Bireysellik ve İnsanoğlunun Fıtratı
Mirandola Kontu Giovanni Pico (1463-94) İtalyan Rönesansı’nın en iyi eğitim almış kişilerinden biriydi. Latince ve Yunancaya aşina, skolastisizm, İbranice, Arapça ve yerel İtalyan edebiyatı alanlarında yetkindi. İnsancılarla dosttu, bir süre Floransa Akademisi’nin Eflâtuncularıyla da arkadaşlık etti. İnsanın Saygınlığına Dair Nutuk [De hominis dignitate] Roma’da ilgilenen herkesi davet ettiği bir münazaranın (1486) açılış konuşması olarak yazılmıştı, insanoğlunun bilgi peşinde koşmasının önemini Yeni Eflâtuncu bağlamda savunuyordu. Dokuz yüz tezden oluşan Nutuk, esas itibariyle dinlerin birbirine karıştığı insancı bir “uzlaşımcılık”tı (sinkretizm) ve münazarayı Papa VIII. Innocent erteledi. Daha sonra kurulan Papalık Komisyonu, Pico’nun savunmayı planladığı dokuz yüz tezin de sapkın olduğuna karar verdi.
İnsan Haysiyetine Dair*
Arapların ve saygıdeğer Babaların kayda geçirdiklerini okurken, Saracenli Abdala’nın, kendisine dünyanın bu döneminde en çok neyin hayranlık uyandırıcı olduğu sorulunca şu cevabı verdiğini öğrendim: “İnsan.” Bu görüşe Hermes Trismegistus25 da katılır: “En büyük mucize insanoğludur.” Ne var ki, bu sözlerin ardında yatan nedeni düşününce, insan doğasının çokyönlü mükemmeliyetine dair söylene gelenlerin -tüm yaratıkların aracısı, tanrıların mahremi, aşağı düzeydeki varlıkların kralı; keskin duyuları, muhakeme kabiliyeti ve parlak zekâsıyla doğanın mütercimi; sabit sonsuzluk ile uçup kaçan zaman aralığı ve (Perslerin dediği gibi) rabıta; Davut’a göre meleklerden biraz aşağıda bir varlık- beni tatmin etmediğini gördüm. Bunlar esas nedenler değil, çünkü insanoğlunun en büyük hayranlık uyandıran yaratık olduğu iddiasını haklı çıkarmıyorlar. Mesela, neden meleklere ve göklerdeki kutlu ahenge daha büyük bir hayranlık duymayalım ki? Öyle görünüyor ki, insanoğlunun neden en şanslı yaratık ve dolayısıyla hayran olmaya değer bir varlık olduğunu, evrensel Varoluş zincirinde payına düşeni ve hangi mertebede bulunduğunu -ki, yıldızların ve dünya dışı zihinlerin bile kıskanacağı bir mertebedir- sonunda tam olarak anladım. Aslında bu mucizevi bir şey ve eskiye dayalı bir inanca dayanıyor. Neden olmasın? İnsanoğlu büyük bir mucize, muhteşem bir varlık olarak adlandırılmayı gerçekten hak ediyor.
Beni duyun dost murakıplar, (yani) Babalarımız, bu mertebenin tam da ne olduğunu duyun, bana bu iyiliği yapın. Baba Tanrı, o Yüce Mimar, gördüğümüz bu kozmik evi, bu en kutlu mabedini, o gizemli bilgeliğinin ürünü olan yasalarıyla çoktan inşa etmişti. Göklerin de üstündeki bölgeyi Akıllarla donatmış, göksel kürelere ebedi ruhlar vasıtasıyla hareket kazandırmış ve aşağıdaki dünyanın mülevves bölgelerini her türden hayvanla doldurmuştu. Ama işi biten Zanaatkâr, birilerinin bu muazzam çalışmayı görüp üstünde düşünmesini, büyüklüğüne, enginliğine ve güzelliğine hayran olmasını istedi. Dolayısıyla, (Musa ile Timaeus’un26 tanıklık ettiği üzere) her şey bittikten sonra insanoğlunu yaratmayı düşünür oldu. Ne var ki, elindeki numuneler (arketip) istediği gibi yeni bir nesep yaratmasına elvermediği gibi, hazinesinde de bu nesebe miras olarak bahşedebileceği bir şey yoktu. Dahası, dünya üzerinde bu (yeni) varlığın oturup kainatı seyrederek düşünebileceği yer de kalmamıştı. Her şey tamamlanmış, tüm şeylere en yüksek, orta ve en aşağıda olmak üzere yer tahsis edilmişti. Ne ki, Baba, son bir eser daha yaratacak kadar güçlüydü ve Bilgeliği fikir yoksunu biri gibi kararsız kalmasına el vermezdi. İlahi âlicenaplığına şükretmek, O’na övgüler yağdırmak için yaratmayı düşündüğü bir varlığı, diğer varlıkların nezdinde Kendisini kınamak zorunda bırakması merhametsizlik olurdu.
