DÜNYANIN EN ÜNLÜ YAHUDİSİ
SÖR MOSES MONTEFİORE
2.BÖLÜM
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Yine Yolculuklar
“Eski zamanların günlerini hatırına getir ve geçmiş kuşakların yılları üzerinde düşün.” (5. B. M. 32, 7)
Dudaklarında bu sözlerle Sör Moses ve Lady Judith, sekreterleri ve din danışmanları Haham Dr. Löwe’yle birlikte, 1839 yılının güneşli bir Şubat gününde Roma’da, Forum Romanum ([21]) harabelerinde dolaşıyorlardı.
Sezarların sarayının mermer basamakları, üzerleri bezekli sütunların kalıntıları, bir zamanların Roma’sının mutluluğunun ve yıkılışının dileriz tanıkları olarak konuşmaktaydılar; onlar zaferle dönen komutanların tören alaylarını görmüşlerdi.
Roma’nın görkemi neredeydi şimdi, Roma’nın dünyayı titreten gücü neredeydi, Roma’nın Tanrıları nerede kalmıştı?
Gezginlerimiz bunları düşünerek Roma senatosunun, İmparator Titus’un (*) Yahudiler karşısında kazandığı zaferin anısına yaptırdığı, kemer biçimindeki anıta yaklaştılar. Kalpleri hızla çarpmaktaydı. Çünkü bu anıt, İsrail için bir zilletti. Ne var ki bir zamanlar lejyonların önünde savaşlara ve zaferlere yürümüş Roma tozlara gömülmüş, gür sesiyle yeri göğü inletmiş borazanlar susmuştu. Tutsak edilmiş Yahudilerin taşımak zorunda kaldığı yedi kollu şamdanın kabartmasına da aynı derin acıyla baktılar. Fakat bu şamdanın verdiği ışık, parlaklığını hiç azaltmadan bugün hâlâ yanıyordu; onun için de bu şamdan bir inanca sadakatle bağlanmanın ve bunu sürdürmeye cesaret etmenin simgesi olmuştu:
“Gençliğimden beri bana çok sık sıkıntılar verdiler; fakat beni yenemediler.” (Mezmurlar 129, 2)
Yürümelerini sürdürerek Vesta (*) tapınağının süslerle bezeli yuvarlak yapısının önünden geçip miskince akan Tiber ırmağı boyunca gettoya doğru gittiler. Orada gözleri, bir Tanrı evinin İbranice yazısına takıldı: “İyi olmayan yolda, kendi düşünceleri peşinde yürüyen asi bir halka bütün gün ellerimi uzattım; sürekli bende öfke uyandırmış bir halk bunlar.” (İşaya 65, 2-3)
(*) Vesta, eski Roma’da aile ocağı tanrıçasıdır. Adına yuvarlak tapınaklar yapılmıştır. Vestales denilen rahibe kızlar, bu tapınaklarda törenler düzenlerdi. Eşek bu tanrıçaya adandığından bayramlarda süslenmiş eşekler dolaştırılırdı.
Bir sinagog muydu burası? Hayır, bir Katolik kilisesi: La chies della divina pieta. Burada Yahudiler, fanatik papazların suçlayıcı vaazlarını dinlemek zorunda kalmışlardı. Bir zillet anıtı daha! Bugün ise büyük giriş kapısına çaprazlama konulmuş ağır bir demir kazık, kilisenin artık kullanılmadığını bildirmektedir. Bir varmış bir yokmuş…
Fakat bazen karanlık ortaçağdan kalma aşağılayıcı törelerin, zamanı şaşırmışçasına 19. yüzyılda karşımıza çıktığı da oluyor.
Montefiore’ler böyle bir olayın tanığıdırlar.
Karnaval, başıboş taşkınlıklar şenliği kutlanıyordu. Roma’nın ayak takımı, çılgınca satışmalarını kimlere yapmaktan en çok hoşlanır? Elbette Yahudilere.
Karnaval alayının geçeceği, baştanbaşa süslenmiş caddede, bağırıp çağrışan bir kalabalık beklemektedir. Bu sırada Yahudi cemaatinin başkanları, başları öne eğik bir halde, tasarımı Michelangelo’nun usta ellerinden çıkmış merdivenlerden, bir yıl daha Roma’da oturabilmeleri için burada konservatorlardan izin isteyeceklerdir.
Konservatorlar, erguvan renkli kaftanları ve eskiçağdan kalma başlıklarıyla yüksek koltuklarında yerlerini almışlardır. Verilen bir işaretle Yahudilerin yaşlıları içeri girer. Kısa bir söylevden sonra en kıdemli konservator, cemaatin istediği himayenin bahsedildiğini; ancak bunun için karnavalın giderlerinin cemaatçe karşılanması gerektiğini bildirir.
Yahudiler bu koşulu yerine getirmeye hazır olduklarını açıklayıp şükranlarını göstermek için de bir buket çiçek sunarlar. Para haracı ile at koşularını kazananların armağanları, kent yöneticilerinin huzurunda verilir.
Bir oranda yumuşak sayılacak şekline rağmen bu davranış, Roma Yahudileri için yine de haysiyet kırıcıydı. Ne var ki o sırada Yahudiler, günün birinde bu ebedi kentin yönetiminin bir Yahudi belediye başkanına (Ernesto Nathan, 1907’den beri) bırakılacağını elbette bilemezlerdi.
Kısıtsız eşit haklara kavuşulacak bir gelecek, o sırada henüz alaca karanlık bir seher gibi belli belirsizdi. Bu hakları eksiksiz sağlamak, Montefiore nin ayak bastığı her ülkede başlıca amacı oldu.
İlkin Filistin’de işe koyuldu. Burada hükümetin uyguladığı baskılar, sözle anlatılmaz bir ekonomik sefalete yol açmıştı.
Onun için de dostlarımız, adımlarını Roma’dan ikinci kez kutsal topraklara çevirdiler.
Malta’da onları vali törenle karşıladı. Moses, bütün nişanlarını takarak gala üniformasını giymişti. Lâkin belli belirsiz sıkıntılı bir kara karşılama töreni içtenliğe gölge düşürdü.
Ne olmuştu?
Net olmayan haberler geliyordu; Türkiye ile Mısır arasında bir savaş kaçınılmaz görünüyordu; Kudüs’te veba vardı. Günde elli kişi ölmekteydi. Kente giriş kesinlikle yasaklanmıştı; Filistin’den gelen İngiliz yolcular, Beyrut limanında on sekiz günlük bir karantinaya alınmışlardı.
Bizim gezginler için biraz cesaret kırıcı bir görünümdü bu.
Sör Moses, ilk hac ziyaretlerinde çektikleri sıkıntıları düşündü. Karısını kargaşanın ve hastalıkların kol gezdiği bir bölgenin tehlikeleriyle bir defa daha karşılaştırmak ister miydi?
Hayır, buna izin verilemezdi!
Bunun tam tersi ise ne hoş olurdu; fakat bu da yapılamazdı, görev çağırıyordu onu:
İngiltere’de Filistin’in yoksul Yahudileri için hayli yüksek miktarda para toplamıştı. Şimdi ise niyeti, bu parayı kendi eliyle onlara dağıtmaktı. Her geçen gün sefalet biraz daha artmaktaydı. Acele yardım gerekiyordu.
