis, merfû olarak bulunamamıştır. Ancak İbn Ebî Dünya, Hasan'm sözünden nakletmektedir. 78)İbn Ebî Dünya, İbn Adiy, Ebû Yala ve Beyhakî, Şuab'il İman, (zayıf bir senedle) 79)İbn Adiy, (Hz. Aişe'den); Taberânî, Evsat; Ebû Nuaym, Hilye, (zayıf senedlerle). İbn Cevzî'ye göre hepsi de uydurma dur. 80)el-Mehdi Lidinillah, Abbasî halifeleriııdendi. 81)O zaman mühürler çamurdan yapılırdı.

Kazancın Fazileti ve Kazanca Teşvik

Ayetler Gündüzü ise, geçim vakti kıldık. (Nebe/11)
Orada sizin için ve (beslediğinizi sandığınız, fakat aslında) sizin beslemediğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik. (Hicr/20)
(Hac mevsiminde) rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda (alışveriş yapmanızda) sizin için bir günah yoktur. (Bakara/198)
Bir kısmı Allah'ın fazlından rızık aramak için (ticaret maksadıyla) yeryüzünde yol tepecekler. (Müzzemmil/20)
Sonra namaz kılınınca yeryüzüne dağılın da, Allah'ın fazlından rızık arayın. (Cum'a/10)
Hadîsler
Günahlardan bir kısım vardır ki, onlara ancak kazanç yolunda çekilen üzüntü ve yorgunluklar kefaret olur.
Dürüst tüccar kıyâmet gününde sıddîk ve şehidlerle beraber haşrolunur.1
Kim nefsini dilencilikten korumak, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmek ve fakir komşularına yardım etmek için helâlinden kazanırsa, o kimse kıyamet gününde Allah'ın huzuruna yüzü ayın ondördü gibi parıl parıl parladığı halde varır.2 Hz. Peygamber (s.a) günün birinde ashabıyla beraber oturuyordu. Ashâb-ı kirâm güçlü, kuvvetli ve sabahın erken saatlerinde çalışmaya giden bir genç görürler ve şöyle derler: 'Bu gence yazık! Keşke gençliğini ve kuvvetini Allah yolunda sarfetseydi'. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Böyle söylemeyin! Eğer bu genç nefsine yardım etmek, nefsini dilencilikten korumak ve insanlara muhtaç olmamak için çalışıyorsa, onun bu çalışması Allah yolundadır. Eğer düşkün ebeveyninin nafakası veya zayıf olan çoluk-çocuğunun nafakası için çalışıp onları kimseye muhtaç etmemek ve dilenmekten korumak gayesini güdüyorsa bu da Allah yolundadır. Eğer böbürlenmek ve servetinin çokluğuyla arkadaşlarına karşı gururlanmak için çalışıyorsa, onun çalışması şeytan yolundadır.3
Allah Teâlâ (c.c), insanlara muhtaç olmaktan kurtulmak için herhangi bir iş edinen kulunu muhakkak sever. Mal kazanmaya âlet etmek için ilim öğrenen kuluna da muhakkak buğzeder.4
Muhakkak ki, Allah Teâlâ, sanatkâr bir mü'mini sever.5
Kişinin yediği en helâl nafaka, kazancından (el emeğinden) ve dürüst alışverişten yediği nafakadır.6
Kulun yediği en helâl rızık -(Allah rızası için) nasihatta bu-lunduğu takdirde- sanatkârın kazandığıdır.7
Ticaret yapınız! Çünkü rızkın onda dokuzu ticarettedir.8
Anlatıldığına göre, Hz. İsa (a.s) bir kişiyi görür ve ona şöyle sorar. -Ne yapıyorsun? -Allah'a ibadet ediyorum. -Senin geçimini temin eden kim? -Kardeşim. -O halde senin kardeşin senden daha fazla Allah'a ibadet ediyor.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Ben sizi cennete yaklaştırıp ateşten uzaklaştırıcı olan her ne biliyorsam muhakkak onu yapmanızı size emrettim. Yine sizi cennetten uzaklaştırıp cehenneme yaklaştırıcı bildiğim herşeyden sizi nehyettim. Rûhu'l-Emîn (Cebrâil) benim kalbime vahyetti ki, herhangi bir nefis dünyadaki rızkını sonuna kadar almadıkça ölmez. Her ne kadar o rızık, bazen gecikse bile... Bu bakımdan Allah'tan korkunuz! Rızık ararken güzel ve helâl yollardan arayınız.9
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber (s.a) burada güzel ve helâl yollardan rızık aramayı emir buyurmaktadır. 'Rızık aramayı bırakınız' demiyor. Sonra hadîsin sonunda şöyle buyurmuştur:
Sakın rızkın herhangi bir kısmının gecikmesi sizi Allah'a isyan ederek rızık aramaya sevketmesin. Zira günah ile Allah'ın nezdinde bulunan rızka asla erişilmez.
Pazarlar Allah Teâlâ'nın kurulmuş sofralarıdır. Kim o sofralara gelirse mutlaka nasibini alır.10
Herhangi birinizin eline bir ip alıp sırtında odun taşıması, Allah'ın fazlından rızık verdiği bir kişiye gelip dilenmesinden daha hayırlıdır. İster o servet sahibi kendisine versin, isterse vermeyip reddetsin.11
Kim nefsi için dilencilikten bir kapı açarsa Allah Teâlâ onun üzerine fakirlikten yetmiş kapıyı açar.12
Ashab'ın ve Âlimlerin Sözleri
Lokman Hekîm, oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğlum! Fakirlikten helâl kazanç ile korun. Zira fakir olan bir kimseye üç felâket isabet eder: a)Dini zayıflar. b)Aklında za'fiyet belirir. c)Mürüvveti gider. Bu üç felâketten daha şiddetlisi ise, halkın kendisiyle alay etmesidir'.
Hz. Ömer (r.a) şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç kimse çalışmayı bıraktığı halde oturarak 'Ey Allah'ım! Bana rızık gönder' demesin; zira biliyorsunuz ki, gökler altın ve gümüş yağdırmamaktadır".
Zeyd b. Mesleme, arazisinde fidan dikerdi. Hz. Ömer kendisine 'Çok isabetli bir iş yapıyorsun, sakın kimseye muhtaç olma, bu se-nin dinin için daha koruyucu olur ve seni halkın gözünde daha da büyütür. Nitekim kardeşiniz Uhayha b. Cüllah şöyle demiştir:
Ben (Medine arazisinden bir parça olan) Zevrâ'yı sulayıp imar etmekteyim. Zira arkadaşları nezdinde ancak mal sa-hibi olan bir kimse kıymetlidir. İbn Mes'ud (r.a) 'Herhangi bir kimseyi, ne dünyasının ve ne de ahiretinin emrinde çalışır olarak görmezsem ondan ikrah ederim' demiştir.
İbrahim en-Nehâî'ye, doğru olan tüccarın hali soruldu: 'Sence doğru bir tüccar mı daha iyidir, yoksa tamamen kendisini ibadete veren bir âbid mi?' İbrahim ise şöyle cevap verdi: 'Bence doğru tüccar daha iyidir. Çünkü doğru tüccar daimî bir cihad halindedir. Şeytan ölçek ve tartı hususunda devamlı ona hücum eder vermek ve almak cephesinden de ona hulûl etmek ister. O ise, şeytanla mücahede ederek onu püskürtür'.
Hasan Basrî şöyle buyurmuştur: 'Bence çoluk çocuğum için alış veriş yaptığım bir yerde ecelimin gelip gırtlağıma sarılmasından daha sevimli bir ölüm yeri yoktur'.
Hadîs âlimi Haysem b. Cemil el-Bağdadî 'Çok zaman benim aleyhimde konuştuğunu kişiden işitmiş olurum. Hiçbir şeyde ona muhtaç olmadığımı hatırlayarak aleyhimdeki sözlerinin hiçbir kıymet taşımadığını hissederim' demiştir.
Eyyûb b. Temime es-Sahtiyânî 'Çalışıp helâlinden az kazan-mak, dilenip çok kazanmaktan benim için daha sevimlidir' demiştir.
İbrahim b. Edhem, gazaya gitmek üzere gemiye binmiş iken şiddetli ve ters bir rüzgâr esmeye başlar. Gemide bulunanlar, beraberlerinde bulunan İbrahim b. Edhem'e şöyle derler: -Sen şu şiddetli rüzgârı görmüyor musun? -Bu şiddet ne ki! Şiddetin en hakîkisi insanlara muhtaç olmaktır.
Yine Eyyûb es-Sahtiyanî der ki: "Ebu Kulabe13 bana 'Pazardan ayrılma (alışveriş yap); zira en büyük huzur insanlara muhtaç olmamaktır' demişti".
Ahmed b. Hanbel'e 'Evinde veya camide oturup 'Ben çalışmayacağım, takdir edilen rızık kendiliğinden bana gelsin' diyen bir kimse hakkında ne dersin?' diye sorulduğunda îmanı Ahmed şöyle cevap vermiştir: 'Bu kimse, ilmi bilmeyen ve düşüncesinde sapıtan bir kimsedir. Acaba bu insan Hz. Peygamberin (s.a) şu hadîslerini duymamış mı?'
Allah benim rızkımı mızrağımın gölgesi altında kılmıştır.14
Kuş, sabahleyin yuvasından karnı aç olarak çıkar. Akşamleyin yuvasına karnı tok olarak döner.15 Rasûlullah'ın ashâbı, karada ve denizde ticaret yaparlardı. Hurmalıklarında çalışırlardı. Onlara uymak elbette bir müslümanın gereken vazifelerindendir ve elbette ki, ancak onlara uyulur. Gerisi boş laftır. Ebu Kulabe bir kişiye 'Seni maişetini temin etmek için çabalarken görmem, seni mescidin köşesinde görmemden daha sevimli gelir bana' demiştir.
Ebu Amr el-Evzâî, İbrahim b. Edhem'le karşılaşır ve İbrahim'in sırtında bir bağ odun görür. İbrahim'e şöyle der: 'Ey Ebu İshak! Ne zamana kadar odun taşıyacaksın? Oysa senin kardeşlerin senin yerine çalışabilirler?' Bunun üzerine İbrahim, Evzâî'ye şu cevabı verir: 'Ey Ebâ Amr! Bana böyle serzenişte bu-lunma! Zira ben bir kısım şeyhlerden şöyle buyurduklarını işittim: "Herhangi bir kimse helâlinden kazanmak yolunda bir zillete düşerse, ona Allah'ın cenneti vacib olur'.
Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle der: 'Bizce ibadet, daima namaz kılmaktan ve başkasının senin nafakanı temin etmesinden ibaret değildir. Fakat önce ekmeğini temin etmekle işe başla. Onu elde et. Sonra (dâimî) ibadetle meşgul ol'.16
Muaz b. Cebel (r.a) şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde bir tellâl şöyle bağırır: 'Allah'ın yeryüzünde buğzettiği kimseler ne-rede?' Bu çağrı üzerine, mescidlerde dilenenler ayağa kalkarlar". Bu söz, İslâm'ın dilenciliği ve başkasından rızık teminine gü-venmeyi kötülediğine işarettir. Babasından miras yoluyla kalan malı yoksa, ancak çalışmak ve ticaret yapmak kişiyi böyle bir felâketten kurtarır. Bana 'malı derle ve tüccarlardan ol!' diye vahyedilmedi, bana sadece şu şekilde vahyedilmiştir: 'Rabbinin hamdiyle tesbih et ve secde edenlerden ol! Ölüm sana gelinceye kadar rabbine ibâdet et'.17
Selman-ı Fârisî'ye 'Bize tavsiyede bulun!' denildiğinde, 'Sizden herhangi bir kimse hacı olarak veya gâzi veya rabbi için bir mescidi tamir edici olarak ölmek gücüne sahip ise bu şekilde ölsün. Sakın sizden herhangi bir kimse tüccar veya harac toplayıcısı olarak ölmesin!' buyurmuştur. Şayet yukarıda zikrettiğimiz Hz. Peygamber'in hadîsîyle, Selman-ı Farisî'nin sözünü öne sürecek olursan, cevap olarak deriz ki; bu hususta gelen bu haberlerin arasındaki şeklî zıddiyetin kaldırılması, cem ve telif edilmesi, hâllerin anlaşılmasına bağlıdır. Bu bakımdan biz 'Ticaret mutlak mânâda, herşeyden daha üstün ve efdaldir' demiyoruz. Aksine deriz ki; ticaret ya zarurî nafakayı temin etmek veya servet edinmek ya da yeterli miktardan daha fazlasını elde etmek için istenilir. Bu nedenle eğer ticaretten (zarurî ihtiyaçtan) daha fazla malın çoğalması ve birikmesi isteniliyorsa ve 'Bu mal, hayır yerlerine ve sadakalara sarfedilsin' niyeti de işin içerisinde yoksa, böyle bir ticaret, kötü bir ticarettir. Zira bu ticaret, her hatanın başı ve temeli olan dünya sevgisine sarılmaktan başka bir mânâ taşımamaktadır. Ticarette niyet bu olmakla beraber, tüccar zâlim ve hain ise, o zaman bu mânâdaki ticaret sadece zulüm ve fasıldık olur. İşte Selman-ı Fârisi 'Sakın tüccar ve harac toplayıcısı olarak ölme!' sözüyle bunu kasdetmektedir. Aynı zamanda, tüccardan yeterli olandan daha fazlasını kötü emellerine erişmek için talep eden bir kimseyi kasdetmektedir. Ticaretten başka geçim yolu olmayıp, ancak ticaretle ailesini geçindirecekse böyle bir kimsenin ticaret yapması onun için faziletli bir hareket olur. Tembel tembel oturup insanların kendisine yardım etmelerini beklemektense, ti-caretle uğraşmalıdır. Hatta böyle durumlarda ticaretle uğraşarak ailesini geçindirmek bedenî ibadetlerle meşgul olmaktan daha iyidir.
Kazancın terkedilmesi, dört zümre için, terkedilmemesinden daha efdaldir: 1.Bedenî ibadetlerle meşgul olan âbidler. 2.Mükâşefe ve hâl ilimlerinde kalben çalışıp bâtını ile seyreden kişiler. 3.İnsanlara dinî konularda yardımcı olan zâhir ilimleriyle uğraşan âlim, müftü, müfessir, muhaddis ve benzerleri. 4.Sultan, kadı ve benzeri gibi toplumun işleriyle uğraşanlar. İşte bu zümreler, toplum yararına harcanmak için bulunan servetten zarurî ihtiyaçlarını karşıladıkları zaman veya fakirler ve âlimler için fîsebîlillah vakfedilen kaynaklardan zarurî ihtiyaç-larını aldıkları zaman, üzerinde bulundukları vazifeleriyle meşgul olmaları, çalışmalarından daha üstündür. Bu sırra binaendir ki, Allah Teâlâ -daha önce geçtiği gibi- Rasûlü'ne 'Rabbinin hamdiyle tesbih et ve secde edenlerden ol!' diye vahiy göndermiş, 'Tüccarlardan ol' diye vahiy göndermemiştir. Çünkü Hz. Peygamber, saydığımız bu dört vasfı nefsinde bulunduran bir zattı. Bir de dil ile vasfedilmesi mümkün olmayan ek vazifeleri vardı. Yine bu sırra binaendir ki, Hz. Ebubekir Sıddîk (r.a) halife seçildiği zaman, ashâb-ı kirâm (r.a) kendisine ticaretle meşgul olmayı terketmesini söylediler. Zira ticaretle uğraşması, kendisini toplumun işlerinden uzaklaştırırdı. Böylece kendisi zarurî ihtiyacını devlet hazinesinden karşılıyordu ve böyle yapmasının ticaret yapmaktan daha evlâ olduğuna da kanaat getirmişti. Sonra vefat ettiği zaman, devlet hazinesinden aldıklarının geri verilmesini vasiyyet etti. Fakat halife seçildiği ilk dönemde maaş alıp müslümanların idaresiyle meşgul olmayı daha üstün görmekteydi.
Bu dört sınıf insan için iki hâl daha vardır:
A)Bunlar çalışmayı terkettikleri zaman, zarurî ihtiyaçları ancak halkın elinden, halkın verdiği zekât ve sadakalardan dilenciliğe muhtaç olmaksızın temin edilir. Bu bakımdan böyle bir durumda, çalışmayı terkedip vazifeleriyle meşgul olmaları daha evlâdır. Zira vazifeleriyle meşgul olmaları, müslümanlara hayırlı işlerde yardım etmektir. Bir de müslümanlardan, müslümanların boynunda farz bulunan bir hakkı kabul edip yüklenmektedirler. Böyle yapmak, onlar için daha efdal ve evlâdır.
B)İkinci hâl, dilenmeye muhtaç olmaktır. Yani yukarıda belirtilen vazifelerine devam etmek için çalışmayı terkederlerse, nafakalarını ancak dilenmek suretiyle temin edeceklerdir. İşte bu durum, üzerinde düşünülecek bir durumdur. Dilencilik ve onu kötülemek hususunda yukarıda rivayet ettiğimiz şiddetli haberler zâhirde dilencilikten kaçınmanın başka bir vazifeyi görmekten daha evlâ olduğuna delalet ederler. Fakat durumları tedkik etmeksizin şahısların hususî ve umumî hallerini göz önünde bulundurmaksızın 'Bu hadîsler mutlaka dilenciliği menetmekte ve zemmetmektedir' demek çok zor bir hüküm olur! Belki bu hüküm,esasında kulun ictihadına ve nefsi hakkındaki düşüncesine havale edilmiş bir hükümdür. Şöyle ki; meşgul olduğu ilim ve amelden kendisine ve başkalarına dokunacak fayda ile, dilenciliğin şahsındaki zilletini ve başkalarına yükleyeceği yükü mukayese eder. Bu takdirde çok kimse vardır ki, halka temin ettiği fayda ve kendisinin de ilim vc âmelle meşgul olmaktaki faydası çoğalır. Az bir târiz ve işaret yapmak suretiyle zarurî ihtiyacının tahsili ise, bu faydalara nisbet edildiği zaman, daha basit gelir kendisine.. Çok kimseler hakkında da bu durumun tanı aksi tecelli etmektedir. Çok zaman durumundan elde ettiği fayda ile mahzuru karşılaştırır, ikisi eşit çıkar. Bu bakımdan müridin böyle bir durumda müftîler kendisine fetva verseler dahi kalbinden fetva istemesi daha uygundur. Zira fetvalar suretlerin tafsilâtları ve durumların incelikleri ihâta edilmeksizin verilirler, (Ama şahıs kendi iç âlemini ve ahvâlinin inceliklerini güzelce ihâta edebilir. O halde kendi fetvası, kendisi için daha uygun ve muteberdir. Eğer fetva verecek kabiliyette ise).
Seleften bazı kimselerin üçyüzaltmış dostu vardı. Bütün seneyi bu dostlarının her birine bir gece misafir gitmek suretiyle geçi-rirdi. Bir kısmının da otuz dostu vardı. İşte bunlar ibadetle meşgul olup (dostlarından geçiniyorlardı). Çünkü kesinlikle bilirlerdi ki; geçimlerini sağlayan dostları, böyle yapmaktan aciz olmadıkları gibi, kendilerine -iyilikleri bu sâlih kimselerce kabul olunduğundan ötürü- bunu bir minnet sayarlar. Bu bakımdan selef-i sâlihînden bu kimselerin dostlarının iyiliklerini kabul etmeleri, onların ibadetlerine eklenen bir hayırdı. O halde, bu konularda inceden inceye ve derin bir şekilde düşünmek gerekir. Eğer alan, kabul ettiği mal ile dinine yardım ediyor, veren de cânu gönülden veriyorsa, alanın ecri de verenin ecri gibidir. Bu mânâlara muttali olan bir kimse, nefsinin hâlini bilmek imkânına sahip olabilir. Hâline ve vaktine nisbetle kendisi için neyin yapılmasının daha efdal ve uygun olduğunu da kalbine danışarak öğrenebilir. İşte bu, kazancın faziletidir. Bu bakımdan kazanca vesile olan akid, dört hususu kapsayıcı olmalıdır:
1.Sıhhat 2.Adâlet 3.İhsan 4.Dinî (emirlere) gösterilen titizlik O halde biz, bu dört hususun herbiri hakkında bir bölüm ayıracak ve ikinci bölüme sıhhat sebeplerini zikrederek başlayacağız.
