FİZİLALİL KURAN TEFSİRİ
KASAS SURESİ
1- Ta. sin. mim.
2- Bunlar apaçık Kitab'ın ayetleridir.
Sure, apaçık Kitab'ın benzeri harflerden meydana geldiğine dikkat çekmek için bu harflerle başlıyor. Erişilmez bir üstünlüğe sahip olan; fani insanların kullandığı bu harflerden oluşan diğer sözlere oranla yüce bir makamda olan bu Kitab'ın bu tür harflerden meydana geldiğini vurgulamak istiyor:
"Bunlar apaçık Kitab'ın ayetleridir."
Şu halde bu apaçık Kitap, insan işi değildir. İnsanlar böyle bir kitap meydana getirmeye güç yetirilmezler. Bu Kitap yüce Allah'ın kuluna okuduğu vahiydir. O'nun sanatının erişilmezliği bu Kitap'ta hemen göze çarpar. Bu ilahi sanatının damgası büyük-küçük her alandaki ayırıcı ve gerçek özelliği, bu Kitap'ta kendini gösterir:
3- Ey Muhammed! İnanan bir kavim için. Musa ve Firavun olayının bir kısmını sana dosdoğru anlatacağız.
Şu halde bu Kitap mü'min topluma yöneliktir. Onlara eğitiyor, geliştiriyor, onlar için hareket metodu belirliyor, gidecekleri yolu çiziyor. Bu surede okunan kıssalar işte bu mü'min kitleyi hedef alıyor. Zaten bu kıssalardan ancak onlar yararlanırlar.
Bu kıssaların doğrudan yüce Allah tarafından okunduğunun vurgulanması; mü'minlere özen gösterildiği, onların gözetildiği anlamalarını çağrıştırıyor. Onlara büyük değerlerini, üstün ve yüce derecelerini anlatıyor. Nasıl? Çünkü yüce Allah bu Kitab'ı onlar için, onlar adına; onlarla bu özel ikramı, bu ayrıcalığı hakeden nitelikleri adına peygamberine okuyor.
"İnanan bir kavim için anlatacağız."
Bu girişten sonra, ayetlerin akışı haberi, yani Hz. Musa ve Firavun'la ilgili haberi anlatmaya başlıyor. Musa kıssasını ilk halkasından önce -Doğum halkasından- itibaren ele alarak bu haberi sunuyor. Bu kıssa daha birçok surede anlatılmış olmasına rağmen, kasas süresinin dışında bir yerde bu tür bir girişle başlamıyor. Çünkü Musa kıssasının ilk halkası, Musa'nın içinde doğduğu o zor şartlar, çocukluğunda her türlü kuvvetten ve önlemden yoksun oluşu, yine kavminin güçsüzlüğü ve Firavun'un hegemonyası altında ezilmesi... Evet bütün bunlar surenin varmak istediği ana hedefi oluşturuyorlar. Bu olaylarda kudret eli açıkça ve beşeri bir perdeye gerek duymadan hareket ediyor. İnsanlar bir şey yapamayacak durumda olunca, doğrudan doğruya kudret eli,zulme, azgınlığa ve zorbalığa darbe indiriyor. Güçsüz, kuvvetsiz zayıflara yardım ediyor, işkence gören korumasız, teşkilatsız kimseleri yeryüzüne egemen kılıyor. İşte bu, Mekke'de ezilen müslüman azınlığın vurgulamasının ifade edilmesine ihtiyaç duyduğu zorba ve azgın müşrik çoğunluğunsa bilmek zorunda olduğu bir gerçektir.
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kıssası diğer surelerde genellikle, kendisine peygamberliğin verildiği halkadan başlar, doğum halkasından değil. O halkada ise güçlü kuvvetli iman, azgın zorbalığa karşı çıkıyor, ardından iman galip geliyor, zorbalık ise en sonunda yeniliyor, yerle bir ediliyor. Burada ise amaç, bu anlamı vurgulamak değildir. Asıl amaç, kötülüğün azması, büsbütün iğrençleşmesi durumunda kendi felaketine neden olacağını anlatmaktır. Zorbalık iyice azıttığında, onu insanlardan uzaklaştıracak birine gerek kalmayacağını, böyle bir durumda kudret elinin dolaysız olarak olaya müdahale edeceğini vurgulamaktır. Haksızlığa uğrayan zayıfların elinden tutup onları ve içlerindeki iyilik yanlılarını kurtaracağını, onları eğiteceğini, onları bir ümmet haline getirip yeryüzüne mirasçı yapacağını vurgulamaktır.
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- kıssasının bu surede anlatılması ile güdülen amaç budur. Bu yüzden kıssa bu amacı yerine getirecek, onu önplana çıkaracak bir halkadan itibaren sunuluyor. Zaten Kur'an'da kıssa, yeraldığı surenin akışı ile bir ahenk oluşturur. Kıssa ve içinde yeraldığı sure'nin amacı kalplerin ve bu kalpleri onaracak gerçeklerin bina edilmesi doğrultusunda birbirlerini bütünler.
Hz. Musa'nın kıssasının burada sunulan halkaları ise şunlardır: Hz. Musa'nın doğumunu, bu doğumun gerçekleştiği ortamı saran zor koşulları, bununla beraber yüce Allah'ın ona yönelik gözetiminin ve yardımının anlatıldığı halka... Musa'nın gençlik dönemini, yüce Allah'ın ona hikmet ve ilim vermesini, bu dönemde bir kıptiyi öldürmesini, Firavun ve kurmaylarının onu aklamak üzere bir tuzak kurmalarını, Mısır'dan kaçıp Medyen bölgesine gitmesini, orada evlenip yıllarca hizmet etmesinin sunulduğu halka... Peygamberlik görevini yüklenmeye çağırılmasının, sonra Firavun ve kurmaylarının karşısına çıkmasının, onların da Musa ve Harun'u yalanlamalarının anlatıldığı halka... Ayrıca son akıbetin -boğulma olayının- kısa ve öz olarak sunuluşu...
Sure'nin akışı kıssanın ilk ve ikinci halkasını uzun ve detaylı sunuyor –bu iki halka bu surede yer alan kıssanın iki yeni halkasıdır- çünkü kıssanın bu iki halkası kudret elinin açıkça azgın zorbalığın aleyhinde harekete geçişini ortaya koyuyor. Yine bu bölümlerde, Firavun'un gücünün, planlarının ve önlemlerinin kaçınılmaz kader ve işleyen ilahi hüküm karşısındaki çaresizliğini belirginleştiriyor:
Firavun'a, Haman'a ve askerlerine, başlarına gelmesinden korktukları şeyi gösterelim.
Yine, Kur'an'ın kıssaları sunuş yöntemi uyarınca surenin akışı bu kıssayı da sahnelere bölüyor; bu sahneler arasında hayal gücünün dolduracağı sanatsal boşluklar bırakıyor. Hayal gücünün verdiği hareketliliğin ortaya koyduğu sanat zevkine doymakla birlikte okuyucu birbirini izleyen iki sahne arasındaki boşlukta olup biten hiçbir olayı, manzarayı da kaçırmıyor.
Kıssa'nın birinci halkası beş sahne şeklinde gelişiyor. İkinci halka dokuz sahneden, üçüncü halka ise dört sahneden oluşuyor. Birbirini izleyen halkaların ve sahnelerin arasında da bir sahnenin ya da manzaranın üzerine indirilip kaldırılan perdeleri andıran büyük ya da küçük boşluklar bırakılıyor.
FİRAVUN DÖNEMİNDE MISIR
Kıssa başlamadan önce, olayların yaşandığı atmosfer, kıssaların geçtiği ortanı canlandırılıyor. Kıssaların anlatılışına neden olan olayların perde arkasındaki amaç vurguluyor... Bu da Kur'an'ın hikâyeleri sunuş tarzlarından biridir... Burada yer alan kıssalar da konuları ve hedefleri bakımından birbirleriyle uyum oluşturuyorlar:
4- Firavun ülkesinde ululandı ve zorbalığa kalktı, halkını çeşitli sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğulları'nı) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi.
5- Biz istiyorduk ki o yerde zayıflatılanlara lutfedelim, onları önderler yapalım, onları diğerlerinin yerine mirasçı kılalım.
6- Ve onları o ülkede hakim kılalım. Firavun'a Haman'a ve askerlerine; başlarına gelmesinden korktukları şeyi gösterelim.
Olayların geçtiği sahne bu şekilde çiziliyor ve olayları yönlendiren el, onunla birlikte olayların gerçekleştirmeye dönük olduğu amaç bu şekilde ortaya konuluyor. Olayları yönlendiren bu elin açıkça görülmesi, bir perdeye gerek duymadan hareket etmesi, kıssanın gerçekleştirmek istediği asıl ve belirgin hedefin yanında, göz önünde bulundurulan bir diğer hedeftir. Kıssa'nın bu tarz bir girişle başlaması da bu yüzdendir. Hiç kuşkusuz bu da bu olağanüstü Kitab'ın erişilmez ifade yöntemlerinden biridir.
Bu hikâyede geçen olayların yaşandığı dönemde Mısır'ın başında bulunan Firavun'un kim olduğu kesin olarak bilinmiyor. Zaten tarih belirlemek, Kur'an'daki kıssaların varmak istediği hedefler arasında yer almaz. Ayrıca bu kıssaların verdiği mesajlara bir katkıda bulunmaz. Bu olayın, babasını ve kardeşlerini yanına alan Hz. Yusuf'tan -selâm üzerine olsun- sonra meydana geldiğini bilmemiz yeterlidir. "İsrail" Hz. Yusuf'un babası Yakub'un adıdır. Bunlar da O'nun soyudur. Böylece Mısır'da çoğalmış, büyük bir halk kitlesi haline gelmişlerdi.
İşte bu azgın Firavun yeryüzünde kibirlenmiş, büyüklük taslayıp zorbaca bir düzen kurmuştu. Mısır halkını çeşitli gruplara ayırmış, her bir gruba ayrı bir uygulamada bulunmuştu. Baskının, işkencenin en ağırını da İsrailoğulları'na uygulamıştı. Çünkü onlar Firavun ve kavminin dininden ayrı birtakım bozulmalar ve sapmalar olmuştu, ama temelde tek İlah'a inanıyor, Firavun'un ilahlığını ve bütün Firavuncuların, putçu inançlarını inkâr ediyorlardı.
Böylece tağut, böyle bir grubun Mısır'daki varlığının tahtı ve saltanatı açısından bir tehlike oluşturduğunu sezmişti. Onları sınır dışı da edemiyordu. Çünkü sayıları yüzbinleri bulan büyük bir kitleydiler. Böyle bir şey yapsa, Firavunlarla sürekli savaş halinde bulunan komşuları ile aleyhinde birleşip saldırıya geçebilirlerdi. Bu yüzden kendisine kulluk etmeyen, tanrılık iddiasını benimsemeyen bu gruptan sezdiği potansiyel tehlikeyi bertaraf etmek ve onları sistematik olarak soykırıma uğratmak için son derece iğrenç, o kadar da korkunç cehennemi bir plan uyguladı. Onları en zor ve en tehlikeli işlerde çalıştırmak, onları aşağılamak, çeşitli işkencelerden geçinmek bu planın bir parçasıydı. Yine nüfusları artmasın diye doğar doğmaz erkek çocuklarını öldürmek, kız çocuklarını erkeksiz bırakmak da uygulanan planın bir parçasıydı. Böylece, çektikleri işkence ve eziyetlerin yanında erkeklerinin azalıp, kadınlarının artmasıyla zayıf düşmelerini, kendisine başkaldıramayacak duruma gelmelerini planlıyordu.
Anlatıldığına göre, Firavun İsrailoğulları'nın hamile kadınlarının doğum yapmalarından önce ebeler gönderir ve doğan çocukları kendisine bildirmelerini isterdi. Amaç, hiçbir suçları bulunmayan çocuklara acımayan, iğrenç ve cehennemi planı uyarınca daha doğar doğmaz erkek çocukları boğazlamaktı.
İşte bu surede anlatıldığı şekliyle, Musa kıssasının doğumla ilgili bölümünün geçtiği ortam bundan ibaretti.
"Firavun ülkesinde ululandı ve zorbalığa kalktı, halkın çeşitli sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğulları'nı) zayıflatılıyor, oğullarını kesiyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi."
Ne var ki yüce Allah, Firavun'un istediğinden başka bir şey istiyordu. Zorba tağutun planladığından başka bir şey planlıyordu. Ellerindeki güçleri ve iktidarları, aldıkları güvenlik önlemleri azgın tağutları aldatır. Bu yüzden yüce Allah'ın iradesini ve planını unuturlar. Kendileri için sevdikleri şeyleri, düşmanları için de diledikleri şeyleri yine kendilerinin seçtiklerini sanırlar. Bunu da, onuda yapabildiklerini zannederler.
Yüce Allah ise, burada o zamanki iradesini, o zamanki planını açıkça duyuruyor; Firavun'a Haman'a ve ordularına meydan okuyarak, aldıkları önlemlerin, hazırladıkları güçlerin, kendilerine hiçbir yarar sağlamayacağını bildiriyor:
Biz istiyorduk ki o yerde zayıflatılanlara lutfedelim, onları önderler yapalım, onları diğerlerin yerine mirasçı kılalım."
"Ve onları o ülkede hakim kılalım. Firavun'a Haman'a ve askerlerine, haşlarına gelmesinden korktukları şeyi gösterelim."
Tağutun o iğrenç ve çirkin arzusu doğrultusunda haklarında dilediği gibi hareket ettiği, oğullarını boğazlayıp kadınlarını erkeksiz bıraktığı, işkence ve soykırımın en kötüsünü tattırdığı, buna rağmen onlardan çekindiği, tahtı ve saltanatı açısından onlardan korktuğu, bu yüzden peşlerine gözcüler ve ajanlar taktığı, doğan erkek çocuklarını izlettirip bir kasap gibi kestiği bu ezilmişlere... Evet bu ezilmişlere yüce Allah sınırsız iyilikte bulunmak istiyor. Bereketli topraklara mirasçı yapmak istiyor. (İman edip salih ameller yaparak burayı hakettikleri sürece yüce Allah bu toprakları onlara bahşetmiştir) Onları bu topraklara yerleştirip güçlü, kuvvetli olmalarını, güven içinde temelli kalmalarını istiyor. Firavun'un, Haman'ın ve ordularının korktuklarını ama farkında olmadan kuşatıldıkları felâketi başlarına getirmek istiyor.
Surenin akışı, hikâyeye girmeden önce pratik durumu ve en sonunda planlanan akıbeti bu şekilde ilan ediyor. Amaç iki gücü karşı karşıya getirmektir; bir yanda insanların, çok şeyi yapabildiğini düşündükleri Firavun'un şişirilmiş, gözlerde büyütülmüş kof gücü, öte yanda insanları ürküten basit maddi güçlerin karşısında tutunamadığı, savrulup gittiği yüce Allah'ın gerçek ve dehşet verici gücü.
Bu duyuru ile kıssa başlamadan önce kıssanın yaşandığı sahne çiziliyor; böylece kalpler sahnede geçecek olaylara, olayların gelişimine, varacağı sonuca ve daha hikâye anlatılmadan ilan edilen akıbete nasıl varılacağına ilgiyle bağlanıyor.
Bu yüzden kıssa canlılık doludur. Ve sanki tarihe gömülmüş bir hikâye değil de ilk defa karşılaşılan bir olay gibi bölüm bölüm sunuluyor. İşte bu Kur'anın ifade tarzının genel ayrıcalığıdır.
KISSA BAŞLIYOR
Sonra kıssa başlıyor. Onunla birlikte meydan okumalar ve perdesiz faaliyet gösteren kudret elinin belirginleşmesi başlıyor.
Kuşkusuz Hz. Musa -salât ve selâm üzerine olsun- kıssa başlamadan önce çizilen böylesine zor koşulların egemen olduğu bir ortamda doğmuştu. Doğarken tehlikeler etrafını sarmıştı, ölüm tehlikesi yanı başındaydı.
İşte onun şaşkın annesi, onun adına korkuyor, haberin cellatlara ulaşmasından endişeleniyor, çocuğunun boynuna bıçak atılmasından korkuyor. İşte o, küçücük yavrusuyla korkulu ortamın merkezinde yaşıyor, onu korumaktan, saklamaktan aciz. Çocuğun dünyaya geldiğinin duyulmaması için çocuğun fıtri ağlamasını, sesini engellemekten aciz. Onu korumak için bir çözüm, bir çıkar yol düşünmekten aciz bir halde bekliyor. İşte onun annesi, zayıf, çaresiz, güçsüz ve yapayalnız...
İşte burada kudret eli müdahale ediyor, titreyen, korkan ve huzursuz olan annesinin imdadına yetişiyor, nasıl davranacağına kalbine ilham ediyor, ne yapacağını gösteriyor:
7- Musa'nın annesine, "Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesinden korkuyorsan bir sandık içinde suya bırak, korkma, üzülme, biz onu tekrar sana vereceğiz ve onu peygamber yapacağım" diye bildirmiştik.
Aman Allah'ım! Ne müthiş kudret! Ey Musa'nın annesi, onu emzir, Ama o senin kucağındayken, senin gözetimindeyken başına bir şey gelmesinden endişelendiğin zaman, onun ağzında senin memen varken ve o gözlerinin önündeyken onun adına korktuğun zaman, "Bir sandık içinde "Korkma üzülme" O burada suda öyle bir elin kontrolündedir ki, onun yanında olmanın dışında güvenli bir ortam yoktur. Bu elin yanında, onun gözetiminde olduktan sonra artık hiçbir şeyden korkulmaz. Korkular bu elin kontrolündeki bölgeye yaklaşamaz. Bu el ateşi serin ve yakmaz hale getirir. Denizi bir sığınağa bir yatağa dönüştürür. Ne zorba, azgın Firavun ne de yeryüzünün diğer tağutları bu elin kontrolündeki güvenli, üstün ve saygın koruluğa yaklaşmaya cesaret edebilir. "Biz onu tekrar sana vereceğiz."
Şu halde onun hayatından endişelenmeye, uzaklığından dolayı üzülmeye gerek yok. "Onu peygamber yapacağız." İşte yanına ilişkin bir müjde... Ve işte en doğrusunu söyleyen yüce Allah'ın sözü.
Bu, Musa kıssasının ilk sahnesidir. Ne yapacağını, korkudan titreyen, endişeli ve kederli bir annenin hali. Bu arada güven veren, rahatlatan, geleceğe ilişkin bir müjde içeren bir ilham alan bir annenin sahnesi... Bu ilham, (ayetin orjinalinde geçtiği gibi) bu vahiy korkudan titreyen, şaşkın durumda bekleyen bu annenin kalbine bir serinlik ve bir esenlik gibi iniyor. Ayetlerin akışı Musa'nın annesinin bu vahiy, bu ilhamı nasıl algıladığını ve gereğini nasıl yerine getirdiğini belirtmiyor. Sadece bir daha açılmak üzere bu sahnenin perdeleri indiriliyor. Perdeler açılınca kendimizi ikinci sahnenin karşısında buluyoruz.
8- Nihayet Firavun ailesi onu buldu ve aldı. Çünkü o, sonunda kendileri için bir düşman ve dert olacaktı. Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu oldukları için yanılıyorlardı.
Bu mudur güvende olmak? Verilen söz bu muydu? Bu muydu müjde? Zavallı kadıncağız çocuğu adına Firavun ailesinden çekinmiyor muydu? Onlar çocuğunu görecekler diye korkudan titremiyor muydu? Hem zaten çocuğunun Firavun ailesinin eline düşmesinden korkmuyor muydu?
Evet!.. Ama kudret eli meydan okuyor. Açıktan açığa ve dolaysız olarak işe müdahale ediyor. Firavun'a, Haman'a ve her ikisinin ordularına meydan okuyor... Çünkü onlar saltanatları, tahtları ve kişisel egemenlikleri açısından korktukları için Musa'nın kavminden doğan erkek çocukları izliyorlardı. Herhangi bir erkek çocuğu ellerinden kaçıp kurtulmasın diye Musa'nın kavminin üzerine gözcüleri dikmiş, aralarına ajanlarını salmışlardı. İşte kudret eli, aramalarına yorulmalarına gerek kalmadan bir erkek çocuğunu kucaklarına atıyor. Hem de hangi çocuğu? Hepsinin yok olmasına neden olacak bir çocuğu! İşte kudret eli bu çocuğu her türlü güçten, her türlü plandan yoksun, kendini savunamayacak kadar çaresiz bir durumda onlara teslim ediyor. Azgın, kanlı diktatör Firavun'un onu korumasını sağlıyor. Firavun'un onu, İsrailoğulları'nın evlerinde, doğuran kadınlarının bağrında aramasına gerek kalmıyor artık.
Sonra, işte bu ilahi kudret buradaki amacı meydan okuyan bir tavırla, açıkça duyuruyor:
"Sonunda kendileri için bir düşman ve dert olacaktı."
Onlara meydan okuyan bir düşman olsun; içlerine sıkıntı, endişe salan biri olsun diye.
"Şüphesiz Firavun, Haman ve askerleri suçlu oldukları için yanılıyorlardı."
Peki bu nasıl olacaktı? Musa her türlü güçten, her türlü önlemden yoksun olarak onların ellerindeyken bu hedef nasıl gerçekleşecekti? Bırakalım da ayetlerin akışı cevabı versin:
9- Firavun'un karısı; "İkimizin de gözü aydın! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur ya da onu evlat ediniriz"dedi. Onu almakla hata ettiklerini bilmiyorlardı.
Bundan önce Firavun'un sarayının, kendisine karşı onu himaye etmesini sağladığı gibi, kudret eli şimdi de yine Firavun'a karşı karısının kalbini Musa'yı korumaya yöneltiyor. İşte bu ince ve şeffaf sevgi perdesiyle onu korumuştu. Silahla, mevkiyle veya malla değil. Onu kadının kalbindeki duygusallıkla, sevgiyle korumuştu. Bu sevgi aracılığı ile Firavun'un katılığını, sertliğini yumuşatmış, hırsına ve önlem alma eğilimine engel olmuştu. Yüce Allah'ın bu zayıf ve güçsüz çocuğu, sadece bu ince ve şeffaf perdeyle Firavun'a karşı koruması hiç de zor değildi!
"ikimizin de gözü aydın!"
Halbuki kudret eli onu Firavun'u karısı hariç- hepsine düşman olsun, içlerine sıkıntı salsın diye kucaklarına atmıştı:
"Onu öldürmeyin."
Oysa Firavun'un ve ordularının yerle bir edilmesi onun eliyle gerçekleşecektir.
"Belki bize faydası dokunur ya da onu evlat ediniriz."
Ama ilahi takdir, uzun zamandan beri korktukları felaketi, o çocuğun varlığının gerisinde saklıyordu.
"Onu almakla hata ettiklerini bilmiyorlardı."
Kendilerine meydan okuyan, kendilerini alaya alan, dilediğini yapabilen bu gücün farkında değillerdi.
Böylece ikinci sahne sona eriyor ve bir süre için perde iniyor.
CEFAKÂR ANNE
10- Musa'nın annesi, gönlü bomboş, sabaha kadar oğlunu düşündü. Eğer biz, vaadimize inananlardan olması için kalbini iyice pekiştirmemiş olsaydık, saraya alınan çocuğun oğlu olduğunu açığa vuracaktı.
11- Annesi Musa'nın ablasına; "Onun izini takip et " dedi. O da kimse farkına varmadan, Musa'yı gözetledi.
Musa'nın annesi gelen mesajı almış ve çocuğunu suya bırakmıştı. Ama şimdi nerdedir? Dalgalar ne yaptı ona acaba? Belki de kendi kendine şöyle sormuştur! Nasıl? Nasıl güvendim de ciğerparemi suya attım? Bundan önce hiçbir annenin yapamadığı şeyi nasıl yapabildin? Nasıl oldu da onun selametini bu korkunç nehirde aradım? Ya şu garip sese nasıl teslim oldum?
Kur'an'ın ifadesi zavallı annenin kalbini son derece canlı bir tabloda tasvir ediyor: "Gönlü bomboş." Aklı gitmiş, hiçbir şey düşünemiyor, gözü hiçbir şey görmüyor ve hiçbir şey yapamıyor.
"Saraya alınan çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı."
Az kalsın yaptığını herkese yayacaktı. Deli gibi bağırıp: "Kaybettim, yavrumu kaybettim. Garip bir sese uyarak çocuğumu suya attım" diyecekti.
"Kalbini iyice pekiştirmemiş olsaydık." Kalbine güven verip tutmasaydık, onu sapmaktan, mahvolmaktan alıkoymasaydık.
"İnananlardan olması için"
Allah'ın vaadine inanan, O'nun sınamasına karşı sabreden ve O'nun yol göstericiliğine uyan mü'minlerden olmasını sağlamasaydık.
Buna rağmen Musa'nın annesi, araştırmaktan, bir şeyler yapmaktan geri durmadı.
"Annesi Musa'nın ablasına; `Onun izini takip et' dedi."
İzini araştır, bir haber getir. Sağ mıdır? Yoksa bir deniz canavarı mı, ya da karanın yırtıcı bir hayvanı mı yedi onu? Yahut nerede durdu, nerede karaya vurdu?..
Musa'nın ablası çekinerek, korkarak izini araştırdı. Yollarda, sokaklarda onunla ilgili bir haber edinmeye çalıştı. Ve birden onu gözeten kudret elinin onu nereye sürüklediğini öğrendi. Onu Firavun'un hizmetçilerinin ellerinde emzirecek birini ararlarken gördü.
12- Önceden, süt annelerini memesini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın ablası; "Sizin için onun bakımını üstlenecek ve ona öğüt verip onu güzelce eğitecek bir aileyi göstereyim mi? dedi"
Hiç kuşkusuz onu gözeten güç, neler olacağını planlamıştı. Onun aracılığı ile Firavun ve ailesine bir plan hazırlamıştır; Onu bulmalarını, onu sevmelerini, onu emzirecek bir süt anne aramalarını sağlamıştır. Öte yandan bu ilahi güç şaşkına dönmeleri için çocuğun hiçbir süt annesinin memesini kabul etmemesini sağlıyor. Kendisine verilmek istenen her memeyi reddediyor. Onlarsa çocuğun ölmesinden ya da zayıf düşmesinden endişeleniyorlar. Nihayet ablası uzaktan görüp tanıyor. Böylece ilahi güç çocuğu süt anne arayan adamların şaşkınlığını Musa'nın ablası için bir fırsat haline getiriyor. Ablası onlara şöyle diyor: "Sizin için onun bakımını üstlenecek ve ona öğüt verip onu güzelce eğitecek bir aileyi göstereyim mi?" Musa'nın ablası sözlerini bitirmeden dediklerini yapıyor ve seviniyorlar. Bu arada sevimli yavrucağın kurtulması için doğru söylüyor olmasını diliyorlar.