Zanaatkâr sonunda doğru dürüst hiçbir şey veremediği bu yaratığın, diğer yaratıkların kendine has ve birbirinden farklı özelliklerinin tümüne sahip olmasını buyurdu. Dolayısıyla, insanoğlunu doğası belirsiz bir yaratık olarak tasarlayıp onu dünyanın tam ortasına yerleştirdi ve ona şöyle dedi: “Sana kendine has bir mekân veya şekil vermedik, Âdem. Şu nedenle ki, aklının erdiğince kendi istediğin mekâna, şekle ve işleve yine kendin sahip çık. Diğer tüm yaratıkların doğaları sınırlı, onlar Bizim tarafımızdan konulan yasalarla kısıtlanmış durumda. Hiçbir şekilde kısıtlanmamış olan sen, kendi özgür iradene teslim edildin ve yaratılışının sınırlarını kendin belirleyeceksin. Seni dünyanın tam ortasına yerleştirdik ki dünyadaki her şeyi gör. Seni ne göksel, ne dünyevi, ne ölümlü, ne ölümsüz kıldık ki, kendi kendinin yaratıcısıymışçasına özgürce seçim yap ve kendine istediğin şekli ver. Sana yozlaşmak suretiyle en alt düzeyde vahşi bir hayvan gibi yaşama gücü vereceğiz. Sen aklın ve ruhunla yaptığın muhakeme uyarınca yeniden doğabilecek ve daha yüksek düzeylere, ilahi bir yaşama da yükselebileceksin.”
Ah o Baba Tanrı’nın âlicenaplığı, ah insanlığın en yüce ve en muhteşem mutluluğu! İnsana nasıl isterse öyle olma, ne isterse onu yapma gücünü bahşetmekte! Hayvanlar annelerinin rahminden çıkarken… sahip olabileceklerinin tümünü beraberlerinde getirir. Ruhani varlıklar ya en baştan itibaren ya da doğduktan hemen sonra, sonsuza dek ne olacaklarsa ona evrilir. Baba, insanoğlunun içine gündelik yaşamın gerektirdiği her türlü tohumu daha doğarken koyar. İnsan bu tohumlardan hangisini ekip biçer ve yetiştirirse, odur olgunlaşarak büyüyecek ve meyve verecek olan. İnsanoğlu, bunlar bitkisel tohumlarsa bitki gibi, duyguysa kaba ve şehvetli, akılcıysa göksel bir varlık olarak büyüyecektir ve şayet entelektüel ise Tanrı’nın oğlu, yani bir melek olacak, kendi merkezine çekilir ve ruhu Tanrı ile bütünleşirse, Tanrı’nın (ki her şeyin üstündedir) ıssız karanlığında her şeyin üstüne çıkmak suretiyle yaratılanların olmadığı kadar mutlu olacaktır. O, değişken kişiliği ve kendi kendini dönüştürebilen doğasıyla, Atinalı Asclepius’un haklı olarak dediği gibi, Proteus’un27sembolize ettiği bir varlıktır. Bu metamorfoz, İbraniler ile Pisagorcular arasında da yaygındı.
İbranilerin okült28 inancı bazen Hz. İdris’i, Mal’akh Adonay Shebaoth adını verdikleri ilahi bir meleğe dönüştürür ve bazen de diğerlerini başka başka göksel varlıklara. Pisagorcular takva sahibi olmayanları vahşi hayvanlara, hatta biri Empodocles’e29 inanacak olsa, onu da bitkiye dönüştürür. Onları örnek alan Hz. Muhammet de şu sözleri dilinden düşürmez: “Allah’ın buyruğuna uymayanlar birer hayvana dönüşür.” Haklıdır. Bitkiyi bitki yapan kabuğu değil, duyarsız doğası; hayvanı hayvan yapan postu değil, duyarlı ve fakat akılsız ruhudur. Aynı şekilde, gökleri gök yapan küreselliği değil, değişmez düzeni; meleği melek yapan bedeninden vazgeçmiş olması değil, ruhani aklıdır. Kendini bedensel hazza kaptırıp yerlerde sürünen birini görürseniz bilin ki o bir insan değil, bitkidir; kendini Calypso30 gibi hayallere kaptırıp başka bir şey görmez olan birini görürseniz bilin ki o bir insan değil, hayvandır. Şayet her şeyi muhakeme sonucu açıklayan bir filozof görürseniz, önünde eğilin, çünkü göksel bir varlıktır. Şayet bedeni unutup zihnin derinliklerine ulaşmak üzere tefekküre dalmış birini görürseniz, bilin ki o ne bu dünyaya, ne de gökyüzüne aittir; o insan derisine bürünmüş, muhterem bir varlıktır.