_________
1)Tirmizi ve Hâkim, (Ebu Said'den) 2)Ebu Şeyh, Ebu Nuaym ve Beyhakî, (Ebu Büreyde'den) 3)Taberânî, (Ka'b b. Acre'den zayıf bir senedle) 4)Irakî, hadisi bu şekilde görmediğini kaydeder. 5)İbn Adiy, (İbn Ömer'den zayıf bir senelie) 6)İmam Ahmed, (Rafî'den) 7)İmam Ahmed, (Ebu Hüreyre'den) 8)İbrahim el-Harbî, (Ebu Nuaym b. Abdurrahman'dan 9)İbn Ebî Dünya ve Hâkim, (İbn Mes'ud'dan) 10)Irakî, hadîsi merfû olarak görmediğini kaydeder. 11)Müslim ve Buhârî, (Ebu Hüreyre'den) 12)Tirmizî, (Ebi Kebşe'den) 13) Bu zat, mevsuk ve mutemed bir zâttır. H. 114 senesinde kadı olmak istemediği için kaçmış ve Şam'da vefat etmiştir. 14)İmam Ahmed 15)Tirmîzî ve İbn Mâce 16)Ebu Nuaym, Hilye; 'Nefsin nafakası teinin edildiği zaman itminana kavuşur ve ibadet için boşalır. Veseveseler de böyle bir nefisten uzaklaşırlar'. 17)İbn Merduveyh, (İbn Mes'ud'dan)
Ticarette Haksızlıktan Kaçınıp Adaletli Davranmak
İki kişi arasındaki ticarî ilişki öyle bir şekilde cereyan eder ki, müftü bu muamelenin sıhhatine hükmeder. Fakat aslında bu muamele haksızlığı gerektirecek denli haddi aşar ve muamelenin sahibi Allah'ın gazabına müstehak olur; çünkü yasak olan herşey, anlaşmanın bozulmasını gerektirmez. Bu da zararın umumi olması ve sadece anlaşmanın kendisiyle yapıldığı kişiye mahsus olması bakımından iki kısma ayrılır.
1-BİRİNCİ KISIM:
Zararı Umumi Olan 
ticaret ticarette haksızlık ticarette yapılmaması gerekenler ticari ilişkiler Bu da birkaç çeşittir ve birincisi ihtikâr/karaborsacılıktır. Yiyecek maddelerini satan bir kimse o maddeleri fiyatların yükselmesine kadar depo edip bekletiyorsa, bu bekletme umumî bir zulümdür. Bunu yapan insan, şer'an kötü bir insandır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Bir kimse kırk gün yiyecek maddelerini depo edip (pahalansın diye) bekletirse, sonra o maddelerin hepsini Allah yolunda sadaka verse bile onun bu sadakası ihtikârcılığının kefareti olamaz.24
İbn Ömer, Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle rivayet eder: Her kim kırk gün yiyecek maddelerini (ihtiyaç olduğu halde) istif edip satmıyor ve pahalılığı bekliyorsa, hem onun Allah'tan ilgisi, hem de Allah'ın ondan ilgisi kesilir!25 Böyle yapan bir kimsenin bütün insanları öldürmüş gibi olacağı söylenmiştir. Hz. Ali'den şöyle rivayet edilir: 'Kırk gün yiyecek maddelerini (pahalı satmak için) istif eden bir kimsenin kalbi katılaşır'. Yine Hz. Ali ihtikârca bir kimsenin istif ettiği yiyecek maddelerini ateşe atıp yakmıştır. İhtikârı terketmenin fazileti hakkında Hz. Peygamber'den şu hadîs rivayet edilmektedir:
Kim günün rayiciyle satmak üzere bir yiyecek maddesi getirirse, sanki o yiyecek maddesinin tamamını sadaka vermiş gibi olur.26 Başka bir lâfızda 'Sanki bir köleyi âzad etmiş gibi olur' şeklinde gelmiştir. 'Kim mescid-i haram'da. haktan saparak zulüm yaparsa ona acıklı bir azab tattırırız' (Hac/25) ayetinin tefsirinde İhtikâr zu-lümdendir ve bu ilâhî tehdide dâhil olmaktadır' denilmiştir.
Rivayet edilir ki; Vasıt şehrinde bulunan seleften bir zât orada bir gemi dolusu buğdayı Basra'ya doğru yola çıkarır ve Basra'daki vekiline şöyle yazar: 'Bu buğdayı Basra'ya. geldiği zaman günün rayiciyle sat. Sakın onu yarma tehir etme'. Buğdayın Basra'ya. gelişi maddelerin ucuz olduğu bir güne rastlar. Tüccarlar buğdayı satana derler ki: 'Bir hafta tehir ettiğin takdirde bugünkü kârın birkaç mislini kâr edersin'. Adam buğdayı bir hafta tehir eder ve geldiği günün kârının birkaç mislini kâr eder. Mal sahibine bu durumu daha sonra bildirir. Mal sahibi de kendisine şöyle yazar: Biz dinimizin selâmetiyle beraber az kâra kanaat getirmiştik. Sen ise sözümüze muhalefet etmiş bulunuyorsun. Biz dinimizden herhangi bir şeyin elden gitmesi pahasına birkaç misli kâr etmeyi dahî sevmeyiz. Sen bizim nâmımıza bir suç işlemiş bulunuyorsun. Bu bakımdan benim bu mektubum eline varır varmaz, bütün malı al! Basra fakirlerine sadaka ver. Keşke o malın bütününü sadaka vermek sure-tiyle başbaşa ne lehte ve ne aleyhte olmak suretiyle ihtik-ârcılığın günahından yakayı kurtarmış olsaydım. İhtikârcılık hususundaki yasak, mutlak ve kayıtsızdır. Vaktin ve satılan yiyecek maddelerinin cinsi hakkında düşünmek gerektir.
Cins
Gıdaların bütün cinslerinde ihtikâr yasaktır. Gıda olmayan ve gıda olan maddelere yardımcı da bulunmayan ilâçlar, bitkiler, zaferan ve benzerleri gibi nesnelere gelince, bunlar ihtikârcılık hakkında vârid olan yasak hükmüne dâhil olamazlar. Her ne kadar bunlar yenecek (ve yutulacak) maddeler ise de... Et ve meyveler gibi gıdaya yardımcı olan, daimî değil de arada sırada gıdanın ye-rini tutan maddelere gelince, onlarda bu yasak hükmünün uygu-lanıp uygulanmayacağı biraz düşünülmesi gereken bir durumdur. Alimlerden bazıları bu yasak hükmünün yağ, bal, susam, peynir, zeytinyağı ve bunların yerini tutan maddelerde de vârid olduğunu söylemişlerdir.
Vakit Yiyeceklerin cinsi gibi bu yasak hükmünün bütün vakitlerde geçerli olması muhtemeldir. Basra'ya gönderilen ve yüksek fiyatla satılmak istenen buğday hikâyesi buna delildir. İhtimal ki bu yasak, yiyecek maddelerinin az olduğu ve halkın onlara karşı ihtiyacı bulunduğu bir vakte tahsis edilsin. Çünkü bu takdirde yiyecek maddesinin satışını geciktirmekte zarar sözkonusudur. Yiyecek maddelerinin çok bulunduğu ve halkın onlara pek fazla bir ihtiyacı bulunmadığı ancak onları az bir fiyatla almaya talip oldukları bir zamanda ise, bu maddelerin sahibi -onları istif etmekle gayesi herhangi bir kıtlığa sebep olmak değilse- istif edebilir. Böyle bir istifçilikte hiçbir kimseye zarar vermek sözkonusu değildir.
Zaman kıtlık zamanı ise, balın, yağın, susamın ve benzerlerinin depo edilmesinde başkalarına zarar vermesi sözkonusu ise, bu takdirde bu malın depolanmasının haram olup olmadığı, halka zarar verip vermediğine bağlıdır. Çünkü sadece yiyecek maddelerinin ihtikârcılığını haram etmekten bu anlaşılmaktadır. Eğer yiyecek maddelerinin istifçiliği başka bir kişiye zarar vermezse dahi, mekruh olmaktan asla kurtulamaz. Zira bu ihtikâr işini yapan şahid, zararın başlangıcını beklemek, zararın kendisini beklemek gibi mahzurludur. Ancak zararın kendisini beklemek, daha fazla mahzurludur. Zararın kendisini beklemek bilfiil başkasına zarar vermekten daha az mahzurlu olduğu gibi... Bu bakımdan zarar vermenin dereceleri miktarınca kerahiyet ve haramlık dereceleri de değişir. Kısaca, yiyecek maddelerinde ticaret yapmak müstehab değildir; zira böyle bir ticaret, kârı beklemek demektir. Yiyecek maddeleri ise beşerin hayatını devam ettirmek için asıl faktörler olarak yaratılmıştır. Kâr ise, fazlalıkların cümlesindendir. Bu bakımdan kârı temeli teşkil eden maddelerden değil, fazlalıklar cümlesinden olan maddelerden elde etmeye bakmalıdır. Öyle maddeler ki bünyenin onlara zarurî olarak ihtiyacı sözkonusu değildir.
Bu sırra binaen tâbiîn-i kirâmdan bir zat bir kişiye şöyle vasiyette bulunmuştur: 'Sakın çocuğunu iki çeşit alışveriş ve iki çeşit sanata çırak olarak verme! a) Yiyecek maddelerini satmak, b) Kefenleri satmak; zira bu nesneleri satan kimse, daima kıtlığı ve insanların ölmesini temenni eder. O iki sanat ise, a) Mezbahacı olmaktır. Çünkü bu sanat, kalbi katılaştırır. b) Kuyumcu olmaktır. Çünkü kuyumcu olan bir kimse, dünyayı altın ve gümüşle süslendirir'.
İkincisi, parayı karşıdaki adama verirken geçerli olmayan kalp paraları sokuşturmaktır. Bu da zulümdür. Zira muamele yapan kişi, eğer bilmezse, böyle yapmakla zarar görür... Eğer biliyorsa o da başkasına bunu sokuşturmaya kalkışacaktır. Üçüncüsü ve dördüncüsü de böyle yapacaktır ve bu kalp para ellerde dolaşacak, zarar umumîleşecek ve fesad gittikçe genişleyecektir. Hepsinin günâhı ve vebâli ise, ilk defa bu işi yapana ait olacaktır. Zira bu kapıyı ilk kez açan odur.
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim kötü bir âdet icad edip kendisinden sonra gelenler o âdetle amel ederse, o âdetten neş'et eden günah, ilk icad edenin boynunda olduğu gibi, o kötü âdetle ondan sonra amel edenlerin günahları kadar da günahlarından birşey eksik olmaksızın onun defterine işlenir.27 Âlimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Kalp olan bir dirhemi infak etmek, yüz dirhemi çalmaktan daha beterdir; zira çalmak, bir günahtır ve sona ermiştir. Kalp parayı piyasaya sürmek ise, dinde gösterilen bir bid'attır ve kötü bir yoldur. Kalpazandan sonra gelen-ler de o parayla alışveriş yapacaklardır. Bu bakımdan kalpazan öldükten sonra yüz seneye kadar o para ile muamele edenlerin günahı kadar onun defterine günah yazılacaktır veya iki yüz seneye kadar veya o para yok oluncaya kadar onun defterine devamlı gü-nah işlenecektir. Günahı da kendisiyle beraber ölen kimseye ne saadet! Uzun azap o kimseye olsun ki, kendisi ölür, günahları yüz sene, iki yüz sene veya daha fazla devam eder. O da kabrinde habire günahlardan ötürü azap çeker ve o günahlar sona erinceye kadar onların hesabını verir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Gerçekten biz ölüleri diriltiriz. (Ölümlerinden önce iyi ve kötü) ileri gönderdikleri amelleri ve (öldükten sonra) geri bıraktıkları iyi ve kötü eserleri yazarız. Biz herşeyi Levh-i Mahfuz'da yazıp saymışızdır. (Yâsin/12)
Yani insanların ölmeden önce ahirete gönderdikleri amellerini yazdığımız gibi, geride bıraktıkları iyi veya kötü amellerini de yazıyoruz! (O zaman) insanın yapıp öne sürdüğü (yapmayıp) geri bıraktığı herşey kendisine haber verilir. (Kıyamet/13) Bu gibi ayetlerin tefsirinde şöyle denilmiştir: İnsanoğlunun bıraktığı kötü bir âdet ki, başkaları onunla amel etmiştir. İşte ge-riye bıraktığı budur. Bilinmiş olsun ki, kalp paralarda riayet edilmesi gereken beş mesele vardır:
1. Kişinin sermaye (kapital) olarak verdiği paradan kalp olduğu için, birşey geriye iade edilirse, onu ellerin yetişmeyeceği bir kuyuya atması uygundur. Başka bir alışverişte onu piyasaya sürmekten sakınmalıdır. Eğer o kalp parayı, bir daha kendisiyle muamele edilmeyecek derecede bozarsa caizdir.
2. Ticaret yapan bir kimseye parayı anlamak ve öğrenmek farzdır. Bu öğrenmekten gayem kendisini kalp paradan korumak değildir. Bilakis gayem, bilmeyen bir müslümana kalp bir parayı teslim etmemektir. Zira bilmeyen bir müslümana kalp bir parayı teslim ettiği takdirde, eğer bilmiyorsa, vazifesi olanı öğrenmekte kusur ettiği için günahkâr olur. Bu bakımdan her amelle ilgili bir ilim vardır. O amel, ancak o ilmi öğrenmek suretiyle tamam olduğu gibi, o ilmi bilen bir kimse müslümanlar için o sahada nasihati tam yapmış sayılır. Bu bakımdan bu ilmi öğrenmek bu sahada çalışana farzdır. İşte böyle bir hikmet için selef-i Sâlihîn nakdin alâmetlerini öğrenirlerdi. Dünyalarını kurtarmak için değil,dinlerini kurtarmak için bunu yaparlardı.
3.Eğer parayı teslim ederse ve muamele yapan adam da onun teslim ettiği paranın kalp olduğunu biliyorsa yine de parayı teslim eden mesuliyetten kurtulmaz. Çünkü muameleci o parayı başka bir müslümana haber vermeden sokuşturmak için alır. Eğer muamelecinin böyle bir niyeti olmasaydı, asla o parayı almaya rağbet göstermezdi. Kalp parayı muameleciye teslim eden bir kimse, ancak o muameleciye kalp parayı tanıdığı halde kabul ettiğinden dolayı gelen zararın günahından kurtulur.
4.Kalp parayı, Hz. Peygamberin şu hadîsinin hükmüne dâhil olmak için müşteriye kolaylık gösterip almaktır: Allah Teâlâ, satışı, alışı, verişi ve alacağını tahsil edişi kolay olan bir kişiye rahmet etsin!28 Bu bakımdan alıcıdan herhangi bir kuyuya atmak için kalp parayı kabul eden bu duanın bereketine dahildir. Eğer o kalp parayı başka bir muamelede kullanmak niyetinde ise, onun böyle yapması esasında hayr suretinde kendisine şeytandan gelen bir serdir. Bu bakımdan borcunu alırken kolaylık gösteren kimseler zümresine dahil olamaz.
5. Kalp paradan gayemiz, içinde hiç gümüş olmayan para demektir; ancak gümüş suyu ile yaldızlanmıştır veya o paradır ki, onun içinde altın yoktur. Yani dinarlarda altın olmayınca, kalp para olur. İçinde gümüş bulunan paraya gelince, eğer bakır ile karışık ise ve aynı zamanda memleketin revaçtaki parası ise, âlimler böyle bir para ile muamele olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bizim görüşümüze göre; eğer bu para memleketin rayiçte olan parası ise ister içindeki gümüşün miktarı bilinsin, ister bilinmesin, bu para ile muamelenin ruhsatlı olduğudur. Eğer o para, geçerli para değilse bununla alışveriş yapmak caiz değildir. Meğer ki, içindeki gümüşün miktarı bilinmiş olsun. Eğer tüccarın malında bir parça varsa, o parçanın içindeki gümüş memleketin rayiçte bulunan parasının gümüşünden daha azsa, bu tüccara gereken vazife, o durumu kendisiyle muamele yaptığı adama bildirmektir ve bu parayı kalp para ile muamelelerin helâl olmadığını savunan bir kimseye teslim edebilir. Kalp para ile muamelenin helâl olduğunu savunan kimseye o kalp parayı teslim etmek caiz değildir. Bu kalp para ile muamele yapmanın helâl olduğunu savunan bir kimseye bu parayı teslim etmek demek, o kimseyi günah işlemeye itmek demektir. Bu tıpkı üzümden şarap yaptığını bildiği bir kimseye üzümü satmak gibi olur.29 Böyle bir satış ise, şerre yardım ve ortaklık olduğu için mahzurludur. Bu gibi bir misâl ile ticarette hak yolunu tâkip etmek, ibadetin nâfile kısımlarına devam etmek ve kendini nafile ibadetlere adamaktan daha zor ve daha faydalıdır. Bunun için seleften bazıları şöyle buyurmuştur: 'Doğru bir tüccar, Allah nezdinde âbid bir kimseden daha üstündür'.
Selef böyle muamelelerde ihtiyatlı davranırdı. Hatta Allah yolunda gazâ edenlerin biri şöyle anlatır: 'Ben atımı bir kâfir öldürmek için sürdüm. Atım ona yetişmedi, geri döndüm. Sonra o kâfir bana yaklaştı. İkinci bir defa ona hücum ettim. Yine atım ona yetişmedi. Sonra üçüncü defa hücum ettim. Atım bu sefer serkeşlik yapıp dizginlere râm olmadı. Oysa ben böyle kötü bir huyunu görmemiştim. Böylece üzülerek döndüm. Başım eğik, kalbim kırık vaziyette oturdum. Çünkü o düşmanı elimden kaçırmıştım. Bir de atımın kötü huyundan nefret etmiştim. Başımı çadırın direği üzerine koydum. Atım da yanımda duruyordu. Rüyamda gördüm ki, at bana sanki şöyle diyordu: 'Sırtımda üç defa o iriyarı kâfiri tutmak için teşebbüse geçtin. Oysa dün akşam bana yem aldın ve o yeme kalp bir dirhem verdin. Böyle şey olur mu?' Bu zat diyor ki, 'Uykudan korkuyla uyandım. Yem satanın, yanına gittim. Ona akşamleyin verdiğim kalp parayı değiştirdim'. İşte zararın umumî misâli budur. Bu bakımdan bu misâlin benzerleri de buna kıyas edilsin.
______
24) Deylemî, Müsned'il-Firdevs, (Hz. Ali'den); Hâtib, Tarih, (Enes'ten). İkisinin senedi de zayıftır. 25)İmam Ahmed ve Hâkim, (kuvvetli bir senedle) 26)İbn Merduveyh, (İbn Mes'ud'dan zayıf bir senedle) 27)Müslim, (Cerir b. Abdullah'tan) 28)Buharî, (Câbir'den) 29)Hanefî fıkhında'şıradan şarap yaptığını bilen bir kimseye şıra (ve üzüm) satabilir' hükmü vardır. Fakat şerhler 'şarap yapan' ibaresini şarap 31)yapabilen hristiyan, yahudi ve benzeri kimselerle yorumlamışlardır. Bu 32)hususa dikkat edilmelidir. Kudurî'nin Cevher adlı şerhinin Mahzurât veya 33)Meşrubat bahsine bakılabilir.
Zararı Sadece Ticaret Yapana Mahsus Olan
(2. Kısım)
Muamele yapan ne ile zarara uğrarsa, o zulümdür. Adalet odur ki, kişi müslüman kardeşine zarar vermesin. Buradaki genel kural şudur: Müslüman kişi nefsi için neyi severse ve isterse, kardeşi için de aynı şeyi sevip istemelidir. Her muamele ki, eğer bu muameleyi yapana başkası tarafından o muamele yapılmış olsaydı, ona ağır gelecekti. O muameleyi onun da başkasına yapmaması gerekir. Müslüman kişinin nezdinde kendi parasını korumasıyla başkasının parasını korumak eşit olmalıdır. Seleften bazısı şöyle demiştir: 'Müslüman kardeşine, herhangi bir şeyi bir dirhem ile satarsa -oysa eğer o şeyi satın almış olsaydı onu ancak beş danike (dirhemin altıda biridir) alabilirdi- bu kimse, muamelede müslüman kardeşine yapılması gereken nasihati terketmiş olur. Kendi nefsi için sevdiği şeyi müslüman kardeşi için sevmemiş demektir. İşte kısacası budur. Tafsilâtı ise dört emirde toplanır:
1.Satacağı malı, olan vasıfları dışında övmemek. 
2.Onun ayıplarını ve gizli özelliklerinden birini gizlememek. 
3.Tartısında ve miktarında hiçbir şeyi inkâr etmemek. 