Tam bu sırada Bay ve Bayan Freemantle, Malta’dan İngiltere’ye dönmek üzereydiler. Lady Montefiore’nin kendilerine katılmasının bir şeref olduğunu düşünmüşlerdi. Sör Moses söyleyince, karısı kendisini incitilmiş hissederek şöyle bağırdı:
“Sen tehlikeyle karşılaşırsan, benim seni terk mi etmem gerekir? Asla! Senin gittiğin yere, ben gitmeyecek miyim? Asla! Sen nereye gidersen, ben de oraya giderim ve sen nerede yaşarsan, ben de orada yaşarım!”
Böylece 1839 Mayısı’nın başlarında, “Mağara” gemisiyle İskenderiye’ye, oradan da Beyrut’a gittiler.
Yanlarında çok para vardı; fakat bunlar şıngırdayan madeni para değildi. Varacakları yerde banknotlarını verip madeni paralar almayı düşünmüşlerdi. Fakat o zamanlar Kudüs’te henüz hiçbir banka yoktu;“Thos Cook & Son ” firması da açılmamıştı. Bu yüzden para değişimini Beyrut’ta yapmak zorunda kaldılar; çil çil paraların taşınması için on bir deri torbayı doldurmaları gerekti.
Bir kervan hazırlandı. Kervan, üç at (Sör Moses, Lady Judith ve Dr. Löwe için) ile uşakların bindiği ve aralarında keten bezinden birkaç çadırın da bulunduğu eşyaların yüklendiği on dört katırdan oluşuyordu.
Kervandakiler iyi silahlanmıştı ve bu nedenle de güneşin parıldadığı bir bahar günü keyifle yola koyuldular. Sidon’a, oradan da Safed’e giden yol Galile Denizi ile Lübnan Dağları arasında, çok iyi işlenmiş, pek verimli, arpa, buğday tarlaları, incir ve dut ağaçlarıyla kaplı bir bölgeden geçiyordu.
Doğanın görkemli görünümü, yolcularımıza kişisel güvenliklerine ilişkin bütün kaygıları unutturmuştu.
Güneş topu, kan kırmızısı rengiyle denizde batıp da dağların doruklarını altın kızılı pırıltılar sarınca, yolcularımız herhangi bir tehlikeyi umursamadan çadırlarını kurdular: “Tanrı benimledir ve ben hiç korkmam. İnsan bana ne yapabilir?” (Mezmurlar 118, 6)
Kervan yönetimini üstlenmiş bulunan Dr. Löwe, iki dostumuzun güvenliği için kendini sorumlu hissediyordu. Bu nedenle gece boyunca, onların çadırı önünde, elinde tabancayla nöbet bekledi. Moses ile Judith silahlarını, ateşe hazır halde, yastıklarının altına koymuşlardı -hiç de rahat olmayan bir dinlenme şekliydi bu! Fakat yine de deliksiz bir uyku çekmişlerdi ve ertesi sabah Safed’e doğru yola koyuldular.
Burada ilk ziyaret, Alman-Yahudi cemaatinin saygıdeğer başkanı Haham Abraham Dob’a yapılacaktı. Bu zat, önceki yıl, cemaati uğruna kendini feda etmenin yürek paralayıcı bir örneğini vermişti.
Bunlar, bir Suriye halkı olan Dürziler ([22]), Yahudilere saldırıp her yeri talan etmişler. Ayrıca Yahudileri tehdit ederek 2.500 lira (50.000 mark) ödemelerini istemişler. Fakat bu kadar çok parayı Yahudiler bulamayınca, hahamın ellerini, ayaklarını bağlayıp çok keskin bir kılıcı başının üstünde tutmuşlar. “Parayı bulmazsan, seni derhal öldüreceğiz” diye tehdit etmişler. Haham ise gözünü bile kırpmadan şu cevabı vermiş: “Beni rahatça öldürebilirsiniz. Sadece bana birazcık su verin de ellerimi yıkayayım. Tanrıma bir defa daha dua etmek istiyorum: ‘Ey benim Rabbim kayam ve sığınağım! Senin her işin hatasızdır, senin yolların haktır!” (5. B. 32, 4)
Onun böylesine feragat göstermesi vahşi Bedevileri bile ürpertmiş. Utanarak silahlarını indirip yaşlı hahamı serbest bırakmışlar.
Montefiore bu hahamla ve cemaatin öteki ileri gelenleriyle Yahudi halka sürekli yardım yapabilmenin yol ve yöntemini konuştu. Belirli miktarda dağıtılacak altın paralar çok geçmeden harcanıp tükenecekti -peki, sonrası? Yoksullara, ancak onlar devamlı gelir getirecek bir etkinlikte bulunurlarsa, sürekli bir yardım yapılabilirdi. Bu etkinlik tanındı; üstelik zeytinlikleri, pınarları ve geniş çayırlarıyla parlak önkoşullar sunan verimli bir arazi vardı.
Sör Montefiore, Suriye’nin o zamanki hükümdarı Mısır Paşası Mehmed Ali’den ([23]) yüz ya da iki yüz köyü kapsayacak bir arazi şeridini tarım yapmak amacıyla istemeyi kafasına koydu. Arazi elli yıl süreyle işlenecek ve her yıl ürünün yüzde onu ile yirmisi tutarında vergisi ödenecekti. Buna karşılık büyük araziler ve çiftlikler diğer vergilerden muaf tutulacak ve topraktan elde edilen bütün ürünler, herhangi bir kısıtlamaya uğratılmadan her yere ihraç edilebilecekti. Kurulacak bir “Filistin Tarım Ürünlerini Taşıma Şirketi”, bu dev boyutlu girişime gerekli parasal desteği sağlayacaktı.
Sör Moses’in ortaya çıkması, yaptığı cömertçe bağışlar ve insanları kayırmayı amaçlayan planlarına ilişkin haberler tüm ülkeye yayıldı ve kentlerin hepsi bu dindar hacıları davet için elçiler gönderdi.
Dostlarımızın bir sonraki hedefi Tiberias’tı.
Yol, nar ve incir ağaçlarının yoğun yeşiliyle kaplı, yumuşak eğimli tepelerin arasından yılankavi uzanıyordu. Aşağıdaki vadide ise, pek umutsuz bir görünüm vardı: Burada sadece küçük arazi parçaları ekiliydi, geride kalan geniş topraklarda yabanotları beş-altı ayak yüksekliğe kadar boy atmışlardı.
Çalışkan eller buralarda neler yapmazdı ki…
Tiberias’ta Montefiore, Kutsal Topraklar’daki Yahudilerin durumu hakkında istatistik bilgiler derletti; bu yola da önce yoksulların en düşkünlerine para dağıtabilmek için başvurmuştu. Bağışın verilmesi saatlerce sürdü; yardım alanlar sadece Yahudiler değildi, zor durumdaki Hıristiyanlar ile Müslümanlar da bundan yararlandı.
Tiberias’tan Kudüs’e gidildi.
Kutsal kente yaklaşırlarken dostlarımızın kalpleri daha hızlı çarpmaktaydı. Fakat ah! Karşılarına vebadan dolayı kentlerinden kaçmış, kapıldıkları dehşetten benizlerinde renk kalmamış binlerce Kudüslü çıkmıştı.
Bu koşullarda kente girmek düşünülemezdi. O nedenle de dostlarımız, “Çocuklarına ağlayan yaşlı dulun” karşısında bir tepeye çadırlarını kurdular.
Vali, hoş geldiniz demeye yanlarına gelerek tanışmalarını hâlâ zevkle hatırladığı hacılara, kente birlikte bir tören alayıyla girmeleri önerisinde bulundu.
Ve Kudüs’e törenle girildi.
