BOSNA-HERSEK DOSYASI
Önceki sayfalarda İslam dünyasının farklı bölgelerinde Müslümanlara yapılan saldırı ve baskılara değindik. Ancak kuşkusuz içinde bulunduğumuz dönemde İslam ümmetine yönelik en büyük saldırı, Bosna-Hersekli Müslümanlara karşı yapılan saldırıdır. Ülkedeki iç savaşın başladığı 1992 Nisanından bu yana öldürülen Bosnalı Müslüman sayısı 200 bini aşmıştır. 2 milyon insan evlerinden sürülmüş, 50 bine yakın Müslüman kadına tecavüz edilmiş, Sırp toplama kamplarına alınan Müslümanlar inanılması zor işkenceler görmüş, onbinlercesi sakat kalmıştır. İşin en çarpıcı yanı, Bosnalı Müslümanlarla, onlara bu vahşeti uygulayan Sırpların aynı ırktan olması ve aynı dili konuşmasıdır. Tek fark dindir. Diğer bir deyişle savaş tam anlamıyla bir din savaşıdır ve Bosnalı Müslümanlar, yalnızca Müslüman oldukları için saldırıya uğramışlardır.
Bosnalı Müslümanların tüm bu Sırp saldırganlığına karşı gösterdikleri direnç ise kuşkusuz bir kahramanlık örneğidir. Savaş patlak verdiğinde Sırplar, başlattıkları blitzkrieg sayesinde Müslümanları bir kaç haftada yok edeceklerini ya da süreceklerini hesaplamışlardı. Ama öyle olmadı. Başlangıçta hiçbir askeri gücü olmayan Müslümanlar, kısa sürede toparlandılar, Armija BiH'i (Bosna-Hersek Ordusu) oluşturdular ve hiç kimsenin ummadığı bir direnç gösterdiler.
Ancak burada savaşın ayrıntılarına girmeyeceğiz. Çünkü konumuz nedeniyle bizi burada asıl olarak ilgilendiren, Bosna-Hersek olayının Düzen'in içinde ne gibi bir yeri olduğudur. İsrailoğullarının global bozgunculuğu ile karşı karşıya olduğumuz şu dönemde, İslam ümmetine karşı girişilen bu en büyük saldırının da kuşkusuz bir anlamı vardır.
İngiliz Başbakanı Lloyd George, 1917 yılında Sırpları "Kapının Bekçileri" olarak tanımlamış, bu "kahraman ulus"un İslam dünyasından gelen saldırılara karşı Avrupa medeniyetinin bekçiliğini yaptığını söylemişti. İngiliz tarihçi R.G.D. Laftan da bu yorumdan hareketle yandaki "SIRPLAR: KAPININ BEKÇİLERİ" adlı kitabı yazdı. Ve Sırpların "kapının bekçiliği" misyonu hiç değişmedi. |
Önceki sayfalarda Müslümanlara karşı düşmanlık besleyen yerel güçlerin, gerçekte Düzen'in yerel müttefikleri olduğunu ve hepsinin de İsrail'le çok yakın bağlantıları olduğunu inceledik. Sırpların da benzer ilişkilere sahip olup olmadıkları, kuşkusuz önemli bir sorudur.
Bu konuda belki de ilk söylenmesi gereken, Bosna-Hersek'teki saldırının global düzeyde stratejik önemi ve anlamı olduğudur. Bazıları Bosna-Hersek'te yaşananları, Soğuk Savaş'ın bitiminin ardından Doğu Avrupa'da doğan kaos ortamının etnik milliyetçilikle birleşiminin bir sonucu olarak algılamakta ya da öyle göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa gerçek daha farklıdır. Bosna-Hersek'te yaşanan vahşet, planlı bir vahşettir. Sorumlusu ise yalnızca Sırplar değildir. Aksine, Sırplar "tetikçi"dirler; olayın arkasındaki "beyin" ise daha farklı bir yerdedir. Bu "beyin", Düzen'dir.
Aslında Sırpların tarihsel olarak Düzen'in taşeronluğu misyonu taşıdığını söyleyebiliriz. İngiliz Başbakanı Lloyd George, 8 Ağustos 1917 tarihli bir konuşmasında Sırpları "Kapının Bekçileri" olarak tanımlamış, "Sırplar her zaman Avrupa medeniyetini doğudan gelen saldırılara karşı korumak için ellerinden geleni yapmışlardır" demişti. Bu yorumdan hareketle İngiliz tarihçi R. G. D. Laf- fan, 1917 yılında The Serbs: The Guardians of the Gate (Sırplar: Kapının Bekçileri) adlı bir kitap yazmış ve Sırpların Osmanlı'ya karşı yürüttükleri mücadeleyi öve öve bitirememişti. Aynı kitap, 1989 yılında Amerika'da Dorset Press adlı yayınevi tarafından yeniden basıldı...
Bu noktada içinde bulunduğumuz dönemde Bosna-Hersekli Müslümanların neden Düzen tarafından hedef alındığını sorabiliriz. Bu durumda karşımıza çıkan cevap, bu Müslüman toplumunun stratejik açıdan çok sakıncalı bir yerde olduğudur. Düzen'in, Samuel Huntington'ın ağzından, dünyanın bir "medeniyetler çatışması"na sahne olacağını ve en büyük çatışmanın da Batı ve İslam arasında geçeceğini ilan ettiğini biliyoruz. İşte Bosna-Hersek'in sorunu buradadır: Bu Müslüman toplumu, Batı'nın içinde İslam'ı temsil eden bir yabancıdır; Batı'nın gözünde bir tür "beşinci kol"dur. Yalnızca coğrafi açıdan değil, kültürel açıdan da böyledir.
Düzen'in, Batı aracılığıyla dünya üzerindeki en büyük Düzen-karşıtı tehlike olan İslam'la çatışmaya başladığı bir sırada, İslam ümmetinin en batılı temsilcisinin saldırıya uğraması bir tesadüf değildir. Bu saldırının, Bosna'da Aliya İzzetbegoviç önderliğinde bir "İslami yeniden doğuş"un yaşandığı sırada gerçekleşmiş olması da anlamlıdır.
Evet, Bosna'da yaşananlar bir tesadüf değildir. Bunun en iyi ispatı, Sırp saldırganlığının sahip olduğu stratejik ilişkilerdir. Çünkü dünyadaki diğer tüm anti-İslami hareketler gibi Sırplar da Düzen'in sahipleri ile çok yakın bağlantılara sahiptirler.
Sırp Saldırganlığının Tarihsel Arka planı
Bosna-Hersekli Müslümanlar, ilk defa katliamla yüzyüze gelmiyorlar. Bu Müslüman toplumu, Osmanlı İmparatorluğu'nun bölgedeki gücünün zayıflaması ve yerel anti-İslami güçlerin etkinlik kazanmasından, yani 19. yüzyılın başından sonra, sürekli olarak saldırıya uğradı. Dolayısıyla, Bosnalı Müslümanların yaşadıkları acıların arkasında, Osmanlı'nın yıkılışını hazırlayan güçlerin büyük bir rolü vardı. Kitabın 2. ve 4. bölümlerinde Osmanlı'nın yıkılışının gerçek mimarını birlikte keşfetmiştik: Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasında kurulmuş olan İttifak. İttifak, İslam dünyasının en önemli gücü ve aynı zamanda da Vaadedilmiş Toprakların hakimi olan Osmanlı'yı yıkmak için farklı yöntemler kullanmıştı. Bunların en önemlilerinden biri, Osmanlı içindeki azınlıkları isyana kışkırtmak oldu. Bu azınlık isyanlarından ilki ve belki de en önemlisi, Sırp isyanıydı. İsyan önemliydi; çünkü Bosnalı Müslümanlara karşı girişilen ilk soykırım hareketini içeriyordu ve tamamen Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasındaki İttifak'ın bir ürünüydü.
Sırp mason üstadı Zoran Nemeziç, Sırbo-Hırvatça dilinde yazdığı Masoni U Jugoslaviji 1764-1980 (Yugoslavya'da Masonlar 1764-1980) adlı kitapta, genel olarak tüm Balkan isyanlarında, mason localarının isyancıların yanında yer aldığını anlatıyor. Bunun en açık örneklerinden biri 1804 yılında patlak veren Sırp isyanıydı.
Sırp isyanı, Karayorgi ve Petar Icko adlı iki kişinin önderliğinde başlamıştı. İşin ilginç yanı, bu iki liderin de mason oluşuydu.59 Sırp isyanının iki önderinin de mason oluşu kuşkusuz oldukça anlamlı bir bilgidir. Ancak bunu daha da anlamlı hale getiren bir bilgi daha vardır. Çünkü bu bilgi, isyanın İttifak'ın bir ürünü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: Judaica'nın yazdığına göre, Karayorgi ve Petar Icko önderliğinde yürütülen uzun Sırp isyanı boyunca, Belgradlı zengin Yahudiler, Sırp isyancıların silah ihtiyacını karşılamış, onlara Osmanlı ordusuna karşı kullanmak üzere büyük miktarda silah ve cephane temin etmişlerdir. Bu "Yahudi bağlantısı" sonra da sürmüş ve Belgrad Yahudi cemaatinin önde gelenlerinden Almoslino, Karayorgi'nin en yakın adamlarından biri haline gelmiştir.60
Masonlar tarafından yönetilen ve Yahudiler tarafından desteklenen bu ilk Sırp ayaklanması sırasında Bosnalı Müslümanlara yönelik ilk büyük katliam da gerçekleşti. Ünlü Sırp tarihçisi Stojan Novakoviç, "Türkler'in genel imhası"nın 1804'teki ayaklanma döneminde başladığını söyler. Bu "Türkler" Bosnalı Müslümanlar anlamına geliyordu. Boşnaklar, kendilerini yalnızca Müslüman oldukları için öldüren Sırp birliklerine "çete" diyorlardı. Zamanla Türkçe kökenli bu "çete" sözcüğü, Sırbo-Hırvatça'ya aktarılarak "Çetnik" haline dönüştü. O günden bu yana, Müslüman düşmanı silahlı Sırplar, "Çetnik" olarak tanımlanmaktadır.
Daha sonraki dönemde de Sırp milliyetçiliği ile masonluk arasındaki yakın bağlantı sürdü. Osmanlı, Karayorgi Ayaklanması'nı bastırmaya çalışırken, yeni bir Sırp ayaklanması da 1815'te Milos Obrenoviç önderliğinde başladı. Obrenoviç, 1815'te Sırp Prensi olarak tanındı. Daha sonra yerine oğlu Michael Obrenoviç geçti. Obrenoviç'in önemli bir özelliği, mason oluşuydu. İtalyan masonluğunun iki büyük üstadı ve Papa'ya karşı açılan savaşın iki büyük lideri olan Mazzini ve Garibaldi ile çok yakın dost olan Micheal Obrenoviç, oldukça da yüksek dereceli bir masondu.61
19. Yüzyılda hızla gelişen Sırp milliyetçiliğinin mason localarıyla olan ilişkisi, 1914'teki Saraybosna suikasti ile iyice tescillenmiş oluyordu. Avusturya-Macaristan veliahtını vuran Gavrilo Princip ve suç ortakları, Belgrad locasına kayıtlıydılar. Daha da önemlisi, suikasti Fransa Büyük Locası'nın (Grand Orient) bilgi ve desteği ile gerçekleştirmişlerdi. Üstte, Arşıdük'ün vurulmasından hemen sonra Bosna polisi tarafından yakalanan suikastçilerden biri. |
19. yüzyılın ikinci yarısında Sırp milliyetçiliği iyice ırkçı bir temele oturdu. Bu ırkçı uyanışın önderliğini bazı Sırp entellektüeller çekiyordu. En dikkat çekici özellikleri ise istisnasız mason oluşlarıydı. "Sırp ulusal bilinci"nin uyanmasına öncülük eden Dositej Obradoviç ve Vuk Stefanoviç Karadziç, loca arkadaşıydılar.62
Bu dönemdeki en çarpıcı isim ise kuşkusuz Petar Petroviç Njegos'tu. Bir Karadağlı Ortodoks rahip ve aynı zamanda aristokrat olan Njegos, Sırp ırkçılığının en önemli tahrikçilerinden biri, hatta yerinde bir deyimle "Çetniklerin babası" olarak kabul edilir. Yazdığı savaş destanları, Sırp milli edebiyatının en ünlü örnekleridir. Önemli olan, bu destanların içinde fanatik bir Müslüman düşmanlığının körüklenmesidir. Njegos'un şiirleri arasında "camileri ve minareleri parçalayın", "Türkleşmiş olanları yok edin" gibi ifadelere rastlanır. Njegos'un Gorski Vijenac (Dağların Tacı) adlı ünlü şiiri, Bosnalı Müslümanlara yapılan bir katliamın övülmesinden ibarettir. Boşnak profesör Mustafa İmamoviç'in yazdığına göre, Njegos'un bu şiiri, daha sonra Sırplar ve Karadağlılar tarafından Müslümanlara uygulanan tüm soykırım ve baskılara ideolojik temel hazırlamıştır. Bu şiirin bir yerinde Njegos, Osmanlı sultanı IV. Murad'ı Kosova savaşının sonunda savaş alanında bıçaklayarak öldüren Milos Oblilic'e atıfta bulunarak şöyle der:
Öyleyse parçalayın tüm minareleri ve camileri...
Size sesleniyorum ey Milos Oblilic'in nesli,
Taşıdığımız bu güçlü silahlar ve kana bulanmış inancımız ile.
İyi olan kazanacaktır, çünkü Ramazan ve Noel, asla birarada yaşayamaz.
Njegos'un masonik bağlantıları da ilginçtir. Zoran Nemeziç, Masoni U Jugoslaviji 1764-1980'de Njegos'un mason olduğuna dair kesin bir belge olmadığını, ancak Vuk Stefanoviç Karadziç gibi masonlarla yakın arkadaşlığından yola çıkılarak büyük olasılıkla mason olduğunun söylenebileceğini yazıyor.63 Ancak Nemeziç, daha da önemli bir bilgi aktarıyor:
Bosna-Hersek'in 1908'de Avusturya-Macaristan dönemindeki ilhakından sonra, Sırp masonları, Macar masonlarından ayrılarak 'Sırbistan Yüksek Meclisi'ni kuruyorlar. Belgrad'da 'Hür Masonlar Evi' açılıyor. Bu locanın içi değişik resim ve sembollerle süslü. Balkon kısmında Dositej Obradoviç ve Petar Petroviç Njegos'un resimleri var.64
"Camileri ve minareleri parçalayın" emrini veren Njegos'un resimlerinin Belgrad locasının duvarlarını süslemesi kuşkusuz oldukça anlamlı bir işarettir (localara normalde portre asılmaz) ve masonluğun Sırbistan'daki anti-İslami gelenekle olan ilişkisini göstermesi açısından son derece önemlidir. Sırbistan localarının anti-İslami özelliğinin yanısıra bir de "Yahudi bağlantısı"na sahip olması ilgi çekicidir. Fransız mason Daniel Ligou, "Sırbistan'daki localarda, devlet adamlarından, Ortodoks kilisesi mensuplarına, hatta hahamlara kadar pek çok kişinin yer aldığını" yazmaktadır.65
Bu arada Belgrad locasının bu dönemlerde gösterdiği faaliyetlerin önemine dikkat etmek gerekir. Bu loca, oldukça önemli bir locadır ve masonluğun Osmanlı'nın yıkılmasında önemli rol oynayan Makedonya Risorta ve Veritas locaları ile birlikte Balkanlar'daki en önemli merkezlerinden biridir. Nitekim az önce değindiğimiz Sırp ırkçısı masonların Karayorgi, Petar Icko, Dositej Obradoviç, Vuk Stefanoviç Karadziç tümü Belgrad locasının üyeleriydiler. Locanın Osmanlı yönetimi sırasındaki siyasi hedefleri, Türk masonlarının yayın organı Mimar Sinan dergisinde şöyle vurgulanıyor:
Belgrad Locası ile ilgili bilgiler... Dr. Levis'in raporunda yer alıyor. Raporda şöyle denilmekte: 'Belgrad'da, Hür Duvarcılar adını taşıyan gizli bir örgüt mevcuttur. Belgrad Locasının faaliyet yönü politiktir ve maksat ve gayelerine, mevcut durumu yıkmakla varmaya çalışır... Belgrad Locası, Balkanlardaki ana locadır. Vidin, Sviştov, Rusçuk, Varna, Niş locaları Belgrad Locasına bağlıdır. Bu yılın 5 Ağustos'unda Belgrad'da genel toplantı yapılacak ve bu toplantıya tüm bağlı localar delegeleri katılacaktır... Belgrad Locası, tüm ülkelerin devrimci kulüpleri ile devamlı temas halindedir... Radosavijeviç'in sözlerine göre, Belgrad locası, Peşte Hür Masonları ile de temastadır ve gayesi Belgrad'da iktidarı yıkmaktadır... Locanın 60 yaşlarındaki bir üyesi aynı düşünceye sahip birinin huzurunda, yakında Belgrad locasından büyük işler zuhur edeceğini ve bu işlerin bütün dünyayı şaşırtacağını ve sürpriz olacağını söylemiştir. Bu ifadeden locanın politik planları da sezilmektedir.66
Loca üyesi masonun "kehaneti" doğruydu. Gerçekten de Belgrad Locası'ndan "büyük işler zuhur etti"... Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Yugoslavya topraklarında Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı kuruldu. 1919'da, bu yeni Krallık'ta, "Sırpların, Hırvatların ve Slovenler'in Büyük Locası" ismiyle yeniden Belgrad locası oluşturuldu. Bu locanın, 1926 yılında bastığı, yalnızca loca üyelerine mahsus ve içinde locada alınan kararların, kabul edilen prensiplerin bulunduğu kitapçık, masonların Bosna-Hersek'te yaşayan Müslümanlardan dolayı o dönemlerde duydukları rahatsızlığı gösteriyordu. Maçonnique De Belgrade - Compte Rendu Officiel başlıklı kitapçıkta, masonik idealler açısından Krallık sınırları içindeki şartları inceleyen locanın, Boşnaklara özel bir ilgi gösterdiği görülüyordu:
Masonik hedef ve ideallerin tesisi için uygun olmayan şartların göz önünde bulundurulması gerekir... Bölgedeki Müslüman nüfus, bu şartların en önemlisini teşkil etmektedir. Bu toplumun güçlenmesi ve baskın bir yapıya kavuşması, masonik idealler açısından, Belgrad Locası'nın oluşmasından şiddetle kaçınması gereken bir durumdur. Böyle bir durumun oluşmaması için azami özen gösterilmelidir.67
Belgrad locasının politik hedefleri olduğu ve bu hedeflerin de Sırp milliyetçiliği ve Müslüman düşmanlığı üzerine oturduğu, I. Dünya Savaşı'nın kıvılcımı sayılan Saraybosna suikastinde de açıkça belli olmaktır. Suikast, "Büyük Sırbistan" rüyaları gören ve Bosna-Hersek'i Avusturya-Macaristan egemenliğinden çıkarıp, Sırp hegemonyası altına almak isteyen Gavrilo Princip adlı bir mason tarafından gerçekleştirilmişti. Zoran Nemeziç, Avusturya Arşıdükü'nü vuran Princip'in Belgrad Locasına bağlı bir mason olduğunu ve ayrıca Fransız Büyük Locası (Grand Orient) ile de ilişki içinde olduğunu yazmaktadır.68 Fransız yazar Henry Coston yalnızca Princip'in değil, onun bağlı olduğu Kara El adlı ırkçı Sırp örgütünün de mason localarıyla ilişkili olduğunu, hatta örgütün liderlerinin çoğunun mason olduğunu bildirmektedir.69
İngiliz tarihçi Michael Howard da Saraybosna suikastçilerinin masonlukla ilgisine değinir. Yaygın bir görüşe göre, Sırp milliyetçisi Kara El örgütünün temsilcileri, Ocak 1914'de Toulouse'daki St. Jerome Oteli'nde Fransız masonluğunun önde gelen isimleri ile gizlice görüşmüşler ve bu toplantıda Avusturya-Macaristan Arşıdükü'ne yapılacak suikast kararlaştırılmıştı. Suikastin amacı, Avusturya-Macaristan'ı Sırbistan'ı işgale zorlamak ve topyekün bir savaşın fitilini ateşlemekti.70 Arşıdükü vurmak için seçilen ve aralarında Gavrilo Princip'in de yer aldığı kadronun ortak özelliği ise veremli olmalarıydı; ancak çok az ömürleri kalmıştı ve bu nedenle özel olarak seçilmişlerdi. Kendilerine verilen emirlerin başında ise yakalandıkları takdirde arsenik içerek intihar etmeleri vardır.