Böylece dördüncü sahne sona eriyor. Biz de kendimizi Musa kıssasının bu halkasının beşinci ve son sahnesi karşısında buluyoruz. Kaybolan çocuk bağrı yanık anneye dönmüştür. Sağlığı da yerindedir. Güvenilir bir yerde, Firavun'un himayesinde, karısının gözetiminde yaşamaktadır. Üzerinde dolaşan korku bulutları dağılmış, artık güvenilir ve sağlam bir yerdedir. Hiç kuşkusuz kudret eli insanı dehşete düşüren olağanüstü planının ilk aşamasını bu şekilde gerçekleştirmiştir.
13- Böylece biz onu annesine geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin ve Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin. Fakat çoğu bunu bilmez.
Bundan sonra hikâyenin akışı, Musa'nın doğumu ile onun gençliğini ve olgunluğunu temsil eden aşağıdaki halka arasında geçen uzun senelere ilişkin herhangi bir açıklamada bulunmuyor. Bu yüzden emzirmek üzere annesine geri geldikten sonra neler olduğunu, yine Firavun'un sarayında nasıl eğitildiğini, emzirme döneminden sonra öz annesi ile ne tür bir ilişkisinin olduğunu bilemiyoruz. Ayrıca delikanlılık çağına gelip hikâyenin bu ikinci bölümünde anlatılan olayları yaşayacak kadar büyüdükten sonra sarayın içindeki ve dışındaki yeri neydi, Firavun'a kulluk edenlerin ve kâhinlerinin arasında Allah'ın gözetimi altında, O'nun öngördüğü bir göreve hazırlanıyorken, hangi inanca bağlıydı bilemiyoruz.
Hikâyenin akışı bütün bunlara değinmeden doğrudan doğruya bedensel ve ruhsal olgunluğa eriştiği dönemi yansıtan kıssanın ikinci halkasına başlıyor. Yüce Allah ona eşya ve olayları yerinde ve doğru olarak değerlendirme yeteneğini ve bilgisini vermiştir; onu iyi insanların ödülü ile ödüllendirmiştir.
14- Musa, yiğitlik çağına gelip olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız.
Ergenlik çağına girmek, bedensel güçlerin son noktaya varmasıdır. Olgunlaşmak ise, organik ve akli gelişmenin tamamlanmasıdır. Bu da genellikle otuz yaş civarında gerçekleşir. Acaba Hz. Musa, bu yaşa kadar, Firavun'un sarayında onun ve karısının bir evlatlığı, üvey evladı oğlu olarak mı yaşamıştır? Yoksa Musa'nınki gibi saf ve seçkin ruhların sıkıldığı, rahat edemediği, böylesine kokuşmuş bir ortamda ruhu sıkılmış, huzursuz olmuş, bu yüzden onlardan ayrılıp sarayı terk mi etmiştir? Özellikle annesinin ona kim olduğunu, hangi kavme mensup olduğunu, dininin ne olduğunu kesinlikle öğretmiş olması gerekir. O da kavminin nasıl iğrenç bir zillete, aşağılık bir zulme, alçakça bir haksızlığa mahkum edildiğini, yine yaygın ve çirkin bir bozgunculuğun her tarafı kapladığını görüyordu.
Bu konuda elimizde bir kanıt yok. Ancak, az sonra göreceğimiz gibi bundan sonraki olayların akışı bu hususla ilgili bazı şeyler ifade etmektedir. Yine ona eşya ve olayları yerinde ve doğru olarak değerlendirme yeteneği ve bilgi verilmek üzerine yapılan. "İşte güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız."şeklinde değerlendirme onun iyi bir insan olduğunu, bu yüzden yüce Allah'ın eşya ve olayları yerinde ve doğru olarak değerlendirme yeteneğini ve bilgiyi bahşederek kendisine iyilikte bulunduğuna işaret etmektedir:
15- Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle dövüştüklerini gördü. Kendi tarafından olan, düşman olana karşı Musa'dan yardım istedi. Musa'da onun düşmanına bir yumruk vurdu, ölümüne sebep oldu. Sonrada; "Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık saptıran bir düşmandır "dedi.
16- Musa; "Rabb'im! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla "dedi. Allah onu bağışladı. Çünkü O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.
17- Musa; "Rabb'im! Bana verdiğin nimete andolsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım "dedi.
Şehre girdi. Öyle anlaşılıyor ki bu şehir o zamanki başkenttir. Peki nereden gelip girdi bu şehre? Aynı şehirdeki saraydan mı geliyordu? Yoksa sarayı da başkenti de terk etmişti de, sonra da halkının farkında olmadığı bir sırada, örneğin öğle vakti uyukladıkları bir sırada mı gelip şehre girdi.
Artık nasıl olmuşsa şehre girmiştir: "Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle dövüştüklerini gördü. Kendi tarafından olan, düşman olana karşı Musa'dan yardım istedi.
Bu adamlardan biri kıpti idi. Rivayete göre; bu adam Firavun'un adamlarından biriydi. Bir diğer rivayete göre de, saray aşçısıydı. Öteki de İsrail kökenliydi. Bunlar kavga ediyorlardı. İsrail kökenli olan kıpti asıllı düşmanlarını alt etmek için Musa'dan yardım istedi. Nasıl olur? İsrail kökenli adam Firavun'un adamlarından birine karşı yine Firavun'un üvey oğlundan nasıl olurdu yardım isteyebilir. Eğer Musa hala sarayda bir evlatlık ya da Firavun'un bir adamı olarak yaşıyorsa böyle bir şey olamazdı. Ancak İsrail kökenli olan adamın Musa'nın sarayla bir ilişkisinin kalmadığından, kendisinin İsrail kökenli olduğunu bildiğinden, baskı altında yaşayan kavmine yardım amacı ile kral ve adamlarından intikam aldığından emin olması durumunda böyle bir şey söz konusu olabilir. Musa'nın -selâm üzerine olsun- durumunda olan birisi için böylesi daha uygundur. Çünkü kötülük ve bozgunculuğun kokuşmuş bataklığında yaşamaya katlanması uzak bir ihtimaldir.
"Musa'da onun düşmanına bir yumruk vurdu, ölümüne sebep oldu. .Ayetin orjinalinde geçen "Vekeze" kelimesi eli yumruk haline getirip vurmaktır. İfaden anlaşıldığına göre bir tek yumrukta Kıpti ölmüştür. Bu olay, Musa'nın gücüne ve gençliğine işarettir. Öte yandan heyecanlı ve öfkeli olduğunu tasvir etmektedir. Bunun yanı sıra onun Firavun a ve onunla ilişkisi bulunan kimselere karşı duyduğu kini de vurgulamaktadır.
Ancak ayetin akışından anlaşıldığına göre, Hz. Musa Kıpti'yi öldürmek niyetinde değildi. Bilerek onu öldürmedi. Bu yüzden cansız bir ceset olarak yere yığılınca derhal geri çekiliyor, yaptığından pişmanlık duyuyor ve olayı şeytana, onun aldatmasına bağlıyor. Çünkü bu olay kızgınlıktan kaynaklanmıştı, kızgınlıksa, şeytan ya da şeytanın bir soluğudur:
"Sonrada`Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık saptıran bir düşmandır dedi" Sonra kızgınlığın neden olduğu olayın dehşeti ile kendisine geliyor ve böyle bir yük altına girmekle kendisine zulmettiğini itiraf ediyor. Affını, bağışlamasını dileyerek Rabb'ine yöneliyor:
"Musa; Rabb'im! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla' dedi."
Yüce Allah, onun içten yakarmasına ve duyarlılığına karşılık veriyor, onu bağışlıyor!
"Allah onu bağışladı. Çünkü O çok bağışlayan ve çok esirgeyendir." Sanki Hz. Musa -selâm üzerine olsun- Rabb'ine yönelişinin sıcaklığı içinde incelmiş kalbi ile, uyanık duygusu ile Rabb'ine kendisini bağışladığını hissediyor. Mü'min kalbin inceliği ve duyarlılığı bu düzeye ulaşınca, Rabb'ine yönelişinin sıcaklığı bu noktaya varınca, dua eder etmez duasının Allah'a ulaştığını hisseder. Hz. Musa da Rabb'inin duasını kabul ettiğini hissedince vicdanını bir titreme alıyor. Bu yüzden kendi kendine bir söz verdiğini görüyoruz. Rabb'inin kendisine bahşettiği nimetlere karşılık bu sözünü tutacağını vadediyor:
"Musa; `Rabb'im! Bana verdiğin nimete andolsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım. dedi"
Bu, suçluların tarafında yer alıp onlara destek ve yardımcı olmamaya ilişkin kesin bir sözdür. Her türlü suçtan ve suçlulardan uzak olmanın ifadesidir. Kızgınlığın, zulüm ve haksızlığın ağır baskısı altında bile mücrimlerden taraf olmayacağının belirtisidir.
Bu sözü, yüce Allah'ın duasını kabul etmek, bundan önce de kendisine güç, kuvvet, hikmet ve ilim vermek suretiyle bahşettiği nimetlerin karşılığı olarak vermektedir.
ZÜLME BAŞKALDIRI
Bu derin titreme ve bundan önceki derin heyecan bize Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kişiliğini tasvir etmektedir. Heyecanlı, sıcakkanlı, duygusal ve tepkisel bir kişiliktir bu. İlerde daha bir çok yer de bu kişiliğin belirgin özellikleriyle karşılaşacağız.
Hatta şu anda Hz. Musa kıssasının bu halkasındaki ikinci sahnede bu kişiliğin belirtileriyle karşı karşıya bulunuyoruz!
18- Şehirde korku içinde etrafı gözetleyerek sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kişi bağırarak yine ondan yardım istiyordu. Musa ona; "Besbelli sen bir azgınsın. " dedi.
19- Nihayet Musa ikisininde düşmanı olan adamı yakalamak isteyince; "Ey Musa! Dün bir canı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde islah edenlerden değilde zorba olmak istiyorsun. "dedi.
Birinci kavga Kıpti'nin ölümü ile, Musa'nın yaptığına pişman olup Rabb'ine yönelmesi, O'ndan bağışlanma dilemesi, Rabb'inin de onu bağışlaması, bunun üzerine Musa'nın suçlulara destek olmayacağına ilişkin olarak kendi kendine söz vermesi ile sonuçlanmıştır.
Aradan bir gün geçmiş, Musa yaptığını ortaya çıkmasından korkarak şehirde sabahlamış, ifşa olmanın, eziyet görmenin endişesiyle etrafı gözetliyor... Ayette geçen "gözetleme" kelimesi, etrafına bakıp duran, birilerinden saklanan, her an bir kötülüğe uğrama, beklentisi içinde olan birinin içinde bulunduğu endişeli durumu tasvir ediyor. Aynı şekilde burada ortaya çıkan durumda, heyecanlı kişiliğin özelliklerindendir. Ayetin ifade yöntemi korkunun ve endişenin egemen olduğu durumu bu kelimeyle somutlaştırırken "şehirde" sözüyle de olayı büyütmektedir. Çünkü normalde şehir güven ve huzurun egemen olduğu bir ortamdır. Şehirde korku içinde etrafı gözetlediğine göre, bu yerde güven içinde barınamayacak kadar büyük bir korku içindedir demektir.
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- bu durumu, onun o sırada sarayın adamlarından biri olmadığını gösteriyor. Yoksa zulüm ve azgınlığın hüküm sürdüğü dönemlerde saraya mensup birinin bir kişiyi öldürmesinden daha sıradan, daha önemsiz ne olabilir ki? Şayet hala Firavun'un gönlündeki ve sarayındaki yerini koruyor olsaydı, şehirde korkarak etrafı gözetlemesi bir yana herhangi bir şekilde endişelenmeyecek, korkmayacaktı.
O, bu korku içinde saklanmaya çalışırken birden "Dün kendisinden yardım isteyen kişi bağırarak yine ondan yardım istiyordu."
Dün bir Kıptiye karşı kendisinden yardım isteyen İsrail kökenli arkadaşı bugün yine bir başka Kıpti ile kavgaya tutuşmuş ve bağırarak Musa'dan yardım istiyor. Belki de Musa'nın bu ortak düşmanına bir yumruk indirip öldürmesini istiyordu.
Ancak dünkü tablosu, öte yandan duyduğu pişmanlık, sonra Rabb'inden bağışlanma dileyip ona verdiği söz hala Musa'nın aklındaydı. Üstelik her an eziyete uğrama endişesiyle etrafı gözetleyerek saklanmasını da unutmuş değildi. Bu yüzden Hz. Musa kendisine bağırarak yardım isteyen İsrail kökenliye kızıyor ve onu sapık, yoldan çıkmış biri olarak nitelendiriyor:
Musa ona; "Besbelli sen bir azgınsın" dedi.
Bu sonu gelmez kavgalarıyla, İsrailoğulları'nın aleyhine kızgınlığın artmasından başka sonuç vermeyen dalaşmalarıyla yoldan çıkmışın, sapığın tekisin. Çünkü İsrailoğulları bir harekete girişemeyecek kadar zayıf bir durumdadırlar. Bu yüzden hiçbir yararı olmayan, üstelik zarar veren bu tür kavgaların hiçbir değeri yoktur.
Buna rağmen, görülen o ki, Kıptiye karşı duyduğu kinle öfkelenmiş, dünkü adamı öldürdüğü gibi bunu da öldürmek için kızgınlıkla üzerine atılmıştır. Bu kızgınlık, daha önce de işaret ettiğimiz gibi Musa'nın heyecanlı kişiliğinin bir özelliğidir. Öte yandan bu kızgınlık, Musa'nın içinde zulme karşı biriken tepkinin, haksızlığa, azgınlığa karşı içinde beslediği intikam duygusunun, İsrailoğulları'na uygulanan sistematik işkenceden duyduğu sıkıntının insanın kalbinde kin ve öfke çizgilerini koruyan yıllardan beri süregelen azgınlığa, haksızlığa duyduğu nefretin boyutunu da göstermektedir:
"Nihayet Musa ikisininde düşmanı olan adamı yakalamak isteyince; `Ey Musa! Dün bir canı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun? Sen yeryüzünde islah edenlerden değilde zorba olmak istiyorsun.' dedi"
Zulüm iyice azıtınca, toplum dejenere olunca, ölçüler birbirine karışınca, her yanı koyu bir karanlık kaplayınca temiz bir ruh; rejimleri, kanunları ve gelenekleri şekillendiren zulme katlanamaz, tepki gösterir. Bu tür toplumlarda zulüm genel fıtratı bozar. Öyle ki insanlar, zulüm yapıldığını görmelerine rağmen tepki göstermezler. Azgınlığı, saldırganlığı gördükleri halde önüne geçmek gibi bir duygu uyanmaz içlerinde. Hatta genel fıtratın bozulması haksızlığa uğrayanın tepki göstermesini, direnmesini yadırgayacak ve kendini veya başkasını savunmaya kalkışanı, Kıpti'nin Hz. Musa'ya dediği gibi "yeryüzünde zorbalık yapmaya" kamu düzenini bozmaya, anarşi çıkarmaya kalkışmakla suçlayacak bir düzeye varır. Bunun nedeni, diktatör tağuti rejimin insanları ezmesini görüp ses çıkarmaya, herhangi bir harekette bulunmamaya alışmalarıdır: Öyle bir an gelir ki onlar, asıl yapılması gerekenin bu olduğunu, bunun bir meziyet olduğunu, bunun edep olduğunu, ahlak ve iyiliğin bu olduğunu düşünürler. Bu yüzden haksızlığa uğrayan birinin kendini savunduğunu, tağutların kurdukları rejimleri korumak amacı ile diktikleri engelleri yıkmaya çalıştığını, bir mazlumun bu tür batıl, saçma ve yapay duvarları yerle bir etmeye giriştiğini gördükleri zaman dehşete kapılarak hemen uzaklaşırlar. Uğradığı haksızlığı bertaraf etmeye çalışan mazlumu kan dökücü ya da zorba olarak nitelendirirler. Hemen o mazlumu kınama bombardımanına tutarlar, cezalandırırlar. Ama azgın ve zalim diktatörü kınadıkları ya da cezalandırdıkları çok az görülmüştür. Zulümden dolayı ayakta kalmayacak duruma gelse bile bir mazlumun ağır bir zulme tepki göstermesini mazur gösterecek bir neden bulamazlar.
Kuşkusuz İsrailoğulları uzun süre zulüm altında kalmışlardı. Bu yüzden Hz. Musa -selâm üzerine olsun- İsrailoğulları'nın uğradığı bu zulme karşı tepki doluydu. Bu nedenle birinci kavgayı gördüğü zaman heyecana kapılmış, ama sonra yaptığına pişman olmuştu. Sonra ikinci kavgayı gördüğünde yine daha pişman olduğu şeyi yapacak kadar öfkelenmişti. Kendisinin ve kavminin olan Kıpti'yi az kalsın yakalayacaktı.
Bu yüzden yüce Allah onu yalnız bırakmıyor. Tam tersine onu gözetliyor, duasını kabul ediyor. Çünkü yüce Allah ruhları herkesten iyi bilir. İnsanın katlanma gücünün de bir sınırı olduğunu bilir. Zulüm iyice azıttığında, insaf kapılarını bütünüyle kapattığında, baskı altında tutulan, işkenceye uğratılan insanın tepki göstereceğini, karşı saldırıya geçeceğini bilir. Bu yüzden, baskı, öfke ve kızgınlığın etkisiyle normal sınırları aşan bu tür fıtri bir hareketi korkunç bir şey olarak gören zulmün etkisiyle fıtratları dejenere olmuş toplumlar gibi Musa'nın bu eylemini korkunç bir hareket olarak nitelendiriyor.
Bu, iki olayı ve onlardan sonraki gelişmeleri aktaran Kur'an'ın ifade tarzının billurlaştırdığı ibret dersidir. Çünkü Kur'an bu davranışı onaylamıyor, ama büyütmüyor da. Olayı nefse zulmetmek olarak nitelendirmesi de belki de Musa'nın soydaşlık taassubunun etkisiyle tepki gösterip heyecanlanmasından kaynaklanıyordur. Çünkü o, Allah'ın gözetimi altında peygamber olmak üzere seçilmiştir. Belki de bu nitelendirmenin nedeni Hz. Musa'nın azgın, zorba rejimin uygulamaları ile, zamansız bir kavgaya girmesi, zalimlerle dalaşmakta acele etmesidir. Çünkü yüce Allah insanların kendisinin öngördüğü metot doğrultusunda yürümek suretiyle kapsamlı kurtuluş elde etmelerini istiyor. Çünkü bireysel ve zamansız dalaşmalar rejimlerin değişmesi açısından bir yarar sağlamazlar. Nitekim yüce Allah Mekke'deki müslümanları zamanı gelmeden müşriklerle kavgalara girmekten alıkoymuştu.
Öyle anlaşılıyor ki, bir önceki öldürme olayının kokusu etrafa yayılmış ve şüpheler de Musa'nın üzerinde yoğunlaşıyormuş. Çünkü bundan önce Firavun ve kurmaylarının azgınlıklarını, zorba yönetimlerini eleştirdiği, karşı çıktığı biliniyormuş. Öteki yandan İsrailoğulları'ndan başkaları da duymuş olabilir.
Biz bunu tercih ediyoruz. Çünkü böylesine zor şartlarda Hz. Musa'nın İsrailoğulları'ndan biriyle kavga eden Firavun'un adamlarından birini öldürmesi, İsrailoğuları'nın içini rahatlatan, göğüslerindeki kini dindiren bir olay olarak kabul edilir. Bu yüzden bu tür olaylar öteden beri dilden dile aktarılır, sevinçle, coşkuyla kulaklara fısıldanır. Böylece oradan oraya yayılır, ifşa olur. Özellikle daha önce Hz. Musa'nın zorba yönetimden nefret ettiği, mazlumlara yardımcı olduğu bilinirse...
Hz. Musa ikinci Kıpti'yi yakalamak isteyince Kıpti ona bu şekilde suçluyor. Çünkü artık işin iç yüzü ortaya çıkmıştır. Kıpti bakıyor ki Musa kendisini yakalamak istiyor, bu yüzden ona şu karşılığı veriyor: "Ey Musa! Dün bir canı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?" Adamın sözlerinin devamı ise şöyledir: "Sen yeryüzünde islah edenlerden değil de zorba olmak istiyorsun dedi" Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Hz. Musa kendisine hayatta öyle bir yol, öyle bir çizgi tutmuş ki; bununla zulmü, zorbalığı sevmeyen salih ve yapıcı bir insan olarak tanınmıştır. İşte bu Kıpti de ona bunu hatırlatıyor. Tanıdığının tam tersi bir davranış içinde bulunduğunu yüzüne vurarak, iyi nitelikli yapıcı biri değil zorba biri olmakla, insanları uzlaştıracağına öldürmekle, kötülüğü kışkırtmakla suçluyor. Kıpti'nin konuşma tarzı ve sözlerinin içeriği, Hz. Musa'nın o sırada Firavun'un adamlarından biri olmadığını gösteriyor. Yoksa, sözlerinin içeriği böyle de olsa bir Mısırlı Firavun'un adamlarından birine bu tarzda hitap edemezdi.
Bazı müfessirler, bu sözlerin Kıptiye değil, İsrail kökenliye ait olduğunu söylemişler. Onlara göre, Hz. Musa İsrail kökenliye: "Besbelli sen bir azgınsın." deyip ikisinin düşmanı olan Kıptiyi yakalamak üzere öfkeyle ona doğru yönelince, İsrail kökenli olan adam Hz. Musa'nın kendisine kızdığını sanmış, bu yüzden yukarıdaki sözleri sarf ederek sadece kendisinin bildiği bu sırrı açığa vurmuştur. Bu müfessirlerin böyle düşünmelerinin nedeni, Mısırlıların bu sırdan haberdar olmamalarıdır.
Ne var ki, bu sözleri söyleyenin Kıpti olması daha yakın bir ihtimaldir. Nitekim bu sırrın yayılma nedenini de açıklamıştık. Mısırlı konu hakkında oluşan koşulların da yardımı ile feraseti ve sezgisi sayesinde bu sırrın farkına varmıştır.
HZ. MUSA'YA ULAŞAN HABER
Görülen o ki, adamın bir önceki olayı hatırlaması üzerine Hz. Musa daha fazla ileri gitmemiş, adamı bırakmıştır. O da Musa'dan kurtulur kurtulmaz gidip Firavun kavminin ileri gelenlerine aradıkları adamın saldıran Musa olduğunu söylemiştir. Burada geçen sahneden sonra hikâyenin akışında bir boşluk var. Sonra yeni bir sahne sunuluyor. Şehrin uzak bir köşesinden bir adam Musa'nın yanına geliyor. Firavun kavminin ileri gelenlerinin kendisi hakkında yaptıkları toplantıyı ve verilmek istenen cezayı haber vererek onu uyarıyor. Hayatını kurtarması için şehirden kaçmasını tavsiye ediyor.
20- Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi; "Ey Musa, ileri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu ben sana öğüt veriyorum " dedi.
Hiç kuşkusuz kudret eli, iradesini yerine getirmek üzere gerektiği anda hemen devreye girer, açıkca olaya müdahale eder.
Firavun'un çevresinden, hükümet üyelerinden ve kendisine yakın olanlardan oluşan bu ileri gelenler bunun Musa'nın işi olduğunu öğrendikleri, Musa'nın gerçekleştirdiği bu eylemdeki tehlike sinyalini algıladıkları kuşkusuzdur. Çünkü bu eylem özü itibariyle bir başkaldırı, bir direniş ve ezilen İsrailoğulları'na yardım niteliğindedir. Şu halde bu olay olağanüstü toplanıp bir karara varmayı gerektirecek kadar tehlikeli bir olaydır. Eğer suç, sıradan bir adam öldürme suçu olsaydı Firavun ve önde gelen kurmayları bu kadar ilgilenmezlerdi. Bu sırada kudret eli ileri gelenlerden birini seçiyor. Büyük bir ihtimalle bu adam Firavun ailesine mensup imanını gizleyen bir mü'mindir. Gafir suresinde sözü edilen kişi de budur.(Firavun ailesine mensup imanını gizleyen mü'min bir adam şöyle dedi: "Rabb'im Allah'dır dediği için bir adamı öldürecek misiniz?" (Gafir Suresi, 28)) Kudret eli "şehrin öbür ucundan" kralın adamları yetişmeden önce koşarak, olayın öneminin bilincinde olarak Musa'ya haber vermesi için onu görevlendiriyor: "Ey Musa, ileri gelenler seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş. Doğrusu ben sana öğüt veriyorum."
21- Musa, korku içinde çevresini gözetleyerek şehirden çıktı. "Rabb'im! Beni şu zalim kavimden kurtar. " dedi.
Burada bir kez daha Hz. Musa'nın heyecanlı kişiliğinin belirgin özelliğini görüyoruz. Endişeli ve korkuyor. Bu yüzden durmadan etrafına bakınıp duruyor. Bu özelliğin yanı sıra doğrudan Allah'dan yardım isteme, O'nun himayesini ve gözetimini bekleme, korkulu ortamdan kaçıp onun korusuna sığınma, güven ve kurtuluşu onun katından umma özelliğini de gözlüyoruz.
"Rabb'im! Beni şu zalim kavimden kurtar."
Sonra ayetlerin akışı onu şehrin dışında izlemeye koyuluyor. Korkuyor, endişeli bakışlarla etrafını gözetliyor. Tek başına, yapayalnızdır. Allah'a güvenmekten, onun yardımını ve yol göstericiliğini istemekten başka hiçbir şeye sahip değildir:
22- Medyen'e doğru yönelince; "Ümit ederim ki Rabb'im doğru yola iletir. " dedi.
Burada, tek başına, yurdundan kovulmuş biri olarak Şam'ın güneyinde ve Hicaz'ın kuzeyinde yer alan Medyen'e doğru çöllerden yol alırken Musa'nın kişiliğini gözlüyoruz. Mesafeler çok uzak, yollar uzadıkça uzuyor. Ne yiyeceği var ne de bu yolculuk için gerekli olan hazırlığı... Şehirden korku içinde ve çevresini gözetleyerek çıkmıştı. Kendisine öğüt veren mü'min adamın uyarısı üzerine endişelenmiş ve oyalanmadan, yanına yol azığı almadan kendisine uçsuz bucaksız çöllerde yol göstericilik yapacak bir kılavuz tutmadan çıkmıştı. Bütün bu olumsuzlukların yanında Rabb'ine yönelmiş, bütünüyle O'na teslim olmuş, O'nun yol göstericiliğini bekleyen nefsini gözlüyoruz: "Ümit ederim ki Rabb'im beni doğru yola iletir."