Sör Moses, parıltılı şerif üniformasını giymiş, boynuna da altın görev zincirini takmış ve valinin hizmetine tahsis ettiği safkan bir Arap aygırına binmişti. Bir yanında seçkin bir atın üstünde karısı, öbür yanında vali ve arkalarında gösterişli giysileri içinde kalabalık maiyeti at sürüyordu. Bu alay, tören üniformalarını giymiş askerlerin karşılıklı iki sıra halinde dizili durduğu caddelerden geçti. Sevinç coşkusu içinde bir halk kalabalığı, bu saygın yolculara “Yaşa” ve “Hoş geldin” diye bağırıyordu.
Montefiore, Kudüs için Safed ve Tiberias’takilerden daha büyük ölçüde bir bağış ayırmıştı. İnsanlara böyle aşağılayıcı biçimde sadakalar dağıtmak yerine, onların şerefli ve soylu çalışmalara yönelmesini amaçlayan planını açıklayınca, burada da din kardeşlerinin şükranıyla karşılaştı.
Montefiore çifti, bu sefer Kudüs’te ilk seferkinden biraz daha uzun süre kaldılar. Bu sefer kutsal yerlerin hepsini ziyaret ettiler. Buraları görmeleri, derin din duygusuyla çarpan kalplerini, yeniden asla değişmeyecek Tanrı sevgisiyle doldurdu. Burada, adakları olan, tüm hayatlarını Tanrı’nın şerefine ve İsrail’in iyiliğine hizmete adama kararlarını güçlendirdiler.
Kafasını tasarısına takmış bulunan Sör Moses, İskenderiye’de Mısır Paşası Mehmed Ali’nin huzuruna kabul edilmek için başvurdu; Filistin’i kolonileştirme planını paşaya benimsetmeyi düşünüyordu.
İnsan sevgisinden kaynaklanan bu amacın uygulanması, Mısır ile Türkiye arasında çıkan savaş yüzünden ertesi yıla ertelendi. Savaş, Mısırlıların Beyrut’ta yenilgiye uğraması ve St. Jean d’Acre’nın (Akka) bombardıman edilmesiyle son buldu.
Suriye de bir Türk ili oldu.
DOKUZUNCU BÖLÜM
Ondokuzuncu Yüzyılda Ortaçağ
1840 yılının bir Nisan sabahında Baron Rothschild, çalışma odasında kırmızı maroken kaplı koltuğuna rahatça oturmuş, az önce getirilen mektuplara göz gezdiriyor, bir yandan da sigarasından bir nefes çekip dumanını havaya savuruyordu.
Üstünde birçok damga ve mühür bulunan kalın bir zarf gözüne çarptı.
“Yardım dileyen biri olacak, hemen anladım” diye mırıldanarak zarfı, sekreterinin inceleyeceği mektuplar yığınının üstüne fırlattı.
Ama zarfın arkasındaki gönderici adı dikkatini çekmişti. Bu ad, baronun gözüne, başka bir mektubu daha on beş dakika bile dolmadan oluşmuş zarf yığınının üstüne koyarken çarpmıştı.
“Samuel de Treves!” diye okudu adı hayretle “Konstantinopol’de sultanın saray bankeri bu. Ne isteyebilir ki?” diye düşündü.
Baron Rothschild zarfı çarçabuk yırtarak açtı. İçinden Konstantinopol’deki Yahudi cemaatinin gönderdiği ve Rodos ile Şam’da baskılara uğratılmış Yahudilere yardım edilmesini isteyen bir mektup çıktı; ayrıca orada yaşayan Yahudilerin yürek paralayıcı bir dilekçesi de mektuba eklenmişti:
Ne olmuştu?
Bunu Şam’dan gelen mektup anlatıyor.
Bu kentte, 1840 Şubatı’nda, Thomas adlı bir Katolik rahip, uşağıyla birlikte ansızın ortadan kayboluyor. Peder Thomas kırk yıldan fazla bir zamandan beri Şam’da oturmakta ve tıpla ilgili işler yapmaktadır; bu nedenle “Aşıcı” lakabıyla tanınır ve her mezhepten insanın evine girerdi.
Kaybolan bu iki kişinin en son Yahudi mahallesinde görüldüğü ve orada öldürüldüğü söylentisi hızla yayılıyor. Bu da cinayet işleme şüphesinin Yahudilere yönelmesine yetiyor. İşin en kolayı da budur; çünkü böylece resmi makamlar başka yönlerde araştırma-soruşturma yapmak külfetinden kurtulmuş olurlar.
Fransa konsolosu konuya el atıyor; Fransa’nın Doğu’daki Hıristiyanların hamisi olarak iyice azalmış bulunan saygınlığını yeniden yükseltmek istemektedir.
Bunun için de Şam valisinden herhangi bir engellemeyle karşılaşmadan dilediği gibi araştırma yapabilme yetkisini alıyor. İlk kurbanı da bir Yahudi berber oluyor; ifadesinde itirazlarda bulunması onu şüpheli kişi yapmıştır. Rahip öldürülmüş müydü? Berber bilmiyordu bunu. Ama gerçeği söylemesi için yüz kırbaç vurulacağı gözdağının verilmesi üzerine berber, daha fazla işkence görmekten kurtulmak amacıyla kentin ileri gelen Yahudilerinden yedi kişinin, Peder Thomas’ı öldürmesi karşılığında kendisine üç yüz kuruş teklif ettiklerini; çünkü Yahudilerin Hamursuz Bayramı ekmeği için Hıristiyan kanına ihtiyaçları olduğunu söylüyor. Berber bu teklifi öfkeyle reddetmiştir.
Suçlanmış Yahudiler, cinayete azmettirmekten derhal tutuklandılar. Adamlar suçsuz olduklarını tekrar tekrar ileri sürdüler. Yapılan işkencelere çok acı çektikleri halde direndiler. İnsan kanı şöyle dursun, kanın her çeşidinin kullanımını yasaklayan Kutsal Kitap’ı tanık gösterdiler. Bütün bunlar hiçbir işe yaramadı. Tutuklu kaldılar.
Cemaat adına bir Yahudi hekim, valiye kan yalanının hiçbir esasa dayanmadığını, dünyevi ve uhrevi otoritelerin beyanlarını kanıt göstererek açıklıyor. Sonunda da, “Bu biçare rahip kentten gizlice çekip gitmiş ya da Yahudi olmayan birileri tarafından öldürülmüş olabilir” diyor.
“Öyle mi? Başka birileri mi öldürmüş onu? Kim tarafından peki? Haydi çıkar baklayı ağzından!”
Doktor kimsenin adını veremeyince de zindana atılıyor.
Bundan sonra da vali, beş-altı yüz kadar ayak takımı kalabalığın başında, Yahudi mahallesinde kaybolan pederin cesedini arıyor. Hiçbir yerde ceset bulunamıyor. Bu sefer de vali, tutuklananların hapishane koşullarını iyice ağırlaştırarak onları itirafa zorlamayı deniyor. Ne var ki zavallı tutuklular, yapılan işkencelerin son bulması için sadece bir an önce ölmek istemektedir.
“Artık itiraf edecek misiniz?”
Bakın şu işe: Onlar kendilerinden istenilen her şeyi “itiraf’ ediyorlar.
“Kanı nereye bıraktınız?”
Kan, Moses Abulafia’dadır. (Yedi tutukludan biri).
Abulafia sorguya çekiliyor; ama hiçbir şey bilmemektedir. Kırbaçlanması da onu konuşturamıyor. Ancak işkenceye uğratılınca, kanı küçük bir şişenin içinde, komodinine koyduğunu söylüyor. Vali, adamın evinde arama yapıyor; komodini açınca içinde bir miktar paradan başka bir şey bulamıyor ve parayı cebine atıyor.
