Meâl-i Şerifi
52- İsa onların inkârlarını hissedince: "Allah yolunda yardımcılarım kim?" dedi. Havariler: "Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah'a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak müslümanlarız." dediler.
53- Ey Rabbimiz, senin indirdiğine iman ettik, o peygambere de uyduk. Artık bizi şahidlerle beraber yaz.
54- Onlar hileye başvurdular, Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır.
55- O zaman Allah şöyle dedi: "Ey İsa, şüphesiz ki seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim ve seni inkârcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim".
56- "İnkâr edenlere gelince, onlara dünyada da, ahirette de şiddetli bir şekilde azab edeceğim, onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır".
57- "İman edip iyi işler yapanlara gelince, Allah onların mükafatlarını tastamam verecektir. Allah zalimleri sevmez".
52- İsa'nın tevhide daveti üzerine İsrailoğullarının az bir kısmı iman etmiş, çoğunluğu etmemişti. İman etmiyenler bilinen küfürlerini, kötü niyetlerini İs'ya hissettirdiler. İsa da bunlardan bu küfrü hissedince dedi. Kendine, özü Allah'a doğru yardımcılar aradı. Bu cümlede, "ilallah" kaydının, "Ensar"dan veya "yâ"dan hâl olmasına ve nın mânâsına göre, çeşitli mânâlara ihtimali vardır.
1- Ben Allah'a giderken yardımcılarım kimler?
2- Allah'a teslim ve uymuş olarak bana yardım edecekler kimler?
3- Benim, Allah için yardımcılarım kimler?
4- Allah ile beraber olup, yardımcım olacak yardımcılarım kimler?
5- "Allah'a iman etmiş ve müslüman olmuş, nefsini Allah'a teslim etmiş olup da, yardımını Allah'a bağlayarak ve Allah rızasından başka bir şey düşünmeyerek bana Allah yardımı yapacak, özetle özü Allah'a bağlı, Allah'a doğru yardımcılarım, dostlarım kimler?"
Bu mânâ hepsini toplayıcıdır. Cevap da buna daha uygundur. Hz. İsa'nın bu isteği ilk olarak bir sosyal tesir yapıyordu. Kelime başlangıçta Meryem'in rahminde ilâhî seçim ile cisimlendiği gibi, şimdi de dışarda belirlemeye başlıyordu ki, İsa'nın dünyada itibarı bununla olacaktı. Bu andan itibaren tevhid dini maneviyatta kalmayacak, maddiyata da geçecekti. Bu isteğe, İsa'nın ölüyü diriltme mucizesinin kazanç meyvesi olan en güzide ashabı (arkadaşları) havarîler cevap verdiler:
Havariler bir ağızdan dediler ki: O Allah yardımcıları, Allah dostları biziz. Yani biz, Allah için sana yardımcıyız. Zira sana yardım, Allah'a dostluktur, Allah rızasına uygundur. Çünkü sen O'nun peygamberisin. Bundan, "Sen Allah değilsen, biz sana yardım etmeyiz." gibi veya "Sen Allah'sın, şu halde biz de senin yardımcılarınız." gibi bir kötü anlam çıkmaması için sözlerini açıklığa kavuşturdular. Yani biz Allah'a iman ettik ve sen şahit ol ki biz şüphesiz müslümanız, Allah ve Resulüne itaat ediciyiz. İşte nasaraya (hıristiyanlara), nasârâ (hıristiyan) denmesinin sebeplerinden birisi, İsa ile havarîler arasındaki bu yardım anlaşmasıdır. Onlar o zaman böyle müslüman ve Allah'ın birliğine inanmış idiler. Bununla İslâm dinine ve Muhammed aleyhisselâma ait davete de manevi bakımdan ikrar vermişlerdi.
53-Bunun için havariler cevaplarını şu dua ile bitirdiler: Ey Rabbimiz, biz senin indirdiğin emre inandık ve peygambere (yahut o resûle) uyduk, şu halde bizi yalnız bir şahid olan İsa ile değil, birliğine şahitlik eden bütün erbâb-ı şühûd (şehadet ehli) ile beraber yaz. Yani melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve özellikle "Siz insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." (Bakara, 2/143) âyeti gereğince ahirette bütün ümmetlere şahit olacak olan o peygamber Muhammed ve ümmeti ile yaz. Görülüyor ki "şahitlerden" demediler, "şahitlerle beraber" dediler. Zira biliyorlardı ki kendileri "şahidlerden" değildiler. Hz. İsa, havarilerin İslâm'ına ve bu duasına şahit olduğu gibi, Muhammed (s.a.v.) ve ümmeti de buna şahitlik eder. Havariler, manevî bakımdan, Muhammed ümmeti ile beraberdir. Muhammed ümmeti de Hz. Muhammed ile beraber peygamberlerin tümüne; "Peygamberlerden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz." (Bakara, 2/285) diye şahitlik yaptıklarından, Hz. Muhammed ve ümmeti, Hz.İsa'yı ve havarileri beraberlerine almışlardır.