MEDYENE KAÇIŞ
Bir süre kendisini güvenlik daha doğrusu refah içinde, konforlu ve her türlü nimete boğulmuş bir hayat sürdükten sonra Hz. Musa'yı yeniden korkulu bir atmosferin tam ortasında buluyoruz. Yalnız başına, yeryüzünü tüm maddi güçlerinden yoksun bir durumda buluyoruz. Firavun ve askerleri peşine düşmüş, her yerde onu arıyorlar. Küçükken yapamadıklarını (öldürme olayını) şimdi yapmak için. Ne var ki o zaman Musa'yı gözeten ve koruyan kudret eli şimdi de onu koruyup gözetliyor ve onu kesinlikle düşmanlarına teslim etmiyor. İşte Musa şimdi de uzun bir yola koyulmuş, zorbaların elinin ulaşamayacağı bir bölgeye gidiyor:
23- Medyen suyuna geldiğinde, kuyunun başında insanların hayvanların, suladıklarını gördü. Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kız gördü. Onlara; "Derdiniz nedir?" dedi. Dediler ki; "Çobanlar sulayıp çekilmeden biz onların içine sokulup hayvanlarımızı sulamayız. Babamız çok yaşlıdır, onun için bu işi biz yapıyoruz. "
24- Musa onların hayvanlarını suladı, sonra gölgeye çekildi; "Rabb'im, doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım" dedi.
Medyen bölgesindeki bir su kaynağına ulaşması ile birlikte meşakkatli ve uzun yolculuğu sona ermişti. Suyun başına geldiğinde yorgun ve bitkindi. O sırada, Hz. Musa'nınki gibi bozulmamış bir fıtratın, insani özelliklerini yitirmemiş bir nefsin rahatsız olacağı, kaldıramayacağı bir sahne ile karşılaşıyor. Çobanların sulamak üzere hayvanlarını suyun başına sürdüklerini, öte yandan iki kadının da hayvanlarını suyun başına süremediklerini görüyor. Oysa insani özelliklerini yitirmemiş ve fıtratları bozulmamış insanlara yakışan, öncelikle iki kadının hayvanlarına su içirmelerine, sürülerini aradan çıkarmalarına müsaade etmektir. Normal olan erkeklerin onlara yol verip yardımcı olmalarıdır.
Yurdundan kaçan, kovalanan ve uzun yolculuktan yorgun düşmüş olan Musa-selâm üzerine olsun- böylesine anormal ve çirkin bir tablo karşısında yorgunluğunu, yabancılığını bahane ederek oturup dinlenmiyor. Tam tersine kalkıp o iki kadının yanına gidiyor ve bu tuhaf durumlarının nedenini soruyor:
"Onlara, derdiniz nedir? dedi."
"Dediler ki; ;Çobanlar sulayıp çekilmeden biz onların içine sokulup hayvanlarımızı sulamayız. Babamız çok yaşlıdır Onun için bu işi biz yapıyoruz."
Kadının kenara çekilmelerinin, koyunlarını arkada bırakıp suyun başına gitmekten alıkoymalarının nedenini anlattılar. Neden anlaşılmıştır, zayıflık... Onlar kadındırlar, bu çobanlarsa erkek. Babaları da çobanlık yapamayacak bu adamlarla mücadele edemeyecek kadar yaşlıdır. Bunun üzerine Hz. Musa gayrete geliyor, bozulmamış fıtratı harekete geçiyor. Gerekeni yapmak üzere öne atılıyor. Onurlu ve saygın erkeklerin yapması gerektiği gibi önce iki kadının sürüsüne su içirmek için öne geçiyor. Oysa Hz. Musa bilmediği bir yerde yabancı biridir. Burada bir dayanağı, bir yardımcısı yoktur. Üstelik azıksız, hazırlıksız çıktığı bir uzun yolculuktan geldiği için son derece yorgun ve bitkindir de. Öte yandan yurdundan kovulmuş birisidir, peşinde acımasız düşmanlar var. Ne var ki, bütün bu olumsuzluklar onu insanlığın, mertliğin ve iyiliğin gereklerini yerine getirmekten, tertemiz ruhların yakından tanıdığı tabi hakkı gerçek yerine koymaktan alıkoymuyor.
"Musa onların hayvanlarını suladı."
Bu da yüce Allah'ın gözetimi altında yetişen ruhun soyluluğunu gösteriyor. Aynı zamanda uzun bir yolculuk sonucu oldukça yorgun düşmüş olmasına rağmen onun caydırıcı, heybetli gücüne de işaret etmektedir. Belki de, çobanların içine korku salan güç onun bedensel gücünden çok ruhsal gücü olmuştur. Çünkü insanlar daha çok kalplerin ve ruhların gücünden etkilenirler:
"Sonra gölgeye çekildi." Bu ifade o günlerin kavurucu ve sıcak günler olduğuna, Hz. Musa'nın yolculuğunun bu sıcak ve kavurucu günlerde gerçekleştiğine işaret ediyor.
"Rabb'im, doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım dedi."
Hz. Musa -selâm üzerine olsun- bedeniyle maddi ve esenlik verici gölgeye sığınırken ruhuyla ve kalbiyle de geniş ve engin bir gölgeye, kerim ve iyilik sahibi yüce Allah'ın gölgesine sığınıyor: "Rabb'im, doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım." Rabb'im ben gurbetteyim, kimsesizim. Rabb'im ben fakirim. Rabb'im ben yalnızım. Rabb'im ben zayıfım. Rabb'im senin lütfuna, iyiliğine ve keremine muhtacım.
Biz bu sözler arasında bu kalbin çırpınışını, güvenilir bir koruyuculuğa, sàğlam bir dayanağa, esenlik veren engin bir gölgeye sığınışını işitiyoruz. Yakın bir duayı, kalbin tüm duygularını ifade eden bir fısıldamayı, dostça bir yaklaşımı, derin bir bağlılığı duyuyoruz.
"Rabb'im, doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım."
EVLİLİK ÖNCESİ SADE VE SAĞLIKLI TEKLİFLER
Biz Hz. Musa ile -selâm üzerine olsun- birlikte dua sahnesine dalmışken ayetlerin akışı kurtuluş sahnesini göstermede acele ediyor. Bu amaçla duaya verilen cevabın ne kadar çabuk geldiğini vurgulamak için ayette çabukluk ifade eden "fa" bağlacı kullanılıyor. Sanki gök koşuyor ve yalvaran bu yabancı kalbin duasına cevap veriyor.
25- O sırada iki kızdan biri utana utana Musa'nın yanına geldi; "Babam sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor" dedi. Musa kızların babalarının yanına gelerek başından geçen olayları anlatınca O; "Korkma, o zalim kavimden kurtuldun" dedi.
Allah'ın kurtarışına bakın... Onun yakınlığını, çağrısını seyredin... Hiç kuşkusuz yaşlı adamın bu daveti; yoksul, muhtaç Musa'nın duasına gökten gelen cevaptır. Yaşlı adamın bu daveti, onun için bir koruma ve onurlandırmadır. Bu davet, iyiliğin ödülüdür. "İki kızdan biri" getiriyor bu daveti. Gelirken "Utana utana geliyordu." Temiz, iyi, iffetli ve terbiyeli kızların bir erkekle karşılaştıklarında yaptıkları gibi "Utana utana geliyordu." Ne kırıtma, ne çalım, ne gösteriş ne de baştan çıkarma. Geliyor ve en kısa, en öz sözlerle daveti ulaştırıyor, yol gösteriyor, babasının yanına götürüyor. Bunu Kur'an-ı Kerim şöyle anlatı-yor. "Baham sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor." Kızın davranışlarındaki utangaçlığın yanı sıra sözlerinde de bir açıklık, dikkatlilik ve anlaşılırlık ön plandadır. Sözlerini ağzında gevelemiyor, olduğu gibi ve dolambaçlı hale getirmeden söylüyor. Aynı şekilde bu da özelliğini kaybetmemiş, temiz ve doğru bir fıtratın belirtisidir. Çünkü tertemiz kalmış iffetli kızlar erkeklerle karşılaştıklarında, onlarla konuştuklarında fıtratları gereği utanırlar, ama iffetliklerine ve doğruluklarına olan güvenlerinden dolayı lafı ağızlarında gevelemezler. Karşısındakini tahrik edecek, baştan çıkaracak, heyecanlandıracak şekilde konuşmazlar. Lafı uzatmadan, gerektiği kadar açık konuşurlar.
Ayetlerin akışı bu konuda fazla bir şey söylemeden sahneyi bitiriyor. Genç kızın davet etmesi ve Hz. Musa'nın da davete uyması dışında da izleyiciye düşünecek bir alan bırakmıyor. Ardından Hz. Musa ile yaşlı adamın buluşma sahnesi ile karşı karşıya kalıyoruz. Ancak bu yaşlı adamın ismi belirtilmiyor. Bu yaşlının bildiğimiz Şuayb peygamberin kardeşinin oğlu olduğu, adının da Yesrun olduğu söylenmektedir.(Daha önce "Fı Zilâl-il Kur'an"da bu adamın Şuayb peygamber olduğunu söylemiştim. Bir keresinde de bu adamın Şuayb peygamber olabileceği gibi, olmayabileceğini de söylemiştim. Şimdi ise bu adamın Şuayb peygamber olmadığını, Medyen halkından yaşlı bir adam olduğunu tercih ediyorum. Bu görüşü tercih etmemin nedeni, adamın yaşlı oluşudur. Oysa Şuayb peygamber -selâm üzerine olsun- kavminden kendisini yalanlayanların yok edilişlerini görmüştü ve geride sadece kendisine inananlar kalmıştı. Şayet bu adam kavminden geriye kalan mü'minler arasında yaşamakta olan Şuayb peygamber olsaydı, çoban!ar, yaşlı peygamberlerinin kızlarından önce hayvanlarını sulamazlardı. Mü'min toplumların davranış şekli bu değildir. ilk kuşaktan beri mü'minler peygamberlerine ve kızlarına böyle davranmazlar.
Bunun yanı sıra Kur'an'da kayınpederinin Hz. Musa'ya herhangi bir şey öğrettiğinden de söz edilmiyor. Şayet bu adam Şuayb peygamber olsaydı, on yıl birlikte yaşadığı Musa'yla konuşurken bazı peygamberlik sözlerini mutlaka işitecekti.)
"Musa kızların babalarının yanına gelerek başından geçen olayları anla-tınca O; korkma, o zalim kavimden kurtuldun" dedi.
Hiç kuşkusuz Hz. Musa'nın güvenliğe ihtiyacı vardı. Bedeninin yemeye ve içmeye ihtiyacı olduğu gibi. Ne var ki, ruhunun güvenliğe olan ihtiyacı bedeninin yiyeceğe olan ihtiyacından daha fazlaydı. Bu yüzden ayetlerin akışı buluşma sahnesinde bu saygın yaşlının "Korkma" sözünü önplana çıkarıyor. Hz. Musa'nın başından geçenleri anlatmasından sonra yaşlı adamın Musa'nın içine duygusunu akıtmak, kendisini emniyette hissetmesini sağlamak için söylediği ilk söz olarak bu kelimeyi ifade ediyor. Sonra açıklamada bulunuyor, güvenlikte oluşunun nedenini vurguluyor. "O zalim kavimden kurtuldun" Çünkü Medyen üzerinde bir etkinlikleri yoktur, yönetimleri altında değil. Bu yüzden Medyendekilere eziyet edemezler, buradakilere zarar veremezler.
Sonra sahnede iffetli ve tertemiz bir kadının sesini işitiyoruz.
26- Kızlardan biri; "Babacığım, bunu çoban olarak tut, ücretle tuttuklarının en hayırlısı budur. Çünkü hem güçlü hem de güvenilir. "
Hem o hem de kız kardeşi koyunları gütmenin, suyun başında erkeklerle didişmenin ve erkeklerin işini yapan her kadında olduğu gibi bedensel yıpranmanın zorluklarını çekiyorlardı. Bu ağır işlerin altında eziliyor, kardeşi de öyle. Evinde oturan bir kadın olmak istiyordu. İffetli, örtülü, otlakta ve su başların-da yabancı erkeklerle didişmeyen evinin kadını olmak istiyordu. İffetli bir ruh'a temiz bir kalbe, bozulmamış bir fıtrata sahip bir kadın erkeklerle düşüp kalk-maktan ve bu durumdan kaynaklanan açıklıktan, süslenip püslenmekten hoşlanmaz, tam tersine rahatsız olur.
İşte bu, yurdundan kovulmuş yabancı bir gençtir. Aynı zamanda güçlü ve güvenilir bir kişidir. Yabancı biri olmasına rağmen çobanları korkutan, bu yüzden kendisine yol verip koyunların su içmesini sağlayan gücünü de görmüştü. Halbuki ne kadar güçlü olursa olsun yabancı her zaman zayıftır. Sonra çağırmak üzere yanına giderken konuşması ve bakışlarındaki iffetli tavrından dolayı onun güvenilir biri olduğunu da görmüştü. Bu yüzden kendisini ve kardeşini çalışmaktan, didişmekten, erkeklerle içiçe yaşamaktan kurtarması için babasından Musa'yı ücretle tutmasını istiyor. Hem Musa çalışma için gücü kuvveti yerinde biridir. Namus açısından güvenilir olan birisi diğer konularda da güvenilir birisidir. Kız bu öneride bulunurken kem küm etmiyor, lafı gevelemiyor, kötü zanda bulunulmasından, hakkında dedikodu yapılmasından korkmuyor. Çünkü ruhu temizdir, duyguları paktır onun. Bu yüzden herhangi bir şeyden korkmuyor. Babasına bu öneride bulunurken sözü anlaşılmaz bir şekilde evirip çevirmiyor.
Öte yandan Musa'nın gücünü gösterme bakımından kuyunun ağzını kapattığı söylenen ve yirmi veya kırk yahut daha fazla ya da daha az kişinin zor kaldıra-bildikleri bir taşı tek başına kaldırmak gibi müfessirlerin anlattıkları rivayetlere de gerek yoktur. Bir kere kuyu kapalı değildi. Sadece çobanlar kuyunun başın-da hayvanlarını suluyorlardı, O da gelip onları uzaklaştırmış ve iki kadının hayvanlarına su içirmişti.
Aynı şekilde onun namus açısından güvenilir biri olduğunun kanıtı olarak, güya kızı görmemek için "sen arkamdan gel, yolu bana tarif et" dediğini hatta önce kendisinin kızı izlediği ancak rüzgar kızın eteklerini havalandırıp topuklarının görünmesine neden olduğu için bu sözü söylediği şeklindeki rivayetlere de gerek yoktur. Bütün bunlar yersiz zorlamalardır ve söz konusu olmayan bir kuşkuyu ortadan kaldırma amacına yöneliktir. Oysa Hz. Musa -selâm üzerine olsun-bakışlarını haramdan sakınan, temiz duygular besleyen biridir, kız da öyledir. Bir erkekle bir kadının karşılaşması esnasında iffetlilik, hiçbir zorlamaya ve yapmacık bir davranışa gerek duymadan basit ve sade bir harekette kendiliğinden belirir.
Yaşlı adam Kızının bu önerisini olumlu karşılıyor. Belki de bu adam kızının ve Musa'nın birbirlerine karşılıklı olarak besledikleri güven duygusunu, karşılıklı duyulan normal fıtri eğilimi, bir yuva kurmaya uygun doğal arzuyu hissetmişti. Güç ve güvenirlilik özellikleri bir erkekte bulundu mu bu bozulmamış, lekelenmemiş ve Allah'ın yarattığı fıtrattan sapmamış genç kız tabiatını kendine çeker. Yaşlı adam, sekiz yıl hizmet etmesi ve koyunlarını gütmesi karşılığında kızlarından birini kendisiyle evlendireceğini Musa'ya söylerken bu iki hedefi birleştir:niş oluyordu. Ayrıca bu hizmet süresini on yıla tamamlarsa kendisinden bir lütuf olacağını yoksa bunu yapmak zorunda olmadığını belirtiyor.
27- Kızların babası; "Bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer bu süreyi on yıla tamamlarsan o senin tarafından bir iyiliktir. Ben sana zahmet vermek istemem. İnşallah, beni iyi kimselerden bulacaksın" dedi.
İşte böyle, adam gayet açık ve sade bir dille hangisi olduğunu belirtmeden kızlarından birini Musa'ya öneriyor. Belki de adam; daha önce de belirttiğimiz gibi delikanlı ile arasında karşılıklı güven ortamı oluşan kızının hangisi olduğunu sezmişti. Adam kızını nikahlamasını istiyor ve bundan utanmıyor. Bir aile kurmayı, bir yuva oluşturmayı öneriyor, bunda da utanılacak bir şey yoktur. Sıkılmaya, çekingen davranmaya, dolaylı sözlerle ima etmeye gerek yoktur. Normal fıtrattan sapan, yapay boş vé anlamsız geleneklere kul-köle olan toplumlarda görülen zorlamalara, törelere gerek yoktur. Bu tür toplumlarda yaygın bu anlamsız gelenekler babayı ya da kızın velisini, kızını veya kız kardeşini ya da bir yakını, ahlâkını ve dinini beğendiği, evlilik hayatını sağlıklı bir şekilde yürüteceği yeterlilikte olduğunu düşündüğü birine sunmasına engel oluştururlar. Bu toplumlarda erkeğin ya da velisinin yahut vekilinin ilk adımı atması bir zorunluluktur. Aksi taktirde teklifin, kız tarafından gelmesi yakışık almaz. Bu tür sapık toplumların çifte standartlarından biri de şudur: Bu toplumlarda genç erkekler ve kızlar serbestçe buluşur, birbirleriyle konuşur, kaynaşırlar. Nişan ve evlilik niyeti söz konusu olmadan birbirlerinin vücutlarının gizli yönlerini görürler. Ama nişanlanma önerilince ya da evlilikten söz edilince birden herkesi yapmacık bir utanma alır, araya aşılması güç engeller konur. Açıklığa, sadeliğe ve kolaylığa engel olurlar.
Peygamber efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- döneminde babalar kızlarını erkeklere önerirlerdi. Hatta bizzat peygambere-salât ve selâm üzerine olsun gidip kendileriyle evlenmesini, olmasa uygun gördüğü biriyle evlendirmesini isterlerdi. Bütün bunlar açık bir dille, tertemiz duygularla, güzel bir edeple ifade edilirdi. Hiç kimsenin onuru incinmez, kesinlikle utanç duymazdı. Nitekim Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun- kızı Hafsa'yı Hz. Ebu Bekir'e önermiş ama Hz. Ebu Bekir ses çıkarmamıştı. Sonra Hz. Osman'a sunmuş o da mazeret belirtmişti. Peygamber efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- bunları duyunca "belki de yüce Allah her ikisinden daha iyi birisini ona nasip eder" diyerek Hz. Ömer'in gönlünü hoş etmişti. Daha sonra peygamberimiz Hz. Hafsa ile evlenmişti. Yine bir gün bir kadın peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- kendisiyle evlenmesini istemişti. Fakat peygamberimiz mazeret bildirerek kendisiyle evlenemeyeceğini belirtmişti. Bunun üzerine kadın istediği bir kişiyle evlendirmek üzere velayetini -evlendirme yetkisini- ona bırakmıştı. Peygamberimiz de onu Kur'an'dan iki sure ezbere bilmekten başka mal varlığı bulunmayan bir adamla evlendirmişti. Adam kadına bu iki sureyi öğretmiş bu da kadının mehri yerine geçmişti.
İşte İslâm toplumu, aile binasını, organik yapısını, bu derece sade ve aydınlık bir ortamda gerçekleştiriyordu. Herhangi bir zorlamaya, lafı evirip çevirmeye, yapmacık ve eğri büğrü tavırlara yer vermeden...
Hz. Musa'nın yanındaki yaşlı adam da böyle yapmıştı. Musa'ya bu öneride bulunmuş ve kendisine zorluk çıkarmayacağına, ağır işlere koşturup yormayacağına söz vermişti. Allah'ın izniyle davranışları ve sözüne bağlılığı açısından Musa'nın kendisini iyi bir insan olarak bulmasını dilemişti. Bu da yüce Allah'a karşı kendisinden söz ederken insanın takınacağı güzel bir edep tavrıdır. Bu yaşlı adam da kendisini temize çıkarmıyor, kesinlikle iyi bir insan olduğunu söylemiyor. Sadece öyle biri olmayı ümid ediyor, bu işi de yüce Allah'ın iradesine bırakıyor.
Hz. Musa öneriyi kabul ediyor, sözleşmeyi uyguluyor; aynı açıklık ve dikkatlilikle. Ve Allah'ı şahit tutuyor.
28- Musa; "Bu seninle benim aramda bir sözleşmedir. Hangi süreyi yerine getirirsem bana düşmanlık yoktur. Konuştuklarımıza Allah vekildir. " dedi.
Anlaşmaya konu olan meselelerde, anlaşmanın şartlarında kapalılığa, zorlamaya ve utanmaya yer yoktur. Bu yüzden Hz. Musa -selâm üzerine olsun- öneriyi kabul ediyor, yaşlı adamın ileri sürdüğü şartlarda anlaşmaya uyacağını açıkca belirtiyor. Sonra da şu hususu ifade ediyor. "Hangi süreyi yerine getirirsem bana düşmanlık yoktur." İster sekiz yıl hizmet ederim, ister on yılı tamamlarım. Ne anlaşmanın gerektirdiği işin yükümlülüklerinden, ne de on yılı tamamlamam hususunda bir zorlamaya uğramayacağım. Çünkü sekiz yıllık hizmetten sonra bu isteğe bağlıdır. "Konuştuklarımıza Allah vekildir." Anlaşılan iki taraf arasındaki adaletin vekili ve sahibi O'dur. Hiç kuşkusuz vekil olarak Allah yeterlidir.
Hz. Musa fıtratın doğruluğu, kişiliğinin açıklığı doğrultusunda hareket ederek bu açıklamada bulunuyor. Bununla anlaşmaya taraf olanların dikkat, açıklılık ve netlik gibi yükümlülüklerini yerine getiriyor. Bununla beraber o, sürelerin daha uzun olanını tamamlamak niyetindedir. Nitekim öyle de yapmıştı. Rivayete göre peygamber efendimiz-salât ve selâm üzerine olsun- Hz. Musa'nın sözleşmedeki en uzun ve en güzel süreyi tamamladığını söylemiştir. (Buhari)
Böylece Musa -selâm üzerine olsun- kayınpederinin evinde kalmaya başlıyor. Artık Firavun'dan, onun tuzağından emindir. Hiç kuşkusuz bütün bunlar yüce Allah'ın bilgisinin kıssasında öngörülen bir hikmet doğrultusunda olmuştur. Şu halde biz de Hz. Musa'nın kıssasındaki bu halkayı sonuna kadarki gelişmesini burada bırakalım. Çünkü akışı kıssanın bu halkasını buraya kadar getiriyor, gerisine değinmiyor. Burada perdelerini indiriyor.
Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- hizmet etmek üzere anlaştığı on sene geçip gidiyor. Ama surenin akışı bu arada olup bitenlere değinmiyor. Musa süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte Medyen'den dönmesiyle birlikte kıssanın üçüncü halkası başlıyor. On yıl önce yalnız başına ve yurdundan kovulmuş biri olarak geçtiği yoldan yeniden geçiyor. Ne var ki geriye dönüşün havası ilk yolculuğun havasından farklıdır. Yolda aklına bile getirmediği bir olayla karşılaşmak üzere geri dönüyor. Rabb'i kendisine seslensin, kendisiyle konuşsun, kendisine bir görev yüklesin diye dönüyor. Yüce Allah onu bu görev için korumuş, gözetlemişti. Bunun için eğitmiş, terbiye etmişti. Bu görev sadece Rabb'lerine kulluk yapıp hiç kimseyi ona ortak koşmamaları için, İsrailoğulları'nı serbest bıraksınlar diye. Firavun ve kurmaylarına peygamber olarak gönderilmedir. İsrailoğulları yerleştirilmek üzere kendilerine va'dedilen bölgeye varis olsunlar, ayrıca Musa Firavun'a, Hamana ve her ikisinin ordularına düşman olsun, onlar için sıkıntı kaynağı olsun ve yüce Allah'ın bir hak olarak va'dettiği gibi akıbetleri onun eliyle gerçekleşsin diye görevlendirilecektir!.
29- Musa süreyi bitirince ailesi ile beraber yola çıktı. Tur tarafında bir ateş gördü. Ailesine "Siz durun, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber yada bir ateş koru getiririmde ısınırsınız. "dedi.
30- Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki, ağaçtan kendisine şöyle seslenildi; `Ey Musa, muhakkak ki alemlerin Rabb'i olan Allah benim ben!"
31- "Asanı at" Musa attığı kocaman asasının küçük bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. "Ey Musa, dön gel, korkma, sen güvende olanlardansın. "
32- Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine çek. İşte bunlar, Firavun'a ve onun adamlarına karşı Rabb'inin verdiği iki delildir. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavimdirler" denildi.
33- Musa; "Rabb'im! Ben onlardan bir cana kıydım, beni öldürmelerinden korkuyorum. " dedi.
34- Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür onuda beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlayacaklarından korkarım. " dedi.
35- Allah; "Seni kardeşinle destekleyeceğiz; ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklar. Ayetlerim sayesinde onlar size erişemeyecekler. l:kiniz ve size uyanlar üstün geleceksiniz. " dedi.
Kıssanın bu halkasında yer alan bu iki sahneyi sunmadan önce, geçen bu on sene içinde, bu yolda gerçekleşen gidiş ve dönüşte yüce Allah'ın Musa ile ilgili planı karşısında bir süre durmak istiyoruz.
Kudret eli, Musa'nın -selâm üzerine olsun- hayat çizgisini, beşikten hayatının bu aşamasına kadar adım adım belirlemiştir. Kudret eli, Firavun ailesi tarafından bulunsun diye onu suya atıyor. Düşmanın himayesinde yetişsin diye Firavun'un karısının sevgilisini ona yöneltiyor. Sonra içlerinden birini öldürsün diye halkın farkında olmadığı bir sırada şehre girmesini sağlıyor. Ardından kendisini uyarsın ve şehirden çıkması yönünde öğüt versin diye Firavun ailesine mensup mü'min bir adamı yanına gönderiyor. Sonra Mısır'dan Medyen'e doğru azıksız, hazırlıksız, yalnız ve kovulmuş biri olarak çöllerde yol alırken ona eşlik ediyor. Sonra on yıl hizmet etmesi karşılığında ücretle tutsun, ardından dönüp peygamberlik yükümlülüğünü üstlensin diye onu yaşlı adamla karşılaştırıyor...