4.Rayicinden öyle bir şeyi inkâr etmemeli ki eğer muamele yapan onu bilirse muameleden çekinir. Birincisine gelince, malı medhetmeyi terketmektir. Zira malda bulunmayan sıfatlarla malı övmek yalanın ta kendisidir. Eğer onun bu övmesinden dolayı müşteri o malı kabul ederse, müşteriyi aldatmış ve müşteriye zulmetmiş olmakla beraber yalan da söylemiş olur. Olmayan vasıfları söylemesine rağmen müşteri kabul etmezse, böyle söylemesi yalan ve mürüvvetsizlik olur. Zira malın rayicine tesir eden yalan, zâhirde insanın mürüvvetine zarar vermez. (Tesir etmeyen yalan ise yalancılıkla beraber zâhirde mürüvvetsizliği de doğurur). Eğer malın esasında bulunan vasıflarla onu överse, bu da en azından hezeyan olur ve gereksiz bir konuşma ile konuşmuş sayılır. Çünkü kişi her söylediği kelimeden ötürü sorumludur. Bu kelime ile neden konuştun diye sorguya çekilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
-(İnsan), hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın. (Kaf/18)
Ancak sattığı malda müşterinin bilmediği ve eğer kendisi de söylemezse müşteri tarafından sezilmeyen vasıflar varsa, onları söymekte bir zarar yoktur. Nitekim sattığı kölenin, cariyenin ve hayvanların gizli ahlâklarını söyleyebileceği gibi... Bu bakımdan mevcut olan miktarı belirtmekte bir beis yoktur. Ancak mübalâğaya ve aşırıya kaçmamak şartıyla... Sattığı malı vasfederken müslüman kardeşini o maldaki özelliklere muttali kılmak ve onu o malı almaya teşvik, dolayısıyla onunla ihtiyacını gidermek gayesini taşımalıdır. Hiçbir zaman sattığı mal için yemin etmesi, uygun bir hareket değildir. Zira yemin eden kişi, eğer yalancı ise, bü-yük günahkârlardan olup memleketlerin altını üstüne getiren 'yemîn-i gamus' etmiş sayılır. Eğer doğru ise, o zaman Allah Teâlâ'yı kastetmek gerekmez. Bir haberde şöyle vârid olmuştur:
Evet vallahi, hayır vallahi'den ötürü tüccara cehhennem vardır. Yarın veya öbür günden ötürü de sanatkâra cehen-nem vardır.30
Yalan yere yemin, ticaret malını sattırır, bereketi de yok eder.31
Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
Üç zümre vardır. Kıyamet gününde Allah onların yüzüne bakmaz: a) Kibirli fakir, b) Sadakasını başa kakan, c) Ticaret malın yeminiyle satan.32
Madem doğrulukla beraber satılması istenen malın övülmesi mekruhtur -ki böyle bir övgü fuzulî birşeydir ve rızkın zerresini dahi artırmaz- o halde böyle bir yerde yemin etmenin daha şiddetli ve felâketli olması aşikârdır.
Yunus b. Ubeyd -ki kendisi ipekli kumaş satan biriydi- şöyle anlatır: "Satın almak için benden ipekli kumaş istendi. Hizmetkârım bir yumak ipekli çıkarıp açtı ve o ipekliye bakarken şöyle dedi: 'Ey Allahım! Bize cenneti nasip et!' Bunun üzerine ona 'O ipekliyi yerine koy' dedim ve o malı satmadım".
Hizmetçinin bu duasını belki de malının bir nevi övülmesi gibi telâkki ettiğinden ötürü onu satmaktan vazgeçti. İşte bunlar gibi kimseler, dünyada ticaret etmiş, ticaretleri uğrunda dinlerini zâyi etmemiş kimselerdir. Bunlar ahiretin kârını istemenin dünyanın kârını istemekten daha kârlı ve daha verimli olduğunu bilen kimselerdir.
İkincisi; satmak istediği malın bütün eksikliğini, gizlisini ve açığını ortaya dökmek, ondan hiçbirşeyi gizlememektir. Böyle yapması farzdır. Eğer bunu gizlerse zâlim ve hileci olur. Hile ise haramdır. Eğer bunu yaparsa muamelede karşısındaki müslümana nasihat etmeyi terketmiş demektir. Oysa muamelede nasi-hat etmek farzdır. Ne zaman elbisenin iyi tarafını gösterir, diğer tarafını gizlerse hileci olur. Yine elbiseyi karanlık yerlerde müşteriye gösterirse hilecidir. Eğer mestlerin veya pabuçların ve benzerlerinin en güzellerini gösterirse, yine hilecidir. Hz. Peygamber'den rivayet edilen şu hadîs hilekârlığın haram olduğuna delâlet etmektedir:
Hz. Peygamber yiyecek maddesi satan birinin yanından geçti. Sattığı nesneler Hz. Peygamber'in hoşuna gitti. Bunun üzerine Hz. Peygamber elini gördüğü yiyeceğin içine daldırdı. İçinde ıslaklık görerek şöyle buyurdu: 'Bu rutubet nereden geliyor?' Adam 'Yağmur yedi ya Rasûlullah!'dedi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'O halde neden yağmur yiyen kısmı, yiyeceğin üstüne bırakmadın ki, halk onu görmüş olsun? Bize hile yapan bizden değildir'.33
Satılan malın eksikliklerini açıklamak suretiyle alıcıya nasihat yapmanın farz olduğuna Hz. Peygamber'den rivayet edilen şu kıssa delâlet etmektedir: Hz. Peygamber (s.a), Cerir34 ile İslâm bîatını yaparken Cerir dönüp gitmek istedi. Hz. Peygamber onun elbisesini arkadan çekiverdi. Cerir döndü. Hz. Peygamber Cerir'e, her müslüman için nasihat yapmayı şart koştu. Bundan sonra Cerir, herhangi bir eşyayı satmak istediği zaman, müşteriye o eşyanın eksikliklerini gösterir, sonra onu, alıp almamakta muhayyer bırakıp şöyle derdi: İstersen al, istersen terket!' Bunu görenler Cerir'e dediler ki: 'Böyle yaparsan alışveriş yapamazsın'.
Cerir 'Biz Hz. Peygamber'e (s.a), her müslüman için nasihat etmek hususunda bîat ettik ve söz verdik' dedi. Vasile b. Eska pazarda duruyordu. Bir adam devesini üçyüz dirheme sattı. Deve satılırken Vasile gaflete dalmıştı: Müşteri deveyi alıp giderken Vasile farkına vardı. Müşterinin arkasından koşarak şöyle dedi: 'Sen şu deveyi etlik için mi, yoksa çalıştırmak için mi aldın?' Adam 'Çalıştırmak için aldım' dedi. Vasile 'Onun ayağında yara vardır. Gördün mü? O devamlı bu şekilde yürüyemez'. Bu söz üzerine kişi geri gelip deveyi sahibine iade etti. Deve sahibi eski fiyatından yüz dirhem eksiğine yemden deveyi o adama sattı. Sonra Vasile'ye35 dedi ki: 'Allah senden razı olsun. Sen benim alışverişimi ifsad ettin'. Vasile 'Biz Hz. Peygamber'e her müs-lümana nasihat etmeyi ve doğruyu söylemeyi taahhüd edip söz verdik' diye cevap verdi.. Vasile diyor ki: Hz. Peygamber'in, şöyle dediğini işittim:
Kişiye ancak sattığı malın afetlerini belirtmek suretiyle bir alışveriş yapmak helâldir ve yine ancak satılan malın eksik-liklerini bilip müşteriye belirten bir kimse için helâl olur.36
Ashâb-ı kirâm nasihat'tan 'kendi nefsi için razı olduğu birşeyi müslüman kardeşi için razı olur' mânâsını anlamışlardır ve böyle yapmayı fazilet ve makamların artırılmasından saymamışlardır. Belki Hz. Peygamber'le yapmış oldukları biatlerinin cümlesine giren İslâm şartlarından sayıp inanmışlardır. Bu durum birçok kimseye zor gelir ve bu sırra binaen de ashâb-ı kirâm halktan uzak durup kendilerini ibadete vermek suretiyle halkın kalbini kırmaktan ve nefretlerini kazanmaktan sakınmışlardır. Zira halkla haşır-neşir olmakla beraber Allah'ın haklarını yerine getirmek ancak sıddikların becerebileceği bir mücâhededir. Bu, kul için ancak iki şeye inandığı takdirde mümkün olabilir:
1. Bilmelidir ki, sattığı malın eksikliklerini söylememek ve o malı yalanla tervic etmek, rızkına zerre kadar bir fazlalık getirmez. Aksine rızkını mahvedip bereketini siler. Çeşitli hilelerden elde ettiği bir serveti Allah Teâlâ bir defada mahveder. Çünkü hikâye ediliyor ki, bir adamın sağman bir ineği vardı. O ineği sagar, sütüne su karıştırır ve satardı. Bilâhare bir sel gelerek ineği boğdu. Adamın evlatlarından birisi: 'Hani o yavaş yavaş süte karıştırdığımız sular var ya! İşte onlar birikerek bir defada bendini aşarak ineğimizi boğdu!' dedi. Nasıl boyle olmasın? Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Alıcı ile satıcı doğru söyledikleri ve birbirlerine nasihat ettikleri zaman, alışverişlerine Allah Teâlâ bereketini ihsan eder. Ne zaman hakikati inkâr edip yalan söylerlerse, alışverişlerinin bereketi ortadan kalkar.37
İki ortak birbirlerine hıyânet etmedikçe Allah'ın kudret eli onların üzerindedir. Hıyânet ettikleri zaman Allah Teâlâ kudret elini onlardan kaldırır.38
Sadaka malı eksiltmediği gibi, hıyânet etmek suretiyle elde edilen servet de malı artırmaz... Kim artış ve eksilmeyi ancak teraziden bilirse, o Hz. Peygamberin yukarıda bahsi geçen hadîsine inanmamıştır. Kim bir tek dirhemin, bazen Allah tarafından bereketli olup insanoğlunun dünya ve ahiret saadetine sebep teşkil ettiğini ve bazen biriktirilen binlerden de Allah tarafından bereketin kaldırılıp sahibinin helakine sebep olduğunu -öyle bir şekilde helakine sebep olur ki sahibi ondan iflâs etmesini temenni eder ve bazı hâllerde iflâs etmenin kendisi için daha iyi olduğunu görürbilirse, o kimse 'Hıyânet etmek, malı artırmaz. Sadaka da malı eksiltmez' sözünün mânâsını bilmiş olur.
2. İkinci mânâ, nasihatin tamam olup kişiye yapılması kolay gelmesi için inanması gereken husus şudur: Kişi ahiretin kârının ve zenginliğinin, dünyanın kârından daha hayırlı olduğunu ve dünya malının faydasının ömrün sona ermesiyle bittiğini bilmelidir. O mallardan gelen zulüm ve günahlar ise, daimîdir. Bu bakımdan akıllı bir kimse az olan bir nesne için en hayırlıyı feda etmeyi ruhsatlı görmez. Hayrın tamamı dinin selâmetindedir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Lâ ilâhe illâllah sözü halktan -dünya alışverişlerini ahiret alışverişlerine tercih etmedikleri müddetçe- Allah'ın öfke-sini defedip uzaklaştırır.39
Halk, dinlerinin selâmeti için dünyalarından eksik olana perva etmedikçe, 'La ilâhe illâllah' onlardan Allah'ın gazabını uzaklaştırır. Ne zaman ki, dünyalarından, dinlerinin selâmeti için fedakârlık yapmazlarsa; 'Lâ ilâhe illâllah' deseler bile Allah Teâlâ onlara şöyle der: 'Yalan söylediniz. Siz 'Lâ ilâhe illâllah' derken doğru değildiniz!'
Kim ihlâs ile lâ ilâhe illâllah derse cennete girer.40 Hz. Peygambere soruldu: Buradaki 'ihlâs' ne demektir?" Hz.Peygamber 'Lâ ilâhe illâllah'ı Allah'ın haram kıldıklarından korumak demektir' diye buyurdu.
Kur'an'ın haram saydıklarını helâl sayan bir kimse Kur'an'a îman etmemiştir.41
Bu işlerin imanına menfi tesir yaptığını bilen ve imanın sermayesinin ahiret ticaretinde olduğuna inanan bir kimse sonsuz hayatına hazırlanmış sermayesini elbette zâyî etmez. Elbette sayılı günlerde kendisine fayda veren bir kâr için, ebediyette kendisine lâzım olan bir sermayeyi heder etmeye yanaşmaz.
Tâbiînden bir zat şöyle demiştir: 'Eğer ben mescide girsem, mescidi tıka basa namaz kılanlanla dolu bulsam ve bana 'Bunların en hayırlısı hangisidir?' diye sorulsa, muhakkak derim ki, İçlerinde kendilerine en fazla nasihat eden kim ise, o onların en hayırlısıdır'. Bana 'En fazla nasihat edeni şudur' denildiği zaman, 'İşte bu, onların en hayırlısıdır' derim. Eğer bana 'Bunların en şerlisi kimdir?' diye sorulsa 'İçinde kendilerine en fazla hile yapanıdır' derim. Bana 'İçinde işte en fazla hile yapanı budur' denildiği zaman da, hiç çekinmeden 'Bu, onların en şerlisidir' derim. Alışverişin ve sanatların hangi dalında olursa olsun hileli hareket haramdır. Bu bakımdan sanatkâr, eğer başkası kendisine yaparsa razı olmayacağı bir şekilde sanatında gevşeklik göstermemelidir. Bilâkis sanatını en güzel şekilde, en kuvvetli şekilde icra etmelidir. Eğer malında kusur varsa, müşteriye onu belirtmelidir. Ancak böyle yapmak suretiyle kendini mesuliyetten kurtara-bilir. Bir kunduracı (Ebu Hasan Ali b. Sâlim el-Basrî -Kut'ul-Kulûb müellifinin mürşidi-) İbn Salim'e sordu: -Efendi! Ben pabuçların satışında dinimi nasıl kurtarabilirim? -Yaptığın pabuçların iki yüzünü bir yapacaksın. Sağı,diğerinden fazla kuvvetli ve sağlam yapmayacaksın. Yüzlerin arasına koyduğun madde temiz ve güzelinden olsun ve tam birşey olsun. Dikişlerin arasını yaklaştır. Pabuçların birisini diğerinin üzerine koyma!
Ahmed b. Hanbel'e elbise satışı hakkında sorulan soru da o ka-bildendir. Yaması ve kusurlu oluşu belli olmayan bir elbisenin yamalaması ve tamiri hakkında İmam Hanbel'e sual soruldu. Şöyle buyurdu: 'O elbiseyi satan bir kimseye yamasını ve tamirini gizlemek (ve müşteriye söylememek) caiz değildir. Tamirci bir kimse, ancak, elbiseyi tamir ettiren adamın satış anında müşteriye elbisenin kusurlarını söyleyeceğini bildiği zaman veya elbisesini satmak için değil de giymek için tamir ettiğini anladığı zaman tamir etmesi helâl olur. Aksi takdirde helâl olmaz'
Eğer şöyle dersen: İnsanoğluna satılan malın ayıplarını ve kusurlarını söylemek farz olduğu müddetçe muamele tamam olamaz. Yani müşteri, kusura muttali olduktan sonra bırakıp gider'; cevap olarak şöyle derim: Söylediğin şey doğru değildir. Zira tüccarın birinci şartı satış için ancak kendi nefsine -eğer alıcı ise-razı olacağı güzel ve temiz bir malı almaktır. Sonra tüccar, alışverişinde az bir kâr ile kanaat etmelidir ki, Allah Teâlâ o alışverişte kendisine bereket ihsan buyursun ve hile yapmaya muhtaç olmasın. Bunun zor olması, ancak, tüccarların az kâr ile kanaat etmeyişlerinden doğar. Çok kârı da ancak hile yapmak suretiyle elde edebilir. Bu bakımdan İslâm dininin istediği şekilde ticareti âdet edinen bir kimse, malının kusur ve ayıplarını örtmez. Eğer binde bir eline ayıplı bir mal geçerse, o malın ayıbını müşteriye söylemeli ve o malın ayıplı olarak kıymeti ne ise, onunla kanaat etmelidir. İbn Sîrin, bir koyun sattı ve alıcıya dedi ki: 'Bu koyuncağız ayağıyla yiyeceğini çeviriyor. Bu bakımdan onda bir ayıp varsa, şimdiden senden tebrie ve helâllaşma istiyorum'. Hasan b. Sâlih42 bir cariye satar ve müşteriye 'Bizim yanımızda bu cariye bir defacık kan kustu' der.
3. Üçüncüsü, satılan malın miktarında herhangi birşeyi gizlememektir. Bu ancak, terazinin tam mânâsıyla tartılmasına ve doğru dürüst kullanılmasına bağlıdır. Bir de ölçeğin dürüstçe kul-lanılmasına bağlıdır. Bu bakımdan kişi kendi nefsi için, başkasından nasıl doğru tartıp veya ölçüp alıyorsa, başkasına da aynı şekilde vermelidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
Azap olsun ölçüde ve tartıda noksanlık edenlere ki, onlar, insanlardan (haklarını) aldıkları zaman tam olarak alırlar. Fakat insanlara (verilmek) üzere ölçtükleri yahut onlara tarttıkları zaman eksiltirler. (Mutaffifin/1-3)
İnsanoğlu bu felâketten ancak, verdiği zaman ağır ağır tartıp ve ölçüp vermek, aldığı zaman da eksik almak suretiyle kurtulur.
Zira bu konuda kılı kılına adâlet yapmak az tasavvur edilebilir. Bu bakımdan kişi fazlalığın veya eksikliğin görülmesiyle yetinmelidir. Çünkü hakkını noksansız almak isteyen bir kimse, o hakkı geçmek tehlikesiyle de karşı karşıyadır. Âlimlerden biri şöyle buyurmuştur: 'Ben bir daneyi almak suretiyle Allah'tan azabı satın alamam'. Bu bakımdan bu zat, hakkını aldığı zaman yarım dane kadar eksik alırdı, verdiği zaman da, bir dane fazla verirdi ve derdi ki: 'Genişliği gökler ve yer kadar olan cenneti bir daneye satana azap olsun! Tûbayı azap ile satan büyük bir zarardadır'.
Ulema bunun ve bunun gibi tevbesi mümkün olmayan şeylerden -mezâlimlerden oldukları için- şiddetle sakındırmışlardır. Zira danelerin sahipleri bilinmez ki, onları bir araya getirip haklarını edâ edesin. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) birşey satın aldığı zaman, tartıcı o şeyin karşılığını öderken, tartıcıya şöyle söylerdi:
Tart ve ağır ağır tart.43
Fudayl b. İyaz, oğluna baktı ki, bir dinarı yıkıyor. Çocuk o dinarda bulunan sürmeyi silip onu tertemiz yaptıktan sonra sarfetmek istiyordu ki o sürmeden ötürü ağır gelmesin. Bunu gören Fudayl, oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğlum! Senin şu yaptığın şey, iki hac ve yirmi umreden daha efdaldır'. . Seleften biri şöyle demiştir: 'Tüccar ve satıcının nasıl kurtulacağına hayret ediyorum. Bütün gün tartar, yemin eder. Bütün gece uyur'.
Hz. Süleyman (a.s), oğluna şöyle demiştir: 'Ey oğlum! Daneler iki değirmen taşının arasına girdiği gibi, günah da satıcı ile alıcı arasına girer!' Sâlihlerden birisi muhannes (kadınlar gibi giyinip kırıtan erkek) bir kimsenin cenaze namazını kıldı. O sâlih zata denildi ki: 'Namazını kıldığın bu insan fâsıktı'. Sâlih zat sesini çıkarmadı. İkinci bir defa kendisine aynı şey söylendiğinde şöyle buyurdu: 'Ben sandım ki, sen bana bu adamın iki terazisi vardı. Biriyle verir, öbürüyle alırdı diyeceksin7. Sâlih kimse, bu sözüyle işaret eder ki o adamın fâsıklığı kendisiyle Allah arasında bulunan bir günahtır. Fakat terazi sahibinin günahı ise, kullara karşı yapılan günahtır ve böyle bir günahkâra müsamaha ve affın olması daha uzak bir ihtimaldir. Terazi hakkındaki teşdid ve tehdid çok büyüktür. Bu tehdidden kurtulmak bir dane veya yarım dane ile mümkündür.