Buraya kadar incelediğimiz bilgiler bize açık bir gerçeği göstermektedir:
Sırp ırkçılığı ve ona bağlı olarak gelişen İslam aleyhtarlığı ile masonluğun çok yakın ilişkisi vardır. Sırp ırkçılığının temsilcisi olan Çetnik hareketi, localarda örgütlenmiş ve zaman zaman da Yahudilerden destek almıştır. Bu yargının ne denli doğru olduğunu gösteren çok açık bir örnek ise II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanmıştır.
Mihailoviç'in Çetnikleri ve Katledilen 100 Bin Müslüman
Az önce de değindiğimiz gibi Türkçe "çete" sözcüğünden türemiş olan Çetnik hareketi, ilk Sırp isyanı ile birlikte 19. yüzyılın başlarında doğdu. Bir süre sonra Çetnik kavramı, Sırpların zihninde kendi ulusal haklarını savunan şoven bir efsane olarak yerleşti. Her istikrarsızlık ortamında Sırp ırkçıları bu Çetnik gruplarını yeniden kurdular. Osmanlı bölgeden çekildikten sonra (1878) Çetniklerin Osmanlı'ya olan nefreti, Bosnalı Müslümanlar üzerinde yoğunlaştı. Bosna-Hersek'teki Müslüman köylerine onyıllar boyunca düzenlenen saldırıların sorumluları Çetnikler'di.
Ancak kuşkusuz Çetniklerin bir siyasi ve askeri güç olarak ilk kez ortaya çıktıkları ve dünya tarafından farkedildikleri dönem, II. Dünya Savaşı yıllarıydı. Bu dönemde Yugoslavya İtalyan ve Alman orduları tarafından işgal edildi. İtalya, Hırvatistan ve Bosna-Hersek'i içine alan "Bağımsız Ustaşa Hırvat Devleti" adı altında kukla bir devlet kurdu. Alman orduları ise Sırbistan'ı işgal ettiler. Ancak işgalci güçler ülkede güçlü bir denetim kuramadılar ve önemli bir iktidar boşluğu doğdu. İşte bu ortam içinde Çetnikler Güney Sırbistan ve Karadağ'da yeniden örgütlendiler ve etkili bir gerilla hareketi başlattılar. Liderleri, Yugoslav ordusunda albay olan, ancak sonradan kendisine "general" rütbesi veren Draza Mihailoviç'ti.
Çetnikler, sözde Alman ve İtalyan işgaline direnmek için örgütlenmişlerdi; oysa bu bir aldatmacaydı. Gerçek hedefleri, savaşın getirdiği karışıklık ortamından yararlanarak düşledikleri "Büyük Sırbistan"ın etnik altyapısını kurmaktı. Bu "Büyük Sırbistan", Çetnik ideologları tarafından "Homojen Sırbistan" olarak da tanımlanıyordu. Yani ülkedeki tüm Sırp-olmayan unsurların ortadan kaldırılması amaçlanıyordu. Bu Sırp-olmayan unsurların en önemlisi ise Çetniklerin geleneksel hedefleriydi; Bosnalı Müslümanlar. Nitekim savaş dönemi boyunca, Çetnikler, yaklaşık 100 bin Müslümanı sistemli bir biçimde katlettiler.
San Francisco Devlet Üniversitesi'nde ekonomi profesörü olan Yugoslav asıllı Jozo Tomasevich'in yazdığı The Chetniks: War and Revolution in Yugoslavia, 1941-1945 (Çetnikler: Yugoslavya'da Savaş ve Devrim, 1941-1945) adlı kitap, Çetnik hareketi hakkında yapılmış en iyi çalışma olarak kabul edilir. Tomasevich, 500 sayfayı aşan kitabında, Mihailoviç'in önderliğindeki Çetnik gerillalarının sürdürdüğü savaşı, Müslümanlara karşı düzenledikleri saldırıları ve Çetnikler'in ilginç bağlantılarını gözler önüne sermektedir.
Aslı Belgrad'daki Askeri Tarih Enstitüsü'nde yer alan, Çetniklerin hayalindeki "Büyük Sırbistan" haritası, Haritada, Sırbistan "Büyük Sırbistan"a dönüşerek tüm Bosna-Hersek, Kosova ve Makedonya'yı yutmuş durumda. Hırvatistan'ın da büyük kımı Sırp egemenliğine bırakılmış. Bunun yanısarı, Macaristan, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk'tan da bazı toprak aktarmaları yapılmış. İşte Çetniklerin geleneksel hedefi, bu coğrafya üzerinde "etnik yönden temiz" bir Büyük Sırbistan yaratmaktır. |
Tomasevich'in kitabında verdiği bilgiler arasında ilk dikkati çeken, Çetniklerin az önce sözünü ettiğimiz "Büyük Sırbistan" hedefidir. Tomasevich, Çetniklerin hem müttefikler (İngiltere ve ABD gibi) hem de Alman ve İtalyan orduları ile iyi geçinerek, "Büyük Sırbistan" mantığına uygun yeni bir Yugoslavya kurmayı hedeflediklerini bildirir. Nitekim Çetnikler, savaş boyunca büyük güçlerin hepsiyle değişik ittifaklar kurmuşlardır. İlk önce İngiltere Çetnikler'e silah yardımı ve propaganda desteği vermiş, savaşın sonlarına doğru da Amerikalılar Çetnikler'e büyük yardımlar yapmışlardır. Bunun yanısıra, Tomasevich, Çetniklerin sözde savaştıkları İtalyan ve Alman birlikleri ve Hırvat Ustaşa Devleti ile de ittifaklar kurduklarını bildirir. Ancak Çetniklerin kesin olarak düşmanlık besledikleri iki grup vardır: Birisi, faşist yapılarından doğan anti-komünist çizgileri nedeniyle düşman oldukları Tito'nun Partizanlarıdır. Ötekisi ise "Homojen Sırbistan"ın en büyük engeli olarak gördükleri ve dinleri nedeniyle nefretlerini çeken Bosna Müslümanlarıdır.
Mihailoviç'in Karadağ'daki Çetnik komutanları Lasic ve Djurisic'e yolladığı bir mektupta verdiği emirler dikkat çekicidir. Çetnik lideri, mektupta bugün sıkça duyduğumuz "etnik temizlik" ifadesini kullanarak şöyle demektedir:
Mücadelemizin amacı, Majesteleri Kral II. Peter'in (sürgündeki Sırp Kralı) önderliğinde, Büyük Sırbistan'ı kurmak ve onu etnik yönden temiz hale getirmektir. Bunun için... devlet sınırları içindeki tüm yabancı milletlerin temizlenmesi, Sancak ve Bosna-Hersek bölgelerindeki Müslüman nüfusun temizlenmesi gerekmektedir.71
Tomasevich kitabında Çetniklerin Müslümanlara karşı uyguladığı sözkonusu "etnik temizlik" operasyonunu anlatır. Buna göre, "Çetniklerin geleneksel düşmanı" olan Bosna-Hersek ve Sancak Müslümanları, 1943 yılından itibaren yoğun Çetnik saldırılarına maruz kalmışlardır. Bundan önce, 1941 ve 1942 yıllarında Güney Bosna'daki Müslüman şehirlerinin bir kısmı Çetnikler tarafından basılmış ve kaçabilenler hariç tüm halk katledilmiştir. Foça şehri, en büyük katliamlardan birine sahne olmuştur. Ocak ve Şubat 1943'de ise Sancak ve Güney Bosna'ya yönelik Çetnik saldırıları büyük bir artış kaydetmiştir. Çetnik kayıtlarında bu dönemlerde Müslümanlara yönelik "temizleme hareketleri" yapıldığı yazılıdır. Çetnik kumandanlarından Albay Djurisic'in verdiği raporlara göre, yalnızca 1943'ün Ocak ayında, 33 Müslüman köyü yakılmış, 400 Müslüman savaşçı (Müslümanların Çetnikler'e karşı oluşturdukları savunma birliklerine bağlı savaşçılar) 1.000'in üstünde de Müslüman kadın ve çocuk Çetnikler tarafından öldürülmüştür. Raporlar, Çetniklerin çoğu kez bıçakla (boğazlayarak) öldürmeyi tercih ettiklerini bildirmektedir. Şubat ayında öldürülenlerin sayısı daha da fazladır: Djurisic'in 13 Şubat tarihli raporuna göre, 1200 Müslüman savaşçı ve 8.000 bin Müslüman sivil (kadın, çocuk ve yaşlı) Çetnikler tarafından katledilmiştir. Ayrıca Çetnikler girdikleri tüm Müslüman köylerindeki malları yağmalamışlardır. Çetnikler bu saldırıların birer karşı-saldırı olduğunu söylemişlerdir, oysa Tomasevich'in de yazdığı gibi bu bir yalandır: Çetnikler tamamen "etnik temizlik" amaçlı bir katliam uygulamış ve kadın, çocuk ayrımı yapmamışlardır.72
Boşnak tarihçi Mustafa İmamoviç, A Survey of the History of Genocide Aga- inst the Muslims in the Yugoslav Lands (Yugoslav Topraklarında Müslüman Katliamının Tarihçesi) adlı çalışmasında, Çetnik saldırıları sonucu ölen Müslümanların sayısının 100 bine yakın olduğunu ve bu ölümlerin hemen hepsinin, bombalama gibi savaş operasyonlarıyla değil, terörizm yoluyla gerçekleştiğini (yani Çetniklerin Müslümanları tek tek öldürdüklerini) söylemektedir. Ölen Müslümanların sayısı, genel Müslüman nüfusunun % 8'ini aşmaktadır, ki bu oran, diğer Yugoslav halklarının II. Dünya Savaşı sırasındaki kayıplarından oran olarak çok daha fazladır. Çetniklerin o dönemde Müslüman kadınlara sistemli bir biçimde tecavüz ettikleri ise bilinen bir başka gerçektir.
Çetniklerin II. Dünya Savaşı sırasında Müslümanlara karşı giriştikleri bu katliam, tarihte İslam ümmetinin karşı karşıya kaldığı saldırılardan biridir. Ve bu katliam da, ümmete yönelen diğer saldırılar gibi yerel güçlerin düzenlediği bağımsız bir saldırı değildir. Aksine, bu katliamın arkasında da Düzen vardır.
Çetnik Vahşetinin Görünmeyen Yüzü:
Masonik İlişkiler ve Kudüs Bağlantıları
Önceki sayfalarda Sırp ırkçılığının mason localarıyla içiçe geliştiğini ve Yahudilerden de stratejik destek aldığına değinmiştik. Zaten kitabın bir önceki bölümünde gördüğümüz gibi hiçbir ırkçı ve faşist hareket, sözkonusu güçlerden, yani İttifak'tan bağımsız değildir. Sırp ırkçılığının, Sırp faşizminin en saf örneği olan Çetnik hareketi de kuşkusuz bu genel kurala uygundur.
II. Dünya Savaşı sırasındaki Çetnik vahşetinin masonlukla ilgisini araştırmak için ilk yapılması gereken, Çetnik lideri Mihailoviç'e daha bir yakından bakmaktır. Bunu yaparken ilginç bir gerçekle karşılaşırız. Mihailoviç'in adı, Fransız mason Daniel Ligou'nun "Masonlar Sözlüğü"nde geçmektedir:
Draza Mihailoviç (1893-1946): Mason Sırp gerilla lideri. İtalyan Mason Dergisi Hiram, Draza Mihailoviç'in mason olduğunu yazmaktadır. İtalya Büyük Locası'nın bir organı olan bu dergideki yazıyı Birader Salvador Loi, 1980 Eylül tarihli, 5 numaralı dergide yayınlamıştır.73
Yani 100 bin Müslümanın ölüm emrini veren Çetnik lideri, masondur. Daniel Ligou, kitabının bir başka yerinde daha da çarpıcı bir bilgi verir ve "Yugoslavya'nın savaşa girmesinden sonra ülkedeki masonların Draza Mihailoviç önderliğinde birleştiğini" yazar.74Mihailoviç'in önderliğinde birleşenler, Çetnikler'dir ve dolayısıyla "Masonlar Sözlüğü"ndeki bilgiden, Çetniklerin mason olduğu sonucu çıkmaktadır.
Evet, gerçek budur. Aynı konuyu, daha ayrıntılı bir biçimde, Masoni U Jugoslaviji 1764-1980 (Yugoslavya'da Masonlar) adlı kitabın yazarı Zoran Neneziç de yazmakta ve başta Mihailoviç olmak üzere Çetnik liderlerinin mason olduğunu bildirmektedir:
Draza Mihailoviç, II. Dünya Savaşı yıllarında Sırp direnişini örgütlediğinde dikkati çeken, çok sayıda masonun Mihailoviç'in yanında yer almasıydı. Bu masonlar arasında özellikle Çetnik ideologları Dragica ve Stevan Moljevic'in adı geçmektedir... Ayrıca 1944 yılında Çetnik Milli Merkez Komitesi Genel Sekreterliği'ne sicilli bir mason olan Duro Durovic seçilmiştir.75
Zoran Nemeziç, mason Çetnik ideologlarının özellikle ikisine dikkat çekiyor: Dragica Vasic ve Stevan Moljevic. Gerçekten de bu ikisi son derece önemli isimlerdi: Müslümanların etnik temizliğe tabi tutulması fikri, Vasic ve Moljevic tarafından geliştirilmiştir. Mustafa İmamoviç, bu iki Çetnik ideoloğunun etnik temizlik teorisini geliştirdiğini anlatır ve Moljevic'in, "Homojen Sırbistan" adlı bir makalesini ve kendisiyle aynı görüşü paylaşan Dragica Vasic'e Şubat 1942 yılında yazdığı mektubunda, "ülkenin tüm Sırp-olmayan elementlerden temizlenmesi" gerektiğini söylediğini not eder. Moljevic-Vasic ikilisi, Müslümanların ya imha ya da sürgün edilmesi gerektiğini düşünmektedirler. İmamoviç'in yazdığına göre, Draza Mihailoviç'in Çetnikler'e verdiği Müslümanlara yönelik katliam emirleri, Moljevic ve Vasic'in teorik çalışmalarına dayanmaktadır.
Ve bu iki Çetnik ideoloğu, Zoran Nemeziç'in bildirdiğine göre, Belgrad Locası'na kayıtlıdırlar.76 Yani az önce politik hedeflerini incelediğimiz, "Balkanların ana locası" sayılan, duvarlarında Njegos resimleri bulunan ve Müslümanların ezilmesi gerektiği yönünde kararlar alan Belgrad Locası'na...
Tüm bunlar, Çetnik hareketinin tamamen masonik bir hareket olduğunu göstermektedir. Müslümanlara karşı global bir savaş açan örgütün Balkanlar'daki temsilcisi, Çetnikler'dir.
Olayı daha da ilginç hale getiren bir diğer nokta ise İttifak'ın öteki kanadının, yani Yahudilerin de Çetniklerin yanında (ya da arkasında) yer alışıdır.
Bu konuyla ilgili bazı bilgiler, Çetnik yanlısı Sırp yazar Radoje Vukcevic'in yazdığı General Mihailovich: First Guerilla Leader in W. W. II (General Mihailoviç: II. Dünya Savaşı'ndaki İlk Gerilla Lideri) adlı kitapta yer almaktadır. Chicago'daki "Njegos" adlı "Sırp Tarih ve Kültür Derneği"nin yayınladığı ve içinde Mihailoviç'e övgüler düzülen kitapta, Çetniklerle Yahudiler arasındaki olağanüstü yakın ilişkilere de değinilir. Buna göre, Mihayloviç'in Çetnik birliklerinde özellikle komuta kadrosunda çok sayıda Yahudi yer almıştır. Yazar, bu ilişkinin Sırplar ve Yahudiler arasındaki geleneksel dayanışmanın bir uzantısı olduğunu söyler. Yazdığına göre, Yahudiler savaştan önce de Sırp ordusunda yüksek rütbelere ulaşmışlardır. Savaş sırasında ise Sırbistan'daki Yahudiler Mihailoviç'in birlikleri tarafından korunma altına alınmışlardır.77
Çetnik-Yahudi ilişkisine, The Universal Jewish Encyclopedia da değinir. Çetnik saflarında çok sayıda Yahudinin yer aldığını bildiren ansiklopedi, bir de Çetnikler arasında yalnızca Yahudilerden oluşan özel bir "Yahudi Tugayı" (Jewish Brigade) kurulduğunu yazmaktadır.78
Çetniklerin bir de oldukça ilginç bir "Kudüs bağlantısı" vardır. Jozo Tomasevich, The Chetniks'te, Çetniklerin Kudüs'te "Karayorgi" adlı bir radyo istasyonu kurduklarını yazar.79 Bu fikir, Tito önderliğindeki Partizanlar'ın Sovyetler Birliği'nde kurdukları "Hür Yugoslavya" adlı radyonun propaganda yayınlarına başlaması üzerine gündeme gelmiştir. Komünist Partizanlar'ın radyo istasyonlarını Sovyet topraklarında kurmuş olması doğaldır; Yahudi destekli bir masonik hareket olan Çetnikler'in radyo istasyonlarını Kudüs'e kurmuş olmaları da aynı oranda doğal gözükmektedir. Tomasevich'in bildirdiğine göre, 27 Kasım 1942'de yayına başlayan istasyon, yoğun bir Çetnik propagandası yapmıştır. Bugün "Karayorgi" istasyonunun arşivleri hala Kudüs'tedir.
Bir başka "Kudüs bağlantısı"na ise Çetniklerin sürgündeki gerçek lideri sayılabilecek olan Kral II. Peter sahiptir. Alman ordularının Sırbistan'ı işgalinin ardından ülkeyi terkederek İngilizler'e sığınan Kral, önce Atina'ya daha sonra da Kudüs'e götürülmüş ve uzunca bir süre burada kalmıştır.80
Bir başka ilginç Çetnik-Yahudi bağlantısı ise propaganda yönündedir. Tomasevich, Çetnikler'in savaş yıllarında Amerika'da destek aramak için yaptıkları temaslardan söz eder. Bu temasların bir kısmı başarılı olmuş ve Çetnikler, Amerika'daki bazı çevrelerin desteğini kazanmışlardır. Bu desteğin en çarpıcı örneği ise Hollywood'un ünlü film şirketi Twentieth Century-Fox'un 1942 yılının ikinci yarısında çevirdiği The Chetniks adlı propaganda filmidir. Film, Tomasevich'in dediğine göre, tam anlamıyla bir Çetnik propagandasıdır.81 İşin en çarpıcı yanı ise Twentieth Century-Fox şirketinin kimliğidir: William Fox adlı bir Yahudinin kurduğu Fox film şirketinin 1935'de bir başka Yahudi şirketi olan Twentieth Century ile birleşmesinden doğan şirket, ilerleyen yıllarda da Joseph Schenck ve Darryl F. Zanuck adlı iki Yahudi tarafından yönetilmiştir. Bir başka deyişle, Çetnik propagandası yapmak için film çeviren şirket, tam anlamıyla bir "Yahudi şirketi"dir.