İşte ilahi seslenişten ve görevlendirmeden önce gözetmeden, yönlendirmeden, eğitmeden ve denemeden ibaret uzun çizgi... Gözetim, sevgi ve nazla büyüme deneyimi. İçe atılan, kinin baskısı ile tepki gösterme deneyimi. Korku, kovalanma ve endişe deneyimi. Gurbet, yalnızlık ve açlık deneyimi! Saray hayatından sonra hizmetkârlık ve koyun çobanlığı deneyimi. Bu büyük deneyimler esnasında geçirilen küçük çapta değişik deneyimler, karmaşık duygular, düşünceler, depreşmeler, kavramalar ve bilgilenmeler. Bunların yanı sıra erginlik çağına alıştıktan sonra yüce Allah'ın kendisine bahşettiği bilgi, eşya ve olayları gereği gibi ve yerinde değerlendirebilme yeteneği.
Hiç kuşkusuz peygamberlik değişik ve ağır yükümlülükleri bulunan büyük ve meşakkatli bir görevdir. Bu yüzden peygamber olacak kişinin, yüce Allah'ın dolaysız bağışlarının, vahyinin, kalbe ve vicdana yönelik ilahi direktiflerine ihtiyacı vardır. Bununla birlikte hayatın pratiğinden edinilen deneyimlerden, kavrayışlardan, bilgilenmelerden ve bizzat tatmalardan oluşan büyük bir birikime gerek duyar.
Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliği hariç, Musa'nın peygamberliği, bir insanın yüklendiği en büyük görevdir. Çünkü Hz. Musa -selâm üzerine olsun- kendi zamanının en zorba , en azgın, en despot, en büyük güce sahip en sağlam egemenliği elinde bulunduran, en köklü uygarlığa sahip yeryüzünde büyüklük taslayarak insanları en çok kendisine kul yapan zalim Firavun'a gönderilmiştir.
Hz. Musa, zillet kadehinden içen, gittikçe de bundan zevk almaya başlayan, uzun bir zaman boyunca kendini kaybedip aşağılanmaya razı olan bir kavmi kurtarmaya gönderilmiştir. Zillet, insan fıtratını dejenere eder, çürütür, kokuşturur. İçindeki iyiliği, güzelliği ve uyanıklığı giderir. Kokuşmuşluktan, çirkeften, pislikten ve iğrençlikten tiksinme özelliğini yok eder. Bu yüzden bu tür toplumları içine düştükleri durumdan kurtarmak zor ve meşakkatli bir iştir.
Hz. Musa eski bir inanç sistemine inanan ancak bu inançtan sapan, bu inancın kalplerindeki gerçek görünümü bozulmuş bulunan bir kavme gönderilmiştir. Bunlar yeni inanç sistemini içtenlikle ve zahmetsiz olarak kabul edebilecek işlenmemiş kalpler değildir. Öte yandan eski inançlarına da bağlı değildirler. Bu tür kalpleri yola getirmek çok zor ve yorucu bir uğraştır. Bu kalplerin eğrilikleri, yamuklukları ve sapıklıkları, görevi daha da zorlaştırır, ağırlaştırır.
Kısacası Hz. Musa yeniden bir ümmet kurmak için daha doğrusu temelden bir ümmet oluşturmak için gönderilmiştir. Çünkü İsrailoğulları ilk kez peygamberliğin egemen olduğu kendine özgü bir hayat biçimi olan bağımsız bir halk oluyordu. Ümmet kurma işi ise büyük, ağır ve zor bir iştir.
Belki de Kur'an-ı Kerim'in bu kıssaya bu kadar özen göstermesi bundandır. Çünkü bu kıssa, bir dava temeline dayalı olarak bir ümmet meydana getirmenin; bu işi gerçekleştirirken karşı karşıya kâlınan iç ve dış engellerin; bu esnada meydana gelen sapmaların, donuklaşmaların, deneyimlerin ve yıkımların eksiksiz bir örneğidir.
On yıllık süre içinde yaşanan deneyim ise, Hz. Musa'nın yetiştiği saray hayatı ile davet için sarf edilen yoğun ve yorucu çalışmalarla, ağır yükümlülüklerle dolu hayatı birbirinden ayırmak için yer almaktadır bu kıssada.
Hiç kuşkusuz sarayın kendine özgü bir havası, alışkanlıkları, insan ruhunu etkileyen özel bir atmosferi vardır. Bu ruh ne kadar bilgili, kavrayabilen ve şeffaf olsa da bu ortamdan etkilenir. Peygamberlik görevi ise, zengini-fakiri, varlısı yoksulu, temizi-kirlisi, süslüsü-kabası, güzeli-çirkini, iyisi-kötüsü, güçlüsü-zayıfı, sabırlısı-telaşlısı ile halk kitlelerini muhatap alır. Fakirlerin kendilerine özgü yeme, içme, giyim, kuşam ve yürüyüş tarzları vardır. Olayları anlama yöntemleri, hayatı düşünme tarzları, konuşma ve davranış biçimleri, duygularını ifade etme yolları kendilerine özgüdür. Bu gelenekler, bolluk içinde büyüyenlerin, saray eğitimi görenlerine özgüdür. Bu gelenekler, bolluk içinde büyüyenlerin, saray eğitimi görenlerin duygularına ağır gelir. Bunlara katlanmaları, eğitmeleri bir yana; görmeye bile tahammül edemezler. Bu yoksulların kalpleri iyilikle bezenmiş, doğruluğu, güzelliği kabullenmeye yatkın da olsa, görünüşleri ve alışkanlıklarının özellikleri saray mensuplarının gönüllerinde yer etmelerine engel olur.
Peygamberliğin meşakkat çekme, soyutlanma ve kimi zaman zorluklarla şiddetle karşılaşma gibi yükümlülükleri vardır. Saray mensuplarının kalpleri ise, alıştıkları konfordan, bolluktan ve zevki sefadan fedakârlık etmeye hazır olsalar bile hayatın realitesinde fiilen yaşadıkları zaman uzun süre sertliğe, yoksunluğa ve meşakkatlere karşı sabredemezler.
Bu yüzden Musa'nın -selâm üzerine olsun- adımlarını yönlendiren Kudret eli onun alıştığı konforlu saray hayatından uzaklaşmasını, çobanlar topluluğuna katılmasını, böylece bir süre, korku, kovulma, meşakkat ve açlık çektikten sonra bir lokma ekmeğin ve başını sokacak bir sığınağın değerini bilen bir çoban olup yüce Allah'ın kendisine bahşettiği nimeti hissetmesini istemiştir. Bunun yanı sıra duygularından, yoksulluktan ve yoksullardan tiksinme; onların geleneklerinden, ahlaklarından, kabalıklarından ve basitliklerinden rahatsız olma ruhunu gidermek istemiştir. Onların cahillikleri, fakirlikleri, çirkin görünümleri ve her türlü gelenek ve görenekleri karşısında büyüklük kompleksine kapılma duygusunu içinden söküp atmak istemiştir. Henüz peygamberlik görevini yüklemeden önce bu görevin yükümlülüklerine alışması için onu küçükken nehrin dalgaları arasına attıktan sonra büyüyünce de hayatın dalgalarının içine atmak istemiştir.
Musa'nın -selâm üzerine olsun- ruhunun denenmesi tamamlanınca, gurbet diyarında geçirdiği bu son deneyimle psikolojik olarak sıkıntılara, zorluklara alışınca, kudret eli adımlarını tekrar yurduna; ailesinin ve kavminin yaşadığı bölgeye; peygamber olacağı, mücadele edeceği yere yöneltiyor. Daha önce kovulmuş biri olarak korka korka ve yalnız başına geçtiği yoldan yürütüyor. Acaba aynı yolda gerçekleşen bu gidiş ve geliş hangi amaca yöneliktir? Hiç kuşkusuz bu, yolun ayrıntılarına varana kadar Musa'yı alıştırmak, deneyimden géçirmek, eğitmek amacına yöneliktir. Rabb'inden başka yol rehberliği bakımından hiç kimseye güvenmemesi için bir öncüde bulunması gereken nitelikleri kazanması, gerekli deneyimi tamamlaması bir zorunluktu. Çünkü Musa'nın kavmi zillet, baskı ve aşağılanma yüzünden bütünüyle dejenere olup düşünme ve bir hareketi planlanma yeteneklerini kaybettikleri için büyük-küçük her konuda kendilerine yol gösterecek bir öncüye muhtaçtı.
Böylece Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- yüce Allah'ın gözetimi altında nasıl yetiştiğini, sorumluluk almak üzere ilahi kudret tarafından nasıl geri döndürüldüğünü kavramış oluyoruz. Şimdi Hz. Musa'nın yüce kudret eli tarafından belirlenen bu büyük sorumluluğa doğru yol alışını izleyelim.
ALLAH'LA İLK KARŞILAŞMA
"Musa süreyi bitirince ailesi ile beraber yola çıktı. Tur tarafından bir ateş gördü. Ailesine `Siz durun, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber yada bir ateş koru getiririmde ısınırsınız! dedi."
Acaba Hz. Musa ne düşündü de korkarak çıktığı Mısıra geri dönmek istedi? Ne gibi bir düşünce, bir insanı öldürdüğü bir yerde, kendisini bekleyen tehlikeyi ve orada kendisini öldürmek için kavminin ileri gelenleri ile toplantılar düzenleyip kararlar alan Firavun'u unutmasını sağladı?
Hiç kuşkusuz Musa'nın tüm adımlarını yönlendiren Kudret eli bu sefer de üstlenmek üzere yaratıldığı ve ilk andan itibaren onun için gözetildiği görevi yerine getirmesi için fıtri bir eğilimle onu ailesine, aşiretine, yurduna ve yetiştiği çevreye yöneltmiş O'na korkusundan tek başına yollara düştüğü tehlikeyi unutturmuş olabilir.
Her neyse! İşte O, dönmek için yola koyulmuş bile. Yanında da ailesi var. Vakit de gece. Ortalık kapkaranlık. Bu yüzden yolu da kaybetmiş. Ayrıca bir haber ya da ısınmak için bir kor getirmek amacıyla gördüğü ateşe koşmasından da anlaşıldığı gibi soğuk bir kış gecesinde yol alıyor. Kıssanın bu halkasında yer alan ilk sahne budur.
İkinci sahne ise büyük bir sürprizdir!
"Oraya gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki ağaçtan kendisine şöyle seslenildi."
İşte O, gördüğü ateşe doğru gidiyor. İşte Tur dağının yanındaki vadinin kenarında, vadiyi sağına alacak şekilde "mübarek bölgede" yol alıyor. Musa'nın yürüdüğü ve ateşi gördüğü bu yer, bu andan itibaren mübarektir, kutsaldır. Ve bütün evren "bir ağaçtan" Musa'ya yöneltilen yüce çağrıyla yankılanıyor. Belki de Musa'ya seslenilen bu ağaç o yörede tekti.
"Ey Musa, muhakkak ki alemlerin Rabb'i Allah benim ben!
Musa bu çağrıyı, doğrudan ve dolaysız duyuyor. Tek başına derin bir vadide ve sessiz gecenin içinde algılıyor. Çevresindeki tüm evrende yankılanan, gökleri ve yerleri kaplayan bu çağrıyı duyuyor. Algılıyor ama nasıl algıladığını, hangi organıyla kavradığını ve hangi yoldan algıladığını bilmiyoruz. Çevresindeki evren bu olağanüstü çağrıyı algılamaya güç yetirebiliyor. Çünkü O, bu büyük an için Allah'ın gözetimi altında hazırlanmıştır.
Varlık aleminin vicdanı bu olağanüstü çağrıyı tescil etmiştir. Yüce Allah'ın göründüğü (tecelli ettiği) bu bölge kutlu ve bereketli kılınmıştır. Bu olağanüstü görünme ilé onurlandırılan vadi seçkin bir yer haline geliyor. Ve işte Musa bir insanın gelebileceği en yüksek noktada duruyor.
Bu olağanüstü çağrı kuluna direktifler vermeye devam ediyor.
"Âsanı at." Musa yüce Rabb'inin emrine itaat etmek amacı ile asayı bırakıyor. Ama o da ne? Bu, uzun süre yanında taşıdığı ve kesinlikle tanıdığı asa değildir. Çabucak kıvrılan ve hızlı hareket eden bir yılandır. Büyük bir yılan olduğu halde küçük yılanlar gibi kıvrıla kıvrıla gidiyor.
"Musa attığı kocaman asasının küçük bir yılan gibi hareket ettiğini görünce bakmadan kaçtı."
Bu olay, Hz. Musa'nın ilk anda kendisini gösteren heyecanlı tabiatı ile hazır olmadığı bir sürprizdi... "Dönüp arkasına bakmadan kaçtı." Ne olduğunu görmek için, bu büyük ve olağanüstü olayı anlamak için düşünme gereği duymadan kaçtı. Bu, yeri gelince kendini gösteren heyecanlı tiplerin en belirgin özelliğidir.
Sonra yüce Rabb'inin seslenişini duyuyor!
"Ey Musa, dön gel, korkma; sen güvende olanlardansın."
Korku ve güven duyguları bir anda ve peş peşe Musa'nın ruhunu sarıyor. Bu duygular bütün hayatı boyunca onu hiç yalnız bırakmamışlardı. Onun hayatına egemen olan atmosfer baştan sona korku ve güvendir. Hiç kuşkusuz Musa'nın ruhunun bu sürekli heyecanlılığı bir amaca yöneliktir. Musa'nın yaşadığı hayat için planlanmıştır. Bu özellik, İsrailoğulları'nın taşlaşmış ruhlarına, uzun süredir aşağılanmaya ses çıkarmayışlarına karşıt bir sayfadır. Bu, ilahi kudretin bir planı, derin ve incelikli bir taktiridir.
"Dön gel, korkma, sen güvende olanlardansın."
Adımları Kudret eli tarafından yönlendirilen, Allah'ın gözetiminde olan biri güvenlikte olamaz mı?
"Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın."
Musa emre uyuyor ve elini göğsünün yanında elbisesinin cebine sokup çıkarıyor. Bir an içinde ikinci sürpriz. Eli bembeyaz, parlak, hastalıksız ve aydınlık saçıyor. Oysa onun eli esmere yakın buğday rengiydi. Bu, olay hakkın aydınlığına, ayetin açıklığına ve kanıtın kesinliğine bir işaretti.
Musa olayın mahiyetini kavrıyor. Bulunduğu konumun dehşetinden ve peş peşe ortaya çıkan mucizelerin etkisinden titremeye başlıyor. Ama kendisini sakin olmaya çağıran bir direktifle birlikte bir kez daha koruyucu eli imdadına yetişiyor. Elini kalbinin üzerine koymasını, böylece atışlarını yavaşlatmasını, heyecanını yatıştırmasını istiyor:
"Korkudan açılan kollarını kendine çek."
Sanki eli göğsünün üzerinde kavuşturduğu bir kanattır. Tıpkı kanatlarını kavuşturup süzülen bir kuş gibi. Burada kanatları çırpmak, heyecana, korkuya benzetiliyor, kavuşturmak da sakinleşmeye, güvencede olmaya benzetiliyor. Ayetin ifadesi bu tabloyu Kur'an'ın eşsiz yöntemi uyarınca çiziyor.
Şimdi Hz. Musa algılayacağını algılamışken, aynı şekilde göreceğini görmüşken... Nitekim iki olağanüstü mucize görmüştü. Bunlardan dolayı korkmuş, sonra da sakinleşmişti. Şimdi ise mucizelerin ötesindeki mesajı öğreniyor... daha çocukluğunun ilk günlerinden itibaren üstlenmeye hazırlandığı sorumluluğu alıyor.
"İşte bunlar, Firavun'a ve onun adamlarına karşı Rabb'inin sana verdiği iki delildir."
Şu halde bu mucizelerin arka planındaki mesaj, Firavun ve kurmaylarına peygamber olarak gönderilmedir. Bu, Musa daha kundakta bir çocukken Musa'nın anasına verilen sözdür: "Biz onu tekrar sana vereceğiz ve onu peygamber yapacağız." Bu, üzerinden yıllar geçmiş bir sözdür. Yüce Allah'ın verdiği bir sözdür ve Allah sözünden dönmez. En doğru sözü O söyler.
Burada Hz.' Musa -selâm üzerine olsun- onlardan bir kişiyi öldürdüğünü, oradan kovularak çıktığını, kendisini öldürmek için toplanıp karar aldıklarını, bu yüzden onlardan uzaklara kaçtığını hatırlıyor. Ama şu anda Rabb'inin huzurundadır. Rabb'i O'nu kendisiyle buluşturmak suretiyle onurlandırmıştır. Onu kurtarmak ve mucizelerini göstermekle onurlandırmıştır. Bu yüzden Hz. Musa öldürülüp yüce Allah'ın risaletinin kesilmesinden endişelenerek dikkatli davranıyor.
"Musa; `Rabb'im! ben onlardan bir cana kıydım, beni öldürmelerinden korkuyorum' dedi."
Bunu mazeret bildirmek için söylemiyor. Amacı görevden kaçınmak, geri durmak değildir. Asıl amacı, dava açısından dikkatli davranmaktır. Korktuğu şeyler başına gelecek olsa bile, davanın süreceğinden, hedefine varacağından emin olmaktır. Hiç kuşkusuz bu, Musa gibi güçlü ve güvenilir bir kişiye yakışır bir titizliktir.
"Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlayacaklarından korkarım dedi."
Harun daha açık ve daha anlaşılır bir konuşma tarzına sahipti. Bu yüzden davayı daha iyi yayabilirdi. Hz. Musa davasını güçlendirecek ve eğer öldürülecek olursa kendisinden sonra davayı yürütecek bir yardımcıya ihtiyaç duyuyordu.
Hz. Musa burada olumlu karşılık alıyor, kendisine güvence veriliyor. "Allah; `Seni kardeşiyle destekleyeceğiz, ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklar. Ayetlerim sayesinde onlar size asla erişemeyecekler. İkiniz ve size uyanlar üstün geleceksiniz' dedi."
Rabb'i isteğini kabul etti ve pazusunu kardeşiyle güçlendirdi. İstediği müjdeyi ve güvenceyi fazlasıyla verdi. "İkinize bir kudret vereceğiz ki" Şu halde Musa ve Harun -selâm üzerine olsun- zorba Firavun'un yanına yalnız başlarına ve güçsüz olarak gitmeyecekler. Aksine yeryüzünde hiçbir gücün karşı koyamayacağı bir güçle donanmış olarâk gidecekler. Sahip oldukları bu güç sayesinde hiçbir tağutun, hiçbir zorbanın eli yetişemeyecektir kendilerine "Ayetlerim sayesinde onlar size asla erişemeyecekler."
Etrafınızda yüce Allah'ın gücünden oluşan bir sur vardır. Bu, sizin için bir kale, bir sığınak işlevini görecektir.
Kendilerine yönelik müjde bununla da bitmiyor. Bir de hakkın üstün geleceği müjdeleniyor. Tağutlara sundukları Allah'ın ayetlerinin galip gelecekleri va'dediliyor. Çünkü tek başına bu ayetler de bir silahtır, bir güçtür. Zafer ve üstünlük sağlayan araçlardırlar. "İkiniz ve size uyanlar üstün geleceksiniz."
İlahi kudret, dolaysız olarak olayların geçtiği sahnede beliriyor. Dünya menşeli hiçbir gücü perde edinmeksizin gözlerin görebileceği şekilde işlevini yerine getiriyor. Amaç, insanların dünyasında ve insanların bildiği maddi sebepler olmaksızın zaferin gerçekleşmesini sağlamaktır. Ruhlara, güçleri ve değerleri ölçebilecekleri yeni bir kriter yerleştirmektir. Bu ölçü, Allah'a inanmak ve O'na güvenmektir. Bundan sonrası Allah'a aittir.
FİRAVUNLA KARŞI KARŞIYA
Bu göz kamaştırıcı ve çarpıcı sahne sona eriyor. Zaman ve mekan dürülüp atılıyor. Ve birden Musa ile Harun'u Allah'ın açık, net anlaşılır ayetleri ile Firavun'un karşısına çıkmış halde seyrediyoruz. Kendimizi hidayetle sapıklık arasında geçen bir söz düellosu karşısında buluyoruz.
Dünyada boğulma, ahirette de lanete uğrama şeklindeki sapıklığın kaçınılmaz akıbetini gözlüyoruz. Bütün bunlar çok kısa ve öz ifadelerle anlatılıyor:
36- Musa onlara apaçık ayetlerimizle gelince uydurulmuş büyüden başka bir şey değildir. Bizden önceki atalarımızdan böylesini işitmedik dediler.
37- Musa; "Rabb'im, katında bir doğruluk rehberini kimin getirdiğini ve bu dünyâ hayatının sonunda güzel sonucun kime nasip olacağını daha iyi biliyor. Muhakkak ki, zalimler iflah olmaz" dedi.
38- Firavun; "Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum. Ey Haman, haydi, benim için çamur üzerinde ateş yak ve tuğla imal et, bana bir kule yap ki, Musa'nın tanrısına çıkayım; ancak sanıyorum ki, O mutlak yalan söyleyenlerdendir" dedi.
39- Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekte Bize döndürülmeyeceklerini sandılar.
40- Biz de onu ve askerlerini yakalayıp suya attık. Bir bak, o zalimlerin sonu nasıl oldu.
41- Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.
42- Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık. Kıyamet günüde iğrenç kimselerden olacaklar.
Surenin akışı burada bitirici darbeyi vurmak için acele ediyor. Bu yüzden başka surelerde bazen ayrıntılı bazende ana hatlarıyla anlatılan Firavun'un sihirbazlarla ilgili halkaya kısaca değinip geçiyor. Bu kısa değiniden amaç, yalanlama sahnesinden doğrudan doğruya yalanlayanların yok edildikleri sahneye geçmektir. Öte yandan dünyadaki akıbetlerini belirtmekle yetinilmeyerek yolculuk ahirete kadar sürdürülüyor... Kıssanın bu halkasındaki bu hızlı anlatım bir amaca yöneliktir. Kıssanın sure içindeki genel hedefi ile de uyum oluşturmaktadır. Bu hedef, kudret elinin insanları perde edinmeksizin olaylara müdahale edişini ön plana çıkarmaktır... Bu yüzden Musa Firavun'un karşısına çıkar çıkmaz, yüce Allah akıbeti bildirmek için acele ediyor. Musa Firavun karşılaşmasını, ayrıntıları ile anlatmadan, olup bitenleri uzatmadan kudret eli kesin darbeyi indiriyor.
"Musa onlara apaçık ayetlerimizle gelince `Bu uydurulmuş büyüden başka bir şey değildir. Bizden önceki atalarımızdan böylesini işitmedik' dediler."
Mekke'de Hz. Muhammed'in salât ve selâm üzerine olsun sunduğu ayetleri dinleyen müşriklerin söylediği sözün tıpkısı: "Bu uydurulmuş bir büyüden başka bir şey değildir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmedik." Bu, karşı çıkılması, çürütülmesi mümkün olmayan açık ve anlaşılır gerçeği karşı söylenen bir demogojidir. Gerçek batıla karşı çıkıp ta batıl cevap vermede zorlanınca her zaman bu demogojiye başvurulur. Onlar kendilerine sunulan ayetlerin sihir olduğunu ileri sürüyorlar, ama duymamış olmalarından başka bir kanıt gösteremiyorlar.
Onlar bir kanıt göstererek tartışmıyorlar. Bir belge ileri sürüp haklılıklarını kanıtlamıyorlar. Tam tersine bir gerçeği ortaya koymada, bir batıl iddiayı çürütmede ve herhangi bir iddiayı savunmada; insana hiçbir yararı dokunmayan, herhangi bir katkıda bulunmayan bu bulanık ve kapalı sözü söylüyorlar. Ama Musa aralarındaki meseleyi yüce Allah'a bırakıyor. Çünkü görüşlerini kanıtlamak açısından tartışabilecek bir kanıt ileri sürmemişler. Kendisinden bir delil de istememişler. Sadece her zaman ve her yerdeki batıl taraftarlarının yaptığı gibi demogoji yapmışlar. Şu halde meseleye kısaca değinmek daha iyidir. Onlardan yüze çevirmek, aralarındaki meseleye Allah'a bırakmak daha uygundur:
"Musa; `Rabb'im, katında bir doğruluk rehberini kimin getirdiğini ve bu dünya hayatının sonunda güzel sonucun kime nasip olacağını daha iyi biliyor. Muhakkak ki, zalimler iflah olmaz' dedi."
Edepli ve ağırbaşlı bir cevaptır bu. Sadece meseleyi işaret ediyor ve açıklama gereği duymuyor. Ama aynı zamanda kesin ve anlaşılır bir cevaptır. Bu cevap hak ile batılın karşılaşmasının akıbetine olan güvenin, inancın ifadesidir. Çünkü Rabb'i onun doğru söylediğini ve doğru yolda olduğunu biliyor. Kesin sonuç doğru yolda olanlar açısından garantilidir. Zalimler sonunda asla kurtulmazlar. Bu, Allah'ın değişmez kanunudur, olaylar kimi zaman değişik yönde gelişme gösterseler de. Musa kavminin karşısında Allah'ın bu kanunu ile çıkıyor. Bütün peygamberler de kavminin karşısına bu kanunla çıkmışlardır.
Firavun'un, bu edep ve güvenin ifadesi olan sözlere verdiği cevap ise iddiadan, küstahlıktan, eğlenmekten, ağız burun etmekten ve dalga geçip alaya almaktan ibaret oluyor.
"Firavun; `Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum. Ey Haman, haydi, benim için çamur üzerinde ateş yak ve tuğla imal et, bana bir kule yap ki, Musa'nın tanrısına çıkayım; Ancak sanıyorum ki, O mutlak yalan söyleyenlerdendir.' dedi"
Ey ileri gelenler, benden başka bir ilahınız olduğunu bilmiyorum... Kâfirliğin ve günahkârlığın ifadesi olan bu sözü, ileri gelenler onaylayarak, kayıtsız şartsız teslim olarak karşılıyorlar. Firavun bunu söylerken, Mısırda kralların tanrıların soyundan geldiklerine ilişkin yaygın olan efsanelere, ayrıca hiçbir kafaya düşünme, hiçbir dile konuşma fırsatı vermeyen caydırıcı gücüne dayanıyordu. Yoksa onlar Firavun`un kendileri gibi yaşayıp ölen bir insan olduğunu biliyorlardı. Ne var ki, Firavun bu sözü onlara söylüyor, onlar da itiraz etmeden, değerlendirme yapmadan dinliyorlardı.