.... Ki ölçü ve adâlette hududu aşmayınız. Bir de tartıyı adâletle tutun da teraziyi noksan etmeyin. (Rahmân/9)
Abdullah b. Mes'ud'un kırâatinde 'Adâletle tutun' anlamına gelen bi'l-kıst yerine bi'l-isan tâbiri vârid olmuştur. ('Bir de tartıyı terazinin dilini düzeltmek suretiyle dikkat edip noksan tart-mayın'). Zira terazinin eksik veya fazla tartması, ancak terazi dilinin duruşundan belli olur. Sonuç olarak, kim nefsinin hakkı olarak başkasından bir kelime de olsa bile, intikam alıp da kendi nefsinden başkasına karşı o şekilde hareket etmezse o, Allah Teâlâ'nın Mutaffifin sûresinin ilk üç ayetinin kapsamına girmiş olur. Yani azaba müstehak olmuş olur. Çünkü ölçekte ve tartıda böyle yapmanın haram olduğu, sadece 'onlar ölçülür veya tartılır maddelerdir' diye değildir. Belki kastedilen, bir işte adâlet ve insaf terkedildiğinden dolayı böyle bir tehdid vardır. Bu bakımdan bu tehdid bütün amellerde geçerlidir. O halde terazi sahibi azab tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her mükellef fiillerinde, sözlerinde ve düşüncelerinde terazilerin sahibi gibidir. Bu bakımdan, eğer bu söylenenlerde adaletten ayrılırsa, onun için azab vardır. O zaman istikametten ayrılmış demektir. Eğer bu adâleti yerine getirmek hususu zor ve muhal birşey olmasaydı, Allah Teâlâ'nın şu ayeti nâzil olmazdı: İçinizden oraya gitmeyecek hiç kimse yoktur. Bu,rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. (Meryem/71)
O halde, mâsum olmayan bir kul, kesinlikle istikametten ayrılmaktan yakasını kurtaramaz, Ancak istikametten sapmanın dereceleri arasında büyük farklar vardır ve bu sırra binaendir ki, insanların ateşten kurtuluş zamanına kadar orada durma müd-detleri değişir. Hatta bazılarının ancak girmesiyle çıkması bir olur. Bazıları da bin sene veya binlerce sene kalırlar. Biz Allah'tan bizleri istikamet ve adalete yaklaştırmasını istiyoruz. Zira dosdoğru yol üzerinde koşup herhangi bir tarafa meyletmemek pek zor birşeydir. Çünkü o yol kıldan ince ve kılıçtan daha keskindir. Eğer o yol olmasaydı onun üzerinde istikametli olarak geçen bir kimse cehennem üzerine uzatılmış köprünün üzerinden geçmeye muktedir olmazdı. O cehennem üzerindeki köprü ki, kıldan daha ince ve kılıçtan daha keskin olmak onun özelliği ve sıfatıdır. Dünyada dosdoğru yolun üzerinde insanın istikameti ne derece ise, kıyamet gününde köprü üzerinde o kadar hafiflik hisseder. Kim yiyecek maddelerine, toprak veya başka bir maddeyi katıp sonra onu tartıp veya ölçüp satmışsa, o kimse tartı ve ölçüde hile yapanlardandır. Bir kasap etle beraber satılması âdet edilmemiş bir kemiği satarsa, o da terazide hile yapanlardandır. Bunun üzerine diğer takdirleri kıyas edebilirsin. Hatta kumaş satıcısının âdet ettiği metrede dahi bu cereyan etmektedir. Çünkü bezzaz elbiselik kumaşı satın alıp ölçtüğü zaman, gevşek bırakır ve çekip gerdir-mez. Onu sattığı zaman ise, metrede çekip gerdirir ki, miktar da bir farklılık baş göstersin. Bütün bunlar azabı gerektiren hileciliğe dahildir.
4. Dördüncüsü, günün fiyatında (rayicinde) doğru olmasıdır. Günün rayicinden herhangi birşeyi gizlememelidir. Zira Hz. Peygamber (s.a}, malını şehire satmak için getirenleri karşılamayı yasak etmiştir.44 Neces denilen alışverişi de yasak etmiştir.45 Gelen kervanları karşılamaya gelince, bu şöyle olur: Gelen kervanı karşılar. Getirilen malı daha şehire varmadan önce zapt u rapt altına alır ve şehrin geçerli narhında da yalan söyler. Oysa Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur;
Sakın kervanları karşılamayın! Bu bakımdan kervanları karşılayan kim olursa olsun, eşya sahibi pazara geldikten sonra muhayyerdir. İsterse yolda yapılan alışverişini bozabilir. Bu alışveriş, esasında olmuştur. Fakat eğer eşya sahibi yolda kendisini karşılayıp malını alanın yalan söylediğini görürse, şehrin narhı onun dediğinden farklı ise, satıcı için caymak imkânı sabit olur. Eğer adam dediği narhta doğru ise, o vakit satıcı cayabilir mi, cayamaz mı diye ulema ihtilâf etmiştir. Zira yukarıdaki haberin umumiliği ile kandırmanın olmaması burada çarpışmaktadırlar, (Yani bu hususta vârid olan haberin umumuna bakılırsa, satıcı cayabilir. Fakat hakikatte kandırmanın olmamasına bakılırsa, satıcı cayamaz, İşte bu noktadan ötürü ulema ihtilâf etmiştir).
Hz. Peygamber (s.a), şehirlinin, dışardan gelen bir kimsenin malını satmasını yasaklamıştır. Şöyle ki, çölde yaşayan adam, beraberinde satılacak maddeler olduğu halde şehire gelir. Onları aceleden satıp elinden çıkarmak ister. Şehirli kendisine der ki: 'Onları yanıma bırak. Ne zaman, daha fazla pahalılaşırsa ve narh yükselirse, o zaman satayım'. İşte yiyecek maddeleri hususunda böyle yapmak haramdır. Yiyecek maddesi olmayan diğer mallarda ise, haram olup olmadığında ihtilâf vardır. Fakat en açık fetvaya göre, diğer mallarda da haram olmasıdır. Zira bu husustaki yasak, umumî bir şekilde vârid olmuştur. Bir de böyle bir malı satıştan çekip bekletmek insanlar için bir nevi sıkıntı olur. Üstelik bu darlığı meydana getiren fuzulî adamın (şehirlinin) bunda herhangi bir faydası da yoktur. Hz. Peygamber (s.a), Neceş tâbir edilen alışveriş şeklini de yasaklamıştır. Neceş şöyle yapmak demektir: Malı istek ile satın almak isteyen bir kimsenin yanında, satıcıya yanaşıp daha fazla bir fiyatla o malı satın almak istediğini söylemektir. Oysa esasında malı almak taraftarı da değildir, böyle yapmaktaki gayesi; ancak müşteriyi o mala daha fazlasıyla teşvik ve tahrik etmektir. Eğer böyle yapmak daha önceden satıcı ile gizli anlaşmasından ötürü değil ise, geçerlidir. Eğer daha önceden satıcı ile anlaşarak bunu yapıyorsa, alıcının daha sonra aldığı malı geri çevirebilir mi veya çeviremez mi hususunda ihtilâf vardır. En uygunu geri çevirebilmesidir. Zira müşteri birkaç gün sağılmaksızm memesinde sütü fazla gösterilen sağman bir ineğin alışında aldandığına benzer bir hareketle aldatılmıştır ve yine kervanların önüne çıkıp da şehirin rayicinden haberi olmayan kimselerden mal alan bir kimse, onları aldattığından dolayı onların bilâhare cayabilecekleri gibi, burada da müşteri cayabilir. İşte bu söylediklerimiz birtakım yasaklardır. Satıcı ile alıcının vaktin narhında hile yapmalarının caiz ol-madığına delâlet eder ve yine satıcı ile alıcının satılan malda bulunan herhangi bir eksikliği -ki karşı taraf onu bildiği takdirde o malı almayacaktır- örtbas etmeleri caiz olmadığı gibi, zamanın rayicini de örtbas etmenin caiz olmadığına delâlet eder. Bu bakımdan böyle yapmak müslümanlara farz olan nasihatin zıddı bulunan haram ve hileyi irtikâb etmek demektir.
Tâbiin-i kiramdan bulunan bir zattan hikâye ediliyor ki, kendisi Basra'da bulunuyordu. Horasan yakınlarında bulunan Sus şehrinde onun bir hizmetkârı vardı. Bu zat Basra'dan şeker alıp Sus'ta satılmak üzere gönderiyordu. Hizmetçisi kendisine şöyle bir mektup yazdı: 'Şeker kamışlarına bu sene hastalık isabet etti. Bu bakımdan stok etmek üzere şeker al' Bunun üzerine adam çok şeker aldı. Şekerin satış zamanı geldiğinde, o şekerden zamanın parasıyla otuz bin kâr etti. Sonra evine gitti, bütün gece düşündü. Kendi kendine 'Evet, otuz bin kâr ettim. Fakat yapmakla mükellef olduğum nasihati terkettim' dedi. Sabah olunca şeker satıcısına gi-derek parayı geri verdi ve "Allah senin için bu paraya bereket versin" dedi. Şekerci 'Bu para nereden geliyor?' deyince, adam 'Ben senden şeker alırken gerçeği gizledim. Oysa şeker pahalanmıştı' dedi. Şekerci 'Allah sana rahmet etsin. İşte şimdi bildirdin. Ben bunu sana helâl ettim' dedi.
Bunun üzerine o zat otuz bini tekrar alıp götürdü. Düşündü ve o gece uykusuz kaldı. Kendi kendine 'Ben şeker satıcısına gereken nasihati yapmadım. Belki o benden utandı da bu parayı bana iade etti' diyerek sabahın erken saatlerinde parayı satıcıya götürüp ona şöyle dedi: 'Allah sana afiyet ihsan etsin. Şu malını al. Çünkü alman kalbime daha uygun geliyor'. Bunun üzerine şeker sahibi parayı teslim aldı.
İşte yasaklar konusunda vârid olan bu haber ve hikâyeler, kişinin fırsatçı olmamasına ve satılan malın sahibinin gafletinden istifade etmemesine, satıcıdan veya alıcıdan günün rayicini ve narhın değişmelerini gizlememesine delâlet eder. Eğer bunları yaparsa zâlim olur. Adâleti terketmiş olmakla beraber müslümanlar için nasihat yapmayı da terketmiş olur.
Ne zaman, elindeki malı kârlı satarsa, meselâ 'Şu mal bana ne kadara mal olmuşsa veya ben onu ne ile satın almışsam sana öyle devrediyorum', dediği zaman, doğru söylemesi gerekir. Doğru söylemekle beraber akidden sonra o malda ortaya çıkan eksik ve noksanlıkları da alıcıya söylemelidir. Eğer o malı bir müddete kadar borç ile almışsa, onu da söylemelidir. Eğer dostundan veya evladından müsamahalı bir şekilde satın almış ise, onu zikretmesi de vacibdir. Zira muamele yapan insan, yaygın olan âdetine itimad ederek, onun satılacak malının bütün vasıflarını zikretmesine güvenerek pek fazla tedkike lüzum görmez. Çünkü müslüman bir satıcı, kendisi için aldığı zaman, muhakkak malın her tarafına bakar. Bu bakımdan eğer satın aldığı malın tedkikini herhangi bir sebepten ötürü güzelce yapmazsa, satıcıya keyfiyeti bildirmek farz olur; zira müşteri burada satıcının emanetine ve dindarlığına güvenmektedir.
________
30)Deylemî, Müsned'il-Firdevs, . (Enes'ten benzerini senedsiz olarak).Irâkî'ye göre bu hadîsin aslı yoktur, 31)Müslim ve Buharî, (Ebu Hüreyre'den) 32)Müslim 33)Müslim, (Ebu Hüreyre'den) 34)Cerir, Cabir b. Abdullah'ın torunudur. H. 51 senesinde vefat etmiştir. 35)Tebuk muharebesinden önce müslüman olmuştur ve Ashâb-ı Suffe'dendir.Şam'da en son ölen sahabîdir. 35)Hâkim ve Beyhakî. 37)Müslim ve Buharî, (Hakim b. Huzzam'dan) 38)Ebû Dâvûd ve Hâkim, (Ebû Hüreyre'den) 39)Ebu Ya'la ve Beyhakî, (Enes'ten zayıf bir senedle) 40)Taberânî, (Zeyd ve Erkam'dan) 41)Tirmizî, Taberânî, Beyhakî 42) Künyesi Ebu Abdullah'tır. Kûfelidir. Hadîs ilminde güvenilir bir kimseydi. H. 100 senesinde doğmuş ve H. 169 senesinde vefat etmiştir. 43) Sünen sahipleri ve Hâkim, (Suveyd b. Kay
Ticarette İhsan (İyi Davranmak)
Allah Teâlâ, insanoğluna iyi davranmayı (ihsânı) ve adâleti emir buyurmaktadır. Adâlet, kurtuluşun biricik sebebidir. Bu bakımdan adâlet, ticaret sermayesi yerine geçer. İhsan (iyi davranmak) ise, zaferin elde edilmesi ve saadetin kazanılmasına biricik sebeptir. Bu bakımdan iyi davranmak, ticarette kârın yerine geçer. Dünya muamelelerinde sadece sermayesiyle yetinip kâra ilti-fat etmeyen bir kimse, akıllı sayılmadığı gibi, ahiret muameleleri de böyledir; yani bu muamelelerde de kişi, sadece sermaye ile yetinmemeli, kâr aramalıdır. Dindar bir kimse, sadece adâletle hareket edip zulümden kaçınmakla yetinmemeli, ihsanın (iyi davranmanın) bütün kapılarını çalmalıdır.
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun! (Kasas/77) Allah'ın rahmeti ihsan edenlere yakındır! (A'raf/90) Muhakkak ki Allah, adâleti ve ihsânı emreder. (Nahl/5) İhsan'dan gayemiz; muamele yapan kişiye fayda verici hareketlerde bulunmaktır. Böyle davranmak, gerçi satıcı (veya alıcıya) farz değil ise de, bu şekilde davranmak bir fazilettir. Zira muamelede farz olan ihsan, adâletli hareket etme ve zulmü terketme bahsine girer. Biz de bunu daha önce zikretmiştik. İnsanoğlu, ihsan (iyi davranmak) mertebesine ancak aşağıda gelen altı şeyin birisiyle varabilir:
1. Kâr etmek hususundadır. Bu bakımdan müslüman bir kişi, normal olarak insanların aldanmadığı bir şekilde arkadaşını aldatıp fâhiş kârlar elde etmemelidir. Kâr etmenin aslına gelince, Allah buna izin vermiştir. Çünkü ticaret kâr ile olur. Kâr ise çok olacağı gibi az da olabilir. Fakat kişi sattığı mala bu artışı yüklerken en yakın derecesini gözetmelidir. Zira müşterinin normal kârdan fazlasını vermesi iki sebepten doğar; a) O malı edinmekte çok isteklidir, b) Veya o mala şiddetle muhtaçtır. Bu bakımdan böyle bir kimseye fâhiş bir şekilde mal satmaktan kaçınmak gerekir ve bu şekilde yapmaksa, ihsan kısmına dâhil olur. Kandırmak ortada olmadıkça fazla almak (dinen) zulüm sayılmaz. Âlimlerin bir kısmı satılan malın sermayesinin üçte birinden fazla satıcı kâr ederse, alıcı için muhayyerlik (isterse olduğu gibi kabul, isterse iade eder) icab ettireceğini söylemişlerdir. Fakat biz aynı fikirde değiliz. Lâkin bu şekilde yapılan kârdan bir kısmını müşteriye bağışlamak ihsâna dâhil olur.
Rivayet ediliyor ki, Basralı Yûnus b. Ubeyd'in yanında fiatları çeşitli olan abâ ve izarlar vardı. Bu giyim eşyasından bir kısmının fiatı dörtyüz dirhemdi, bir kısmının fiatı da ikiyüz dirhemdi. Bu zat, namaza gidip dükkanı yeğenine bıraktı. O esnada bir göçebe geldi. Kendisi için, mevcut bulunan elbiselerden dört yüz dirhemlik bir elbise istedi. Dükkânda bulunan adam, göçebeye ikiyüz dirhemlik bir elbiseyi gösterdi. Göçebe elbiseye baktı. Beğenip dört yüz dirheme satın aldı ve gitti. Elbise, adamın elinde iken camiden dö-nen Yûnus, onu gördü ve elbiseyi tanıdı. Göçebeden kaça aldığını sordu. Göçebe dörtyüze aldığını söyleyince, şöyle dedi: -Bu, ikiyüz dirhemden fazla etmez. Bu bakımdan, bunu sahibine vermek üzere geri getir. -Bu elbise, bizim memleketimizde beşyüz dirheme de değer. Üstelik ben bunu kendi rızamla aldım. -Sana dön diyorum. Dinde (müslümanlara) nasihat etmek, dünya ve dünyadakilerden daha hayırlıdır. Sonra Yûnus, göçebeyi dükkâna getirdi. Dörtyüzden ikiyüz dirhemi kendisine iade etti. Yeğenine 'Neden böyle yaptın?' diye çıkıştı ve şöyle dedi: -Sen utanmadın mı? Allah'tan korkmadın mı? Malın serma- yesi kadar kâr edip müslümanlar için yapılması gereken nasihatı,doğruluğu terkettin. -Allah'a yemin ederim, o bu elbiseye razı olduktan sonra aldı. -O razı oldu diyelim. Ya sen? Kendi nefsin için razı olmayacağını ondan niye esirgemedin? Böyle bir muamelede günün rayici gizlenmişse ve kandırmak varsa, bu zulüm grubuna girer. Daha önce bunun bahsi geçmişti. Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur:
Râyici bilmeyen ve tamamen kendisini satıcının vicdanına teslim eden bir müşteriden fazla kâr almak haramdır.46
Zübeyr b. Adiy47 der ki: 'Ben Hz. Peygamber'in onsekiz ashabına yetiştim. Onların hiçbiri doğru dürüst bir dirhem ile et almayı dahi beceremezlerdi'. Bu bakımdan bu gibi alışverişten anlamayan zatlardan fazla kâr etmek zulmün ta kendisidir. Eğer bu kârı kandırmaksızın elde ederse, o vakit Allah'ın insanlardan istediği ihsanı terketmiş olur. Üstelik fazla kâr etmek kandırmaksızın ve günün râyicini gizli tutmaksızın pek de kolay elde edilecek birşey değildir. Katıksız ihsana gelince, o, Sırrî es-Sakatî'den (Cüneyd-i Bağdadî'nin dayısıdır) nakledilen şu hakikattir: Sırrî es-Sakatî, bir ölçek bademi altmış dinara satın aldı ve gelir-gider defterine 'Bunun kârı üç dinardır' diye yazdı. Yani on dinarda yarına dinar kâr kabul etti. Tam bu esnada bademin ölçeği doksan dinara yükseldi. Salihlerden bir tellâl, Sırrî es-Sakatî'ye gelerek bademleri almak istedi. Sırrı kendisine şöyle dedi: -Al götür! -Kaç dinar kârla götüreyim? -Üç dinarla... -Badem doksan dinara çıktı! Nasıl olur da, böyle az bir kârla veriyorsun? -Ben kalbimde bir mukavele akdetmişim. Onu artık çözemem. Ben bu ölçeği ancak atmış üç dinara satarım. -Ben de Allah ile aramda hiçbir müslümanı kandırmamak üzere mukavele yaptım. Senden ancak bunu doksan dinara alabilirim. Bunun üzerine ne tellâl Sırrı es-Sakatîden o malı satın alabildi, ne de Sırrî o malı satabildi. İşte bu, iki taraftan olan katıksız ihsandır. Zira hâlin hakikâtini bilmekle olan bir davranıştır.
Rivayet edildiğine göre, Şukûk tâbir edilen elbiseler vardı. Bu elbiselerin bir kısmı beş, bir kısmı da on dirhemlikti. Muhammed b. Münkedir'in48 dükkânında bulunmadığı bir anda tezgâhtarı beş dirhemlik elbiselerden birini on dirheme sattı. Dükkâna gelip bu durumu öğrenen Muhammed b. Münkedir bütün gün elbiseyi satın alan göçebenin arkasına düşüp aradı. Nihayet onu buldu. Kendisine şöyle dedi: -Hizmetçi yanlışlık yaparak beş dirhem değerindeki bir elbiseyi sana on dirheme satmış. -Ben buna razı oldum. -Her ne kadar sen buna razı olmuşsan da biz ancak nefsimiz için razı olduğumuz bir muameleye senin için razı olabiliriz. Bu bakımdan üç yoldan birisini seç; a) Ya gelip on dirhemlik şükûklardan birisini alırsın, b) Veya senin beş dirhemini geri veririm, c) Ya da bizim elbisemizi geri verip bütün paranı geri alırsın. -O halde benim beş dirhemimi ver! Böylece Muhammed, göçebenin beş dirhemini geri verdi ve göçebe geçip giderken 'Bu ihtiyar adam kimdir?' diye soruşturmaya başladı. Kendisine onun, Muhammed b. el-Münkedir olduğu söylendi. Göçebe 'Allah'tan başka ilah yoktur. (Bu kelime hayret ye-rine kullanılır). Bu, o kimsedir ki, biz çöllerde kıtlığa tutulduğumuz zaman, bunun yüzü suyu hürmetine Allah'tan yağmur talep ediyoruz'. İşte on dirhemde yarım dirhem veya normal olarak satılan eşyada o yerde ne kâr ediliyorsa o kârı yapmak ihsana dâhildir. Az bir kâra rıza gösteren bir kimsenin satışı çoğalır ve fazla sarfiyattan çok kârlar elde eder ve böylece bereket görünmeye başlar.
Hz. Ali (r.a) Kûfe çarşısında elinde kamçısı olduğu halde gezip şöyle derdi: 'Ey tüccarlar! Hakkı alınız ve hakkı veriniz! Böyle yaptığınız takdirde (faizden veya felâketten) salim kalırsınız. Az kâra razı olun ki, çok kârdan mahrum olmayasınız..' Abdurrahman b. Avf a (r.a) şöyle denildi: -Senin zengin oluşunun sebebi nedir? -Ben ne kadar az olursa olsun, hiçbir zaman, hiçbir kârı tepmiş değilim. Benden istenilen bir hayvanın satışını geciktirmiş değilim. Ben borçla satış yapmam. İşte benim zenginliğimin sebepleri bunlardır.
Deniliyor ki, Abdurrahman b. Avf (r.a) bin deveyi sattı. Sattığı develerde ancak yularlarını kâr etti. Sonra her yuları bir dirheme sattı. Böylece develerde bin dirhem kâr etti. Bir de o günlük deve yeminden bin dirhem kâr etti.