“Kan nerede?”
Abulafia kanın yerini gösteremiyor. Fakat yeniden işkenceye uğratılmaktan korktuğu için Müslüman oluyor.
Öteki altı Yahudi, araştırmalar ve keşiflerde bir adım olsun ileri gidilemediği halde sürekli işkenceye uğratılıyor.
Şam halkında yavaş yavaş zavallı tutukluların suçsuz olabileceği düşüncesi belirginleşiyor; aynı zamanda Peder Thomas’ın öldürülüşünden birkaç gün önce sokak ortasında katırcı bir Türkle sille tokat dövüştüğü de öğrenilince, bu düşünce daha bir ağırlık kazanıyor.
Fransa konsolosu suçlamasında yapayalnız kalıyor; ama suçladığı insanlar bu yüzden hapishanede aylarca acı çekiyor.
Buna benzer akıl almaz bir suçlama da, o zamanlar Türklerin egemenliğinde bulunan Rodos Adası’nda Yahudilere karşı yapılıyor.
Burada on yaşlarında bir erkek çocuk kayboluyor. Hemen suçlama yapılıyor: Çocuğu Yahudiler öldürmüştür. Burada da Avrupa devletlerinin konsolosları -yalnızca Fransa’nınki değil-nüfuzlarını kullanıp paşadan gerekli araştırmaları yapma iznini alıyorlar. İki Rum kadın da, birkaç Yahudiyi kırsaldan şehre giderken gördüğü, bunlardan birinin oğlan çocuğunu elinden tutarak götürdüğü yolunda ifade veriyor.
Şüphe edilen Yahudi bulunuyor. Adam, söz konusu olan gün şehre hiç gelmemiş olduğunu kanıtlayabiliyor. Fakat bir işe yaramıyor bu; onu zincire vurup işkenceye uğratıyorlar.
“Sen çocuğu çaldın ve onu hahama götürdün. Canını seviyorsan, itiraf et!”
Konsolosların kendilerini hiç ilgilendirmeyen bir olaya karışmalarındaki amaç, Yahudileri Rodos Adası’ndan kovmak ya da onları derhal Hıristiyanlığa geçmeye zorlamaktı. Ayrıca birçok hükümetin ve hükümdarın himayesinde çalışan “Yahudiler Arasında İncil’i Yayma Birliği”nin amaçladığı utanç verici çirkin başarıları göz önünde bulundurarak bütün bir Yahudi cemaatini Hıristiyanlığa “döndürmüş” olmakla övünebilmek ayrıca söz konusuydu.
İşkence uygulanınca suçlanan kişi hemen bir itirafta bulundu. Gelgelelim çocuğu teslim etmek istediğini söylediği insanlar o sırada odada bulunmuyorlardı. Bundan da adamcağızın işkenceden kurtulabilmek için böyle ifade verdiği anlaşılmıştı. Bu sefer de adam başka Yahudilerin adlarını verdi; bu Yahudiler suçlamaları kesinlikle yadsıdılar. Çocuğu da itirafçıyı da tanımadıklarına yemin ettiler. Bütün bunlar bir işe yaramadı: Zindana atıldılar. Acıları bu kadarla da kalmadı: Yahudi mahallesi kuşatıldı ve etrafına nöbetçiler konuldu; böylece tutuklananların yazgısı hakkında kimse bir şey öğrenmesin istendi. Paşaya sunulmak istenen bir dilekçe kabul edilmedi.
Derinlemesine sarsılmış bir halde Baron Rothschild mektubun sayfalarını topladı, onları cebine koyup ofisinden çıktı. Az önce öğrendiği olağanüstü acıklı olguların etkisi altında sağlıklı düşünebilecek durumda değildi: Kalbi bahtsız din kardeşlerinin yanındaydı artık, onların acı feryatları tüm huzurunu kaçırmıştı.
Ayaklarının elverdiği en son hızla dostu Montefiore’ye koştu. Postacı ona da Doğu’dan mektuplar getirmişti. Korkunç olaylar hakkında bir görüşme yapmanın hiç gereği yoktu. Sözle anlatılmaz acılarla iki arkadaş birbirlerine kardeşlik elini uzattılar.
Daha sakin olan Montefiore, çok geçmeden kendini toparladı. Kan ve gözyaşından bir denize batmış Yahudi tarihi kalp gözünün önünden şöyle bir geçit resmi yaptı. Ne kadar da sık, pınarları zehirlemek, papazların kutsal ekmeğini pisletmek, Hıristiyan çocuklarını öldürmek bahaneleri sürülmüş ve bütün bu suçlamalar İsrail’in tüm cemaatlerini yeryüzünden silip süpürmek için yapılmıştı.
Ortaçağa özgü kan suçlaması şimdi, 19. yüzyılda, “aydınlanma çağı”nda yeniden ortaya atılıyordu.
İmparatorların ve papaların, üniversitelerin ve bilginlerin, Hıristiyanların ve Yahudilerin saçmalık ve yalan diye nitelendirmiş olduğu şey, yeniden gerçek diye açıklanıyor, buna inanılıyor ve bütün cemaatlerin varlığını koruması açısından bir defa daha sorun oluyordu!
“Bunlar her kuşakta ve her çağda karşımıza dikiliyor.”
Montefiore gelip çatan bir felaket karşısında boşu boşuna yakınacak bir adam değildi. Ona göre, bu olayın öteki acılı olaylardan bir farkı yoktu; en hızlı biçimde müdahaleyi gerektiriyordu. Sadece tek bir düşüncesi vardı:
“Ben ne yapabilirim?”
Bu düşünceyi genişletmek ve Rothschild’le görüşmek istediği anda, göksel bir vahiy gelmiş gibi zihninde bir şimşek çaktı ve tam bir güvenle peygamberin sözlerini söyledi:
“Rabbin, Tanrımın ruhu içimdedir. O gönderdi beni, yoksullara teselli vereyim ve kırık kalpleri yüreklendireyim, tutsaklara özgürlüğü, bağlı olanlara kapıların açıldığını bildireyim diye.” (İşaya 61, 1)
ONUNCU BÖLÜM
Kurtarıcı Zorda
Şam’daki tüyler ürperten olaylar tüm uygar dünyada haklı bir öfke fırtınası estirmişti.
Bütün önyargılara ve köhneleşmiş kurumlara savaş açılan, siyasal açıdan coşkulu bu zamanda Yahudilik, hemen bütün ülkelerde artık daha insaflı, daha adil bir anlayışla nitelendiriliyor; ifadesini yasalar önünde Yahudileri, diğer dinlerden insanlarla eşit sayan eğilimlerde bulan, eskiye oranla çok daha ileri bir değerlendirmeye mazhar oluyordu.
Bu eşitlik ilkesinin ise, hiçbir ülkede İngiltere’deki kadar etkili uygulanmadığını da biliyoruz. O nedenledir ki Yahudiler, haysiyetleri için yaptıkları mücadelede kendilerine, hiçbir yerde bu özgür ülkedeki gibi mert kavga arkadaşları bulamamışlardır.
Londra’nın ileri gelen Hıristiyanları bir protesto bildirisi hazırlayıp aşağıdaki yazıyla Lord-Mayor’a sundular:
“Biz Londra’nın aşağıda imzaları bulunan büyük tüccar, banker ve işadamları sizden bir toplantı düzenlemenizi rica ediyoruz; bu toplantıda Şam’da Yahudilerin uğradığı korkunç baskılardan dolayı duygularımızı ve içten üzüntülerimizi, ayrıca gerçek canilerin mahkeme huzuruna çıkarılması umudunu dile getirmek istiyoruz.”