Etini (kendini) istediği her şekle sokup değişen ve her yaratığın özelliğine büründüğü için Musa’nın ve Hıristiyanların kutsal yazılarında, haklı olarak, bazen “et yığını”, bazen de “her mahluk” olarak tanımladıkları bir adama hayranlık duymayacak biri var mıdır? Bu nedenledir ki, Persli Euanthes, Babilli büyücülerin, insanların dış görünüşlerinin doğuştan sahip olduklarıyla uyuşmadığını, yaratılışlarına ters düştüğünü söyleyerek, Chaldaean için şöyle der: “Hanorish tharah sharinas”, yani “İnsanoğlunun doğası çok değişken ve tutarsız.” Neden bunun üstünde duruyoruz? Duruyoruz, çünkü yaratılışımız o ki, ne istiyorsak öyle olabiliriz. Bunu iyi anlamalı ve ayrıcalıklı özelliklerle donatılmış olarak dünyaya gelen bizler, bunun idrakiyle, akılsız hayvanlar gibi davranmak yerine, Asaph peygamberin dediği gibi davranmalıyız: “Hepiniz birer melek ve En Yüce Olan’ın çocuklarısınız.” Baba’nın âlicenaplığını istismar etmemeli, bize bahşettiği özgür iradeyi kötüye değil, iyiye kullanmalıyız. Bırakalım ruhlarımızı kutsal arzular/tutkular sarsın ki, sıradan olanla yetinmeyelim ve tüm gücümüzle en yüksekleri hedefleyelim, çünkü buna muktediriz.
Dünyevi şeyleri hafife alalım, göksel şeyleri küçümseyelim ve sonunda dünyaya dair her şeye daha az itibar etmiş olarak, öteki dünyaya, Tanrı’ya en yakın yere doğru koşalım. Serafim, Kerubim ve Thrones’in31orada en ön sırada oldukları söyleniyor; onların iradesine teslim olamayan ve daha aşağı bir konumda olmaya tahammül edemeyen bizler, onlara benzemeye, onlar kadar saygın olmaya çalışalım. Eğer istersek, ikinci sıradaki yerimizi alabiliriz.
* The Renaissance Philosophy of Men, The University of Chicago Press 1948.
Rotterdam doğumlu Desiderius Erasmus (1466-1536) Rönesans’la ortaya çıkan insancı akımın en büyük temsilcilerindendir. Papalığın düşünceler üzerinde kurduğu hegemonyaya karşı çıkan Erasmus, Augustine tarikatı rahiplerinden olmakla birlikte, cüppe giymemiş, Paris Üniversitesi’nde eğitim görmüş, İngiltere’ye giderek John Colet, Thomas More ve çevresiyle dostluk kurmuştur. Hıristiyanlık ruhunu antik çağın yalınlığında aramakta, güzel sanatların ve bilimlerin yayılmasına, Avrupa’nın ortak bir sanat ve bilim anlayışının çatısı altında birleşmesinde eğitime büyük önem vermektedir. Eğitimle ilgili çok sayıda risalelerinden 1529 tarihli De Pueris Statim Ac Liberaliter İnstituendis’te insanın fıtratına ilişkin iyimserliğini ve “eğitim”in kudretine duyduğu inancını vurgular.
Çocukların Eğitimine Dair*
İnsanı oluşturan şey akla sahip olmasıdır. Ağaçlar ve vahşi hayvanlar kendiliğinden büyür ama inanın bana insan şekillendirilir. Eski zamanlarda ormanlarda yaşayan, sadece doğal ihtiyaçlarının ve arzularının harekete geçirdiği, hiçbir kanuna bağlanmadan, toplumlarında belirli bir düzen olmayan eski insanlar daha çok vahşi hayvanlar olarak görülmelidir. Çünkü her şeyin sadece iştahlara göre belirlendiği bir yerde insanlığın işareti olan aklın yeri yoktur. Felsefenin geliştirdiği akılla sağlam biçimde eğitilmemiş bir insan, şüphesiz hayvandan daha aşağı bir varlıktır, çünkü tutkuları, arzuları, kızgınlığı, kıskançlığı veya kanunsuz doğası tarafından bir oraya, bir buraya sürüklenen birisinden daha tehlikeli bir kişi yoktur. Bu nedenle şimdi kendi oğlunun en iyi eğitimi almasını sağlamayan kişiye adam, hatta bir insan evladı bile denemez... Doğa sana bir oğul vererek deyim yerindeyse kaba, biçimsiz bir yaratık hediye etmiştir; senin görevin onu bir insan olmak üzere şekillendirmektir. Eğer bunu ihmal edersen hâlâ bir hayvansın demektir. Dürüstçe ve bilgece şekillendirilirse, neredeyse Tanrı’dan fazla uzak olmayan bir varlık olduğunu ispatlayabilirsin demek istiyorum.