Çetnikler'in Amerika'da kurdukları başka "judeo-masonik" bağlantılar da vardı. Mihailoviç, İngiltere'den aldığı desteğin 1943 yılından itibaren zayıflaması üzerine, Washington'a yöneldi. Çetnik liderinin Washington'da dostlar bulması zor olmadı, çünkü masonik bağlantıları ona oldukça yardımcı olmuştu. Çetnikler'e Amerikan askeri yardımı yapılmasına karar veren ve bu konuda Başkan'ı da ikna eden kişi, Amerikan gizli servisi OSS'nin ünlü şefi William Donovan'dı. (OSS-Office of Strategic Service: ABD'nin CIA kurulmadan önceki gizli servisi). Donovan, Mihailoviç'e destek vermekte tereddüt etmemişti, çünkü kendisi de Çetnik lideri gibi masondu.82Donovan, ayrıca aynı Çetnikler gibi önemli Yahudi bağlantılarına sahip bir isimdi. OSS şefi, 6. bölümde de değindiğimiz gibi Rockefeller ve Rothschild gibi Yahudi sermayedarların adeta kiralık adamıydı.
Sırp yazar Radoje Vukcevic, General Mihailovich adlı kitabında, OSS'nin Donovan'ın emri üzerine Çetnikler'e havadan silah, cephane ve yiyecek yardımı yaptığını, hatta silah ve erzak dolu paketlerin üzerine Başkan Roosevelt'in "Mihailoviç'e ve onun cesur savaşçıları Çetnikler'e selamlarını yollayan bir mesajı"nın yapıştırıldığını yazıyor.83
Amerika'nın Çetnikler'e yaptığı bu yardımın nedeninin, anti-komünist ideolojiye sahip Çetnikler'in Tito'nun Partizanları ile savaşması olduğu söylenebilir. Ancak bu yine de Amerikalıların Çetnikleri Müslümanlara karşı silahlandırmış oldukları gerçeğini değiştirmez. O dönemde Amerikan ordusunda subay olan George Musulin "Mihailoviç'in gerilla hareketinde hiçbir şey Amerika'nın bilgisi dışında ya da işbirliği olmadan gerçekleşmezdi" demektedir.84 Dolayısıyla Amerikalıların, Çetnikler'e verdikleri silahların Müslümanlara karşı da kullanıldığını bilmemeleri sözkonusu değildir. Amerikalılar, Çetnikleri hem Partizanlara hem de Müslümanlara karşı silahlandırmışlardır.
Çetniklerin Amerikalı "birader"lerinden gördükleri takdirin en açık örneği, ABD'nin mason Başkanı Truman'ın 1948'de Mihailoviç'in anısına verdiği madalyadır. Truman yapılan madalya töreninde 100 bin Müslümanı "etnik temizliğe" tabi tutan Mihailoviç'i bir "demokrasi kahramanı" ilan etmiştir.
Bugünün demokrasi kahramanları ise kuşkusuz Miloseviç ve Karadziç'tir.
Mihailoviç'ten Miloseviç'e Uzanan Çetnik Mirası
Mihailoviç ve adamlarının II. Dünya Savaşı döneminde sahip oldukları bağlantılar, Sırp ırkçılığının ve onun para-militer temsilcisi olan Çetnikler'in tamamen masonik bir yapıya sahip olduğunu ve Yahudi önde gelenleriyle geleneksel bir yakınlık içinde olduklarını gösteriyor. Bu durumda Çetnikler'in, önceki sayfalarda incelediğimiz radikal Hindular, Güney Sudanlılar, Filipin terör timleri gibi Düzen tarafından kullanılan bir yerel anti-İslami güç olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle, Çetnik hareketinin hangi dönemine baksak, mutlaka masonlukla ve Yahudi önde gelenleriyle çok yakın ilişki içinde olduğunu görebiliriz. 1804'deki ilk Sırp isyanından II. Dünya Savaşı dönemine ve oradan da günümüzde yaşanan vahşete kadar uzanan bu kural, asla değişmemektedir.
Bugün Bosna-Hersekli Müslümanlara yönelen Sırp saldırganlığı, Tito'nun 1980'deki ölümünden sonra yükselişe geçen Sırp ırkçılığının bir sonucudur. Sosyalist Yugoslavya ideolojisi ölürken, yerine ırkçılık, özellikle de Sırp ırkçılığı güçlenmeye başlamış, Çetnik psikolojisi yeniden hortlamıştır. Bu periyod içinde dikkat çeken bir iki önemli aşama vardır. Bunlardan birisi, 1986 yılında Sırp Bilimler ve Sanatlar Akademisi tarafından yayınlanan ünlü Memorandum (muhtıra)dır. Mihailoviç ve diğer Çetnik ideologlarının 1940'lı yıllarda öne sürdükleri fikirlerin kopyası niteliğindeki Memorandum, Sırpların Yugoslavya'nın en büyük ulusu olduğunu, ancak bu büyüklüklerinin tanınmadığını, aksine Müslüman ve Hırvatların Sırplar aleyhinde "komplolar" düzenlediğini ilan etmişti. Memorandum'da ayrıca tüm Sırpların ortak bir sınır içinde birleşmesi, yani daha kısacası bir "Büyük Sırbistan" kurulması da isteniyordu. Memorandum'u kaleme alanlar arasında sonradan Yeni Yugoslavya Cumhurbaşkanı olacak olan Dobruca Cosiç ve Sırp terörünün bir numaralı sorumlusu Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç de vardı.
Ancak Sırp ırkçılığının yeni yükselişinde büyük önemi olduğuna kuşku olmayan bu Memorandum, yeni bir belge değildi; 1937 ve 1939 yılında Sırp ideologlar tarafından yazılmış olan iki eski memorandumun adeta bir kopyasıydı. Bu iki memorandumun yazarları ise önemli isimlerdi. 1937'deki, 1914'de Avusturya Macaristan veliahtına suikastte bulunan gruba dahil olan ve daha sonra Sırp Bilimler ve Sanatlar Akademisi üyesi seçilen Vasa Cubrilovic adlı "Çetnik ideoloğu" sayılabilecek bir Sırp tarafından hazırlanmıştı. 1939'daki ikinci memorandum ise yine Akademi üyesi olan ve daha sonra alacağı Nobel Edebiyat Ödülü ile ünlenen İvo Andric tarafından hazırladı. Andriç, yazdığı bu deklarasyonda, bütün Sırpların tek bir ülkede, "Büyük Sırbistan"da toplanmalarını ve bunun için de Kuzey Arnavutluk'un işgal ve ilhak edilmesini savunmuştu.
İlginç olan bu iki Memorandum yazarının kimlikleriydi: İkisi de masondu. Zoran Nemeziç, Masoni U Jugoslaviji 1764-1980'de her ikisinin de masonluğunu bildiriyor.85 Kitapta bildirilen bir diğer nokta da, İvo Andriç'in Belgrad locasına üye oluşudur, yani "Balkanların ana locası" olan ve Müslümanların ezilmesi gerektiği kararını alan locaya... İvo Andriç, sözkonusu Memorandum dışında da Müslümanlara nefreti körükleyen yazılar yazmıştır.86
İşte bu iki "birader" tarafından hazırlanan 1937 ve 1939 memorandumları, 1986'daki Memoranduma temel hazırladı. 1986 Memorandumu, bir milyonun üzerinde basıldı ve neredeyse ülkedeki tüm Sırplar tarafından okundu. Mi- loseviç, tüm programını bu Memorandumu temel alarak hazırladı.
Sol eğilimli "Yugoslavya uzmanı" Tanıl Bora, Yugoslavya: Milliyetçiliğin Provokasyonu adlı kitabında Miloseviç'in Sırp ırkçılığını sistemli bir biçimde kışkırttığını anlatırken, Miloseviç'in politika ve propagandaları sonucunda "Çetnik hareketinin Sırp milletinin tarihsel düşmanlarına karşı direnen onurlu bir hareket olarak yeniden meşrulaştırıldı"ğını söyler. Miloseviç döneminde Çetnik hareketi yalnızca meşrulaştırılmakla da kalmadı, Çetnik çeteleri yeniden oluşturuldu. Vojislav Şeselj adlı "psikopat" bir Sırp ırkçısı önderliğinde kurulan Sırp Radikal Partisi, Çetnik hareketinin yeni temsilcisi haline geldi. Miloseviç'in koruması altında gelişen Parti, kısa süre sonra silahlı Çetnik birlikleri oluşturmaya başladı.
Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeni'nin Av Sahası adlı kitabında da, 1980'lerin sonunda yeniden hortlayan Sırp ırkçılığı ve Çetnik söyleminin yoğun olarak Müslümanları hedef aldığını ve "1980'lerde güncel olan 'İslam fundamentalizmi' isnadının, 1990/1991 döneminde de Bosna'daki Sırp milliyetçiliğinin öncelikli konusu olduğunu" söylüyor. Bora, ayrıca bu "İslami fundamentalizm tehlikesi" söyleminin Sırplar, özellikle de Çetniklerin en güçlü olduğu kırsal kesimdeki Sırplar üzerinde büyük etki doğurduğunu söylüyor.
Kısacası II. Dünya Savaşı'ndaki senaryonun aynısı yeniden yazılmaya başlanmıştı. Yugoslavya parçalanma sürecine girmiş ve Çetnikler yeniden hortlamışlardı. Ağızlarında ise "İslam tehlikesini yok etmek"ten başka bir slogan yoktu. Aliya İzzetbegoviç'in önderliğinde Bosna'da yükselen İslami bilinç, Sırpların boy hedefi haline gelmişti. "Adriyatikten İran'a Müslüman kalmayacak" diyorlardı. Tam bir yerel anti-İslami güç haline gelmişlerdi kısacası.
Bu, belirli çevrelerin de dikkatinden kaçmadı elbette. Düzen, ki artık kendine Yeni Dünya Düzeni de demeye başlamıştı, Çetniklerin yardımına gelmekte gecikmedi.
Çetnikler ve İsrail
Sırbistan'ın içinde "özerk bölge" statüsünde bulunan ve nüfusunun yaklaşık % 90'ı Müslüman Arnavutlar'dan oluşan Kosova, Yugoslayva'nın en kritik kriz bölgelerinden biridir. Arnavutlar'a, Miloseviç'in iktidara gelişinden bu yana sistemli bir baskı uygulanmaktadır.
Kosova'da 1988 yılında Müslüman gençlerde garip bir hastalık başgösterdi. Şiddetli kriz ile kendini gösteren hastalık genç kızların gebe kalmasını ömür boyu önleyecek bir etkiye sahipti. Hastalık, fabrikalarda çalışan gençlerde görülüyordu. Kısa bir süre sonra bunun nedeni anlaşıldı: Fabrika'da doktor olarak görevli olan Jakovitzalı Müslüman bir doktorun tesbitine göre, hastalık kimyasal bir madde nedeniyle ortaya çıkıyordu. Bunun üzerine Müslümanlar ilginç bir ayrıntıya dikkat ettiler: Kosova'daki fabrikalarda uygulanan prosedüre göre fabrikayı önce Sırp işçiler terkederdi, onların hepsi çıktıktan sonra Müslümanlar çıkardı. Müslüman işçilere bu sırada kokusuz ve renksiz bir çeşit kimyasal gaz püskürtülmüş olduğu görüşü yaygınlaştı.
Daha sonra bölgeye Helsinki'den bazı tarafsız gözlemciler geldi. Gerçekten de Müslümanlara karşı bu tür bir gaz kullanıldığını doğruladılar. Bu arada bu gazın tanımını da yaptılar. Helsinki heyetinin yayınladığı rapora göre, bu gaz daha önce de İsrail tarafından Filistinlilere karşı kullanılmış bir tür kimyasal silahtı ve İsrail tarafından üretiliyordu.
Aylık İzlenim dergisinin "Kanlı Ova: Kosova" başlığı ile yayınlanan bir yazıda, Kosova'da yaşanan bu olaya değinilmiş ve olaydaki İsrail bağlantısına dikkat çekilerek Balkanlar'da gizli bir "Sırp-Siyonist işbirliği" kurulmuş olduğunu söylenmişti. Yazıda, ayrıca Sırp liderlerin Bosna'daki savaşın patlak vermesinden kısa bir süre öncesine kadar sık sık "İsrail ziyaretleri" yaptıklarını da vurgulanıyordu.87
Olaydaki İsrail bağlantısı, Bosna-Hersek Başbakan Yardımcısı Muhammed Cengiç'in, Türkiye'de bulunduğu sıralarda verdiği bir demeçte de vurgulanmıştı. İsrail'in Balkanlar'daki İslami yükselişten rahatsız olduğunu söyleyen Cengiç, Kosova'da İsrail yapımı zehirli gazların kullanılmış olmasının Sırp-İsrail işbirliğinin örneklerinden biri olduğunu bildiriyordu.88
Sırp Radikal Partisi'nin yani Çetnikler'in siyasi kanadının lideri Vojislav Şeseji. |
Sırpların ve özellikle de Çetnik gruplarının İsrail'le olan ilişkisinin tek örneği, Kosova olayı değildi. Aksine, Boşnak kaynaklar sözkonusu ilişkinin çok fazla örneği olduğunu bildiriyorlar. Örneğin Bosna'daki savaş başlamadan yaklaşık bir yıl önce Karadağ'daki Barr limanında, içinde binlerce ton silah bulunan bir gemi bulunmuştu. Kim tarafından kime gönderildiği belli değildi. Daha sonra ortaya çıkan tek şey geminin İsrail'den geldiğiydi.
Bu dönemlerde Çetniklerin İsrail'de eğitildiğine dair Sırp gazetelerinde haberler çıkmaya başlamıştı. Hatta Çetniklerin lideri sayılabilecek olan Sırp Radikal Partisi başkanı Vojislav Şeselj, yaklaşık ikibin Çetnik milisinin İsrailliler tarafından eğitildiğini açıkça söyledi. Şeselj, diğer pek çok faşist gibi İsrail'le bağlantılar kurmuş olmaktan dolayı övünüyordu.
Nitekim Çetnikler'in İsrail'le olan bağlantısını ortaya koyan ilginç göstergeler de zaman zaman ortaya çıkıyordu. Körfez Savaşı sırasında Belgrad'da, Amerika ve İsrail aleyhtarı bir gösteri düzenlenmişti. Saddam lehine sloganlar atan solcu göstericiler, bir süre sonra İsrail ve Amerikan konsolosluklarına doğru yürümeye başladılar. Ancak bu sırada birileri, göstericilerin üzerine yürüdü ve sopalar, demir çubuklar vs. kullanarak onları dağıttı. Bu "birileri", Şeselj'in Sırp Radikal Partisi'nin "muhafız"larıydı, yani Çetnikler...
Kısacası savaş öncesinde Çetnikler ve İsrail arasında yakın ilişkiler kurulmuştu. Bu bağlantı, hem Sırp Radikal Partisi'nin Çetnik milislerinin eğitilmesi, hem de Miloseviç yönetiminin İsrail'le olan ikili ilişkilerini geliştirmesi ile gelişiyordu. Miloseviç, iktidara geldiğinde Dışişleri Bakanlığı'na Aleksandar Prlja'yı atamıştı. Prlja'nın resmi ziyaret yaptığı ilk ülke ise İsrail'di. Bunun ardından çok sayıda heyet, İsrail ve Sırbistan arasında mekik dokudu. İki ülke arasındaki yakın ilişkiler, Şalom'un bir haberinde de uzun uzun anlatılmıştı.89
Savaştan bir süre önce Türkiye'ye yerleşmiş bir Bosnalı Müslüman olan Muhammed Bosnavi, Sırp-İsrail bağlantıları ile ilgili bir olay aktarıyor. Anlattığına göre, Bosna'daki katliam başlamadan kısa süre önce Belgrad radyosunda, Belgrad'daki Etnoloji Müzesinde düzenlenen bir toplantıdan naklen yayın yapılmıştı. Toplantıda Dobruca Cosiç'e kadar uzanan bir büyük Sırp yönetici kadrosu yer alıyordu. Toplantı sırasında kürsüye Avi Weiss adlı bir adam çağrılmıştı. Bu isim bir Sırp ismi değildi. Bosnavi, bu ismin belki bir Alman ismi olabileceğini düşünmüştü. Kürsüye gelen Weiss, konuşmasının sonunda Sırplara şu cümleyi söyledi: "Siz seçilmiş bir halksınız, kutsal bir halksınız. Misyonunuz var ve bunu gerçekleştireceksiniz." Bosnavi, o zaman bu misyonun ne olduğunu o kadar iyi anlayamadığını o zaman savaş başlamamıştı söylüyor.
Bosna-Hersek'te Müslümanlara karşı savaşan Çetniklerden biri. 1940'lı yıllarda Mihayloviç'in önderliğinde Müslüman katleden Çetnikler'den ne görünüm ne de misyon açısından pek bir farkı yok. |
Bosnavi, bu Avi Weiss ismini aylar sonra bir başka yerde daha duyduğunu söylüyor. Daily News gazetesinde, iktidarı yitirdikten sonra ABD'ye yaptığı bir ziyaret sırasında Sovyet Yahudileri ile ilgili bir konuda Gorbaçov aleyhine yapılan bir gösteriden sözedilmişti. Gösteriyi düzenleyen, fanatikliği ile tanınan Meir Kahane'nin daha önce liderliğini yaptığı radikal Yahudi örgütü Jewish Defence League idi. İşin asıl önemli yanı ise Jewish Defence League'e bağlı protestocuların başında Haham Avi (Avraham) Weiss'in yer almasıydı! Bosnavi şöyle diyor: "Meğer Alman sandığım, Sırplara 'seçilmiş ve misyon sahibi bir halk' olduklarını söyleyen bu adam bir hahammış!"
Tanıl Bora da konuya bir parça değiniyor. Sırp milliyetçilerinin 1991 yılından itibaren ülkedeki en ateşli "Yahudi hakları savunucusu" kesildiklerini anlatan Bora, "bazı Sırp milis (Çetnik) önderlerinin, Siyon yıldızlı kolyelerle fotoğraflar çektirerek" Yahudilere olan yakınlıklarını ispat etmeye çalıştıklarını yazıyor.90
Çetnikler, Siyon yıldızlı şovlarında samimiyetsiz sayılmazlardı. İngiliz The Times gazetesinin haftalık eki The Times Magazine'deki bir yazı, Çetniklerin gerçekten de "Yahudi haklarını koruma" konusunda son derece hassas davrandıklarını ortaya koyuyordu. Habere göre, Çetnikler 1992 Nisanında Saraybosna kuşatmasını başlattıkları zaman, Sırpların denetimindeki Yugoslav Hava Kuvvetleri, şehirdeki 2-3 bin kişilik Yahudi nüfusunun büyük bir bölümünü tahliye ederek kurtarmış, şehirde yalnızca gitmeyi reddeden 100 kişilik küçük bir Yahudi grubu kalmıştı.91
Ancak savaşın ilerleyen aylarında, Saraybosna'da kalan bu küçük Yahudi topluluğunun da "rahat durmadığına" dair bazı haber yayıldı. Şalom'un, "Saraybosnalı Yahudiler Tutuklandı" başlığıyla verdiği bir habere göre, Bosna ve İsrail pasaportu taşıyan dört Saraybosnalı Yahudi, Saraybosna polisi tarafından tutuklanıp sorgulanmıştı. Saraybosna polisinin bu Yahudileri tutuklamasının gerekçesi ise "düşmanla işbirliği yaptıkları" yönünde ortada dolaşan bazı haberlerdi. Şalom, doğal olarak, bunun Saraybosnalı Yahudilere atılmış bir iftira olduğunu söylüyordu, ancak ateş olmayan yerden duman çıkmazdı...92
Çetnikler arasındaki en acımasız grup, kendisine "Arkan" adını veren Zejiko Raznajatoviç'in önderliğindeki grup. Grubun üyelerinin Müslümanlara uyguladığı işkenceler; hamile kadınların karınlarının yarılmasına, bebeklerin boğazlanmasına kadar varıyordu. Ve, İsarilli askeri uzmanlar tarafından eğitildiği bildirilen Arkan grubunun finansmanı, İsrail bağlantılı Dafiment Bank tarafından karşılanıyordu. |
Çetniklerin bir başka özelliği de çoğunlukla İsrail yapımı silah kullanmalarıydı. Uzi, Çetniklerin en çok kullandığı silahlardan biriydi. Çetniklerin İsrail yapımı silahlara sahip oldukları, ilk kez Sırp-Hırvat savaşı sırasında Hırvatistan'ın Patraç kentine düzenlenen Sırp saldırısı sırasında dikkat çekmişti. Fransız Le Nouvel Observatuer dergisi ise "Çeko" adlı Çetnik liderinin komutası altındaki 3 bin kişilik Çetnik grubunun yoğun olarak Uzi tüfekleri taşıdıklarını yazmıştı.93 Bosnalı Müslüman milislerin liderlerinden Edin Begoviç ve Süleyman Çelikoviç de, Çetniklerin bir kısmının İsrail'de eğitim gördüğünü ve İsrail silahları taşıdıklarını bildirmişlerdi.94
Çetniklerin İsrail'le çok ilginç bazı finans bağlantıları da vardı. Miloseviç'in iktidara yürüyüşünün ardında, sonradan ortaya çıkan önemli bir finans desteği bulunuyordu. Sırbistan'ın iki büyük bankası, Dafiment Bank ve Yugoskandic Bank Miloseviç'in seçim kampanyalarını ve onun himayesi altında kurulan çeşitli Çetnik gruplarını mali yönden desteklemişti. Savaşla birlikte Sırbistan'a uygulanan ambargonun delinmesinde de bu iki bankanın büyük rolü oldu.