2. İkincisi, biraz fazlaca kâr vermeye tahammül göstermektir. Müşteri eğer zayıf bir kimseden yiyecek maddesi alıyorsa veya herhangi bir fakirden birşey alıyorsa ona biraz fazla kâr vermekte hiçbir beis yoktur. Böyle bir kimse ile alışveriş yaptığı zaman, müsamaha ve kolaylık göstermesi ve bu şekilde satıcıya iyilik yapması gerekir. Bir de böyle yapmak suretiyle Hz. Peygamber'in 'Allah, satışı kolay bir kişiye rahmet eylesin' hadîsinin kapsamına dâhil olmuş olur. Zengin ve tüccar bir kimseden herhangi bir malı satın almasına gelince, eğer satıcı ihtiyacından fazla kâr istiyorsa, böyle bir kimsenin fazla kâr istemesine karşı ses çıkarmamak iyi bir hareket değildir. Çünkü ecri olmaksızın malını zâyi etmiş ve hiçbir dua da almamış olur. Ehl-i Beyt yolu ile rivayet edilen bir hadîste şöyle vârid olmuştur:
Alışverişte kandırılan bir kimse ne övülür, ne de parasının karşılığını görmüş olur.49
Basra kadısı Iyaz b. Muaviye tâbiîn-i kirâmın akıllılarındandı. Diyor ki: 'Ben hilekâr değilim. Hile ne beni, ne de Muhammed b. Sirîn'i aldatmaz. Hile ancak Hasan-ı Basrî'yi ve benim babam Muaviye b. Kırre'yi aldattı. En kâmil vasıf, kişinin aldatmaması ve aldanmamasıdır'.
Nitekim âlimlerden biri, Hz. Ömer'in vasfını söylerken şöyle buyurmuştur: 'Başkasını aldatmaktan çok yüce idi ve başkası tarafından aldatılmaktan da çok daha akıllıydı'.
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a) ve selef-i sâlihînin hayırlı kimseleri alışverişte titiz davranırlar, sonra mallarını hibe yoluyla müslümanlara verirlerdi. Bunun üzerine bu zevat-ı kirâmdan birisine denildi ki: 'Sen satın alırken az birşey üzerinde titizlikle duruyorsun. Sonra perva etmeksizin birçok şeyi hibe ediyorsun. Bu nasıl olur?' O zat şöyle cevap verdi: 'Hibe bir fazilettir. Kandırılmak ise ahmaklıktır'.
Seleften biri şöyle demiştir: 'Ben kandırıldığım zaman, ancak aklım ve basiretimi başkasına kaptırmış olurum. Bu bakımdan beni kandırmak isteyene bu imkânı vermek taraftarı değilim. Fakat hibe ettiğim zaman, Allah için vermiş olurum. Bu bakımdan Allah için verdiğimi hiç de fazla görmem'.
3. İhsanın üçüncüsü, satılan malın bedelini tamamen almak ve halkın boynunda bulunan alacaklarını tahsil etmektir. Bazen müsamaha göstermek suretiyle alacağını tahsil etmekte ihsanda bulunmak, bazen mühlet vermek ve tahsil müddetini geciktirmek suretiyle ihsanda bulunmak... Bazen de bir kısmını affetmek suretiyle, bazen de nakdin en güzelini istemekten vazgeçmek suretiyle ihsanda bulunmaktır. Bütün bunlar mendub hareketlerdir ve insanoğlu bunlara teşvik edilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Sattığı zaman kolaylık gösteren, satın aldığı zaman kolaylık gösteren, borcunu verdiği zaman ve alacağını istediği za-man kolaylık gösteren bir kimseye Allah rahmet etsin! Bu bakımdan Hz. Peygamber'in duasını kazanmaya çalışılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber, başka bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
Müsamaha göster ki, sana da müsamaha gösterilsin.50
Eli darda olan bir borçluya mühlet veren veya alacağını onun için terkeden bir kimse ile, Allah Teâlâ çok kolay bir şekilde hesap görür.51
Allah'ın (veya arşının) gölgesinden başka gölge olmayan bir günde Allah o kimseyi arşının gölgesinde gölgelendirir.
Hz. Peygamber (s.a), dünyada israfçı bir kişinin Allah huzuruna getirilip hesaba çekildiğini ve bir tek sevabı kalmadığı zaman, melekler tarafından kendisine 'Sen dünyada hiçbir hayır işlemedin mi?' denildiğinde, onun da 'Hayır, ben hiçbir hayır işlemedim. Ancak halka borç veren bir kimseydim ve hizmetçilerime 'borçluların zenginlerine müsamaha gösteriniz, fakirlerine de mühlet veriniz' emrini veriyordum. (Bütün yaptıklarım bundan ibaret idi) dediğini anlatmıştır.
Hadîsin başka bir lâfzında "Fakirin borcundan vazgeçiniz' ibaresi vardır. Bunun üzerine Allah Teâlâ o ki kuluna şöyle der:
Mademki sen, aciz bir kul olduğun halde, yoksulların bor-cundan vazgeçerdin, o halde bizim senin günahından vazgeçmemiz daha uygundur. Böylece Allah Teâlâ, o kulun azabından vazgeçer ve onu affeder7.52
Kim bir zamana kadar müslüman kardeşine bir dinar (altın) borç verirse, o borcun zamanı gelinceye kadar hergün için ona bir sadaka yazılmaktadır. Zamanı geldiğinde bir daha ona mühlet verirse hergün o alacak kadar onun için sadaka yazılır.63
Selef-i salihînden bazıları bir zamana kadar müslüman kardeşinden borcunu edâ etmesini (sadece bu hadîs-i şerîfin ifade buyurduğu hikmetten istifade etmek için) istemiyordu ki böylece her gününde o borç kadar sadaka vermiş bir kimse gibi olmuş olsun. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Gördüm ki, cennetin kapısında şöyle yazılıydı: 'Sadaka on misline, borç vermek ise onsekiz mislinedir'.54 Bu hadîs-i şerifin açıklanmasında denildi ki: 'Sadaka, muhtaç olan ve olmayanın eline geçer. Borç almak zilletine tahammül etmek ise ancak muhtaç bir kimsenin işidir'.
Hz. Peygamber (s.a), başkasının yakasına, alacağını istemek için yapışan birisine baktı. Alacaklıya eliyle alacağının yarısını hibe etmesini işaret etti. O da Hz. Peygamber'in bu emrini yerine getirdi. Bunun üzerine borçluya şöyle buyurdu: 'Kalk ve borcunu öde!' 55 Kim birşeyi satar, derhal onun parasını vermek suretiyle sıkıştırmazsa borç vermiş gibi olur. Rivayet ediliyor ki, Hasan Basrî, bir katırını dörtyüz dirheme sattı. Parasını alacağı zaman, alıcı kendisine şu ricada bulundu: -Ey Ebu Said! Bana biraz müsamaha et! -Yüz dirhemi bağışladım. -Biraz daha müsamaha et! -Yüz dirhem daha bağışladım, dedikten sonra ikiyüz dirhem hakkını aldı. Kendisine 'Ey Ebu Said! Bu katırın yarı parasıdır'denildiği zaman, İşte ihsan böyle olur. Böyle yapmadığın takdirde ihsan etmiş sayılmazsın' dedi.
Hakkını »ister tamam ister eksik olsun- kötü söz söylemeden helâl ve meşru şekilde al ki, Allah Teâlâ seni en kolay şekilde hesaba çeksin.50
4. Dördüncü emir, borcun ödenmesi hakkındadır. Borcu güzelce ödemek, ihsâna dahildir. Borcun güzelce ödenmesi şu şekildedir: Borçlu kimse, hak sahibine bizzat gider. Onu, hakkını almak için gelmeye mecbur etmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Sizin en hayırlınız, borcunu ödemek hususunda en iyi davrananızdır.57
Borcunu ödemeye imkânı olduğu zaman tehir etmeksizin hemen yapmalıdır, velev ki borcun vakti henüz gelmeden de olsa... Şart koşulan maldan daha iyisini ve daha güzelini teslim etmelidir. Eğer borcunu edâ etmekten âciz ise, kalbinde Allah Teâlâ ne zaman kendisine imkân verirse borcunu edâ etmek niyeti olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Bir müslüman vakti gelince ödemek üzere başkasından borç alıyorsa, Allah Teâlâ (c.c), onu koruyan ve borcunu ödeyinceye kadar kendisine dua eden bir grup meleği vekil kılar.58
Seleften bir cemaat, sadece şu geçen hadîs-i şerifteki fazilete nail olmak için, ihtiyaçları olmadığı halde borç alırlardı.
Hak sahibi, borçluya karşı kaba davranırsa, borçlu tahammül etmeli ve ona yumuşak bir şekilde karşılık vermelidir. Bunu da Hz. Peygamber'e uymak niyetiyle yapmalıdır. Zira alacaklı, alacağının zamanı geldiğinde çıkıp Hz. Peygamber'e geldi. Kazara Hz. Peygamber borcunu verememişti. Kişi bunun üzerine Hz. Peygamber'e sert konuşmaya başladı. Ashâb-ı kirâm adamı hırpalamak isteyince Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Yakasını bırakınız! Çünkü hak sahibinin konuşmaya hakkı vardır.59
Borçlu ile alacaklı arasında konuşma cereyan ettiği zaman, aracılık yapanlar için borçlunun lehinde konuşmak ihsandandır. Zira borç veren kimse, büyük bir ihtimalle zengindir. Borç alan ise, ihtiyacından dolayı borçlanmıştır. Böylece satıcıdan fazla alıcıya yardım etmek uygundur. Zira satıcı satılan maldan rağbetini kesmiş, onun paha etmesini ister. Alıcı ise, o mala muhtaçtır. İşte böyle yapmak en güzel harekettir. Ancak borçlu sınırı aşacak derecede aşırı giderse, o zaman zulme kaçmaktan onu menetmek ve hak sahibine yardım etmek gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kardeşine yardım et. İster zâlim olsun ister mazlum.60 Ashab-ı Kirâm 'Ey Allah'ın Rasûlü! Biz nasıl zâlim kardeşimize yardım edebiliriz?' diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
Kardeşini zulümden menetmen, ona yardımdır.
5.Beşincisi, vereceğin bir kısmından vazgeçilmesini isteyen bir kimseyi affetmektir. Zira ancak alışverişten zarar görmüş ve pişman olmuş bir kimse affedilmesini ister. Bu bakımdan bir müslüman diğer müslüman kardeşinin onun yüzünden zarara uğramasını istemez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Kim alışverişinden pişman olan bir kimseyi affederse, yani pişmanlığında ona yardımcı olup istediği şekilde muamele ederse, Allah Teâlâ da kıyamet gününde onun sürçmelerini affedip kaldırır.61 Veya Hz. Peygamber'in hadîsi söylediği gibi...
6.Altıncı şey, muamelesinde bir müddete kadar borç vermek için bir grup fakiri aramalı, onlara imkân vermek suretiyle ecir elde etmeye çalışmalıdır. Bu muameleyi yaparken onların imkânları olmadıkça, onlardan hakkını istememeye azimli olduğu halde yapmalıdır. Çünkü selefin sâlihlerinden bazılarının iki defteri vardı. O hesap defterlerinden birinde bilinmeyen fakir ve zayıfların isimleri yazılıydı. Böyle bir defter tutmanın hikmeti şuydu: Fakir yiyecek maddesini veya meyveyi görürdü. Canı onu çekerdi. Gelir dükkâncıya 'Benim şu maddeden beş batmana ihtiyacım var, fakat almak için param yok' derdi. Dükkân sahibi de 'A1! Zengin olduğun zaman getirip verirsin' derdi. Fakire karşı bu şekilde davranan kimse ümmetin hayırlı kimselerinden sayılmazdı. Belki fakirin ismini deftere yazmayıp onu fakirin boynuna borç yapmayan ümmetin hayırlılarından sayılırdı. Bu kimse ancak fakire şöyle derdi: 'İstediğini al! Eğer daha sonra imkânın olursa gelir verirsin. Eğer imkânın olmazsa sana helâl-i hoş olsun!'
İşte buraya kadar selef-i sâlihîn'in ticarî muamelelerinin yollarını belirttik. Bu yollar şimdilik tamamen ortadan kalkmıştır. Böyle hareket eden bir kimse, bu sünneti yeniden diriltmeye ve bid'atları öldürmeye çalışmış olur. Kısacası ticaret insanlar için mihenk taşıdır. Ticaret ile kişinin dindarlığı ve takvâsı ölçülür. Bunun için de şâir şöyle demiştir:
Sakın kişinin yamaladığı elbisesi veya topuğunun üstüne kadırdığı izarı (peştamalı) veya secde eseri bulunan alnı seni aldatmasın. Parayı ona göster (veya paranın yanında ona bak!) Onun dalâletini takvasından o zaman ayırabilirsin.
Bunun içindir ki, şöyle denildi: 'Hazerde kişinin komşuları, seferde arkadaşları, çarşıda kendisiyle alışveriş yapanlar, kendisini övdükleri zaman, onun sâlih bir kişi olduğunda şüpheniz kalmasın'.
Hz. Ömer'in yanında, birisi şahitlik yaptı. Hz. Ömer, şahide 'Seni tanıyan birini getir' dedi. Adam giderek birini getirdi. Gelen adam şahidin lehinde konuşmaya başlayınca Hz.Ömer şöyle sordu: -Sen onun çıkış ve girişini bilen en yakın komşusu musun? -Hayır! -Onun iyi ahlâklı olduğuna delâlet eden bir yolculukta kendisiyle arkadaşlık ettin mi? -Hayır! -Onunla, kişinin takvâsını bildiren dirhem ve dinar (para) ile bir alışveriş yaptın mı? -Hayır! -Sanırım sen onu mescidde namaz kılarken, Kur'an'ı teganni ile okurken, kâh başını eğip, kâh kaldırırken görmüşsün. -Evet! Bu şekilde gördüm! -O halde çık git! Onu tanımıyorsun! Sonra adama şöyle dedi: 'Seni tanıyan bir kimseyi getir!'
________
46)Taberânî, (Ebu Umâme'den zayıf bir senedle); Beyhakî, (Câbir'den hasen bir senedle) 47)Hemedanlıdır. Künyesi Ebu Adiy'dir. Rey şehrinin kadısıydı. H. 131 senesinde Rey'de vefat etmiştir. 48)Künyesi Ebu Abdullah'tır. II. 130 senesinde yetmiş küsur yaşındayken vefat etmiştir. 49)Hakîm-i Tirmizî, Nevadir 50)Taberânî, (İbn Abbâs'tan) 51)Müslim, İmam Ahmed, İbn Mâce ve İbn Hibban 52)Müslim, (Ebu Mea'ud'dan); Müslim ve Buharî, (Ebu Huzeyfe'den benzerini) 53)İbn Mâce, (Büreyde'den); İmam Ahmed ve Hâkim 54)İbn Mâce, (Enes'ten zayıf bir senedle) 55)Müslim ve Buharî, (Ka'b b. Mâlik'ten) 56)İbn Mâce, (Ebu Hüreyre'den hasen bir senedle) 57)Müslim ve Buharî, (Ebu Hüreyre'den) 58)İmam Ahmed, (Hz. Âişe'den) 59)Müslim ve Buharî, (Ebu Hüreyre'den) 60)Müslim ve Buharî, (Enes'ten) 61)Ebu Dâvud ve Hâkim, (Ebu Hüreyre'den)

Ticarî İlişkilerin Sıhhatini Bilmek

alışveriş Faiz icare ortaklık selem ticaret ticari ilişkiler Kesb/Alışveriş, Ribâ (Fâiz), Selem, İcare, Kırad ve Şirket (Ortaklık) ve Çalışıp-Kazanmanın Hareket Noktasını Teşkil Eden Bu Tasarrufların Sıhhatli Olması İçin Şer'an Gereken Şartlar
Her çalışan müslümana bu konunun ilmini elde edip bilmek farzdır. Zira ilmin elde edilmesi, her müslüman için farzdır ve müslümanların boynunda farz olan ilim de, muhtaç olduklarının ilmidir. Çalışan bir müslüman ise, çalışma ilmine muhtaçtır. Ne zaman ki, bu konunun ilmini elde ederse, muâmeledeki bozucu unsurlara vâkıf olur ve böylece onlardan sakınır. Bu konunun dışında kalan müşkül ve girift fer'î meseleler ise, o meselelerin neden girift olduklarına vâkıf olup onları bilen kimselerden sorup hakîkatlerini öğreninceye kadar onlar hakkında menfî veya müsbet bir hüküm vermekten kaçınmalıdır; zira kişi, fesadın sebeplerini icmalî de olsa bilmediği zaman, ne zaman duraklamasını ve ne zaman meseleyi soracağını bilemez. Eğer kişi 'Ben çalışma ile ilgili ilmi daha önceden öğrenmeyi bir ihtiyaç saymam. Ancak çalışıp sabrederim. Ne zaman bir hâdise vâki olursa, o zaman gidip öğrenirim ve bilmediğim için de ehlinden fetva isterim' derse, ona şöyle cevap verilir: Akidleri nelerin bozduğunu özet olarak bilmediğin zaman, hâdisenin meydana geldiğini ne ile bileceksin? Zira özet olarak akidleri nelerin bozduğunu bilmeyen bir kimse fasid olduğu halde- alışverişine ve tasarruflarına devam edip gider. Onların sahih ve mübah olduklarını zanneder. Bu bakımdan mübah olanı, mahzurlu olandan ayırmak, girift yerleri açık yerden tefrik etmek için az da olsa ticaret ilmini bilmek gerekir. Bu sırra binaen Hz. Ömer çarşıda gezer, bazı tüccarları kamçısıyla dövüp şöyle derdi:
Bizim çarşımızda ancak bilenler alışveriş yapabilir. Aksi takdirde bilmeyen Allah'ın haram kıldığı ribâyı ister istemez yer!
Akidlerle ilgili ilim çoktur. Ancak yukarıda beyan ettiğimiz bu altı akidden çalışan bir kimse hiçbir zaman ayrılamaz. Bu altı akid de şunlardır:
1. Bey' (Alışveriş) 2. Riba 3. Selem 4. İcare 5. Şirket 6. Kırâd
Bu bakımdan biz bu akidlerin şartlarını izaha çalışalım.
1. Bey' (Alışveriş)
alışveriş alışveriş adabı alışverişin rükünleri ticaret ticari ilişkiler Allah Teâlâ (c.c) alışverişi helâl kılmıştır. Alışverişin (sahih olması için) üç rükün vardır:
a)Akdi yapan (satıcı veya alıcı) b)Akdi yapılan (satılan veya alınan mal) c)Lâfız ('sattım' veya 'şu kadar miktar mukabilinde aldım' gibi sîgalar)
a) Akdi Yapan (Satıcı veya Alıcı) Tüccar bir kimsenin, kör, köle, mecnun veya çocuk ile alışveriş yapmaması gerekir; zira çocuk mükellef değildir. Mecnun da onun gibi... Bu bakımdan çocuk ve mecnunun alışverişleri bâtıldır. İmam Şâfiî'ye göre, çocuğun velîsi kendisine alışveriş yapabileceğine dair izin verse dahi, onun alışverişi sahih değildir. O halde tüccar, çocuk ve deliden aldığı şeyleri tazmin etmeye mec-burdur. Tüccarın çocuk ve deliye sattığı şeyleronların elinde zâyi olursa tüccarın kesesinden gitmiş olur. Akıllı köleye gelince, onun alışverişi, ancak efendisinin izniyle sahih olabilir. Bu bakımdan bakkala, fırıncıya, kasaba ve bunlara benzer ticaret erbabına gereken şudur: Kölelerle, efendileri onlara alışveriş izni vermeden onlarla alışveriş etmemektir. Efendilerinin kölelere izin verdiklerini ya kendi kulaklarıyla işitmelidirler veya memlekette 'Bu köle alışverişte efendisi tarafından görevli ve onun adına alışveriş yapmak hususunda yetkilidir' şeklinde bilinmesi gerekir. Bu bakımdan tüccar, bu yaygın habere güvenerek veya kendisine kölenin efendisi tarafından görevlendirildiğini söyleyen âdil bir kimsenin haberine itimad ederek onunla alışveriş yapabilir. Eğer kölenin efendisi, köleyi görevlendirmediği halde tüccar onunla muamele yaparsa, aralarında yapılan bu akid bâtıldır. Tüccar köleden neyi alırsa, o kölenin efendisine ait bir tazminat olarak tüccarın yanında bulunuyor demektir ve tüccar, köleye birşey teslim ettiği takdirde, kölenin elinde o teslim edilen zâyi olursa ne kölenin efendisi zayi olan malı toplamaya mecbur olur ne de o mal kölenin boynuna yüklenen bir hak olur. Bilâkis tüccar, ancak bu köle âzâd edildiği zaman, o hakkını kendisinden isteyebilir. Kör bir kimseye gelince; kör görmediği bir nesneyi satmış veya almış olur. Bu bakımdan onun ne satışı, ne de alışı sahihtir. Biz köre demeliyiz ki; 'Kendine gözü gören bir vekil tâyin et. O vekil senin hesabına alışveriş yapsın'. O halde âmânın vekil tutması sahihtir vekilinin de alışverişi (müvekkili için) sahihtir. Eğer tüccar bilfiil iki gözden âmâ olan kimse ile alışveriş yaparsa, muamelesi fâsiddir. Âmâdan ne alırsa, aldığı mal kıymeti nisbetinde elinde bir nevi emanet gibi bulunur ve ondan sorumludur. Âmâya teslim ettiği maldan da kıymeti nisbetinde âmâ sorumludur. Kâfire gelince, onunla muamele caizdir. Ancak mushaf kâfire satılamaz. Müslüman bir köle, kâfire satılmaz. Eğer kâfir müslümanlarla savaş halindeyse, ona silah satmak da haramdır. Bütün bunlara rağmen tüccar kâfire mushaf-ı şerif, müslüman köle ve savaş ha-lindeki kâfire de silah satarsa, bu muameleleri merduddur ve bu muamelerlerden ötürü kendisi de âsidir. Türkten, Türkmenden, Arap ve Kürtten olan askerlere, hırsız, hain, faizci, zâlim ve malının çoğu haram olan kimselere gelince, onların elinden herhangi bir şeyi almak tüccar için uygun bir hareket değildir. Çünkü bunların . malı, çoğu zaman haramdır. Ancak onlardan aldığı şeyin helâl olduğunu biliyorsa o vakit alabilir. Bunun tafsilâtı Helâl ve Haram bölümünde gelecektir.18
b) Akdi Yapılan (Satılan veya Alınan Mal) Bu ise, akidlerin birinden diğerine nakil edilmesi istenen maldır. İster o mal semen (nakit yerine geçen mal) olsun ister musemmen (satılan mal) olsun... Bu bakımdan satılan malda altı şart aranır.
