SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA
ONİKİNCİ BÖLÜM
ORDUYA SIZMA YASASINA TEK KİŞİLİK ENGEL...
Uğur Mumcu'nun bir başka girişimi, çok daha önemlidir. Onun ölümünden sonraki gelişmelerden de anlaşılacağı üzere, Türkiye Cumhuriyeti'nin Lozan Antlaşmasıyla tanınan egemenlik haklarının ve kuruluş ilkelerinin değiştirilmesine yönelik girişimlerin önündeki en büyük engel olarak ordunun görüldüğünün kabulüyle, kışkırtmalar ve yıpratmalar yoğunlaştırılmıştır. Ordunun içine dinsel örgüt elemanlarını örtülü olarak sızdırma girişimleri de açığa çıkarılmıştır. Ordu, ABD'nin resmi belgelerinde bile hedef olarak gösterilmiştir: 902 ABD'nin Din Hürriyeti Türkiye Raporu 1999'da Alevilere de sahip çıkılmış ve Amerika'da bir vakıf kurulmuştur ("Din-İman-Tarikat-Türban-lmam Hatip Amerika'dan Sorulur." Gazete Müdafaai Hukuk, 21 Temmuz 2000). 903 1980 öncesinde Maraş ve Çorum'da çıkartılan çatışmalar ve katliamlardan önce bu kentlerimizde bir Amerikalı siyasi memurun dolaşıp görüşmeler yaptığı anımsanırsa, önerinin ciddiyeti daha iyi anlaşılır.
Elbette, sonrasındaki GOP ve Sivas olayları da... ABD Dışişlerinin "Din Hürriyeti, 1999 Türkiye Raporu"nda, "Yarı sivil, yarı askeri Milli Güvenlik Kurulunun 1997 kararlarıyla" tarikatların kesinlikle yasaklandığı, ancak önde gelen siyaset ve toplum liderlerinin tarikatlara bağlı kaldıkları belirtiliyordu. 1997 kararlarıyla "laik eğitimin zorunlu" hale getirildiği, oysa "Laik eğitime karşı bir seçenek olan imam hatip okullarının muhafazakâr ve İslamcı Türkler arasında yüksek kabul görmekte" olduğu açıkça ileri sürülüyordu. Türkiye'nin düzenine yönelik yanlış bilgilendirmeye dayalı, resmi Amerikan belgesinde, 1997 kararlarından kasıt, 28 Şubat 1997 MGK kararlarıdır.
Ordunun hürriyetlere karşı engel oluşturduğunu dolaylı bir dille kayda geçiren resmi Amerikan belgesinde, "MGK kararlan yanında Silahlı Kuvvetler, İslami radikal etkinliklerini soruşturduğu bireyleri düzenli olarak içinden atıyor" demektedir. Raporda, ordunun insan haklarına ve din hürriyetine karşı takındığı kötü tutumun en önemli kanıtı olarak, açıkça, "MGK kararları yanında Silahlı Kuvvetler, islami radikal etkinliklerini soruşturduğu bireyleri düzenli olarak içinden atıyor" denilmektedir. Rapora göre, bir yanda halkın büyük çoğunluğu, öte yandaysa ordunun yandaşları vardır. ABD Dışişlerince hazırlatılan rapora göre bu yandaşlar, "devletin tehdit altında olduğunu ileri süren bürokratlar, adli görevliler"dir.[904]
Ne yazık ki, bu tür raporlara karşı ne hükümetlerden, ne de öteki kurumlardan ve kendilerine "Atatürkçü" adını yakıştıran örgütlerden bir tepki gelmemiştir. Şimdi, Uğur Mumcu' nun öldürüldüğü günlerin hemen öncesine dönelim: Ordunun eleman sızdırılmasıyla zayıflatılamayacağı ortaya çıkınca en kestirme yol seçilmiştir. Üstelik bu yol denenmiş, güvenilir bir yoldur. Zaten yıllardır sürdürülen ince bir oyunla, devletin kurumları, Cumhuriyet devletinin ilkelerine yabancılaştırılmış olarak yetiştirilen İmam Hatip mezunlarına açılmış ve meyveleri toplanmaya başlanmıştı. Aynı yöntem orduya yönelik olarak da uygulanabilirdi. 1992 yılında İmam Hatip mezunlarının Harp Okullarına girmelerini sağlamak üzere, mecliste bir toplu uzlaşma sağlanmış ve yasa değişikliği tasarısı komisyonlardan geçirilmiştir.