Bu satırları 210 imza izliyordu.
Önerilmiş bulunan toplantı Londra belediye başkanının yönetiminde yapıldı. Ekmeğe kan konulması suçlaması hezeyan olarak nitelendirilerek reddedildi ve İngiltere hükümetinin, suçlanan Yahudiler lehine derhal girişimde bulunması istendi.
Bu amaçla da Montefiore’nin önderliğinde bir heyet, Dışişleri Devlet Sekreteri Lord Palmerston’a başvurdu. Ne gariptir ki bakan, öteden beri hep söylene gelen atlatma sözlerinin arkasına saklanıp, “Üzgünüm; fakat biz yabancı bir devletin içişlerine karışamayız” demedi. Hayır, Lord Palmerston, insanlık adına diplomatik görüşmelere hazır olduğunu şu sözlerle açıkladı:
“Sizlere haklı istediğinizde yardımcı olabilirsem, hiçbir şey bana bunun kadar gönül rahatlığı vermeyecektir.”
Günümüzün çok gelişmiş bilgi ve eğitim ortamına rağmen dünyada hâlâ böylesine cahilliğin, avanaklığın ve barbarlığın var oluşunun karşısında hayret ediyor, aynı zamanda insan olarak, Hıristiyan olarak da utanıyorum. Fakat olgular şüpheye yer bırakmıyor; onun için de bu zulme son vermek amacıyla güçlerinin yettiğince her şeyi yapmak artık uygar halkların görevi olmuştur.
Bu zulüm ve adaletsizliğin devam etmesine karşı harekete geçmeleri için, ellerinden gelen her şeyi yapabilmelerini sağlayacak tam yetkiler, derhal Konstantinopol’de İngiliz Elçisi Lord Ponsonby ile İskenderiye’deki İngiliz işgüderine verilecektir.”
İngiliz hükümetinin böyle olumlu davranması, Yahudi halkın tüm zümrelerinde heyecanlı bir hoşnutluk yaşatmıştı. Londra’daki çeşitli cemaatlerin, Şam Yahudilerini savunma çarelerini görüşmek üzere, ana sinagogta yaptığı büyük toplantıda hükümete teşekkür ve takdirin bildirilmesi yolunda bir karar oybirliğiyle alındı.
Paris’te İsrail Merkez Komitesi’nin Adolphe Cremieux adlı bir avukatın, Şam’da suçlanmış Yahudileri yerinde savunmak üzere görevlendirilmesinden sonra, Londra’da da İngiliz Yahudilerinin saygın bir temsilcisinin bu avukatla birlikte ortaklaşa etkinlikte bulunması arzusu yoğunluk kazandı.
Kovuşturmaya uğramış kardeşleri savunmak için kim gönüllü olacaktı?
İnsan sevgisinin ve adaletin hizmetinde hiçbir fedakârlık kendisine ağır gelmeyen adam elbette: Sör Moses Montefiore.
Ona öngörülen görevi, hangi sözlerle kabul ettiğini dinleyelim: “Baylar! Şu anda komplimanlar yapmak ya da dinlemek için hiçbir neden yok. Ne derece onur duyduğum konusunda ise en kestirme, en açık cevabım şu olacak: Beni görevi üstlenebilecek yetenekte gördün, ben de her çeşidinden başka hesapları bir yana bırakıyor ve de ‘Gidiyorum!’ diyorum.
Üzerime aldığım sorumluluğun ağırlığı eziyor beni. Atacağım adımların dinsel topluluğumuz için ne kadar önemli olduğunu da derinlemesine hissediyorum. Ama kaygılarımı hafifleten bir şey var:
O da, parlak beceri ve bilgilerle donanmış Bay Cremieux’nün, kapsam genişliğinin bilincinde olduğum bu görevi benimle paylaşmış bulunmasıdır. Onunla birlikte gidiyoruz!
Gidiyoruz; zulüm ve acı gören kardeşlerimizin şahsında hakarete uğramış insanlık davasını savunmak için gidiyoruz. Eğer başarabilirsek şeytanca eylemlerin karanlık labirentini aydınlatmak, komployu meydana çıkarmak, komplocuları da utandırmak için gidiyoruz. Doğu’daki kardeşlerimizi şaibelerden temizlemek; dinimizin üstüne atılmaya yeltenilmiş riyakârlık ve bağnazlık suçlamalarından arındırmak için gidiyorum. Öncelikle de Doğu’nun hükümetlerine, yasa koyuculuğun ve mahkemede insan yargılamanın batıl inançlardan ayıklanmış temel ilkelerini teskin etmek; ayrıca bu hükümetleri işkenceyi kaldırmaya ve ebedi hukuku, taraf tutan zorbalığın çok üzerinde bir yere oturtmaya yöneltmek istiyoruz. İnşallah çabalarımız başarıyla sonuçlanır. İnşallah kardeşlerimizi dinsel tören amaçlı cinayet gibi saçma bir iftiradan aklar ve Doğu’nun hükümetlerinin kafasına, İngiltere’de hiçbir yüreğin kardeşlerimizin acılarına kayıtsız kalmadığını, İngiltere’de konumuzu adaletsizlik ve zorbalık saymayan tek bir sesin, tek bir görüşün bulunmadığını da sokarız.
Hoşça kalın, baylar!
Atalarımızın Tanrısına dua ediyorum, adımlarımızı yönlendirsin diye. Güvenliğimi onun eline bırakıyor, onun her şeye kadir himayesine güveniyorum. Onun içindir ki, dönüşümü şimdiden görüyorum; o zaman ‘Evrenlerin yargıcının davamıza zafer nasip etti, krallar ve hükümdarlar onun iradesi önünde eğildi’ diyebileceğimi, tam bir güvenle görüyorum. İsrail zamanın fırtınalarından yeniden güçlenmiş olarak sıyrılacaktır: Rab senin halkına kudret bahşedecek, Rab senin halkını barışla kutsayacaktır.” (Mezmurlar 29, 11)
Bu iyimser sözleri coşkulu eylemler izledi.
Yanında eşi, sekreteri Dr. Löwe ve iki Hıristiyan arkadaşı Dr. Madden ile Bay Wire olduğu halde Montefiore, 1840 Temmuzu’nda Doğu yolculuğuna başladı. Dover’den Boulogna’ya geçişlerinde
Kraliçe Viktoria, bir kraliyet istimbotunu, Malta’dan İskenderiye’ye gidişlerinde de bir hükümet vapurunu onların emrine verdi; bu olanaklardan Adolf Cremieux ile ona refakat eden Bilgin Salomon Munk da yararlandılar.
Montefiore ve Cremieux!
Bu iki isim dillerde dolaşıyordu. Alışılmadık bir sertlikle bir zamanlar bütün cemaatlerde, Yahudi ibadetinde çağa uygun bir reformun yapılması için mücadele edilmişti. Şimdi ise “savaşın fırtınaları susmak zorunda”ydi: Çünkü tehlikede olan, dinsel amaçlı cinayet suçlamasıyla çok ağır biçimde hakarete uğratılmış Yahudilik şerefiydi. Kötülük yılanının başını ezmek için yola koyulmuş adamlar için dindaşları, Avrupa’nın bütün sinegoglarında dua etmekteydi.
