03 Mart 2015

DÜNYANIN EN ÜNLÜ YAHUDİSİ-Sör Moses Montefiore 3.BÖLÜM





DÜNYANIN EN ÜNLÜ YAHUDİSİ 
Sör Moses Montefiore 
 3.BÖLÜM 

ON İKİNCİ BÖLÜM
Güney ve Kuzey
Başarısından hoşnut bir halde Sör Moses, Konstantinopol’e denize açıldı. 
Malta Adası’nda yine birkaç gün kaldı.
Onun görevi hakkında gazeteler uzun haberler yayımlamışlardı. Bu bakımdan şimdi her mezhepten insanların onu Malta’da ve her yerde asil bir insan sever olarak kutlamasında şaşılacak bir taraf yoktu. Fakat o bütün iltifatları reddediyor ve her çeşit övgüyü, “Ben görevimi yaptım sadece, o kadar” diyerek önlüyordu. İnsanda yüce duygular uyandıran böylesi bir bilinçle yurduna dönmek üzereydi ki, Malta’da kendisine ulaşan bir haber bu dönüşünü engellediği gibi, derhal harekete geçmesini de zorunlu kıldı.
Şam’daki o uğursuz olay yeniden canlanmıştı.
Burada bir lağım çukurunda, süprüntü ve çamurun içinde kemikler bulunmuştu. Bunlar elbette zavallı Peder Thomas’ın kemikleriydi. Başka kimin olabilirdi? Şam kentinin saygın hekimleri bunların hayvan kemikleri olduğunu bildirmeleri, Kapüsenlerin ([26]) bu kemikleri, sevgili yoldaşları Thomas’ın dünyasal bedeninin kalıntısı olarak manastırlarının kilisesine defnetmelerini önlemedi. Üstelik bir kimse de çıkıp, “Yaptığınız bu işle çok gülünç duruma düşüyorsunuz” demedi. Fakat mezar taşına “Padre Tommaso… assassinato dagli Ebrei Peder Thomas… Yahudiler tarafından öldürülmüştür” diye yazılmak herkeste bir öfke uyandırmıştı.
Montefiore hemen Roma’ya koştu; mezartaşındaki bu doğruluğu asla kanıtlanmamış, gerçek dışı yazıtın derhal kaldırılması için Papa nezdinde girişimde bulunacaktı. Papanın huzuruna kabul edilmesi için aracı olmasını istediği ilk kişi, İngiliz hükümetinin görevlisi Bay Aubin, bu konuda Sör Moses’in hiçbir başarı kazanamayacağından korkuyordu; çünkü papa ile yakın çevresi, Peder Thomas’ın öldürülmesinin Yahudilerin suçu olduğundan kesinlikle emindiler. Bu önyargıdan onları kimse döndüremezdi; hatta dünyada bütün tanıklar bunun aksini söylese bile.
Yine de Montefiore bunu bir kere denemek istedi.
Papaya hitaben bir dilekçe hazırlayıp bunu papalık mabeyincisi Monsignor Bruti’ye verdi. Bu kardinal, şayet Sör Moses, Kapüsen tarikatının yönetici kişilerine “tarikatın hayrına” bir miktar para bağışlamak lütfunda bulunursa yardımcı olacağını söyledi.
Bu uygunsuz teklifi Montefiore öfkeyle reddetti:
“Doğu’da amacına ulaşmam için tek kuruş vermem gerekmemişti. Bunu burada Roma’da da yapmam. Gönlümde gerçekleşmesi arzusu yatan şeyleri bu yüzden gerçekleştiremeyeceksem, varsın gerçekleşmesinler. Burada Roma’da, para mı ödemem gerekecek. Asla! Görüşmeyi sürdürmekten vazgeçerim daha iyi!”
Bunun üzerine Kardinal Hazretleri derhal soğuk bir tavır takındı ve çarçabuk veda etti. Sör Moses de bu konuda atılacak her adımın başarısız olacağını anlamış bulunuyordu.
Ne var ki bir yalan anıtı olan bu mezar yazıtı, yirmi yıl sonra Müslümanların Suriyeli Hıristiyanlara öfkelenmesi üzerine çıkan olaylarda, Şam’daki Kapüsen Manastırı yerle bir edilince ortadan kaybolmuştur. ([27])
Şam trajedisi hiçbir zaman açıklanamadı. Montefiore ile onun çağdaşlarından çoğu, Peder Thomas’ın asla öldürülmediği, Şam’dan gizlice uzaklaşmak zorunda kaldığı, sonra da Doğu ülkelerindeki Katolik manastırlarından birine kabul edildiği kanısındaydılar.
Bu tahmin doğru mudur, değil midir; Peder Thomas öldürülmüş müdür, yoksa doğal ölümle mi ölmüştür; bütün bunlar bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyebilirdi. Bizim için yeterli olan, onun bu dünyadan ayrılmasında Yahudilerin hiçbir suçunun bulunmadığının saptanmasıdır.
Doğu’ya yaptığı yolculuğun mutlu bir başarıyla sonuçlanması Montefiore’yi ünlü bir adam yapmıştı. Dindaşları ona, halkının haklı davasını zafere ulaştırmak için firavunun karşısına çıkan yeni bir Musa gözüyle bakmaktaydı. Bu nedenle de onun yurduna mutlu biçimde dönmesi, bütün sinagoglarda yapılan Tanrı’ya şükran ayinleriyle kutlandı. Cemaatlerden hem Yahudiler hem Hıristiyanlar tarafından imzalanmış yüzlerce teşekkürnameler gönderildi. İngiltere’de düzenlenen bir bağış toplama kampanyasının geliriyle yaptırılan, 3.5 ayak boyunda, 1319 ons ([28]) ağırlığında, gümüş bir sanat eseri ona sunuldu. Bu eser, Davut’un aslanı yenerek kuzuyu kurtarışını gösteriyordu. (1. Samuel 17, 34-35) Eserin altlığının dört köşesinde Musa’nın, Esra’nın ve Şamlı iki Yahudinin heykelleri yer alıyordu. İki Yahudiden biri, zincire vurulmuş ve üzgündü, öne doğru eğilmişti; öbürü ellerini havaya kaldırmış teşekkür ediyordu. Bu dört heykelin arasındaki düz yüzeylerin üstüne yapılmış kabartmalar ise şu olayları ebedileştirmekteydi: Sör Moses ile yanındakilerin İskenderiye’de karaya çıkışı, sultanın huzuruna çıkılması ve fermanın verilmesi, suçsuz tutukluların kurtuluşu ve son olarak da Londra büyük Sinagogu’nda Sör Moses ile Lady Juditlı Montefiore’nin dönüşü dolayısıyla yapılan bayram ayini.
Kraliçe onu huzuruna kabul edip kendisine, “Doğu’da baskıya ve kovuşturmaya uğramış kardeşlerinin yararına gösterdiği eşsiz çabalarının” takdiri belirtisi olarak asma tutamacı ([29]) dolaştırma hakkı verdi; sadece kral hanedanından prenslere, en yüksek dereceli şövalyelere ve krallığın en eski kansoylularına tanınan bir ayrıcalıktı bu.
Montefiore’nin civanmertçe etkinlikleri, Almanya’da da minnettarlıkla takdir edildi.
Haham Dr. Philipplıon, Magdeburg’da bir bağış kampanyası düzenledi; bağışçılardan on gümüş groştan (*) fazla para alınmadı. 1500 taler (**) toplandı. Bu parayla çok görkemli bir albüm hazırlandı; parşömen üstünde bir teşekkürnameyle bağışçıların tümünün adları vardı içinde. Bağışçılar içinde birçok Hıristiyan, hatta kansoylular, subaylar ve papazlar da bulunuyordu. Albümün paha biçilmez değerdeki kapağında iki yağlıboya tablo yer almaktaydı. Ön kapaktaki “Babil’de Yaslı Yahudiler” tablosuydu ve Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nin ünlü direktörü Sclıadow tarafından yapılmıştı. Arka kapakta ise “Eski Yahudi Aile Yaşayışından Resimler”in yaratıcısı Profesör Oppenheim’in “Yuşa’nın Musa Tarafından Atanması” tablosu vardı.
Şam olayından birkaç yıl sonra Sör Moses, dindaşlarını haksızlık ve baskıdan korumak için yine bir yolculuğa çıktı.
Bu sefer Rusya’ya gitti.
Burada I. Çar Nikolaus (***) zaten baskıcı olan Yahudiler yasasını daha da ağırlaştırmış, Yahudilerin düzlük arazide oturmalarını yasaklamış, sınırın 50 (****) kadar uzağında bulunan arazi şeridinde oturan Yahudilerin ülkenin iç kesimlerine yerleştirilmesini emretmişti. Bu emir uygulanacak olursa, yüzlerce Yahudi ailesi ekonomik bakımdan mahvolacaktı.
(*) 1 groş, 10 peniklik madeni para.
(**) 1 taler, 3 mark değerinde para.
(***) I. Nikolaus ya da I. Nikolay (1796-1855) 1825’te tahta geçti. Sosyal reformlara, toprak köleliğinin kaldırılmasına karşı çıktı. Ülkede katı bir sansür uygulattı ve aşırı baskıcı yöntemler kullandı. Avrupa’da da kurulu düzeni kurmayı amaçladığından 1849’da, Macar devriminin bastırılması için Avusturya’ya yardım etti. 1853-1856 Kırım Savaşı’nda Osmanlı, İngiltere ve Fransa’ya karşı savaştı. Bozgunla biten bu savaş sürerken öldü. Onun döneminde tüm engellemelere rağmen Rus edebiyatı altın çağını yaşamıştır.
(****) 1 werst 1,067 km.’ye eşit uzunluk ölçüsü.
İngiliz hükümeti yine dostumuzu, çarın ve en yüksek dereceli görevlilerin huzuruna kolayca girebilmesi için tavsiye mektuplarıyla donatmıştı. St. Petersburg’da ilk ziyaretini İçişleri Bakanı Kont Nesselrode’ye yaparak şunları söyledi:
 “Benim buraya gelişimin iki amacı var: Birincisi, Yahudi okulları kurmaktır; İkincisi de, Çar Hazretleri’ne Yahudileri köylerden ve sınır kentlerinden uzaklaştıran emirnamesini geri çekmesi ricasında bulunmaktır.”
Bakan, Montefiore’nin okullar kurarak kardeşlerinin manevi yoksulluğunu gidermeye yönelik niyetini onayladı ve bu konuda gereken her türlü yardımı yapacağına da söz verdi.
Sör Moses, bu sefer de Rus Yahudilerinin bir kısmını tarıma yöneltmeyi amaçlayan planını açıkladı.
“Bunlarsa eğer niyetiniz” diye kont büyük bir sevinçle bağırdı, “hükümetimizin amaçlarıyla tam bir uyum içinde hareket ediyorsunuz demektir; çünkü biz de Yahudileri insan toplumunun yararlı üyeleri yapmak ve onları aşağılık kaçak öteberi ticaretinden uzaklaştırmak istiyoruz.”
Sör Moses sesini biraz yükselterek: “Sayıları birkaç milyonu bulan Rusya ve Polonya (Polonya, o tarihte Rusya’nın bir iliydi.) Yahudilerinin hepsi de mi kaçakçılık yapıyor?” diye sordu; çünkü Kont Nesselrode gibi yüksek rütbeli, aydın bir adamın, tek tek bazı Yahudilerin kötü eylemlerinden tüm camiayı sorumlu kılmasına içerlemişti.
Bakan bu soruya cevap veremedi. Bunun yerine görüşmeyi sona erdirdi; vedalaşırken de Montefiore’ye amacına ulaşması için her yardımı yapacağına bir defa daha söz verdi.
Kont Nesselrode’nin iltiması sayesinde çar, dostumuzun huzura çıkma isteğini kabul etti. Bu kabul yirmi dakika sürdü ve çok içtenlikli bir havası oldu. Sör Moses, Rusya’daki kardeşlerinin acı yazgısını hafifletmeyi amaçlayan ricasını söyleyince çar, “Şu anda Rusya Yahudilerinin durumunu iyileştirmekten başka bir konuya hiçbir istek duymadığı” karşılığını verdi.
“Fakat majesteleri bir ukasınız (Rus çarlarının fermanına Ukas adı verilir.) var; bu ukas, Yahudileri sınır kentlerinden uzaklaştırmıyor mu?”
“Evet. İllerimin birkaçından, özellikle de sınır boyu illerinden; buralarda Yahudi nüfusu çok yoğun. Onun için de ben, Yahudileri kendi iyilikleri için birbirlerinden biraz ayırmak istedim.”
Sör Moses, bu sefer de Yahudi nüfusunun özellikle yoğun olduğu kentleri ziyaret etmek, buralardaki kardeşlerinin istek ve ihtiyaçlarını bizzat öğrenmek için izin rica etti. Çar bu konuda onu yüreklendirdi ve bir de ona, Rusya’daki dindaşlarının “acayip alışkanlıklarını” bırakmaları konusunda etkilenmesi öğüdünde bulundu.
Bu öğüdüyle çarın ne demek istediğini dostumuz ilkin anlamadı. Bir an düşündükten sonra kaşlarını çattı ve çara adeta:
“Majeste, benim Rusya’daki dindaşlarımın kültür düzeyinin bu kadar düşük olmasından siz ve sizin hükümetiniz doğrudan sorumludur!” diyormuş gibi baktı. Sonra da cevap vermek yerine hiç istifini bozmadan, “Onlar sakin, sadık, çalışkan ve şerefli yurttaşlardır” dedi.
“Evet, eğer sizin gibi olabilirlerse!” diye bağırdı çar.
Çarın Montefiore’yi pek dostça kabul etmiş olması, Rusya Yalıudilerinde kendilerine uygulanan bunaltıcı özel yasaların baskısından kurtulacakları, barış içinde ve rahatsız edilmeden işleriyle uğraşabilecekleri zamanın artık geldiği umudunu doğurmuştu.
Ne büyük yanılgı! Yıllar geçtikçe durumlarının daha da berbatlaşacağından henüz habersizlerdi.
O günlerde Rusya Yahudileri, Sör Moses Montefiore’yi kendilerini yoksulluktan kurtaracak kişi olarak selamladılar. Onun önce St. Petersburg’dan Vilna’ya, oradan da Varşova’ya yaptığı yolculuğu bir zafer alayına dönüştürdüler. Ülkenin töresi gereği, ne kadar Yahudi birliği ve derneği varsa, tek tek hepsi, ona en kaliteli çeşidinden şaraplar -bunlar yüzlerce şişe olmuştuve hoş geldin selamı niyetine de çok nefis çörekler, kurabiyeler gönderdi. Sör Moses, bu hediyeleri hastanelere verdi.
Bütün bu bağlılık belirtileri, kahramanlarımızı derinlemesine duygulandırmıştı. Ah, ne olurdu, din kardeşlerinin nice umutlarla ondan beklediği şeylerin hepsini gerçekleştirebilseydi!
Fakat pek parlak biçimde kabul görmesine, hükümet yetkililerinin kesin sözler vermesine, Sör Moses’in kendi araştırmalarına dayanarak hazırladığı, Rus Yahudilerinin korkunç sefaletini gösteren, geniş kapsamlı raporları çara ve bakanlarına sunmasına rağmen her şey büyük ölçüde eskisi gibi kaldı.
Moses Montefiore’nin yolculuğu, bu sefer anılmaya değer bir başarı elde edememişti.
Ne var ki bu düşkırıklığı onun cesaretini kırmadı. Hayır, aksine şimdi kimi uzaklarda kimi yakında yaşayan tüm kardeşlerini, eskisinden çok daha içtenlikle seviyordu. Bu sevgisini, Vilna’da dindaşlarına veda ederken şu sözlerle dile getirmişti:
“Kalbim her zaman sizinledir. İsrail çocukları acı çekerse, üzüntüler doldurur içimi; bir neden onları ağlatacak olursa, benim gözlerim de yaşlarla ıslanır.”

ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Sör Moses Montefiore Baronet

Montefiore’nin dindaşlarının maddi ve manevi düzeylerini yükseltmek için harcadığı yorulmak bilmez çabalara İngiliz hükümeti de değer vermekteydi. Bu konuda yardım ve tavsiye gerektiğinde, devletin en yüksek dereceli yetkilileri, her zaman onun lehinde konuşuyorlardı. Keza insanların yararına yeni bir iş başardığında, bu soylu hayırsevere teşekkür edip onu öven ilk kurum da hep hükümet oluyordu.
Nitekim Rusya’dan döndükten sonra sevindirici bir haberle onu şaşırtan da Başbakan Sör Robert Peel oldu. Kraliçe, Sör Moses’i Baronet payesine yükseltmişti.
“Kraliyet teveccühünün bu işaretiyle” diye yazıyor başbakan, “Kraliçe, Britanya tebaasının sizinle aynı inancı paylaşan, krallığa sadık ve saygıdeğer bir sınıfın içindeki seçkin yerinizi ve de âlicenaplığınızı kabul edip bunu onaylamaktadır.”
Bu arada hemşehrilerinin güveni, Sör Moses’i, fahri hizmet görmek üzere, devletin yüksek makamlarına getirmiş bulunuyordu. Londra ve Middlesex şerifi olduğunu biliyoruz. Daha sonra da Kent Kontluğu’nun başşerifi, Londra valilik komisyonu üyesi, Middlesex sulh yargıcı, Kent Konluğu vali vekili ve beş liman kentinin (Hastings, Sandwich, Dover, Romney, Hytlıe) sulh yargıcı oldu.
Fakat İngiliz parlamentosu üyesi olmadı; olmak isteseydi de olamazdı zaten. Çünkü yeni seçilen her üye görev yemini yaparken, “Doğru olan Hıristiyan inancı” sözünü de söylemek zorundaydı ve belirli bir mezhebe dayanan bu yemin şekli henüz ne değiştirilmiş ne de kaldırılmıştı.
Gerçi Sör Moses kendi şahsı için milletvekili olmaya hiç hevesli değildi; ama İngiliz Yalıudilerini, Hıristiyan kardeşlerinden hâlâ ayırmakta olan bu son engelin kaldırılması için azimle mücadeleye koyuldu. Bu amaçla hükümete telkinde bulunarak, söz konusu yemin biçiminin kaldırılması için bir yasa tasarısının parlamentoya sunulmasını sağladı. İngiliz Yahudilerinin herkesçe kabul edilen vatansever tutumları, Sör Moses Montefiore ve Sör David Salomun’un yüksek makamlardayken toplum hizmetinde gösterdikleri dürüstlük, bu tasarının kabulüne elverişli bir ortam hazırlamıştı. Fakat ancak 1858’de Londra kentinden milletvekili seçilen Baron Lionel Rothschild, İngiliz parlamentosuna giren ilk Yahudi oldu.
Yurdunun hizmetinde, her zaman, seve seve tüm gücüyle çalışmış bulunan Sör Moses, kendisine yapılan parlamento üyeliği teklifini, bu işi özenle yapabilmesi için gerekli zamanı olmadığını ileri sürerek reddetti. Unutmayalım ki o bir işadamıydı. Onlarca yıldan beri “Allianz” hayat sigortasını ve “Imperial” Kıta Avrupası gaz şirketini yönetiyordu. Bundan başka devlet kent hizmetinde, Yahudi cemaatlerinde birçok fahri görevi vardı; 1835’ten beri de İngiliz-İsrail Cemaatleri Birliği’nin başkanıydı. (“Board of Deputies”)
Yahudilerin parlamentoya alınması konusunun, tam da tüm canlılığıyla tartışıldığı sırada, soylu dostumuz zor bir sorunla uğraşmaktaydı.
Şam’dan yine bir imdat seslenişi duyulmuştu.
Burada, 1847 Nisanı’nda, bir Hıristiyan çocuk kaybolmuştu -bunun üzerine tabii Yahudiler suçlanmıştı hemen. Yine dinsel tören amacıyla çocuk kaçırıp öldürme suçlamasıydı bu. Osmanlı hükümetine, Yahudilere karşı sert önlemler alması telkininde bulunan da yine Fransız konsolosuydu. Onun kışkırtmasıyla Türk Vali Sefata Paşa, Yahudi mahallesinde aramalar yaptırmış, kuşku uyandıracak hiçbir şey bulunmamasına rağmen birçok Yahudi tutuklanmıştı. Bu sırada kaybolmuş erkek çocuk, sağ salim ailesinin yanına döndüğü halde, Yahudiler yine de hapishanede kalmışlardı.
Doğu’da yaşayan din kardeşlerini, Fransız diplomatlarının keyfi eylemlerine karşı sürekli güvence altına almak için Sör Moses, Fransa Kralı Lovis-Philippe’in ([30]) huzuruna çıkarak ondan yardım rica etti. Kral, bu konuda üzüntüsünü bildirmekle birlikte Fransa’nın Avrupa’da Yahudilere yurttaşlık haklarını bahşeden ilk ülke olduğunu da belirtti ve Sör Moses’e dileğinin yerine getirileceğine dair güvence verdi.
Gerçekten de kısa süre sonra, Doğu’da görev yapan Fransız konsolosluk memurları, çok sert biçimde azarlandılar. Ayrıca Şam konsolosunun davranışından dolayı Başbakan Guizet de, Fransız hükümetinin yapılan bu kan suçlamasını “uydurma ve iftira” olarak nitelendirdiğini belirterek üzüntülerini bildirdi.
O zamandan beri Fransa, başka ülkelerde Yahudilere karşı önyargılar beslemeye ya da telkin etmeye bir daha asla kalkışmamıştır. Şam’da yeniden huzur geri geldi ve bura Yahudileri, bir daha dinsel tören amacıyla cinayet işlemek gibi kötü niyetli bir suçla asla itham edilmediler.
Şam’daki bu yeni olay, hoşa gidecek şekilde henüz yeni sona ermişti ki, yine Doğu’dan üzücü bir haber Montefiore’nin kulağına geldi. Filistin’de açlık tehlikesi başgöstermişti.
Filistin Yahudilerinin büyük ölçüde Batı’daki dindaşlarının bağışlarıyla yaşadıklarını daha önce öğrenmiştik. Bu destek yardımının yaklaşık dörtte üçü, Rusya ve Polonya’dan geliyordu; çünkü tüm yeryüzünde on iki milyon tahmin edilen Yahudi nüfusun yarısı bu ülkelerde yaşamaktaydı. Ellili yıllarda Rusya, Fransa ve İngiltere’ye karşı korkunç bir savaşa girişince, Rusya, Yahudileri paralarını, savaşın (*) kendilerine ve yurtlarına verdiği acıları azaltmak için kullanmak zorunda kaldılar. Bundan dolayı da Kutsal Topraklar’daki din kardeşlerine gönderilen bağışlar, büyük ölçüde kısıldı. Bu destek yardımın azaltılması, eğer Filistin’de bir kolera salgını başlamasaydı ve burada koloniler oluşturmuş bulunan çalışkan çiftçilerin yüzlercesi, verimsiz bir ürün alınmasından ötürü nice zorluklarla işledikleri tarlalarından umdukları kazançtan yoksun kalmasalardı, herhalde bu kadar hızla bir kıtlık ortamına sürüklenilmezdi.
(*) Söz konusu savaş, Kırım Savaşı’dır. Osmanlı, İngiliz, Fransız ve Piemonte devletleri ile Rusya arasında Kırım’da yapılmış, Rusların yenilmesiyle son bulmuştur.
“İsrail ülkesi”nden imdat çağrısı bu yüzden yapılmıştı.
Moses Montefiore derhal çok etkili bir yardım hareketi başlattı. Bu işte yardımcısı olan Britanya İmparatorluğu’nun Başhahamı Dr. M. Adler, tüm Yahudi cemaatlerine yolladığı bildiri niteliğindeki bir mektupla Filistin Yahudilerine çok ivedi yardım yapılmasını istedi. Böylece de kısa sürede 400.000 mark toplanıverdi. Bu meblağın oluşmasında birçok âlicenap Hıristiyanın bağışlarının da katkısı olmuştu; bunda da kuşkusuz Sör Moses’in, Hıristiyanlık ya da vatan adına düzenlenen bağış kampanyalarına, her zaman katılmaya hazır olmasının, minnettarlıkla takdir edilmesinin katkısı vardı. Örneğin, savaşta can vermiş donanma ve ordu askerlerinin dul ve yetimlerini korumak için kurulmuş “vatansever fon”a, kendi cebinden 200 lira (4000 mark) bağışta bulunduğu gibi, “Allianz” ve “Imperial” şirketlerinden de 600 lira verdirmişti.
Sör Moses, bu kadar çok yardım parasının harcanmaya hazır olduğunun anlaşıldığı yönetim kurulu toplantısını, başarıyı karısına haber vermek için etrafına sevinç gülücükleri saçarak terk ettiğinde, Amerika’dan gelmiş resmi bir mektubun kendisine verilmesi, çok daha büyük bir sevinç duymasına neden oldu: Yuda Tuda Toura adında New Orleanslı hayırsever, zengin bir Yahudi, şahsen tanımadığı halde Sör Moses Montefiore’ye vasiyetnamesiyle 50.000 dolar miras bırakmıştı; Sör Moses bu parayı, Filistin Yahudilerinin yararına olmak koşuluyla dilediği gibi harcayabilecekti.
Şimdi miktarı 200.000 marka yükselmiş bulunan bu yardımla Sör Moses, uzun zamandır planladığı fakat yeterli parasal olanağı bulamadığı için hep ertelediği bir eseri artık gerçekleştirebilecekti: Kudüs’te bir hastane.
Bu yüzden Sör Moses ile Lady Judith Montefiore’yi bir defa daha Doğu ülkelerine doğru yola çıkmış görüyoruz.
Her yerde cemaatler tarafından candan sevgiyle karşılanıp bazı kentlerde özel bayram ayinleriyle onurlandırılan dostlarımız, bu sefer Köln, Dresden, Prag, Adelsberg (burada onların şerefine ünlü mağara mumla aydınlatılmıştı), Laibach üzerinden Trieste’ye geldiler; buradan da vapurlar Konstantinopol’e gittiler.
Sör Moses, bir defa daha sultanın huzuruna törenle kabul edildi (Sultan Abdülmecit) ve bu defa amacına ulaştı: Bir ferman ona, Kudüs’te bir Yahudi hastanesi inşa etmek ve tarım yapmak payesiyle topraklar satın almak yetkisini verdi.
Kudüs’te Sör Moses, kente gelişi şerefine düzenlenen bütün davetleri, bütün törenleri ve diğer eğlenceli toplantıları reddederek bu sefer sadece hedefine erişmeye çalıştı. Hastanenin temelini attı, bu yoksullar yurdunun inşası için hazırlıkları tamamladı, Yahudi kızları için bir sanat okulunun açılışını yaptı. Bu okula, bir hafta içinde hem ilkokul eğitimi görecek, hem de terzilik, çamaşır dikimi ve nakış öğrenecek 400 kız öğrenci alındı. Sör Moses asıl çabasını, Kutsal Topraklar’ın kolonileştirilmesi için harcadı. Ülkenin başlıca cemaatlerinin temsilcileriyle yaptığı bir görüşme üzerine Sör Moses en nüfuzlu etkin çiftçileri bir kurul halinde bir araya getirdi; bu kurul satın alınacak toprakların ve iskân edilecek köylülerin seçiminde ona yardımcı olacaktı.
Böylece kutsal denilen toprakların üstünde ilk Montefiore kolonileri sevinçle kuruldu. Kudüs’ün batısında Yafa ve Zion yakınlarında 35, Safed dolayında Bekea’da 15, Tiberias’ta 30 aile tarım yapmak üzere iskân edildi.
Montefiore bugün hâlâ yaşasaydı, uçsuz bucaksız yer yuvarlığına dağılmış, sıcakkanlılıkları inkâr edilmez büyük bir Yahudi kitlesi tarafından din kardeşi olarak, özellikle de Filistin’de bir Yahudi devletini yeniden kurmayı düşleyen erkekler ve kadınlar tarafından siyasal bakımdan coşkuyla kutlanırdı.
Gerçekten de Montefiore’nin yedi defa ziyaret ettiği -son gelişinde doksan bir yaşındaydıFilistin’e duyduğu sevgide, sonsuzlukla sınırlı bu coşkuda hemen göze çarpan olağanüstü bir şeyler vardır. Eğer dini bütün bir Hıristiyanın, peygamberlerin ve kilise babalarının dolaştığı bu kutsal ülkeyi “tüm ruhuyla arzu ettiğini” ve kutsal mahallere yapılacak bir hac ziyaretine hayatının en yüce ereği olarak göreceğini düşünürsek, o zaman dini bütün bir Yahudi’yi de, burada tarihinin büyük anılarından kıvanç ve sevinç duyuyor, Mezmurlar şairinin adağına uygun davranıyor, diye kınayamayız. Mezmur şöyle diyor çünkü: “Eğer senin Küdüs’ünü anmazsam, eğer Kudüs’ü en yüce sevincim kılmazsam, dilim damağıma yapışsın.” (Mezmurlar 137, 6)
Ne var ki kutsal ülke, Montefiore’nin yalnızca “en yüce sevinci” değildi, özlemlerle dolu umudunun da konusuydu…

ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Edgar Mortara

Yarım yüzyıl önce, kulağa hoş gelen Edgar Mortara adı dillerde dolaştı. İmparatorlar ve krallar ondan söz ettiler; hükümetler onun için uzun uzun yazılar hazırladılar. Edgar Mortara ne politika alanında sivrilmiş bir kişi, ne hayranlıklar uyandıran bir mucit, ne de tehlikeli bir anarşistti; sadece anası da babası da Yahudi olan altı yaşında bir çocuktu.
24 Haziran 1858 akşamı, o zamanlar Kilise Devleti’nin ([31]) bir kenti olan Bologna’da, tüccar Salomon Mortara’nın evine papalık polisinin bir subayı ile iki jandarma geldi. Gelenler, “Kutsal Offizium” adına küçük Edgar’ın derhal kendilerine teslim edilmesini istediler. ([32]). Çocuğun annesiyle babası kulaklarına inanamadılar.
“Edgar’ı, bizim sevgili yavrumuzu teslim etmek mi? Kime peki?” “Az önce işittiniz ya: Kutsal Offizium’a!”
“Kutsal Offizium Katolikler içindir. Fakat biz Yahudiyiz.” “Özellikle de bundan dolayı. Sizin oğlumuz Katoliktir ve biz de onu kilise için almak üzere geldik.”
“Baylar yanılıyor. Oğlumuz bizim dinimizdendir, yani Yahudi dinindendir.”
Subay konuya ilişkin başka bir bilgi veremiyordu. Fakat yüksek yerden verilmiş görevi yapması gerekiyordu; bu nedenle, isteğinde direndi ve dehşete kapılmış anneyle baba çocuklarını kendi istekleriyle vermeyince de, jandarmalara çocuğu onlardan zorla almalarını emretmek zorunda kaldı.
O zamanki kilise iktidarı göz önüne alınırsa, çocuğun anne ve babasından bir daha geri dönmeyecek şekilde ayrıldığı kesinlikle söylenebilir. Kovmak, alay etmek, kovuşturmak gibi yöntemler Yahudiliği ortadan kaldırmaya yetmediği için kilise, arada sırada İsraili en güçlü kökünden hırpalamak amacıyla kutsal aile bağını zorla koparmayı denemekte, yani Yahudi çocuklarını baba evinden zorla çıkararak onları kendi vereceği eğitimle yetiştirmek istemekteydi. Bu bakımdan çocuğun geriye verilmesini istemek doğrultusunda atılacak her adım boşuna olacaktı.
“Kutsal Offizium’un zavallı babanın başvurusuna verdiği cevapta, Edgar’ın -bir yaşındayken-o zaman bakıcısı olan on dört yaşındaki Mina Morisi tarafından gizlice vaftiz edildiği bildiriliyordu. Kız, bebeği vaftiz ettirerek -babanın kesinlikle ifade ettiğine göre, hiçbir tehlikesi bulunmayan bir hastalıktan kurtarmak istemiş. Beş yıl süreyle de kız ve vaftizi güya kimseye söylememiş; ancak şimdi Engizisyon Mahkemesi’nin ([33]) günah çıkarma hücresinde olayı itiraf etmiş.
Papa XIV. Benedikt’ini reşit olmayan İsrail çocuklarının ebeveynlerinin rızası olmadan vaftiz edilmesini kesinlikle yasaklayan 28 Şubat 1747 tarihli fermanına dayanarak Salomon Mortara, Papa IX. Pius’a başvurdu. Lâkin papa yalnızca Engizisyon Mahkemesi’nin emrini uygun görmekle kalmadı, adeta alay edercesine babaya ailesiyle birlikte Katolikliğe geçmesi, o zaman oğlunu kesinlikle geri alacağı öğüdünü verdi.
Ailenin kutsal haklarına yapılmış bu çirkin saldırının haberi tüm İtalya’ya yayılmış, oradan da Avrupa’nın diğer ülkelerine geçmiş, hatta Kuzey Amerika’ya bile ulaşmıştı. Haber Yahudiler arasında olduğu kadar Hıristiyanlar arasında da haklı bir öfke uyandırmıştı.
“Evangelist Birliği”nin Londra’daki yıllık toplantısında, papalık kilisesinin bu keyfi davranışına karşı sert itirazlar yapıldı ve Yahudilerden yana saygılı sempatinin vurgulanacağı bir bildirinin yayınlanmasına oybirliğiyle karar verildi. Buna ilişkin karar, Yahudiliğin cesur öncü savaşçısı Sör Moses Montefiore’ye de gönderildi. “Protestan Birliği” ile “İskoç Reformasyon Derneği”, İngiliz hükümetinden Mortara’nın ailesine geri verilmesini sağlamak amacıyla girişimde bulunmasını istediler. Bu istek, Londra, New-York, Philadelphia’da ve daha birçok şehirde düzenlenen protesto toplantılarında da dile getirildi.
Çocuğun ailesinden zorla alınmasını, modern kültür açısından bir cürüm olarak nitelendirenlerin hepsi, bir konuda aynı kanıdaydı: Gücü çok büyük kilise kurumuna karşı yapılacak mücadelede, bir şeyler başarabilecek sadece bir kişi vardı; o da altın yürekli, korkusuz ve sözü geçer bir aristokrat olan Sör Moses Montefiore idi.
Bu zorbaca harekete tüm Avrupa’nın gösterdiği canlı ilgi karşısında Sör Moses, İngiliz-İsrail Cemaatleri Birliği’nin ricası üzerine, bu örgüt adına papaya başvurmaya hazır olduğunu açıkladı.
İngiliz hükümeti tarafından verilmiş resini tavsiye mektuplarıyla donatılmış olarak Sör Moses ile Lady Judith, din kardeşlerinin duaları eşliğinde, 1859 Şubatı’nda Roma’ya doğru yola çıktılar. Fakat sürüp giden hastalıklar yüzünden bu kente ancak 5 Nisan’da varabildiler.
Papalık nezdinde İngiliz işgüderi -Sör Moses’in Konstantinopol’e gidişinde tanışmış olduğuBay Oda Russell, Sör Moses’in papanın huzuruna çıkmasını sağlamak amacıyla derhal harekete geçti. Ne var ki bu işi uygun biçimde başarabileceğinden pek emin değildi.
İlkin Devlet Sekreteri Kardinal Antonelli’ye başvurdu. Lâkin bu kardinal papanın bu olayı “kapanmış” olarak görmesi nedeniyle reddetti. Fakat kendisinin Sör Moses’i kabule ve Birlikler Konfederasyonu’nun dilekçesini papaya sunmak üzere teslim almaya hazır olduğunu bildirdi.
Sör Moses üstlendiği görevi başarıyla sonuçlandırmak için her çareye başvurmaktan elbette kaçınmayacaktı.
Devlet Sekreteri-Kardinal onu dostça karşılayıp dilekçeyi aldı. Sör Moses şöyle konuştu:
“Kardinal Hazretleri, ben sekiz gün daha Roma’da kalacağım. Umarım bu süre içinde bir cevap elimize ulaşır.”
“Cevap mı?” dedi kardinal omuzlarını silkerek. “Verilmesi olası bir cevabın size pek yaran dokunmayacaktır, çünkü Mortara konusunda bir şeyler yapmak olanaksızdır.”
“Ya çocuğun ağlaşan annesiyle babası?..”
“Onlara acıyorum. İleride de bu çeşit nahoş olayların cereyan etmesini önlemek için gerekli önlemler alınacaktı.”
“Kardinal Hazretleri, bir çocuğun gaspedilmesi söz konusu bu olayda!” diye bağırdı Montefiore sinirlenerek: Bunlara karşın kardinal çok sakin bir tavırla şöyle cevap verdi:
“Edgar Montara Hıristiyandır ve Hıristiyan kalacaktır. Belki on yedi ya da on sekiz yaşına geldiğinde kendi serbest iradesiyle dilediği gibi hareket edebileceğine göre…”
“Ya o zamana kadar?” diye, Sör Moses onun sözünü kesti.
“O zamana kadar Roma’da San Pietro Manastırı’nda çok iyi bir eğitim alacaktır. Ebeveyni ile kardeşleri, ne zaman isterlerse onu ziyaret edebilir. Ailesinin yanına dönebilir mi? Hayır, hiçbir zaman!”
Bu durumda Sör Moses görevin başarıya ulaşamayacağını anlamıştı. Derin üzüntüler duyarak yüreğinden kopan bir iç çekişle ayağa kalkarak:
“Hepimiz tek bir yüce babanın evlatları olduğumuz halde, bir arada barış içinde yaşayamayışımız ne acı!” dedi.
Kardinal, yine omuzlarını silkerek cevap olsun diye şunları söyledi:
“Mortara olayı bizim için kesinlikle kapanmıştır.”
“Ben yine de İngiliz-İsrail Birlikleri Konfederasyonu’nun bu dilekçesine verilecek cevabı, burada Roma’da bekleyeceğim” dedi Montefiore.
“Cevap yok, Sör Moses! Fransa, Hollanda ve Avusturya’nın dilekçeleri gibi, sizin de Mortara ile ilgili dilekçenize cevap verilmeyecektir.”
Umutları kırılmış bir halde Sör Moses, “Bu acıklı olay için son sözünüz bu mu?” diye sordu.
Son sözüm bu! Bir şey daha var: Size kesinlikle güvence veririm ki -herhalde bu saptamanın sizce değeri olacaktır-papalık, kilise devleti sınırları içinde yaşayan Yahudilere karşı çok hayırlı, çok iyicil düşünceler beslemektedir.”
“Hayırlı düşüncelerini sevsinler!” diye düşündü Sör Moses. Ne var ki çok kibar yetiştirilmiş bir adamdı. Kardinale, bir sistemin sadece maşası olan bu adama sert cevap vermeyi ve Hıristiyanca insan sevgisi ile bu sevginin insanlara, özellikle de Yahudilere karşı gerçekte uygulanışı arasındaki haşin çelişkiyi onun gözleri önüne sermeyi içinden geçirdi bir an.
Montefiore olağanüstü bir şevkle uğraş verdiği bu konuda yenilgiyi şimdilik kabul etmek zorunda kalmıştı. Fakat çocuk Mortara’nın geri verilmesi amacıyla çabalarını yıllarca sürdürdü. Bunun için Roma’daki Fransız Elçisi Dük Grammont’un yardımını sağlayarak III. Napolyon’a ([34]) “Montefiore’nin çalışmalarında olanakların elverdiği ölçüde korunmasını” isteyen emirler verdirdi. Daha sonraları o sırada yeni kurulan “Alliance Israelite Üniversellerin yardımını sağladı. Sonunda, hatta yeni Kral Viktor Emanuel’e (*) şahsen başvurdu. Bütün bu çabalar sonuçsuz kaldı. Çocuk Mortara, manastırda kaldı.
(*) VII. Eduard (1841-1910), 1901 ’de İngiltere kralı oldu.
Onunla ilgili hiçbir haber kamuoyuna sızmadı.
Kamuoyunun bir defa daha ondan haberi olması, yıllarca sonraya rastlar. Yeniyetme bir delikanlı olarak, başka gençlerle birlikte papaya takdim edildikleri zaman, Papa IX. Pius’un, Edgar Mortara’ya hitaben yaptığı konuşmayla kamuoyu onu yeniden hatırladı. Papa şunları söylemişti:
“Benim için özellikle sen, çok aziz ve çok değerlisin, oğlum; çünkü ben seni çok yüksek bir bedel ödeyerek Hıristiyanlık için kazandım. Senin için çok yüklü bir fidye ödedim; çünkü senin yüzünden bana ve kutsal papalık makamına karşı tam anlamıyla bir savaş kışkırtıldı. Hükümetler ve halklar, bu dünyada iktidar sahipleri ve günümüzde gerçekten bir gücü temsil eden basından insanlar savaş açtılar. Hatta krallar bu saldırının en önünde yer alıp bakanlarına, senin için bana diplomatik notalar verilmesini emrettiler. Krallardan yakınmak istemiyorum. Ben sadece tek tek pek çok kişinin bana yönelttiği hakaretlere, iftiralar ve lanetlere dikkat çekmek istiyorum. Bu insanların kızdıkları anlaşılıyor; onlar, sevgili Tanrı’nın, sana doğru inanca sahip olmayı bahşetmesine ve seni ölüm karanlığından kurtarmasına kızıyorlar. Ne yazık ki ailen hâlâ bu karanlığın içinde bocalayıp durmaktadırlar. En çok da senin vaftiz edilerek yeniden doğmandan ve Tanrı’nın yüce lütfuyla sana bahşettiği bilgileri öğrenmiş olmandan yakınıyorlar.”
Bu söylevden kısa bir süre sonra Mortara törenle rahip oldu. Bugün hâlâ Roma’da Vatikan Sarayı’nda rahat ve sıkıntısız bir hayat sürmektedir.
1859’da, Hamursuz Bayramı sırasında Montefiore, Roma’da haklı bir davanın zafer kazanmasına yardımcı olmak için, yüksek rütbeli papazların birinden öbürüne seferler yaparken, kaderin ne garip cilvesidir ki olaylar, papalığın dünyasal egemenliğinin sonunu, buna karşın İtalya Krallığı’nın da birliğini ve bağımsızlığını hazırlıyordu. Bugünkü İtalya’da, bütün inançlara kısıtsız eşit haklar tanıyan bu gerçek hoşgörü (tolerans) ülkesinde ise, küçük Mortara’nın başına gelen gibi bir çocuk çalınması olayı hayal bile edilemezdi.
Ne var ki o zamanlar papalık devletlerinde hâlâ ortaçağ koşulları egemendi. Yahudiler hâlâ gettolarda yaşamak zorunda bırakılıyor ve haysiyet kırıcı özel yasalara boyun eğiyorlardı. Montefiore, Roma gettosunu o kadar sık ziyaret etti ki, ayak takımı tarafından rahatsız edilmesi tehlikesi belirdi. Üstelik papalık subayları burada da bir “dinsel tören amacıyla insan öldürmek” oyunu sahnelemek istediler; ama bereket versin tam zamanında foyaları meydana çıktı.
Montefiore Roma’dan ayrılabildiği zaman sevindi. Yurduna ancak tek bir hoş anı götürebilmişti: O sırada Roma’da bulunan Gal prensinin -şimdiki Kral VII. Eduard -(*) başka saygın İngiliz ve İtalyanlarla birlikte onu da öğle yemeğine davet etmesiydi bu. Lady Montefiore, sağlığının elverişsizliği nedeniyle gelemeyeceğini bildirmek zorunda kalmıştı.
Aslında Montefiore’nin de sağlığı pek yerinde değilmiş gibiydi. Buna da şaşmamak gerekir; zira o sırada yetmiş beş yaşındaydı. Onu muayene eden seçkin bir hekim, kalbini ve akciğerlerini zayıf bulmuş, sindirim organlarında birçok aksaklık saptamış, kanında da bir kan zehirlenmesinin belirtilerini görmüştü.
Bedensel çöküntünün, korku veren bu işaretleri, bizim iyi yürekli Montefioremizin benzersiz bir vücut ve zihin tazeliği içinde, yüz yaşına kadar yaşamasını engelleyememiştir.

ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Sevgi Ağı

Mortara olayındaki başarısızlık dostumuzun şevkini kırmışa benziyordu. Nitekim “Board of Deputies” başkanlığına yeniden seçilmeyi, bu sefer koşullar ileri sürerek kabul etti ve ileri yaşının dikkate alınmasını, bu nedenle de yerini alabilecek birinin bulunması ricasında bulundu.
Ne var ki çalışma arkadaşları bu “ileri yaş”ın, onun dindaşları hayrına sürekli aktif çalışmasını engellediğini fark edememişlerdi. Çünkü hâlâ iş başarıcıydı ve hâlâ hiç azalmayan enerjisiyle etkili oluyordu. Çünkü onun için söz konusu olan, yalnız dış ülkelerin acı çeken Yahudileri için değil, kendi yurdunun Yahudileri için de daha çok iş başarmaktı.
Onun eseri olan hayır işleri saymakla bitmez; başkalarına yaptığı teşvikler de öyle. Gücünü ve zamanını harcayarak ilgilendiği kuruluşların hepsi, onun tavsiyeleri sayesinde çalışmalarında hep verimli oldular. Ama o, başkalarının düşüncelerine ve tavsiyelerine de açıktı; yapılan bir öneri, amaca kendi önerisinde daha uygunsa, onu benimsemekten kaçınmazdı.
Sör Moses bir noktada saplanıp kalmayı ve orada direnmeyi bilmezdi.
Montefiore’nin geleneksel Yahudiliğin kurallarına uymakta katı davrandığını biliyoruz. Şabbat ve dinsel bayram günlerini, binlerce yıldan beri yapılageldiği şekilleri içinde kutlardı.
Kendisine karşı da böyle katıydı, başkalarına karşı ise pek hoşgörülüydü. Fakat Yahudiliğe kayıtsız davrananlara, ayinlerde reform isteyenlere karşı hiç hoşgörüsü yoktu. Böyle bir reformun uygulanması halinde herhalde ayinlere asla ayak basmazdı.
Ona göre ne Ortodoks Yahudi vardı, ne de liberal Yahudi. İsrail’in Tanrısına coşkuyla tapan bir cemaatin bulunduğu her yerde ibadetini yapabilirdi. O yerde insanların bağrından tüm sıcaklığıyla çıkan ilahilerin söylenip söylenmemesi, ya da -zamanın estetik duyguya uygun hale getirdiği-saygıya değer o eski tapınak nağmelerinin, orgun ses dalgalarıyla göklere yükselip yükselmemesi de umurunda olmazdı.
Sör Moses’in reformdan yana eğilim göstermemesinin diğer bir nedeni de, kendine özgü bir yüceliği bulunan güzelim Şabbat için ve de İbranice ibadet dili için korkmasıydı. Bu ikisini savunmada çok büyük bir kararlılık göstermiştir; çünkü bunları, şu geniş yer yuvarlağı üstündeki tüm Yahudileri -tıpkı çeşitli ülkelerde Latince kilise dilinin tüm Katolikleri birleştirmesi gibi-birleştiren bir bağ olarak görüyordu. Özellikle de Yahudi inancındaki dinsel içtenliğin, yerini Yahudiliğin sırf akla dayanan, duygudan yana yoksul bir anlayışa bırakmasından korkuyordu; böyle bir anlayış tarzı tam bir çöküntüye değilse bile, dine karşı bir umursamazlığa götürebilirdi. Bunun için de kahramanımız inançtan zevk alan bir kuşağın gelişmesine; onların felsefe yapan Tanrı-tanımazlar, durmadan kusur bulan eliştiriciler kibirli ukalalar olarak değil de, Tanrı’yı benliğinin derinliklerinde duyabilen, inancıyla coşan, ibadet eden Yahudiler olarak yetişmesine dikkat etti.
Görüyoruz ki ona göre, Yahudiliğin özünde Tanrı öğretisi ve Tanrı’ya ibaretin yanı sıra hayır işleri yapmak bulunmaktadır. Bu hayır işleri ise ona hayatı boyunca en büyük mutluluğu vermişti.
Romanya’da -Roma İmparatorluğu’nun bir zamanlar suç işleyenleri sürmüş olduğu bu ülkede-Yahudilere karşı zorbalıklar yapılınca Montefiore, dışişleri devlet sekreteri Lord John Russell’e başvurarak Bükreş’te dava açtırtmıştı. Keza Yunan Denizi’ndeki İyoniyen Adaları Yüksek Komiseri Gladson’a başvurarak orada yürürlükte bulunan, Yahudilere özgü baskıcı yasalarda esaslı bir değişikliğe gidilmesini ve Yahudilerin insan haklarından yararlandırılmasını istemişti. Sonuç ne oldu? Hemen ertesi yıl (1861 ’de) Korfu metropoliti, bir emirname yayınladı; bu emirde Yahudilere haksız davranışlarda bulunulmasını, Hıristiyanlığın komşularını sevme ilkesi bakımından çok 96 sert biçimde kınıyor ve onlara hoşgörü gösterilmesi uyarısında bulunuyordu. Bu sayede Yahudilerle Yunanlılar arasındaki ilişkiler yıldan yıla hep daha iyiye doğru gitti ve kardeşçe bir uzlaşma mertebesine yükseldi. Böyle bir olumlu ortamın oluşması için yolu açan kimdi? Bizim cesur öncü savaşçımız Sör Moses Montefiore!
Hıristiyanlar ve Yahudiller kardeşlik birliği; Montefiore’nin ideali buydu. Bunu gerçekleştirmek yolunda hiçbir fırsatı kaçırmamıştı.
1860 Haziran’ında bir akşam Montefiore eve geç gelmişti. Hayli yorgun olmasına rağmen “Times” gazetesini okumaya koyuldu. Gazete üzücü haberler veriyordu: Suriye’de Hıristiyanlar, Lübnan Dağı Dürzilerinin saldırısına uğramıştı. 20.000 Hıristiyan sürekli tehlike tehdidi altında dağlarda şaşkın bir halde dolaşmaktaydı. Dayanılmaz bir sefalet içindeydiler. ([35])
Aynı gece Montefiore hemen bir para bağışı kampanyası planladı. Kendisi 4000 mark vererek ilk bağışı yaptı. Yine o gece saat birde “Times” yazı işlerine, olabildiğince çabuk basılması uyarısıyla bir çağrı yazısı gönderdi. Bu çağrıda şunları söylüyordu:
“Bu ülkenin (Suriye’nin) doğasını ve halkın durumunu çok iyi bildiğim için -bunu söylemek zorunda kalmam yeterince acı veriyor banabu bedbaht insanların katlanmaya mecbur oldukları sefaleti ben, yüreğim parçalanarak benliğimde aynen hissediyorum. Hemşehrilerimin ve ülkemin insanlarının ne kadar iyiliksever olduklarını deneyimlerimden biliyorum. Bu nedenle de onların, büyük yıkımlara uğramış bu saldırı kurbanlarının imdadına koşmak amacıyla, kalplerinin sesine uyarak, çok çabuk bir fon kuracaklarını umuyorum.”
Bu Yahudi hayırseverin düzenlediği bağış kampanyasında 22.500 sterling toplandı.
İşte bir başarı daha!
Montefiore bir kez daha bütün ülkelerde saygı ve takdirle anıldı. Sanki krallık ailesinin ya da yüksek aristokrasinin birer üyeleriymiş gibi, günlük İngiliz gazeteleri, onun ve eşinin yaptıklarını ve sağlık durumlarını haber yapıyordu.
Ne var ki Lady Judith hakkında verdikleri haberler gerçekten üzücüydü. Onun ömrünün günleri, doğanın saptadığı bitim çizgisine doğru hızla yaklaşıyordu.
Lâkin giderek azalan bedensel gücüne ve buna bağlı olarak artan acılarına aldırış etmeksizin, bu cesur kadın, kocasının yardıma muhtaç kardeşlerinin hayrına yürüttüğü çalışmalara şevkle katılıyordu. Hiçbir“Board of Deputies” toplantısı yoktu ki, yapılan görüşmeler hakkında kocası ona bilgi vermesin ve yine hiçbir mektup yoktu ki, kocası ona göstermesin.
Sör Moses çok yönlü etkinliklerinin bunca zahmetine katlanır, sevgili hayat arkadaşı için tasalanıp korkarken, yaşlı çiftin benzersiz mutluluktaki evliliklerinin ellinci yılını geride bırakacakları gün de yaklaşıyordu.
O günü, 10 Haziran 1862 gününü Sör Moses nasıl da iple çekmişti! Gelgelelim evlenmenin bu altın kutlama yıldönümü, bir üzüntü günü olmuştu; dayanılmaz acılar içinde, ölümle pençeleşen hayat arkadaşı için üzülme günü olmuştu. Yumuşak yaz mevsimi, parıldıyan güneşi ve çiçek kokularıyla ona geçici bir iyileşme getirmişti. Fakat yapraklar sararıp da doğanan canlanmış hayatı, sıcak güneş ışınlarının son bir öpüşüyle bitiverince, bu soylu kadının hayat güneşi de battı.
Montefiore ailesinin yakın dostu Dr. Löwe’nin anlattığına göre, Lady Judith’in acılar içinde yattığı karyolanın etrafında duranların kederden sıkılmış yüreklerinden kimi zaman bir inilti çıkmaktaydı. Bazılarının gözleri yaşlarla ıslanmıştı; fakat can çekişen Lady sakindi. Semavi bir gülümsemeyle dostlarını selamlıyordu. Hatta selamlamak amacıyla başını eğmek için bile kendini zorluyordu. Akrabaları ve dostları serbest kalabildikleri her anı ona adamaktaydılar. Lâkin Lady Judith onlara dinsel görevlerini hatırlatıyordu hep; çünkü Yahudi yılbaşı bayramının arifesindeydiler; bu da herkese on gün sonra, sözle anlatılmaz görkemli töreni ve çok katı ciddiyetiyle en kutsal bayram olan Yom Kippur’un (*) geleceğini müjdeliyordu.
(*) Yom Kippor: Yahudilerin perhiz günü. İbranice “tövbe günü” demektir.
Üstelik Şabbat günüydü de. Bu nedenle yedi kollu Şabbat lambası yakılmıştı. Bu lamba daha önceleri de kim bilir kaç defa yakılmış, tatlı ışıklarıyla iki mutlu insanı aydınlatmıştı.
Yan odada, evin küçük orkestrası, kutsal bayramın çok eski çağlardan günümüze kadar gelmiş nağmelerinin, tüm yumuşaklığı ve törenselliğiyle çalmaktaydı.
Ayinden sonra Sör Moses, her Şabbat akşamı yaptığı gibi, ellerini karısının başı üstüne koydu ve göklerin rahmetini en bol şekilde lütfetmesini diledi. Bu sırada konuklar yemek salonunda sofraya yeni oturmuşlardı. Montefiore onların yanına gelip yemeğe başlama duasını henüz bitinnişti ki, hastanın yanında nöbet tutan Dr. Hodgkin koşarak salona girdi ve dostumuza eşinin beklenmekte olan vefatını bildirdi. Salonda bulunan herkes, SörMoses’in peşinden ölünün odasına giderek onunla birlikte matem ayini yaptılar. Orada -göğsünün derinliklerinden gelen hafif bir iç çekişle-Juditlı Montefiore, bu soylu, iyi ve gerçek anlamda dindar kadın dünyadaki hayatından ayrılmıştı. (24 Eylül 1862)
Montefiore’nin Judith’iyle neler yitirdiğini bir hayranına verdiği cevaptan öğreniyoruz:
“Ben büyük bir adam değilim. Yaptığım, ya da daha çok yapmaya niyetlendiğim birazcık iyilik için, her şeyden önce unutulmaz bir kadın olan eşime minnet borçluyum. Onun yüceliği bulunan her şeye gösterdiği coşkulu ilgi ile dindar tutumu, bütün eylemlerimde bana cesaret ve güç vermiştir.”
Şam’dan döndüğünde verdiği söylevde de hayat arkadaşına teşekkür etmişti:
“Dinimiz için gösterdiği çabalarda ve kardeşlerimize olan sevgisinde olağanüstüydü. Zorluklarla mücadele etmem için beni yüreklendirir, düş kırıklıkları yaşadığım zaman da beni teselli ederdi.”
Sör Moses hayatının en mutlu saatlerinden birinde -Ramsgate’de sinagog ayininde-eşine göstermiş olduğu yerde onun için bir anıtmezar yaptırdı; bunun için de Kudüs’ten Bethlehem’e (Beytülrahim’e) giden yolda bulunan Rahel’in (*) mezarı model alınmıştı.
(*) Rahel, Peygamber Yakup’un ünlü sevgilisidir. Yakup bu kıza âşık olmuş, onunla evlenebilmek için babasına yedi yıl hizmetkârlık yapmış. Sonunda evlenebildiği bu kadından “Yusuf” ile “Bünyamin” doğmuş.
Ölenin anısını yaşatmak amacıyla Sör Moses, Ramsgate’de “Lady Judith Montefiore Teoloji Koleji”ni ([36]) kurdu; İngiliz İmparatorluğu’ndaki bütün sinagoglara ve Londra Yahudi Yetimler Evi’ne zengin bağışlarda bulunduğu gibi çeşitli okullardaki muhtaç çocuklar için de burslar ve ödüller verdi.
Böylece, seven koca, Lady Montefiore’nin öbür dünyadayken de unutulmamasını sağladı. Bütün kuşakların topluluklarında onun adı hep anılacak ve en uzak gelecekte dahi övülecektir:
“Erdemli davranan kızlar çoktur; Fakat sen hepsinden üstün oldun.”
(Süleyman’ın Meselleri 31, 29)