Türkiye, "sivil demokrasi" düşlerine dalmışken, Uğur Mumcu, yakından izlediği bu uzlaşmanın boyutlarını şu sözlerle belirtiyordu: "1983 yılında Milli Eğitim Temel Yasasını değiştirdiler, bugün Harp Okulu Yasasını... imam-hatiplilerin harp okullarına girmelerini isteyen' Atatürk'ün partisi CHP'nin Genel Sekreteri başta olmak üzere, bu uğurda çaba gösterenler 904 M, Yıldırım, Amerikan İddianamesi, Müdafaai Hukuk, 30 Nisan 2000 ve 7999 Country Repohs on Human Rights Practices Released By The Bureau of Democracy-Human Rights-Labour, U.S. Department of State, Feb.25, 2000doğrusu büyük başarı elde ettiler:”[905] Bu yasanın meclisten geçmesine engel olacak bir siyasal parti de bulunmamaktaydı.
Kamuoyu da her konuyu kendine sunulan saf demokrasi adına hemencecik benimseyen bir kolaycılık havasının içinde oluşturulmuştu. İşte bu yasa değişikliğiyle operasyoncular, büyük bir adım atacaklardı. Sonraki gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, büyük masraflara ve büyük çatıştırma, sürtüştürme, demokrasi, insan haklan, din hürriyeti propagandası örgütleme etkinliklerine gerek kalmadan, amaçlarına ulaşacaklardı. O günlerde, bu gelişmenin önündeki tek engel vardı. O da, Uğur Mumcu idi. Öldürülmesinden iki gün önce yayımlanan yazısının konusunu da bu yasa değişikliği tasarısının meclis komisyonundan geçirilmesi oluşturmuştur. Yazısından da anlaşılabileceği gibi, Uğur Mumcu, 'demokrasi-insan haklan' kılıfına sokulmuş operasyonu izlemektedir.
Yasa değişikliği girişiminin salt laikliğe saldırı girişimi olmadığını, oynanan büyük oyunun, İslamcı hareketleri aşan yanını görmüş olmalı. Onun öldürülmesinden sonra oluşan kitlesel tepki üzerine yasa rafa kaldırılmıştır. Orduya sızma işi de yeniden tarikatların örtülü girişimlerine ve halkın orduya karşı kışkırtılması eylemlerine bırakılmıştır. Bir tabancanın bile izini sürerek, büyük oyunu açığa çıkarmaya çabalamış olan Uğur Mumcu'yu öldüren plastik patlayıcının izinin sürülememesi, onun haklılığını göstermektedir. Çünkü komplocuların ideolojisi yoktur. Onların hedefi, egemenliklerini pekiştirmek, kurdukları para soğurma düzeneğini işletmektir.
Bir tabancanın kabzasını tutan eli yönlendiren birbirleriyle çatışır görünmesi, olaylardan bilgi sahibi olmayan önyargılıları nasıl yanıltıyorsa; plastiğin arkasındakileri de, bölgesel egemenlik kurgularından, büyük komploları örgütleyen odaklardan bağımsız, 'marjinal' terör örgütleri olarak görmek, o denli yanıltıcı olur. Daha da önemlisi, böyle bir tutum, gerçek suçluları ve büyük komploları gizlemeye yaradığından, vereceği zarar başka aydınların canlarının alınmasının da ötesinde bölgesel felaketlere de yol açabilir. Böyle bir komployu çözecek güç ise çok büyük olmalıdır. Olayı soruşturan savcının da belirttiği üzere, bu suikastın arkasındaki suçluları, ancak kararlı bir devlet bulabilir. Böyle bir suçun tüm öğelerini ortaya çıkarmak, salt hukuk devleti olunduğunu göstermenin yanında, devletin kendi varlığını ve egemenliğini sürdürmesinin de gereğidir. Bu görev bilinciyle hareket edecek bir devlet yönetimi de, hem çekincesiz, hem de suç ağına şu ya da bu taraftan bulaşmış olan kişilerin etkisinden uzak olabilmelidir.