Bu arada İngiliz hükümetinin diplomatik girişimleri bir başarı elde etmişti: Sultan (*), Rodos Valisi Yusuf Paşa’yı görevden almıştı; çünkü o, gerçeği bir mahkeme yoluyla ortaya çıkarmaktan kaçınmış, bunun yerine tutuklanan bir Yahudinin düpedüz zorla alınmış ifadesine dayanarak birçok suçsuz insanı hapishaneye koyarak onlara işkence yaptırmıştı. Yeni Vali Hacı Ali Paşa, usulüne uygun biçimde bir dava açtırdı. Buna dayanarak yüksek mahkeme de, çocuk çalmak ve çocuk öldürmekten sanık Yahudilerin suçsuz olduklarına karar verdi.
(*) Sultan Abdülmecit (1823-1861). Babası II. Mahmut’un ölümü üzerine 1839’da padişah oldu.
Şam Yahudilerinin suçsuzluğunu meydana çıkarmak hiç de bu kadar çabuk olmadı.
İskenderiye’ye vardığı gün (4 Ağustos’tu) Montefiore, İngiliz, Konsolosu Albay Hodges tarafından paşanın huzuruna çıkarıldı. Mehmed Ali onu eski bir dost gibi selamladı. Sör Moses buna, dost olarak selamlanılışına sevindiğini, dost olarak da davranılacağını umduğunu söyleyerek karşılık verdi.
“Bu sefer sizi buralara getiren ne?”
“Paşam! Arkadaşım ve ben buraya, suçsuz oldukları halde, Şam’da kovuşturmaya uğratılmış kardeşlerimize yardım etmek için geldik; çünkü onları koruyan yoktur. Bu nedenle de sizden bir ferman hazırlatmanızı rica ediyoruz; bu ferman, Şam’da bize bu acıklı konuya ilişkin bilgi verebilecek herkesi, uygun göreceğimiz yer ve zamanda sorguya çekebilmek hakkını, herhangi bir yanlış anlamaya yer bırakmadan vermeli.
Bu fermanın Şam’a vardığımızda sokaklara ve meydanlara asılmasını da rica ediyoruz.”
Heyete ilkin belirli bir cevap verilmedi. Davanın yeniden ele alınması ve temyizi girişiminde bulunuldu. Daha önce bunlar hiç yapılmamıştı. Fakat girişim İskenderiye’deki Fransız konsolosu tarafından engellendi; çünkü mahkemenin Yahudiler için elverişli biçimde sonuçlanması, konsolosun Şam’daki meslektaşını çok küçük düşürecekti.
Montefiore ile Cremieux görevlerinin başarısından umut kesmişlerdi. Bu sırada Cremieux Yahudilerin tahliye edilmelerini isteyen bir dilekçe yazarak bunu -Fransız konsolosu dışında-dokuz konsolosa da imzalattı. Paşa bunu, haber aldı. Görünüşü kurtarmak için yabancı devletlerin temsilcilerinden etkilenmiş gibi, dilekçe kendisine getirilmeden, tutukluların serbest bırakılmasını emretti.
İki dostumuz genel valinin bu konudaki fermanında, “Montefiore ve Cremieux adlı baylar, benden tutuklu Yahudilerin bağışlanmasını ve serbest bırakılmasını rica ettiler” sözlerini görünce pek şaşırdılar. “Bağışlamak” sözcüğü onları büyük bir telaşa düşürmüştü.
Bu sefer Muhammed Ali’nin huzuruna çıkmayı Cremieux üstlendi.
“Paşa Hazretleri, bendenizin nasıl derin bir acıyla dolu olduğumu görüyorlardır, bundan beni ancak siz kurtarabilirsiniz.”
“Nedir arzunuz?”
“Hayırlı bir iş, başka bir hayırlı işi zorunlu kılarmış. Paşa Hazretleri’nin gerçekleştirdiği adalet eylemi, ölçülemez yücelikte hayırlı bir iştir; fakat buna ikinci bir eylem eklemezseniz kesinlikle başarısız olacaktır.”
“Açıklayınız.”
“Paşa Hazretleri’nin fermanında, Şam valisine hitap eden bir cümlede, ‘Montefiore ve Cremieux adlı baylar benden tutukluların bağışlanmasını rica ettiler’ buyruluyor.
Bizde, Avrupa’da bağışlanma sözünden suçlulara bahşedilmiş bir af anlaşılır. Oysa yüksek malumunuzdur ki, gerek Sör Moses, gerekse bendeniz Şam’daki bahtsız kardeşlerimizin suçlu olduklarını asla söylemiş değiliz.”
“Benim fermanımda da onlara suçlu denmiyor ki.”
“Özür dilerim, Paşa Hazretleri! Fakat cümlede, sizden onların bağışlanmasını dilediğimiz söyleniyor. Böyle bir dilekte bulunmamız için onları önce suçlu kabul etmemiz gerekirdi. Fakat onlar benim gözümde de, Sör Moses’in gözünde de suçsuzdurlar. Paşa Hazretleri bizleri daha acı üzüntülere uğramaktan kurtarıp sevinçlere gark edecek bir işlemde bulunmayı istemeyecek değillerdir herhalde.” “Hayır, elbette istemem böyle bir şey. Fermanımda neyin değiştirilmesini istiyorsunuz?”
“Hiçbir şeyin Paşa Hazretleri; sadece tek bir sözcük, bağışlanmak sözcüğü…”
“Kaldırılabilir.”
“Bir çeşit özür dileme olan bu düzeltmenin etkisi, iki elçimizi tutuklu kardeşlerinin serbest bırakılmasından duydukları sevinçten çok daha büyük sevinçlerle doldurmuştu.
Onların suçsuz olduklarını Mısır hükümeti çoktan anlamıştı; yoksa “katilleri” asla serbest bırakmaz, davayı da durdurmazdı.
Montefiore ile Cremieux, gerçek katilin bulunması için Şam’a giderek mahkemeye başvurmak arzusundaydılar. Fakat Mısır ile Türkiye arasında savaş çıktığından oraya gitmekten vazgeçmek zorunda kaldılar. ([24]) Görevlerinin bu bölümünü tamamlayamamışlardı; bu eksikliği, altı aylık bir ayrılıktan sonra, evli kadınları kocalarına, çocukları babalarına kavuşturmanın; her şeyden önce de İsrail adını kan cinayeti iftirası utancından arındırmanın keyfini yaşamakla giderdiler.
ON BİRİNCİ BÖLÜM
Kötü Tohumdan İyi Ürün
Montefiore, Şam’daki tutuldular zindanın büyük kapısından dışarı çıkınca, görevini artık sona ermiş olarak mı gördü?
Asla! Suçsuz dindaşlarının bu şekilde kurtuluşu, Montefiore için kardeşlerinin hayrına yeni eylemlere girişmesi için bir çıkış noktası oldu.
Bu amaçla da yurduna dönmeyip Konstantinopol’e gitti. Lord Palmerston’un tavsiyesi, orada Türk Dışişleri Bakanı Reşit Paşa’nın onu Sultan’ın huzuruna çıkarmasını sağlayacak kadar etkili oldu.
Büyük İngiliz İmparatorluğu’na duyulan saygıdan dolayı huzura kabul töreni, Doğu ülkelerine özgü bir debdebe gösterisiyle yapıldı; bu gösteride askeri müzik de eksik değildi.
Sör Moses, usulüne uygun duruşma yaptırarak Rodoslu Yahudilerin suçsuzluğunu kanıtlama ve böylece bir hukuk cinayetini önleme olanağını sağlayan Türk hükümetinin takdire değer bu davranışından ötürü sultana teşekkürlerini söyledi.