İlginç olan, bu iki bankanın da İsrail bağlantılı oluşuydu.
Dafiment Bank'ın hisselerinin en büyük sahibi, Dafina Milanoviç adlı orta yaşlı bir Sırp kadındı. Miloseviç'le kişisel dostluğu olan Milanoviç'in bankası, Arkan adlı bir savaş suçlusunun komutası altındaki ünlü Çetnik grubunun da en büyük finansörü olarak biliniyordu. Ancak Çetniklerin en büyük destekçisi konumundaki bu bankanın tek sahibi Dafina Milanoviç değildi. İngiliz The Independent gazetesinin haberine göre, banka hisselerinin % 25'i Israel Kelman adlı bir İsrailli iş adamına aitti. Dolayısıyla Tel-Aviv'de de bir şubesi bulunan banka, İsrail'le yakın ilişkiliydi.95
Miloseviç'i ve Çetnikleri finanse eden diğer Sırp bankası Yugoskandic Bank ise Jezdimir Vasilieviç adlı bir bankere aitti. Vasilieviç, Yugoslav basın ve yayın kuruluşlarından yapılan açıklamalara göre, Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç'in seçim kampanyasına en büyük finansal desteği veren kişiydi. Ancak Vasilieviç'in ilginç bir özelliği vardı ki, ancak 1993 yılı Martında ortaya çıktı. Vasilieviç Yahudi asıllıydı ve bu yüzden de bankasının iflas etmesinin ardından "pılıyı-pırtıyı" toplayıp 10 Mart gecesi soluğu İsrail'de almıştı. Tel Aviv'in Ben Gurion hava alanında gazetecilere gülerek poz veren Vasilieviç, Miloseviç'e verdiği paraların kendisinden zorla alındığını iddia etmiş ve Miloseviç'e karşı mücadele edeceğini açıklamıştı. Ancak Eski Yugoslavya'daki yorumcuların çoğu, bunun bir danışıklı dövüş olduğu konusunda hemfikirdi.
Miloseviç'in yükselmesinde büyük role sahip olan Yahudi asıllı Yugoslav banker Jezdimir Vasilleviç, bankası Yugoskandic Bank'ın iflas etmesi üzerine soluğu anavatanında, yani İsrail'de aldı. |
Sırbistan ve İsrail arasında finansal ilişkiler, savaşın en kızıştığı dönemde de sürmüştü. Bosnalı yetkililer, Sırbistan Merkez Bankası ile İsrail Liumi Bankası arasında Sırbistan üzerindeki ambargoya rağmen yakın finansal ilişkiler olduğunu bildirmiş ve bu ilişkinin kesilmesi için çağrıda bulunmuşlardı.96
İsrail'in Bosna'daki savaş boyunca ambargoya rağmen Sırbistan'a silah yolladığına dair bilgiler de vardı. Amerikan Forbes dergisi, bu konuda önemli bir haber aktarmış, Joshua Waldhorn adlı İsrailli bir işadamına ait "Orfital" ve "Anne Norco" adlı iki silah yüklü şilebin Adriyatik sahilindeki Yugoslav limanlarına gittiğini ve buradan silahların Krayina bölgesindeki Sırplara ve oradan Bosnalı Sırplara yollandığını yazmıştı. Şilepler normalde İsrail'deki Hayfa ve Aşdod limanlarında demirleyen şileplerdi, sahipleri Joshua Waldhorn da Hayfa'da yaşayan, ancak iki farklı isme düzenlenmiş İsrail pasaportları ile sık sık Amerika'ya da giden karanlık bir İsrailliydi. Forbes'in haberine göre, Waldhorn'a "Orfital" adlı şilebi satan J. J. Oliveira, "Waldhorn'un İsrail gizli servisi (Mossad) adına çalıştığından hiç kuşkum yok" diyordu.97 Anlaşılan Joshua Waldhorn, Shaul Eisenberg'in bir benzeriydi. (Eisenberg: Mossad adına çalışan ünlü İsrailli işadamı) Eisenberg'in Uzakdoğu'da İsrail hükümeti adına kurduğu silah bağlantılarının benzerlerini, Balkanlar'da Sırplarla kuruyordu.
İsrailli Profesör Açıkladı: İsrail, Sırplara Silah Veriyor!
Sırp-İsrail bağlantısı ile ilgili diğer bazı önemli bilgiler, İsrail İbrani Üniversitesi'nden profesör Igor Primorac'ın, Jerusalem Report dergisinin Ocak 1995 tarihli sayısında yazdığı bir makalede ortaya kondu. Primorac'ın yazısı, daha sonra New York'ta yayınlanan 9 Şubat tarihli Jewish Ledger dergisinde yayınlandı. The Washington Report on Middle East Affairs dergisi ise Primorac'ın makalesini Nisan/Mayıs 1995 tarihli sayısında "İbrani Üniversitesi Profesörü, Sırplara İsrail Desteğini Yazıyor" başlığıyla haber yaptı. Primorac'ın makalesinin konusu, Washington Report'un başlığından anlaşıldığı gibi Bosna-Hersek'te Müslüman katliamı yürüten Sırplar ile Yahudi Devleti arasındaki gizli silah ilişkileriydi.
Felsefe profesörü olan Yugoslav doğumlu Yahudi Igor Primorac, 1980 yılına dek Belgrad Üniversitesi'nde çalıştı ve o yıldan sonra da İsrail'e göç ederek İbrani Üniversitesi'nde akademik kariyerini sürdürdü. Jerusalem Report'taki sözkonusu yazısında ise eski ülkesi ile İsrail arasındaki gizli ilişkilerden söz ediyordu. Primorac'ın yazdığına göre, Mossad, İsrailli silah tüccarlarını Sırbistan'a uygulanan silah ambargosunu delmeleri için yönlendiriyor ve Sırplara önemli miktarda silah ve cephane yolluyordu. Profesör, İsrail-Sırp bağlantısını ortaya çıkaran bir olayı da aktarıyordu: Uluslararası yardım kuruluşlarına üye olan İsrailli Joel Wienberg, Saraybosna'da iken ilginç bir olay yaşamış ve bunu İsrail'in Kanal 2 televizyonunda anlatmıştı. Buna göre, Wienberg Saraybosna'dayken, bir Birleşmiş Milletler görevlisi, Saraybosna havaalanına düşen bir top mermisini bir türlü teşhis edememiş ve bir göz atması için Wienberg'i çağırmıştı. Wienberg, mermiye bakar bakmaz üzerindeki garip yazıları tanıdı: Kapsülün üzerindeki yazılar İbranice'ydi ve top mermisi de İsrail ordusu (IDF) tarafından üretilen ve kullanılan 120 mm'lik standart bir mermiydi. Bu mermi uzun süre Saraybosna'nın bombalanmasında kullanılmış ve şehre yapılan insani yardım uçuşları da uzunca bir süre bu bombalamalar nedeniyle sekteye uğramıştı. Wienberg, ayrıca Sırp saldırganların (Çetnikler) İsrail yapımı Uzi silahlar kullandıklarına da defalarca şahit olduğunu söylüyordu.
Profesör Primorac, makalesinde Bosna'daki Sırpların İsrail yapımı silahlar kullandıklarına dair daha bunun gibi pek çok görgü tanıklığı olduğunu, ancak İsrailli yetkililerin bu gerçeği bir kaç kez resmi olarak yalanladıklarını yazıyordu. Ancak yazarın dikkat çektiği önemli bir nokta daha vardı: Batılı Yahudi örgütleri Sırp saldırganlığını asıl olarak Holokost propagandası yapmak için kınayan sayısız açıklama yapmışlardı ama İsrail yönetiminden Sırpları kınayan tek bir söz bile çıkmamıştı. (İsrailli profesörün Ocak 1995 tarihli bu yazısından kısa bir süre sonra, Başbakan Yitzhak Rabin, Ürdün'le birlikte Bosna'ya yardım için sembolik bir kampanya başlattı. Bunun amacı, elbette, gittikçe ortaya çıkmaya başlayan İsrail ile Sırplar arasındaki gizli ilişkileri ört-bas edebilmekti.) Primorac'ın makalesinde yer alan bazı satırlar şunlardı:
Hükümetlerinin Sırp-yanlısı tutumundan rahatsızlık duyan İsraillilerin tepkisi, en son olarak Sırpların yaptıkları 'etnik temizlik' ve katliamları İsrail silahlarıyla yürüttüklerinin ortaya çıkmasıyla had safhaya ulaştı... İsrail hükümeti Yugoslavya'nın parçalanmasından bu yana, uluslararası topluluğa ters bir politika izledi. 1991 sonbaharında, Sırpların Hırvatistan'daki saldırı ve katliamları sürerken, İsrail Belgrad'dan gelen diplomatik ilişki kurma teklifini kabul etti. Ancak BM yaptırımları, Kudüs'te bir Sırp Büyükelçiliği ve Sırbistan'da bir İsrail Büyükelçiliği yapılmasını engelledi. Ama Tel-Aviv'deki 'Yugoslav', yani Sırp Büyükelçiliği BM yaptırımlarından önce açılmıştı ve halen faaliyetlerini sürdürüyor.
Profesör Primorac, "hem Likud'un hem de İşçi Partisi'nin Sırp yanlısı bir çizgiye sahip olduklarına" dikkat çektikten sonra, sözkonusu Sırp-İsrail yakınlığının tarihsel arkaplanından söz ediyordu:
Politikacılarımız II. Dünya Savaşı'na atıfta bulunuyorlar. Bu savaşta Sırpların Yahudilerin yanında yer aldıklarını, Hırvat ve Müslümanların ise Yahudilere karşı Naziler'le işbirliği yaptıklarını iddia ediyorlar. Bu, Yugoslav tarihinin açıkça çarpıtılmasıdır... Ancak yine de bu mantıktan hareketle, bugün de bizim Sırpların yanında yer almamız, onların Müslüman ve Hırvatlara karşı giriştikleri katliamları desteklememiz gerektiği söyleniyor.
Primorac, Sırp-İsrail ilişkisi ile ilgili diğer bazı detaylar da veriyordu.
Buna göre, İsrail yalnızca Sırbistan'a değil, Bosna'daki katliamı doğrudan yürüten Bosnalı Sırplar'a da silah veriyordu:
Sırplar İsrail'le olan ilişkilerini hiçbir zaman gizlemeye çalışmadılar. Belgrad'daki eski bir savaş bakanlığı görevlisi olan Dobrila Gajic-Glisic, 1992'de yayınladığı bir kitabında, 1991 Ekiminde, yani Birleşmiş Milletler'in Eski Yugoslavya'ya silah ambargosu koymasından bir ay sonra İsrail ile Sırbistan arasında büyük bir silah anlaşması yapıldığını yazmıştı. Bu anlaşmanın yapıldığı sıralarda Sırplar çoktan Vukovar ve Dubrovnik gibi Hırvat kentlerini bombalamaya başlamışlardı. Aynı sıralarda Yugoslav basınının çeşitli gazetelerinde İsrail ile Sırplar arasındaki silah bağlantıları ile ilgili haberler yayınlandı. 3 Haziran 1993 tarihli European gazetesinde ise Batılı istihbarat raporlarına dayanılarak, Mossad ile Bosnalı Sırplar arasında yapılan yeni bir silah anlaşmasının varlığından söz edilmişti.
Primorac, tüm bu bilgilerin ardından Sırpları Naziler'e benzetiyor ve "II. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da yürütülen ilk soykırımın İsrail silahları ile yürütüldüğünü" yazıyordu. Aslında II. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da bir "soykırım" yürütülmemişti ama şu anda yürütülen Müslüman soykırımının İsrail'in desteğiyle yürütüldüğü açık bir gerçekti...
Tüm bunlara bakarak şunu söyleyebiliriz: İsrail, dünyanın dört bir yanındaki faşist ve anti-İslami yerel güçleri desteklediği gibi Çetnikler'i de desteklemiş, onları askeri uzmanlarıyla eğitmiş, silahlandırmış, mali uzantılarını kullanarak finanse etmiştir. Bundaki hedefin de Bosna-Hersekli Müslümanların imhası olduğuna kuşku yoktur.
Ancak Bosna-Hersek'te 1992 baharından bu yana yaşanan katliam, tarihin en kanlı katliamlarından biridir ve başladığı günden bu yana da doğal olarak bir dünya krizi niteliğindedir. Bu yüzden İsrail ve onun uluslararası uzantıları, krizle çok farklı boyutlarda ilgilenmişlerdir. Sırp-İsrail bağlantısını gizleyebilmek için bir karşı-propaganda uygulanmıştır. Bunun yanısıra krizin kontrolü de İsrail'in Batılı uzantıları tarafından üstlenilmiş ve Sırplara örtülü destekler verilmiştir. Kısacası olay oldukça karmaşıktır. Bu nedenle olayın arkasındaki gerçeği çözebilmek için daha da derine inmek gerekmektedir.
Sırplar ve Yahudiler arasındaki geleneksel yakınlık, bu noktada açıklayıcı olabilir.
Sırplar ve Yahudiler
İsrail'de yayınlanan The Jerusalem Report dergisi, 21 Ekim 1993 tarihli sayısında, Belgrad'daki Yahudilerle ilgili bir haber yayınladı. The Jerusalem Report muhabiri Vince Beiser'in yaptığı araştırma ve röportajlara dayanan haberde, Sırplar ve Yahudiler arasındaki tarihi dostluk ve yakınlık konu ediliyordu. "Pek çok Sırp ve Yahudinin birbirine karşı hissettiği tarihi dostluk ve yakınlık"tan söz eden Beiser, bu dostluğu yaptığı röportajlarda da ortaya koyuyordu.
Örneğin Vojkan Abraham Simsic adlı eski Saraybosnalı ancak Belgrad'da yaşayan bir Sırp şöyle diyordu: "Bizler ve Yahudiler tarih boyunca aynı düşmanlara sahip olduk: Almanlar, Hırvatlar ve Müslümanlar." Belgrad hahamı Danon da aynı görüşe katılıyor ve Sırp ve Yahudilerin birbirlerine karşı duydukları "tarihsel sempati"den bahsediyordu.
Haberde İsrail'in askeri gücünün Sırplar tarafından hayranlık ve takdirle izlendiği vurgulanıyordu. Buna göre Sırplar, kendilerini Osmanlı'ya karşı cesurca savaşmış militer bir ulus olarak görüyor ve İsrail'i de kendilerine benzetiyorlardı. Belgrad Yahudi cemaatinin lideri Brane Popovic şöyle diyordu: "Altı Gün Savaşı'nın ertesinde tüm Sırp komşularımız bizi sokaklarda tebrik etmişlerdi. İsrail'in zaferinden çok hoşlanmışlardı. Bu, anladıkları bir dildi."
Sırp-Yahudi Dostluk Derneği'nin başkanı Klara Mandiç ile yakın dostluğu olan ve önceden İsraillilerle birlikte savaşmış olan kiralık asker Captan Dragan. |
Belgradlı Yahudiler Bosna-Hersek'teki savaşta da oldukça ateşli bir biçimde Sırpları tutuyorlardı. Eski bir Tito Partizanı ve şu anda Belgrad Yahudi cemaati sekreteri olan Albert Ashkenazi, savaşta Müslümanların değil, Sırpların mağdur olduğunu savunuyor, ancak gerçeklerin çarptırıldığını iddia ediyordu.
Haberde üzerinde en çok durulan konu ise merkezi Belgrad'da olan Sırp-Yahudi Dostluk Derneği idi. Dr. Klara Mandic adlı Yahudi bir kadın tarafından kurulan ve yönetilen dernek, oldukça etkiliydi. Amerika'da ve İsrail'de de örgüttenmiş ve Tel-Aviv, Los Angeles, Chicago ve Toronto'da şubeler açmış olan derneğin 10 bini aşkın üyesinin arasında, o sıralar Yeni Yugoslavya Cumhurbaşkanı olan ve 1986 Memorandumu'nun yazıları arasında yer alan Dobruca Coşiç de yer alıyordu. Derneğin bir başka üyesi, Çetniklerin yanında Müslümanlara karşı savaşan bir profesyonel askerdi: Kaptan Dragan. Sırbistan'a gelmeden önce İsrail'de bulunan Dragan, "Siyon yıldızlı kolye ile poz veren" Çetniklerin başında geliyordu. Bir başka Belgradlı Yahudi David Albahari, kültürel bir dernek görünümünde olan Sırp-Yahudi Dostluk Derneği'nin, Belgrad rejimini politik yönden destekleyen son derece güçlü ve etkili bir siyasi organizasyon olduğunu söylüyordu.
Derneğin başkanı olan Klara Man- dic, ülke içinde oldukça etkili bir isimdi. The Jerusalem Report'un yazdığına göre, boynunda sürekli taşıdığı Siyon yıldızlı madalyonu ile Yahudi kimliğini vurgulayan Mandic, Sırp liderlerle özellikle Müslüman katliamının iki mimarı olan Slobodan Miloseviç ve Radovan Karadziç ile "çok yakın özel dostluk"lara sahipti. Sırpların Müslümanlara karşı uyguladığı vahşeti temize çıkarmaya çalışırken şöyle diyordu Mandic: "Sırplar, hiçbir zaman fundamentalist bir Müslüman devletinin parçası olmayı kabullenmeyeceklerdir."
"Oysa Miloseviç Yahudilerin gerçek bir dostu" diyordu Mandic. Nitekim Mandic ve Miloseviç Sırbistan'ın İsrail'le olan ilişkilerini geliştirmek için elele vermişlerdi. Bu çalışmalar arasında, 1990'da İsrail'de yapılan Sırp Kültür Festivali ve 20 İsrail ve Sırbistan şehri arasında kurulan "kardeş şehir" bağlantıları yer alıyordu. Daha ciddi bağlantılar da vardı: Körfez Savaşı sırasında Sırbistan belediye başkanlarından oluşan bir heyet, İsrail'e bir "dayanışma ziyareti" yapmıştı.