ON ALTINCI BÖLÜM

Fas’ta

Tanrı’nın iradesine tevekkülle boyun eğen dini bütün Yahudi, en büyük acılar nedeniyle dahi cesaretini yitirmez: “Bırak feryat etmeyi ve ağlamayı ve gözyaşı dökmeyi; çünkü senin işin çok iyi ödüllendirilecektir” diyor Rab. (Yeramya 31, 16)
Demek ki iş görmek, yası hafifletiyor, teselli veriyor. İşte bunun bilinciyle şimdi artık yapayalnız kalmış bulunan ihtiyar adam, dindaşları için etkinliklerini bir kat daha artırdı. Üstelik Kutsal Topraklardan gelen yazılı ve sözlü raporlar, Filistin kırsalında kendisinin kurduğu tarım kolonilerinin ve öteki hayır kurumlarının, söz verildiği gibi, verimli gelişmeler gösteremediği yolunda onda kuşkular uyandırmıştı. Bu da onu, haberlerin doğruluk derecesinden şahsen emin olmaya zorladı.
Montefiore, Kudüs’e yeni bir hac yolculuğu için çarçabuk bir plan tasarladı.
Lâkin bu sefer sadece Konstantinopol’e kadar gitti. Burada uzunca bir süre kalması gerekmişti.
Sultan Abdülmecit ölmüştü ve Türk İmparatorluğumda yaşayan Yahudiler, yeni hükümdar Abdülaziz’in kendilerine karşı selefi kadar iyicil bir tavır takınmayacağından korkmaktaydılar.
Bu nedenlerdir ki Sör Moses, Abdülaziz’den huzura kabulünü istedi. Yeni Sultan, Türkiye Yahudilerinin koruması altında olduğuna dair güvence verdiği gibi 1840 tarihli fermanı da onayladı; ayrıca Montefiore’nin Filistin’de satın aldığı ve satın almaya niyetlendiği topraklara ilişkin olarak selefinin bahşetmiş bulunduğu tüm hakları da kabul etti.
Moses Montefiore İngiltere’ye yeni dönmüştü. Niyeti, şimdi nurlar içinde yatan sevgili eşinin anılarına dalarak sakin bir hayat sürmekti; lâkin üzücü olaylar onu yine bir başka ülkede, Fas’ta girişimlerde bulunmaya zorladı.
Fas, bugün olduğu gibi, yarım yüzyıl önce de genel ilginin odak noktasında bulunuyordu. O zaman da oradaki dindaşların yasal haklarından yoksunluk şikâyetleri, tüm ülkelerde yankılanmaktaydı. Ne var ki bu şikâyetler, fedakâr bir Yahudinin ruhuna ulaşıp da onun çabasıyla daha iyi ilişkiler kurulunca, ortaya çıkan sevinç de o derecede büyük oldu.
Olay aşağıdaki gibi cereyan etti:
Fas’ın liman kenti Safi’de bir İspanyol gümrük tahsildarı, elli gün süren bir hastalıktan sonra ölüyor. Tutulduğu hastalığın ne olduğunu kimse bilmiyor. Bir zehirlenmeden söz ediliyor; en azından İspanya konsolosu bu zehirlenme olasılığını iyice benimsiyor. Katilin de olsa olsa ölen adamın on dört yaşındaki uşağı olabileceği düşünülüyor. Neden özellikle onu düşünüyorlar? Çünkü o bir Yahudidir. Çocuk, hemen hemen her türlü haktan yoksun bir halk sınıfından olduğu için de konsolos, Fas makamlarını kolayca harekete geçirebiliyor. Yahudi çocuk tutuklanıyor, sorguya çekiliyor ve suçsuzluğunu söyleyip durunca da işkence uygulanıyor. İşkence sırasında bir itirafta bulunursa acı çekmekten kurtulacağına dair kendisine söz veriliyor. Bunun üzerine de çocuk “itiraf’ ediyor: İspanyol gerçekten zehirlenmiştir. On bir kişi tutuklanıyor; bunlardan özellikle şüphe edilen üçü Tanca’ya götürülüyor. Orada bunlardan biri ile küçük uşak başkaca hiçbir işlem yapılmaksızın idam ediliyor. Öteki ikisi de, suçsuz olduklarına inanan Fas’ın yerli halkının idam edilmelerine karşı çıkmalarına rağmen, yine de aynı yazgıyı paylaşmanın eşiğinde bulunmaktadır.
Tanca Yahudi cemaati, durumu anlatan bir telgrafı Cebelitarık’taki dindaşlarına çekiyor. Onlar da olayı Londra’ya, hayatını acı çeken kardeşleri için uğraş vermeye adamış, yorulmak bilmez, saygın savaşçı Sör Moses Montefiore’ye telgrafla bildiriyorlar. Birkaç saat sonra da aşağıdaki telgraf Londa’ya geliyor:
“İspanya, bakanlığının başkanı, az önce Tanca’daki İspanya elçisine, tam bir soruşturma tamamlanıncaya kadar başka idamlar yapılmasına engel olunmak için telgrafla emir vermiştir.”
Böyle bir sonuca ulaşılmasıyla olay, Sör Moses için asla çözümlenmiş sayılmazdı. Tanca ve Cebelitarık cemaatlerinden İngiliz-İsrail Cemaatler Birliği’ne gelen haberler, Fas Yahudilerinin durumunun son derece endişe verici olduğunu gösteriyordu.
Suçsuz oldukları halde tutuklu bulunan dindaşları kurtarmak için şimdi yapılması gereken çok iş varsa da, Fas Yahudilerinin ilerideki keyfi hareketlere ve daha başka zorbalıklara karşı güvencelerini sağlamak çok daha önemli bir görev halinde ortaya çıkmaktaydı.
Böyle bir görev de ancak şahsen etkilemek yoluyla başarılabilirdi.
Fakat henüz uygarlaşmamış bir ülkeye gitmek riskini kim üstlenecekti?
Şam felaketinde, Rusya’da dindaşların uğradığı baskıda ve küçük Mortara’nın kaçırılmasında olduğu gibi, bu sefer de tüm Yahudilerin bakışı yine Sör Moses’e çevrilmişti. O sırada tam seksen yaşındaydı ve buna rağmen yola koyuldu. Ne deniz yolculuğunun sıkıntıları ürkütüyordu onu, ne kum çölleri, ne de güneş çarpması.
Cadix’te hastalandı ve birkaç gün yatmak zorunda kaldı. Buradan Tanca’ya giderken de kendini pek iyi hissetmiyordu. Bu yüzden de kendisine eşlik eden hekimi Dr. Hodgkin’in Tanca’da onu karaya çıkabilmek için bazı önlemler alması gerekti. Bunu Dr. Hodgkin mizahı bir dille şöyle anlatır:
“Sevgili kaptanımızla subayları bazı halatları ve bir şilteyi kullanarak özene bezene bir çeşit tahtırevan yapmışlardı. Karaya çıkmak için uygun bir yer olmadığından Sör Moses bu tahtırevanla gemiden kıyıya taşındı. Taşıyıcıları ve onu görmeye gelmiş, en alt sınıftan, hırpani kılıklı bir yığın Yahudi, sığ suyun içinde kıyıya doğru bata çıka yürüyordu. Bizim Sör Moses, kurbağaları çağrıştıran pejmürde giyimli insanların ortasında, suyun üzerinde öylesine yüksekte götürülüyordu ki bana Tritonların omuzlarında Neptün’müş (*) gibi göründü.”
(*) Tritonlar, eski Yunan mitolojisinde deniz Tanrılarıdır. Büyük deniz Tanrısı Poseidon ile eşi Amphitrite’nin çocuklarıdır. Ellerinde zıpkın, deniz kabukların dan borularını üfleyerek Poseidon’a ya da eşine eşlik ederler. Alt kısmı balık kuyruğu şeklinde ve sakallı kişiler olarak temsil edilirler. Neptün ise Poseidon’un Roma çoktanrılı dinindeki adıdır. Denizlerin ve suların Tanrısı, denizcilerle balıkçıların koruyucusudur.
Tanca’da Sör Moses, dışişleri bakanı nezdinde yaptığı girişimle burada hapiste bulunan iki Yahudinin derhal serbest bırakılmasını sağladı. Öteki Yahudiler de usulüne uygun biçimde mahkemeye çıkarıldılar. Duruşmalar bir süre sonra suçlananların beraat etmesiyle sonuçlandı. Kazanılan başarının sevinciyle Sör Moses, Tanca’da bir Yahudi kız okulu kurulmasına önayak olmak için 600 mark bağışta bulundu.
Ne var ki asıl hedefine henüz ulaşabilmiş değildi.
Faslı kardeşlerinin katı yazgısını biraz yumuşatmayı, ancak sultanla (*) şahsen görüşürse sağlayabilirdi. Sultan ise Fas kentinde oturuyordu. Yaşlı hayırsever insanın önünde şimdi, bir kısmı hiç açılmamış yollarda yapılacak hayli zorlu bir yolculuk vardı.
(*). O tarihte Fas sultanı, Muhammed ibn-i Abdurrahman idi ve Fas henüz Fransızların denetimi altına girmemişti.
Montefiore iki katırın sırtına yerleştirilmiş bir mahfe içinde yola koyuldu. Kalabalık bir katırcılar ekibi, bu ağır taşıma aracına, inişli çıkışlı yerlerde ve dar geçitlerde devrilmemesi için destek vermek zorunda kalıyordu. Taşıyıcıların gösterdiği bunca özen ve gayrete rağmen, bu mahfenin içinde gerçekten çok rahatsız bir yolculuk yapılmaktaydı; çünkü sürekli sallanma yolcuda bir çeşit deniz tutmasına yol açıyordu.
Bereket versin mahfe içinde yolculuk sadece sabah ve öğle öncesi saatlerinde yapılmaktaydı. Öğleden sonra ise çadırlar kuruluyor ve dinlenmeye geçiliyordu. O zaman da civardaki aşiretlerin şeyhleri çıkageliyor, yolculara “muna” ikram ediyorlardı. Muna, koyun eti, tavuk eti, yumurta, kavun ve daha başka yiyecek maddelerinden oluşan bir hoş geldiniz ikramıydı.
Sekiz günlük yolculuktan sonra Sör Moses ile maiyeti, sultan tarafından görevlendirilmiş bir şeref kıtasının eşliğinde Fas kentine girdi ve kendisi için özel olarak hazırlanmış küçük saraya konuk edildi. Fas töresi uyarınca Montefiore, sultan kendisini kabul edinceye kadar bu saraydan çıkamazdı. Böylece altı gün geçti.
 Böyle kabullere sultan bir ata binmiş olarak geliyordu. Eğer keyfi yerindeyse kır bir ata, keyifsizce boz bir ata, küskünse siyah bir ata biniyordu.
Kabulün yapılacağı gün Sör Moses ile maiyeti, çok geniş bir avluya götürüldü. Burada sultanın askerleri, tören üniformaları içinde selam töreni için beklemedeydi, bir bandonun çaldığı müzik avluyu inletiyordu. Bütün gözler sultanın biraz sonra içeriye gireceği kapıya çevrilmişti.
Sultan acaba kır ata mı binmiş olacaktı?
Birden büyük kapı açılıverdi ve sultan göründü, kar beyazı bir eşkin ata binmişti. Pek neşeli görünüyordu, atını dört nala kaldırarak konuklarının yanı başına kadar geldi.
Ayakta bekleyen baylar üç adım kalıncaya kadar ona yaklaşıp önünde eğildiler. Sultan yabancıları selamladı. İngiliz Konsolosu Mr. Reade, önce Sör Moses Montefiore’yi, ardından maiyetini ve İngiliz konsolosluğu görevlilerini sultana takdim etti. Sultan da Britanya İmparatorluğu’na duyduğu saygıdan söz etti ve bu arada İngiliz üniformalarının görünüşünden çok hoşlandığını da belirtti. Sonra da şerif üniformasını giymiş, göğsüne de Türklerin verdiği mecidiye nişanını takmış bulunan Montefiore’ye yöneldi.
Sultan onu da selamladı. “Siz benim yabancım değilsiniz” dedi. “Halkınızın iyiliği için dünyanın çeşitli ülkelerine yapmış olduğunuz yolculukları bilmiyor değiliz. Yardımseverliğinizin ve insan sevginizin sadece kendi dininizden cemaatlerle sınırlı olmadığını, tüm acı çekenlerin ve tüm muhtaçların yararına olduğunu da biliyoruz. Sizin için ne yapabilirim?”
Sör Moses Montefiore şu cevabı verdi:
“Majesteleri lütfedip bir emirname yayınlarlarsa, imparatorluğunuzun dört bir yanında yaşayan Yahudiler ve Hıristiyanların korunmaları sağlanabilir; güvenlikleri ve huzurlarıyla ilgili durumlarda hakarete uğramaları önlenebilir ve bu insanlar majestelerinin öteki tebaalarıyla aynı haklardan yararlanabilir. Bu nitelikle haklar, bendenizin telkini, rahmetli Türk Sultanı Majesteleri Abdülmecit tarafından 9 Kasım 1840 tarihli fermanla bahsedilmiş ve geçen yılın Mayısı’nda şimdiki hükümdar Majesteleri Sultan Abdülaziz tarafından da onaylanmıştır.”
Bunları söyledikten sonra da Sör Moses, Fas Yahudilerinin arzularını içeren bir dilekçeyi sultana sundu; sultan da kısa bir süre sonra şu fermanı yayınladı:
“Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla!
Kudreti sonsuz yüce Allah’tan başka buyuran yoktur. İşbu imparatorluğumuz fermanıyla birdiririz ki -Allah bildirdiklerimizin hayırlısıyla uygulanmasını nasip etsin. İmparatorluğumuz topraklarında oturan bütün Yahudiler için -Yüce Allah dilediğini dilediği yere koyar-buyruğumuz odur ki valiler, tüm görevliler ve bütün öteki tebaamız eşit haklara sahip olsunlar, böylece en küçük bir adaletsizlik dahi onlardan birine yapılmasın ve de zorlayıcı önlemler alınmasın. Ne resmi makamlar, ne de tek tek kişiler bundan böyle Yahudilerin şahıslarına da mülklerine de zarar vermesin. Bizim gözümüzde bütün insanlar eşit hak ve hukuka sahiptir. Bu nedenle bir kimse bir Yahudiyi incitir ya da yaralarsa, biz onu şiddetle cezalandıracağız!”
Bu fermanla Fas Yahudilerinin, halkın diğer kesimiyle hukuk açısından eşit duruma geldiğini sanmak hata olur. Ne var ki uzun bir süreden beri Fas hükümeti, Yahudilere karşı haksız davranışlardan ve keyfi eylemlerden dikkatle kaçınmaktadır.
Fas Yahudileri artık oldukça iyi bir güvenlik içindeydiler ve kanaatkârlıkları ile çalışkanlıkları sayesinde de yüksek bir kültür düzeyine erişmişlerdi. Bu da türlü zorluklar ve sıkıntılarla bir Fas yolculuğu yapan, unutulmaz hayırsever Sör Moses Montefiore’nin bir başarısıydı.