1.Maddesinin pis olmaması gerekir. Bu bakımdan köpeği, domuzu, gübreyi ve insan pisliğini satmak sahih değildir. (Bu hüküm Şâfiî'ye göredir. Ebu Hanife'ye göre tezek ve gübreler satılabilir). Fildişi ve o dişten yapılan kapların satılması da sahih değildir. Zira kemik, ölüm ile necis olmuştur. Fil ise, kesilse dahi temiz sayılamaz. Bu bakımdan filin kemikleri kesilmesiyle dahi temiz olmaz. İçkinin satılması caiz değildir. Eti yenilmeyen hayvanların içinden çıkartılan yağların satışı da caiz değildir. Her ne kadar bu yağlar çırada yakmak ve gemileri yağlamak için yararlı ise de... Maddesi temiz olan ve fakat daha sonra necasetin düşmesiyle veya içinde bir farenin ölmesiyle necis olan yağın satılmasında herhangi bir beis yoktur. (Ancak alıcıya durumu izah etmek farzdır). Zira böyle bir yağdan, yemek dışında yararlanmak caizdir. Esasında necis de değildir. İpek böceklerinin satışında bir beis görmemekteyim; zira bu tohum, kendisinden faydalanan bir hayvanın aslını teşkil etmektedir. Bunu tavuğun yumurtasına benzetmek, bunu gübreye benzetmekten daha evlâdır. Misk kesesinin satışı caizdir. Diri olarak geyiğin boynundan koparıldığı zaman temizliğine hükmedilir.
2.Satılan malın faydalı olması gerekir. Bu bakımdan haşaratları, fareyi ve yılanı satmak caiz değildir. Sihirbazların yılandan istifade etmeleri ise, dikkate alınmaz. Yine yılanı sepetten çıkarıp halka göstermek suretiyle fayda sağlamaya da itibar edilmez. Kedinin, arının (çakır ve doğan gibi öğretilmeye kabiliyetleri olan) pars ve arslanın satışı caizdir. Avlanmak için elverişli olan veya derisinden faydalanılan hayvanın satışı da caizdir. Fili yük taşımak için satmak caizdir. Etleri yenilmese de, Tuti, Tavus ve şekli güzel olan bütün kuşların satışları caizdir. Zira onların seslerini dinlemek ve onları seyretmek mübah bir şeydir. Güzelliğine hayran kalındığı halde köpeğin alınıp satılmaması, Hz. Peygamber'in yasaklamasından ötürüdür.19 Ud (saz), sanç (zenç), oyun-eğlence aletlerinin satışı caiz değildir. Zira şer'an bunların hiçbir yararları yoktur. (Bu görüş İmam Şâfiî'ye aittir). Çamurdan yapılmış ve bayramlarda çocukların oynaması için satılan hayvan heykelleri gibi nesnelerin satışı melâhi aletlerinin satışı gibidir. Zira bütün bunları kırmak dinen vaciptir. Ağaçların resimlerini yapmak için müsamaha gösterilmiştir. Üzerinde hayvan resimleri bulunan elbise ve tabaklara gelince... Onları satmak sahihtir. Resimli perdeleri satmak da böyledir. Hz. Peygamber (s.a) Aişe validemize şöyle buyurmuştur:
Ondan yastıklar yap!20 Fakat resimli elbiseler ve örtüleri duvara asmak suretiyle kullanmak caiz değildir. Madem bir şekilde insan bunlardan faydalanabilir, o halde bu şekil için onların satışı sahihtir.
3. Kendisinde tasarruf edilen mal, akid yapanın malı olmalı veya esas mal sahibi tarafından, kendisine tasarruf izni verilmiş olmalıdır. Malın sahibi olmayan bir kimseden, mal sahibinin o kimseye izin vermesini beklemek kaydıyle satın almak caiz değildir. Bilâkis malın sahibi daha sonra o satan kimseye satış iznini verse bile, akdin yenilenmesi farzdır. Kadından, kocasının malını satın almak uygun bir hareket değildir. Nitekim kocadan da karısının malını satın almak uygun olmadığı gibi... Babadan evladının malını, evlattan da babasının malını almak da uygun değildir. Bütün bu muameleler eğer mal sahibi bu yakınları tarafından malının satıldığını bilse, o satışa rıza gösterecektir kanaatine dayanarak yapılsa bile yine de uygun değildir. Çünkü alışverişten önce, mal sahibinin rızâsı olmadığı takdirde alışveriş, doğru olmaz. Bunun benzerleri, çarşı ve pazarlarda cereyan etmektedir. Bu bakımdan dindar olan bir kimseye böyle bir alışverişten sakınmak gerekir.
4.Satılan mal şer'an ve görünüşte teslim edilmesi mümkün olan birşey olmalıdır. Bu bakımdan teslim edilmesi görünüşte mümkün olmayan şeyin satışı doğru değildir. Meselâ efendisinden kaçmış köle, suda yüzen balık, hayvanın karnında bulunan cenin ve boğanın belinde bulunan meni satılamaz. Böylece koyunun sırtındaki yünü, hayvanın memesindeki sütü satmak da caiz değildir. Zira onu alıcıya teslim etmek pek zordur. Çünkü satılan kısım satılmayan kısım ile karışıktır. Rehinde bulunan, vakfedilen ve efendisine çocuk doğuran cariye gibi şer'an teslim edilmesinden âciz olunan şeylere gelince, onların da satışları doğru değildir. Anneyi küçük yavrusundan ayırıp satmak caiz değildir. Çünkü küçük yavru annesiz tahammül edemez! Böylece yavruyu da annesiz satmak caiz değildir. Zira satılan yavruyu müşteriye teslim etmek, anneden yavruyu ayırmak olur ki, bu da haramdır. Bu bakımdan satış suretiyle de olsa, hayvanı yavrusundan ayırmak doğru değildir.
5.Satılan malın maddesi, miktarı ve vasfının belli olması gerekir. Satılan malın maddesini bilmek ise, satıldığı anda maddesine işaret etmek suretiyle mümkün olur. O halde eğer (Ali) dese ki: 'Şu sürüden bir koyunu sana sattım veya şu dükkânda bulunan elbiselerden birini sana sattım veya şu toptan bir metre sana sattım. Hangi taraftan istersen kes veya şu araziden sana on zira (arşın) sattım. Hangi taraftan istersen al' Bütün bu suretlerde satış bâtıldır. Bütün bu işlemler dinde küstahça hareket eden ve dinî emirlere pek önem vermeyenlerin âdet edindikleri işlemlerdir
Ancak miktarı bilinen bir şeyin bir kısmını bu şekilde satmak caizdir. Meselâ bir şeyin yarısını veya onda birini satarsa, böyle bir satış caizdir.
Miktarın bilinmesine gelince, satılan malın miktarı ancak ölçek veya tartı veya bakmak suretiyle tayin edilir. Şayet Amr 'Sana şu elbiseyi, falanın elbisesini sattığı fiyatla sattım' dese ve o anda satıcı da alıcı da onun fiyatını bilmeseler, bu alış veriş bâtıldır. Yine Amr 'Sana şu terazi taşı ağırlığınca sattım' dese ve 'terazi taşı' denilen Sanca'nın ağırlığı belli değilse, böyle bir alışveriş bâtıl olur. Eğer Zeyd dese ki: 'Şu buğday yığınını sana sattım'. Bu satış da bâtıldır. (Çünkü miktarı belli değildir). Eğer 'Şu para kesesi veya şu altın parçası mukabilinde sana sattım' derse ve müşteri de, o para kesesini veya altın parçasını görüyorsa, bu alışveriş sa-hihtir. Müşterinin bakmak suretiyle tahmini, miktarın bilinmesi için kâfidir.
Satılan malın vasfının bilinmesine gelince... Bu husus görmekle sabit olur. Bu nedenle müşteri tarafından daha önce görülmemiş ortada olmayan bir malı satmak, caiz değildir; meğer ki, müşteri onu çok kısa bir zaman önce görmüş olsun ki, o zaman zarfında onun değişmesi genellikle mümkün olmasın. İşte aradan bu kadar az bir zaman geçmişse hazırda olmayan bir mal satılabilir. Satılan malın vasfını tarif etmek onun vasfını tesbit etmek yerine geçmez. Bu, Şâfiî mezhebinin en kuvvetli görüşüdür. (Bunun karşılığı olan bir görüş daha vardır). Makinede bulunan bir elbiseyi rakamlara itimad ederek satmak caiz değildir. Nitekim başakta bulunan buğdayın caiz olmadığı gibi. İçinde korunduğu kabuğuyla pirincin satılması caizdir. Böylece muhafazası bulunan kabuğun içinde cevizin ve bademin de satışları caizdir. Yeşil baklanın korunması için üstündeki kabuğa ihtiyaç olduğundan kabuğunun da satışı caizdir. Üzüm hoşafının (veya şerbet kabının) satışında müsamaha gösterilir. Çünkü selef-i Salihîn onun dibine bakmaksızın, onu satıyor ve alıyorlardı. Onların âdetleri bu şekilde cereyan ediyordu. Fakat şu kadar var ki, biz onu bir bedel mukabi-linde mübah görüyoruz. Eğer onu satmak için alırsa, böyle bir satış kıyasa göre bâtıldır. Zira su içindeki daneler, yaradılışta bir kabukla örtülü değillerdir ki, onlara bakılmasın. Fakat böyle bir satışta da müsamaha göstermek, uzak bir ihtimal değildir. Zira o daneleri sudan çıkarmakta onların ifsad edilmesi tehlikesi vardır. Onlar, o vakit nar taneleri gibi olurlar. Tıpkı beraberinde kabuk varmış gibi muamele görürler.
6. Satılan malın teslim edilmiş olması gerekir. Yani kişinin sattığı mal, kişinin elinde bulunmalıdır. Şu şartla ki, kişi onun mülkiyetini para karşılığında almış olsun... Bu hususî bir şarttır. Hz. Peygamber (s.a) daha birinci sahibinden alınmamış bir malı, ikinci bir kimseye satmayı yasaklamıştır.21 Bu hükme, gayr-ı menkul akarlar ve menkul malların hepsi dahildir. Bu bakımdan teslim alarak mülkiyetine geçirmediği bir malı satın alması veya satması bâtıldır. Menkul bir malın teslim alınması, nakledilmesiyledir. Gayr-i menkul akarların teslim alınması ise, satan tarafından tahliye edilmesine bağlıdır. Ölçmek şartıyla sattığı bir malın teslim alınması, ancak ölçtükten sonra mümkün olur. Miras, vasiyet ve emanet şeklinde gelen malların ve mülkiyeti para karşılığında edinilmiyen malların satışına gelince, bunlar satıcı tarafından alınmadan önce de satılabilirler .
c) Lâfız ('Sattım' veya 'Şu kadar miktar mukabilinde aldım' Gibi Sîgalar)
Bu bakımdan alışverişte, aralıksız hemen bir arada aldım ve sattım demeleri gerekir. Bu muamele açıkça veya kinaye yoluyla alışverişi insanlara fehmettiren lâfızla olmalıdır. Eğer 'şunu bunun mukabilinde sattım', yerine 'sana şunu, bunun mukabilinde verdim' tâbirini kullanır, müşteri de kabul ederse, satıcı ile alıcı bu lâfızlardan alışverişi kasdettikleri müddetçe bu alışveriş caizdir. (Kasdettikleri müddet' dedi); çünkü 'şunu, bunun mukabilinde sana verdim' tâbiri, iki elbise veya iki hayvan hususunda cereyan ederse, o zaman emanet mânâsına gelmesi muhtemeldir. Bu bakımdan alışveriş niyeti bu ihtimali uzaklaştırdığı gibi, akdi de sağlamlaştırır. Açık tâbir ise, ileride meydana gelecek husû-metlerin kökünü kesmek bakımından daha iyidir. Fakat kinaye tâ-biri tercih edilen kavle göre; açık tâbir gibi hem satılanın mülkiye-tini, hem de helâl olmasını ifade eder. Alışverişle akdin şartlarına ters düşen herhangi bir şartı ileri sürmek uygun değildir, O halde, eğer başka birşeyin daha olmasını şart koşarsa veya 'Şu malı senden satın alıyorum ama onu benim evime getirip teslim etmek şartiyle' derse, bu şartların hepsi fâsiddir. (Ebu Hanife ve iki talebesi 'Fâsid değildir' demişlerdir). Ancak satıcının o malı evine getirdiği için ayrıca ücretini verdiği (veya o memlekette böyle bir nakliyatın ücreti alışverişten ayrı olarak malûm olduğu zaman) caizdir. Alıcı ile satıcı arasında konuşma olmayıp sadece para vermek ve mal almak olursa (buna mua'tat denir). İmam Şâfiî'ye göre, böyle bir alışveriş asla olmuş sayılmaz. İmam Âzam'a göre, eğer kıymetsiz şeylerde bu şekilde alışveriş olursa bu alışveriş olmuş demektir. Fakat kıymetsiz şeylerin neler olduğunu tesbit etmek ve ayırmak gayet güç bir şeydir. Eğer muamele, o memleketin örf ve âdetlerine göre kabul edilecek olsa bile, o vakit insanlar bu şekil alışveriş hususunda kıymetsiz eşyaları çok bulabilirler. Zira tellâl bezzazın dükkânına gidiyor. Kıymeti on altın olan ipekli elbise alıyor (mesalâ), onu müşteriye götürüyor ve tekrar bezzaza dönüp müşterinin ona razı olduğunu söylüyor ve bezzaz kendisine 'Git müşteriden on altını al, getir' diyor. Böylece tellâl müşteriye gidip on altını alıyor ve bezzaza teslim ediyor. Bezzaz da parayı teslim alıp onda tasarruf ediyor. Elbiseyi satın alan da elbiseyi kesip biçiyor. Oysa bezzaz ile müşteri arasında hiç de îcab ve kabul diye birşey cereyan etmiş değildir. Böylece gelinler için çeyiz yapanlar, satıcının dükkânına giderler, meselâ kıymeti yüz altın olan bir malı müzayede şekliyle aralarına çıkarıp onlardan biri 'Bu mal doksan ile benim olsun' der. Başka birisi 'Doksanbeş ile benim olsun', üçüncü bir kimse de 'Yüz ile benim olsun' der. Mal sahibi 'Haydi say' der. Adam da yüzü sayar, malı teslim eder. Böylece îcab ve kabul olmaksızın malı teslim alır. Âdet de böylece devam edip gelmektedir. İşte bu meseleler tedâvi ve ilâç kabul etmeyen müzmin yaralardandır. Zira burada üç ihtimal daha vardır.
a) Ya konuşmaksızın satın almanın kapısını mutlak olarak -ister kıymetsiz eşyalarda, isterse kıymetli olanlarda olsun- ardına kadar açacaktır. Bu ise imkansızdır. Zira böyle bir durumda mal, kendisine delâlet eden bir söz olmaksızın, birinin zimmetinden öbürünün zimmetine geçer. Oysa Allah Teâlâ, bey'i helâl etmiştir. Bey' ise ancak (verdim ve aldım, sattım ve satın aldım gibi) icâb ve kabulün ismidir. Teslim ve tesellüm fiil-i mücerredine Bey' isminin verilmesi, hiçbir zaman meydana gelmiş değildir. O halde, biz böyle bir durumda taraflardan birinden diğerine mülkiyetin geçmesine ne ile hükmedebiliriz? Özellikle bu durum, câriyeler, köleler, gayr-i menkul akarlar ve kıymetli hayvanlar ve hakkında çokça münakaşa edilen nesnelerde olursa... (Mesele daha da müşkilleşir); zira böyle bir durumda, o malı teslim eden kişi cayabilir ve 'Ben caydım, onu satmadım' diyebilir. Zira benden 'sattım' tâbiri çıkmadı, ben sadece 'teslim ettim' deyip yan çizmede diretebilir.
b)İkinci ihtimal, bizim bu şekildeki alışverişin kapısını tamamen kapatmamızdır. Nitekim İmam Şâfiî (r.a) böyle bir akdin bâtıl olduğunu söylemiştir. Fakat böyle yapmak da iki cepheden çok zordur.
1.Böyle bir alışveriş yapmak, ashâb-ı kirâm zamanında kıymetsiz şeylerde cereyan edip âdet olana benzemektedir. Eğer ashâb-ı kirâm, bakkal, fırıncı ve kasapla dahi icab ve kabul ile alışverişe kendilerini zorlamış olsalardı, bu onlara gayet ağır gelecekti ve onların böyle yaptıkları, bizim zamanımıza kadar nakledilecekti. Bir de o âdetten tamamen yüz çevirmenin vakti de meşhur olup bilinecekti. Zira asırlar böyle şeyler hususunda değişirler.
2.İnsanlar şu zamanda îcab ve kabul olmaksızın teslim ve tesellüm şeklinde alışveriş yapmaya dalmış bir durumdalar. İnsanoğlu, yiyeceklerden ve diğer şeylerden birşey satın aldığı zaman, kesinlikle bilir ki, satıcı bunu îcab ve kabul şekliyle değil teslim ve tesellüm şeklinde satmıştır. Bu bakımdan madem satıcı bunu böyle almış, o halde ikinci bir satıcının akidle telaffuz edip bunu îcab ve kabul yoluyla satın almasında ne fayda vardır?
c)Üçüncü ihtimale gelince... Kıymetsiz eşya ile kıymetlieşyalar arasında ayrım yapmaktır... Nitekim Ebu Hanife de böyle buyurmuştur. Bu takdirde de kıymetsiz eşyaların grubuna nelerin girdiği hususunu tesbit etmek zorlaşır. Mülkün kendisine delâlet eden bir lâfız olmaksızın nakledilmesi ise zorlaşır. İbn Sureye22, İmam Şâfiî'nin bir kavlini bu şeklide tahriç ettiğine zâhib olmuştur. Bu ihtimal, normale en yakın ihtimallerden birisidir. Eğer biz de şiddetli ihtiyaçtan dolayı İmam Şâfiî'nin böyle dediğine meyledersek, bunda hiçbir beis yoktur. Çünkü bu şekilde alışveriş halk arasında umumîleşmiştir. Bir de daha önceki asırlarda da bu şekilde alışveriş yapmanın âdet olduğu zannı, insanda galibdir. ikinci ihtimalde geçen iki zorluğun cevabı ise şöyledir: Deriz ki, kıymetsiz eşyalar ile kıymetli eşyaların arasındaki ayrımın tesbit edilmesine gelince; biz bunları takdir etmekle mükellef değiliz. Zira bu şekilde bir takdir imkânsızdır. Belki bunun apaçık iki ta-rafı vardır. Zira gizli değildir ki, baklanın, meyvelerin, ekmek ve etin az bir miktarını satın almak, kıymetsiz nesnelerden sayılmışlardır. Bunların alışverişlerinde de teslim ve tesellümden başka âdet yoktur. Eğer bir kimse, böyle şeylerde îcab ve kabulü isterse, o kimse pek fazla mutaassıb sayılmış olur. Böyle sayıldığından dolayı, teklifi soğuk ve ağır karşılanır ve öyle bir kimse, kıymetsiz birşey için zorluk çıkarmakla suçlanır ve bunun tutarlı bir tarafı da yoktur. İşte bu satılan eşyaların kıymetsizlik tarafıdır. İkinci tarafı ise, hayvanlar, köleler, akarlar, kıymetli elbiselerdir. Böyle şeylerin alışverişinde îcab ve kabule zorlamak uzak bir teklif değildir. Bu iki taraf arasında, her iki tarafa da benzer nesneler vardır. Onlarda insan şüpheye düşer ve onlar şüphe yerleridirler. Bu bakımdan dindar bir kimsenin hakkı böyle şeylerde ihtiyatlı davranmaktır. Adet ile bilinen şerî kaidelerin tamamı böyledir. Mülkün nakledilmesi için bir sebebin aranması olan ikincisine gelince; o, malı uzatmak ve uzatılan malı konuşmaksızın almaktan ibaret olan elin fiilini sebep kılmaktır. Çünkü lâfız malın kendisine sebep değil, delâleti itibariyle sebep olur. Oysa teslim ve tesellüm, maksadı devamlı şekilde ifade eden daha kuvvetli bir sebeptir. Üstelik selefin hediyeleri icap ve kabul olmaksızın alıp tasarruf etmeleri, bunun açık bir delilidir. Acaba bu muamelede bedelin olup olmaması arasında ne fark vardır? Zira hibede de mülkün nakledilmesi lâzımdır. Ancak geçmiş âdet (selef-i sâlihînin âdeti), kıymetsiz hediyelerle kıymetli hediyeler arasında ayırım yapmaksızın hepsini îcabsız ve kabulsüz verip almaktı. Hediye verilen mal nasıl olursa olsun, onun hakkında îcab ve kabulü istemek ayıp sayılırdı. Fakat satılanlar, kıymetsiz şeyler değilse, onların hakkındaki îcab ve kabul, ayıp sayılmadığı gibi lâzımdı. İşte ihtimallerin en normali olarak bu ihtimali görüyoruz. Dindar bir kimsenin ihtilâf şüphesinden çıkmak için alışverişte îcab ve kabulü (sattım-aldım' demeyi) terketmemesi hakkıdır. Bu bakımdan satan bir kimse, sattığı malı îcab ve kabulsüz elde ettiğinden dolayı, ikinci alıcının îcab ve kabulü terketmesi uygun bir hareket değildir; zira satıcı îcab ve kabulü terketmiş mi-dir, etmemiş midir? Bu husus kesinlikle bilinmemektedir. O halde çok zaman îcab ve kabulle akdi yapılmış malı satın alabilir. Eğer satıcının o malı satın aldığında orada hazır bulunuyorsa veya satıcı 'Ben bu malı icabsız ve kabulsüz aldım' diye ikrarda bulu-nursa, o vakit ondan mal satın almayıp, başka bir satıcıya gidip ondan alsın! Eğer satılan mal, kıymetsiz şeylerden ise ve müşteri de onu satın almaya muhtaç ise, o zaman îcab ve kabul tâbirleri kullanılsın. Zira bu tâbirler, ilerde meydana çıkacak bir mü-nakaşayı önleyici olur. Zira açık tâbirlerle satılan mal hususunda caymak, dinen mümkün değildir. Fakat mücerred fiil ile satılan mal için caymak mümkündür.