Kuşkusuz The Jerusalem Report'un aktardığı tüm bu bağlantılar ilginç bağlantılardı. Ortaya çıkan tablo, Yahudiler ve Sırplar arasında tarihi bir ittifakın varolduğunu ve son yıllarda bu ittifakın yeniden dirildiğini ortaya koyuyordu. Bu ittifakın bir ayağı, az önce incelediğimiz gibi İsrail'di. Öteki ayağı ise Amerika'dan oldukça tanıdık bir isimdi: Henry Kissinger. İsrail'in ABD'deki en güçlü uzantılarından biri olan Kissinger, Sırplarla çok daha önceleri yakın ilişkiler kurmuştu. Yugoslavya'nın parçalanmasına ve "pandoranın kutusu"nun açılmasına yönelik en son hareketi de o yaptı.
Kissinger'in Yugoslavya'yı Parçalayışı
ve Washington'daki 'Belgrad Mafyası'
"Kissinger Yugoslavya'yı nasıl parçaladı"... Bu cümle, Özcan Buze'nin, Aydınlık gazetesinin 14-18 Mart tarihli sayılarında yayınlanan yazı dizisinin başlığıydı. Yazıda, İsrail'in Amerika'daki en büyük uzantılarından, Yahudi lobisinin ağır toplarından Henry Kissinger ve "adamları"nın, Yugoslavya'nın parçalanmasında oynadıkları rol ve Sırp yönetimi ile olan yakın ilişkileri konu ediliyordu.
"Kissinger'ın adamları", Bush yönetiminde etkin konumlarda olan iki kişiydi: Brent Scowcroft ve Lawrence Eagleburger. Bu ikisi, Washington kulislerinde "Kissinger's yes-men" (Kissinger'ın evet-efendimcileri) olarak bilinirdi. Eagleburger Kissinger'ın ekibine 1969 yılında dahil olmuştu. Scowcroft ise Carter döneminde Silah Kontrolü Genel Danışma Dairesi üyesi iken Kissinger'a "tabi" oldu. Her ikisi de Kissinger Associates şirketinin yönetim kurulundaydılar. Şirket, politik konularda parayla danışmanlık yapan bir tür think-tank olarak 1982 yılında kuruldu. Dikkati çeken, Kissinger'in Yahudi kimliğine uygun olarak, şirketin Yahudi finans çevreleri ile olan yakın ilişkisiydi. Şirketin kuruluşu için gereken sermaye New York'taki Yahudi finans kuruluşları Warburg-Pincus ve Goldman-Sachs tarafından sağlanmıştı. Ayrıca Yahudi Rockefeller hanedanının sahip olduğu Chase Manhattan Bank da Kissinger Associates'le çok yakın ilişki içindeydi.
İşte Slobodan Miloseviç'in ve Çetniklerin yükselişi, Kissinger Associates'in büyük katkıları sayesinde gerçekleşti. Özellikle uzun yıllar ABD Belgrad Büyükelçiliğini yapan Eagleburger aracılığıyla, Sırp saldırganlığı büyütüp-beslendi.
Eagleburger'ın Miloseviç'le olan dostluğu, 1983 yılında başlamıştı. Bu tarihte Miloseviç, Beo Bank'ın başkanıydı. Beo Bank, Yugoslavya'nın ihraç edilmek üzere araba ("Yugo" marka) üretme projesini finanse eden iki bankasından biriydi. O sıralar Belgrad'da ABD Büyükelçisi olan Eagleburger ise Yugo arabalarını Amerika'da satmak için Beo Bank'la ve dolayısıyla Miloseviç'le bağlantı kurmuştu. Yugo'nun danışmanlığını da Kissinger Associates yapmaya başlamıştı ve söylenenlere göre, bu işten oldukça kar etmişti. Alman gazeteci Hans Peter Rullman, 1989 yılında yazdığı Krisenherd Balkan adlı kitapta, Eagleburger'ın Belgrad Büyükelçisi olduğundan beri "Yugo arabalarının en hızlı satıcısı" olduğunu belirtiyor.
Kissinger Associates'in Sırbistan'daki ortağı olan Miloseviç de Yugo işinden epey kar etmişti. Elde edilen döviz gelirlerini Sırbistan'da alıkoyarken, Hırvat va Sloven taşeron firmalara değersiz Yugoslav dinarı ile ödeme yapılıyordu. İşte bu dönemlerde Kissinger ve ekibi, Miloseviç'in çok iyi bir "ortak" olduğunu ve çok "parlak" bir gelecek vaadettiğini farkettiler. Özcan Buze'nin yazdığına göre, bu tarihten sonra, çeşitli kaynaklara göre, Eagleburger, Miloseviç'i siyasete atılması için teşvik etmeye başladı.
Henry Kissinger, Yahudi lobisinin bir numaralı ismi ve Sırpların Washington'daki en büyük hamisi. |
Kısacası, Sırp saldırganlığının bir numaralı mimarı, Çetniklerin yeni önderi Miloseviç, Kissinger ve ekibi tarafından "keşfedilmiş" ve politikaya sokulmuştu. Miloseviç'i Miloseviç yapanlar, Kissinger ve ekibiydi!
Aynı ekip, daha sonraki dönemde de Miloseviç'e yardımını sürdürecekti. 1990'lara gelindiğinde, Kissinger ve ekibi, Miloseviç ve çevresindeki radikal Sırpları desteklemek için yeni bir yöntem buldu. Eagleburger, Başkan Bush tarafından Aralık 1989'da Doğu Avrupa İşleri Koordinatörü olarak atandı ve, "Doğu Avrupa Demokrasilerini Destekleme Yasası" uyarınca kurulan bir fonun sorumluluğuna getirildi. Bu fonun emrinde milyonlarca dolar vardı. İlgili kaynakların bildirdiğine göre, Eagleburger, fonu kısa süre içinde Henry Kissinger ve dostlarının yararlandıkları bir kuruluş haline getirdi. Bu fon yoluyla Doğu Avrupa ülkelerindeki çeşitli "demokratik" (yani Amerika'nın çıkarına uygun) siyasi gruplara büyük para yardımları yapıldı.
Yugoslavya'da bu yardım kime yapılmıştı dersiniz? Elbette Miloseviç'e ve onun Çetniklerine.
Yugoslavya'daki "demokratik" gruplara yapılan sözkonusu yardım, Ulusal Demokrasi Vakfı adı verilen bir vakıf tarafından düzenlendi. Vakıf Eagleburger ve dolayısıyla Kissinger'ın kontrolü altındaydı. Vakfın direktörü ise Kissinger'ın temsil ettiği "Yahudi bağlantısı"na uygun bir isimdi: Carl Gersham. Gersham, Amerika'daki en militan Yahudi örgütü sayılabilecek olan ADL'nin (Anti-Defamation League) hatırı sayılır isimlerindendi (ADL için bkz. 7. bölüm). Kısacası, Amerika'nın Yugoslavya'ya yapacağı siyasi amaçlı yardım, tamamen Yahudi lobisinin kontrolü altında gerçekleşecekti.
Yahudi lobisinin düzenlediği bu yardım, az önce de belirttiğimiz gibi Miloseviç'e ve onun Çetniklerine ulaştı. Ulusal Demokrasi Vakfı'nın bir sözcüsü, "Sırp lider Miloseviç ile çok yakın ilişkiler kurmaya devam ettik" demişti. Yardım yalnızca parasal yönden değildi, Çetnik liderlerine "taktik" yardım da yapılıyordu. Sözkonusu sözcü, vakfın Sırp liderlere "grup dinamiği", "sıfır toplam oyunu" ve "çatışma kararlılığı" gibi yöntemler üzerinde eğitim verdiğini de söylemişti. Bu yöntemler, İngiltere'deki Travistock kliniğindeki beyin yıkama uzmanları tarafından geliştirilmişlerdi ve liderlerin toplum üzerindeki kontrollerini artırmaya yönelikti.
Kissinger'ın ekibi, Amerikan dış politikasını da Sırp yanlısı bir rotaya oturttular. Bush yönetiminin Bosna'ya karışmama politikası, tamamen onların ürünüydü. ABD Dışişleri Bakanlığındaki kaynaklar, Washington'ın Yugoslavya ile ilgili bütün politikalarının ardındaki ismin Eagleburger olduğunu söylüyorlardı. Gazeteci Patrick Buchanan 29 Haziran 1991 tarihinde şöyle yazıyordu: "Yönetimin ahlakdışı realpolitik'inde, Kissinger Associates'in iki numaralı kişisi iken dışişleri bakanlığının iki numaralı kişisi olan Eagleburger'in zarif eli ortaya çıkıyor. Eski bir Yugoslavya elçisi olan Eagleburger, Belgrad'daki çete ile derin siyaset ve iş ilişiklerine sahiptir." Eagleburger'ın ilişki içinde olduğu "Belgradlı çete"nin en önemli ismi, kuşkusuz Slobodan Miloseviç'ti. Mart 1989'da Eagleburger'ın bakan yardımcılığının onaylanması görüşmeleri sırasında Senatör Larry Pressler, Eagleburger'a "anladığım kadarıyla siz Sırbistan Komünist Partisi'nin başıyla yakın dostsunuz" demişti. Senatör, Miloseviç'i kastediyordu.
Eagleburger bu görüşmeler sırasında Miloseviç ile olan dostluğunu defalarca inkar etti. Oysa daha 27 şubat 1990 tarihleri arasında Yugoslavya'ya yaptığı gezi sırasında Miloseviç ile görüşmüş ve onu Beyaz Saray'a davet etmişti. Bu bilgi, Hırvatistan'da yayınlanan Vecernyi List gazetesinin 3 Mart 1990 tarihli sayısında da yazılmıştı. Gazete, Miloseviç'in daha kısa bir süre önce ellerini Kosova'daki Arnavutların kanına buladığına da dikkat çekmişti.
Yugoslavya'daki iç savaşın fitilini ise 1991 Haziranında ülkeye resmi bir ziyarette bulunan ABD Dışişleri Bakanı James Baker ateşledi. Baker, Miloseviç'le görüştü ve ona, "Bush yönetiminin Soğuk Savaş sonrası dünyanın mini devletlere bölünmesini istemediğini" söyledi. Bu açıklama, Miloseviç'e, Yugoslavya Federasyonu'ndan ayrılan Slovenya ve Hırvatistan'a, sonra da Bosna-Hersek'e saldırması için gerekli vizeyi vermişti.
Kissinger ise yalnızca savaş öncesinde Sırplarla bağlantılar kurmak ve savaşı körüklemekle kalmadı. Yahudi lobisinin ağır topu, Yugoslavya'daki iç savaşın patlak vermesinin ardından da Sırpların Washington'daki en büyük hamisi oldu. Tanıl Bora, Kissinger ve ekibinin, Sırplara verdikleri büyük diplomatik destek nedeniyle Washington kulislerinde "Belgrad mafyası" diye adlandırıldığını yazıyor.98 Bora'nın söylediğine göre, Kissinger ve onun Bush yönetiminde son derece etkin olan iki "sağ kolu", Lawrence Eagleburger ve Brent Scowcroft, Sırplara karşı her türlü müdahaleyi engelleyen "statükocu" politikanın başta gelen savunucularıydılar. Milliyet de, "Engel Eagleburger" başlığıyla verdiği haberde bu konuya değinmiş ve "ABD'deki siyasi çevreler, Bosna'ya müdahalenin olanaksızlığını Dışişleri Bakan Vekili Lawrence Eagleburger'ın varlığına bağlıyorlardı. Bu çevreler, Belgrad'da dört yıl ABD Büyükelçiliği yapmış olan Eagleburger hakkında "çok yakın bir Sırp dostu" diye yazmışlardı.99
Tanıl Bora, Bush'un seçimleri kaybetmesi ve dolayısıyla Eagleburger ve Scowcroft'un da yönetimden çekilmesi sonucunda bazılarının "Belgrad mafyası"nın etkinliğini yitirdiğini düşündüğünü söylüyor. Ama bunun yanlış bir değerlendirme olduğu, Kissinger'ın yönetimindeki "Belgrad mafyası"nın Clinton yönetiminde de etkin olduğu daha sonra ortaya çıkıyor. Tanıl Bora'nın yazdığına göre, Haziran 1993'teki Cenevre Konferası'nda Bosnalı Sırp ve Hırvatlara anavatanla birleşme hakkının verilmesi yani "Büyük Sırbistan"ın tanınması Kissinger'ın önerdiği "çözüm"e gelinmesi demekti. Bora, bu durumun, "Belgrad mafyası"nın Amerikan politikası üzerindeki etkisini koruduğunun bir göstergesi olduğunu söylüyor.100
Nitekim o sıralar Kissinger açık açık Başkan Clinton'a "Amerika'nın Bosna'ya hiçbir müdahalede bulunmaması gerektiği" konusunda öğütler veriyordu. Kissinger, Sırplara karşı bir askeri harekat düzenlenmesine ısrarla karşı çıkmış ve aslında zaten niyetli olmayan Başkan'ı bu konuda "uyardığını" açıklamıştı.101 Kissinger bu konuda telkinler yapmayı sürdürdü. Sırpların büyük hamisi, "samimi olarak söylemek gerekirse, bir Bosna devletinin oluşmasından ABD'nin ne gibi bir çıkarı olacak, bunu göremiyorum. Tarihte Bosna diye bir millet var olmadı" diyordu.102 Kissinger, 1995 Haziranında İtalya'nın Como gölü kıyısındaki Cernobbio kentinde düzenlenen İtalyan-Amerikan İlişkileri Konseyi'nin yıllık seminerinde de yine Sırp-yanlısı propagandasını sürdürerek, Bosnalı Müslümanlara uygulanan silah ambargosunu kaldırma tekliflerine şiddetle karşı olduğunu bildirmiş, "ambargonun kaldırılması düşünülemez" demişti.
Tüm bunlar, Bosna-Hersekli Müslümanları hedef alan Sırp, ya da daha yerinde bir deyimle Çetnik terörünün, aynı tarihte olduğu gibi bugün de Yahudi önde gelenleri (İsrail ve onun Kissinger gibi Amerikalı uzantıları) tarafından desteklendiğini göstermektedir. Ancak Bosna-Hersek olaylarını renkli basın- dan takip edenler, çoğunlukla bunun aksi bir izlenime kapılmışlardır. Çünkü hem dünyada hem de Türkiye'de, medyanın önemli bir bölümü, dünya Yahudilerinin ve hatta İsrail'in genel olarak Sırp terörüne karşı Bosnalı Müslümanların yanında yer aldığı izlenimi vermeye çalışmıştır.
Bu bir propagandadır ve çoğu kez olduğu gibi gerçekleri değil, yalanları kabul ettirmek üzere uygulamaya konmuştur.
Propagandanın İki Yüzü
Eski Yugoslavya topraklarındaki iç savaş ve katliam sürerken, Batılı ülkelerdeki bazı sivil toplum kuruluşları, hükümetlerini olayda daha aktif davranmaya davet etmek için çalıştılar. Bildiriler yayınlandı, gösteriler düzenlendi, konferanslar yapıldı, protestolar yükseldi. Bunların çoğu, insan hakları konusunda duyarlı olarak bilinen gruplardan liberaller, bazı sosyal demokratlar gibi kaynaklanıyordu. Ancak bu sivil toplum kuruluşlarının içinde, özellikle Amerika'da, dikkat çekici bir kanat vardı: Yahudi organizasyonları. Amerika'da belki yüzlercesi bulunan bu Yahudi kuruluşları, Bosna-Hersek konusunda oldukça aktif bir propaganda yaptılar. Sırpların Müslümanlara uyguladığı soykırımın, masa başında üretilmiş olan kendi soykırımlarına benzediğini sık sık vurgulayarak, Çetnik terörünün durdurulmasını istediklerini duyurdular.
Ancak bu propagandayı bilinçli bir şekilde izleyen bir kimse, ortada bir gariplik olduğunu farkedebilirdi. Öncelikle Yahudi örgütlerinin Müslümanların yanında yer alması, pek alışılagelmiş bir durum değildi. Aksine, önceki sayfalarda da incelediğimiz gibi Yahudi lobisi daima Müslümanların karşısındaki güçlerin (örneğin radikal Hindular gibi) yanında yer alırdı. Şimdi birden bire bu geleneksel tavırlarından vazgeçip Müslümanlara destek veriyor olmaları, içyüzü araştırılması gereken bir soru işaretiydi.
Bu arada dikkatli bir gözlemci bir başka noktayı daha farkedebilirdi: Bosna lehinde gözüken Yahudi organizasyonları, siyasi yönden fazla etkisi olmayan "kültürel" örgütlerdi. Buna karşılık, Amerika'da Yahudi lobisinin gücünü en iyi temsil eden örgüt olan AIPAC'ın Bosna konusunda hiçbir girişimi olmadı. Washington Report on Middle East Affairs dergisi de bir keresinde bu konuya dikkat çekmiş ve "madem Yahudiler Bosna'nın yanındalar, neden AIPAC'ın hiç sesi çıkmıyor?" diye sormuştu. (Zaten AIPAC'ın sesi çıksaydı, Amerika bugün çoktan Bosna'ya müdahale etmiş olurdu).
Bu tablo, insanın aklına Bosna lehine propaganda yapan Yahudi örgütlerinin samimiyeti konusunda ciddi kuşkular getiriyordu. Hele önceki sayfalarda incelediğimiz Çetnik-İsrail ya da Sırp-Yahudi bağlantılarını göz önüne aldığımızda, Yahudi örgütleri inandırıcılıklarını iyice yitiriyorlardı. Görünen, Yahudi örgütlerinin bir yandan Bosna'yı kullanarak kendi hayali soykırımlarının propagandasını yapmaya çalıştıkları, bir yandan da İsrail ve Sırbistan arasındaki gizli ilişkiyi gizli tutmaya uğraştıklarıydı. Nitekim, Aliya İzzetbegoviç'in danışmanlarından Osman Brka da aynı yorumu yapmıştı. Brka, Türkiye'de bulunduğu dönemde, "Yahudilerin mazlum ve mağdur durumdaki Bosnalılar aracılı- ğıyla Soykırım iddialarını canlı tutmaya, Bosna'nın sırtından kendi reklamlarını yapmaya çalıştıklarını" bildirdi.
Bu, propagandanın birinci yüzüydü: Yahudiler, Sırplarla olan ittifaklarını, oldukça geniş kapsamlı (ekstensif) ancak siyasi etkisi olmayan bir karşı-propaganda, yani Müslüman yanlısı propaganda yaparak örtme çabasındaydılar. Propaganda, insanların bilinçaltlarına Yahudilerin "insan hakları savunucusu" olduğunu ve 50 yıl önce onların da "soykırım"a uğradıkları telkinini aşılıyor, ancak buna karşın siyasi anlamda hiçbir etki doğurmuyor, Bosnalılar için hiçbir şey ifade etmiyordu.
Propagandanın bir de ikinci yüzü vardı. Bu, öteki yöntemin aksine, oldukça dar kapsamlı (intensif) ancak sonuca yönelik bir propagandaydı. Bu propaganda, ötekinin aksine Müslüman değil, Sırp yanlısıydı ve oldukça etkili bir propagandaydı.