Bu konuda bir başka umut ise, komplonun düzenleyicilerinden birinin, insanlık adına pişmanlık duyarak, itiraflarda bulunmasıdır. O olmazsa, dünyayı denetleyen ve yönlendiren batı devletlerinin, 905 Uğur Mumcu, "Imam-Subay" Cumhuriyet, 22 Ocak 1993.kendileri dışındaki ülkelere dayattıkları gibi, 'şeffaf devlet' olmaya karar verip, gizledikleri bilgileri ve belgeleri açıklamalarıdır. Yoksa egemen büyük devletlerin komplolarına bilerek ya da bilmeyerek yardımcı olanların iyi niyetli çabaları, her zaman yanlış yönlendirilmeye açık ve hedeften saptırıcı olacaktır. Belirtmek gerekir ki, suçluyu bulmayı namus borcu sayan bilim adamı-siyasetçiler sözlerini tutmaları, onların duyarlı ve insan sevgisine sahip olmalarını gerektirir. Bu duyarlılıktan yoksun olununca ne bağımsızlık olur, ne de Uğur Mumcu gibi, onurlu yurtseverler yaşayabilirler.
SON SÖZ YERİNE MUHTIRA
1919 Haziranında Anadolu'nun doğusunda bir Ermeni devleti kurulmasını sağlayamayan ABD, Gümrü Anlaşmasıyla Türkiye'nin doğu sınırlarının da güvence altına alınması ve Sakarya boyunca Yunan saldırısının da püskürtülmesi üzerine, İstiklal Savaşı'nın Ankara'daki Milli Yönetim'in lehinde sonuçlanacağını hesap etmiş olmalı ki, İngilizlerin silahlı istilâ planlarına karşılık kaleyi içerden fethetmek için sinsice isteklerde bulunmaya başlamıştı. ABD, elbette bu manda işinin peşini bırakmayacaktı. Nitekim, savaş ortamında yurdumuzun düştüğü zayıflıktan yararlanmak için Anadolu'da Öksüzler Yurdu ve örnek çiftlikler kurarak yerleşmek istemiş ve bu isteği Ankara'ya iletmişti. Meclis Başkanı Mustafa Kemal, hemen İçişleri Bakanlığı'na bir muhtıra yollayarak uyanda bulunmuştu.
Bu muhtırayı okuyalım:
" Ankara, 3 Ocak 1922 İçişleri Bakanlığı'na 29.12.1921 Gün ve 10319/2423 Sayılı yazınız yanıtıdır Anadolu'da öksüzler yurdu ve örnek çiftlikler vb hayır kurumları açma ve kurma konusunda Amerika Yakındoğu görevlileri adına yapılan başvuruya karşı vereceğimiz yanıtın konusu ve ilkeleri, ilişik muhtırada genişçe açıklanmıştır, efendim. Muhtıra Ankara Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ülkenin bayındırlaşmasına, öksüzlerin rahatlamasına, genel sağlık ve ekonomimizin düzeltilmesine yönelik girişim ve çalışmaları teşekkürle kabul eder. Ancak, bu konuda gerek uzak, gerek pek yakın geçmişte, bize oldukça ağıra patlayan deneyimlere dayanarak bir takım kaygılarımızı açıklama gereği vardır. Şimdiye değin ülkemizde ekonomik amaçlarla, politik ve bilimsel çalışmalar (yapan) kurumlar ve yabancılar özellikle aşağıdaki amaçları izlemişlerdir:
1.Ülkemizdeki çalışmalarından korkunç bir kazanç sağlamak. Bizim için en zararlı olanı bunlardır.
2. Bir bölgede elde edecekleri ekonomik yetkiye (imtiyaza) dayanarak o bölgenin sahibi olmaya çalışmak. Bu gibilerin ülkemizde bir daha çalışmalarına kesinlikle izin verilmemesi kararlaştırılmıştır. Böyle yapmakla yalnız kendimize değil, bütün insanlığa olabildiğince büyük hizmet ettiğimize inanıyoruz. Dolayısıyla Genel Savaşı (Birinci Dünya Savaşı)'nı çıkaranlar, bu gibi amaçları izleyen paralı gruplar ve onlara alet olan politikacılardır.
3. Ekonomik amaçla, bilim ve insanlık (yararı) görüntüsü ile yurdumuza gelip, ilerde istila (işgal) hazırlamak için, etnik toplulukları gerek hükümete, gerek birbirlerine karşı kışkırtmak. Bu gibiler hem genel savaşın hem ülkemizdeki korkunç cinayetlerin düzenleyicileridir.