Akılsız bir hayvan içgüdüsel olarak kendi çocuğuna karşı görevini yerine getirirken, akıllı bir yaratık olan insanın doğaya, ebeveynlik sorumluluğuna ve Tanrı’ya olan borcuna karşı kör olduğunu kabul etmekten daha acınacak bir durum olabilir mi? Ama şimdi bireysel gelişimi belirleyen üç koşulu kesinlikle incelemek istiyorum. Bunlar doğa, eğitim ve pratiktir. Doğa derken, kısmen eğitilmeye ilişkin doğuştan gelen kapasiteyi, kısmen de mükemmelliğe yönelik doğal eğilimi kastediyorum. Eğitim derken, öğretme ve kılavuzluğun yetkin biçimde uygulanmasını kastediyorum. Pratik derken, doğa tarafından içimize yerleştirilmiş ve eğitim ile ilerletilmiş faaliyetin kendimiz tarafından serbestçe gerçekleştirilerek pekiştirilmesini kastediyorum. Yetkin bir eğitim olmadan doğa kusursuz değildir, eğitimin verdiği yöntem olmadan pratik yapmak ise umutsuz bir kafa karışıklığına neden olur.
Kural olarak, insanın doğası dendiğinde, akılla yönlendirilmek gibi insanlarda ortak olan nitelikleri kastederiz. Ama bundan daha dar bir şeyi de kastedebiliriz: Her kişinin kendine özgü niteliklerine “kişilik” deriz. Bu nedenle, bir çocuk matematiğe, diğeri ilahiyata, bir başkası retoriğe veya şiire, diğeri ise savaşa doğuştan eğilimli olabilir. Bazı zihinler belirli alanlar tarafından öylesine sahiplenilmiştir ki, onları diğer alanlara çekmek mümkün değildir, bu yöndeki bir deneme kesin bir tiksinmeye sebep olabilir. (...) Bu sebeple öğretmenin böylesi doğal eğilimleri, böylesi kişilikleri çocukluğun erken dönemlerinde gözlemesi gereklidir, çünkü en kolay öğrendiğimiz şeyler alıştığımız şeylerdir. İnanıyorum ki bir oğlan çocuğunun yüzünden ve davranışlarından nasıl bir yaratılışa sahip olduğunu anlamayı denemek ve çıkarsama yapmak değersiz bir çaba değildir. Doğa bu açıdan bize kılavuzluk edecek işaretler bırakmayı unutmamıştır.
* W. H. Woodward: Desiderius Erasmus, s. 186-7, 191, 195-6. Telif hakkı: 1904, Cambridge University Press. Cambridge University Press’in izniyle yeniden basılmıştır.
Henry Peacham (1576-1644) bir okul müdürüdür. 1622’de basılan Mükemmel Centilmen’in [The Compleat Gentleman] ikinci cildini oğullarına bir süre özel ders verdiği Arundel Kontu’na ithaf eder. Bu kitap On Beşinci ile On Yedinci yüzyıllar arasında düzenli olarak yayınlanan “adabı muaşeret” kitaplarının tipik bir örneğidir. Novilara Kontu Baldassare Castiglione’nin (1478-1529) Saray Nediminin Kitabı [Il libro del Cortegiano] adlı eseri gibi, Orta Çağ şövalyesinin evcilleşmek suretiyle Rönesans tarzı medeni (salon adamı anlamında) erkeğe dönüşümünü özetler.
Mükemmel Centilmen*
Burada size (Arundel ve Surrey Kontu’nun oğlu William Howard) genel olarak çalışmalarınız için kullanabileceğiniz ve her asil ve centilmen için gereken, övülmeye en değer nitelikleri kazanmanızı sağlayacak ilk ve temel talimatları (bu basit yöntemler sizi daha hoş yerlere götürecek anahtarları da beraberlerinde taşırlar) ve en hızlı yöntemi sunuyorum. Şüphelenecek bir şey yok ama burada eğitimin değerini ve mükemmelliğini gördükten, asaleti ne kadar geliştirdiğini, cehalet yüzünden her saat nasıl hatalar yapıldığını, tarihin gördüğü en bilge insanlarla bir konuda konuşmanın ne kadar keyifli olduğunu anladıktan ve matematik, şiir, resim, hanedan armacılığı vb. gibi (burada vücut için en fazla tavsiye edilecek egzersizleri, taşıma, seyahat gibi konulardaki genel talimatları da öğrenmenizi rica ediyorum) en keyifli ve takdire şayan bilimlerde irfan sahibi olduktan sonra bu eğitimden keyif alacak, Ulysses’in Minerva’yı dirseğinde taşıdığı gibi onu bilgi yolunda kılavuz edinecek ve sadece en tatlı değil, en mutlu hayat için de zemin olarak kabul edeceksiniz.