Sonra Firavun gerçeği öğrenmede ve Musa'nın ilahını bulmada kararlıymış gibi görünüyor ama, aslında Musa'yla eğleniyor, onu alaya alıyor:
"Ey Haman, haydi, benim için çamur üzerinde ateş yak ve tuğla imal et, bana bir kule yap ki, Musa'nın tanrısına çıkayım." Söylediği gibi gökte onun tanrısı ile karşılaşırım (!) Bunu da alaycı bir ifadeyle söylüyor. Sözlerinden de anlaşıldığı gibi Musa'nın doğruluğundan kuşku içindedir. Buna rağmen gerçeğe ulaşmak için araştırıyor soruşturuyormuş gibi yapıyor. "Ancak Sanıyorum ki, O mutlak yalan söyleyenlerdendir."
FİRAVUN VE İKTİDARININ SONU
Kıssanın bu noktasında sihirbazlarla karşılaşma bölümü var. Ama burada sonucu çabucak bildirmek için bu bölüm atlanıyor.
"Firavun ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekte bize döndürülmeyeceklerini sandılar."
Allah'a dönüşün olmayacağını sanınca, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar, kendilerine sunulan ayetleri ve (bu bölümün girişinde değinilen başka surelerde de ayrıntılı olarak anlatılan) uyarıları yalanladılar!
"Biz de, onu ve askerlerini yakalayıp suya attık."
Bu şekilde kısa ve kesin. Kıskıvrak yakalanıp suya atıldı. Bir çakıl ya da taş fırlatılır gibi suya atıldı. Musa da kundakta bir çocukken benzeri bir suya bırakılmıştı. Ama su, Musa için bir güvence, bir sığınak olmuştu. İşte Zorba Firavun ve orduları da aynı suya atılıyorlar, ama bu sefer su korkunçtur, yok edicidir. Şu halde güvenlikte olma ancak yüce Allah'a yakın olmakla mümkündür. Korku ise ondan uzak olmaktır.
"Bir bak o zalimlerin sonu nasıl oldu."
Bu, gözle görülen ve tüm alemlere sunulan bir akıbettir. Bu akıbet, ibret alanlar için bir derstir. Yalanlayanlar için de bir uyarıdır, Burada kudret eli, bir göz açıp kapama anı içinde ve yarım satırdan daha az bir ifade de tağutları ve zorbaları kasıp kavuruyor, kökünü kurutuyor.
Bir diğer işarette ise dünya aşılıyor; Firavun ve orduları ilginç bir sahnede karşımıza çıkıyor... insanları ateşe çağırıyorlar. Kendilerine uyanların, yardımcı olanların önüne geçip ateşe götürüyorlar!
"Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık."
Ne kötü bir davetçilik bunların ki. Ne iğrenç bir önderlik! Kıyamet günü asla yardım görmeyeceklerdir.'
Azgınlığın, küstahlığın cezası dünyada ve ahirette hezimettir, bozgundur. Sadece bozgun değil, yeryüzünde lanete uğraması, ahirette de kabahatinin yüzüne vurulması, rezil edilmesi var.
"Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lanet taktık. Kıyamet günü de iğrenç kimselerden olacaklar."
Ayetin orjinalinde geçen "el-Makbuhiyn" kelimesi bizzat çirkin, iğrenç ve aşağılık bir tabloyu, pis ve tiksindirici bir atmosferi canlandırmaktadır. Bu, yeryüzünde üstünlük taslamanın, büyüklenmenin, dış görünüş ve mevki-makamla insanları yoldan çıkarmanın, Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı küstahça davranmanın karşılığıdır.
Burada kıssanın akışı, Firavun'un payına düşen akıbetin hemen ardından ve beklemeden Musa'nın payına düşen akıbeti sunmak için İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkış aşamasını ve bu arada geçen olayları anlatmadan geçiyor.
43- Andolsun biz, ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya, insanların kalp gözlerini aydınlatacak nur ve onlara yol gösterici olarak Kitab'ı verdik. Belki düşünür, öğüt alırlar diye.
Hz. Musa'ya -selâm üzerine olsun- düşen pay budur. Hiç kuşkusuz bu, büyük bir paydır. Ve işte onun akıbeti. Gerçekten de onurlu bir akıbet. Bu pay, Allah katından gelen bir Kitaptır. Bu Kitap tıpkı bir göz gibi insanlara yollarını gösteriyor. "Aydınlatacak nur ve onlara yol gösterici olarak"
"Belki düşünür, öğüt alırlar diye" Kudret elinin tağutlarla ezilenler arasındaki mücadeleye nasıl müdahale ettiğini, en sonunda nasıl tağutları yerle bir edip yok ettiğini ve nasıl zulme uğrayanlara iyilikte bulunup onları yeryüzüne egemen kıldığını düşünürler diye.
Böylece bu surede yer alan Hz. Musa ve Firavun kıssası sona eriyor. Bu kıssa güvenliğin ancak yüce Allah'ın yanında olduğunu gösteriyor. Yine korkunun ancak Allah'tan uzak olma durumunda söz konusu olacağını kanıtlıyor. O kadar ki tağutların sahip olduğu güç, doğru yolda bulunanların önleyemediği bir fitneye, yoldan çıkarıcı bir araca dönüşünce kudret eli, azgınlığı ve azgınları durdurmak, onları bertaraf etmek için dolaysız ve açık bir şekilde olaya müdahale eder. Bu anlamlar, Mekke'de ezilen küçük müslüman topluluğun son derece ihtiyaç duyduğu telkinlerdir. Büyüklük taslayan müşriklerinde bunları düşünmeleri gerekiyordu. Bunlar doğru yola yönelik davetin söz konusu olduğu ve tağutların bu davetin karşısına dikildiği her yerde yenilenen anlamlardır.
İşte Kur'an'daki kıssalar ruhların eğitimine, varlık alemindeki gerçeklerin ve ilahi yasaların ifade edilmesine aracı olmak için yer alırlar. "Belki düşünür, öğüt alırlar diye."
Geçen derste, vurgulu anlamları ile içerdiği mesajlarıyla Hz. Musa'nın kıssası yer almıştı. Bu derste ise, bu kıssa üzerine yapılan değerlendirmeler başlıyor. Sonra ayetlerin akışı, surenin ana ekseni doğrultusunda yolunu izleyerek güvenli ortamın nerede, korku ortamının nerede olduğunu açıklıyor. Bu arada İslam çağrısını şirk, inkar ve çeşitli mazeretler ileri sürerek reddeden müşriklerle gezintiye çıkılıyor. Bu gezintilerle müşrikler çeşitli evrensel, sahnelerde kıyamet günü gerçekleşen mahşer (toplanma) sahnelerinde bir de kendilerine gönderilen peygamberin sunduğu mesajın doğruluğunun kanıtları sunulduktan sonra içinde bulundukları duruma ilişkin sahnelerde dolaştırılıyorlar. Kendileri Hz. Peygamberin sunduğu mesajı inkâr ve inatla karşılarlarken ehl-i kitaptan bir grubun bu mesajı imanla, içtenlikle karşıladığı vurgulanıyor. Oysa, eğer anlayabilselerdi bu mesaj kendileri için azaba karşı bir rahmetti.
VAHYİN GERÇEKLİĞİ
Kıssa üzerine yapılan ilk değerlendirme peygamberimizin Allah'dan vahiy aldığına ilişkin sözlerinin doğruluğuna yönelik bir işaret etrafında geliyor. Çünkü Hz. Peygamber salât ve selâm üzerine olsun kısada geçen olayların ayrıntılarını gözleriyle gören biri gibi okuyor. Oysa Hz. Peygamber bu olayları görmüş değildi. Şu halde bu olayları, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'dan gelen vahye dayanarak aktarıyordu. İçinde bulundukları şirk'ten dolayı azaba uğramamaları için bu vahiy onun kavmine yönelik bir rahmetti. Dolayısıyle "Rabb'imiz ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine uysak ve mü'minlerden olsaydık."dememeleri içindi."
44- Ey Muhammed! Musa'ya emrimizi vahyettiğimiz zaman sen mukaddes vadinin batı tarafında değildin, onu görenlerden de değildin.
45- Biz nice nesiller var etmiştik de onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Ey Muhammed! Sen Medyen halkı arasında bulunup onlara ayetlerimizi okumuyordun. Fakat o haberleri sana gönderen biziz.
46- Sen Musa'ya hitab ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Fakat Rabb'inden bir rahmet olarak orada geçenleri sana bildirdik ki senden önce bir uyarıcı peygamber gelmemiş olan kavmi uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar.
47- Kendi elleriyle yaptıkları günahlar yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman; "Rabb'imiz ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine uysak ve mü'minlerden olsaydık " demesinler diye peygamber gönderdik.
48- Fakat onlara katımızdan gerçek gelince; "Musa'ya verildiği gibi buna da mucize verilmesi gerekmez mi? derler. Daha önce Musa'ya verilenide inkar etmemişler miydi? Yardımlaşan iki sihirbaz; "Hepsini inkâr edenleriz " demişlerdi.
49- De ki; "Eğer doğru iseniz, Allah katından bu ikisinden, Musa'ya ve bana inen kitaplardan daha doğru bir kitap getirinde ben ona uyayım.
50- Eğer sana cevap vermezlerse bil ki onlar, keyiflerine uyuyorlar. Allah'dan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? Elbette Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez.
51- Andolsun biz, düşünüp öğüt alsınlar diye vahyi birbirine bitiştirdik.
Ayette geçen"batı" Tur dağının batı tarafıdır. Burayı Yüce Allah, önce otuz gün, daha sonra kırk gün olarak belirlediği bir süre içinde Musa ile buluşma yeri olarak tayin etmişti. Bu belirlenen süre içinde İsrailoğulları arasında uygulayacağı yasa Hz. Musa'ya levhalara işlenerek verilmişti. Peygamber efendimiz, bu buluşma gerçekleşirken orada değildi. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de yeraldığı şekliyle olayın ayrıntılarını bilemezdi. Çünkü onunla bu olay arasında birbirini izleyen birçok kuşaklar gelip geçmişti: "Biz nice nesiller var etmiştik de onların üzerinden uzun zamanlar geçti." Bu da gösteriyor ki, bu ayrıntıları ona haber veren, kendisine Kur'an'ı vahyeden, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan yüce Allah'dır.
Aynı şekilde Kur'an Medyen'e ilişkin haberler de içeriyor. Hz. Musa'nın orada geçirdiği yıllara da değiniyor. Peygamber efendimiz de bunları ayrıntılı olarak anlatıyor. Oysa peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- o sırada Medyen halkı arasında bulunmuyordu. Dolayısıyle o döneme ilişkin haberleri Kur'an'da yer aldığı şekliyle ayrıntılı olarak anlatamazdı. Ama "Fakat o haberleri sana gönderen biziz." Bu Kur'an'ı ve geçmişlere ilişkin olarak içerdiği haberleri gönderen biziz.
Yine Kur'an-ı Kerim Tur dağının yanındaki sesleniş ve yakarış ortamını büyük bir incelikle ve derinlikle tasvir ediyor. "Sen Musa'ya hitab ettiğimiz zaman Tur'un yanında değildin." Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun seslenişi duymamıştı. Bu ayrıntıları da o zaman not almamıştı. Dolayısıyla peygamber efendimizin kavmini çağırdığı bu inancın doğruluğunu ortaya koyan bu haberleri, yüce Allah'ın ona anlatması, kavmine yönelik bir rahmettir. Amaç, daha önce kendilerine bir uyarıcı gönderilmemiş bu kavmi uyarmaktır. Çünkü peygamberleri hep çevrelerindeki İsrailoğulları'na gönderiliyordu. Ataları İsmail'den bu yana geçen uzun süre içinde Araplara bir peygamber gönderilmiş değildi. "Belki düşünüp öğüt alırlar."
Şu halde kıssaların anlatımı yüce Allah'ın Arap toplumuna yönelik rahmetidir. Bu aynı zamanda onların aleyhlerine kullanılacak bir delildir de. Ansızın yakalandıklarını, azaba uğratılmadan önce uyarılmadıklarını ileri sürmesinler diye. Çünkü onların içinde bulundukları cahiliye, şirk ve günah ortamı şiddetli bir azabı gerektirmektedir. Bu yüzden yüce Allah gerekçelerini geçersiz kılmak, bahanelerini ortadan kaldırmak istemiştir. Onları imanla aralarında hiçbir engel kalmayacak şekilde kendileri ile baş başa bırakmak istemiştir.
"Kendi elleriyle yaptıkları günahlar yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman; `Rabb'imiz ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de ayetlerine uysak ve mü'minlerden olsaydık' derler."
Eğer kendilerine bir peygamber gönderilmemiş olsaydı ve bu peygamberle birlikte her türlü bahaneyi geçersiz kılan ayetler gönderilmemiş olsaydı böyle diyeceklerdi. Ne var ki, kendilerine peygamber gönderilince ve bu peygamberle birlikte içinde kuşkuya yer bulunmayan hak içerikli mesaj sunulunca ona uymadılar:
"Fakat onlara katımızdan gerçek gelince; `Musa'ya verildiği gibi buna da mucize verilmesi gerekmez mi?' derler. Daha önce Musa'ya verileni de inkar etmemişler miydi? Yardımlaşan iki sihirbaz; `Hepsini inkâr edenleriz' demişlerdi."
Böylece hak içerikli ilahi mesaja uymadılar. Boş ve anlamsız bahaneler ileri sürerek gerçekten yüz çevirdiler: "Musa'ya verildiği gibi buna da mucize verilmesi gerekmez mi?" Ya Musa'ya verilen somut maddi mucizeler ya da bir kerede tüm Tevrat'ı içeren levhalar gibisi ona da verilmeli değil miydi?
Ne var ki, onlar bu gerekçeyi ileri sürerken doğruyu söylemiyorlardı. Kendilerine sunulan mesaja karşı çıkarlarken samimi değillerdi. "Daha önce Musa'ya verilenide inkar etmemişler miydi?" Arap Yarımadası'nda Yahudiler de yaşıyordu. Ellerinde de Musa'ya indirilen Tevrat bulunuyordu. Fakat Araplar onlara inanmamışlardı. Ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulamamışlardı. Öte yandan Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- niteliklerinin Tevrat'ta yazılı olduğunu biliyorlardı. Nitekim Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun kendilerine sunduğu bazı gerçekler hakkında ehl-i Kitaptan bazılarının görüşüne başvuruyorlardı. Onlar da Hz. Muhammed'in sunduğu ayetlerin gerçekliğini ifade edecek ve ellerindeki kitapla uyuştuğunu vurgulayacak tarzda görüş belirtiyorlardı. Buna rağmen onlar bütün bunlara uymuyorlardı. Ve Tevrat'ın da, Kur'an'ın da sihir olduğunu, bu yüzden birbirleriyle uyuştuklarını, birbirini doğruladıklarını iddia ediyorlardı.
"Yardımlaşan iki sihirbaz; `Hepsini inkâr edenleriz.' demişlerdi"
Şu halde bu tutumlarının nedeni inatçılık ve ukalalıktı. Böyle davranmaları; gerçeği araştırma isteğinden, inandırıcı belge eksikliğinden ya da delil yetersizliğinden kaynaklanmıyordu.
Bununla beraber surenin akışı onları köşeye sıkıştırmak, delille susturmak amacı ile birkaç adım daha atıyor ve onlara şöyle diyor: Eğer Kur'an hoşunuza gitmiyorsa ve eğer Tevrat'tan da hoşlanmıyorsanız, Allah katından gelmiş Tevrat tan ve Kur an dan daha doğru bir Kitap varsa elinizde getirin, ona uyalım:
"De ki; `Eğer doğru iseniz, Allah katından bu ikisinden, Musa'ya ve bana inen kitaplardan daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım."
Bir rakibe karşı ancak bu kadar töleranslı davranılabilir. Bu, delil getirmek için tanınan en uzun süredir. Buna rağmen kim bu fırsattan sonra gerçeğe yönelmezse; o, hiçbir delile dayanmayan ve büyüklük kompleksine kapılan, kendi hevasına, arzusuna uyan birisidir!
"Eğer sana cevap veremezlerse bil ki, onlar keyiflerine uyuyorlar. Allah'dan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? Elbette, Allah. zalim kavmi doğru yola iletmez."
Hiç kuşkusuz bu Kur'an'ın içerdiği gerçek son derece açıktır. Bu dinin ileri sürdüğü kanıt ise herkesin görüp anlayabileceği şekilde ortadadır. Kendi hevası, arzusu engel olmadığı sürece bu gerçeği öğrenen birisi onu benimsemekten kaçınmaz. Şu halde ortada bir üçüncüsü bulunmayan iki yol vardır. Ya içtenlikle gerçeği benimsemek, arzu ve ihtirastan kurtulmak -Bu durumda iman etmek kayıtsız şartsız teslim olmak kaçınılmaz olur- ya da gerçeğe karşı direnmek ihtiras ve arzulara uymak. Bu ise gerçeği yalanlamak ve bedbaht bir hayatı tercih etmektir. Yoksa kendi ihtiraslarına uyan art niyetli kişilerin ileri sürdükleri gibi inanç sisteminde bir kapalılık söz konusu değildir. Sunulan belgelerin zayıf olduğuna, yahut delillerin yetersiz olduğuna ilişkin iddiaların geçerli bir dayanağı, inandırıcı bir kanıtı yoktur.
"Eğer sana cevap veremezlerse bil ki, onlar keyiflerine uyuyorlar.
Bu kadar kesin ve bu kadar açık. Bunu Allah söylüyor. Reddetmek ya da yorum yapmak söz konusu olamaz. Bu dinin çağrısına olumlu karşılık verme yenler, hiçbir mazeretleri bulunmayan art niyetli kimselerdir. Hiçbir gerekçeleri, mazeretleri olmayan ve gerçeği örtbas eden ahmak, akılsız kimselerdir. Onlar açık ve anlaşılır gerçekten yüz çevirip arzularına, ihtiraslarına uyuyorlar:
"Allah'dan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir."
Bu durumda onlar zalim ve azgın kimselerdir:
"Elbette Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez."
Bu ayet, Kur'an'ı anlayamadıklarını, bu dini bütünüyle kavrayacak bilgiye sahip olmadıklarını ileri sürerek; kendilerini mazur göstermeye çalışanların yolunu tıkamaktadır. Buna göre bu Kur'an kendilerine ulaşır ulaşmaz, bu din kendilerine sunulur sunulmaz önlerine bir kanıt serilmiş demektir. Bu durum tür tartışmaların sonudur, bütün mazeretleri geçersiz kılar. Çünkü insan, bizzat açık ve anlaşılır şekilde ortadadır. Hevesini, ihtirasını önder edinip ona uyandan başkası bu açık ve anlaşılır gerçekten yüz çeviremez. Kendisine zulmeden, apaçık gerçeğe zulmeden, böylece yüce Allah'ın hidayetini haketmeyen akılsız, ahmak kimselerden başkası bu mesajı yalanlamaz: "Elbette Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez."
Kuşkusuz gerçeğin onlara ulaşması, onlara sunulması ile birlikte mazeretleri ortadan kalkmıştır. Buna karşı ileri sürebilecekleri geçerli bir gerekçeleri, inandırıcı bir delilleri de yoktur.
"Andolsun biz, düşünüp öğüt alsınlar diye vahyi birbirine bitiştirdik."
EHLİ KİTAPTAN İMAN EDENLER
Bu gezinti sona erince, yamuklukları ve kaypaklıkları iyice açığa kavuşuyor. Bunun ardandan surenin akışı, olumlu bir karakterin ve iyi niyetli bir kişiliğin tablosunu sunmak üzere onlarla bir diğer gezintiye çıkıyor. Bu tablo, kendilerinden önce kitap verilenlerden bir grubun şahsına ve bu grubun kendi ellerindeki kitabı doğrulayan bu Kur'an'ı karşılama yöntemlerinde belirginleşiyor:
52- Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz de Kur'an'a inanırlar.
53- Kur'an onlara okunduğu zaman; 'Ona inandık, doğrusu O Rabb'imizden gelen gerçektir, zaten biz ondan öncede müslüman idik.' derler.
54- İşte onlara sabretmelerinden dolayı mükafatları iki defa verilir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcarlar.
55- Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Size selâm olsun, biz cahillerle sohbet etmeyi istemeyiz. " derler.
Said b. Cübeyr-Allah ondan razı olsun- bu ayetlerin, Necaşi'nin gönderdiği yetmiş papaz hakkında indiğini söyler. Bu papazlar peygamber efendimizin yanına geldiklerinde peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onlara "Yasin" suresini sonuna kadar okumuştu. Onlarda gözyaşları dökerek müslüman olmuşlardı. Bunun üzerine onlar hakkında bu son ayet inmişti.
Muhammed b. İshak Siretinde şöyle der: "Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- Mekke'de bulunduğu sırada, Habeşistan'a peygamber olarak gönderildiği duyulunca yirmi veya buna yakın sayıda Hıristiyan kişiler peygamberimizin yanına geldiler. Peygamberimizi Kabe'de buldular, yanında oturup konuştular. Bir takım sorular sordular. Kureyş'ten bazı adamlar da Ka'be'nin çevresinde onları seyrediyorlardı. Konuk hayat hakkında açıklama istedikleri şeyleri peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- sorup cevap alınca, peygamberimiz onları Allah'ın birliğine inanmaya davet etti ve onlara Kur'an okudu. Kur'an'ı dinleyince gözleri yaş doldu. Sonra Allah'ın davetine olumlu karşılık verip peygamberimize inandılar, onu doğruladılar. Kendi kitaplarında yazılı bulunan onunla ilgili sıfatları peygamberimizin şahsında gördüler. Peygamberimizin yanından ayrıldıkları sırada Ebu Cehil b. Hişam karşılarına çıkıp "Allah sizin belanızı versin. Dindaşlarınız sizi bu adamla ilgili bir haber edinesiniz diye gönderdi. Ama siz daha bu adamın yanında oturur oturmaz; dininizden ayrılıp dediklerini doğruladınız. Sizin gibi ahmak topluluk görmedik" dedi. Onlar da "Selâm size. Biz sizin gibi cahillik etmeyiz. Biz yaptığımızdan, siz de yaptığınızdan sorumlusunuz. Biz kendimiz için iyi olanını yaptık" dediler.
İbn-i İshak diyor ki; Bu Hristiyan grubun Necranlı oldukları da söyleniyor. Kim olduklarını en iyi Allah bilir. Yine "bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz de Kur'an'a inanırlar" ayetinin kimler hakkında indiğini de en iyi Allah bilir, deniyor.
İbn-i İshak; Zühri'ye bu ayetlerin kimler hakkında indiğini sorduğumda. "Alimlerimizden hep bu ayetlerin, bir de Maide suresinin 82 ve 83. ayetlerinin Necaşi ve adamları hakkında indiğini söylediklerini duyuyorum." dediğini aktarır.
Bu ayetler kimin hakkında inmiş olursa olsun, Kur'an-ı Kerim burada müşriklerin bildikleri ve inkar etmedikleri bir realiteye dikkatlerini çekiyor. Böylece onları iyi niyetli kişilere ilişkin bir örnekle karşı karşıya getirmeyi, bu kişilerin Kur'an'ı nasıl karşıladıklarını, ona nasıl inandıklarını, içerdiği gerçeği nasıl gördüklerini, ellerinde bulunan kitapla nasıl uyuştuğunu bildiklerini vurgulamayı amaçlıyor. Bu iyi niyetli kişileri ihtiras ve büyüklenme gibi engeller, Kur'an'a inanmaktan alıkoyamıyor. İnandıkları hak yolu uğruna başlarına gelen eziyetlere, küstahlıklara, cahilce davranışlara katlanıyorlar. Cahillerin ihtiraslarına karşı, kafirlerin baskılarına karşı gerçeğe sarılıyor, sabrediyorlar!
"Daha önce kendilerine kitap verdiklerimiz de Kur'an'a inanır."
Bu da Kur'an'ın doğruluğunu gösteren kanıtlardan biridir. Çünkü bütün
kitaplar Allah tarafından gönderilmişlerdir. Bu yüzden aralarında bir uyum vardır. Kendilerine önceden kitap indirilenler, sonradan inen kitabın içerdiği gerçeği bilirler. Bu yüzden doğru olduğuna güvenerek ona inanırlar. Bunun bütün kitapları indiren yüce Allah'ın katından geldiğini bilirler.
"Kur'an onlara okunduğu zaman; `O'na inandık, doğrusu O, Rabb'imizden gelen gerçektir, zaten ondan önce de müslüman idik derler."
Çünkü bu Kur'an o kadar açıktır ki, fazla okumaya gerek kalmadan, önceden gerçeği tanıyanlar bu Kur'an'ın da aynı pınardan geldiğini yalan söylemesi mümkün olma an biricik kaynaktan geldiğini bilirler. "Doğrusu O Rabb'imizden gelen gerçektir"..."Zaten biz ondan önce de müslüman idik." Allah'a teslim olmak, Allah katından gelen bütün dinlere inanan mü'minlerin ortak dinidir.
Önceden Allah'a teslim olan, sonra da bu Kur'an'ı dinler dinlemez ona inanan bu mü'minlerin ödülü ise şudur:
"İşte onlara sabretmelerinden dolayı mükafatları iki defa verilir."
Gerçek ve katışıksız İslam'a bağlılıkta sabrettikleri için. Kalpleri ile ve niyetleri ile teslim oldukları için. Arzu ve ihtiraslarını yendikleri için. Önce de, sonra da Allah'ın dinini izledikleri için. Bu kimselerin ödülleri iki kere verilir. Hiç kuşkusuz bu, onların övgüye değer sabırlarının karşılığıdır. Çünkü bu konuda sabır göstermek nefislere çok zor gelir. Sabrın en zoru da, arzulara, insanların yamukluklarına ve sapıklıklarına karşı gösterilenidir. Bu adamlar bütün bunlara karşı sabır gösterdiler. Bunların yanı sıra, biraz önceki rivayette de işaret edildiği gibi alaya almalara, baskı ve eziyetlere karşı da sabrettiler. Tıpkı her zaman ve her yerdeki sapık, dejenere olmuş ve cahil toplumlarda dinlerine bağlılığı sürdürenler gibi sabrettiler.
"Onlar kötülüğü iyilikle savarlar."