4. Yurdumuzda, yalnız bilim ve insanlık amaçları ile çalışmakla birlikte, ruhlarında bulunan Hıristiyanlık duygusu nedeniyle, hemen Hıristiyan azınlıklarla ilişki kurmak ve ister kasıtlı, ister kasıtsız olarak, aralarında azınlıklarında yaşamakta olduğu Müslüman topluluklardan ayrılma isteğini propaganda etmek. Bu gibilerin gerek Müslümanlara, gerek iyiliğine çalıştıklarını ileri sürdükleri Hıristiyan azınlıklara, aralarında yaşamakta oldukları İslâm çoğunluğuna (karşı) baskı yapılmasını aşılamakla, ne denli insanlık dışı bir biçimde çalıştıkları ve bu yüzden meydana gelen cinayetlerden sorumlu oldukları ortadadır.
Hükümetlerimiz bu gibilerin de özgürce çalışmalarına izin verdiğinde Müslüman ve Müslüman olmayan bütün uyruklarına karşı pek ağır bir sorumluluk yükü altına girmiş bulunacaktır. Buna izin vermek, çocukları yaşayacakları çevreye düşman ya da hiç olmazsa yabancı olarak yetiştirmek ve (çocukları) yaşayacakları çevre ile çatışmak zorunda bırakmaktır. Bu ise, gerek o çocukların, gerek içerisinde yaşayacakları halkın yıkımını hazırlamaktır. Bunu yasaklamak hükümetin görevidir. Bundan dolayıdır ki, Amerikalılarca örnek çiftlik vb kurumlar kurup, buralarda kendi uyruğumuzdan olan binlerce çocuğun Türk hükümetine ve ulusuna karşı sevgisiz ve uyumsuz duygularla yetişmelerine izin veremeyiz.[906/ 907] Mustafa Kemal, muhtırasını, diplomatik bir dille sürdürür ve Amerikalıların kurmak istedikleri örnek çiftliklerin yönetiminin ve çalışan çocukların eğitiminin Türk hükümetinin atayacağı görevlilerce yürütülmesi, bu gibi yerlerde çalışacak öksüzler arasında soy, mezhep ayrımı yapılamayacağı gibi koşulları belirterek, diplomatik bir tavırla reddeder.
Onun duyarlılıkla ve devlet adamı sorumluluğuyla, ayrımcılığa ve karıştırıcılığa gösterdiği bu tepkisinde söz ettiği acı deneyler arasında Osmanlı yönetiminin vurdumduymazlıkla izin verdiği Anadolu illerindeki Amerikan konsolosluklarının Hıristiyan azınlıkları, özellikle Ermenileri, eğiten misyoner okulları kurmaları, azınlıklara birer ABD pasaportu vererek onları Amerikanlaştırmaları ve misyoner okullarını, manastırları silah deposu haline getirmeleri, sonunda terör eylemleri, arkadan vurmalar gibi somut olaylar bulunmaktadır. Osmanlı'nın sön döneminde yabancıların işlettiği okul sayısı 98'dir. Bu işi yalnızca savaş öncesi durumun bir özelliği olarak göstermek de yanıltmanın bir parçasıdır. Mustafa Kemal'in Amerikan okullarının etkisini değerlendirmemesi düşünülemezdi.
Amerikalıların Talaş Koleji'nde 1880 yılı ders programında, Ermenice ve Rumca Gramer, Osmanlıca İncil, Hıristiyanlara göre tarih derslerinin yanı sıra Amerikalıların 3 ayrı yerdeki matbaada, Ermenice, Rumca, Bulgarca, İtalyanca, Ladion (İspanyol Yahudi dili) dillerinde, 725 kitap yayınladıkları bilinmektedir.[908] Mustafa Kemal, kültürel işgalin sonuçlarını iyi değerlendirmektedir. Sözde öksüzler yurdu kurma gibi insancıl girişimin altındaki azınlık örgütleme plânının yattığını elbette biliyordu. [909]
1922 yılı başında, ülke işgal altındayken ve en zor koşullarda yaşanırken yazılmış olan bu muhtıradaki değerlendirmeye "komplo teorisi" diyebilecek bir kişi olabilir mi? 906 Mustafa Kemal'in el yazısı ile Muhtıra, belge No: 1125, ADP: Cilt 1, sa.384; Mustafa Onar, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları II, T.C. Kültür Bakanlığı Atatürk Dizisi, Ankara, 1995 (Günümüz diline çeviride anlam karışıklığı görülen bazı tümceler, asıl anlamları kesinlikle değiştirilmeden, tarafımızca düzeltilmiştir. "Muhtıra" sözcüğü yazının' özgün el yazması'notunu taşıyan belgesinin transkripsiyonunda da bulunmaktadır. M.Y) 907
Bu muhtıra İstanbul'da "Azınlık Hukuku (Hakları) konferansı düzenlenmesine karşı yazılan makalede yer almıştır. M. Yıldırım, Bir ihtar ve bir lanet, Müdafaa-i Hukuk Temmuz 2001. 908 Turgay Tüfekçioğlu, Türkiye ve Şeytan Üçgeni, s. 125-127 909 Yardım örtüsüyle Hristiyan misyonerlik etki alanı yaratılması girişimleri o zamandan engellenmişti ama, günümüz Türkiye'sinde "sivil" toplum örgütü adı altında, çocukları barındıran kamplar açıldığı görülmektedir.