Tüm evrenin çerçevesi ve O’nun şeylerin biçimlerini sonsuz çeşitlilikte yaratmaktaki mükemmel bilgelik yöntemi doğru biçimde incelenirse, etkili olan erdemin veya özün makamına bağlı olarak egemenliğe ve üstün bir hâkimiyete sahip olmak ile bir yere hükmetmek aynı üstünlüktedir. Göksel varlıklar arasında daha asil olan küreleri görürüz, daha etkililer daha yüksekte, az etkili olanlar aşağılardadır. Öğeler içinde en saf ve en etkin olan ateş en yüksek yere sahiptir; hem duyulara sahip olan hem de olmayan şeylerden oluşan varlıklarda şekilden kaynaklanan bir mükemmellik özelliği mevcuttur, bu özellik aynı türden olanlardan birini diğerlerinden daha asil kılar.
Aslanın hayvanların kralı olduğunu söyleriz, kartal da kuşların, balina balıkların, Jüpiter meşesi32 ise ormanın kralıdır. Çiçekler arasında en çok güle hayranlık duyar ve rağbet ederiz, meyvelerden narı ve kraliçe elmasını, taşlar içinde hepsinden ziyade elması, metallerden altını ve gümüşü severiz; bunların içlerindeki mükemmeliyeti ve erdemi kendi türlerine aktardıklarını bildiğimize göre, mükemmel olan, daha asil biçime sahip insanın içindeki asaletin de onu diğerlerinin prensi yaptığını kabul etmeyecek miyiz? (...)
Elbette, doğanın (aslında doğanın Tanrısı’nın) bizlerin arasında da aynısını yaratmadığına inanmak, en nadir işlerin sahibini cahillikle ve taraf tutmakla suçlamak ve kendimizi hayvanların altına düşürmek demektir. Yani asalet bir tür zirveden ya da diğerlerinden daha yüksekte olan ve iyi veya kötü ama belirgin bir eylemi sebebiyle fark edilen birinden başka bir şey değildir; Latin şairler de buna göre nobilis [asiller, ç.n.] veignobilis [asil olmayanlar, ç.n.] olarak ayrılır. Daha ayrıntılı ve sahici anlamda asalet, bir ırkın veya soyun kanının onurudur; bu onur aileden bir veya daha fazla kişiye o ülkenin veya yerin prensi, kanunları veya gelenekleri tarafından, bilgileri, kültürleri yahut yaşadıkları yerin halkına veya topraklarına faydalı olmak üzere gerçekleştirdikleri şerefli bir iş nedeniyle önceden verilir.
Madem tüm erdemler eylemdedir ve hiç kimse sadece kendisi için doğmaz, biz de şunu ekleyelim, ülkesine faydalı olmak için doğar; (çok mükemmel olmasalar da) karanlık bir fener gibi kendi ışıklarını tefekkür içinde ve stoacı biçimde köşeye çekilerek harcayan kişiler ender olarak asil olarak kabul edilirler. (...)
Ayrıca asalet öze aittir ve doğaldır, (elmas gibi) ışığı sadece kendisinden gelebilir; onurları ve unvanları harici olarak verilir ama terk edilebilecek uşaklardır, sadece görünüştedir ve güzel bir gövdenin üzerindeki kumaş gibidir.
Bizim amacımız açısından bakıldığında, iç savaş sırasında imparatorun elinden şövalyelik almış olan ve sonrasında âlim arkadaşlarını terk edip şövalyelerle arkadaşlık kuran bir âlime İmparator Sigismund’un söyledikleri unutulmazdır; imparator bu âlimin davranışını dikkatle gözlemlemiş, (törenden önce) gülümsemiş ve ona şöyle söylemiştir: Seni aptal, kim öğrenmeyi ve senin dereceni şövalyeliğe tercih eder? Bir gün içinde binlerce kişiyi şövalye yapabilirim ama bin yılda bir kişiyi bile âlim yapamam. Her ne kadar bu mülklerde refah içinde yaşayan halkı armis ve consilio33 korusa da bu ağacın iki dalından biri askeri ise, diğeri de sivil disiplindir; ilkinin ne kadar değerli olduğunu ve ruh yüceliği gerektirdiğini görüyorum; diğerinin altında adalet,consilii fons34 olan kanun bilgisi, ihtişam ve belagat vardır.