Bu da bir tür sabırdır. Ve bu, baskılara, alaya almalara karşı sabretmekten daha ağırdır. Bu, insan nefsini, büyüklenme duygusunu yenmektir; alaya almayı savma, baskılara karşılık verme, kini dindirme ve intikam alma isteğini kırmaktır. Bütün bunlardan sonra bir diğer derece vardır; hoşgörü ve hoşnutluk derecesi... Bu derecede insan, kötülüğe güzellikle cevap verir, gerçeği alaya alan cahil kimse i kendinden emin bir güvenle acıma ve iyilikle karşılar. Hiç kuşkusuz bu yüce bir ufuktur. Bu ufka ancak Allah'la ilişki halinde bulunan mü'minler ulaşabilir. Onlar Allah'dan hoşnutturlar. Allah da onlardan hoşnuttur. İnsanların kendilerine yönelik olumsuz tavırlarını hoşnutlukla, güvenle karşılarlar.
"Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcarlar."
Sanki ruhlarının hoşgörüsünün ifadesi olarak iyilikten söz edildikten sonra malı açıdan da hoşgörülü oldukları vurgulanmak isteniyor. Çünkü her ikisi de aynı duygudan kaynaklanıyor; nefsin ihtirasını yenme ve yeryüzü değerlerinden daha büyük değerlerle onur duyma duygusundan kaynaklanıyor. Birincisi ruhları ilgilendiriyor, ikincisi de malı ilgilendiriyor, ve bu ikisi çoğu kere Kur an-ı Kerim'de birbirlerini bütünler biçimde yer alırlar.
İslam'a sabırla sarılan, inanç sistemini içtenlikle benimseyen mü'min ruhların bir başka sıfatı da şudur:
Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. Bizim işlerimiz bize sizin işleriniz sizedir. Size selam olsun, biz cahillerle sohbet etmeyi istemiyoruz. derler."
Ayetin orjinalinde geçen "el-Lağvu" kelimesi bir amaca yönelik olmayan, herhangi bir anlam ifade etmeyen boş söz demektir. İnsan aklına ve kalbine bir şey kazandırmayan, yararlı bir bilgi edinmesini sağlamayan saçma söz demektir. İster muhataba yönelik olsun, ister bir başkası ile ilgili olarak anlatılsın, insanın duygusunu ve dilini bozan çirkin söz demektir.
Mü'min kalpler bu tür boş şeylerle ilgilenmezler. Böyle saçma şeyleri dinlemezler. Böyle çirkin şeylere ilgi duymazlar. Çünkü mü'min kalpler imanın yükümlülükleriyle uğraşırlar, imanın coşkunluğu ile yücelirler, onun aydınlığı ile arınırlar:
"Boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler."
Ama heyecanlanmazlar, onlara öfkelenmezler, onların dediklerinin aynısı ile karşılık vererek boş laf edenlere saldırmazlar. Bu konuda onlarla tartışmaya girmezler. Çünkü uğraşısı boş ve anlamsız şeyler olanları da tartışmak boştur. Bu yüzden saldırmazlık ve barış temennisiyle onları kendi hallerinde bırakırlar.
"Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Size selam olsun, biz cahillerle sohbet etmeyi istemeyiz derler."
İşte böyle edeplice, iyilik temennisiyle ve doğru yolu bulmaları arzusuyla. Ama onlarla içiçe olmayı, onlara karışmayı istemeden.
"Biz cahillerle sohbet etmeyi istemeyiz."
Onlarla birlikte değerli vaktimizi harcamak istemeyiz. Onların boş laflarına karışmayız ya da ses çıkarmadan dinlemeyiz.
Hiç kuşkusuz bu, inancına güvenen mü'min bir ruhun aydınlık bir tablosudur. Bu tablodan boş şeylerin üstüne çıkma, hoşgörü ve şefkat duyguları yansıyor. Bununla Allah'ın öngördüğü edeple edeplenmek isteyenlere kapalı bir tarafı bulunmayan Allah'ın apaçık yolu çiziliyor. Bu yolda cahillerle birliktelik söz konusu değildir. Ama onlara düşmanlık ta beslenemez. Onlara karşı zor kullanılmaz, onların varlığından, sıkıntı duyulmaz. Bu yolda, kötülükleri aşma vardır, sevgi vardır. Suçlulara ve kötülere bile iyilik dilenir bu yolda.
HİDAYET ALLAH'DANDIR
Ehl-i kitaptan bu adamların iman etmesi için peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine Kur'an okumanın dışında fazla bir şey yapmamıştır. Öte yandan kendi kavminden iman etmesi için çok çabaladığı, müslüman olmasını bütün benliğiyle istediği kimseler vardı. Ama yüce Allah onunla ilgili bir hikmetten dolayı bu isteğinin gerçekleşmesini takdir etmemiştir. Çünkü Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- sevdiği kimseyi doğru yola iletemezdi. Ancak yüce Allah, doğru yolu hakettiği ve imanı kabul edecek durumda olduğunu bildiği kimseleri doğru yola iletir.
56- Ey Muhammed! Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir.
Buhari ve Müslim'de, bu ayetin peygamber efendimizin amcası Ebu Talip hakkında indiğine ilişkin bir hadis yer alır. Ebu Talip, Peygamber efendimizi koruyor, ona yardım ediyordu. Kureyş'e karşı ona destek oluyordu. Mesajını insanlara ulaştırabilmesi için ona arka çıkıyordu. Bunun için Kureyşliler'in onu ve Haşimoğulları'nı boykot etmelerine, onları bir mahallede kuşatıp ambargo uygulamalarına katlanmıştı. Ne var ki, Ebu Talip, bütün bunları yeğenini sevdiği için yapıyordu. Yakınlık duygusu ile, büyüklenme ve yiğitlik uğruna yapıyordu. Ölüm döşeğindeyken, peygamber efendimiz onu iman etmeye ve İslam'a girmeye davet etmiş, fakat Ebu Talip yüce Allah'ın bildiği bir nedenden dolayı iman etmemişti.
Zühri diyor ki; bana Said b. Müseyyeb, babası Müseyyeb b. Hazn el Mahzumi'den -Allah ondan razı olsun- naklederek şunları anlattı: Ebu Talip ölmek üzereyken, peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yanına geldi. O sırada Ebu Cehil b. Hişam ve Abdullah b. Ümeyye b. Mugire de yanındaydı. Peygamber efendimiz "Amcacığım, Lâilaheillâllah de ki, Allah katında onunla seni savunayım" dedi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ümeyye de "Ey Ebu Talip, Abdülmuttalib'in dininden vazmı geçeceksin?"dediler. Peygamber efendimiz "Allah'dan başka ilah olmadığına" ilişkin çağrısını tekrarladıkça onlar da bu soruyu yöneltiyorlardı. En sonunda Ebu Talip "Ben Abdülmuttalib'in dini üzereyim" dedi. Ve "Lâilaheillâllah" demekten kaçındı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Allah'a andolsun ki, engellenmediği sürece senin için bağışlanma dileyeceğim" dedi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: "Akraba bile olsalar, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra puta tapanlar için Allah'dan af dilemek, ne peygambere ve ne de mü'minlere yakışır." (Tevbe Suresi 113)
Ebu Talip hakkında da şu ayet indi: "Ey Muhammed! Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola eriştirir.
Müslim ve Tirmizi Yezid b. Keysan'ın Ebu Hazm'den, onun da Ebu Hureyre'den -Allah ondan razı olsun- rivayet ettikleri şu hadisi aktarırlar: Ebu Talip ölmek üzereyken, Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- yanına geldi ve "Amcacığım `Lâilaheillâllah' söyle ki, kıyamet günü senin lehinde şahitlikte bulunayım" dedi. Ebu Talip; Şayet Kureyşliler "ölüm korkusu ile söyledi" demeselerdi sırf seni memnun etmek için onu söylerdim. Bunu senin için yapardım" dedi. Bunun üzerine şu ayet indi'
"Ey Muhammed! Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir."
İbn-i Abbas'dan, İbn-i Ömer'den, Mücahit'den, Şabi'den ve Katade'den bu ayetin Ebu Talip hakkında indiği ve Ebu Talib'in söylediği son sözün "Ben Abdülmuttalib'in dini üzereyim" olduğu rivayet edilir.
İnsan bu olay karşısında durup bu dinin ödünsüz kesinliğini ve şaşmaz doğruluğunu dehşetler içinde kalarak gözlemliyor. Şu Hz. Peygamberin amcasıdır. Garantörü, koruyucusu ve destekçisidir. Onun Hz. Peygambere yönelik derin sevgisine ve Hz. Peygamberin de onun iman etmesine yönelik şiddetli isteğine rağmen, yüce Allah onun iman etmesini takdir etmiyor. Çünkü Ebu Talip akrabalık duygusu ile, babalık sevgisi ile böyle davranıyordu. Hz. Peygamberin sunduğu inanç sistemini kabul etme niyetinde değildi. Yüce Allah da bunu biliyordu. Bu yüzden Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- onun adına arzuladığı, sevdiği şeyi takdir etmedi. Bu işi yani doğru yola iletme işini, Hz. Peygamberin yetkisinin dışına çıkarıp kendi iradesine ve takdirine özgü kıldı. Peygambere düşen sadece mesajı açıkca duyurmaktır. Ondan sonra bu görevi omuzlayan davetçilerin işi de öğüttür. Bundan sonra kalpler Rahman'ın parmakları arasındadır. O, hidayet ve sapıklığı, kullarından kimin hidayete, kimin de sapıklığa yatkın olduğuna ilişkin yanılmaz bilgisi doğrultusunda belirler.
YERLE BİR EDİLME KORKUSU
Şimdi, surenin akışı, müşrik Kureyşliler'in komşu Arap kabileleri üzerindeki egemenliklerini kaybederler korkusu ile Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- uymayışlarını mazur göstermek amacıyla ona söyledikleri söze geliyor. Komşu Arap kabileleri Ka'be'ye saygı gösteriyorlardı. Bu yüzden Kabe'nin bekçilerinin, bakımcılarının otoritelerini onaylıyorlardı, boyun eğiyorlardı. İşte Kureyşliler Peygamberimize, şayet kendisine uyacak olurlarsa bu kabilelerin kendilerini yurtlarından atacaklarını, en azından bu kabilelerin desteği olmasa yarımadanın dışındaki düşmanlarının kendilerini yerlerinden söküp atacaklarını söylüyorlardı. Ayetlerin akışı, daha önce bu surede Hz. Musa ve Firavun kıssası aracılığı ile bu konuyu somut olarak gözlerinin önüne seriyor. Daha sonra burada tarihsel realiteye ve şu anda gözleriyle gördükleri pratikteki durumlarına dayanarak güvenli ortamın nerede olduğunu, buna karşılık korkulu ortamın nerede olduğunu açıklıyor. Yine, mal-mülkten dolayı şımarma, nimete karşılık az şükretme zikrediliyor. Bununla birlikte peygamberleri yalanlama ve Allah'ın ayetlerinden yüz çevirme gibi tavırlarda somutlaşan gerçek yok oluşun nedenlerini ortaya koymak amacı ile geçmiş toplumların yok edildikleri harap olmuş yurtlarda onlarla birlikte bir gezintiye başlıyor. Burada gerçek değerler ortaya konuyor. Bu gezintide, yüce Allah'ın katındaki nimetlerin yanında, tüm dünya hayatının ve nimetlerinin basitliği ve değersizliği önplana çıkıyor.
57- Dediler ki; "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız. " Onları katımdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, kutlu bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler.
58- Biz refah içinde şımarmış nice şehirleri helak ettik. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimse oturabilmiştir. Onlara hep biz varis olmuşuzdur.
59- Rabb'in memleketlerin ana merkezlerinin halkına ayetlerimizi okuyacak bir elçi göndermedikçe ülkeleri helâk edici değildir. Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.
60- Size verilen her şey, dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Aklınızı kullanmıyor musunuz?
61- Şu halde kendisine güzel bir söz verdiğimiz ve ardından o söze kavuşan kimse; dünya hayatında kendisine bir geçimlik verdiğimiz, sonra kıyamet günü azap içinde getirilen kimse gibi midir?
Bu Kureyşliler'in ve diğer insanların, Allah'ın yol göstericiliğine, O'nun sunduğu hareket metoduna uymaları durumunda korkularla karşı karşıya kalacaklarını bildiriyor. Düşmanların saldırılarına uğrayacaklar, yardımcılarını ve destekçilerini yitirecekler. Yoksulluğa ve kıtlığa uğrayacaklarını sanmalarına neden olan, işte bu yüzeysel ve dayanıksız bakış açısıdır. Bu, yeryüzü menşeli sınırlı bir düşünce biçimidir.
"Dediler ki; Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız."
Onlar Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendilerine sunduğu ayetlerin doğru yolu gösteren işaretler olduğunu inkâr etmiyorlar. Sadece insanların kendilerini kapıp yurtlarından atacaklarından korkuyorlar. Fakat onlar Allah'ı unutuyorlar. Tek koruyucunun, yegane himayecinin O olduğunu unutuyorlar. Allah'ın himayesinde olduktan sonra yeryüzündeki hiçbir gücün kendilerini kapıp yurtlarından edemeyeceğini yine yüce Allah, kendilerini yüzüstü ve yardımsız bıraktıktan sonra tüm yeryüzü güçlerinin kendilerine hiçbir yardımda bulunamayacaklarını unutuyorlar. Bunun nedeni, iman gerçeğinin kalplerine yansımamış olmasıdır. Eğer iman gerçeği kalplerine gereği gibi yansımış olsaydı güçlere bakış açıları ve olayları değerlendirmede esas aldıkları ölçüleri değişecekti. Bu durumda, güvenli ortamın ancak yüce Allah'ın yanı olduğunu; korkununsa, O'nun kılavuzluğundan uzak ortamlar için söz konusu olduğunu bileceklerdi. Yine yüce Allah'ın doğru yolu bulmaları için kendilerine gönderdiği yol gösterici kitabın güçlü, üstünlükle doğrudan ilişkili olduğunu, bu ifadenin asılsız bir kuruntu olmadığını, kalplere güven aşılamak için söylenmiş Propaganda amaçlı bir söz olmadığını tam tersine derin ve köklü bir gerçek olduğunu bileceklerdi. Allah'ın yo1 gösterici kitabına uymanın evrene egemen olan yasalar sistemi ile, evrensel güç ve enerjiler ile uyum içinde hareket etmek; onlardan yararlanmak, dünya hayatı için kullanmak anlamına geldiğini bileceklerdi. Çünkü şu evrenin hareketlerinin planlayıcısı yüce Allah'dır. Bu yüzden Allah'ın yol gösterici kitabına uyan birisi, evrendeki sınırsız güç kaynaklarına dayanmış olur, yeryüzündeki hayatta fiilen sağlam temellere bel bağlamış olur.
Allah'ın yol göstericiliğinin somut ifadesi olan Kitab'ı, yeryüzündeki pratik hayat için gerçek ve dengeli bir sosyal sistemdir. Bu sistem gerçekleştiği zaman, ahiret mutluluğunun yanı sıra yeryüzü egemenliği de onun tekelinde olur. Bu sistemin ayırıcı özelliği, dünya yolu ile ahiret yolunu birbirinden ayırmamasıdır. Ahiret hayatına yönelik hedeflerin gerçekleşmesi için bu dünya hayatını yok saymayı ya da boş vermeyi gerektirmemesidir. Tam tersine bu sistem dünya ve ahireti tek bir bağla birbirine bağlar! Kalbin, toplumun ve yeryüzündeki hayatın ıslahı ancak bu şekilde mümkün olur... Bu yüzden yol, ahirete yönelik olur. Çünkü dünya ahiretin tarlasıdır ve dünya cennetinin imarı ve egemenliği, ahiret cennetinin imarı ve oradaki sonsuz hayat için bir araçtır. Ama Allah'ın yol göstericiliğine uymak, sergilenen davranışlarla ona yönelmek, O'nun hoşnutluğunu gözetlemek şartıyla...
Allah'ın yol göstericiliğine uyan bir toplumun bu ilahi emaneti yani, yeryüzü halifeliği ve dünya hayatına egemen olma emanetini omuzlamaya hazırlandıktan sonra, eninde sonunda güç, caydırıcılık ve egemenlik elde etmiş olması, tüm insanlığa önderlik yapması insanlık tarihinin kesinlikle tescil ettiği ilahi bir yasadır.
Bir çok insan Allah'ın şeriatına uymaktan, O'nun yol göstericiliğini izlemekten kaçınıyor. Allah düşmanlarının saldırılarından, komplolarından korkuyor. Düşmanlıkların odak noktası olmaktan endişeleniyor. Gerek ekonomide, gerekse başka alanlarda dar boğaza girmekten, krizler yaşamaktan korkuyor. Bunlar, bir zamanlar Peygamber efendimize -salât ve selâm üzerine olsun- "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız" diyen Kureyşliler'inkine benzer asılsız kuruntulardan başka bir şey değildir. Oysa Kureyşliler Peygamber efendimizin şahsında ve onun sunduğu Kitap'ta somutlaşan Allah'ın yol göstericiliğine uyduklarında çeyrek yüzyılda veya daha az bir zaman diliminde yeryüzünün doğularına ve batılarına egemen olmuşlardı.
Yüce Allah, o zaman onların bu asılsız kuruntudan kaynaklanan bahanelerini yalanlayacak cevabı vermişti. Şu halde kendilerine güven bahşeden kimdir? Bu dokunulmaz ve saygın Kâbe'yi kim vermiş kendilerine? Gönüllerin her taraftan, tüm yeryüzünde yetişen. ürünlerle birlikte kendilerine doğru yönelmesini sağlayan kimdir? Nitekim her zaman birbirinden farklı ülkelerde ve mevsimlerde yetişen bir çok ürün, bir çok meyve bu dokunulmaz evin çevresinde toplanırdı;
"Onları katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, kutlu bir yere yerleştirmedik mi?
Şu halde onlara ne oluyor da, Allah'ın doğru yola ileten Kitabına uymaları durumunda insanların kendilerini yerlerinden söküp atacaklarından korkuyorlar? Ataları İbrahim peygamberden -selâm üzerine olsun- bu yana kendilerini bu güvenli ve dokunulmaz bölgeye yerleştiren Allah değil midir? Buyruklarını dinlemedikleri, karşı çıktıkları zaman kendilerini koruyan Allah, kendisinden sakınarak günahlardan kaçınınca, insanların onları kapıp yurtlarından atmalarına izin verir mi?
"Fakat onların çoğu bilmezler."
Nerenin güvenli, nerenin korkulu olduğunu bilmezler. Herkesin en sonunda Allah'a döneceğinin farkında değildirler.
Eğer gerçekten tehlikelerden sakınmak istiyorlarsa, baskına uğrayıp yurtlarından olmaktan korkuyorlarsa, işte yok oluşun gerçek nedeni. Ondan korunsunlar:
"Biz refah içinde şımarmış nice şehirleri helak ettik. İşte yerleri! Kendilerinden sonra pek az kimse oturabilmiştir. Onlara hep biz varis olmuşuzdur."
Nimetle şımarmak, nimete karşılık şükretmemek, şehirleri için bir yok oluş nedenidir. Onların bu güvenli, bu dokunulmaz bölgeye yerleşmiş olmaları yüce Allah'ın bir nimetidir. Şu halde bu nimete karşılık şımarmaktan, şükretmemekten sakınmalıdırlar. Aksi takdirde onlar da benzeri şehirler gibi yok olup giderler. Nitekim onlar bu yüzden yok edilmiş yerleşim birimlerini her zaman görüyor, tanıyorlardı. Buralarda oturanların harap olmuş, boş ve ıssız evleri gözlerinin önündeydi: "Kendilerinden sonra pek az kimse oturabilmiştir." Bu, boş ve harap yurtlar, oralarda oturanların yerle bir edilişlerini dile getiren canlı, somut bir belge olarak nimetle şımarmanın hikayesini anlatıyor. Buralarda oturanlar geride tek bir kişi kalmamak üzere yok edilmişlerdi. Geride mirasçı bırakmamışlardı. "Onlara hep biz varis olmuşuzdur."
Bununla beraber yüce Allah, ana kentte yaşayanlar arasından birini peygamber olarak göndermedikçe, nimetle şımaran bu yerleşim birimlerini yok etmemiştir. Bu durum, onun kullarına yönelik rahmetinin belirtisi olarak kendi kendisi için belirlediği bir kuraldır.
"Rabb'in, memleketlerin ana merkezlerinin halkına ayetlerimizi okuyacak bir elçi göndermedikçe ülkeleri helak edici değildir. Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.
Peygamberin ana kentten -yani en büyük kentten veya başkentten- gönderilmiş olmasının hikmeti, bu yerleşim biriminin merkez niteliğinde olması ve mesajın hiç kimsenin mazeret ileri sürmesine fırsat vermeyecek şekilde her tarafa yayılabilmesidir. Nitekim Peygamber efendimiz de -salât ve selâm üzerine olsun- Arap yerleşim birimlerinin ana kenti konumundaki Mekke'den seçilip peygamber olarak görevlendirilmiştir. O da daha önce kendilerine uyarıcı geldikten sonra Allah'ın ayetlerini yalanlayanların akıbetinden sakındırıyor onları: "Zaten biz halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir. Bilerek ve görerek ayetleri yalanlayanları yok ederiz."
Bununla beraber, dünya hayatının top yekün nimetleri, yeryüzünün bütün zevkleri, eğlenceleri, yüce Allah'ın onlara bahşettiği bir kısım dünya egemenliği, lütfettiği ürünler, dünya hayatı boyunca bütün insanlar için hazırlanan nimetler, Allah katındàki nimetlerle karşılaştırıldığı zaman son derece basit ve değersiz şeyler oldukları ortaya çıkar.
"Size verilen her şey, dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Aklınızı kullanmıyor musunuz?
Bu, her zaman için geçerli olan nihai değerlendirmedir. Sırf kaçırmaktan korktukları güven, toprak ve nimetle ilgili değildir. Sadece yüce Allah'ın kentlere bahşettiği ama şımarmaları yüzünden yok ettiği nimetlerle de ilgili değildir. Bu, hiçbir zaman kesintiye uğramasa da hatta eksiksiz sürekli bile olsa, kısa sürede yok olması, tükenmesi söz konusu olmasa da dünya hayatındaki her şeyi kapsayan nihai değerlendirmedir. Çünkü bütün bunlar "Dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah'ın katında olan ise daha hayırlı ve kalıcıdır." Özü itibariyle daha hayırlı, süreklilik bakımından daha kalıcıdır.
"Aklınızı kullanmıyor musunuz?"
Ama bu ikisinden hangisinin daha üstün olduğunu bilmek, her ikisinin de özünü kavrayan bir akıl gerektirir. Bu yüzden bu ifadeden sonra yer alan değerlendirme, aklın seçme işinde kullanılması için uyarma amacına yönelik oluyor.
Bu gezintinin sonunda, kim neyi diliyorsa onu seçsin diye dünya ve ahiret sayfaları gözlerinin önüne seriliyor:
"Şu halde kendisine güzel bir söz verdiğimiz ve ardından o söze kavuşan kimse; dünya hayatında kendisine bir geçimlik verdiğimiz, sonra kıyamet günü azap içinde getirïlen kimse gibi midir?
Şu, yüce Allah'ın güzel bir vaadde bulunduğu kimsenin sayfası. Bu kimse ahirette yüce Allah'ın kendisine yönelik vaadin gerçek olduğunu görüyor ve kesinlikle kendisine va'dedilen ödülü alıyor. Bu da, dünya hayatının sınırlı ve basit nimetlerine kavuşan kimsenin sayfası. Sonra bu adam ahirette hesaplaşmak üzere yüce Allah'ın huzuruna getirtiliyor. Ayette geçen "azap içinde getirilen" ifadesi zorla getirilenlerin isteksizliğini vurguluyor. Bunlar huzura getirilirken bu sınırlı ve basit nimetten dolayı hesaba çekilmenin ardından kendilerini bekleyen akıbetin korkusu ile buraya getirilmemiş olmayı istiyorlar.
Kureyşliler'in "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız." şeklindeki mazeretlerine cevap vermek amacı ile çıkılan gezintinin son durağı oluyor bu. Aslında bu sözleri doğru da olsa, bu durum kıyamet günü insanın hesaba çekilmek üzere huzura getirilmesinden daha iyidir. Bu durumda, Allah'ın yol göstericiliğine uyan, dolayisiyle dünya da güvenli bir ortamda yaşayan, egemenlik sağlayan, ahirette de çeşitli nimetlere ve güvene kavuşan kimsenin durumu bir midir? Dikkat edin, şu halde evrendeki güçlerin gerçek mahiyetini kavramayan gafillerden başkası Allah'ın yol göstericiliğinin somut ifadesi olan Kitabını terk etmez. Korkulu ortamın neresi, güvenli ortamın neresi olduğunu bilmeyen budalalardan başkası Allah'ın yol gösterici mesajına sırt çevirmez. Kendileri için faydalı olan şeyi seçemeyen, yok olup gitmekten sakınmayan, bu yüzden hepten kaybedenlerden başkası, Allah'ın Kitabını bir yana bırakarak sapık ideolojilerin, insan aklının ürünü olan eksik ve çarpık sistemlerin peşinden gitmez.
MÜŞRİKLERİN KIYAMETTE AŞAĞILANMASI
Ayetlerin akışı onları öteki sahile ulaştırınca, bu sefer onlarla birlikte bir kıyamet sahnesinde gezintiye çıkıyor. Burada onların içinde yaşadıkları şirkin ve sapıklığın kaçınılmaz sonu tasvir ediliyor:
62- Allah, o gün onlara seslenir: "Benim ortağım olduğunu iddia ettikleriniz nerededirler?
63- O gün azab üzerlerine hak olanlar: "Rabb'imiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik, zaten, aslında bize tapmıyorlardı" derler.
64- "Koştuğunuz ortaklarınızı çağırın " denir; onlar da çağırırlar. Ancak kendilerine cevap veremezler; cehennem azabını görünce doğru yolda olmadıklarına yanarlar.
65- Allah onlara seslenerek; "Peygamberlere ne cevap verdiniz" der.
66- O gün haberlere karşı körleşirler, verilecek cevapları kalmaz; birbirlerine de soramazlar.
67- Fakat tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyen kimsenin, kurtuluşa erenlerden olması umulur.
Bu ilk soru, azarlama ve kınama amacı ile yöneltilmiş bir sorudur. "Benim ortağım olduğunu iddia ettikleriniz nerededirler?"