Propagandanın bu ikinci yüzünün en çarpıcı örneği, 1993 yılında ABD'de yayınlanan Bosna ile ilgili ilginç bir "rapor"du. Son derece gerçek dışı iddialarla Sırplara destek veren rapor, ABD Kongresi'ne bağlı "Task Force on Terrorism and Unconventional Warfare" (Terörizm ve Olağandışı Savaşa Karşı İşbirliği) adlı kuruluşun direktörleri Yossef Bodansky ve Vaughn S. Forrest tarafından hazırlanmıştı. Iran's European Springboard (İran'ın Avrupa Çıkarması) başlığını taşıyan rapora göre, Aliya İzzetbegoviç ve hükümeti, İran'ın başını çektiği uluslararası bir "İslami komplo"nun parçası olarak, Balkanlar'da bir İslam Devleti kurmaya çalışıyorlar ve bunun için de her türlü kirli yönteme başvuruyorlardı. Raporun yazarları İzzetbegoviç yönetimine o denli düşmandılar ki, onu karalayabilmek ve Bosna Müslüman güçlerinin, Sırplar aleyhinde dünya kamuoyunu provoke edebilmek için, kendi insanlarını öldürdüklerini ve işkenceye tabi tuttuklarını (!) bile iddia edebiliyorlardı. Raporda ayrıca, pek çok Müslüman ülkeden Bosna'ya gelen "İslamcı teröristler"in, Avrupa'da büyük bir "Müslüman ayaklanması" oluşturma hazırlığında oldukları, bu İslam devriminin, Müslümanların Batıya ve liberal toplum yapısına duydukları derin kin ve nefretin bir sonucu olarak gerçekleşeceği öne sürülüyordu. Kullanılan üslup da oldukça ateşliydi. 14 sayfalık raporun içinde "İslamcı terörist" kelimesi tam 27 kez geçiyordu. Rapora göre, İngiliz Dışişleri Bakanı Douglas Hurd'e 1992 Temmuzunda yapılan bombalı saldırının ve ABC televizyonu prodüktörü David Kaplan'ın Ağustos ayında öldürülmesinin ardında da "özel eğitilmiş Bosna Müslüman güçleri" vardı.103
Kuşkusuz tüm bunlar birer hayal ürünü, birer yalandı. Nitekim, rapordaki iddiaların hiçbirine kaynak gösterilmemişti.
Peki bu propaganda kimin ürünüydü? Kim Bosna hükümetinin "propaganda olsun diye" kendi vatandaşlarını öldürdüğünü ve dolayısıyla Sırpların suçsuz olduğunu öne sürüyordu?
Raporun iki yazarından birinin, Yosef Bodansky'nin kimliği bu konuda oldukça aydınlatıcıydı. Bodansky, İsrail doğumlu bir Yahudiydi. Hem oldukça da bilinçli bir Yahudiydi. 1970'lerde İsrail Hava Kuvvetleri dergisinin editörlüğünü yapmıştı. Daha sonra ABD'ye göç ederek John Hopkins Üniversitesi'ne akademisyen olarak katıldı. Amerikalı Yahudi örgütleriyle ilişkisi ise oldukça çarpıcıydı. JINSA'nın (Jewish Institute of National Security Affairs - Ulusal Güvenlik İşleri Yahudi Enstitüsü) bülteninde teknik yönetmen oldu. Washington kulislerinde Bodansky'nin bir "Mossad ajanı" olduğu söylentisi yaygındı. Nitekim Bodansky, Amerikan donanması istihbaratında çalıştığı sırada Amerikan gizli belgelerini İsrail'e aktarırken yakalanan Amerikalı Yahudi Jonathan Pollard'la da çok yakın ilişkilere sahipti. Amerikan EIR (Executive Intelligence Review) dergisi, Pollard'ın arkasındaki beynin Bodansky olduğunu bile yazmıştı.
Raporun öteki yazarı Vaughn S. Forrest de Yahudi çevreleriyle son derece içli-dışlıydı. Nitekim bu ikili, Bosna hakkındaki raporları sonucunda Amerikalı Müslümanlardan yükselen haklı tepkilere, Yahudilerin yayın organlarından Washington Jewish Week'te cevap vermeye çalıştılar. Sözkonusu gazeteye verdikleri demeçte, yazdıkları raporu ve onun 'bilimselliğini' savundular. "Aslında tüm yazılanların kaynağı ve dipnotları var," diyordu Forrest, "... ama güvenlik nedeniyle ve masrafları kısmak için kaynak ve dipnotların olduğu ek bölümü raporla birlikte vermedik." Oysa bu da bir yalandı; bazı Kongre üyeleri bu "kaynak ve dipnotları" görmek istemişler, ancak cevapsız bırakılmışlardı.
Bodansky, bu raporun ardından yine "İslam tehlikesi" ile ilgili bir kitap yayınladı. Kitabın adı Target America: Terrorism in the USA Today (Hedef Amerika: Günümüzde ABD'de Terörizm)di... Ayrıca Forrest ve Bodansky, The New Islamist International (Yeni İslami Enternasyonal) adlı 93 sayfalık yeni bir rapor daha yayınladılar. Rapor, Bosnalıların kendi vatandaşlarını öldürdükleri suçlamasını yeniden öne sürüyor, ayrıca "köktendincilerin Bosna-Hersek"teki savaşı Yeni Dünya Düzeni ile Müslümanların geleceği arasında bir çarpışma olarak gördüklerini, İslamcıların yeni intikam savaşları açmaya devam edeceklerini" iddia ediyordu...
Kısacası, bir "Mossad ajanı", Bosna-Hersekli Müslümanlar aleyhinde atılabilecek en alçakça iftirayı, kendi vatandaşlarını öldürüp suçu Sırpların üstüne attıkları iftirasını atmıştı. Ve bu iftira oldukça da etkili oldu. Konuyla ilgili sözde tarafsız bazı başka kaynaklar da aynı iftirayı dile getirdiler, en azından ima ettiler. Örneğin 1994'ün Şubat ayında Saraybosna'da 68 kişinin ölümüyle sonuçlanan Sırp havan saldırısının ardından da, Sırp lideri Radovan Karadziç "Müslümanlar kendi vatandaşlarını katletti" demiş ve bunun üzerine BM temsilcisi Yasushi Akashi ve Fransız Barış Gücü komutanı Jean Cot, saldırının "kimin"tarafından yapıldığını araştırmak (!) için Saraybosna'ya gelmişlerdi. Bosna Başkan Yardımcısı Eyüp Ganiç, bu traji-komik duruma, "Sırplar hepimizi öldürdüklerinde de, 'topluca intihar ettiler' diyecekler" diye tepki göstermişti.
Propagandanın ikinci yüzü, planlandığı gibi dar kapsamlı ancak oldukça etkili bir biçimde yürütülüyordu. Bir taraftan Yahudi örgütleri timsah göz yaşları ile insan hakları şovu yaparken, bir yandan da Bodansky gibi Mossad ajanları, Yahudi Devleti'nin asıl yapmak istediği propagandayı, yani Sırp yanlısı ve Müslüman düşmanı propagandayı uygulamaya koyuyordu.
Bosna ve 'Uluslararası Topluluğun' Tuzakları:
Arabulucular, Barış Gücü ve Güvenli Bölgeler
Bosna'da yaşanan katliamın bir numaralı sorumluları Sırp saldırganlarıydı (Çetnikler) kuşkusuz. Ancak Sırplar bu işte yalnız değillerdi. Müslümanlara silah ambargosu uygulayarak, onları sahte barış görüşmeleri ile oyalayarak, onları Sırp işgalini kabule zorlayarak, Sırplara örtülü destek veren Batılı ülkeler ve Birleşmiş Milletler, NATO gibi uluslararası kuruluşlar da olayda önemli bir role sahiptiler.
Peki neden sözkonusu Batılı güçler ve uluslararası kuruluşlar örtülü ve bazen de açık bir biçimde Sırpları desteklediler? Bu sorunun ilk akla gelen cevabı, sık sık söylendiği gibi Bosnalıların Müslüman oluşu ve Batı'nın da Müslümanlara karşı önyargılı yaklaşmasıdır. Ancak olayları biraz yakından incelediğimizde, Batı'nın tavrındaki tek faktörün bilinçaltındaki "Müslüman fobisi" olmadığı, bir de Sırplarla kurulmuş olan gizli ilişkilerin önem taşıdığı görülmektedir.
Mihailoviç ve onun diğer loca arkadaşları, komutaları altındaki Çetnik birlikleri ile II. Dünya Savaşı sırasında Müslümanları boğazlarken en büyük yardımı Batı'daki mason biraderlerinden, örneğin OSS şefi Donovan'dan görmüşlerdi. Bu tür bir "masonik bağlantı"nın, Sırpların kurmuş oldukları "Yahudi bağlantıları"na paralel olarak bugün de var olduğunu söyleyebiliriz.
Örneğin Amerika'daki masonik kompleksin en üst kurumu olan CFR'nin (Council on Foreign Relations) Sırpların yanında olduğu çok açık bir biçimde gözlemlenebiliyordu. CFR'nin yayın organı olan Foreign Affairs dergisindeki bazı makaleler bu konuda oldukça aydınlatıcıydı. Emekli Amerikalı general Charles Boyd, Foreign Affairs'ın sonbahar 95 sayısında yayınlanan makalesinde açıkça Müslümanlara karşı Sırpları savunmuştu. Makalede, eski Yugoslavya'daki iç savaşta tarafların tümünün suçlu olduğu, Boşnakların da en az Sırplar kadar saldırgan davrandıkları iddia ediliyordu. Mossad ajanı Bodansky'nin ortaya attığı "Müslümanların kendi insanlarını öldürdükleri" iftirası da tekrarlanmıştı. Bosnalı münafık Fikret Abdiç ise "demokrasi kahramanı" olarak övülüyordu.
CFR'nin en önde gelen isimlerinden biri ise önceki sayfalarda Sırplarla olan yakın ilişkilerini incelediğimiz Henry Kissinger'dı. Yüksek dereceli bir mason olan hatırlayın, Kissinger P2'nin yönetim kadrosu sayılan Monte Carlo locasına üyeydi Kissinger, Sırp liderleriyle masonik bir ilişkiyi de paylaşıyordu. Örneğin vahşetin gerçek mimarı olan Sırbistan lideri Slobodan Miloseviç, masondu.107
Uluslararası topluluğun Bosna-Hersek'teki iç savaşın "çözümü" için göreve getirdiği isimler de nedense hep masonik kariyere sahip kişilerdi. Sırplar ve Müslümanlar arasındaki ilk "arabulucu" olan Lord Carrington Kissinger'ın iş ortağı ve Rothschildlar'la akrabalık bağı olan bir yarı-Yahudi idi. Carrington'ın aynı Kissinger gibi P2 mason locası ile bağlantısı olduğu biliniyordu. Carrington ayrıca üst-masonik örgüt Bilderberg'in de kıdemli üyelerinden biriydi. Daha sonra arabuluculuk işini üstlenen Cyrus Vance, Bilderberg ve CFR üyesi, Lord Owen ise Trilateral Komisyonu üyesiydi.
Kuşkusuz masonik örgütlerin kıdemli üyeleri olan bu kişiler için Slobodan Miloseviç bir "birader", Aliya İzzetbegoviç ise bir "İslamcı düşman"dı. Bu nedenle de tüm arabulucular, sürekli olarak Sırplara destek olmaya ve İzzetbegoviç yönetimini zorda bırakmaya çalıştılar. Dünya kamuoyuna tarafsız imajı vermeye çalışsalar da, kapalı kapılar ardında sürekli Sırpların hamiliğini yapıyorlardı. Tanıl Bora şöyle diyor: "ABD'li ve Avrupalı politikacılar, kamuoyu önünde İzzetbegoviç'e gayet sıcak davranırken, müzakerelerde onu sürekli tavize zorladılar. Özellikle askeri müdahale ihtimalini aklından çıkarması gerektiğini zorlayıcı bir etmen olarak hep vurguladılar." 108
Batılı mason liderlerden İzzetbegoviç'e yönelik tehditler de gelmişti. Mitterand, Bosna liderine göz dağı vermeye çalışan "birader"lerden biriydi. İzzetbegoviç, Ankara'da MÜSİAD toplantısında yaptığı bir konuşmada, "Mitterand, bana, 'biz Avrupa'nın ortasında bir Müslüman devleti istemiyoruz' demek için gelmişti" diyerek, Fransız liderin Saraybosna'ya yaptığı medyatik ziyaretin gerçek amacını açıklamıştı.
Batılı güçlerin Bosna-Hersek'e verdiği en büyük zarar, kuşkusuz silah ambargosuydu. Avrupa'nın en büyük üçüncü ordusuna sahip olan Sırplar'a karşı ellerinde sınırlı sayıdaki hafif silahlar dışında hiçbir şey olmayan Müslümanlar, savaş boyunca sürekli olarak silah ambargosunun kalkmasını istediler. Batılılar buna asla yanaşmadılar. Silah ambargosunun kalkmaması için binbir mazeret öne sürdüler. İlk önce savaşın daha da uzayıp yayılacağını söylüyorlardı (Bu bir anlamda "Müslümanlar bir an önce yok olsun da savaş uzamasın" demekti). Sonraları ambargo kalktığı takdirde ülkede bulunan Barış Gücü askerlerinin hedef alınacağını söylediler. Buna karşın Başbakan Haris Sladziç, "biz buraya ABD askeri istemiyoruz. Yabancı asker de istemiyoruz. Yeter ki BM Güvenlik Konseyi bize silah ambargosu uygulamasın" demişti. Ancak Batılı liderler aynı samimiyetsiz oyunu oynamayı sürdürdüler.
Özellikle İngiltere çok belirgin bir biçimde Sırpları destekledi. Başbakan John Major ve özellikle de Bosna'daki savaş boyunca önce Savunma Bakanı, sonra da Dışişleri Bakanı olan Malcolm Rifkind, Bosnalıları silahsız bırakmak ve Sırpları kollamak için ellerinden gelen herşeyi yaptılar. Anlaşılan I. Dünya Savaşı yıllarında İngiliz Başbakanı Lloyd George'un Sırpları "kapının bekçileri" olarak tanımlayan bakış açısı, çağdaş İngiliz yönetimine de yol göstermişti. İngiliz yönetiminin, İslam aleyhtarı cephenin lideri olan İsrail'le olan bağlantıları da bu noktada anlam kazanıyordu. İngiltere'nin Sırp yanlısı politikasının en önemli mimarı sayılan Malcolm Rifkind, Güney Afrika kökenli bir Yahudiydi. Ve oldukça da bilinçli bir Yahudiydi; 1977-1979 yılları arasında, Muhafazakar Parti milletvekillerinin kurduğu İsrail Dostları Grubu'nun başkanlığını yürütmüştü. John Major da aynı çizgideydi. Bir Yahudi ile evli olan Major, İsrail İngiliz Dostları Derneği'nin sadık üyelerinden biriydi.
Sırpların masabaşı destekçileri: CFR ve Bilderberg üyesi Cyrus Vance, Trilateral Komisyonu'nda David Owen. |
Bosna'daki Barış Gücü'nün tek işlevi "insani yardım"dı. Ancak Bosnalıları Sırpların karşısında silahsız bıraktıktan sonra, onlara peynir ya da aspirin vermek pek bir anlam taşımıyordu. Bu, yalnızca Bosnalıların karnı tok ölmesini sağlıyordu bir anlamda. Dahası, Barış Gücü'nün yaptığı bazı "insani yardım"lar neredeyse Bosnalılarla alay etmek için düzenlenmişti. Açlık çeken kentlere havadan prezervatif ya da maden suyu dolu sandıklar atılmış ya da insanlar sebze ve meyve eksikliği çekerken büyük kısmı bozuk olan un ve makarna gönderilmişti.109 Bu tür olaylar yüzünden Saraybosna halkı, kentte dolaşan Barış Gücü UNPROFOR'a, "SERBOFOR" (Sırp Gücü) adını taktı. Sokaklarda dolaşan beyaz BM araçlarına da "Sırp taksileri" adı verilmişti. Sırplarla doğrudan işbirliği yapan UNPROFOR komutanları da vardı. Sırpların kendisine "sunduğu" Müslüman kadınlara tecavüz eden Kanadalı Barış Gücü komutanı Lewis McKenzie, bu alçaklardan biriydi. BM'nin son dönemde ortaya çıkan bir başka icraatı da Bosnalı Müslümanlar arasında Sırplar adına ajanlık yapmak oldu. 1995 Şubatı başında, Bosna-Hersek polisi, ülkede görev yapan iki Barış Gücü görevlisini tutukladı. Bunlar, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) için çalışan Svetlana Boskoviç adlı bir Sırp ve adı açıklanmayan bir Hırvat'tı. Bosna polisi, bu iki BM yetkilisinin Bosnalı Sırplara istihbarat aktardıklarına dair açık deliller elde etmişlerdi.
Aliya İzzetbegoviç, Aralık 1994'de Budapeşte'de yapılan AGİK zirvesinde oldukça sert ve kararlı bir konuşma yapmış ve Batılı liderlerin ikiyüzlülüğünü açıkça ortaya koymuştu. Bosna lideri konuşmasının bir yerinde, "insani yardım"ın ne olduğunu da ortaya koyarak şöyle diyordu:
Bir çoğunuz için umulmadık ve izah edilemez bir direnme gösterdik. Sadece hafif silahlarla donanmış 20 ila 150 silahlı kişiden oluşan gruplarla başladık ve onbinlerce saldırgan askeri nötralize eden ve binden fazla tank ve zırhlı araçlarını tahrip eden 150 bin askerlik bir ordu yarattık. Savunmamız güçlendikçe, bize yardım niyetiniz giderek azaldı. Niçin? Bunun bir cevabı var mı?
Lord Carrington: Kissinger'ın iş ortağı ve Rothschild hanedanın akrabası olan sözde arabulucu. |
İzzetbegoviç'in sorduğu soru önemli ve anlamlıydı: Bosnalılar güçlendikçe, Barış Gücü'nden gelen "insani yardım" azalmıştı. Elbette bunun tek bir cevabı vardı: Batı, Bosnalıların Sırplara karşı galip gelmesini istemiyordu. Yapılan "insani yardım", yalnızca Batı ile Sırplar arasındaki gizli ittifakı örtmek ve "tarafsız" gözükmek içindi. Ancak Müslümanlar güçlenmeye başladığında, bu "insani yardım" da durduruluyordu.
Bosna lideri, Batılı güçlerin yalnızca duyarsızlık değil, aynı zamanda "kasıt" içinde olduklarını da BM tarafından "güvenli bölge" ilan edilen Bihaç'ın Sırplar tarafından uğradığı saldırıyı anlatırken ortaya koyuyordu:
Bihaç bölgesine yapılan son saldırının 6 ay öncesinden itibaren halk, kasten açlığa mahkum edildi: İnsani yardım taşıyan konvoyların bölgeye girişi engellendi (143 konvoydan ancak 12'si bölgeye girmeyi başarırken, 131 konvoy geri döndürüldü). Saldırıdan önce Fransız taburu Bihaç bölgesinden geri çekilerek, yerine hem daha küçük hem da yetersiz donanımlı Bangladeş birlikleri yerleştirildi. Bölgeyi adeta altına almış olan medya, geride bir tek yabancı gazeteci kalmaksızın Bihaç'ı terketti. Dahası, saldırganların sayısı ve şiddeti UNPROFOR raporlarında sürekli olarak küçük gösterildi. Bütün bu seri hadiseler, ard arda gelen tesadüfler olabilir mi?
İzzetbegoviç'in Bihaç'ta yaşananlarla ilgili olarak söyledikleri son derece çarpıcı ve düşündürücü gerçeklerdir. Ve gerçekten de bunların "tesadüf" olarak yorumlanması mümkün değildir. Bihaç örneği, Bosna'daki savaşta 1993 yılından itibaren uygulanmaya konan "güvenli bölgeler" uygulamasının da gerçekte bir tuzak olduğunu göstermektedir. Evet, "güvenli bölgeler", BM'nin Müslümanlara karşı uygulamaya koyduğu bir tuzaktı; sözde bu bölgeler silahtan arındırılıyor ve BM'nin komutasındaki Barış Gücü'nün koruması altına alınıyorlardı. Oysa olaylar hiç de öyle gelişmedi. Barış Gücü, "güvenli bölgeler"de Müslümanların silahlarını toplamaya kalktı, böylece Müslüman savunması kırılmış oluyordu. Oysa Sırplara hiçbir ciddi yaptırım uygulanmadı. Sırplar bu "güvenli bölgelere" saldırdıklarında ise Barış Gücü yalnızca seyretti. Zaten "güvenli bölgeler" birer birer Sırpların hedefi haline geldiler. Önce Srebrenica, sonra Zepa ve Goradze, daha sonra Saraybosna ve Bihaç. En son olarak da 1995 yazında Srebrenica ve Zepa Sırplar tarafından işgal edildi ve bu iki kentteki Müslümanlar etnik temizliğe tabi tutuldu; bazıları Tuzla'daki Müslüman bölgesine kaçabildiler, bazıları ise (yaklaşık 10 bin kişi) Sırplar tarafından katledildi. Srebrenica'yı korumakla görevli Barış Gücü görevlileri hiçbir şey yapmamışlardı; şehri işgal eden Sırp komutan Ratko Mladiç ile birlikte kadeh kaldırmaktan başka...