Gerçek cesaret ve ruh yüceliği için asalet kazanan cesur Atinalı Iphicrates’i örnek gösterebiliriz: Bir savaşta Lakedemonyalıları yenen ve Epaminondas’ın öfkesini engelleyerek Pers Kralı Artazerzes’in yardımcı komutanı olan Iphicrates, aslında fakir bir ayakkabı tamircisinin oğluydu.
İskender’in en çok değer verdiği ve tavsiye istediği komutanlarından Eumenes sıradan bir nakliyecinin oğluydu.
Diokletianus’un babası bir kâtip ya da ciltçiydi; Valentinianus bir urgancının, Maximus bir demircinin, Pertinax bir odun tüccarının, Servius Tullius bir köle kadının (adı bu yüzden Servius’tur), Tarquinius Priscus fakir bir tüccarın yahut Korintli bir gezgin satıcının, bu isimdeki ilk Fransa kralı olan Hugh Capet ise Paris’te bir kasabın oğluydu. (...)
Bir yabancı ve bir sürgün olan Tarquinius Priscus, şaşaası ve yaşadığı yere sağladığı büyük faydalar nedeniyle asaletle ödüllendirilmişti; daha sonraki bir dönemde Floransa’da yaşayan Cosimo di Medici de öyle – adil bir bakışla incelendiğinde erdemleri sayesinde prens saraylarına girmişti. Bana izin verin de bir seyyah olarak biraz nefesleneyim; şimdi size sıradan bir adam olmasına rağmen Makyavelli’nin yazdığı tarihçede bulduğum, onun asillerde bile olmayan ihtişamının yüce kulelerini göstereyim. Bu Cosimo (diyor Makyavelli) sadece Floransa’da değil, tüm diğer şehirlerde bugüne kadar bir insanın hatırladığı en itibarlı, en meşhur vatandaşmış, çünkü (kendi zamanındaki) tüm diğer insanları sadece otorite ve zenginlik açısından değil, cömertlik ve bilgelik açısından da çok aşıyormuş. Onu ülkesinin önderi haline getiren diğer niteliklerinin yanı sıra diğer insanlardan çok daha cömert ve muhteşemmiş, cömertliği öldükten sonra çok daha açıkça ortaya çıkmış. Oğlu Piero babasının tuttuğu kayıtları bulduğunda Cosimo’nun büyük miktarda borç verdiği tahmin edilen herkesin adı oradaymış, hatta ihtiyacı olduğunu bildiği centilmenlere de borç vermiş. İhtişamı yaptırdığı farklı binalarda görünüyormuş: Floransa’da St. Marco ve St. Lorenzo tapınaklarını ve St. Verdiana Manastırı’nı yaptırmış, Fiesole Dağları’nda da S. Girolamo Manastırı’nı. (...) Ayrıca ona göre İtalya’daki muhteşem binaları yeterince şöhret sağlamadığından, fakir ve hasta hacılar için Kudüs’te de bir hastane inşa ettirmiş. Bu iş için çok büyük paralar harcamış. Her ne kadar bu binalar ve diğer işleri prenslere layık olup Floransa’da bir prens gibi yaşamış olsa da bilgeliği sayesinde medeni tevazu sınırlarını asla aşmamış. Konuşmalarında, ata binerken, çocuklarını ve akrabalarını evlendirirken tüm diğer mütevazı ve ihtiyatlı vatandaşlar gibiydi, çünkü biliyordu ki, tüm insanların hayranlıkla seyrettiği olağanüstü şeyler, gösterişsiz biçimde ve dürüstçe yapılan işlerden çok daha fazla kıskançlık yaratır: Bu arada unuttum, kısa zaman sonra Floransalı gençleri eğitmek üzere her meslekten eğitimli adamları ağırlamak için büyük ve zor bir görev üstlendi: O dönemde konularının tek uzmanı olan Yunanca uzmanı Argiropolo ve Marsilio Ficino’ya (Ficino’ya çalışmalarını yürütebilmesi için kendi evinde konuk etti ve Carraggi’deki evinin yakınlarında değerli topraklar verdi) karşı cömert davrandı, çünkü erdemleri ona başkalarını taklit etmektense, onlara hayran kalmayı dayatıyordu.