ON YEDİNCİ BÖLÜM

“Kralların Huzurunda Konuşmak İstiyorum!”

İspanya hükümeti Safi kenti olayına karıştığı ve olayın daha başka acılara yol açmasını önlediği için Montefiore, Fas’tan dönüş yolculuğu sırasında Madrid’e uğramayı yararlı gördü. Yabancı ülkelerde yaşayan Yahudilere ileride yapılabilecek keyfi eylemlere engel olmak amacıyla Safi olaylarını Kraliçe İsabella’ya (*) bizzat anlatıp ona Fas sultanının koruyucu fermanının bir kopyasıyla İspanyolca çevirisini sundu.
(*) İspanya hükümdarı II. İsabella (1830-1904), babası VII. Fernando’nun kadınların tahta çıkmasını engelleyen yasayı kaldırması sayesinde, babasının varisi olarak 1833’te tahta çıktı. Kimi zaman sert, kimi zaman yumuşak bir yönetim tarzı gösterdi; birkaç defa anayasa değiştirildi; birkaç defa ayaklanma oldu. Son bir ayaklanmada Paris’e kaçmak zorunda kaldı. (1868) Oğlu XII. Alfonso lehine tahttan çekildi.
Keza Paris’e de gidip İmparator III. Napolyon’a fermanın Fransızca bir çevirisini verdi; imparator bu belgeyi büyük bir memnuniyet göstererek aldı. Gerçi Fas Yahudileri olayına Fransa doğrudan karışmamıştı; ama yine de III. Napolyon, Yahudiler karşısında zedelenmiş bulunan adaletin zafer kazanması için gösterilen bütün çabaları onaylanmış ve desteklemişti.
Londra’ya döndüğünde dostumuz coşkuyla karşılandı ve kendisine büyük saygı gösterildi.
Guildhall’de Lord-Mayer, onu Londra kenti adına selamladı. Windsor’da Kraliçe Viktoria, onu özel törenle kabul etti. Yahudi cemaati ona bir minnettarlık belgesi verdi. Ülkenin çeşitli yerlerinden gönderilen iki bin mektup, bu saygın ihtiyarın yaptığı yolculuğun Yahudiler ve Hıristiyanlarca genel bir takdire değer görüldüğünü kanıtlıyordu. Bu arada siyasal ve dinsel hiçbir etkinliği bulunmayan bir örgüt, Londra Balık Tacirleri Derneği de, Baron Montefiore’yi kutlayıp ona şeref üyeliği diploması verdi.
Fakat çok sürmedi; hayırseverlik hizmetinde yorulmak bilmez azmi, onu bir defa daha yeni bir yolculuğa çıkardı.
Romanya’da Yahudilerin durumu, 1856’daki ilk zorbaca saldırıdan bu yana düzelmediği gibi giderek daha da kötüleşmişti. Ne var ki bunun nedeni dinsel olmayıp sadece ekonomikti. Yüzlerce yıldan beri Yahudiler, bu ülkede ticaret ve el sanatlarıyla uğraşmaktaydı. Bu zamana kadar sadece çiftçilik yapmış bulunan Romenler, şimdi ticarete ve el sanatlarına yönelince Yahudi rekabeti onların ağırına gitmişti.Carmen Sylva adıyla şiirler yazan Kraliçe Elisabeth ([37]), Romanya’da Yahudilerden nefret edilmesinin nedenleri hakkında şunları yazıyor:
“Yahudilere yapılan baskılar dinle değil, ırkla ilgilidir. Halklar, içlerindeki başka bir halkın kendisinden çok daha güçlü olduğunu görmekten hoşlanmıyor. Ülkede (Romanya’da) nüfus yoğun değildir, el sanatları tümüyle yabancıların (Yahudiler kasdediliyor) elindedir…. Ne gariptir ki biz hepimiz Kutsal Kitap’la yaşıyor ve besleniyor olmamıza karşın, kitapların kitabını ortaya koymuş bu halkın aşağılanmasına izin veriyoruz. Yaptığımız herhalde onları hor görmek değil, aksine daha çok korkmak; çünkü bu halkın gücünü seziyor, bu güç tarafından istilaya ve baskılara uğramak korkusuyla kendimizi savunmak istiyoruz. Fakat Hıristiyanlar niçin onlardan bir şey öğrenmiyor? Bizler Yahudilikten ortaya çıktık; neden şimdi yüz çeviriyor ve kökenimizi inkâr ediyoruz? En azından manevi kökümüz orada bizim, başka hiçbir yerde değil: Doğrudan doğruya Filistin’de!”
O zamanlar, yani 1867’de, bu “aşağılama”, Yahudilere yönelik korkunç bir programda öfkesinin derecesini göstermiş, ayak takımı bir halk kalabalığı diğerleriyle birlikte görkemli bir mimari anıt olan Bükreş Sinagogu’nu yıkmıştır. Ama asıl bundan sonra cereyan eden bir olay, Romanya’da o zamanki Yahudi düşmanı zorbalıkların hepsinin üstüne tüy dikmiştir.
Kalas kentinde on Yahudi, güya yersiz yurtsuz Türk serserisi diye sınır dışı ediliyor. Bir manga asker, onları Kalas’tan çıkarıp Tuna üzerindeki bataklık bir adaya götürüyor ve yiyeceksiz, barınaksız olarak oraya bırakıyor. Bu bedbahtlardan biri yürüyüş sırasında bataklıkta can veriyor, ötekiler ise Türkler tarafından kurtarılıp Kalas’a geri götürülüyor. Fakat kente girecekleri sırada Romen askerlerinin süngüleriyle Tuna’nın içine itiliyorlar; sonsuz huzura bu zavallılar orada kavuşuyor.
Bu barbarlık eylemi, tüm Yahudilerin yüreğini acıyla sızlatmıştı. Bir kez daha “Board of Deputies”, çok ağır zulme uğratılmış Romanyalı dindaşlar için yardım çağrısı yaptı ve bu sefer de Montefiore, Romen hükümetiyle bizzat görüşmeye hazır olduğunu açıkladı:
“Kralların huzurunda konuşmak istiyorum.” (Mezmurlar 119, 46)
Avrupa büyük devletlerinin Bükreş’teki diplomatik temsilcileri, İngiliz Yahudilerinin Romen hükümeti nezdinde yapacağı girişimin en enerjik biçimde desteklenmesi yolunda direktifler almışlardı. İmparator III. Napolyon, kahramanımızın isteği üzerine kendisini kabul etti ve insanlık adına yapılan bu girişimi alkışladığı gibi yardım edeceğine dair de söz verdi.
Sör Moses Bükreş’e gelir gelmez o zamanki Prens (şimdiki kral) I. Karol (*) tarafından kabul edildi ve bu kabulü tamamlarcasına da öğle yemeğine alıkonuldu.
(*) I Karol (Carol) (1839-1914) Avrupa devletlerinin baskısıyla Romanya prenslik olarak kurulunca, bu Alman prens 1866’da özellik III. Napolyon’un desteğiyle tahta çıktı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rusların yanında savaşa girdi. Bu sayede 1877’de Romanya’nın bağımsızlığını, 1881 ’de de krallığını ilan etti.

Prens pek güleryüzlü ve konuşkandı. Yemekten sonra konuğunu parkta gezintiye götürdü, bu sırada bir alay bandosu çalmaktaydı. Sonra da bahçede birlikte kahve içtiler ve prens konuğuna purolar ve soğuk içecekler ikram etti. Lâkin Montefiore’nin gelişinin asıl amacına ilişkin tek söz edilmedi.
Sör Moses’in elde etmek istediği sadece Yahudilerin bundan böyle zorbaca saldırılardan ve mallarının zarara uğratılmasından korunmalarını güvence altına almaktı; ne bir eksik ne bir fazla. Şahsen
konuşmak olanağı bulamayışı üzerine Sör Moses, Romanyalı kardeşlerinin sorunlarını ayrıntılı biçimde anlatan bir muhtırayı prense sundu. Üç gün sonra da prensin kendi elyazısıyla yazılmış şu mektubu aldı:
“Sayın Baronum,
27 Ağustos tarihli mektubunuzu aldım ve derin bir ilgiyle okudum. Yahudilere ilişkin kaygılar beni ve hükümetimi sürekli uğraştırmaktadır. Sizin Romanya’ya gelişinize sevindim. Bir konuda kesinlikle emin olmalısınız ki, kötü niyetlilerin bu kadar çok büyüttüğü şekilde bir dinsel baskı burada asla söz konusu değildir. Yahudileri huzursuz eden olaylar ise, hep tek tek olaylardır; bu nitelikteki olaylar da, hükümetimin sorumlu tutulması için bir gerekçe oluşturmazlar. Din özgürlüğüne gereken saygıyı sağlamayı her zaman bir şeref görevi sayacak ve Yahudilerin öteki Romenler gibi gerek şahıslarını, gerekse mülklerini koruyan yasaların yürürlükte kalmasına sürekli dikkat edeceğim.
Bir kez daha, Sayın Baron, en derin saygılarımın kabulünü rica ederim.”
Ne yazık ki bu mektupta inkâr edilen dinsel baskının aslında var olduğunu Sör Moses anlamakta gecikmedi.
Ülkeye ayak bastığı zaman “Natiunea” gazetesi kışkırtıcı bir makale yayınlamıştı; şu sözlerle başlıyordu:
“On dört gün önce okurlarımıza Londralı zengin bir Yahudinin, Sör Moses Montefiore’nin geleceğini bildirmiştik. Avrupa kabinelerinin tümünün anahtarına sahip bu adam gerçekten başkentimize geldi. Duyduğumuza göre -şu sırada henüz ortaya çıkmamışsa da-bu adamın peşinden Bay Gremieux’nün de gelmesi bekleniyormuş. Romanyalı kardeşlerimize ilkin şunu söylememiz gerekir: Bu insanlar bizim güzel ülkemizden ne istiyorlar? Uyanın Romenler! Yoksa Romanya ikinci bir Filistin mi olsun ve özgür Hıristiyan Romenler, İbranilere kölelik mi yapsın istiyorsunuz?”
Yazı bu havada sürüp gidiyordu.
Etkisi de hemen görüldü.
Akşamüzeri bin kişilik bir kalabalık, baronun kaldığı Ottetelechano otelinin önünde toplandı. Tehdit edercesine bir tutum içindeydiler; öyle ki otel personeli telaşlanıp saygın müşterisini uyardı:
“Canınıza kasdedecekler, Sayın Baron!”
Sör Moses istifini hiç bozmadan hemen açık bir pencerenin önünde durup kalabalığa hitap etti:
“İsterseniz haydi vurun beni! Ben buraya sadece adalet ve insanlık adına geldim; suçsuz yere zulüm görmüş olanların vekili olarak geldim!”
Ortalığı birkaç saniye tam bir sessizlik kapladı. Bu kibar ihtiyarın vakur görünüşü, en ham ruhta bile derin bir saygı uyandırmış olmalıydı. Fakat daha sonra gürültüler, bağırıp çağırmalar giderek daha da arttı.
Bu sırada “Alliance”ın Bükreş’teki yerel grubunun başkanı Halfon, gözyaşları içinde Sör Moses’in yanına gelerek, “Hepimizi birden öldürecekler!” dedi.
“Korkuyor musunuz?” diye sordu Sör Moses. “Ben hiç korkmuyorum.”
“Kalabalığın saldırgan halini görmüyor musunuz?”
“Ben şimdi üstü açık bir arabayı otelin önüne getirtecek, kentin ana caddelerinde, trafiğin yoğun olduğu yollarda, hatta kentin dışında gezeceğim. Herkes görmeli beni. Kötü niyetlerle gelmedim ki ben buraya; aksine adalet ve insanlık adına geldim. Ben Tanrı’ya güvenirim, beni koruyacaktır!”
Dediğini de yaptı.
Araba otelin önünden hareket etti; Sör Moses yanına sadece Dr. Löwe’yi almıştı. Arabayla dolaşmak iki saat sürdü ve kimse de ona bir kötülük yapmayı göze alamadı.
Fakat tuhaf bir durum da vardı: Bir araba, arada belirli bir açıklığı koruyarak peşlerinden hiç ayrılmamıştı. Caddelerden geçerken, şoselere sapılırken tek atlı, fakir görünümlü bir araba hep arkalarındaydı. Bir saldırı mıydı acaba niyeti?
Sör Moses arabasını durdurdu.
Ortalık zifiri karanlıktı. Sadece Montefiore’nin faytonunun iki fenerinden çıkan soluk ışıklar vardı. Arkalarındaki araba şimdi yanlarına yaklaşmıştı.
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu Dr. Löwe Sprache.
O zaman arabadaki adam aşağıya inip Sör Moses’in yanına geldi ve onunla Almanca konuştu:
“Kusura bakmayınız Sayın Baron, ben sadece sizden benim için Prens Hazretleri’ne ricada bulunmanızı isteyecektim. Ne olur bana, sokaklardaki gaz lambalarını, yine eskisi gibi yakmama izin verilsin.”
Adam, Yahudi bir gece bekçisiydi; Yahudi düşmanı hareket sonucu lamba yakıcılığı olan işini kaybetmekten korkuyordu.
Montefiore’nin çabaları sayesinde Romanya Yahudileri ayak takımının tecavüzlerinden kurtuldular. Zaman zaman parlamento olağanüstü durum yasaları çıkardı; 1878 Berlin Kongesi’nde Lord Beaconsfields’in önerisiyle bu yasalara itiraz edilmiştir.
Bununla birlikte Romanya, bugün hâlâ Rusya’yla, iki ülkeden hangisinin Yahudilerine eziyet etmek konusunda daha üstün durumda olduğunu tartışmaktadır. Her iki ülkede de bugün hâlâ zorbaca önlemler birbirini izlemektedir ve Romanya Yahudilerinin de Rusya Yahudilerinin de acıklı yazgısının günün birinde iyileşeceğini gösteren hiçbir işaret de yoktur.
Fakat Rus Yahudilerinin oldukça iyi durumda yaşadıkları bir zaman da olmadı değil; yumuşak ve adaletli bir çar olan II. Alexander’in (1855-1881) hükümdarlık dönemidir bu. O nedenledir ki tüm ülkelerin Yahudileri, bu aydın çarı minnettarlık dolu derin bir saygıyla anarlar.
Rusya 1872’de, Büyük Petro’nun doğumunun 200. yılını kutlamaya başlarken Sör Moses Montefiore de St. Petersburg’a doğru yola çıktı; İngiliz Yahudilerinin bir kutlama belgesini Çar Alexander’e sunacak ve Rus Yahudilerini koruyup kolladığı için ona teşekkür edecekti.
Çar, “Yüksek konuk” diye nitelendirdiği seksen sekiz yaşındaki Sör Moses’in yorgunluğunu ve çabasını bir parça olsun azaltmak amacıyla, sırf dostumuzu kabul edebilmek için ordunun manevralarını bırakıp St. Petersburg’a geldi.
“Kış sarayından çıkarken” diye yazıyor Sör Moses, “kalbim minnettarlıkla dolup taşmıştı. Çarın ve hükümet üyelerinin bana karşı gösterdikleri lütufkâr yakınlığı ifade edebilecek sözler bulamıyorum.112
Otelime geldiğimde saraydan dönüşümü büyük bir sevinç içinde bekleyen yüzlerce kardeşim tarafından selamlandım.”
Fakat onu asıl çok sevindiren olgu, St. Petersburg’a ilk gelişinden bu yana Rus kardeşlerinin ekonomik ve kültürel ilişkilerini çok önemli oranda iyileştirmiş olduklarını görmesiydi. İnsanın yarattığı bütün iş alanlarında Yahudiler başarıyla çalışmaktaydılar; öte yandan ibadetlerini de -Rusça veya Almanca-koro ilahileri ve vaazlarla daha yüksek düzeyde bir ayin törenine yükseltme, bilimsel eğitimde de çarlık ülkesinin öteki haklarının düzeyiyle eşit duruma gelme çabası içindeydiler. Büyük bir sevinçle Sör Moses şunları yazıyor: “Rus Yahudileri yirmi altı yıl önceki durumlarına dönüp bakacak ve onu bugünle karşılaştıracak olurlarsa, o zaman neden çara teşekkür etmeleri gerektiğini anlayacaklardır; çünkü sosyal yardımları büyük ölçüde ona borçludurlar. Eğer onlara hâlâ birkaç kısıtlama uygulanıyorsa, giderek artan aydınlanmayla bu son olağanüstü hal yasalarının da yakında yürürlükten kalkacağını umut edebiliriz.”
Ne ham hayal!
O birkaç dediği “kısıtlamalar” dokuz yıl sonra III. Alexander’in ünü kötü “Mayıs Yasaları” oluverdi; binlerce Yahudi varını yoğunu kaybederek dilenecek hale geldi ve bunca emekle geliştirilmiş kültürleri de yok oldu. O zamandan bu yana Rusya’da, dünya tarihinde şimdiye kadar benzeri görülmemiş nitelikte tüyler ürpertirici Yahudi Programları (en son 1905 ve 1906’da) yapıldı.
Şu koca yer yuvarlağı üstünde bütün Yahudilerin, Rusya’daki kardeşleri için gösterdikleri bağlılık ve dayanışma hayranlığa değer nitelikledir; ama daha da büyük bir hayranlığa değer olan, bu altı milyon Yahudinin gösterdiği sarsılmaz metanet ve sadakatle Kutsal Kitap’ın şu sözünün uygulanmasıdır:
“Sen güçlü ol ve yürekli ol!” (Yeşu 1, 18)

ON SEKİZİNCİ BÖLÜM

“Kudüs Aklınıza Gelsin!”