Aslında yüce Allah o gün sözü edilen ortakların varolmadığını, dünya hayatında onlara uyanların bu gün onlar hakkında bir şey bilmediklerini ve onlara ulaşma imkanına sahip olmadıklarını biliyor. Fakat bu soruyu yönelterek onları şahitlerin huzurunda rezil-rüsva ediyor.
Bu yüzden soru sorulanlar cevap vermiyorlar. Çünkü bu soru sorulurken cevap verilmesi hedeflenmiyor. Onlar da cevap yerine, peşlerinden gelenleri saptırma ve Kureyş kabilesinin önde gelenlerinin kendilerine uyan insanlara yaptıkları gibi kendilerini izleyenleri, Allah yoluna girmekten alıkoyma suçundan sıyrılmaya çalışarak şöyle diyorlar:
"Rabb'imiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzaklaşıp sana geldik, zaten, aslında bize tapmıyorlardı."
Rabb'imiz biz onları zorla saptırmadık. Çünkü onların kalplerini etki altına alacak, onların duygu ve düşüncelerine egemen olacak bir güce sahip değiliz. Onlar kendi istekleriyle ve severek yoldan çıktılar. Nitekim biz de hiçbir zorlama olmaksızın kendi isteğimizle sapıklığa daldık. "Onlardan uzaklaşıp sana geldik" Onları saptırma, yoldan çıkarma suçundan uzaklaştık. "Zaten, aslında bize tapmıyorlardı" derler. Heykellere, putlara, senin yarattığın herhangi bir varlığa kulluk ediyorlardı. Biz kendimizi onlar için ilahlık pozisyonunda görmedik. Onlar da bize kullukla yönelmediler.
Bu noktada yeniden, söz arasında atlamak istedikleri o utanç verici suçlarına döndürülüyorlar. Allah'ı bir yana bırakarak birtakım ilahlar edinmek suretiyle işledikleri kabahata çevriliyorlar:
"Koştuğunuz ortaklarınızı çağırın" denir.
Onları çağırın ve onları izlemekten kaçmayın (!) Onları çağırın ki, size cevap versinler, sizi kurtarsınlar. Çağırın onları, işte bugün, onların işe yarayacakları gündür. (!) Zavallılar, onları çağırmanın hiçbir şeye yaramayacağını biliyorlar ama zorla emre itaat ediyorlar!
"Onlar da çağırırlar ancak, kendilerine cevap veremezler."
Bunun dışında bir şey beklenmiyordu zaten. Amaç onları aşağılamak ve ezmektir.
"Cehennem azabını görünce"
Azabı bu karşılıklı konuşma sırasında görürler. Bu sözlerin ardında cehennem azabının yattığını fark ederler. Çünkü böyle bir konumun ötesi ancak azap olabilir.
Burada, sahnenin zirveye ulaştığı bu anda daha önce reddettikleri hidayet, doğru yol mesajı sunuluyor. Hiç kuşkusuz bu, böylesine dayanılmaz bir ortamda ideal bir beklentidir. Ama bu fırsat şayet dünyada ona koşsalardı ellerindeydi.
"Doğru yolda olmadıklarına yanarlar."
Bu kısa ayrılıktan sonra, tekrar o dayanılmaz sahneye döndürülüyorlar! "Allah onlara seslenerek, 'peygamberlere ne cevap verdiniz' der." Aslında yüce Allah onların peygamberlere ne cevap verdiklerini biliyor. Fakat bu soru da, kınama ve rezil etme amacı ile yöneltiliyor. Onlar da bu soruyu duymazlıktan gelerek, susarak karşılıyorlar. Bu duymazlıktan gelme, içinde bulundukları sıkıntının ifadesidir. Suskunluk da, söylenecek bir şey bulamamaktan kaynaklanıyor.
"O gün haberlere karşı körleşirler, verilecek cevapları kalmaz; birbirlerine de soramazlar."
Bu ifade, sahnenin ve hareketin üzerine körlük gölgesini yansıtıyor. Sanki haberler kördür. Bu yüzden kendilerine ulaşamıyor. Onlar da hiçbir konuda herhangi bir şey bilemiyorlar. Ne bir soru sorabiliyorlar ne de cevap verebiliyorlar. Kendi suskunlukları içinde sesiz, sedasız bekliyorlar.
"Fakat tövbe eden, inanıp yararlı iş işleyen kimsenin, kurtuluşa erenlerden olması umulur."
Bu da karşı sayfa. Bu sayfa, müşriklerin içinde bulunduğu, dayanılmaz sıkıntının zirveye ulaştığı bir sırada, günahlarından tevbe eden, inanan ardından iyi işler yapanlardan ve onları bekleyen kurtuluş umudundan söz ediyor. Ve bu sayfalar, şu anda seçme için yeterli vakit varken kim hangisini isterse onu seçsin
diye sunuluyor.
ALLAH'IN MUTLAK İRADESİ
Ardından surenin akışı onların ve her şeyin durumunu yüce Allah'ın iradesine ve serbest seçimine bırakıyor. Çünkü her şeyi yaratan O'dur. Her şeyi her yönüyle bilen O'dur. Başta da sonda da her şeyin dönüşü O'nadır. En başta ve en sonda hamd O'na özgüdür. Dünyada egemenlik O'nundur. Dönüş O'nadır, O'nun huzurunda toplanılacaktır. Yaratıklar ne kendileri için ne de başkaları için herhangi bir şey seçme gücüne sahip değildirler.
Dilediğini yaratan, dilediğini seçen yüce Allah'dır.
68- Rabb'in dilediğini yaratır, seçer. Seçim onlara ait değildir. ,9llah onların ortak koştuğu şeylerden uzaktır, yücedir.
69- Rabb'in, gönüllerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir.
70- Allah odur ki; O'ndan başka ilah yoktur. Hamd dünya ve ahirette O'nun içindir. Hükümde O'nundur. Yalnız O'na döndürüleceksiniz.
Bu değerlendirme Kureyşliler'in "Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız." şeklindeki sözlerinden ve hesaplaşma gününde müşrik ve sapık olarak içinde bulunacakları konumun gözler önüne sunulmasından sonra yer alıyor. Bu değerlendirme, onların kendileri adına herhangi bir şey seçme gücüne sahip olmadıklarını, dolayisiyle güvenli ortamla, korkulu ortam arasında tercih yapamayacaklarını vurgulamak ve yüce Allah'ın birliğini ve en sonunda her şeyin O'na döneceğini belirtmek için yer alıyor.
"Rabb'in dilediğini yaratır, seçer. Seçim onlara ait değildir."
Hiç kuşkusuz bu, insanların çoğu zaman unuttuğu, en azından bir çok yönünü unuttuğu önemli bir gerçektir. Yüce Allah dilediğini yaratır, bu konuda hiç kimse ona bir öneride bulunamaz. O'nun yaratmasına bir ekleme ya da azaltmada bulunamaz. O'nun yaratmasını değiştiremez, bozamaz. Yarattıklarından dilediği için istediği görevi, işi, yükümlülüğü ve yeri belirleyen O'dur. Hiç kimse O'na herhangi bir kişiyi, bir olayı, bir sözü veya bir eylemi seçmesini öneremez. "Seçim onlara ait değildir." Ne kendileri ile ne de başkaları ile ilgili bir mesele de seçim hakkı onlara aittir. Büyük-küçük her şeyin dönüşü Allah'adır.
Eğer bu gerçek kalplere ve vicdanlara yerleşirse, insanlar uğradıkları bir zarardan, bir kötülükten dolayı öfkelenmezler. Elde ettikleri bir nimetten, bir kazançtan dolayı da sevinip kendilerinden geçmezler. Elde edemediklèri, kaçırdıkları bir şey için üzülmezler. Çünkü bu şeyleri seçen böyle olmasını belirleyen kendileri değildir. Bütünüyle bu seçimi yapan yüce Allah'dır.
Bu demek değildir ki insanlar; akıllarını, iradelerini ve enerjilerini devre dışı bıraksınlar, ipta1 etsinler. Bunun anlamı, insanların ellerinden gelen çabayı, düşünme, planlama ve seçme yeteneklerini kullandıktan sonra meydana gelen sonucu hoşnutlukla, teslimiyetle benimseyerek karşılamalarıdır. Çünkü onlara düşen ellerinden gelen çabayı sarf etmektir, sahip oldukları yetenekleri kullanmaktır. Bundan sonrası ile ilgili tayin edici yetki yüce Allah'a aittir.
Müşrikler bu konuda bir takım düzmece ilahları Allah'a ortak koşuyorlardı. Oysa dilediğini, istediği gibi yaratan tek Allah'dır. Yaratmada ve seçmede ortağı yoktur.
"Allah onların ortak koştuğu şeylerden uzaktır, yücedir. "Rabb'in gönüllerinin gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir." Onlarla ilgili bu bilgisi uyarınca onlara hakkettikleri karşılığı verir. Doğru yol veya sapıklıktan hangisine layık iseler onu seçer. "Hamd dünya ve ahirette O'nun içindir."
O'nun seçtiği şeylerden dolayı, verdiği nimetlerden dolayı, hikmeti ve planlamasından dolayı adaleti ve rahmetinden dolayı hamd O'nundur. Hamd ve övgü sadece O'na özgüdür.
"Hüküm de O'nundur."
Kulları üzerindeki hükümranlık O'nun tekelindedir. Onlarla ilgili meselelerde kendi hükmü ile hükmeder. Hiç kimse bu hükmünü geri çeviremez, değiştiremez.
"Yalnız O'na döndürüleceksiniz."
O zaman da aranızda son hükmünü verir.
Bu şekilde surenin akışı, Allah'ın gücünü düşünmelerini sağlayarak, bu varlık alemine egemen olan iradesinin tekliğini vurgulayarak, hiçbir şeyleri saklı kalmayacak şekilde gizli-açık her şeylerinde top yekûn O'na döneceklerini bildirerek çepeçevre kuşatıyor onları. Peki onlar, kesinlikle kaçıp kurtulamayacakları bir şekilde O'nun avucunun içindeyken buna rağmen nasıl Allah'a ortak koşuyorlar?
DIŞ ALEMDEN UYARICI MESAJLAR
Sonra surenin akışı onları yüce Allah'ın kendilerine ilişkin planından, hayatlarına ve geçimlerine ilişkin seçiminden habersiz olarak içinde yaşadıkları evrenin sahneleri arasında bir gezintiye çıkarıyor. İki büyük evrensel olayla, gece ve gündüz olayları ile, bunların ötesinde ilahi seçimin sırları ile, dilediğini seçme iradesine sahip yaratıcının birliğine tanıklık eden mesajlarla duygularını uyarıyor:
71- Ey Muhammed! De ki; "söyleyin bakalım; Allah, üzerinize geceyi Kıyamet gününe kadar sürekli kılsa ,Allah'dan başka size yık getirecek ilah kimdir. İşitmiyormusunuz?"
72- De ki; "Allah gündüzü kıyamete kadar üzerinizden kaldırmasa, Allah'dan başka hangi tanrı, dinleneceğiniz geceyi getirebilir? Görmez misiniz?"
73- Allah dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü yaratmıştır. Bunlar O'nun rahmetidir. Belki artık şükredersiniz.
İnsanlar, bu iki olayın sürekli yenilenmesine uzun süre alıştıklarından dolayı, olayın pörsümez tazeliğini unutuyorlar. Güneşin doğuşu ve batışı karşısında çok az zaman ürperiyorlar. Gündüzün doğuşunun, ardından gecenin gelmesinin onları sarstığı çok nadirdir. Gece ve gündüzün bir düzen içinde dönüşümlü olarak birbirini izlemesinin kendilerine yönelik rahmet olduğunu, monotonluktan, bıkkınlıktan, durgunluktan yıpranmışlıktan, ölgünlük ve yok olmaktan kurtuluş olduğunu düşünmüyorlar.
Kur'an onları alışkanlıkların ve geleneklerin neden olduğu durgunluktan, ölgünlükten uyandırıyor. Çevrelerindeki evrene ve evrenin olağanüstü sahnelerine dikkatleri çekiyor. Bunu da, ebediyen gece veya ebediyen gündüz olması durumunda ne olacağını düşünmelerini sağlayarak, her iki durumda da karşı karşıya kalacakları zorluklardan korkutarak gerçekleştiriyor. Çünkü insan, kaybetmediği ya da kaybetmekten korkmadığı sürece bir şeyin değerini bilmez.
"De ki; Söyleyin bakalım; Allah, üzerinize geceyi kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'dan başka size ışık getirecek ilah kimdir. İşitmiyor musunuz?"
İnsanlar kış günlerinde gece biraz uzayınca sabahı özlerler. Bir süre bulutların arkasında gizlenince güneş ışığına özlem duyarlar. Ya bu ışığı büsbütün kaybederlerse ne olacak? Şayet kıyamete kadar hep gece olsa ne olacak durumları? Bir an için hayatlarını sürdüreceklerini varsaydığımızda, bu tür endişeler söz konusudur. Oysa eğer hep gece olsa ve hiç gündüz olmazsa hayat yok olma ve sönme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.(Gecenin hiç bitmeden sürmesinden söz edildiği zaman "işitmiyor musunuz" şeklinde bir soru yöneltiliyor. Gündüzün hiç bitmeden sürmesinden söz edildiğinde ise "Görmez misiniz'!" şeklinde bir soru yöneltiliyor. Bunun nedeni, dinlenmenin geceye özgü "Görmenin ise gündüze özgü bir olgu olu5udur. Bu da ifadedeki edebi ahenk örneklerinden biridir)
"De ki Allah gündüzü kıyamete kadar üzerinizden kaldırmasa Allah'dan başka hangi tanrı dinleneceğiniz geceyi getirebilir Görmez misiniz
Gündüz saatlerinde sıcaklığın etkisi uzadıkça insanlar gölgelere çekilip dinlenmek isterler. Yaz mevsiminde gündüz birkaç saat uzadığı için, geceye özlem duyarlar. Gündüz saatlerindeki hareketlilik esnasında harcanan enerjiyi yeniden toplamak için hayatın bütünlüğü açısından bir süre geceleyin dinlenmeye ihtiyaç vardır. Bir an için hayatta kalacaklarını varsayarsak, şayet kıyamete kadar hep gündüz olsa, ne yapacak insanlar? Oysa eğer hep gündüz olsa, insanlık hayatı yok olma ve durma tehlikesi ile karşı karşıya kalır.
Dikkat edin, her şeyi bir plana göre hareket eder. Evrende yer alan büyük-küçük her şeyin bir programı vardır. Her şey Allah katında bir ölçüye göre belirlenmiştir:
"Allah dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü yaratmıştır. Belki artık şükredersiniz."
Çünkü gece dinlenme ve huzur demektir. Gündüz ise, hareket demektir yorulma ve Allah'ın lütfuna yönelme demektir. İnsanlara ne verilmişse, Allah'ın lütfundandır. "Belki şükredersiniz." Yüce Allah'ın size bahşettiği nimetlere, size yönelik rahmete, gece ve gündüzün dönüşümlü olarak meydana gelmesi şeklindeki planı ve seçimine ve hayata egemen olan tüm yasalara karşılık şükredesiniz diye. Bütün bu yasaları, siz belirlememişsiniz. Onları bir rahmet, bir bilgi ve uzun süreli alışkanlıktan ve tekrardan dolayı farkında olmadığınız bir hikmet uyarınca seçip belirleyen yüce Allah'dır.
Bu gezintiler, kısa ve çabucak biten bir kıyamet sahnesi ile son buluyor. Burada, Allah'ın ortaklarının olduğuna ilişkin müşriklerin asılsız iddialarını reddetme, çürütme amacı ile bir soru yöneltiliyor. Sorgulama ve hesaplaşma anında eriyip silinen, asılsız ve boş iddiaları ile karşı karşıya bırakılıyorlar:
74- O gün onlara seslenerek; "Benim ortağım olduğunu iddia ettikleriniz nerede?" der.
75- Her ümmetten bir şahit çıkarırız. "Delillerinizi getirin " deriz. O zaman, gerçeğin Allah'a ait olduğunu bilirler ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar.
Çağrı gününün ve o günde, Allah'ın ortakları oldukları iddia edilen düzmece tanrılara ilişkin sorgulamanın tasviri bundan önceki gezintilerden birinde yer almıştı. Bu tasvir, burada sunulan yeni bir sahneden dolayı o ortamı ve atmosferi vurgulama ve pekiştirme amacı ile tekrarlanıyor. Her ümmetten bir şahidin belirlenip çıkarıldığı sahnedir bu. Bu şahit o ümmete gönderilen peygamberdir. Görevi esnasında gördüğü karşılıkla, getirdiği mesaja yönelttikleri tepkiyle ilgili olarak şahitlikte bulunur. İfadede geçen çekip çıkarma, sert bir harekettir. Amaç; şahidi belirgin bir şekilde göstermek, onu aralarından çıkarmak, bütün kavminin onu görmesini, onun da bütün kavmini görmesini sağlamaktır. İşte bu şahidin karşısında o ümmetlerden inanç sistemlerinin ve davranış biçimlerinin doğruluğunu belgeleyen kanıtlar getirmeleri istenir. Ama hiçbir kanıt yok ellerinde. O gün büyüklük taslamaları da söz konusu değildir.
"O zaman gerçeğin Allah'a ait olduğunu bilirler."
Her türlü şüpheden ve karşılıktan uzak, sat gerçeğin Allah'a ait olduğunu bilir1er.
"Ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar.
İçinde bulundukları şirkin, Allah'ın ortakları olduklarını ileri sürdükleri düzmece tanrıların ortadan yok olduğunu görürler. Bu düzmece tanrılar onları, onlar da düzmece tanrıları yanlarında bulamazlar. Hem de tartışma ve kanıt gösterme anında kendilerine ihtiyaç duydukları bir sırada.
Bununla Hz. Musa ve Firavun kıssası üzerine yapılan değerlendirmeler sona eriyor. Bu değerlendirmelerde ruhlar ve kalpler engin ufuklarda, çeşitli alemlerde, değişik olaylar ve sahneler arasında dolaştırılıyor, dünya ile ahiret arasında ötürülüp getiriliyorlar. Evrenin etrafında, iç alemin derinliklerinde, geçmiş toplumların ibret verici şekilde yok edilişlerinde, evren ve hayatı yönlendiren yasalar içinde gezdiriliyorlar. Ama hepsi de surenin ana ekseni ile surede yer alan belli başlı iki kıssa ile yani Musa -Firavun kıssası ve Karun kıssası ile uyum oluşturuyorlar. Bu iki kıssadan ilkini daha önce okuduk. Bu değerlendirme ve gezintilerin ardından şimdi de ikinci kıssayı sunuyoruz.
Surenin baş tarafında Hz. Musa ve Firavun kıssası geçmişti. Orada egemenlik ve iktidarın sağladığı güç gözler önüne serilmiş, ama bu gücün azgınlık ve zulüm aracı olarak Allah'a karşı gelmekte, O'nun hidayetinden uzaklaşmak için kullanıldığında nasıl yok olup gittiği, yerle bir edildiği anlatılmıştı. Şimdi de Karun kıssası yer alıyor. Amaç mal ve bilginin sağladığı gücü gözler önüne sermek, bu gücün, azgınlık ve şımarıklık aracı olarak, yaratıklara karşı büyüklenme ve aratıcının nimetini inkâr etme için kullanılması durumunda nasıl yerle bir olacağını, yok olup gideceğini anlatmaktır. Bu arada gerçek değerler anlatılarak, iman ve salih amel değerleri karşısında mal ve süs değerlerinin basitliği, önemsizliği vurgulanıyor. Bununla beraber yeryüzünde büyüklük taslamadan, bozgunculuk yapmadan hayatın güzelliklerinden dengeli ve ölçülü bir şekilde yararlanılabileceği de ifade ediliyor.
Kur'an-ı Kerim kıssanın zamanını ve yerini belirtmiyor. Sadece Karun'un Musa'nın kavmine mensup bir kişi olduğunu ve onlara karşı azgınlaştığını belirtmekle yetiniyor. Acaba bu kıssa henüz İsrailoğulları'nın ve Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkmadıkları dönemde mi geçiyor? Yoksa Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışından sonraki hayatında mı meydana geldi? Yoksa Musa'dan sonra İsrailoğulları arasında mı yaşandı? Karun'un Hz. Musa hayattayken meydana geldiğini ifade eden rivayetler var... Bazıları da buna ek olarak Karun'un Hz. Musa'ya eziyet ettiğini, bir kadına ara vererek Hz. Musa'yla cinsel ilişkide bulunduğunu söyleterek ona komplo kurduğunu, buna karşılık yüce Allah'ın Hz. Musa'nın suçsuzluğunu ortaya çıkarıp, Karun aleyhinde ona izin verdiğini, Karun'u yerin dibine geçirdiğini 'söylüyorlar.
Bizim ne bu rivayetlere ne de yer ve mekân sınırlandırmasına ihtiyacımız var. Çünkü kıssa Kur'an'da yer aldığı şekliyle, surenin akışı içinde belirlenen . hedefi gerçekleştirmek, yerleştirilmesi istenen değer ve kuralları vurgulamak için yeterlidir. Şayet yer, zaman ve ortam sınırlandırılması, anlama bir katkıda bulunacak olsaydı, bu husus göz ardı edilmezdi. Şu halde hiçbir yarar sağlamayan bu rivayetlere başvurmadan Kur'an'da yeraldığı şekliyle kıssayı sunalım.
MAL-MÜLKLE İMTİHAN
76- Karun, Musa'nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki; "Şımarma, Allah şımaranları sevmez. "
77- "Allah'ın sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez. "
78- Karun: "Bu servet, ancak bende mevcut bir bilgi sayesinde bana verildi" dedi. O bilmiyor mu ki, kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaati bulunan nice kimseleri Allah helâk etmişti. Suçlulardan günahları sorulmaz. Çünkü Allah onları bilir.
Böylece kıssa başlıyor ve kahramanın ismini belirtiyor: "Karun". Mensup olduğu kavmi açıklıyor. "Musa'nın kavmi" kahramanın kavmine karşı takındığı tavrı, azgınlık olarak nitelendiriyor. "Onlara karşı azgınlık etti." Ve bu azgınlığın sebebinin zenginlik olduğuna işaret ediyor. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı."
Sonra bu esnada geçen olayları ve konuşmaları, bunlarla birlikte ruhlarda oluşan tepkileri sunmaya başlıyor.
Karun, Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kavmine mensup bir kişiydi. Yüce Allah ona çok mal vermişti. Kur'an-ı Kerim bu çokluğu "hazineler" olarak nitelendiriyor. Hazine ise, kullanım ve tedavül fazlası malın saklandığı, yatırıldığı gizli depodur. Bu hazinelerin anahtarlarının bir grup güçlü, kuvvetli erkek tarafından zor taşınabildiğini belirtiyor. Bu yüzden Karun, kavmine karşı azgınlaşıyor, haksızlık ediyor. Ancak onlara hangi konuda haksızlık ettiği belirtilmiyor. İfade, türlü azgınlığı ve haksızlığı kapsayacak şekilde belirsiz olarak bırakılmak isteniyor. Belki de onlara zulmederek, çoğu zaman mal sahibi tağutların yaptığı gibi topraklarına ve araç gereçlerine el koyarak azgınlaşmıştı. Belkide onları bu maldaki haklarından yoksun bırakma suretiyle haksızlık etmişti. Bilindiği gibi zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır. Ancak bu şekilde çevrelerinde bu mala ihtiyaç duyan birçok yoksul varken, sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olması engellenir. Aksi takdirde kalpler kin ve kıskançlık duygularıyla bozulur, insanlık hayatı dejenere olur. Kısacası Karun bu ve benzeri nedenlerden dolayı kavmine karşı azgınlaşmış, haksızlık etmiş olabilir.
Her ne şekilde olursa olsun, o zaman kavmi arasında onu bu azgınlıktan vazgeçirmeye ve yüce Allah'ın servet konusunda uyulmasını istediği dengeli ve tutarlı sisteme döndürmeye çalışan kimseler bulunuyordu. Yüce Allah'ın servet için belirlediği bu sistem, zengini servetinden yoksun bırakmaz, onları yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği maldan dengeli bir şekilde yararlanmaktan alıkoymaz. Sadece onların, kontrollü ve dengeli harcamada bulunmalarını öngörür. Bundan önce de, kendilerine bu nimetleri veren yüce Allah'ın gözetimini ve ahiret günü ile bu günde gerçekleşecek olan hesaplaşmayı düşünmelerini ister:
"Kavmi ona demişti ki; şımarma, Allah şımaranları sevmez." "Allah'ın sana verdiği hu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez."
Bu sözler, dengeli ve tutarlı ilahi sistemi diğer hayat sistemlerinden ayıran bir demet değerler ve özellikler içermektedir.
"Şımarma" mala güvenmekten, servet biriktirmekten, mal-mülk sevgisi ile dopdolu olmaktan kaynaklanan kibire kapılıp şımarma. Malı kendisine bahşedeni unutan, dolayısıyla onun nimetini unutan, bu nimete karşı gerekli olan hamd ve şükür görevini yerine getirmeyen azgınlar gibi, şımarıp kendinden geçme. Malın cazibesine kapılan, kalbini mal sevgisi ile dolduran, aklını hep onun için çalıştıran, elde ettiği bu servetle de küstahlaşıp Allah'ın kullarına karşı büyüklük taslayan kimseler gibi şımarma.
"Allah şımaranları sevmez."
Böyle yapmakla kavmi, onu malın cazibesine kapılıp kendinden geçercesine sevinen, mal varlığı ile övünen ve malın kendisine verdiği güçle insanlara karşı büyüklük taslayan, küstahları sevmeyen yüce Allah'a döndürmeye çalışıyorlar.
"Allah'ın sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma." Bu ifadede tutarlı ilahi hayat sisteminin dengeliliği dile getiriliyor. Bu sistem, mal varlığı bulunanın kalbini ahirete bağlar. Bununla beraber onu bu dünya hayatının nimetlerinden yararlanmaktan alıkoymaz. Tam tersine, onu bu nimetlerden yararlanmaya teşvik eder, bu konuda ona bazı yükümlülükler getirir. Hayatı ihmal eden, hayatla bağlarını zayıflatan mistikler gibi dünya nimetlerinden el-etek çekmesine engel olur.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, hayatın güzelliklerini insanlar yararlansınlar, yeryüzünde çalışsınlar, bu güzellikleri geliştirip daha iyisini elde etsinler diye yaratmıştır. Amaç, hayatın gelişmesi, sürekli yenilenmesidir. İnsanın yeryüzü halifelik misyonunun hedefine varmasıdır. Ancak bu yararlanmada asıl amaçları ahiret olmalıdır. Ahiret yolundan ayrılmamalıdırlar. Bu şekilde dünya nimetlerinden yararlanma, yükümlülüklerini yerine getirmelerine engel olmamalıdır. Böyle bir amaç dünya nimetlerinden ve güzelliklerinden yararlanma nimeti bahşeden yüce Allah'a şükretmenin, O'nun bağışını hoşnutlukla kabul etmenin, onlardan olumlu yönden yararlanmanın bir çeşididir. Yüce Allah'ın iyilikle ödüllendirdiği bir itaat şeklidir bu.