Eğer 'mücerred fiil ile satılan bir malda caymam mümkün ise, acaba kişi bir ziyafette veya bir sofrada bulunduğu zaman, bu ziyafetin ve sofranın sahiplerinin açık söz olmadan sadece fiil ile alışveriş yaptıklarını kesinlikle bilir veya onlardan böyle alışveriş yaptıklarını dinlemiş veya gözüyle görmüş ise, böyle bir ziyafetten uzak durması vacib midir, değil midir?' dersen, cevap olarak deriz ki: Eğer adamların îcab ve kabûlle değil, sadece mücerred fiille satın aldıkları şey, kıymetli şeylerden ise, müslüman bir kimseye onlardan alışveriş yapmamak vaciptir. Yemek cihetine gelince... Yemekten çekinmek vacib değildir. Çünkü bizim 'mücerred fiil acaba mülkün bir elden diğer bir ele nakledilmesine delâlet eder mi etmez mi?' şeklindeki tereddüdümüz, bu şekilde elde edilen malın mübah olduğuna delâlet etmesi gerekir. Zira mübahlık ko-nusu daha geniş bir konudur. Mülkün bir elden diğer bir ele nak-ledilmesi meselesi ise, daha basit bir meseledir. Bu bakımdan her yenen maddenin alışverişinde açık söz olmadan sadece fiil âdet olmuştur, satıcının onu alıcıya teslim etmesi, onun yenmesine izni vermesi demektir. Bu durum hâlin karineleriyle bilinmektedir. Tıpkı hamamcının, hamama girme iznini vermek suretiyle suyu kullanma ve tasarruf etme izni vermiş sayılması gibi.. Satıcının bu malı teslim etmesi, aynı zamanda müşterinin bu malı, istediğine yedirmesine de izin vermektir. Bu bakımdan bu şekilde teslim et-mek, sanki 'Şu yemekten yemeni veya istediğin bir kimseye yedir-meni sana helâl ettim' demek yerine geçmiş olur. Böyle bir du-rumda, bu malı yemek ve yedirmek alıcı için helâl olur. Eğer satıcı açıkça 'Şu yemeği ye ve bana onun kıymetiyle borçlu ol' dese, o zaman o yemeği yemek helâl olur ve yiyene, yedikten sonra onun kıymetini ödemesi gerekir. İşte bence fıkhı kıyas budur. Fakat kişi mücerred fiil ile bir malı satın alıp mülk ettikten sonra yiyip onu bitirirse, kendisine o malın kıymetini sahibine vermek düşer. Daha önceden sahibine teslim ettiği para eğer esas kıymetine denk geliyorsa mal sahibi hakkının benzerini elde etmiş olur ve onu -ikinci bir defa malının kıymetini isteyip almaktan aciz ise- mülk edinebilir. Eğer malının kıymetini istemeğe muktedir ise, o vakit müşteriden daha önceden aldığı bedeli mülk edinemez. Çünkü çoğu zaman malın sahibi müşteriden aldığı bedeli borcunun yerine sarfetmeye razı değildir. Bu bakımdan müracaat edip malının esas kıymetini müşteriden alması ve yanında daha önceden müşteriden .malın pahası olarak aldığını geri vermesi gerekir. (Çünkü alışveriş olmadığı için müşterinin daha önceden verdiği paha, mal sahibinin elinde emanet gibi durmaktadır). Burada ise, mal sahibinin rızası, malı teslim ettiği zaman hâlin karineleriyle bilinmiştir. Bu bakımdan mal sahibinin bu fiilinin onun rızasına delalet ettiği ihtimali uzak değildir. Yani daha sonra, malını teslim ettiği kimseden alacağını tahsil edip böylece hakkını elde etmiş olacaktır. Fakat her hâlükârda satıcının tarafı çok anlaşılmaz bir durumdadır. Çünkü satıcı malının karşılığında aldığı bedelde bazen tasarruf etmek ister. Oysa onu mülk edinip onda tasarruf etmesi mümkün değildir. Meğer ki alıcı onun malında tasarruf edip onu telef etmiş olsun... Sonra satıcı çok zaman mülk edinme kastını yenilemeye mecbur olur. Sonra sözle değil, fiilinde istifade edilen mücerred rızasına dayanarak bazen de mülk edinmiş olur. Müşterinin yemek edinmesi tarafına gelince -ki müşteri de o yemek edinmekten sadece onu yemeyi kastetmektedir- bu kolaydır; zira bu yemeğin mübah olması, hâl karinesinden anlaşılan mübahlık ile sabit olur. Fakat çoğu zaman alıcının müşaveresinden veya durumundan misafirin yediği miktarı ödemesi gerekir. Misafirden bu ödemenin düşmesi ancak satıcının müşteriden aldığını temellük ettiği zaman sabit olur. Bu bakımdan müşteri o zaman, borcunu edâ etmiş veya borcu başkası tarafından ödenmiş bir kimse gibi olur. İşte müşkil olmasına rağmen açık söz olmadan yapılan alışveriş kaidesinde bizim görüşümüz budur. Bu söylediklerimiz bir takım ihtimal ve zanlardır ki biz onları evirip çeviriyoruz. Bu husustaki fetva ancak bu zanlar üzerine bina edilebilir. Dindar bir kimsenin ise, ona herşeyden önce kalbinden fetva istemesi ve şüpheli yerlerden kaçınması en uygun ve en yararlı bir harekettir
. ___________
18) Gazâlî'nin bu kavimlere karşı bir husumeti olduğu düşünülmemelidir. Onun döneminde bunlar devlet hizmetinde çalışıyorlar ve zorbalık yapıyorlardı. Müellif bu nedenle mallarının haram olduğuna hükmetmektedir. 19)Müslim ve Buharî, (İbn Ömer'den), 'Sürü köpeği veya evi muhafaza eden köpek hariç, köpek edinen bir kimsenin amelinden hergün iki kırat kadar sevabı azalır'. 20)Hz. Âişe evinde, içinde hayvan şekilleri bulunan bir perde asmıştı. Hz. Peygamber bunu hoş görmeyip Hz. Aişe'ye şöyle demiştir: 'Bu perdeyi oradan indir. Ondan yastık yüzü yapabilirsin'. (Müslim ve Buhârî) 21) Müslim ve Buhârî, (Ebu Abbas'tan) 22) Adı Ahmed b. Ömer'dir. Irak'ta Şâfiilerin imamıydı. İbn Subkî, İbn Kesîr ve Haydarî, tabakâtlarnda İbn Sureyc'e genişçe yer vermişlerdir
2. Riba (Faiz)
fadl faiz Faiz faizin çeşitleri nesie faiz riba ticaret ticari ilişkiler Allah Teâlâ faizi haram kılmıştır. Hakkında şiddetli emirler vermiştir. Bu bakımdan altın ve gümüş üzerine muamele yapan sarraflara faizden sakınmak farzdır. Yiyecek maddeleri üzerine alışveriş yapanlara da faizden sakınmak farzdır. Zira faiz ancak nakit (altın, gümüş) veya bedelleri olan diğer paralar ve yiyecek maddelerinde vardır. Sarraf bir kimsenin faizin nesie ve fadl çeşitlerinden sakınması gerekir. Faizin nesie çeşidi şu demektir: Altın ve gümüş olan herhangi birşeyi yine altın ve gümüş olan diğer bir şeyle sattığı zaman, ancak aynı mecliste verip almak suretiyle satış yapabilmektir. İşte aynı meclîste satılan altın ve gümüş ile bedelleri olarak alnan altın ve gümüş teslim edildi mi, faizin nesie şeklinden sakınmış olunur. Sarrafın altını darpha-neye teslim edip sikkeli altınları oradan satın alması, hem ribanın nesie şekli bakımından haramdır, hem de verilen külçe ile alınan sikkeli altınların arasında çoğu zaman ölçüde fark olması bakımından haramdır. Zira darbedilmiş para, külçe halindeki altın ve gümüşle ölçüde eşit olarak müşteriye verilmez. Ribanın fadl kısınma gelince; üç işte bu çeşit faizden sakınmak gerekir:
1. Kırılmış altın ve gümüş parçalarını sağlamları ile satmakta... Bu bakımdan bu iki çeşitte ancak tartı bakımından benzer ve eşit oldukları takdirde muamele caizdir.
2.Ayarı tam olanı, düşük ile satmakta böyle bir faizden sakınmak gerekir. Bu bakımdan tartıda kendisinden daha eksik olan ayarı düşük bir altını veya gümüşü, ayarı tam olanla satmak uygun bir hareket değildir veya tartıda ayarı tam olandan daha ağır ve ayarı düşük malları satmak yine uygun değildir. Benim anlatmak istediğim; altını altın ile ve gümüşü gümüş ile "sattığı zaman durumun böyle olmasıdır: Eğer cinsleri ayrı olan yani altını gümüşle veya gümüşü altınla takas ederse, o vakit birisinin tartısındaki fazlalık zarar vermez.
3. Altın ve gümüş karışımı olan nesnelerde fadl ribasından sakınmak gerekir. Altın ve gümüş karışık dinarlar gibi... Eğer o dinarlarda bulunan altının miktarı meçhul ise, asla onunla mu-amele yapmak caiz değildir. Memlekette geçer bir akça ise, o za-man durum değişir. O zaman, biz de onunla muamele etmeye ruhsat veririz. Eğer başka bir nakit (para) ile karışması sözkonusu değil ise, bakır ile karışık paralar da böyledir. Eğer onlar da memlekette geçerli akça değil iseler, onlarla muamele yapmak sahih olamaz. Zira o paraları almaktan gaye onun içindeki gümüşü al-maktır. Oysa bu paranın içindeki gümüş miktarı da meçhuldür. Eğer o para memlekette kullanılan bir para ise, biz de ihtiyat için muamelede onunla alışveriş yapmaya ruhsat veririz. Bir de onun içinde bulunan gümüşün ondan çıkarılması artık istenilecek birşey olmadığından onunla muamele etmek ruhsatlı kılınmıştır. Fakat hiçbir zaman bunu verip başka gümüş almak caiz değildir. Yani bu katışık para ile satın alınamaz. Fakat gümüş hariç diğer maddeler ise, bu para ile satılır ve alınır. Altın ve gümüş karışımı her zînet eşyası böyledir. Böyle bir zînet eşyasının altın ve gümüşle satın alınması caiz değildir. Belki böyle bir zînet eşyasını -eğer içindeki altının miktarı belli ise- başka bir mal ile öyle bir tarzda yaldızlanmış ki, eğer ateşe konursa onun yaldızlanmasında kullanılan altın hiç de elde edilemez. O zaman, o zînet eşyasını zaman bakımından kendisi kadar olan gümüş veya gümüşün dışında kalan diğer bir mal karşılığında satın alabiliriz. Böylece sarraf bir kimseye içinde hem altın, hem de boncuklar bulunan bir gerdanlığı altın mukabilinde satın almak caiz değildir ve böyle bir gerdanlığı altın mukabilinde satması da caiz değildir. Belki böyle bir gerdanlık, eğer içinde gümüş yoksa, elden verilip almak şartıyla gümüşle satılır ve alınır:
Ateşe konulduğu zaman yaldızlanması için işlenen altını elde edilecek derecede bol olan altın işlemeli bir elbiseyi altın ile satın almak caiz değildir. Fakat gümüş veya başka nesnelerle satın alınması caizdir. Yiyecek maddeleri üzerinde muamele edenlere gelince, ister alıp ve sattıkları maddelerin cinsi değişsin, ister değişmesin, alışveriş meclisinde verip almak mecburiyetindedirler. Eğer satılıp alınan maddelerin cinsi bir ise, yani bir çeşit buğdayı diğer bir çeşit buğdayla değiştiriyorsa, o vakit hem aynı mecliste verip almak, hem de benzer olmalarını gözetmek gerekmektedir. Bu hu-susta âdet olan, kasap ile yapılan muameledir. Mesalâ kasaba koyunu teslim eder, koyun mukabilinde tedricî olarak et satın alır. İster bu aldığı peşin, ister borç olsun... Mutlaka bu şekildeki bir alışveriş haramdır. Fırıncının muamelesi de, bu kısım muame-leye girer. Meselâ fırıncıya bir miktar buğday teslim eder ve onunla tedricî olarak fırıncıdan ekmek satın alır. İster bu satın aldığı ekmek borçla, isterse peşin olsun, böyle bir muamele haramdır. Sıkıcı ve yağ yapıcının muamelesinde de bu durum âdet haline gelmiştir. Meselâ; ona haşaş, bezir ve susam danelerini ve zeytinleri teslim eder ki bunların karşılığında ondan yağları ted-ricî olarak alsın. Bu muamele de haramdır. Sütçünün muamelesi de böyledir. Meselâ mandıracıya süt verir ki ileride onun karşılığında, peynir, yağ, kaymak ve sütün diğer mamullerini alsın. Bu da diğerleri gibi haramdır.
Yiyecek maddeleri, yiyecek maddesi olmayan şeylerle satıldığı zaman, ancak nakden (derhal değiştirmek suretiyle) satılabilir. Eğer bir yiyecek maddesi, başka bir yiyecek maddesiyle satılır ve alınırsa, o zaman hem hazır, hem de benzer ve eşit olması icabeder. Yenilen şeyden yapılan ma'mul aynı madde ile ne benzer olduğu, ne de fazla olduğu halde satılabilir. Meselâ, buğday karşılığında buğdayın unu, ekmeği ve kavutu satılamaz ve alınamaz. Üzüm ve hurma karşılığında pekmez, sirke ve şıraları satılamaz ve alınamaz. Süt karşılığında yağ, kaymak, ayran, çöke-lek ve peynir ne satılır ne de satın alınabilir. Yenilecek madde, tam ambarlanacak duruma gelmedikçe, aradaki benzerlik hiçbir mânâ ifade etmez. Bu bakımdan yaş hurma, yaş hurma ile, yaş üzüm, yaş üzümle, ne fazla ne de aynı oranda oldukları halde takas edilemez.
Bu cümleler, tüccara fesad kaynaklarını gösteren ve Bey'in (alışverişin) tarifini ikna edici bir şekilde yapan cümlelerdir. Bu cümleleri serdetmekten gayemiz; tüccarı ikaz edip, ta ki bir yerde şek ve şüpheye girdiği veya bu durumlardan herhangi biriyle karşılaştığı zaman, gidip fetvayı ehlinden sorsun. Zira tüccar bizim söylediğimiz cümleleri bilmediği takdirde fesad kaynaklarını göremez. Nerede, ne hakkında sual sorulur bunu kavrayamaz. Böylece, bilmediği halde riba muamelesi yapmış ve harama girmiş olur.
Selem 
Tüccar bir kimse, selem akdinde on şart gözetmelidir:
1.Sermayenin malûm ve belli olması, ileride teslim edilenmalın da belli olması keyfiyetidir ki ileride teslim edilmesi gereken selem malının teslimi zorlaştığı takdirde sermayenin kıymetine dönüş imkânı olsun. Eğer bir avuç dirhemi sayısız olarak ileride teslim edilecek bir yığın buğday için verirse İmam Şâfiî'nin bir kavline göre sahih değildir. (Zira sermaye belli değildir).
2.Sermayeyi müşteriden ayrılmadan önce akid meclisinde müşteriye teslim etmelidir. Eğer sermayeyi teslim etmeden önce ayrılırsa, selem akdi bozulmuş olur.
3.Selem edilen mal, vasıflarının târifi mümkün olan mallardan olmalıdır. Daneler, hayvanlar, madenler, pamuk, yün, ipek,süt, et, attarların sattığı maddeler ve benzerleri gibi... Mâcunlar,katışık ve parçaları değişik olan maddelerin selemi ise caiz değildir. Yapılan yay, imâl edilen oklar, mestler ve yapılış ile parçalarında değişiklik olan ayakkabılar ve hayvan derileri gibi...Ekmekte selem caizdir ve böylece fazla pişirmek veya az pişirmek suretiyle tuz ve suyun az veya çok olması bakımından değişen maddelerde de selem caizdir. Tuz ve suyun azlığı affolunur ve böyle bir maddede müsamaha gösterilir.
4.Vasfetmeye kabiliyeti olan şu işlerin vasıflarını sonuna kadar yapmalıdır ki kıymetin değişmesinde rol oynayan bir vasıf meçhul kalmasın. Öyle bir vasıf ki, normal olarak herkes onu söyler ve ondan gelen zarara katlanmaz. Zira selem edilen malın bu şekildeki vasıflarını saymak alışverişte onu görmek yerine geçer.
5.Eğer selem edilen mal, daha sonra teslim edilecekse, yani bu muamele müeccel bir muamele ise, müddetin tayin edilmesi lazımdır. Bu bakımdan buğday biçimine veya meyvelerin oluşmasına kadar selem yapılamaz. Ancak aylar ve günler tâyin edilerek selem yapılır. Zira buğdayın ve meyvenin yetişmesi bazen erken, bazen de geç olur; (kesin bir zamanı yoktur).
6.Selem edilen mal, zamanı geldiğinde teslim edilmesi kudreti dahilinde olan mallardan olmalıdır ve yüzde altmış oranında o malın belirtilen müddette bulunmasından insan emin olmalıdır. Bu bakımdan üzümün olmadığı bir zamana kadar üzümü selem akdi yapmak, caiz değildir. Diğer meyveler de üzüm gibidir. Eğer yüzde altmış ihtimalle selem edilen mal tâyin edilen tarihte bulunuyorsa ve o tarih gelip çatarsa, müşteri o malı bulup para sahibine teslim etmekten aciz kalırsa -eğer acizlik semavî bir afetten ileri geliyorsa- sermaye sahibi isterse ona bir müddete kadar mühlet verir, isterse selem akdini feshedip sermayesini istediği anda geri alır.
7.Teslim yerini tayin edip söylemektir. Tabiidir ki, teslim yerinin zikredilmesi, ancak teslim yerine göre kıymeti artar veya eksilir mallarda şarttır. Evet, teslim yerini böyle bir malda söylemeli ki, daha sonra bir mücadele ve münakaşaya meydan vermesin.
8.Selem akdi yapılan malı belirli bir kaynağa bağlamamalıdır. Meselâ 'şu ekinin buğdayından' veya 'şu bostanın meyvesinden'denmesi gibi... Böyle denilmesi, selef edilen malın, selef edenin boynunda borç olduğu keyfiyetini iptal eder. Evet, eğer bir memleketin meyvesine veya büyük bir köyün mahsulüne izafe ederse(meselâ İstanbul'un buğdayından denmesi gibi), o zaman zarar etmez.