Seksen iki yaşındayken Sör Moses günlüğüne şunları yazıyor:
“Gücümün yavaş yavaş azaldığının farkındayım. Şimdiye kadar zengin lütfuyla beni sevindirmiş olduğu için Rabbime şükrediyorum.”
Gücünün günden güne azaldığının bilincinde bulunması, onun aynı yıl (1866’da) bir kez daha (altıncı kez) kutsal ülkeye yolculuğa çıkmasına engel olmadı. Orada bir çekirge saldırısı büyük zarara yol açmış, ardından da bir kolera salgını kısa sürede Kudüs halkının yüzde on beşini kırmıştı. Bu felaketin duyulması üzerine Sör Moses “Board of Deputies” ile birlikte hemen bir “Kutsal Ülkeye Yardım Fonu” kurarak acele ihtiyaçların karşılanması için altmış bin markın çok çabuk Filistin’e gönderilmesini sağladı. Daha sonraki bağışları ise bizzat dağıtmayı düşünmüştü.
Montefiore’nin Doğu’ya gelişinde, daha önceki ziyaretlerinde olduğu gibi yine aynı gösterişli törenler yapıldı: Askeri birliklerin tantanasının eşliğinde vali onu karşılamaya geldi; Kudüs’e de, sevinçli halk kalabalığı, eski Yahudi hoş geldin selamını “Barulı haba” (gelişin hayırlı olsun) bağrışırken bir tören alayıyla girdi. Yaşlı Sör Moses’i özellikle de bir yazar ve hayırsever olan Ludwig August Frankl’ tarafından kurulmuş okuldan kırk erkek çocuğun saygılarını sunmak üzere gelmesi pek sevindirdi. Keza valinin kutsal kentte kaldığı sürece oturduğu evin önüne, sanki bir prens ya da çok yüksek rütbeli bir kumandan orada kalıyormuş gibi çifte nöbetçi koydurması da gururunu çok okşamıştı.
Bu sefer de Sör Moses törenlere, davetlere katılmak için gelmiş değildi; hayır, çalışmak istiyordu; kardeşlerinin iyiliği için çalışmak.
Gelir gelmez de bütün cemaatlere soru formları gönderdi; bu sorularla nüfus ve iş durumlarını; ibadet, okul ve hayır kurumlarının çalışma koşullarını öğrenmek, böylece de etkili bir yardım uygulaması için güvenilir bir dayanak elde etmek istedi.
Kendisinin kurmuş olduğu hastane ve yoksullar evini ziyaretinde, her iki kurumun da amaçlanan hizmeti verdiği kanısına varınca sevincine diyecek yoktu. Hele tarlalarda gayretli ellerin hevesle çalıştığını gördüğünde, iki bin yıl sonra Filistinli kardeşlerinin yeniden tarımla uğraşmaya başlamalarını sağlayan kendisi olduğu için pek mutlu oldu. İsrail ülkesinde tarım yapmak amacıyla yine geniş araziler almak isterdi; fakat bu sefer yanındaki para bu isteği gerçekleştirmeye yetecek miktarda değildi.
Sör Moses ayrıca cüzzamlılar için çok zorunlu olan bir yurdun kurulması ve valinin de onayıyla -çok eski zamanlardaki gibi-içme suyunu Süleyman’ın gölünden kutsal kente getirecek yeni bir su şebekesinin yapımı için de temel sermayeyi oluşturacak miktarda bir bağışta bulundu.
“Kudüs aklınıza gelsin.” (Yeremya 51, 50)
Kutsal Kitap’ın bu sözü onun için, peygamberlerin öğütlerini verdiği ve de bir Tanrı adını ilk kez bildirdiği bu yerlerden kendisini dağlar ve denizler ayırsa da, her eylem ve düşüncesini hep kutsal ülkenin hayrına yöneltmesinde rehberi olmuştur. Günün birinde doksan bir yaşındaykendindaşları için yararlı olacak, adını da sonsuza dek yaşatacak bir işler yapmak dürtüsünü içinde hissedince, sihirli bir güç onu bir defa daha kutsal ülkeye çekti.
Yedinci kez yaptığı bu Filistin seferi hakkında, şaşılacak derecede bir zihinsel kıvraklıkla kaleme aldığı bir günlüğü vardı; bu günlük, “Kutsal Topraklarda Kırk Gün” adıyla basılmıştır.
Bu günlükte yolculuklarının çağında bir koruyucu melek gibi yanı başında yer almış, tüm planlarına ve girişimlerine sevgi dolu katkılarda bulunmuş olanın anıtmezarında, ona veda edişinin hüzünlü öyküsünü anlatır.
Bu sefer yolculuğunu Venedik üzerinden yapar. Burada onun şerefine Portekizliler Sinagogu’nda bir bayram ayini yapılır. İki sıralı dizilmiş okul çocukları ilahiler söyler ve onların sesi ortalıkta yankılanırken onun gondolü büyük kanala doğru ilerler. 1705 yılından kalma bir belge onu pek sevindirir. Bu belge Londra’daki Portekizli Yahudiler cemaati haznedarının, Venedik’te “Yahudi esirlerin fidye karşılığında kurtarılması kasasına” bir Malta gemisiyle Venedik’e getirilmiş bulunan üç Yahudi kulenin kurtarılması için altmış duka altını gönderdiğini gösteriyordu. Sör Moses bu konuda şöyle yazar: “Yahudi cemaatlerinin acı çeken kardeşlerine karşı her çağda gösterdiği duygu ortaklığı ve dayanışma artık atasözü haline gelmiştir. İsrail karakterinde en soylu çizgilerden biridir bu; gelecekte de bu çizginin hep böyle kalacağını güvenle umabiliriz.”
Açık denizde de Sör Moses dinsel görevlerini eksiksiz yerine getirdi. İskenderiye’den Yafa’ya gidilirken Şabbatını, sanki Londra’da ya da East’Cliff Lodge’daymış gibi kutladı. Yedi kollu Şabbat lambası yine yakıldı. Montefiore ailesinin sadık manevi danışmanı Haham Dr. Löwe, saygıya layık çok eski dualar okudu ve kitabın Tora veya Peygamberler bölümlerine ilişkin yorumlara dayanarak kutsal metin açıklamaları yaptı.
Bu güzel Şabbat gecesinde gemi, kutsal ülkeye doğru yol almaktaydı. “Yolcuların pek azı uyuyordu. Çoğu güvertede derin düşüncelere dalmıştı. Çevremizde tam bir sessizlik vardı; öylesine bir sessizlikti ki bu, insan başkalarının neredeyse kalp atışlarını duyabilecekti. Sanki bir soru, herkesin dilinin uçundaydı: Acaba gözlerimiz ne zaman Kutsal Topraklar’ın ilk görüntüsüyle sevinecek. Büyük şairimiz Yelıuda Halevi’nin, Kudüs’ün büyük kapısından içeri girerken söylediği sözler geldi aklıma: ‘Putatapar devletler değişiyor ve sona eriyor. Yalnızca senin şanın, ey Siyon ([38]), sonsuza kadar sürecektir; çünkü Tanrı, ev için seni seçti. Ne mutlu o insana ki senin ışığının parıltılar saçarak doğduğu yerde, tam bir inançla bu anı beklemiştir.” Çok yaşlanmış olan kahramanımız için bu sefer de coşkulu bir karşılama töreni hazırlandığını söylememize gerek yok. Ne var ki insan hayatı ölçülerine göre Sör Moses, bu sefer özlemlerinin ülkesine herhalde son kez ayak basmaktaydı.
Çok ileri yaşından dolayı Montefiore, daha önceki gelişlerinde olduğu gibi gümbürtülü müzik eşliğinde, bağrışan halk kalabalığının arasından, hoş geldin söylevleri dinleyerek Kudüs’e girmek istemedi. Onun için de hiçbir karşılama töreni yapılmaması uyarısında bulundu ve geliş tarihini de gizli tuttu. Her çeşit heyecandan kaçınmak amacıyla yolculuğunu birkaç defa gece yaptı.
Ay ışığında yapılmış böyle bir yolculuğu şöyle anlatır:
“Mehtap çıkıncaya kadar bekledik, sonra da saat biri yirmi geçe Bab-el-Vad’dan hareket ettik. Vadilere inip dağlara tırmanırken ay, kayaların ardından kaybolup da kumların üstüne uzun siyah gölgeler düşürünce, zaman zaman kaygılandığımız oluyordu? Daha önceleri yolcular, Bedeviler ya da atlı haydutlar tarafından tehdit edildiği için tehlikeleri de düşünmek zorundaydık. Ne var ki şimdi, çok şükür, Türk hükümeti sıkı önlemler aldığı için, kendi halinde hacılara karşı böyle saldırılar artık hiç duyulmaz oldu. Tam da bunları zihnimden geçiriyordum ki ansızın iki Bedevi, bir kayanın ardından ortaya çıkıp hızlı bir tırısla atlarını doğruca bizim arabaya sürdüler.
Aman Tanrım, diye geçirdim içimden, az önce Türk polisini övmem yoksa biraz erken mi olmuştu? Bu iki adam bizden ne istiyordu acaba?”
Dr. Löwe arabadan aşağıya atladı. Fakat iki Bedeviye bakar bakmaz onları hemen tanıdı; bunlar Kudüs’ten iki hahamdı. Dr. Löwe ikisini de Yahudi selamıyla ‘Şalom alehem’ (Barış sizinle olsun Arapçası: Selamün aleyküm) diye selamladı. Kudüs’te Şabbat günü biter bitmez bu hahamlar, Montefiore’nin hac kervanının varış zaman ve saatini kervan henüz Yafa-Kudüs yolundayken öğrenmek için atla yola çıkmışlar. Fakat Sör Moses törensel bir karşılamanın her çeşit dağdağasından kesinlikle uzak durmak istediği için hahamlar tersyüz Kudüs’e dönmek zorunda kaldılar.
Gelgelelim Sör Moses, yine de caddelerde sevinçle bağrışan yoğun bir kalabalık buldu karşısında. Bu sefer eksik olan sadece iki geçeli dizilmiş askerler ile selamlamaya gelememiş olan valiydi. Buna karşın cemaatlerin dünyasal ve dinsel bütün yöneticileri, hayır kurumlarının ve tarım kolenilerinin başkanları tam kadro oradaydı; Montefiore daha önceki ziyaretlerinde yaptığı gibi onlarla yine görüştü.
Bu defaki Filistin seferinde bir konu üzerinde dikkatini yoğunlaştırmıştı: Kutsal ülkede yaşayan din kardeşleri yardıma muhtaç ve layık mıydılar? “Board of Deputies” Filistin Komisyonu’nda, Filistin Yahudilerinin çalışma heveslerinden kuşku duyulmakta ve kutsal metin bilginlerinin Batılı dindaşlarınca himaye görmesine itiraz edilmekteydi. İsrail ülkesi halkını yeniden tarımla uğraşmaya yöneltmek isteği şimdi bütün Filistinlileri kapsamakta, sofuluk ve teolojik bilginlik yoluyla çiftçilikten başka bir alanda yetenekli olduklarını gösterenleri de içine almaktaydı.
Montefiore, Filistin Yahudilerinin çalışma hevesi ve çalışma yetenekleri ile kutsal metin bilginlerinin hizmet açısından amaca yatkınlık dereceleri hakkında bilgi edindikten sonra “Kırk Gün”de şunları yazar:
“Onlar yardıma muhtaç ve de layık mıdırlar? Kesinlikle.
Çalışmaya istekli ve yetenekli midirler? Hiç şüphesiz.
Onlara yardım etmeli miyiz? Kendi kutsal metinlerimiz bize yetmiyorsa, hayatlarını Tanrı’ya ibadete adayan kimselerin yardımdan ne ölçüde pay almaya hakkı bulunduğunu Yahudi olmayanlardan öğrenebiliriz. Hayır amaçlı kurumlar, vakıflar ve görkemli dinsel tesisler (manastırlar) ele almış, sonra da buraların yaşatılması için dünyanın her tarafından, üstelik hem kendi halinde sıradan yurttaştan, hem de yeryüzünün hemen bütün iktidar sahiplerinden alınmış bağışların yıllık payına bakılır. Biz İsrailoğulları, başka dinlerden olanların biraz gerisinde durmalı ve şöyle demeliyiz: Bizler pratik hayatın insanlarıyız; her Kudüslü çalışmak ister; bizim kitaplar üstünde habire kuluçkaya yatan, sonra da bu şekilde hayatın kendisine yükümlü kıldığı görevi yaptığını söyleyen, ama gerçekte bize gönderilen yardımları kapmak için pusuda bekleyen insanların ortaklığına ihtiyacımız yoktur.
Kudüs Yahudileri olsun, kutsal ülkenin diğer kesimlerindekiler olsun, hepsi de gerçekten çalışıyor; hatta Avrupa’daki çoğu insandan daha da gayretlidirler. Öyle olmasalardı, yaşamayı başaramazlardı zaten.
Fakat eğer onların bu çalışmaları yeterince para kazandırtmazsa, ülkenin ürünleri kolayca satılmazsa, halk hastalık, kıtlık veya başka felaketlere uğrarsa, o zaman harekete geçip onlara yardım etmemiz gerekir.”
Montefiore herhalde kutsal ülkeye yapılmış bağışların kullanımında hiçbir yakışıksız durumun bulunmadığı kanısına varmış olmalıydı.
Filistin’de bu sefer gördüğü ve işittiği şeyler, içini sevinç ve kıvanç dolu bir hoşnutluk duygusuyla doldurmuştur. Üç inşaat şirketi Kudüs’ün büyük kapıları önünde sağlıklı konutlar yapıyordu. Eskiden bomboş olan topraklarda şimdi güzel evler ve gelişen bir tarım vardı. Kutsal kentin Yahudi nüfusu 11.000 (1908’de 40.000) olmuştu; 28 sinagogda ders veriliyor ve halk aydınlatılıyordu. Sör Moses’in bundan önceki gelişinde yaptırdığı yel değirmeni, öylesine zorunlu bir ihtiyacı ortaya çıkarmıştı ki onun yanında iki değirmen daha çakıldamaya başlamıştı.
Sör Moses bakışını ne yöne çevirse, ister tarlada zeytin ağacının gölgesinde, ister bir okul binasının içinde ya da sessiz örgü odalarında gıcırdayan çıkrığın veya zahmetli düğümlerin atıldığı halı tezgâhının yanında olsun, ister gelen gidenin kaynaştığı pazar meydanında veya Tanrı’nın yüce sözlerini derin derin düşünen ak sakallı bilginlerin inceleme odasında olsun, her yerde hep çalışma ve çalışma sevinci görülüyordu.
Montefiore’nin teşvikiyle pek çok şey yapılmıştı; birçok şey de yarım kalmış, tamamlanmayı bekliyordu. Montefiore’nin başlattıklarını, Baron Edmund Rothschild candan ilgi göstererek ve zengin olanaklarla devam ettirdi.
Yalnızca -çoğu Rusya’dan gelmiş-göçmenler değil, Yafa ve Kudüs’ten de birçok kentli insan tarımla uğraşmaktaydı; öyle ki ülkenin refah düzeyi -dolayısıyla da kültürü-yıldan yıla yükseldi. Örneğin Yafa liman kentinin ihracatı son yirmi yıl içinde dört kat artmıştı ve “Bu ihracat hemen hemen tümüyle tarım ürünlerinden oluşuyordu; bu da, Filistin’in genel tarımsal gelişmesinde nereye ulaştığını göstermektedir”.
Bugün 38.000 hektarlık bir alanı kaplayan otuz kolonide Yahudi çiftçi sapanının başındadır. Kuşkusuz bu çalışma, buralara yerleşmiş insanları zenginliğe götürmeyecektir; tutumlulukları ve sürekli çabaları onlara sadece mütevazı bir geçim garantisi sağlamaktadır. Fakat hepsinin de yüzüne hoşnutluğun nurlu parıltısı yayılmaktadır. Onlar kaygı nedir bilmiyorlar; çünkü:
“Toprağını işleyen ekmeğe doyar.”
(Süleyman’ın Meselleri 12, 11)

ON DOKUZUNCU BÖLÜM

“Yüz Yaşına Kadar!”