Devam edersek, belagat için daha az saygı ve onur söz konusu değildir; medeniyeti barbarlıktan ayıran ve kaba kalabalıkları kulaklarından yakalayıp Kelt herküllerini etkileyerek krallıkları tamamen sarsan belagatleriyle birçok kişi itibar ve servet kazandı. Roma İmparatorluğu için Augustus ile çekişen Marcus Antoninus, Cicero yaşadığı sürece bu amacına ulaşamayacağını anlayınca onu öldürtmüştü. (...) Düşünceli bir prens için burada birçok ders vardır; sadece dürüst ve becerikli hatipleri desteklemek değil, onları yakınında da tutmak gerekir, böylece onları devleti desteklemek için (durum gerektirirse) dayanak olarak ve akortsuz halkı akort edebilecek bir anahtar olarak kullanabilir.
Zihnimizdeki kültürü kendisine borçlu olduğumuz “öğrenme”, asaletin temellerinden biri olduğuna göre asil olarak doğmuş kişi ilimle uğraşırsa iki katı onura sahip olmayı hak eder, (...) en güzel renklerin sancağı olarak uzaktan ayırt edilebilir, hem sevgi hem de hayranlık kazanır, yetenekleri sayesinde hayattaki imajını yükseltir, değerli ve gelecek nesillere aktarılacak kadar uzun ömürlü kılar.
Roma en iyi günlerini, Numa, Augustus, Titus, Antoninus, Konstantin, Theodosius ve diğer eğitimli krallar ve imparatorların hâkimiyetindeyken yaşadı. Plutarkhos bunun nedenini şöyle açıklar: Öğrenmek hayat ve etvarı ıslah eder ve milletler topluluğunun yöneticilerine en sağlıklı öğütlerini sunar. Roma’nın tüm iyiliklerinin yanı sıra Licinius’un şiirlerinde (Pestes Reipublicae Literae) söylediğini, Fransa Kralı XI Louis’nin oğlunun Latincesinin “Qui nescit dissimulare, nescit regnare” özdeyişinden (Yalan söylemeyi bilmeyen yönetmeyi de bilmez) ibaret olmasında mahzur görmediğini bilmez değilim. Ne ki, bunlar cahil ve çürümüş yargılara sahip bir azınlığın fantezilerinden öte değildir.
* Henry Peacham: Mükemmel Centilmen, (ed.) Tudor and Stuart Library, Epistle Dedicatory, s. 1-4, 6-8, 18-20. Clarendon Press, Oxford. 1906.
“Rönesans adamı,” hiçbirinde uzman olmadığı birden fazla alanda başarı gösteren anlamında kullanılmaktadır; kısıtlı bir alanda “her şeyi” bilmektense, her şey hakkında “kısıtlı” bilgi sahibi olmayı tercih eden tipolojiyi temsil eder. Resim, şiir, dilbilim, felsefe, kriptoloji, müzik ve mimari alanlarında tebarüz eden Leo Battista Alberti (1404-1472) tüm bilgilere hükmeden Rönesans adamlarından biri olarak tanınır. Rimini’deki Aziz Francesko Kilisesi’nin mimarı olan Alberti’nin Resim Risalesi (De Pictura) adlı eseri, mimari ve heykel konusundaki tamamlayıcı eserleriyle birlikte sanatın bilinçli prensiplerini ilk defa formüle etmiştir.
Resim Risalesi*
[Bu kitapta] sanırım ressamlar için yeterince iş yaptım, kitabımı okurlarsa, bugüne kadar bildiğim kadarıyla hiçbir yazar tarafından tartışılmamış bu zor konu hakkında birtakım bilgiler edinebilirler. (...) Resim tüm diğer sanatların efendisi, en azından onların temel süsü değil midir? (...)
Başka hiçbir sanat yoktur ki hem o konuda cahil olanlar hem de yetenekliler tarafından öğrenilmesi ve uygulanması bu kadar zevkli olsun. İzninizle kendimden bahsedeyim; işlerim izin verdiğinde sıklıkla yaptığım gibi ne zaman keyif almak ve eğlenmek için resim yapmaya otursam, o kadar yoğunlaşır ve keyif alırım ki, fark etmeden üç dört saat geçmiş olur. Yani bu sanat, gelişim sürecinde büyük keyif verir; mükemmelleştiğinizde ise onur, servet ve ebedi bir şöhret sunar. (...) Resim konusunda ustalaşmayı arzularken, antik dönemdekilerin kazandığı onuru ve şöhreti her zaman gözünüzün önüne getirin. (...)