İşte ilahi sistem, insan hayatında bu şekilde bir denge ve bir ahenk gerçekleştirir. Dengeli ve tabii hayatının içinde sürekli bir ruhsal yüceliğe eriştirir. Ama hiçbir şeyden yoksun bırakmadan, hayatın basit fıtri dayanaklarını yıkmadan.
"Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et."
Çünkü bu mal, yüce Allah'ın bağışı ve iyiliğidir. Buna iyilikle karşılık vermek gerekir. İyi karşılama, iyi yerlerde harcama, yaratıklara iyilikte bulunma, nimetin bilincinde olma ve O'na şükürle karşılık verme gibi.
"Yeryüzünde bozgunculuk isteme."
Azgınlaşarak, insanlara zulmederek bozgunculuk yapma. Allah'ın gözetimini ve ahiret korkusunu hesaba katmaksızın nimetlerden dilediğin gibi ve sınırsızca yararlanmak suretiyle bozgunculuk yapma. İnsanların içinin kinle, nefretle, kıskançlıkla ve çekememezlik duyguları ile dolmasına neden olacak şekilde bozgunculuk yapma. Malını, amacının dışında harcayarak veya çeşitli yollarla amacı uğruna harcanmasına engel olarak bozgunculuk yapma.
"Çünkü Allah bozguncuları sevmez."
"Tıpkı maldan dolayı küstahlaşıp şımaranları sevmediği gibi.
Kavmi Karun'a böyle demişti. O da tek bir cümleyle cevap vermişti. Bu cümle bozgunculuğun ve bozulmuşluğun birçok anlamını içermektedir.
"Karun; `Bu servet, ancak bende mevcut bir bilgi sayesinde bana verildi' dedi."
Bu malı, sahip olduğum bilgiyle hak ederek topladım. Malı toplayıp biriktirmemi bu bilgi sağladı. O halde size ne oluyor ki, bu malı belli bir yönde harcamamı empoze etmeye çalışıyorsunuz? Neden özel mülkiyetime müdahale ediyorsunuz? Ben bu malı özel çabamla elde ettim. Kendi özel bilgimle bu serveti hakettim.
Bunlar nimetin kaynağını ve veriliş hikmetini unutan, gözü hiçbir şeyi görmeyen, malın çekiciliği ile aldanan ve zenginliğin kör ettiği kibirli birinin sözleridir.
İnsanlar arasında bu örneğe her zaman rastlanır. Çünkü zenginliğinin tek nedeninin bilgi ve becerisi olduğunu sanan çok insan vardır. Bu yüzden bu tür insanlar, mallarını harcamaları veya harcamamaları konusunda kimseye karşı sorumlu olmadıklarını sanırlar. Malı ile neden olduğu bozgunculuk ve iyilikten dolayı hesap vermeyeceklerini düşünürler, mala karşı tutumları ile yüce Allah'ın öfkesini ve hoşnutluğunu çekeceklerini düşünmezler.
İslâm, ferdi mülkiyeti tanır ve kendisinin belirlediği helâl yollarla mülk edinmek için harcanan kişisel çabalara değer verir. Hiçbir zaman kişisel çabayı küçümsemez ya da geçersiz saymaz. Şu kadarı var ki, İslâm aynı zamanda ferdi mülkiyet edinmek ve geliştirmek için belli bir sistemi zorunlu kıldığı gibi, bu mülkiyetin kullanımı ve tasarrufu açısından da belli bir sistemi zorunlu görür. Bu sistem dengeli ve tutarlıdır. Ferdi, emeğinin ürününden yoksun bırakmaz.
Fakat savurganlığa varacak kadar serbestçe harcamasına cimriliğe varacak kadar da eli sıkı davranmasına izin vermez. Bunu sağlamak içinde mal üzerinde topluma bazı haklar verir. Topluma mal kazanmanın, geliştirmenin, harcamanın ve bu maldan kişisel olarak yararlanmanın yollarını denetleme yetkisini tanır. Bu sistem özeldir. Açık çizgileri, ayırıcı özellikleri vardır.
Ancak Karun kavminin çağrısını dinlemiyor. Rabb'inin kendisine yönelik nimetini düşünmüyor. Onun dengeli sistemine uymuyor. İğrenç bir büyüklenme kompleksi ile küstahça bir nankörlükle bütün bunlardan yüz çeviriyor.
Bu yüzden daha ayet bitmeden, günahkârlığının ve gururluluğunun ifadesi olan bu sözlere karşılık olarak şu tehdit yer alıyor:
"O bilmiyor mu ki, kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaati bulunan nice kimseleri Allah helâk etmişti. Suçlulardan günahları sorulmaz. Çünkü Allah onları bilir."
Eğer kendisi güç ve mal sahibi ise, yüce Allah kendisinden önce daha güçlü ve daha zengin kuşakları yok etmiştir. O, bunları bilmelidir. Çünkü işe yarayan, kurtarıcı bilgi budur. Şu halde bunları bilsin. Ve bilsin ki, O ve benzeri suçlular Allah katında çok önemsizdirler. Hatta günahları bile sorulmaz. Çünkü hükme ve şahit gösterilmeye bile değmezler.
"Çünkü Allah onları bilir."
SERVET KARŞISINDA İNSANLARIN TUTUMU
Bu, Karun kıssasında yer alan sahnelerin ilkiydi. Bu sahnede azgınlık ve küstahlık, öğütlere dudak bükme, uyarılara tepeden bakma, bozgunculukta ısrarlı olma, mal ile övünme ve insanı şükretmekten alıkoyan nankörlük olguları ön plana çıkıyor.
Ardından, Karun'un onca şatafatıyla, göz kamaştırıcı süsleriyle kavminin karşısına çıktığı ikinci sahne geliyor. Kavminden bazılarının gönlü onun şatafatına kayıyor, süslerinin cazibesine kapılıyor. Arzuyla seyrediyorlar. Karun gibi kendilerinin de büyük bir servete sahip olmalarını istiyorlar. Yoksulların imrenerek baktıkları büyük ve onurlu bir konumda olduğunu, bu dünyadan iyi bir pay edindiğini sanıyorlar. Bu sırada kavminden bir diğer grubun kalplerinde iman duygusu uyanıyor ve malın çekiciliğine, Karun'un göz kamaştırıcı süslerine karşı bu imana dayanıp onur duyuyorlar. Büyük bir güven ve kararlılık içinde Karun'un şatafatına kapılan, göz kamaştırıcı süsleri karşısında kendilerinden geçen kardeşlerini uyarıyorlar.
79- Karun süsü, debdebesi içïnde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayamı isteyenler; "Keşke Karun'a verilenlerin bir benzeri de bize verilse, doğrusu o büyük varlık sahibidir" demişlerdi.
80- Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise; "Size yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur" dediler.
Böylece içlerinde bir grup, dünya hayatının çekiciliği karşısında, kendinden geçiyor, bu güzelliklerin büyüsüne kapılıyor, çarpılıyorlar. Mest oluyorlar. Bir diğer grup ise, iman değeri ile Allah katındaki kalıcı güzelliklerin ümidiyle, Allah'ın sevabına yönelik güvenle bütün bunlar karşısında yüceliyorlar, bunlara tepeden bakıyorlar. Böylece mal değeri ile iman değeri terazide buluşuyorlar!
"Dünya hayatını isteyenler; `Keşke Karun'a verilenin bir benzeri bize de verilse, doğrusu o büyük varlık sahibidir' demişlerdi."
Her zaman ve her yerde dünyanın çekiciliği, göz alıcı süsleri bazı kalpleri kendine çeker. Bu çekicilik, bu göz kamaştırıcı süsler, dünya hayatını isteyenlerin başını döndürür. Bunlar dünya hayatının çekiciliğinden, göz kamaştırıcı süslerinden daha üstün,daha onurlu değerlerin farkında değildirler. Bu süslere sahip olanların bunları ne pahasına satın aldıklarını sormazlar. Mal-mülk ve makam mevki gibi yeryüzü nimetlerini hangi yollarla elde ettiklerini bilmezler. Bu yüzden sineklerin tatlının başına üşüşmesi gibi bu çekici güzelliklere kapılır, başına üşüşürler. Bu malı elde etme karşılığında ödedikleri ağır bedele, geçtikleri iğrenç yollara, kullandıkları pis yöntemlere bakmadan zenginlerin sahip oldukları debdebeye bakıp salyalarını akıtırlar.
Allah'a bağlı olanlara gelince, onların hayatı değerlendirdikleri bir başka ölçüleri vardır. Mal, süs ve dünya nimetlerinden başka değerler yer etmiştir içlerinde. Onlar yeryüzünün bütün değerlerinin cazibesine kapılmayacak, göz alıcı süslerin önünde küçülmeyecek kadar yüce ruhlara, ulu kalplere sahiptirler. Onlar Allah'a bağlanarak yüceldikleri için, kulların sahip oldukları mevki ve makamlar karşısında küçülmekten korunmuşlardır. Onlar "Kendilerine ilim verilmiş" kimselerdir. Onlara hayatı gereği gibi değerlendirdikleri gerçek bilgi verilmiştir.
"Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, Size yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur' dediler."
Allah'ın vereceği sevap bu göz alıcı süslerden daha iyidir. Allah'ın katındaki nimetler Karun'un yanındaki mal ve mülkten daha hayırlıdır. Böyle bir bilince sahip olmak, ancak sabırlı kimselerin ulaşabildikleri üstün bir derecedir. Bu dereceye ulaşan kimseler insanların eşya ve olayları ölçüp değerlendirdikleri kriterler, ölçüler karşısında sabrederler. Hayatın çekiciliğine, baştan çıkarıcı özelliğine karşı sabrederler. Birçoklarının imrenerek baktıkları şeylerden yoksun olmaya sabrederler. Yüce Allah da onların bu şekilde sabırlı olduklarını bildiği için, onları bu üstün dereceye yükseltmiştir. Bu, yeryüzündeki her şeyin üstüne çıkma, onlara tepeden bakma derecesidir. Hoşnutlukla, güvenle ve içtenlikle yüce Allah'ın vereceği sevabı tercih etme, O'nun katındaki nimetleri isteme derecesidir.
Göz alıcı süslerin baştan çıkarıcılığı zirveye ulaşınca, nefisler bu güzellikler karşısında kendilerinden geçip cazibelerine kapılınca, kudret eli saptırıcı imtihana dur demek için olaya müdahale ediyor. Bu fitneye kapılıp aldanmamaları için zayıf iradeli kullarına merhamet ediyor. Gurur ve kibir sahiplerini yerle bir ediyor. Bu bakımdan kıssanın üçüncü sahnesi son derece kesin ve çözümleyici açıklamalar içeriyor:
81- Sonunda biz onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi.
İşte böyle, tek bir cümleyle ifade edilebilecek kısa bir sürede, yıldırım hızıyla gelişen ani bir hareketle "Onu da sarayını da yerin dibine geçirdik." O da sarayı da toprağa gömüldü. Üzerinde büyüklük kompleksine kapıldığı, mal varlığına güvenerek herkese tepeden baktığı yerin dibine girdi. Hiç kuşkusuz bu, onun sergilediği tavra uygun bir karşılıktır, yerinde bir cezadır. Böylesine böbürlenen, malın sağladığı güce güvenerek insanlara tepeden bakan Karun, güç-süz ve çaresiz biri olarak yok olup gitti. Hiç kimse ona yardım etmedi. Ne malı ne de mevkisi kendisini kurtaramadı.
Onunla birlikte bazı insanları etkisi altına alan bu zor imtihan da bitti. Bu öldürücü darbe fitnenin büyüsüne kapılan bu insanları Allah'a döndürdü. Kalplerinin üzerini örten gaflet ve sapıklık perdesi kalktı. Kıssanın son sahnesi de şu şekilde gelişiyor.
82- Dün onun yerinde olmayı isteyenler; "Demek Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Allah bize lutfetmemiş olsaydı, bizi de yerin dibine batırırdı. Demek ki, kâfirler kurtulmazlar" demeye başladı.
Onun acıklı akıbetini seyrederek, dünkü isteklerine karşılık vermediği, Karun'a verdiği mal-mülk gibisini kendilerine vermediği için Allah'a hamd ediyorlar. Bir gece ve gündüz içinde meydana gelen iç karartıcı akıbeti görüyorlardı. Ve artık zenginliğin yüce Allah'ın hoşnutluğunun ifadesi olmadığını anlamışlardı. Çünkü yüce Allah kullarından dilediğinin rızkını bollaştırır, hoşnutluk ve öfkenin dışındaki nedenlerden dolayı dilediğinin de rızkını daraltır. Şayet zenginlik onun hoşnutluğunun ifadesi olsaydı, Karun'u bu kadar sert ve katı bir şekilde cezalandırmazdı. Tanı tersine, zenginlik bir sınavdır ve arkasından acıklı bir belâ gelebilir. Öte yandan, kâfirlerin ilahi cezadan kurtulamayacaklarını da öğrendiler. Şu kadarı var ki, Karun küfür sözünü açıkça söylememişti. Ama mal ile gururlanması ve malın kaynağı olarak sahip olduğu bilgiyi göstermesi; kavminin onu kâfirlerden saymasına neden olmuştu. Bu yüzden onun yok edilişini, kâfirlerin yok edilişi olarak nitelendirmişlerdi.
İNANANLARA AHİRET ÖDÜLÜ
Bu sahnenin de perdeleri iniyor. Kudret elinin açıkça ve dolaysız olarak olaya müdahale etmesiyle mü'min gönüller üstün gelmiş, iman değeri terazinin kefesinde ağır basmıştı. Şimdi de en uygun bir zamanda sahneye ilişkin değerlendirme yer alıyor:
83- İşte ahiret yurdu. Onu yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veririz. Güzel sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.
Kendilerine ilim verilenlerin, eşyayı gerçek değeri ile değerlendiren, gerçek bilgiye sahip olanların sözünü ettiği ahireti... Çok üstün dereceli, engin ufuklu ahiret yurdunu... Evet bu ahiret yurdunu: "Yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veririz." İçlerinde kendilerini üstün görme gibi bir düşünce yer etmez. Kalplerinde kendilerini beğenme, şahıslar ve onunla bağlantılı şeylerle gurur duyma, büyüklük kompleksine kapılma gibi bir duygu uyanmaz. Şahıslarına ilişkin düşünceleri bir kenara bırakarak kalplerini Allah düşüncesi ile O'nun hayat sistemine ilişkin bilinç ile doldururlar. Onlar bu dünya hayatındaki varlıklara, eşyalara, yeryüzü değerlerine ve ölçülerine bir değer vermezler. Bir şey yaparken, bunları göz önünde bulundurmazlar.
Aynı şekilde yeryüzünde bozgunculuk yapmak da istemezler. İşte onlar, yüce Allah'ın kendilerine ahiret yurdunu, o yüce ve ulu yurdu bahşettiği kimselerdir. "Güzel sonuç, Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır."
Allah'dan korkan, onu gözeten, öfkesinden sakınan ve hoşnutluğunu isteyenlerindir güzel akıbet.
Ahiret yurdunda her amel, yüce Allah'ın belirlediği şekliyle karşılığını görür. Dünyada yapılan iyilik kat kat fazlasıyla ve daha iyisiyle ödüllendirilir. Kötülük ise, yaratıkların zayıflığına yönelik bir rahmet ve kolaylaştırma olarak kendisine denk bir ceza ile karşılığını alır.
84- Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha güzeli vardır. Kim kötülük getirirse, kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları kötülük kadar cezalandırılırlar.
PEYGAMBERE ZAFER VAADİ
Şu anda surede yer alan kıssalar bitmiş, doğrudan doğruya bu kıssalar üzerine yapılan değerlendirmeler sona ermiş bulunuyor. Şimdi de hitap, Peygamber efendimize ve o zamanlar Mekke'de kendisine uyan müslüman azınlığa yöneltiliyor. Şehrinden çıkarılmış, toplumdan uzaklaştırılmış, Medine'ye doğru yol alan ama henüz oraya ulaşmamış bulunan Peygamberimize yöneltiliyor hitap. O sırada Mekke'ye yani tehlikenin merkezine yakın Cuhfe denilen yerde bulunuyordu. Kalbi ve gözü sevdiği memleketinden kopamıyordu. Oradan ayrılmak zor geliyordu kendisine. Ancak davası, çocukluğunun geçtiği, hatıralarının beşiği, ailesinin yurdu olan bu şehirden daha önemliydi, daha üstündü. İşte Peygamber efendimiz böyle bir konumdayken, hitap kendisine yöneltiliyordu:
85- Ey Muhammed! Kur'an'ı sana indiren ve onu okumayı sana farz kılan Allah, ebette seni dönülecek yere döndürecek. De ki; "Rabb'im .kimin hidayet getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu bilir. "
Allah seni müşriklerin insiyatifine terk etmeyecektir. O'dur sana Kur'an'ı indiren ve Kur'an'ın içerdiği mesajı duyurma misyonunu omuzlarına yükleyen. O, seni çok sevdiğin memleketinden çıkarandır. Sana baskı yapan, davet hareketine karşı zorluk çıkaran, çevredeki mü'minleri dinlerinden döndürmeye çalışan müşriklerin eline bırakmayacaktır. O, sana bu Kur'an'ı takdir ettiği bir sırada, uygun gördüğü bir zamanda zafere ulaşasın diye indirmiştir. Bugün oradan çıkarılıyor, kovuluyorsun, ama yarın zafer kazanarak oraya geri döneceksin.
Yüce Allah'ın hikmeti, böylesine zor ve sıkıntılı bir atmosferde kuluna bu kesin vaadi indirmeyi öngörmüştü. Böylece Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendinden emin olarak, güven içinde yoluna devam etmesi, doğruluğunu bildiği ve bir an bile kuşku duymadığı yüce Allah'ın vaadine içten güvenerek hareket etmesi amaçlanmıştı.
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın bu vaadi, O'nun yolunu izleyen herkes için geçerlidir. Allah yolunda eziyet gören, baskılara uğrayan, buna karşılık sabreden ve Allah'ın vaadine güvenen kimselere yüce Allah mutlaka yardım etmiş ve en sonunda tağutlara karşı onlara zafer vermiştir. Bunlar ellerinden gelen tüm çabayı sarf ettikten, üstüne düşeni yapıp görevini yerine getirdikten sonra yüce Allah onlar adına savaşı üstlenmiştir.
"Kur'an'ı sana indiren ve onu okumayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecek."
Daha önce yüce Allah Musa'yı kaçarak, kovularak çıktığı yere geri döndürmüştü. Geri döndürmüş ve onun aracılığı ile kendi kavminden ezilenleri kurtarmıştı. Yine onun aracılığı ile Firavun ve kurmaylarının kökünü kurutmuştu. Akıbet doğru yolda olanların olmuştu. Şu halde yoluna devam et. Kavminle senin arandaki meseleye ilişkin çözümleyici hükmü, sana bu Kur'an'ı indiren Allah'a bırak.
"De ki; "Rabb'im kimin hidayet getirdiğini ve kimin sapıklık içinde bulunduğunu bilir."
Meseleyi Allah'a bırak. O, doğru yolda olanlarla, sapık olanların hakettikleri karşılığı verir.
Kur'an'ın sana indirilmiş olması bir nimettir, bir rahmettir. Bu emaneti yüklenmek üzere seçileceğin aklından geçmezdi. Bu, büyük bir makamdır ve bu makam sana bahşedilmeden önce böyle bir beklenti içinde değildin.
86- Sen Kitab'ın senin kalbine bırakılacağını ummazdın. O Rabb'inden bir rahmettir. O halde kâfirlere yardımcı olma.
Bu, Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberlik görevinin beklentisi içinde olmadığını, bunun yüce Allah'ın seçimine bağlı olduğunu ifade eden kesin bir açıklamadır. Yüce Allah dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Peygamberlik görevi de, yüce Allah seçmeden, ulaşmasına layık görmeden bir insanın kendi kendine düşünemeyeceği yüce bir ufuktur. Bu, yüce Allah'ın peygamberine ve doğru yola iletmesi için bu mesajla seçip gönderdiği insanlığa yönelik bir rahmettir. Bu rahmet, seçilmişlere verilir, isteyenlere değil. Nitekim etrafında gerek Araplar arasında, gerekse İsrailoğulları içinde kıyamete yakın son zamanda gelmesi beklenen peygamberliği isteyen çok kişi vardı. Ne var ki -peygamberlik görevini kime vereceğini çok iyi bilen- yüce Allah, bu görev için, onu istemeyen, böyle bir beklenti içinde olmayan ve bu iş için istekli ve arzulu olanların dışında bu büyük lütfu algılayacak yetenekte olduğunu bildiği birini seçti.
Bu yüzden yüce Allah -kendisine bu Kitab'ı bahşettiği için- kâfirlere destekçi olmamasını emrediyor. Kâfirlerin onu Allah'ın ayetlerine uymaktan alıkoymalarına karşı uyarıyor. Şirk ve müşriklere karşı saf tevhid inancını hiçbir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde açıklıyor.
"O halde kâfirlere yardımcı olma."
DAVETİN TEMEL İLKESİ
87- Ve Allah'ın, ayetleri sana indikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabb'ine davet et, ortak koşanlardan olma.
88- Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma. O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz.
Bu, surenin verdiği son mesajdır. Bu mesaj, Peygamber efendimizle onun yolunu, küfür ve şirkle onların yolunu birbirinden kesin şekilde ayırıyor. Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- uyanlara kıyamet gününe kadar izleyecekleri yolu açıklıyor. Peygamber efendimiz tarihsel dönemler içinde en belirgin iki dönemi birbirinden ayıran hicret yolculuğunu sürdürdüğü bir sırada bu son mesaj gelmişti.
"Öyle ise sakın kâfirlere yardımcı olma." Çünkü mü'minlerle kâfirler arasında yardımlaşma ve dayanışma söz konusu olamaz. Onların yolları ve hayat sistemleri birbirinden farklıdır. Bunlar Allah'ın taraftarları (hizbullah) ötekiler şeytanın taraftarları (hizbuşşeytan)dır. Hem nasıl yardımlaşacaklar? Ve ne üzerinde yardımlaşacaklar?
"Ve Allah'ın, ayetleri sana indikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar."
Çünkü kâfirlerin hiçbir zaman izlemekten vazgeçmedikleri yol, çeşitli yöntemlere ve araçlara başvurarak dava adamlarını, davet hareketinden alıkoymaktır. Mü'minlerin tutumu ise kendi yollarını izlemektir. Engellemeye çalışanlar onları durduramaz. Düşmanları, onları bu yolu izlemekten alıkoyamaz. Çünkü Allah'ın ayetleri ellerindedir ve bu ayetlere uymakla yükümlüdürler. Bu onların omuzladıkları bir emanettir.
"Rabb'ine davet et." Hiçbir karışıklığa ve kapalılığa meydan vermeden açık ve net olarak insanları Rabb'inin mesajını kabul etmeye çağır. Allah'a çağır, milliyetçiliğe, ırkçılığa değil. Bir toprak parçasını zaptetmeye, bir bayrağı dalgalandırmaya, bir çıkar sağlamaya, bir ganimet elde etmeye, bir arzuyu tatmin etmeye ve bir ihtirası dindirmeye değil. Kim bu şekilde her türlü karışıklıktan, tüm yabancı unsurlardan soyutlanmış şekliyle bu çağrıya uymak istiyorsa uysun. Ama onunla birlikte başka unsurları da isteyenler varsa, bu; Allah'ın uyulmasını istediği yolu değildir.
"Sakın müşriklerden olma." "Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma."
Bu ilke, iki defa vurgulanıyor. Birincide şirk yasaklanıyor, ikincide de Allah'la birlikte başka tanrılar edinmek yasaklanıyor. Çünkü bu ilke, inanç sisteminin saf ve katışıksızlığı ile kapalılığı ve karışıklığı arasındaki yolların ayrılış noktasıdır. İslâm inanç sistemi, davranış ve ahlâk kuralları, yükümlülükleri ve yasalarıyla bütünüyle bu ilkeye dayanır. Bu ilke aynı zamanda bütün direktiflerin, bütün yasamaların etrafında döndüğü eksendir. Bu yüzden bu ilke bütün direktiflerden, yasama amaçlı tüm açıklamalardan önce hatırlatılır.
Ayet bu ilkeyi vurgulamaya ve açıklamaya devam ediyor:
"O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur. Ve O'na döndürüleceksiniz."
"O'ndan başka ilah yoktur."
Çünkü ancak Allah'a teslim olunur. Sadece O'na kulluk yapılır. O'nun dışında güç, kuvvet sahibi yoktur. Yalnızca O'nun koruyuculuğuna sığınılır. "O'ndan başka her şey yok olacaktır." Çünkü her şey geçicidir, gidicidir.
Mal-makam, güç-iktidar, hayat-nimetler, yeryüzü ve üstündekiler, gökler ve içindeki canlı-cansız tüm varlıklar, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm yönleriyle bu evren... Her şey yok olacaktır. Sadece yüce Allah'ın zatı baki kalacaktır. Tek başına O kalacak ve geride hiç kimse kalmayacaktır.
"Hüküm O'nundur." Dilediği gibi hükmeder ve bu hükmü istédiği gibi uygular. Hiç kimse hükmünde O'na ortak değildir. Ve kimse O'nun hükmünü geri çeviremez. Hiçbir emir O'nun emrinin önüne geçemez. Sadece O'nun dilediği olur. Başkası değil.
"Ve O'na döndürüleceksiniz." O'nun hükmünden kaçılmaz. Kararından kurtulmak mümkün değildir. O'nun dışında sığınılacak, kaçılacak bir yer yoktur.
Böylece kudret elinin açıkça belirginleştiği, Allah'ın davasını koruyup gözettiği, azgın, tağuti güçleri yerle bir edip yok ettiği bu sure, davetin temel ilkesini açıklayarak son buluyor. Bu ilke, yüce Allah'ın birliği; ilahlıkta, kalıcılıkta, hüküm ve yürütmede tekliği ilkesidir. Bu açıklamanın amacı, dava adamlarının Allah'ın yol göstericiliğinin ışığında, güvenle, bağlılıkla ve inançla yollarını izlemeleridir.