Sevdiğimiz bir akraba, dost ya da tanışımızın sevinçli bir gününde duygularımızı onunla paylaşmak istediğimizde, kutlamamızı, “Yüz yaşına kadar yaşayasın!” sözüyle pekiştirmeyi severiz.
Lâkin günümüz iş hayatının insanın gücünü çoğu kez zamanından çok önce tüketen zorlukları karşısında, yüz yaşına kadar yaşama dileğinin bir insanda gerçekleşebileceğini de pek sanmayız.
Bizim vefalı Tanrı savaşçısı Montefiore için de yüz yıllık bir ömür dileği yeterince sıklıkta söylenmiştir; herhalde kendisinin de böyle bir dilekte bulunduğu olmuştur. Hem niye dilemesin ki bunu? Tanrı’nın rahmeti göze çarpan biçimde onun üzerindeydi; çünkü “çok ileri yaşında gözü zayıflamadı ve gücü de eksilmedi”. (5, B, 34, 7)
Bununla birlikte hayatının son on yılında kamusal hizmetten giderek iyice çekildi. “Board of Deputies” kurumunun başkanlığından istifa etti. Buranın yöneticisi olarak kırk yıla yakın bir süre yaptığı başarılı hizmeti maddeten de ödüllendirmek amacıyla çalışma arkadaşları, bir para bağışlama kampanyası düzenlediler; 240.000 mark tutarında bir para toplandı. Bu armağan para, dilediği gibi harcasın diye dostumuza verildi. Ne amaçla kullandı bunu acaba? Nereye akıtıldı dersiniz bunca para? Hemen tahmin edebiliriz: Filistin’e elbette; hem de ev inşaatı ile tarım işlerinde gereken krediyi verecek bir bankanın kurulması için.
Görevlerinden ayrılmasına rağmen Sör Moses, gerek Yahudi cemaatlerinin, gerekse yurdunun sevincine ve acısına katılmayı sürdürdü. Bir yerden yardım çağrısı ulaşınca kendisine, eskiden yaptığı gibi oraya hemen elini uzatıyor; hayır işleri konusunda masasına konulan her mektuptaki sorun, mutlaka çözüme ulaştırılıyordu. Tıpkı girişim şevkinin en canlı olduğu günlerdeki gibi -çok ileri yaşına aldırmadan-din kardeşlerine derman olmaktaydı. Birliğini daha yeni kurmuş Alman İmparatorluğu’nda Yahudi düşmanı hareketin yaygınlaşması, Rusya’da Yahudilere korkunç zulümlerin uygulanması, Macaristan’da ortaçağdan kalma bir suçlamanın, dinsel tören amacıyla insan öldürme suçlamasının yapılması, onun ruhunda acı yankılara yol açıyordu.
Düzenli biçimde okuduğu günlük iki gazeteden İngiltere ve Rusya’daki siyasal hayatın gelişimini izlemekteydi.
Galler Prensi -şimdiki Kral VII. Eduardhasta olup yatağa düşünce, Sör Moses sanki ailesinden en değerli bir yakını hastalanmış gibi çok büyük kaygılara kapılmıştı. Derin bir üzüntü içinde Kudüs baş hahamına telgraf çekerek Filistin’in bütün sinagoglarında, İngiltere veliahtının bir an önce şifa bulması için ayinler düzenlenmesini istemişti. Prens iyileşince de Sör Moses, duyduğu sevinçle günlüğüne şunları yazmış:
“Yüce Tanrı, majestelerinin milyonlarca sadık tebaasının, çok geniş imparatorluğun her tarafından yükselen dualarını kabul etti. Galler Prensi’nin çok değerli hayatı kurtuldu.”
Montefiore’nin dostlarından biri de Canterbury Başpiskoposu Bay Tait idi. Yüksek makam sahibi bu kilise görevlisi ölüm döşeğinde yatarken Sör Moses, onun sağlık durumunu her gün telgrafla sormuştu. Fakat ah, haberler gittikçe kötüleşiyordu. Sonunda ölüm, piskoposun acılar çektiren hastalığına son verince, Yahudi arkadaşı üzüntüsünü şöyle haykırmıştı:
“Bana bir hançer batırıldı sanki!”
1881 Martı’nda tüm dünya, Çar II. Alexander’e yapılan bombalı suikastle derinden sarsılarken Montefiore, çok parlak bir kabul töreniyle kendisini onurlandırmış olan bu hükümdarın ölümünden dolayı yas tuttu. Bu yaşına, Rusya’daki kardeşlerinin durumunun şimdi yeniden kötüleşebileceği kaygısı da eklenmişti. Bu nedenle de yeni çar III. Alexander’e taç giymesi vesilesiyle bir kutlama yazısı gönderdiği bu yazıda hükümdardan egemenliği altında yaşayan İsrail çocuklarına çarlık himayesini esirgememesini de rica ediyordu. Çar, Montefiore’nin bu yazısını bizzat okudu ve bakanı aracılığıyla cevap da verdi.
Yurtiçindeki ve dışındaki hayata hiç eksilmeyen bir ilgi gösterirken tam bir beden ve zihin zindeliği içindeydi.
Tanrı’nın inayetini lütfederek “yüz yıla kadar” ömür ve sağlık bahşetmesi, bu “İsrail Prensi”nin hayırlı işlerini ne kadar yüksek derecede ödüllendirdiğini gösterir.
Montefiore’de, hiç kuşkusuz, Kutsal Kitap’ın şu sözü gerçekleşmişti. (Mezmurlar 92, 13-15):
“Doğru adam bir hurma ağacı gibi yeşerecek; Lübnan’daki sedirağacı gibi büyüyecektir. Rabbin evinde dikilmişlerdir; Tanrımızın avlularında çiçeklenecekler ve yaşlandıkları zaman da yine çiçek açacak, meyve verecek ve taze kalacaklardır.”
Onu hep böyle taze kılan neydi? Düzenli, basit yaşayış tarzı ile açık havada -İngilizlere özgübedeni hareket ettirmek ve çalıştırmak merakı. Yüz yaşındaki adam da her gün gezintisini yapıyordu. Bir de neşeli yarenliklerin meraklısıydı ve “Gotik Kütüphanesinde konuklarıyla bir bardakçık şarap eşliğinde, bir saat kadar sohbet etmekten pek hoşlanıldı.
Kamış bayramının kutlandığı hafta boyunca gelenleri Sör Moses, kamış kulübesine götürür, orada sekiz gün yemekler yenirdi. Kamışlarla örtülmüş, içi yedi kollu gümüş avizeyle aydınlatılmış bu çardakta, bayram şerefine çiçeklerle süslenmiş masanın etrafında Hıristiyan konukların da sık sık toplandığı olmuştur.
Oksford’dan büyük bilgin Max Müller (•), bir defasında bu sevimli bayramda, akrabası iki bayanla birlikte Sör Moses’in konuğu olmuştu. “Kamış kulübede oturmak” diye tanımlanabilecek bu çok anlamlı Yahudi geleneğinin, Profesör Müller üzerinde nasıl derinlemesine bir etki yaptığını onun şu teşekkür sözlerinden anlıyoruz: “Sarayda Alman İmparatoru I. Wilhelm’in sofrasında otururken, içimde sanki İmparator Büyük Karl’ın ([39]) meclisinde bulunuyormuşum düşüncesi, belirmişti. Burada, Sör Moses Montefiore’nin kamış kulübesinde ise sanki İbrahim Peygamber’in yanında, onun meleği konukseverlikle karşıladığı ve bütün ziyaretçilerin gönlünü hoş ettiği çadırının içinde oturuyormuşum gibi bir duyguya kapıldım.”
8 Kasım 1883’te, Sör Moses’in yüzüncü yaşına bastığı gün Ramsgate kenti, şimdiye kadar surları içinde hiç görmediği sayıda insanı bir araya gelmiş olarak gördü.
Kent bayrammış gibi süslenmiş, caddelere taklar kurulmuş, bu taklara Montefiore’ye saygıyı ve övgüleri dile getiren yazılar yazılmış, pencerelerden pencerelere hevenkler uzatılmıştı. Limandaki gemilerin direkleri flamalarla donatılmıştı.
Müzik başladı. Tören alayı hareket etti. Alayın yürüyüşü üç çeyrek saat sürdü. Uzak ve yakın yerlerden yöneticiler, işçi birlikleri, posta ve polis memurları, hayır kurumlan, itfaiye, okul çocukları, bütün mezheplerden din adamları, Yahudi cemaatlerinin temsilcileri herkes selam verip sevinçle haykırarak yurttaşları hayırseverin önünden geçerken; o da balkonda durmuş, başlığını çıkarmış, elini sallıyor, sürekli teşekkür ederek bu saygı gösterisine karşılık veriyordu. Yaşlı dedemiz en çok da kraliçenin gönderdiği telgrafa sevinmişti. Telgrafı okur okumaz da, balkonun önünde ona seranat yapan şarkıcılardan ulusal marşı söylemelerini rica etti. Marş söylenince de ülkenin iyi kalpli anası için kalabalığın haykırdığı coşkulu yaşa sesleri ortalığı inletti.
Öğleden sonra Londra Başlıahamlık temsilcisinin yüz yaşına basan insan için yaptığı bir duayla başlayan bir bayram ayini gerçekleştirildi. Kutlamak amacıyla gelen heyetler birbirini izledi; akşamın geç saatine kadar villa ziyaretçilerin akınına uğradı. Karanlık bastırınca da Ramsgate kenti peri masallarındaki gibi bir ışık seliyle donandı; bu sırada otellerde, kent yönetimi ile kilise hesabına, tüm yoksullara ve hastalara ziyafet çekildi.
 “Rabbin yarattığı gün budur.” (Mezmurlar 118, 24)
O güne kadar resmi sıfatı olmayan sıradan bir adama hiç böylesine büyük saygı gösterilmemişti. Hiçbir ölümlü de böylesine büyük saygıyı Sör Moses Montefiore kadar hak etmemişti.
Bu sevgi ve şükran gösterileri ertesi yıl da tekrarlandı. O yıl (1884’te) Sör Moses, gönlünde Kutsal Topraklar’da Yahudi koloniler kurmak arzusunu yaşatan pek çok Avrupalı Yahudinin “Siyon Dostları” adlı bir örgütte bir araya geldiklerini görmek mutluluğunu yaşadı. Filistin sevgisini bu kadar çok kalpte uyandırmış olmasının bilinci, belirgin bir gururla doldurdu içini.
“Otuz yıl önce çok kimse Vaat Edilmiş Ülke’nin ([40]) sadece sözü edildiğinde dahi gülüyordu. Bugün ise o gülenlerin bazıları, onun en cömert bağışçıları arasında sayılıyor.”
Sör Moses yüz yaşını tamamlarken ilk kez hasta olduğundan söz edildi. Zaman zaman başgösteren şiddetli öksürük nöbetlerinden acı çekmekteydi. Bir hekim çağrılmasını ise kesinlikle istemiyordu. Güçlü beden yapısı sayesinde, hâkim yardımı olmaksızın da bütün nöbetleri atlatmıştı. Sadece tapınağa artık gidemediği için üzülüyordu. Bu yüzden Şabbat günü vaaz vermesi için hahamı eve getirtti ve ondan kolejde verdiği dinsel konferansların bir kopyasını istedi.
Sör Moses’in yüz yaşında bir ihtiyar olarak artık dünyadan elini eteğini çektiğini ve “sobanın arkasında yumuşak şiltesinde oturarak” yavaş yavaş kuruduğu sanılmasın -büyük bir yanılgı olur bu! Şimdi o, yanında konuklar görmekten daha da çok hoşlanıyor; onlarla benzersiz mutlulukta ve yığınla hayır işleyerek geçmiş, yüce Tanrı’nın da açıkça rahmetini göstermiş olduğu hayatı hakkında sohbetler ediyordu:
“Gittiğin her yerde seninle birlikte oldum ve sana dünyadaki büyüklerin adı gibi bir ad yaptım.” (1. Tarihler 17, 8)
İyilikseverliği de hiç değişmemişti. Sanatına düşkün bir ressam gibi, tablosu üzerinde çalışmasını tek bir gün dahi aksatmamış, gerçekten de -Şabbat ve bayram günleri dışındabir Yahudi veya Hıristiyan kurumu, okulu veya hayır derneği yararına ya da sıkıntıya düşmüş bir kişi için çek yazmadığı tek bir günü olmamıştır. Her gün sadık sekreteri Dr. Löwe’ye şöyle sormuştur:
“Yapılacak başka bir şey var mı? Varsa yapalım. Bir çek daha yazmam gerekiyorsa, gücüm yettiği sürece yazmak isterim.”
“Şimdilik yok bir şey, Sör Moses. Gerekirse size hatırlatırım.” “Şükürler olsun Rabbime, bunca zamandır bana iyilikler yapma olanağı verdiği için.”
Bu eşsiz adamın birçok dostu ve hayranı, mutlaka şu arzuyu içlerinden geçirmişlerdir: “Ah, ne olur, sonsuza dek yaşayabilse!” Gelgeldim insanoğlunun en iyisi ve en soylusu, Tanrı’nın en sevgili kulu da doğanın değişmez, ebedi yasasına uymak zorundaydı. Montefiore de.
Yüzüncü doğum gününü izleyen kışı oldukça sağlıklı geçirdi. Fakat 1885 Nisanı’nda gazeteler, onun gittikçe artan dermansızlığına ilişkin haberler vermeye başladı. Mayısta yeniden toparladı kendini, kraliçenin doğum gününde dostlarına bir yemek verdi ve Ramsgate’deki yoksullar ile Londra’da Yahudi çocuk yuvalarında bulunan öksüzleri de birer ziyafetle ağırladı. Haziranda da durumu iyiydi. Fakat temmuzun sonlarında halsizlik başladı; hem öylesine kaygı uyandıracak ölçüdeydi ki, en kötü ihtimale hazırlıklı olunmasını haber veriyor gibiydi.
Dr. Löwe hep onun yanındaydı ve dış dünyada olup biten her şeyi ona bildiriyordu. Sör Moses’in zihni tam bir berraklık içindeydi. İkide bir de, “Yapılacak başka bir şey var mı?” diye soruyor ve bu sırada eliyle de sanki bir çek imzalamak istiyormuş gibi bir hareket yapıyordu. Akrabaları, dostları, hahamlar, sinagog görevlileri, sadık hizmetkârları… hepsi de gözyaşları içindeydi ve sonsuz yolculuğuna hazırlanan iyi yürekli efendileriyle vedalaşmak için gelmişlerdi.
Sabah duası zamanıydı.
Bu soylu dedenin hasta yatağı etrafında durmakta olan herkes, yarı yüksek bir sesle dua etti:
“Tanrım! Bana vermiş olduğun ruh temizdir. Onu sen yarattın; onu benim içime sen üfledin ve içimdeyken de sen korudun. Günün birinde onu benden alacak ve sonsuz rahmetinin parçası yapacaksın…”
Birden sustular:
Sör Moses Montefiore artık yoktu!
Tanrı’nın bu sadık kulu kavgasız, tüm uysallığıyla ve huzur içinde tanrı evine dönmüştü. (28 Temmuz 1885)
Ama İsrail bu en iyi oğlunun tabutu başında yas tutuyordu. 
***********
Moses Morıtefiore’de yürek
Sevgiyle sevecenlikle çarptı hep,
Acı çekenler için, çaresizler için
Tasalanmaktan bıkmadı hiç.
Onun adı, övülerek kahramanlığı
Taştan da topraktan da
Çok daha uzun süre yaşayacak!
Bu adı yüzyıllar yüzyıllara
Vefalı Yahudi yüreğinde saklayarak
Aktaracak.
Eugen Wolbe
******************
Binlerce yıldır dolaşır
Minik bir söz dudaklarında,
Kâh alaylı kâh saygıyla…
Ama oldu hep dayanağı halkımızın!
Horlanırken, vurulmuşken zincirlere!
Ve de perişanken insanlarımız
Türlü çilelerin pençesinde…
Hep yaşadı, ölmedi asla:
Vefalı Yahudi yüreğiydi bu.
**
Kâh ürkek ve çekingen
Bir güvercin gibi;
Kâh dişi bir aslan kadar
Atak ve kudretli,
Yavrularının yanındaydı hep
En gaddar yağmalarda bile.
El ayağı tutmasa da
Engin bir ruh doldururdu içini.
İnce bir kamıştır, eğilir rüzgârda;
Köklü bir ağaçtır, yükselir bulutlara…
Böylesine benzersiz, hem sert hem yumuşak,
Bu sensin işte, ey vefalı Yahudi yüreği!
**
Eğer överse başkaları atalarını,
Karanlık zamanlarda yaptıklarını,
Gururla kalkan parmakları gösterirse
Kimi savaşların kanlı planlarını,
O zaman vuruşturma sözlerle bizi,
Ne şakası gerek bize lafın ne ciddisi,
Bırak sadece tek bir şey
Arasın sessizce hakkını
Yaralı Yahudi yüreği!
**
Benim halkım kim öğretti sana
Ağlamayı çaresizlerin acılarına?
Felaket çökünce kardeşinin ocağına
Bir bayrak altında toplaşmayı kim?
Kim öğretti teselli etmeyi,
Hastalara bakmayı,
Başkalarının tasalarına
Gönülden katılmayı?
Cömertçe bağışlarda bulunmayı kim?
Hep o senin vefalı
Yahudi yüreğin değil mi?
**
Kim öğretti sana dalgalandırmayı
Dört bir yanda korkmadan bayrağını?
Kutsal güçlerle yoğrulmuş sözleri,
Sözlerin en kudretlisini “Dinle İsrail!” demeyi kim?
Ya böyle coşkuyla haykırırken
Gözlerini de gökyüzüne dikmeyi?
Her şeyin en harikası
Anaların dindar Yahudi yüreği
Değil mi?
Leopold Kompert
Moses Montefiore’de yürek
Sevgiyle sevecenlikle çarptı hep,
Acı çekenler için, çaresizler için
Tasalanmaktan bıkmadı hiç.
Onun adı, övülerek kahramanlığı
Taştan da topraktan da
Çok daha uzun süre yaşayacak!
Bu adı yüzyıllar yüzyıllara
Vefalı Yahudi yüreğinde saklayarak
Aktaracak.
Eugen Wolbe
Kaynak: Dünyanın En Ünlü Yahudisi-Sör Moses MontefioreBir Yaşamöyküsü, Yazan: Dr. Eugen Wolbe Çeviren: Esat Nermi Erendor, Temmuz 2000, İstanbul