Resmi üç bölümde inceleriz [çerçeve, kompozisyon ve resmin renklendirilmesi] (...) Kompozisyon çizimin, resmin çeşitli parçalarının bir bütün oluşturmak üzere birleştirildiği parçasıdır. Ressamın en büyük işi dev bir eser yaratmak değil, bir tarih oluşturmaktır. Tarihin parçaları gövdelerdir, gövdenin parçaları organlardır, organların parçaları da dış yüzeyleridir. (...) Dış yüzeylerin kompozisyonunda en temel hedef güzellik ve zarafettir. Bunun nasıl elde edilebileceği konusunda doğayı incelemekten, o olağanüstü sanatkârın dış yüzeylerden nasıl güzel organlar yarattığını uzun uzun ve gayretli biçimde gözlemlemekten daha kesin bir yöntem bulamadım. (...)
Oluşturulan bir tarih parçasında bize ilk keyif veren şey nesnelerin sayısı ve çeşitliliğidir, çünkü yemekte ve müzikte olduğu gibi yeni ve bol olan şeyler her zaman keyif verir, ayrıca belki başka sebeplerden dolayı da bu böyledir. Özellikle sürekli alıştığımız şeylerden farklı olması, zihnin tüm diğer çeşitlerden ve bolluktan zevk alması gibi: Bu yüzden resimde farklı figürler ve renkler olması makbuldür. (...) Ben de sunulan konuya uygun şeylerin bolluğundan zevk alırım. Çünkü bu, seyredenin gözünü hapseder ve onu ressamın hayal gücünün zenginliğine hayran olmaya zorlar. Ancak çeşitliliğin yarattığı bu bolluğu bir noktada durdururum ve ölçülülük ve haysiyet nedeniyle o noktayı muhafaza ederim. (...) Ama her hikâyede çeşitliliğin zevk vermesi gibi, bir resimdeki çeşitli figürlerin konumlarının ve tavırlarının da birbirinden çok farklı olması gerekir. (...) Aynı şeyi yapan ve aynı tavırda iki figürü ben asla kullanmam. (...)
(Vücuda ait) Bu hareketleri tasvir ederken gerçeklik ve olasılık bazen ihlal edilir, burada bu hareketleri kullanırken ne derece ölçülü olmamız gerektiğini göstermek için organların durumları ve hareketleri konusunda doğadan ödünç aldığım bazı gözlemlerimi yazmak istiyorum. İnsanı gözlediğimde tüm davranışlarında tüm vücudunu, sanki en ağır organı oymuş gibi başının altına getirdiğini gördüm. Yani tüm vücudunu tek ayağı üzerinde taşıdığında bir sütunun temeli gibi düşeyde tam başının altına getirir vb. (...) Doğadaki gözlemlerimde ise ellerin çok ender olarak başın üstüne çıktığını, dirseklerin omuzu aşmadığını, ayağın dizden yukarı çıkmadığını, bir ayağın diğerinden en fazla o ayağın boyu kadar uzak durduğunu gördüm. (...)
(Renklendirme konusunda) ressam ışığı ve gölgeyi ana çalışma konusu olarak seçmelidir. Dış yüzeylerin ışık vuran parçasında rengin olabildiğince parlak ve güçlü olduğunu gözlemlemelidir: Işık azaldıkça ve kademeli olarak düştükçe renk de gitgide koyulaşmalıdır vb. (...)
Ressamın temel bilimlerde mümkün olduğunca çok eğitim almasını isterim ama özellikle geometri konusunda biraz bilgi sahibi olmasını arzularım. Antik ve saygın bir ressam olan Pamphilus ile bu konuda tamamen aynı fikirdeyim; centilmenlerin oğullarına öncelikle bu bilimi öğretiyor, sezgisel olarak geometriye ilgisiz olanların asla iyi bir ressam olamayacağını söylüyordu. (...)
Yine antik bir ressam olan Demetrius, şeylerin kendilerine özgü güzelliklerini vurgulamaktansa, şeyleri tam olarak gerçeğine benzetmeye daha meraklı olduğundan mükemmelliğe erişememişti. Bu nedenle, en güzel gövdelerin en övülesi parçalarını bir araya getirmeliyiz ve güzelin ne olduğunu öğrenmek, bilmek ve ifade etmek konusundaki gayretimizi asla ihmal etmemeliyiz: Bu, işin zor yanıdır çünkü güzel olan her şey tek bir nesnede bulunmaz, farklı nesnelere dağılmış haldedir: Ancak bunları bulmak ve bu konuda ustalaşmak için gayret göstermekten kaçmamalıyız. (...) Bu nedenle, resmedeceğimiz her şeyi doğadan, hem de doğadaki en güzel ve itibarlı parçalardan kopyalayalım.
* Leon Battista Albertinin Ressamlığı (Londra, Thomas Eldin, 1726), s. 1, 11, 13, 15, 17-9, 21, 23-5.