Sultan cevap verdi:
“Şam’daki olayları büyük üzüntüyle haber aldım; bundan dolayı da Rodos konusunda usulüne uygun işlemler yapılmasını emrettim, böylece Yahudilik camiasına bir tarziye vermeye çalıştım. İsrail dininden cemaatler, her zaman İmparatorluğumun öteki tebaaları gibi aynı himaye ve aynı avantajdan yararlanacaktır. Heyetinizin benden istediklerini kabul edeceğim; çünkü sizi bu başkente getirten insan sever düşünceleri takdir etmeyi biliyorum.”
Sör Moses’in başkanı olduğu heyet, sultanda ne istemiş olabilirdi? Yahudilerin, Türkiye’de yaşayan öteki insanlarla eşit haklara sahip olmasından başka ne daha fazla, ne daha az bir şey istiyor değillerdi.
Pervasızca bir istek! Yabancı bir devletin işlerine görülmemiş biçimde karışmaktı bu -hem de bunu resmi görevi olmayan biri yapıyordu.
Ne var ki, adaletin ve insanlığın sesi, her türlü politik kavgayı bastırmaktaydı. Onun içindir ki sultan şu fermanı yayınladı:
“Yahudiler aleyhinde öteden beri söylenen bir önyargı vardır. Cahil kimseler, Yahudilerde bir insanı kurban etmek ve kurbanın kanını Hamursuz Bayramı’nda sofrada kullanmak geleneğinin bulunduğuna inanmaktadırlar. Bu önyargı yüzünden Şam ve Rodos’ta -İmparatorluğumuzun tebaası olan- Yahudiler, başka dinden kimseler tarafından baskılara uğratılmıştır. Onlara karşı yaygınlaştırılan iftiralar ile yapılan kovuşturmalardan haberdar olduk. Bunun üzerine hayal ürünü bu uydurma cürümden dolayı Rodos’ta suçlanmış birçok Yahudi, kısa süre önce, adı geçen adadan Konstantinopol’e getirildi, burada yeni yasalara göre yargılandılar ve tamamının suçsuz oldukları anlaşıldı.
Ayrıca, Yahudilerin din kitapları da bilgin ilahiyatçılarca gözden geçirildi. Bu inceleme sonunda, Yahudilerde, insan kanı şöyle dursun, hayvan kanının kullanımının dahi yasak olduğu meydana çıktı. Bu da, onlara ve onların inançlarına karşı yapılan suçlamaların saçma iftiralar olduğunu açıkça kanıtlamaktadır.
Bu nedenle ve de tüm tebaamıza beslediğimiz sevgiden ötürü, suçsuzluğu anlaşılmış Yahudi halkının bundan böyle herhangi bir asılsız suçlamayla rahatsız edilmesini yasaklıyoruz. Yahudi dininden olanlar, egemenliğimiz altında bulunan diğer halklarla eşit biçimde, aynı haklardan yararlanacaklardır. Ve yine kesin emirler verdik ki, Yahudiler, İmparatorluğumuzun her yerinde, Babıâli’nin diğer tebaaları gibi korunsunlar; ibadetlerini serbestçe yapmalarına hiçbir şekilde karışılmasın; güvenlikleri ve huzurları asılsız nedenlerle bozulmasın.”
O zamandan beri Türkiye’de artık hiç kimse, Yahudilere karşı dinsel amaçlı cinayet suçlaması yapmaya cesaret edememektedir. 1847 yılında Kudüs’te Yahudilerin bir Hıristiyanı dinsel tören amacıyla öldürdüğü söylentisi yayılınca, Rum-Ortodoks rahipleri kan suçlamasının gerçekliğini ispata kalkışmışlarsa da, Montefiore’nin ricasıyla yayınlanmış bulunan ferman, tüm kuşkuları susturmuş, herhangi bir adli kovuşturmayı da önlemiştir.
Şam’da nefretin ve iftira hırsının saçmış olduğu kötü tohumlar, Yahudilere sultanın öbür tebaasıyla tam bir hukuksal eşitlik sağlamasının dışında başka güzel olanaklar da vermiştir.
Batı Avrupa Yahudilerinin acıma ve üzülmeleriyle Doğu ülkelerindeki kardeşleriyle kurdukları bağlantı, Montefiore’nin yurduna dönmesinden sonra da devam etti. Bu bağlantı daha can ve gönülden oldukça, Montefiore ile Cremieux de Doğu’daki dindaşlarının ekonomik ve kültürel düzeylerini yükseltmek için geniş çevreleri daha çok heveslendirmeyi başardılar.
Cremieux, bu yoksulluğu gidermenin en kestirme yolunun okullar kurmak olduğunun bilincindeydi; çünkü nerede okul varsa, orada eğitim oluyor; nerede eğitim varsa, orada da iş ve kazanç oluyordu. Bu nedenle Cremieux, İskenderiye ve Kahire’de birer Yahudi ilkokulu kurulmasını sağlamadan Mısır’dan ayrılmadı; bu okulların bakım ve giderlerini karşılamak için kendisine çok zengin bağışlar yapılmıştır.
Cremieux’nün burada hiçbir şefaati bulunmayan bir kişi olarak, mütevazı bir çerçevede gerçekleştirdiği işi, daha sonraları tüm dünyada örgütlenen bir dernek, çok daha büyük ölçeklerde sürdürmüştür. Her yerde Yahudilerin hukuksal eşitliği ve moral yükselişi için çalışan; sırf Yahudi olduğu için acı çekmiş herkese etkili yardımlar yapan bu dernek, 1860’ta kurulmuş “Alliance Israelite Üniverselle”dir.
Yarım yüzyıldan beri Allianz, “Sevgi, adalet ve özgürlük adına yeryüzündeki tüm İsrailoğullarını birleştirmeyi” amaçlayan bu örgüt, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’nın henüz uygarlaşmamış ülkelerinde İsrailli yaşlı ninelere reva görülmüş barbarlık ve zulüm hırsının yaralarını sarmak için milyonları ve yeniden milyonları toplamıştır. Binlerce parasız yatılı öğrenci, Allianz okullarında aldıkları dersler sayesinde ekmeklerini namuslarıyla kazanmak olanağını elde etmiş, böylece de insan toplumunun yararlı üyeleri olmuştur.
Cremieux’ten esinlenerek Allianz’ın açtığı okulların sayısı 1909’da 144’e ulaşmıştır. Bunlardan Fas’ta 22, Bulgaristan’da 10, Türkiye’nin
Avrupa kesiminde 35, Küçükasya’da 16, Suriye’de 19, Mezopotamya’da 6, Trablusgarp’ta 2, Mısır’da 8, Tunus’ta 6, İran’da 16, Cezayir’de 4 okul bulunuyordu. Ayrıca Allianz, Paris yakınında Auteuil’de zaman zaman bir öğretmen kursu açmakta; Djedeida’da bir tarım okulunun, çeşitli kentlerde erkek çocuklar için 32 çırak okulunun sürekli hizmet vermesini sağlamaktadır. Çırak okullarında yüzlerce çocuğa değişik elsanatları dallarında çok iyi eğitim verilmiştir. Bu okullar Yahudilerin ahlakının, beden yapılarının ve ekonomik güçlerinin olağanüstü derecede bir iyileşme göstermesine yol açmıştır. Dünyanın üç kıtası üzerinde yayılmış Allianz okullarında toplam 45.000 çocuğun eğitimi, giyimi-kuşamı ve beslenmesi sağlanmıştır.