Yuhanna İncili'nin birinci babında yahudilerin, "Sen kimsin?" diye sorularına karşı Hz. Yahya'nın Mesih'e (İsa'ya) şahitliği hakkında şöyle bir kıssa vardır: "Yahya inkâr etmeyerek, 'Ben Mesih değilim.' diye ikrar etti. 'Öyle ise nesin, İlyâ mısın?' diye sorduklarında; 'O da değilim." dedi. 'Sen o peygamber misin?' dediklerinde, 'Hayır' diye cevap verdi. O zaman, 'Sen kimsin söyle ki, bizi gönderenlere cevap verelim. Kendi hakkında ne dersin?' dediler, 'Ben Eş'ıya peygamberin dediği gibi, Rabbin yolunu doğrultunuz, diye çölde çağıranın sadasıyım.' dedi ve o gönderilenler firisilerden idiler ve ona sorarak: 'Öyle ise sen Mesih yahut İlya, ya o peygamber olmadığın halde niçin vaftiz ediyorsun?' dediler. Yahya onlara cevap olarak: 'Ben su ile vaftiz ederim...' dedi." (İstanbul'da basılmış Türkçe İncil Tercemesi, 1930). İşte burada "er-Resul", "en-Nebiyyu" tercemesi olan "o peygamber", "şol peygamber", Tevrat'ta Musa'ya benzer, "Musa gibi bir peygamber" olarak geleceği açıklanan o peygamberdir ki, Hz. Yahya'nın şahitliğiyle o peygamberin ne Yahya, ne kendisi, ne de Mesih olmadığı açıklanmıştır. bunun için İncil'e, Yahya'ya, Mesih'e iman, gelecek olan "o peygamber"e de imana bağlıdır. Şu halde havariler Hz. İsa'yı diye şahid getirdikten sonra Allah'a diye dua ettikleri zaman "inzal ettiğin" cümlesinde şüphesiz "ol peygamber" de dahil olmakla den kasıtları ya bi'l-ibâre (metin ile) veyahut İsa'ya veya resul cinsine uymanın gereği olmak üzere bi'l-işâre (metnin işaretiyle) Muhammed Resulullah'a bakmakta veya kapsamaktadır. Lafzı itibariyle değilse bile mânâ bakımından şamildir ki "Allah'a ve Resule uyun." emrinden beri kelimesinin ilk defa burada tekrar etmiş olması bakımından bunun yalnız e masrûf (çevrilmiş) olmayıp, bütün peygamberlerin tasdikçisi olan o Resule, "o peygamber"e bağlanması ve bu şekilde Resul cinsini kapsamına alması sözün gelişinin tümüne daha uygundur. Bunlar düşünüldüğü zaman duasının tefsir yönü de anlaşılır. "Allah'a inandık, herşey Rabbimizin katındandır." (Âl-i İmran, 3/7) "Allah daha iyi bilir."
54- Havariler öyle dedi, diğerleri de hile ve su-i kast yaptılar. Bu zamirin lafız bakımından yakınlığı sebebiyle havarilere gönderilmesi ve bunların hepsinin yardım vaadinde sebat edemeyip içlerinde hile edenlerin de bulunduğu mânâsı anlaşılabilirse de, mânâ yönünden bu hile, küfreden İsrailoğullarına aittir. Yani İsa, İsrailoğullarının inkârını hissetti, yardımcı aradı, havariler kendine yardım anlaşması yaptı, diğer taraftan küfürleri anlaşılan İsrailoğulları da hile yaptılar. O sosyal yapıya bu şekilde hile karıştı, tamam olmadı, bir seçime daha muhtaç oldu ki, o da Muhammed Mustafa ile olacaktır.