[1] Tanrıların habercisi, eski Yunan mitolojisinde Hermes adlı Tanrı ’dır. Hırsızların ve tüccarların da koruyucusudur. Romalılar ona Merkür derler.
[2] Yahudiler İspanya ve Portekiz’den, son İslam devleti Beni Ahmer devletinin Î492’de yıkılması üzerine kovuldular. 711’de İspanya ve Portekiz’de başlayan İslam egemenliği sırasında Yahudiler, bu ülkede baskıya uğramadan yaşamıştı. Kovulan Yahudilerin bir kısmı Kuzey Afrika’ya ve İtalya’ya gitti; bir kısmını da Osmanlı Sultanı II. Beyazıt özel gemiler göndererek ülkesine getirtti.
[3] Mediciler, 16. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Floransa ’da saltanat sürmüş bir banker ve tüccar ailesidir. Adlarını 13. yüzyıldan itibaren duyurmuşlar, ticaret yoluyla büyük servet edinmişlerdi. Egemenlikler sırasında Livorno Limanı’nı kurdular. Bu aileden papa, Fransa kraliçesi, düka olan kişiler de vardı.
[4] Mezmuh kutsal şiirdir. Çoğulu Mezamir’dir. Makamla okundukları için bunlara ilahi de denir. Bu şarkılar eski İbranilerin Zebur adı verilen kutsal kitabından yer almıştır. Zebur, Tanrı tarafından Peygamber Davut’a gönderildiğine inanılan kitaptır. Müslüman inancı da bu doğrultudadır.
[5] Şabat (Şabbat) günü, Tanrı’nın Musa’ya bildirdiği on buyruktan birine göre, Yahudilerin dinlenme zorunda oldukları haftanın yedinci günü, Cumartesi günüdür. Sofu Yahudiler evlerinde bile iş görmezler, dua ve ibadetle vakit geçirirler.
[6] Kudüs Tapınağı’nın Yahudi Peygamber-kralı Süleyman tarafından yaptırıldığına inanıldığından bir adı da Süleyman tapmağıdır. MÖ 10. yüzyılda yapıldığı sanılıyor. MÖ 586’da Yahudi Krallığı çöktü, on binlerce Yahudi Babil’e sürüldü Kudüs Tapınağı da yıkıldı. 538’de Yahudilerin yurtlarına dönmelerine i- zin verilince Kudüs’te ikinci bir tapınak inşa edildi. Bu tapınak MS 70’te Romalılar tarafından yakıldı. Bugün sadece temel duvarlarından bir parçası bulunmaktadır ve Ağlama Duvarı diye adlandırılır.
[7]  “Diaries of Sör Moses and Lady Montefiore”, by Dr. L. Love, Londra 1890. Bu eser Montefiore’nin Hayat Öyküsü için ana kaynak olmuştur.
[8] Getto, eskiden özellikle Doğu Avrupa kentlerinde Yahudilerin oturduğu mahallenin adıdır. Yahudiler dinsel varlıklarını korumak için, belirli bir yerde topluca yaşamayı gelenek haline getirmişlerdi. Hıristiyanlıkla birlikte bu durum bir çeşit dışlamaya dönüştürüldü. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi/er gettoların çevresini yüksek duvarlarla kapatarak buraları hapishaneye çevirdiler.
[9] Birçok ülkede Yahudiler, özel işaretler taşımak zorunda bırakılmıştır. Bu işaret günümüzde İsrail bayrağında bulunmaktadır. Hitler Almanyası’nda her Yahudi bu işareti bir pazubant üzerinde taşımakla yükümlüydü. Benzeri uygulamalar Avrupa’da ortaçağdan bu yana yapılagelmiştir.
[10] Rothschild ailesi, Avrupa’nın ünlü banker ailesidir. 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’nın ekonomik ve politik tarihi üzerinde etkili oldular. Avrupa’nın başlıca kentlerinde bankalar kurdular.
[11] Kutsal Kitap: Kitab-ı Mukaddes de denilen kitap, Ahd-i Atik (eski antlaşma) ve Ahd-i Cedid (yeni antlaşma) diye iki bölümden oluşur. Yahudiler Ahd-i Atik’i, Hıristiyanlar her iki bölümü kutsal sayarlar. Ahd-i Atik, İbranice yazılmıştır ve üç bölümdür. Birinci bölüm beş kitaptan oluşur, “Tevrat” adınıtaşır. Yahudilerin asıl kutsal kitabı olan bu bölüme “Musa’nın Beş Kitabı” da denir.
[12] İngiltere Kralı III. George, 1760-1820 arasında 60 yıI tahtta kalmıştır.
[13] Konukka (Hanuka) Bayramı: Kudüs Tapınağının yeniden ibadete açılışını anma bayramıdır.
[14] Nauarino Savaşı: Osmanlı Devleti’ne karşı Mora’da ayaklanan Yunanlılar 1822’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. İsyanı bastırmak isteyen Osmanlı-Mısır ordusu 1827’de Atina’ya girdi. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya, Londra’da bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşma Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul ediyor ve bunu tanımadığı takdirde Osmanlı Devleti’ne baskı uygulanmasını öngörüyordu. Osmanlı Devleti bu öneriyi kabul etmedi. Bunun üzerine üç devlet, Osmanlıları kabule zorlamak amacıyla Amiral Codringten komutasındaki donanmalarını Doğu Akdeniz’e yolladı. Aslında bir gövde gösterisi amacını taşıyan bu hareket, Yunanistan’ın güneyinde Navarino limanında demirli duran Osmanlı-Mısır donanmasına ateş açılmasıyla savaşa dönüştü. Gafil avlanan Osmanlı-Mısır donanmasından 57 gemi yandı ve 6000 denizci şehit oldu. Müttefik donanması hiç kayıp vermedi. Bu olayın ardından Rusya Osmanlı Devleri’ne savaş açtı. Osmanlı 14 Eylül 1829’da Edirne Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldılar; diğer koşulların yanı sıra Yunanistan’ın bağımsızlığını da kabul ettiler.
[15] Şerif (Sheriff) İngiltere’de her kontlukta kralı temsil eden yöneticidir. Bir çeşit validir; hem idari hem adli yetkileri vardır.
[16] Tora, İbranice yasa anlamındadır. Tora sözcüğünün Arapçalaşmış şekli Tevrat’tır. Yahudilerin kutsal kitabı Ahd-i Atik’in birinci bölümüdür. Musa’nın beş kitabından oluşur. Bu kitaplar “Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye” adlarını taşır. İkinci bölüm “Peygamberler” ile üçüncü bölüm “Ketubim”, asıl Tora’nın geliştirilmesidir. İlk beş kitaptan oluşan Tora, Yahudi vaizler tarafından büyük bir özenle ve elyazısıyla parşömenlere yazılmıştır. Bu parşömenler, birer tomar halinde, kutsal emanet olarak sinagoglarda saklanır ve ayinlerde kullanılır.
[17] Bir morgen, 25-36 ar arası bir arazi ölçüsüdür.
[18] Lord-Kanzler, İngiltere’nin en yüksek dereceli yargıcıydı.
[19] Lord-Mayor: Londra Belediye Başkanı
[20] Guildhall: 1411-31 yıllarında inşa edilmiş Londra Belediye Sarayı.
[21] Forum, eski Roma’da halkın kamusal ve özel işlerini görüşmek için toplandığı, aynı zamanda pazar yeri olan alandır. Zamanla pazar yeri özelliğini yitirdiler. Forumların en ünlüsü Roma Forumu’dur. (Forum Romanum) MÖ 6. yüzyılda kuruldu; MÖ 2. yüzyıldan başlayarak heykeller, anıtlar, tapınaklar, devlet daireleri ile çevrilerek Roma kent yaşamının merkezi oldu.
[22] Dürziler, Suriye ve Lübnan’da yaşayan, Müslümanlığın Fatımi-Alevi kolundan ayrılma bir inanca bağlı topluluktur. 11. yüzyılda Suriye’de ortaya çıkan bu inanç, kurucusu “Anustğin Derezi”nin adını taşımaktadır. Fatımi Halifesi Hakim Biemrillah’ın kişiliğinde Tanrı’nın yeryüzüne indiğine inanırlar. 1516’da Osmanlı egemenliğine girmişler ve sık sık ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmaların hepsi Osmanlılarca bastırılmıştır. 1918’de Fransız mandasına girdiler. 1936 yılına kadar süren Cebel-i Dürüz Emirliği bu tarihte kaldırıldı, Suriye ve Lübnan’a bağlandı.
[23] Kavalalı Mehmet Ali Paşa (1769-1898), bir birliğin komutan yardımcısı olarak Mısır’a 1797’de gitti, Fransız saldırısının sona ermesi üzerine yönetime el koydu ve 1805’te Mısır valiliğine atandı. Mısır’da nüfuzları büyük Kölemen beylerini öldürterek durumunu güçlendirdi (1811). Hicaz’ı ve Sudan’ı ele geçirdi. Oğlu için Suriye valiliğini istedi. Bu isteği kabul edilmeyince Suriye’ye saldırdı, Akka’yı aldı (1831). Üzerine gönderilen Osmanlı ordularından Şam, Halep ve Adana’yı yenerek Kütahya’ya kadar ilerledi (1833). Nizir Savaşı’ndaOsman/j ordusunu tekrar yendi (1839). Fakat büyük devletlerin de desteğiyle Osmanlı yönetimi Mehmet Ali’yi sıkıştırdı. Burada söz konusu edilen savaş sonunda Padişah Abdülmecit, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır valisi olarak egemenliğini ve bu egemenliğin daha sonra oğullarına geçmesini kabul etti. Mehmet Ali Paşa da Suriye’den çekilmeyi, her yıl vergi vermeyi ve Osmanlı egemenliğine bağlı kalmayı kabul etti (1841).
[24] Mısır ile Osmanlı Devleti’nin arasındaki son savaş. Mısır, Suriye ve Filistin’den çekildi. Sultan Abdülmecit de, Mehmet Ali Paşa ve hanedanının Mısır’daki egemenliğini onayladı.
[25] Frankfurt, a.M.’de bulunan “Montefiore Birliği”, bu birlikler içinde en önemli olanıydı; 1300 üyesi vardı.
[26] Kapüsen, 13. yüzyılda Asisli Francesco tarafından kurulmuş ve Hıristiyanlığın dilenci gibi yoksulluğu gerektirdiğini ileri süren Fransisken tarikatının bir koludur. Bu tarikatın keşişleri dilenerek dolaşırlar.
[27] 27 Mayıs 1860’ta Hıristiyan Maruniler, bir Dürzi köyünü basınca, karşı baskınlar yapıldı. Çatışmalar Lübnan ve Suriye’de şiddetlendi. 300 köy, 40 manastır, 30 okul yakıldı, on binden fazla insan öldü. Beyrut’ta Hıristiyanların Müslümanlara saldırması ve soykırıma kalkışması, Şam’da çoğunluğu Müslüman olan halkın Hıristiyanlara saldırmasına yol açtı. İçlerinde Amerika ve Hollanda konsoloslarının da bulunduğu binlerce Hıristiyan öldürüldü, olay uluslararası bir krize dönüştü. Dışişleri Bakanı Fuat Paşa, Suriye’ye geldi. İngiltere ve Fransa’nın müdahalesini önerdi. Yapılan anlaşmayla Lübnan özerlik kazandı.
[28] 1 ons, 28.35 gram ağırlığa eşittir.
[29] Bu armadan ve arma tutamacı yedinci bölümün sonlarında anlatılmıştır.
[30] Louis-Philippe (1755-1824) Fransız Devrimi’nde kafası kesilen XVI. Louis’nin kardeşidir. 1814’te Napolyon, Elbe Adası’na sürülünce Paris’e gelerek XVIII. Louis adıyla tahta geçti. Napolyon, Elbe’den dönünce yine Fransa’dan kaçtı. 1815’te kesin olarak Fransa tahtına oturdu ve 1824’e kadar krallık yaptı. Onun döneminde papazlar ve kansoylular eski ayrıcalıklarına yeniden kavuşmak istedilerse de başarılı olamadılar. Tersine kral, burjuva sınıfının çıkarlarını gözeten bir anayasayı yürürlüğe koydu. Bu nedenle de “Burjuva Kral” diye anılır.-
[31] Kilise Devleti: Katolik mezhebinin en büyük rahibi papanın dünyasal egemenliğindeki devlettir. 754 yılında Frank Kralı Pippi’nin fethettiği topraklardan Roma kenti ile civarını Papa II. Stephan’a bağışlamasıyla kuruldu. Napolyon, İtalya’yı istila edince bu devlete son verdi. Fakat 1815’te devlet aynı topraklar üzerinde yeniden kuruldu. 1870’te birliğini sağlayan İtalya’da Roma, yeni krallığın başkenti oluncu papanın Vatikan Sarayı’nda hükümdar olması kabul edildi ve el konan topraklarına karşılık papaya maaş bağlandı. 1929’da İtalya hükümetiyle yapılan antlaşmayla papalık, Vatikan Kilise Devleti adıyla bağımsız oldu. Bu devletin egemenliği Vatikan Sarayı’yla sınırlıydı.
[32] Kutsal Offizium: Kilise Devleti’nin polis örgütü.
[33] Engizisyon Mahkemesi: Katolik ülkelerde din sapkınlarını bulmak ve cezalandırmak amacıyla kurulmuş mahkemedir. Bir adı da Kutsal Kurul’dur. Din inançlarına ve ilkelerine karşı gelenler, yalnızca kilisenin değil, devletin de düşmanı sayıldı. İlk mahkeme 1184’te kuruldu ve her piskoposluk bölgesinde bir Engizisyon Mahkemesi’nin bulunması töre oldu. Engizisyon Mahkemesi, halkın içinde kırbaçlanma, müebbet hapis, mallara el koyma, yakılarak öldürme cezaları verirdi. Duruşmalarda suçlanan kimsenin avukatı ya da kendisini savunacak bir sözcüsü olmazdı. Bu mahkemeler kimi zaman önemini yitirerek, kimi zaman ise dehşet saçarak 19. yüzyıl başlarına kadar varlığını sürdürdü.
[34] III. Napolyon (1808-1873): Ünlü Napolyon’un kardeşi Louis Bonaparte’ın oğludur. 1848’de Fransa’ya dönebildi. Amcasının ününden yararlanarak Cumhurbaşkanı seçildi; fakat 1852’de bir darbeyle imparator oldu. Onun döneminde Fransa’da kapitalizm ve sömürgecilik çok gelişti. 1870’te Almanlara Sedan Savaşı’nda yenilince imparatorluğu sona erdi. Fransa’da cumhuriyet ilan edildi. III. Napolyon, İngiltere’de öldü.
[35] Olay hakkında on iki bölümdeki açıklamaya bakınız.
[36] Teoloji Koleji üniversite değildir. Museviliğin dinsel belgelerinin incelenmesiyle uğraşan ve hayatın birtakım sıkıntılarından arınmış, kitab-ı mukaddesi (Kutsal Kitap) inceleyen on bilim adamının bulunduğu bir öğretim yeridir.
[37] Kraliçe Elisabeth (1843-1916), 1881’de Romanya kralı olan Hohenzollerin hanedanından Prens Kari ile 1869’da evlendi. “Bir Kraliçenin Düşünceleri” ve “Romen Şiirleri” adlı eserleri vardır.
[38] Siyon: Kudüs’te bir zamanlar üstünde Süleyman Tapınağı’nın bulunduğu dağın adıdır. Daha sonraları Kudüs’te eşanlamlı olmuştur. Yahudilerce kutsal sayıldığı için Filistin’de bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan hareket de Siyonizm adını almakla bu kutsal dağa bağlılığını göstermiştir. Siyonizm u- zun yıllar süren bir uğraştan sonra 1948’de İsrael devletini kurarak amaçladığı hedefe varmayı başarmıştır.
[39] Büyük Kari (742-814). Bizim tarihimizde Şarlman diye anılır. 768’de Frankların kralı oldu. Üst üste zaferler kazanarak bugünkü Fransa, İtalya ve Almanya topraklarını içine alan büyük bir devlet kurdu. 800 yılında imparatorluk tacını giydi. Ispanya’yı fethe kalkıştıysa da Müslümanlar karşısında ağır yenilgiye uğradı. Avarlara Hıristiyanlığı kabul ettirdi. İmparatorluk sınırları içinde bir devlet düzeni kurmaya çalışması “Büyük” diye anılmasında etken olmuştur.-
[40] Vaat Edilmiş Ülke, Filistin’dir. Kutsal Kitap’a göre Tanrı, önce İbrahim’e, “Bütün Kenan diyarını sonsuz mülk olarak soyuna vereceğim” buyurmuş, aynı sözü İbrahim’in oğlu İshak’a da vermiştir. Sonra Musa’ya göründüğünde de, “Sizleri Mısır’ın sıkıntısından kurtaracak, Kenanlı ve Hitti ve Amori ve Perizzi ve Yebusilerin diyarına, süt ve bal akan diyara çıkaracağım.” buyurmuştu.
Musa halkını oraya götürdü. Orada kurulan devlet yıkıldı. Yahudiler yeryüzünün her yanına dağıldılar; ama kendilerine vaat edilmiş topraklara günün birinde dönebilmek ülküsünü de hep içlerinde taşıdılar. Sör Moses Montefiore’nin çabası Siyonizmle gelişti ve sonunda İsrail Devleti’nin kurulmasıyla bu ülkü gerçek oldu.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...