Allianz’ın ana kucağından yetmişli yılların başlarında iki kuruluş çıktı. (Tam bir ayrılış değildi bu, her iki kuruluş da Allianz’la olan gönül bağını hep sürdürmüştür.) Bu kuruluşlardan biri, “Avusturya İsraeli Allianz”, diğeri “Anglo-Jetuish Colorıization Association “dur. Sonunda Allianz 1902 yılında en başarılı yardımcısı “Alman Yahudileri Yardımlaşma Birliği”nde yeniden dirildi. Bu birlik, tıpkı “Alliance İsraelite Üniverselle” gibi, Doğu ülkelerinde Yahudilerin eğitim düzeyinin yükselmesini ve ekonomik bakımdan gelişmesini kolaylaştırmak için okullar kurmaya önem verdi.
Bu yardım birliği, 1908 yılında, Doğu ülkelerinde şu enstitüleri; ya kendi olanaklarıyla, ya da kısmen katkıda bulunarak yaşatmaktaydı:
12 çocuk yuvası, 13 kız ve erkek okulu,
1 ticaret Lisesi, 1 ev idaresi okulu,
2 kız yurdu, 1 tatbiki sanat okulu,
1 öğretmen kursu. Toplam 31 eğitim kurumu ve bunlardan yararlanan 5000 bakıma muhtaç çocuk. Bu okulların giderlerinin karşılanması, keza çeşitli ülkelerde dindaşlarımızın arasında hüküm süren yoksulluğun azaltılması için Yardım Birliği, 1907/1908 yılında bir buçuk milyon mark harcamıştır.
Şam’daki olaylar ve bu olaylar nedeniyle gerçekleştirilen yardım kampanyası -İngiltere dışındahiçbir ülkede, inanç ve vicdan özgürlüğünün klasik ülkesi Kuzey Amerika’daki kadar canlı bir yankı bulmamıştır.
Burada -Lord Palmerston gibi düşünen-Amerika Birleşik Devletleri Başkanı (*), Şam’da insanlığa karşı işlenmiş suçu protesto etmiş ve devletin Doğu’daki diplomatik temsilcilerine durumun derhal düzeltilmesi için aracı olunması direktifini vermiştir.
(*) 1837-1841 yıllarında ABD Başkanı Van Buren’di.
Böylesine aydın ve adil bir hükümetin tutumundan cesaret alan Amerikan Yahudileri, dinsel tören amaçlı cinayet yalanını şiddetle reddettiler ve hoşgörüsü kıt ülkelerde yaşayan kardeşlerinin ileride uğramaları olası kovuşturmalara karşı etkili biçimde harekete geçilmesini sağlamak amacıyla bir birlik kurdular. Bu birlik aynı zamanda kendi yurdunda muhtaç duruma düşmüş olanlara, dünyanın neresinde olursa olsun yardım etmeyi de amaçlıyor, insana yardım işlerini kolaylaştırmayı zorunlu görüyordu; çünkü: Charity begirıs at home. Bu birliğin kurucusu, kendisi için haklı olarak kötü tohumun asil meyvesi diyebileceğimiz Henry Jones, Amerika’ya göç etmiş bir Alman makine imalatçısıdır. Birliğin kuruluş günü de 13 Ekim 1843’tür. “Hayırseverlik, Kardeş Sevgisi, Uyum” sloganları altında “Birliğin Çocukları” -B’nei B’riss- bağımsız bir tarikatta bir araya geldiler; amaçladıkları yüce görevleri şunlardı: İsrailoğullarını insanlığın en yüksek çıkarlarına ulaştırmak için birleştirmek; soyumuzun ruhsal ve töresel karakterini daha da geliştirmek ve yükseltmek; insan sevgisi, şeref ve vatanseverliğin en temiz ilkelerini zihinlere nakşetmek; sanat ve bilimi korumak; yoksulların ve muhtaçların sıkıntısını azaltmak; hastaları ziyaret etmek ve onlara bakmak; kovuşturma kurbanlarının yardımına koşmak; dulları ve yetimleri gözetmek, onlara olanca güç ve şefkatle yardım etmek.”
Her ne kadar “B’nei B’riss” tarikatına, sadace erdemli yaşayış tarzıyla başkalarına örnek oluşturabilecek, aynı zamanda da hayır işleri amacına büyük miktarda para harcayabilecek ve harcamayı isteyecek durumda olan dindaşlar alınmışsa da, tarikat ideali öylesine coşkulu bir rağbet gördü ki, 1881 yılına kadar 25.000 saygın Amerikan Yahudisi “B’nei B’riss” bayrağı altında toplanıp 300 loca (şantiye) oluşturdu. O yıl (1881) tarikatın önderleri, Almanya Yahudilerinin ileri gelenleriyle tarikatın bu ülkede örgütlenmesi amacıyla görüşmelere başladılar.
Almanya’da etkinliklerine yeni başlayan Yahudi düşmanı bir haraket, acıda ve inançta yoldaş olanları birbirine yaklaştırdı. Bu da kardeş sevgisine dayanan bir birliğin kurulması için çok elverişli bir ortam oluşturdu. Böylece 20 Mart 1882’de “Bağımsız B’nei B’riss Tarikatının (UOBB) ilk locası, “Alman İmparatorluğu Locası” adıyla Almanya’da, Berlin’de tarikat yönetiminin gönderdiği bir temsilcinin yaptığı törenle açıldı. Bir yıl dolmadan Alman İmparatorluğu Locası’na yüzden fazla kardeş katılmış bulunuyordu. Bu durumda Berlin’de, 1883’te, ikinci bir loca, “Berthold Auerbach (*) Locası”nı açmak zorunlu oldu. Bunu ertesi yıl, yine Berlin’de, “Montefiore Locasının” açılması izledi. Bu locanın kurulması, kitapçığımızın kahramanı için -belki de son kezbüyük bir sevinç kaynağı olmuştur.
(*) Berthold Auerbach (1812-1882), sağlam g özlem e dayanan, eğlenceli öyküleriyle büyük bir ün kazanmış bir yazardır.
Bu arada tarikat düşüncesi Almanya’nın öteki kentlerinde de kök salmış ve Halle, Beuthen, Stettin, Breslau localarının kurulmasına yol açmıştır.
1909 yılında “B’nei B’riss” tarikatının Almanya’da 70 locası ve bu locaların toplam 7000 üyesi bulunuyordu.
Alman bölgesel localarının yönetimi Berlin’deki büyük loca tarafından yapılıyor, bu locanın başında da “Büyük Başkan” (Hukuk Danışmanı Timendorfer) bulunuyordu.
“B’nei B’riss” tarikatı neler başardı; üyeleri üzerinde nasıl eğitici ve yüceltici etkiler yaptı; sevecen değerli çalışmaları nasıl sonuçlara ulaşıp nelere yararı dokundu; kardeşlik düşüncesi ve candan dostluk tarikatın tüm üyelerini nasıl uzlaştırıcı bir bağla sardı, bütün bunları, bu tarikata katılanlar, çalışıp hizmet ederek öğrendiler.
Yahudi kardeşlik sevgisinin Montefiore’nin ideali doğrultusunda gerçekleşmesi için bu birlikler etkili oldular. “Büyük Birlik”inde sinesinde doğan;
“Montefiore Birlikleri” de ([25]) Montefiore’nin mirasçısı olarak sessiz, ciddi çalışmalarla gençlere kutsal metinlerin bilgilerini ulaştırmak, böylece onlarda geleneksel inanca yönelik sevgi uyandırmak amacına hizmet ettiler.
Kaynak: Dünyanın En Ünlü Yahudisi-Sör Moses Montefiore, Bir Yaşam öyküsü, Yazan: Dr. Eugen Wolbe Çeviren: Esat Nermi Erendor, Temmuz 2000, İstanbul