9.Az bulunan ve nefis birşey hakkında selef yapmamalıdır. Meselâ, az bulunur bir mücevherat veya çocuğu beraberinde bulunan güzel bir cariye veya yüzde altmış ihtimalle bulunması güç olan herhangi bir nesne gibi...
10.Eğer sermaye sahibinin vereceği sermaye yiyecek maddelerinden ise, yiyecek maddeleri hakkında selem akdi yapmalıdır, isterse verilen sermaye selem edilen yiyecek maddesinin cinsinden olsun, isterse olmasın, hüküm değişmez. Eğer sermaye nakit (altın ve gümüş) ise, onun karşılığında başka bir nakdi selef etmek olmaz. Biz bu hususları faiz bahsinde zikretmiştik.
___________
23) Selem akdi, Kur'an, hadîs ve icma-ı ümmetle sâbit olan bir akiddir. Nitekim Allah Teâlâ, Bakara sûresinin 182. ayetinde bu akde işaret etmiştir. İbn Abbas bu ayet hakkında şöyle der: 'Ben şahidlik ederim ki, Allah Teâlâ müeccel (süreli) selemin müddeti hakkında ferman buyurarak Kur'an'ın en uzun ayetini indirmiştir7. Hz. Peygamber Medine'ye teşrif ettiğinde Medineliler bir sene sonra veya iki sene sonraki, hatta bazen aç sene sonraki hurma için selem muamelesi yapıyorlardı. Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu: 'Kim selem yoluyla alış-veriş yaparsa, belli bir zamana kadar belli bir ölçekle bu muameleyi yapsın'. (Tafsilat için bkz- İthaf us-Saade, V/451)
İcare
icarenin rükünleri menfaat ticaret ticari ilişkiler ücret İcarenin iki rüknü vardır: a)Ücret b)Menfaat
İcare yapan âkid ve İcare akdinde kullanılan lâfza gelince... Alışveriş bahsinde zikrettiklerimiz burada da muteberdir. Ücret, alışverişte verilen sermaye gibidir. Bu bakımdan İcare hususunda ücretin malûm ve eğer peşin ise, alışveriş bahsinde satılan malda şart koştuğumuz vasıflarla vasıflı bulunması gerekir. Eğer ücret, borç ise, yine ilerde verilecek o ücretin sıfatı ve miktarı belli ol-malıdır. İcare akdinde halkın âdeti olarak cereyan etmek karşılığında İcare ile vermek gibi.... Böyle bir icarenin akdi bâtıldır. Zira tamirin miktarı meçhuldür. Eğer evin ücreti karşılığında para miktarını tâyin eder, kiracıya 'Bu parayı tamirine sarfetme-sini şart koşarsa, yine caiz değildir. Zira kiracının o parayı tamire sarfetmekteki çalışmasının ne kadar olacağı meçhuldür.
Sakınılması gereken âdetlerden biri de kesilmiş hayvanın derisini, yüzene çalışması karşılığı olarak vermektir. Murdar olmuş hayvanın leşini üzerindeki derisi hamalın olmak şartıyle hamala taşıtmak, değirmenciye öğüttüğü karşılığında Nehhale denilen kaba kısmını veya unun bir kısmını vermek... Bütün bunlar bâtıl akidlerdir. Yine oluşu ve ayırımı ücretlinin çalışmasına bağlı olan herhangi bir nesneyi onun çalışma ücreti yapmak caiz değildir. O mahzurlu âdetlerden birisi de, evlerin, dükkânların kiralan-masında sadece ücreti takdir etmektir. Meselâ, eğer dese ki: 'Her ay için bir dinar vereceksin' ve fakat ne kadar ay kalacağını takdir etmezse, kira müddeti meçhul olduğundan kira akdi olamaz. İkinci rükün, icareden kastolunan menfaattir. O menfaat sa-dece çalışmaktır. Eğer bu çalışma mübah, malûm ve çalışan adamın zahmet çekmesini gerektiren ve bazen de insanların bir başkasına böyle bir çalışmayı ayrıca yapabilecek kabilden ise, o zaman böyle bir çalışma için adam tutmak caizdir, îcare bahsinin bütün fer'î meseleleri hemen hemen bu rabıta (bağlantı) altına girmiş oluyor. O halde biz onları açıklamak suretiyle sözü uzatmayacağız. Zira biz fıkhî konuları içine alan bölümlerde bu hususta uzun uzadıya izahat vermiş bulunuyoruz. Burada ise ancak bütün müslümanlarm mübtelâ olduğu mahzurlu noktalara işaret ediyo-ruz. Bu bakımdan ücret karşılığında yapılması istenen çalışmada beş şeye riayet etmek gerekir.
1. O çalışma kıymetli olmalıdır. Yani onda yorulma ve yorgunluk olmalıdır. Bu bakımdan eğer vitrine koymak için bir yiyecek maddesini kiralarsa veya üzerindeki elbiselerini kurutmak için ağaç kiralarsa veya dükkânını süslemek için birtakım paraları kiralarsa, bütün bunlar caiz değildir. Zira bunlar karşılığında ücret vermek, tıpkı bir susam danesi veya bir buğday danesi karşılığında para vermek gibidir. Zira bu, başkasının aynasına bakmak, onun kuyusundan su içmek, duvarının gölgesinde oturmak, ateşinden birazcık ateş götürmek gibidir. Bu sırra binaen eğer bir satıcıyı ücretle tutup ticarî malının satılması için, teşvik edici bir şeyler konuşması karşılığında ücret verirse caiz değildir. Tellâlların aldıkları ise, eğer haşmetlerini ve halk arasındaki mânevî nüfuzlarını ve sözlerinin bir mal hakkında geçerli kabul edilmesi karşılığı olarak alırlarsa, aldıkları haramdır. Zira onlardan tek kelime çıkar. Ne yorulur ve ne de herhangi bir yatırımı vardır. Onlara aldıkları ücretler, ancak yoruldukları zaman veya muamele emrini organize ederken konuşmak suretiyle bitkin düştükleri zaman helâl olabilir. Sonra böyle yaptıkları takdirde de onlara ancak yorulmaları nisbetinde ücret almaları helâl olur. Fakat satıcıların âdet edinip aldıklarına gelince, o zulümdür. Haklı olarak alınmış bir mal değildir.
2.Aranan fayda, kiralanan şeyin kendisi olmamalıdır. Bu bakımdan bağları üzümünden istifade etmek ve bostanları da meyvesinden istifade etmek için kiralamak caiz değildir. Çocuklara süt veren anneyi -onun sütü, kendisinin tebaiyyetiyle kiralandığından- kiralamak caizdir. Zira sadece sütünü kiralamak mümkün değildir. İşte böylece yazıcının boyası ve terzinin ipliği hususunda müsamaha gösterilir. Zira boya ve iplik tek başına kastolunmazlar.
3. Ücretin karşılığı olan çalışma görünüşte ve şer'an yapılması kudreti dahilinde olan bir çalışma olmalıdır. Bu bakımdan zayıf bir insanı gücü yetmediği bir çalışma karşılığında kiralamak doğru değildir. Dilsiz bir insanı öğretmek ve benzeri vazifeler için kiralamak doğru olmadığı gibi... Yapılması haram olan birşeyin teslim edilmesini ise şeriat menediyor. Meselâ, sapasağlam bir dişin çektirilmesi için icar vermek veya kesilmesini İslâm'ın ya-sak ettiği bir organının kesilmesi için icar vermek veya hayızlı bir kadını mescidi süpürmek üzere kiralamak veya sihir yahut da fâhiş birşeyi öğretmek için herhangi bir öğretmeni kiralamak veya kocasının izni olmaksızın başkasının hanımını çocuğuna süt vermek mukabilinde kiralamak veya canlıların suretlerini yap-mak için ressam kiralamak veya altın ve gümüş kapların yapılması için kap yapıcı bir ustayı kiralamak. Bütün bunlar bâtıl akidlerdir.
4. Çalışmanın ücret alan kimseye vacib olmamasıdır veya öyle bir çalışma olmalıdır ki, ücret alanın yerinde başkası o çalışmada vekâlet edebilmelidir. Bu bakımdan hiçbir müslümanın cihada gitmek için ücret alması caiz değildir. Böylece vekâlet kabul etmeyen diğer ibadetlerin karşılığında da ücret alınması caiz değildir. Zira böyle ibadetlere karşılık ücret alındı mı, bunlar ücreti verenin yerine olmuş sayılmazlar. Çünkü ücreti alana da bunlar farzdır. Hac için, ölüyü yıkamak, mezar kazmak, ölüleri defnetmek ve cenazeleri öldüğü yerden kaldırıp mezarlığa götürmek için ücretin alınması caizdir. Teravih namazı için imam olmak, ezan okumak, ders ve Kur'an okutmak için alınan ücret hakkında ise, ulemanın ihtilâfı vardır. (Farz namazların imamlığı için alınan ücretler kesinlikle haramdır. Ancak imam vaktini mescide hasrettiği, onun namaz kıldırmaktan başka hizmetlerini yaptığı ve eşyalarını ko-rumakla mükellef bulunduğu için ücret alırsa, o vakit fetva vardır), belirli bir meseleyi öğretmek veya belirli bir şahsa Kur'an'ın belirli bir sûresini öğretmek için alınan ücerete gelince, : bu ücret helâldir.
5. Çalışma ve fayda belli olmalıdır. Bu bakımdan terzi, çalışmasını, dikeceği elbiseleri söylemesi suretiyle bilir. Öğretmen de çalışmasını okutacağı sûrelerin tayin ve miktarını belirtmek suretiyle bilir. Hayvanı yüklemek ise, yüklenen yükün ve mesafe-nin miktarından bilinir. Halk âdetinde söylenmediği takdirde münakaşaya vesile olan herşeyi İcare akdi yapılırken söylemelidir. Eğer ihmal edilirse caiz değildir. Bunun tafsilâtlı açıklaması uzun uzadıya sürebilir. Biz bu kadarını, ahkâmın açık kısımları bilinsin ve müslüman, bu söylediklerimiz vasıtasıyla müşkilât yerlerim sezip sorsun diye zikrettik. Bu hususlardaki meseleleri bütün detaylarıyla sayıp ortaya koymak ise, ancak bir müftünün vazifesidir, halkın değildir.
Kırad
kâr kırad akdi ticaret ticari ilişkiler Kırad akdinde müslüman üç rükne riayet etmelidir: 1.Birinci rükün sermayedir. Sermayenin nakid olması, malûm bulunması ve çalışana teslim edilmesi şarttır. Bu bakımdan fulüsler üzerinde veya ticaret malı üzerinde kırad muamelesi caiz değildir. Zira sermaye pul veya ticaret malı oldu mu, çalışan için ticarî saha oldukça daralır. Dirhemlerden bir kese üzerinde kırad caiz değildir. Zira bir kese dirhemden kârın miktarını tâyin etmeye imkân yoktur. Eğer sermayedar paranın kendisinin elinde bulunmasını şart koşarsa caiz değildir. Çünkü parayı çalışana vermemek onun önündeki ticaret yolunu daraltmak demektir.
2.İkinci rükün kârdır. Kârın nisbeti malûm olmalıdır. Meselâ,çalışana kârın üçte birini veya yarısını veya çalışanın istediği miktarı alabileceğini şart koşmalıdır. Eğer sermaye sahibi çalışana 'Al bu parayı çalıştır. Kârdan yüz lirası senin, gerisi benimdir' dese, bu caiz değildir. Zira çok zaman, kâr yüz liradan fazla olmaz. Bu bakımdan belirli bir miktarın takdir edilmesi caiz değildir. Belki şâyi bir miktar (üçte birisi gibi) takdir edilmelidir.
3.Üçüncü rükün çalışana düşen çalışmadır. Bu çalışmanın şartı; tâyin etmek ve vakitlendirmek suretiyle çalışanın önünde daraltılmış bir ticaretin olmamasıdır. Eğer kapital sahibi, verdiği mal ile mera hayvanlarının satın alınmasını -ki onların neslinden istifade edilsin ve ikisi onları aralarında taksim etsin diye- şart koşarsa veya buğday almayı şart koşup -ki o buğday pişirilsin ve ikisi ekmekleri satıp kârını aralarında taksim etsin şartını- ileri sürerse, böyle bir muamele doğru olmaz. Zira kırad muamelesinde ticaretin hepsine izin verilmiş demektir. Bu ise alışveriş demektir ve bu alışverişin zarurî yönlerinin vâki olması demektir. Oysa yukarıda kapital sahibi tarafından ileri sürülen şekiller ise sanatlardır (ticaret değildir). Sanatlardan gayem; ekmek pişirmek ve koyunları üretmek suretiyle sayısını artırmaktır. Eğer sermaye sahibi, işleteni sıkıp ancak 'filân adamdan mal satın alabilirsin' şartını ileri sürerse veya 'ancak kırmızı ipekli kumaşta ticaret edebilirsin' derse veya ticaret kapısını daraltan herhangi bir şartı ileri sürerse akid fâsid olur. Bütün bunlardan sonra ne zaman akid olmuş olursa, işleten kapital sahibinin vekilidir. Bu nedenle vekillerin tasarruf ettikleri gibi kârlı işlerde tasarruf edebilir. Ne zaman kapital sahibi kırad akdini feshetmek isterse, edebilir. Bu bakımdan kapital sahibi bütün malın işletenin elinde nakid olduğu bir durumda akdi feshettiği zaman, taksimatın ne şekilde yapılacağı hususu herkesin malûmudur. Eğer mal, işletenin elinde ticarî eşya olarak bulunuyorsa ve bir kâr da yoksa, bu eşyaları kapital sahibine olduğu gibi vermelidir. Kapital sahibi o eşyaları paraya tahvil etmeyi işletmeciye teklif edemez. Zira akid fesholunmuştur ve işletmeci de hiçbir şeyi iltizam etmiş değildir. Eğer işletmeci 'Ben satıp para alacağım' derse ve kapital sahibi de bu teklife razı değilse, bu takdirde para sahibinin sözüne bakılır. Fakat işletmeci, kâr verecek hazır bir müşteri bulmuşsa, o zaman söz işletmecinin olur. Ne zaman kâr varsa, işletmeciye sermaye miktarının kapital sahibinden geldiği cinsinden olmak suretiyle alışveriş yapıp temin etmesi gerekir. Başka bir nakid ile sermayeyi temin etmek gerekmez ki, fazla olanın kâr olduğu belli olsun ve ikisi o kârda ortak bulunsun. Sermayeden fazlasının satılması işletmeciye gerekmez. Ne zaman sene başı gelirse, bu muameleyi yapanlara malın kıymetini bilmek gerektir ki, zekâtını çıkarsınlar. Eğer birşey kâr görünürse, kıyasa en uygun olanı işletmecinin payına düşen zekâtın işletmeciye ait olmasıdır ve yine kıyasa en uygun olanı kârın görünmesiyle işletmecinin onu mülk edinmesi-dir. Sermaye sahibinin izni olmaksızın işletmeci kırad malını yanına alıp sefere çıkamaz. Şayet izin almadan çıkar, tasarruflarda bulunursa, bu tasarrufları geçerlidir. Fakat böyle birşey yaptığı takdirde hem masrafların, hem de sermayenin kefili olmuş olur. Zira nakletmek suretiyle mal sahibinin hakkına tecavüz ettiği için, bu aynı zamanda menkulün sermayesine de sirayet eder. Eğer sermaye sahibinin izniyle sefere giderse caizdir. Naklin ve malın nakil ve muhafaza edilmesi için, verilen ücret kırad malından çıkarılır. Nitekim tartının, ölçünün ve hamalın ücretleri de sermaye üzerine yükletildiği gibi.... Eğer böyle şeyleri yapmayı, tüccarlar âdet edinmemişler ise,.. Elbiseleri açıp teşhir etmek, sonra toplamak ve tüccarların yapmasını âdet edindikleri az çalışmalar ise, bunların karşılığında mal sahibi herhangi bir ücret vermez. İşletmecinin memlekette oturduğu evin ücreti ve ken-disinin nafakası kendisine aittir. Fakat dükkânın ücreti sadece kırad malının ticareti için sefere çıkarsa, o vakit onun o seferdeki masrafı maldan çıkar. Seferden dönerken elinde bulunan ibrik, sofra bezi ve benzeri gibi sefer aletlerinin geri getirilmesi gerekir. (Veya satıp tekrar sermayeye katması gerekir. Daha sonra kâr ederlerse bu masraflar ortaklaşa olarak kârdan çıkar. Kâr etmedikleri takdirde, bu masraflar sermayeden zarar olarak düşürülür).
6-Şirket (Ortaklık)
ortaklık şirketi ebdan şirketi müfaveze şirketi vücuh ticaret ticari ilişkiler Şirket akdi dört çeşittir. Üç çeşidi bâtıldır:
1.Şirket-i Müfaveze
Bu şirket türünde taraflar 'Biz anlaştık ki, bütün malımızda ve borcumuzda, yani alacağımızda vereceğimizde ortak olalım' derler. Fakat malları ise, ayrıdır. Bu bakımdan böyle bir şirket bâtıldır. (Ebu Hanife'ye göre, eğer 'ortak olduk' derlerse caizdir).
2.Şirket-i Ebdan Bedenleriyle çalışıp kazandıklarında ortak olduklarını şart koşmak demektir. Bu çeşit şirket de bâtıldır.
3.Şirket-i Vücuh
Ortak olan kişilerden birisinin halkın yanında sayılır bir kıymeti, kabul olunur bir sözü vardır. Bu bakımdan nüfuzlu kişi, halktan mal alıp toplamak vazifesini, öbürü de çalışıp o malı çoğaltmak vazifesini üzerine alır. Bu çeşit şirket de bâtıldır.
4.Şirket çeşitlerinin ancak şu gelen dördüncü akdi doğrudur -ki bu akde şirket-i'nan ismi verilir-; bu şirketin şekli şöyledir:
İki kişi, ancak taksim etmek suretiyle ayırdedebilecek şekilde mallarını birbirlerine karıştırırlar ve biri diğerine o malın tamamında tasarruf etme yetkisini verir. İşte bu iki kişinin hükmü kâr var ise kârı, zarar var ise zararı aralarında sermayeleri oranında taksim etmektir. Kâr ve zararın sermaye nisbetinde olmasını, herhangi bir şart koşmak suretiyle bozmak caiz değildir. Sonra o ortaklardan biri diğer ortağını şirket malında tasarruf et-mekten azlederse, azloluııan kişi tasarruf edemez, şirket malını aralarında taksim ederlerse, mülklerinin biri diğerinden ayrılmış olur.
Doğru fetva şudur: Satın alman ticarî mallarda şirket kurmak caizdir. Şirket için ille nakit şart değildir. Fakat kırad akdinde nakit şarttır. İşte fıkıh ilminden bu kadarını bilmek her çalışan kişiye farzdır. Aksi takdirde bilmediği halde harama girmiş olacaktır!
Kasap; kuyumcu ve bakkalın muamelesine gelince, çalışan ve çalışmayan herkes bu muameleyi bilmek mecburiyetindedir. Bu muamaledeki sakatlıklar üç yönden gelir: a)Alışverişin şartlarını ihmâl etmekten, b)Selemin şartlarını ihmâl etmekten, c)Sadece alıp vermek ile iktifa etmekten. Zira günümüzde âdetler şöyledir:
Satıcı günün ihtiyaçlarına göre bunlar için haneleri çizer. Sonra her müddeti geldiğinde bunları hesap eder. Sonra bunlara bir paha biçer ki bu paha alıcı ile satıcı arasında üzerinde ittifak edilen bir pahadır (sonra ödenir). Biz ihtiyaç olduğundan dolayı, bu şekilde ki muameleyi mübah saymak taraftarıyız. Kasap, fırıncı ve bakkalın müşterilere malı teslim etmeleri, pahasının beklenme-siyle beraber bu inalda tasarruf etmelerini mübah kıldıklarına hamledilir. Bu bakımdan böyle bir maldan yemek helâldir. Fakat onu yedikten sonra onun kıymetini vermek, yiyene vacib olur. Bu bakımdan onu yediği günde geçerli kıymeti ne ise, onunla mal sahibine karşı borçlu olur. Bu kıymetler alıcının boynunda birikir. Ne zaman satıcı ile alıcı bir miktar üzerinde anlaşırlarsa, o zaman biri diğerinden mutlak şekilde helâllaşmayı ve ibra etmeyi istemelidir ki kıymetlerde bir değişiklik varsa, taraflarda herhangi bir mesuliyet kalmasın. İşte böylece kanaat etmek vacibdir. Zira her-gün, her saat vâki olan her ihtiyaç için parayı tartmak teklifini yapmak zor ve karışık bir teklif olur. Böylece aldım-verdim teklifini her saniye Ve her dakika için yapmak zordur. Alınan mübrem ihtiyaçlarının en az miktarının pahasını ayrı ayrı takdir etmek de ayrı bir güçlüktür. Bu bakımdan alınan maddelerin çeşitleri çoğaldıkça, kıymetlendirilmesi de kolaylaşır. İnsanları hakikate muvaffak kılan ancak Allah'tır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...