Peki bu "güvenli bölgeler" tuzağının mimarı kimdi? Oldukça tanıdık bir isim: Morton Abramowitz. Evet, Bosna'da "güvenli bölgeler" oluşturulması fikrini ilk gündeme getiren kişi, İsrail'le olan bağlantıları nedeniyle adı "Mossad ajanı"na çıkmış olan Amerikalı Yahudi Morton Abramowitz'di. Ertuğrul Özkök, Hürriyet'te "Safe Haven Mimarı Şimdi de Bosna'da" başlığıyla yayınlanan bir yazısında bu konuya dikkat çekmiş, daha önce başka kriz bölgelerinde de "güvenli bölgeler" uygulaması yapmış olan Abramowitz'in şimdi aynı şeyi Bosna'da yapmaya çalıştığını duyurmuştu. Gerçekten de bir süre sonra "güvenli bölgeler" tuzağı uygulamaya kondu. Ama bu "güvenli bölgeler", Özkök'ün lanse ettiğinin aksine, Müslümanlar için bir tuzaktan başka bir şey değildi.
Batılı güçlerin Bosna'daki savaş boyunca bir kaç kez Sırplara karşı düzenledikleri bombardımanlar da yalnızca ve yalnızca göstermelikti. Bu bombardımanların hiçbirinde Sırplara hiçbir ciddi zarar verilmedi. Bir keresinde NATO uçakları Bosnalı Sırpların sözde başkenti olan Pale'yi bombalamışlardı. Bir süre sonra NATO'nun şehirdeki Sırp cephaneliklerinin yerini bilmesine karşın, yalnızca iki boş evi bombaladığı ortaya çıktı. NATO, 1995 baharında bir Amerikan uçağını düşüren Sırp füze rampalarını bile, yerlerini çok iyi bilmelerine karşın, bombalamamıştı. 1995 Eylülünde Sırplara karşı girişilen NATO bombardımanlarında da yine etkili hedefler vurulmadı. Harekata katılan Amerikalı pilotların bazıları, ülkelerine döndükten sonra kendilerine "Sırp hedeflerine fazla zarar vermeme" emri verildiğini açıkladılar.
Amerika'nın Bosna Politikasının Mantığı
Bosna'daki savaş boyunca sık sık duyduğumuz yorumlardan birisi, Amerika'nın Avrupalılar'dan daha farklı bir yaklaşım içinde olduğu yorumuydu. Buna göre, İngiliz ve zaman zaman da Fransızlar Sırplara açıkça destek veriyor ve Bosna'ya cephe alıyorlardı, ancak Amerika daha Bosna-yanlısı bir politika izliyordu. Buna delil olarak da, en çok, Amerika'nın Bosna'ya yapılan silah ambargosunun kalkması yönündeki isteği ve arada bir gündeme getirdiği "Sırplara karşı askeri müdahale" olasılığı gösterildi. Ancak Amerika'nın bu tavrı dikkatli bir gözlemci için hiç de inandırıcı değildi. Çünkü Amerika'nın sözde savunduğu Bosna-yanlısı uygulamaların hiçbiri yapılmadı. Ne Bosna'ya yapılan silah ambargosu kalktı ne de Sırplara karşı gerçek bir askeri müdahale yapıldı (yapılan bir-iki bombalama, yalnızca Barış Gücü'nün güvenliğini sağlamak içindi, Müslümanların güvenliğini değil.) Amerika'nın bunları gerçekten yapmak isteyip de yapamadığını kabul etmek, kuşkusuz saflık olurdu.
Peki Amerika neden öyle olmamasına rağmen İngiliz ve Fransızlara göre daha "Bosna-yanlısı" gözüktü? Hürriyet'in Washington muhabiri Serdar Turgut, bir yazısında bu politikanın hedefini açıklamıştı: Amerika, Bosna'da yaşananların diğer İslam ülkelerindeki Batı ve Amerikan aleyhtarı akımları, özellikle de İslami akımları güçlendirmesinden korkuyordu. "Batı'nın Müslümanları sattığı" düşüncesinin hakim olduğu anda, "son derece tehlikeli bir gelişmenin başlayacağı", bir "İslami domino teorisi" yaşanacağı hesaplanıyordu Washington'da. Bu nedenle de Amerika elinden geldiğince Bosnalıların yanındaymış gibi gözükmeye, kendisine takılan "Büyük Şeytan" sıfatını unutturmaya kalkmıştı. (İlginçtir, düşman olduğu halde dostmuş gibi gözükmek, Şeytan'ın da en önemli vasıflarından biridir.)
Amerika'nın sahip olduğu mantık, Hırvat hükümetinin politik danışmanlarından Zdravko Tomaç tarafından da ifade edilmişti. Tomaç, Ekim 1992'de şöyle diyordu: "Uluslararası topluluk Müslümanların mutlak bir yenilgiye uğramasına izin vermemelidir. Müslümanlar çaresiz bir konuma düşmemelidir; yoksa bütün dünya Müslümanlarının Bosna'daki kardeşlerini korumak için bir kutsal savaşa girişmesi tehlikesi vardır." 110
İşte Amerika'nın ince politikası, hem dünya Müslümanları hem de Bosnalı Müslümanlar arasında radikalizmi engellemeyi hedefliyordu. Serdar Turgut, Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü Jonathan Spalter'in "bizim Bosna politikamızın temel amacı, oradaki İslami gelişimi önlemektir" dediğini yazmıştı. Bu, oldukça önemli bir bilgiydi ve Amerikalıların Bosna-yanlısı gözüken bazı eylemlerinin de gerçek amacını bulmamıza yarıyordu. Bunların başında, Amerikalı bazı uzmanların Bosnalı bazı milis gruplarını eğittiğine dair 1994 sonlarında yayılan haberler geliyordu. Amerikalıların eğittiği bu gruplar, büyük olasılıkla, "Boşnak" gruplardı, ancak "Müslüman" gruplar değildiler. Amerika, İzzetbegoviç'in önderliğindeki Bosna İslami yükselişine karşı, bir tür "seküler cephe" kurmak, Boşnaklar arasındaki seküler güçleri bir tür "beşinci kol" olarak kullanmak niyetindeydi. Bu "beşinci kol"un başına da, büyük olasılıkla Sedat Sertoğlu gibilerinin son üç yıldır parlatmaya çalıştıkları Adil Zülfikarpasiç gibi seküler isimler, hatta belki Fikret Abdiç gibi "münafık"lar getirilecekti.
Nitekim çok geçmeden Amerika'nın gerçekten de İzzetbegoviç'in ayağını kaydırmaya ve onun yerine seküler liderler getirmeye uğraştığı ortaya çıktı. Alman Der Spiegel dergisi, "Aliya İzzetbegoviç'in radikal İslamcı akımlarla bağlantısından rahatsızlık duyan ABD yönetiminin, İzzetbegoviç'in yerine başka birinin getirilmesi için" çalıştığını ve Ankara'dan da bu konuda destek istediğini yazmıştı. "İslam cephesi dağılıyor mu?" başlığıyla verilen habere göre, Ankara'daki çok çok üst düzey bir yetkili de Amerika'nın bu teklifine sıcak baktığını bildirmişti.111
Kısacası Düzen, Bosnalı Müslümanlara farklı yönlerden saldırıyordu. Bir yandan Sırplar destekleniyor, silahlandırılıyor ve Müslümanlara karşı "etnik temizlik" uygulamaları için cesaretlendiriliyor, bir yandan da "Müslümanlara destek" görüntüsü altında, Boşnaklar arasındaki seküler gruplarla bağlantı kuruyor, onları Müslümanlara karşı kışkırtıyor, "beşinci kol" olarak kullanmaya çalışıyordu. "Fitne", hem dışardan, hem de içerden körükleniyordu.
Tüm bu uzun diplomatik çabaların ardından, 1995 Kasımında Bosna-Hersek'te sözde bir barış imzalandı. Clinton yönetiminin arabulucu olarak görevlendirdiği Richard C. Holbrooke, aylar süren bir "mekik diplomasisi" sonucunda, Müslüman, Hırvat ve Sırp liderlerini Amerika'nın Dayton kentinde bir araya getirdi. ABD baskısı altında geçen üç hafta sonucunda, Bosna-Hersek'in iki parçaya bölünmesini, bir tarafın Boşnak-Hırvat Federasyonu'na, öteki tarafın da "Republika Sırpska"ya verilmesini öngören anlaşma imzalandı. Anlaşmanın ardından yapılan tüm gözlem ve yorumlarda söylendiği gibi Amerikan baskısı ile parafe edilen anlaşmadan en karlı çıkan taraf Hırvatlar, en zararlı çıkan taraf ise Müslümanlar'dı. Önünde başka bir seçenek kalmayan İzzetbegoviç, "adalete karşı barış"ı tercih etmişti. Katliamın bir numaralı sorumlusu olan Slobodan Miloseviç ise anlaşma ile tüm suçlardan aklanmış, ya da bir başka deyişle Batılı biraderleri kurtarılmıştı. ABD'nin tüm bu diplomatik operasyonunu ve Müslümanları zararlı çıkartan "Bosna Barışı"nı organize eden Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard C. Holbrooke, bu "birader"lerden biriydi: Bir Alman Yahudisi olan Holbrooke, 12 yıl Yahudi sermayesinin ünlü şirketi Lehman Brothers'da genel müdürlük yapmıştı. Ayrıca CFR'ye ve Trilateral Komisyonu'na üyeydi...
Bu "barış anlaşması"nın ne anlama geldiği ile ilgili son sözü ise Kissinger söyledi. Sırpların bu büyük hamisine göre, çok yakında Bosnalı Sırplar Sırbistan'la, Bosnalı Hırvatlar da Hırvatistan'la birleşecek, Bosnalılar ise arada sıkışacaktı. Kissinger, basit bir analiz yapmaktan çok, kendisinin de planlayıcıları arasında yer aldığı tezgahı açıklıyordu bir anlamda. Bu tezgahla birlikte, İzzetbegoviç'in kişiliğinde sembolleşen "yeşil tehlike" bir ölçüde savuşturulmuş, Balkanlar'da Müslüman egemenliğinde güçlü bir devlet kurulması engellenmiş oluyordu.
Amerika'nın asıl amacının Bosna'daki "yeşil tehlike"yi yok etmek olduğu bir süre daha da belirginleşti. ABD yönetimi, Dayton anlaşmasından bir kaç hafta sonra, Bosna'ya NATO çerçevesinde 20 bin barış gücü askeri yollayacağını açıkladı. Ancak ilginç bir durum vardı. Amerikalılar, bu askerlerin gönderilmesi için, Boşnakların yanında savaşmak için İslam dünyasının dört bir yanından Bosna'ya gelmiş olan mücahidlerin bölgeden gönderilmesini şart koşmuşlardı. Yapılan açıklamaya göre, ABD mücahidler konusunu Dayton görüşmelerinde İzzetbegoviç'in önüne kesin bir şart olarak koymuş ve Bosna lideri de bunu kabul etmiş, daha doğrusu kabul etmek zorunda kalmıştı. Pentagon yetkilileri "bir ay içinde dinciler temizlenecek ve NATO gücü bölgede hakimiyet kuracak" diyorlardı.
Bütün bunlar, ABD-Avrupa-Sırplar arasındaki iyi polis-kötü polis numarasının gerçekte Bosna'daki "yeşil tehlike"nin yok edilmesi için yürütüldüğünün açık işaretleriydiler. Belki önceden planlandığının aksine Bosnalı Müslümanlar fiziksel olarak tümüyle imha edilememişti ama, İslam ümmetinin Balkanlar'daki "uç beyliği", Düzen tarafından, Sırp kurşunları ve Batılı diplomasi tuzakları aracılığıyla büyük ölçüde yıpratılmıştı.
Ancak tüm bunlar birer olumsuzluk olarak anlaşılmamalıdır. Bosna'da akan Müslüman kanları da kuşkusuz Müslümanlar için bir hayırdır. Bosna, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlara; karşı karşıya oldukları düşmanın yalnızca yerel anti-İslami güçler değil, tüm bir Dünya Düzeni olduğunu göstermiştir. Bosna bir kıvılcımdır ve başlattığı ateş, Düzen'in hesaplayamadığı kadar büyük olacaktır...
Yeşil Korku ve İsrail'in İran'a Karşı Savaşı
Tüm bunların ardından bir de, Düzen'in (İsrail'in ve onun Amerikalı uzantılarının) İran'a ve İran bağlantılı örgütlere karşı başlattığı bir savaş var-dır. Son yıllarda hiç susmayan "İslami terör" yaygaralarının gerçek kaynağını keşfetmek açısından, İsrail'in bu savaşını da incelemek gerekmektedir.
Son yıllarda hem Batı medyası hem de yerli benzerleri tarafından sık sık gündeme getirilen konuların başında "İslami köktendincilik tehlikesi" ve bu tehlikeye karşı alınması gereken "önlemler" gelmektedir. Uzun yıllar Batı'nın en büyük propaganda malzemesi olan "Kızıl Korku"nun ardından, bu kez de "Yeşil Korku" körüklenmektedir. Bu propaganda o kadar etkili bir biçimde yürütülmektedir ki, ufak bir provokasyon sonucunda, Türkiye gibi Müslüman bir ülkede bile Yeşil Korku ile beyni yıkanmış kalabalıklar, İslam'a ve Müslümanlara karşı "kahrolsun" çığlıkları atarak sokaklarda yürüyebilmektedirler.
Oysa sözkonusu Yeşil Korku propagandası büyük ölçüde çarpıtmalara, yalanlara ve aldatmacalara dayanmaktadır. Bu çarpıtmaların en belirgini, bu propagandanın en önemli unsuru olan "İslami terör örgütleri" hakkındadır. Bu örgütlerin en ünlüleri ise Ortadoğu'da İsrail'e karşı mücadele veren ve genelde İran'dan destek alan örgütlerdir. Bu örgütlerin birer "terör örgütü" olduğu şeklinde yoğun bir propaganda yapılmakta, ardından da dünyanın dört bir yanındaki fail-i meçhul terör eylemleri bu örgütlerin adresine kaydırılmaktadır.
Oysa bu noktada önemli bir gerçek vardır: Sözkonusu örgütler gerçekte birer "direniş örgütü"dür ve İsrail'in 1967'den, hatta 1948'den bu yana işgal ettiği toprakları kurtarmak için çatışmaktadırlar. İşgale karşı direnmek ise en meşru haktır. Dolayısıyla bu örgütlerin İsrail ordusuna ya da işgal altındaki topraklarda bulunan ve en az İsrail ordusu kadar saldırgan olan fanatik Yahudi yerleşimcilere karşı giriştikleri eylemler, "terör" olarak nitelenemez. Aksine, tüm bir ulusu işgal altında yaşamaya zorlayan İsrail'in yaptıkları terördür; buna karşı mücadele etmek ise meşru direniştir. Ayrıca bu örgütlerin propaganda yapıldığı gibi dünyanın dört bir yanında terör eylemlerini sürdüren "şube"leri yoktur, yalnızca İsrail'e karşı örgütlenmişlerdir.
Cezayir'de de benzer bir durum vardır. Orada, Müslümanlar barışçı ve demokratik yollardan iktidara gelmek üzerelerken, bir askeri darbe ile dağıtılmış, baskı ve şiddete maruz kalmışlardır. Bu şiddeti uygulayanlar ise herkesçe bilindiği gibi Fransa'nın Cezayir'deki uzantılarıdır. Savaşı ilk başlatanlar da bu "işgalci" ve gayrı-meşru unsurlar olmuştur. Böyle bir durumda "direniş"e geçmekten başka bir seçenek yoktur. Nitekim yapılan da budur. Elbette bu "direniş" hareketleri sırasında aşırı gidildiği, suçsuz insanların da zarar gördüğü durumlar oluyor olabilir. Bu, yanlıştır. Ama yine de bu durum, kimseye direnişi terörle özdeşleştirme hakkını vermez.
Oysa Batı, özellikle de Amerikan basını ve onların yerli benzerleri, sürekli olarak çarpıtma üzerine kurulu bir propaganda yapmaktadır. Örneğin işgal altındaki topraklarda Müslüman direniş örgütleri ve İsrail askerleri çatıştığında, sözkonusu medya, "İsrail askerleri ve teröristler çatıştı" şeklinde mesajlar vermekte, asker oğlunu yitirmiş "gözü yaşlı İsrailli anne" fotoğraflarını basmaktadır. Sanki o İsrail askeri, başka bir halka ait bir toprağı gaspetmiş ve o halka onyıllardır işkence uygulayan, saldırgan ve işgalci bir ordunun üyesi de-ğilmiş gibi. Yapılan aldatmaca bununla da kalmamaktadır: Verilen mesaja göre sözkonusu "terör örgütleri", yalnızca İsraillilere değil, tüm Batı dünyasına, Batılı değerlere inanan herkese karşı inanılmaz bir düşmanlık beslemekte ve onları "kesecekleri" günü beklemektedirler.
Çarpıtma örnekleri çoğaltılabilir, burada fazla ayrıntıya girmeyeceğiz (bazı gazeteleri biraz dikkatli ve "yıkanmamış" bir beyinle okursanız, bu örneklere sık sık siz de rastlayabilirsiniz). Ancak kesin olan şudur: İslam'ı terörle özdeşleştirmeye ve bu noktadan hareketle de her türlü İslami oluşumu engellemek için zemin hazırlamaya yönelik sistemli bir propaganda vardır.
Peki acaba bu sistemli propagandanın kaynağı kimdir?... Kim kasıtlı olarak Yeşil Korku üretmekte ve sonra da sürekli gündemde tutmaktadır?... Washington Report on Middle East Affairs dergisi, Temmuz-Ağustos 1993 sayısında bu sorunun cevabını açık bir biçimde veriyor: İslam aleyhtarı propagandanın kaynağı, İsrail ve onun ABD'deki uzantılarıdır. Washington Report'un konuyla ilgili haberi şöyle:
... İsrail'in önceki Likud hükümeti 'İslami tehdit'e karşı güçlü bir kampanya başlatmıştı. Onun arkasından gelen İşçi Partisi hükümeti ise bunu daha da ileri boyutlara taşıdı. Mesela başbakan Yitzhak Rabin pek çok politik demecinde ve röportajda İran'ın Orta Doğu imparatorluğunun hakimi olmayı isteyecek kadar 'megalomanyak' bir tavır içinde olduğunu ve şu an bir 'İslami Bomba'yı hazırlama aşamasında olduğunu belirtmiştir.
Geçen sene Knesset'te verdiği bir demeçte Rabin bu kampanyanın rengini ortaya koydu ve şöyle söyledi: 'İsrail, islami teröre karşı başlattığı savaşla derin bir uykuya dalmış olan dünyayı uyandırmayı amaçlamaktadır. Ve 'İslami fundamentalizmin içerdiği büyük tehlikelerin önümüzdeki yıllarda dünya barışı için büyük bir tehlike oluşturacağı' yolundaki uyarı yaptı: 'Ölüm tehlikesi kapımızın önündedir.'