Turgay Tüfekçioğlu, a.g.k. s.52-54.Buna 'komplo uydurması' diyenler, Reagan'ın 1982'de koyduğu adla "demokrasi projesi" nin Yugoslavya'da, Çekoslovakya'da, Balkanlarda, Asya'da, Afrika'da, Orta ve Güney Amerika'da, Irak'ta, Venezuela'da yol açtığı sonuçları unutsa da, görmezden gelse de Türkiye'de etnik, dinsel kışkırtmaları, Lozan'ın yeniden gözden geçirilmesi taleplerini yok sayması mümkün olmayacaktır. Mustafa Kemal'in, 27 Aralık 1919'da yabancılarla yatıp kalkanlara verdiği şu yanıtı okuyunca, TBMM'nin içine dek yabancıları sokup, ahlak dersi alanları, kendi güvenlik güçleri ya da memurlarıyla ilgili "yolsuzluk" araştırmalarını yabancı parasıyla ve yabancı elemanlarla yapmaktan çekinmeyenlerin unutulmayacağına kuşku yoktur.
Şimdi bir kez daha M. Kemal'i dinleyelim: "Tekrar ediyorum, aleyhimizde ileri sürülen değerlendirmeler yanlıştır. Bu gerçek, (hem) tarih, (hem de) mantık açsından sabittir. Bu hususu, yalnız Batı'ya değil, hatta vatandaşlarımıza da, ehemmiyetli bir surette ihtar etmek gereğini duyuyorum. Çünkü ender de olsa, üzülerek işitiyoruz ki, milletin tarihini okumamış veya milli duygudan yoksun kalmış olan bazı kişiler, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmemenin yanında vatanını ve milletini kusurlu göstermekten Çekinmiyorlar.
Bugün bile, sultani mektebinin salonlarını aleyhimizde konferans verdirmek için yabancılara açanlar var. Bu gibilere lanet" Lozan Antlaşması'nın en can alıcı maddelerini, salt ABD ve Batı Avrupa yönetimleri, dışarda ve içerde konumlanmış Bizans özlemcileri istedi diye, değiştirenler, 1919-1922 arasında savaş alanlarını, işgal altındaki yöreleri gezerek ulusal direnişin ruhunu ve ulusal yönetimin görüşlerini dünyaya ileten ve TBMM kararıyla Türk ulusal davasına katkıları nedeniyle kendisine teşekkür edilmiş olan.
Gazeteci Berthe Georges Gaulis'in değerlendirmesini anımsamalıdırlar: Onun gerçek formülü: “rakip güçler arasında dengeyi korumak, hiçbiri tarafından yutulmamak”. [910] Bundan daha anlamlı bir yorum olamaz. Aradan 81 yıl geçtikten sonra bile, yutulmaya karşı direnenler de olacaktır, laneti hak edenler de... Ve bu karanlık çağ kuşkusuz aşılacaktır. Çünkü halkın erdemli deyişi bir gerçektir: "Eşkıya dünyaya hükümdar olamaza Ve insanlık yarım kalan sözü, geçmişten geleceğe, karanlıktan aydınlığa uzanan çağlarda tamamlayacaktır.
Yeter ki, Mustafa Kemal'in şu yalın ilkesi akıllardan uzak tutulmasın: "Adalet ve merhamet dilenmek gibi bir prensip yoktur. Türk milleti, Türkiye'nin müstakbel çocukları bunu bir an hatırdan 910 Berthe Georges-Gaulis, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, s 151. 598 çıkarmamalıdırlar." Bu sözün anlamını makamlara oturanlardan daha çok bağımsız ve özgür yaşamanın anlamını ve insanca yaşamak için "..hak, kuvvetin üstündedir" ilkesinin erdemliliğin temeli olduğunu bilen gençler değerlendireceklerdir. Zerre kadar kuşku yok! Ankara: 12 Nisan 2004