Bu ifadelerin arkası, çeşitli Arap rejimlerine karşı olan tavrı ve islamcı kesime verdiği destek nedeniyle tehdit olarak görülen İran'ı inceleyen İsrailli 'askeri' ve 'istihbarat' kaynaklarının basına sızdırdığı bilgilerle geldi. İsrail kaynaklı raporlarda, Batı'daki ve ayrıca Amerika'daki Müslüman gruplarla Sudan, İslami Cihad ve Hamas yollarıyla kurulan İran bağlantısı detaylı bir şekilde anlatılıyordu.
Amerikan İsrail Halkla ilişkiler Komitesi (AIPAC) ve diğer bazı Amerikan Yahudi organizasyonları İsrail'in gündemindeki bu konuyu gayet başarılı bir biçimde yaydılar. Büyük gazetelerdeki köşe yazarları, 'terör uzmanları' ve Kongre üyeleri bu mücadeleye yasallık kazandırabilmesi için İslam/İran tehdidiyle ilgili fikirleri bütün dünyaya yaydılar.
Yakın zamanda ve ayrı ayrı Washington'a yaptıkları ziyaretlerinde Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve İsrail Devlet Başkanı Rabin son olarak New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanmasıyla ilgili yaptıkları konuşmalarda adeta aynı 'Radikal İslam Tehdidi' başlıklı yazıyı okuyor gibiydiler. Gerek Başkan Clinton'la yaptıkları toplantıda gerekse Kongre liderleriyle görüşmelerinde ve basına verdikleri demeçlerde her ikisi de New York'taki terörist hareketin İran'ın finanse ettiği global bir İslami tehdidin bir parçası olduğunu ve sadece İsrail'le Mısır'ı değil aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri de hedef alan bir tehdit olduğunu ifade ettiler.
Her yerde yankılanan görüşleriyle İsrail'in yeni Likud lideri ve 'terör uzmanı' Benjamin Netanyahu ise Dünya Ticaret Merkezinin bombalanmasının 'yalnızca deli bir adamın işi' olmadığını fakat kasıtlı ve sistematik bir vahşet olduğunu ve söz konusu olan şeyin 'Amerika Birleşik Devletlerinin kalbini, New York Şehrinin kalbini hedef alan organize olmuş İslami terör' olduğunu söyledi.
İsrail'in "yeşil tehlike"ye karşı yürüttüğü sistemli bir görsel propaganda mücadelesi de var. İran'ı karalamak için çevrilmiş olan Not Without My Daughter (Kızım Olmadan Asla) adlı film bunun örneği. Kızı İran'da mahsur kalan Betty Mahmudi adlı Amerikalı bir kadının sözde gerçek hikayesini anlatan filmin senaryosunun gerçek yazarı Yahudi asıllı gazeteci William Hoffer. Filmin çekimleri ise İsrail'de yapılmış.
ABD'de "İslam tehlikesi"nden söz eden ve İslam'a karşı daha şahin politikalar izlenmesi gerektiğini savunan medya çevreleri ve entellektüeller de hep İsrail ile bağlantılı isimlerden oluşuyor. Batı'nın düşmanı olarak komünizmin yerini İslam'ın aldığını ısrarla yazan Us News & World Report editörü Mortimer Zuckerman bir Yahudi. Washington Institute for Near East Policy yöneticisi Robert Satloff ya da yeni "oryantalist" Daniel Pipes, İslami tehdide karşı tavizsiz mücadele verilmesi gerektiğini savunan diğer iki ünlü isim; her ikisi nedense yine Yahudi. Bunun yanısıra, anti-İslami yayın ve propagandaları finanse eden iki önemli vakıf, Heritage ve Bradley Vakıfları da hep İsrail'le bağlantılı ve Amerikan Yahudileri tarafından kurulup-finanse edilen kurumlar.
İsrail kuşkusuz "İslami tehdit"e karşı yalnızca propaganda yapmakla kalmıyor, stratejiler de üretiyor. ABD ve İsrail'de bu varsayımla ilgili çeşitli çalışmalar yapılıyor. Bunlardan biri İsrail'in Ma'ariv gazetesinde yayımlandı. Gazetenin Yayın Yönetmeni Ya'akov Erez, İran'ın Hürmüz Boğazı'nı kapatması tehlikesinin Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesinden daha büyük bir tehlike oluşturduğunu, bu nedenle ABD tarafından İran'a kuşatma uygulanması gerektiğini yazdı.112 Tel Aviv Üniversitesi'ne bağlı Yaffa Stratejik Araştırmalar Merkezi'nde düzenlenen bir sempozyumda konuşan Knesset (İsrail Parlamentosu) üyesi İşçi Partili Efraim Sneh ise İran'ın atom bombasına sahip olabileceğini söyleyerek bu durumda Körfez'deki bütün Arap ülkelerinin ve böylece de Batı'nın petrol kaynaklarının büyük bir tehlikeye açık hale geleceğini söyledi. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak, bu ikisi yeterince temsil edici.
Senaryoda en önemli boyut İran'ın atom bombası yapması. Buna göre, İran Körfez ülkelerindeki petrol yataklarını ele geçirmeyi ve sevkiyat trafiğini engellemeyi atom bombası sayesinde gerçekleştirecek. İran'a yönelik uranyum komplosu da bu senaryoda yerli yerine oturuyor.113
CIA ve başka istihbarat servislerinin faaliyetlerini belgelere dayanarak açıklamakla tanınan Covert Action dergisine bir yazı yazan Kudüs İbrani Üniversitesi'nden emekli Profesör Israel Shahak, bu senaryo ile Ortadoğu devletlerinin İsrail'in önderliğinde İran'a karşı bir ittifaka katılmasının amaçlandığını söylüyor. Profesör Shahak'a göre, böyle bir ittifak gerçekleşmez ya da İran rejimi ekonomik baskı ve silahlı sızmalarla yıkılmazsa, İsrail tek başına, muhtemelen nükleer silah kullanarak harekete geçecek. Shahak, İsrail Genelkurmay Başkanvekili General Ammon Lipkin'in bölgede nükleer yayılmayı önlemek için ülkesinin her türlü aracı meşru gördüğünü açıklayışına dikkat çekiyor. Lipkin'in sözlerine bakılırsa, buna silah kullanmak da dahil. Profesör Shahak, generalin nükleer silahları hariç tutmadığının altını çiziyor.
Likud'un yeni lideri Benjamin Netanyahu, "İslami tehlike"yi dilinden düşürmeyen bir "terör uzmanı". |
Bu noktada İsrail'in büyük nükleer gücü de daha anlamlı hale geliyor. Çünkü İsrail, Boston Globe'da yayınlanan bir araştırmaya göre, "Ortadoğu'da nüfusu yüzbinin üzerindeki tüm şehirlerin hepsini bir anda dümdüz edebilecek bir nükleer füze kapasitesine sahip." 114 İsrail basınından son bir alıntı: Yine bir Knesset üyesi olan Efraim Şah'ın söylediği kısa bir cümle: "Lübnan'daki savaş, İran ile çatışmamızın birinci aşamasıdır." 115
Aslında İsrail bu savaşın cephesine şimdiden genişletmiş durumda. Bölgedeki en büyük misyonu İsrail'in çıkarlarını korumak olan ABD, bir süre önce İran Azerbaycanı'ndaki Azerileri ayaklandırmak için harekete geçti. Öte yandan Irangate skandalının ünlü ismi General Richard Secord ile Mossad'ın kurucularından David Kimche, Azerbaycan askerlerini eğitmeye başladı. CIA'deki bütün dosyalarında hakkında "tehlikeli" ibaresi bulunan, General Richard Secord'ın Azerbaycan'da üstlenen Mega Oil şirketi yöneticisi ve Azeri hükümetinin davetlisi olarak Bakü'ye geldiği ve yanında getirdiği 12 emekli Amerikalı general ile Mossad ajanı David Kimche'yle birlikte burada asker eğitimine başladığı, ilk etapta Milli Ordu'ya bağlı 1.000 kişilik bir güç ile çalıştığı, dünya basınında yer aldı. İsrail'in bir ara "Azeri İttihatçı" Ebulfez Elçibey'i kullanarak İran'ı bölmeye çalıştığına da önceki sayfalarda değinmiştik.
Amerika'nın İran aleyhtarı politikası ise tamamen İsrail lobisinin güdümünde şekillendi ve uygulamaya kondu. İran'a yönelik baskı uygulanması, Clinton'ın Ortadoğu'yla ilgili Ulusal Güvenlik Danışmanı Martin Indyk tarafından ilk olarak gündeme getirilmişti. Yahudi lobisinin gözde isimlerinden olan Indyk, İran'a karşı "dual containment" (çifte kuşatma) politikasını savunmuş uygulamaya sokmuştu. Bu politika, 1995 başında ekonomik ambargoya dönüştü. 1995 Martında, İran ile İslam Devrimi'nden bu yana Hürmüz boğazında petrol çıkartma ve sevkiyatı için anlaşma yapan ilk Amerikan şirketi olan Coneco'nun Tahran'la yaptığı 1 milyar dolarlık anlaşma, Clinton yönetimi tarafından iptal edildi. Ancak olayın bir de perde arkası vardı. Cengiz Çandar'ın yazdığına göre, aslında, devreye İsrail lobisi girmiş ve Coneco'nun bağlı bulunduğu ana şirketin en büyük hissedarı bulunan Amerikan Yahudi ailesi Bronfman kanalıyla, İran-Coneco anlaşmasının iptalini sağlamıştı.116
İsrail'in İran'a yönelik son tavrı ise bu ülkeye resmi olarak Amerikan ambargosu koydurmak oldu. AIPAC'ın desteğiyle Beyaz Saray'a oturan ve Amerika'nın ilk "Yahudi hükümetine" Başkanlık eden Clinton (bkz. 7. bölüm), 1 Mayıs 1995'te New York'ta Dünya Yahudi Kongresi'nin toplantısında, İran'a ekonomik ambargo konduğunu ve tüm müttefiklerinden de bu uygulamaya katılmalarını beklediklerini açıkladı. Japonya ve Avrupa ülkeleri ambargoya soğuk bakarken, İsrail yönetimi verdiği karardan dolayı Clinton'ı kutluyordu. Kararı alan, zaten İsrail yönetimiydi çünkü...
'Anti-İslami Enternasyonal'in Anatomisi
Bu bölümün başından bu yana tüm bilgileri göz önünde bulundurursak sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Bugün dünyanın oldukça geniş bir coğrafyasında Müslümanlarla yerel anti-İslami güçler arasında büyük bir çatışma vardır. Samuel Huntington, "Medeniyetler Çatışması" başlıklı makalesinde buna dikkat çekmiş ve "İslam'ın kanlı sınırları" olduğunu söylemişti. Bu doğrudur, ancak bir farkla: Bu "kanlı sınırlar", Huntington'ın iddiasının aksine, Müslümanların değil karşı tarafın saldırganlığından kaynaklanmaktadır.
Peki nasıl birbirinden çok uzak bölgelerde Müslümanlara karşı birbirine çok benzeyen saldırılar olabilmektedir? Birbirinden tamamen kopuk olan yerel anti-İslami güçler, nasıl olup da böylesine sistemli bir biçimde hareket etmektedirler?
Bu sorunun cevabı, her geçen gün daha da belirginleşmeye başlayan "Anti-İslami Enternasyonal"de gizlidir. Bir zamanlar "Komünist Enternasyonal" vardı; dünyanın dört bir yanındaki yerel komünistler bu örgüte bağlanır ve belirlenen ortak stratejiyi izlerlerdi. Bugün ise daha gizli olmakla beraber aynı derecede etkin olan bir "Anti-İslami Enternasyonal"in varlığı sözkonusudur. Bu gizli oluşumun önderi ise önceki sayfalarda incelediklerimizin bize gösterdiği gibi İsrail'dir. (Yahudi önde gelenleriyle geleneksel bir İttifak içinde olan masonluğun da "Anti-İslami Enternasyonal"de önemli bir yeri olduğunu unutmamak gerekir.)
İsrail'in muhalif seslerinden Israel Shahak, Yahudi Devleti'nin "Anti-İslami bir Haçlı Seferi"nin liderliğini yapmaya soyunduğunu söylüyor ve ekliyor: "İsrail, İslami düşmana karşı girişilecek olan savaşta, Batı'nın öncülüğünü yapmak hedefindedir." 117
ABD ise Anti-İslami Enternasyonal'in bir üyesidir; lideri değil. Çünkü Amerika'nın İslam karşıtı politikalarının mimarları, İsrail'in Amerikalı uzantılarıdır. Buna karşın İsrail çizgisi dışındaki Amerikalı elementler, İslam'a karşı daha sıcak bir yaklaşım içinde olabilmektedir. Ruşen Çakır, Milliyet'te yayınlanan "ABD'nin Refah Dosyası" başlıklı yazı dizisinde bu konuya değinmiş ve (RP de dahil olmak üzere) İslami kesimlere düşmanlık gösteren Amerikalıların asıl olarak Yahudiler olduğunu yazmıştı. "Yahudi kökenlilerin, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik dış politikalarının belirlenmesinde epeyce etkin oldukları, büyük medya kuruluşlarını ve belli başlı düşünce üretim merkezlerini (think-tank) denetledikleri biliniyor. Bu çevreler RP'yi yakından izliyorlar ve onun hakkında pek olumlu düşüncelere sahip oldukları söylenemez" diyen Çakır, Amerika'da İslam'a yönelik üç farklı bakış açısının olduğunu söylüyor ve bunları "şahinler, güvercinler ve ortayolcular" olarak nitelendiriyordu. "Şahinler", kuşkusuz Yahudilerdi. Çakır şöyle yazıyordu:
Tartışmanın 'şahinler' kanadı ağırlıklı olarak Yahudi kökenli ya da İsrail Devleti'yle doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olan Ortadoğu araştırmacılarından oluşuyor... Bernard Lewis'in 'duayenliğini' yaptığı şahinler, İslam dininin özünde demokrasiyle bağdaşmadığını, dolayısıyla politik İslamcı hareketlerle kalıcı işbirliğinin imkansız olduğunu savunuyor.118
Bugün bazı Müslümanlarca "Büyük Şeytan" olarak görülen ABD, ardındaki Yahudi etkeni dolayısıyla böylesi bir konuma gelmiştir. Dolayısıyla karşı karşıya olunan düşman, şu ya da bu ülke değil, Yahudi önde gelenleridir. İsra Suresi'nin başında haber verilen İsrailoğulları'nın tüm yeryüzünü kaplayan yükseliş ve bozgunculuğu, yani Düzen, Müslümanları hedef olarak seçmiş bulunmaktadır. İslam dünyasının farklı bölgelerinde Müslümanların karşı karşıya oldukları yerel "müşrik"ler, Yahudi önde gelenleri tarafından koordine edilmektedir.
Bu ilginç durum, aslında İslam ümmetinin ilk kez karşılaştığı bir durum değildir. Peygamberimiz (s.a.v)'ın zamanında da Hayber Kalesi'ni mesken eden Yahudi kabilesi Beni Kaynuka, Arap yarımadasındaki farklı müşrik topluluklarını Müslümanlara karşı organize etmişti. Hendek (Ahzab, Hizipler) savaşı, Yahudiler tarafından kışkırtılmış olan farklı grup (hizip)lerin Müslümanların elindeki Medine'ye saldırmalarıyla gerçekleşmişti. Bugün de ümmet, aynı merkezden kışkırtılıp organize edilen farklı hiziplerin saldırılarıyla karşı karşıyadır.
Bugün durum böyledir. Peki ya gelecekte neler olacak? Müslümanlarla Anti-İslami Enternasyonal arasındaki çatışma nasıl sonuçlanacak?
Bu sorunun cevabını bugünden kestirmek mümkün değildir. Elimizdeki siyasi, sosyolojik, kültürel verilerden yola çıkarak bazı tahminler yapılabilir. Ama yine de dünyanın geleceğini şimdiden bilemeyiz. Gelecek, "gayb"tır (bilinmeyen) ve "O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez" (Enam Suresi, 59) hükmü gereği, biz gelecekte neler olacağını elimizdeki din-dışı bilgileri kullanarak anlayamayız. Ancak geleceği görebilmenin tek bir yolu vardır: Gaybı Allah bilir ve kitabında da gaybtan bazı haberler vermiştir. Ayrıca gaybtan bazı bilgiler Peygamber'e vahyedilmiş ve bu bilgiler bize hadis yoluyla ulaşmıştır. Müslüman, bu İlahi kaynaklı bilgilere bakarak olayların nasıl sonuçlanacağını önceden görebilir.
İşte şimdi bu bilgilere bakmak ve tarihin nelere gebe olduğunu mümkünse keşfetmek gerekmektedir.
59 Daniel Ligou, Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, s. 1263; Zoran D. Nenezic, Masoni u Jugoslaviji 1764-1980: Pregled Istorije Slobodnog Zidarstva u Jugoslaviji, Prilozi i Grada, Narodna Knjiga, s. 153.
69 Henry Coston, La Republique du Grand Orient: Un Etat Dans l'Etat la Franc-Maçonnerie, Paris: Librairie Française, 1976, s. 96.
70 Michael Howard, The Occult Conspiracy: The Secret History of Mystics, Templars, Masons and Occult Societies, 1.b., London: Rider, 1989, s. 117.
71 Jozo Tomasevich, The Chetniks: War and Revolution in Yugoslavia, 1941-1945, Stanford: Stanford University Press, 1975, s. 170.
77 Radoje Vukcevic, General Mihailovic: First Guerrilla Leader in W.W. II: The Trial and Great Injustice, Chicago: Serbian Historical and Cultural Society "Njegos", 1984, s. 101.
86 Johns Hopkins Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi olan Fouad Ajami, Amerikan The New Republic dergisinin 21 Kasım 1994 tarihli sayısında yazdığı Bosna-Hersek'le ilgili makalede, İvo Andriç'in müslüman düşmanlığına dikkat çeker. Ajami'nin yazdığına göre, İvo Andriç, yazılarında "İslam'a olan alerjisini" ortaya koymuş, açıkça Osmanlı ve Boşnak düşmanlığı yapmıştır. Ajami, Andriç'in eserlerinde ortaya koyduğu "müslüman fobisi"nin Sırpların bilinçaltına yerleştiğini ve Sırplar'ın müslümanlara olan düşmanlığında önemli bir rol oynadığını belirtmektedir.
90 Tanıl Bora, Bosna Hersek Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, 1.b., İstanbul: Birikim Yayınları, Mart 1994, s. 91.
107 Miloseviç'in masonluğu, farklı kaynaklarda bildirildi. 30 Ağustos 1992 tarihli Zaman, Miloseviç'in İskoç Ritine bağlı 33. dereceden bir mason olduğunu gösteren orjinal bir masonik diploma yayınlamıştı. Sırp liderin masonluğu, Bosna Hersek'te yayınlanan İslami Düşünce Dergisi Yazı İşleri Müdürü Prof. Dr. İdris Resiç'in 1 Ocak 1992 tarihli Zaman'da yer alan beyanatları sırasında da açıklandı. 10 Nisan 1992 tarihli Jewish Chronicle da Bosna-Hersek'te Miloseviç'in masonluğunun konuşulduğunu yazmıştı.
Zaten Miloseviç'in iktidarı sırasında Tito döneminde kapatılmış olan mason localarının anlı şanlı bir törenle açılması da bu konuda önemli bir göstergeydi. 1990 Temmuzunda yapılan açılışa, Batı Avrupa ülkelerinin yanısıra Amerika ve Kanada'dan da çok sayıda mason ve Miloseviç de dahil olmak üzere Sırp devlet erkanı katılmıştı.
110 Zdravko Tomaç, Nedyelyina Dalmaciya, 14 Ekim 1992; Tanıl Bora, Bosna Hersek: Yeni Dünya Düzeni'nin Av Sahası, s. 111.
114 Noam Chomsky, Letters from Lexington: Reflections on Propaganda, Maine: Common Courage Press, 1993, s. 32.