Mekr, karanlık, gizli, hissedilmeyecek hile ile diğerine zarar vermeye çalışmaktır. İsrailoğullarının buradaki hileleri, Hz. İsa'ya komploları, yani Allah'ın kelimesini yok etmek için gizli gizli tedbirlere teşebbüs edip birden bire onu öldürmek üzere el altından birtakım kimseler tayin etmiş olmalarıdır. Ve hıristiyanların sözüne göre bu hileye havarilerden birisi de iştirak etmiş ve kâfirlere casusluk yapmış. Bu sû-i kast, Hz. İsa'nın hem maddî hayatına, hem manevî hayatına yönelmişti. Bir taraftan zulüm yaparak kendini öldürmek, diğer taraftan davet ettiği tevhid dinini, kelimesini kaldırmak için mekir, hile ve hud'a düşünülüyordu. Gerçekte "İsa" demek de dini, kelimesi demekti. Artık İsa'nın çekilmesi zamanı gelmiş idi, fakat daha ölmeyecekti. İsrailoğulları bu hile dolayısıyla hıristiyanlığa bir hayli şeyler soktular, karıştırdılar, fakat arzularına erişemediler. İsa'yı öldüremediler. Hıristiyanlığı ortadan kaldıramadılar. Onlar hile yaptılar Allah da onlara hile yaptı, onları hileden menetmedi, fakat hilelerinin cezasını verdi. Gerçekten Allah mekredenlerin hayırlısıdır. Onun hilesi, başkalarınınki gibi şer ve zarar vermeyi hedef alan bir hile olmadığı gibi; keşfi mümkün, önüne geçilebilir, durdurulur bir hile de değildir. Hatıra ve hayale gelmez, engin sırlarına erilmez yönlerden çevirir; imandan, doğruluktan çıkan, küfür ve hileye sapanların belalarını verir. Buna göre Allah'ın mekri lügat bakımından bilinen şer mânâsıyla değil, ona ceza olan ve müşâkele (şekli bir, mânâsı zıt kelime getirmek) suretiyle hile denilebilen bir hayırdır. Hatta ilâhî hile, hile yapanlar için bile bir hayrı içerir. Çünkü onlara bu şekilde hilenin fenalığını, cezasını anlatır da uyanmalarına, tevbe etmelerine sebep olur.
55- İşte Allah o hile edenlere bu mekrini şöyle dediği zaman yaptı: Zira Allah o hileden, sû-i kast yapan kâfir zalimlere rağmen İsa'ya dedi ki: Ey İsa, seni ben vefat ettireceğim ve bana yükselteceğim ... "Teveffi" kelimesi, "vefa" masdarından alınmış olarak esas lügatta "ıstıfa" gibi tamamen kabzedip almaktır. Fakat ruh sahiplerine ve bilhassa insanla ilgili olduğu zaman vefat ettirmek, yani eceline yetiştirip ruhunu almak mânâsında açık ve meşhurdur. Buna göre bir delil bulunmadıkça, başka bir mânâ ile tevili caiz değildir. Fakat burada mekir mânâsıyla ilgisi bulunmak üzere Nisâ Sûresi'nde "Onu öldürmediler ve asmadılar, fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa'ya) benzetildi." (Nisa, 4/157) âyeti, onların Mesih Meryemoğlu İsa peygamberi öldüremediklerini ve asamadıklarını ve fakat şüpheye düşürüldüklerini açıkça beyan etmiş, Hz. Peygamber'den de "İsa ölmedi, kıyamet gününden önce size dönecektir." hadis-i şerifi de varid olmuş bulunduğundan, buradaki "seni öldüreceğim" kelimesinin, az çok zahir dışı bir mânâ ile tevil olunması gerekmiştir. Bunun için tefsir âlimleri burada yedi sekiz kadar mânâ beyan etmişlerdir ki, birkaçını zikredelim:
1- "Teveffî" vefat mânâsınadır. Ancak mâbad (kendisinden sonras)ında atıf harfi olan (vav), ne beraberlik, ne de tertip gerektirmiyeceğinden burada nükteli bir takdim ve te'hir vardır. Ref' (yükseltme) önce, teveffî (ölme) sonra olacaktır. Bu mânâ Katâde'den rivâyet edilmiştir. Yani İsa o su-i kast sırasında Allah'a yükseltilmiş, onlar öldürüp astık zannetmişler, fakat ölmemiştir. Çünkü Allah "muhakkak ben, seni öldüreceğim." buyurmuştur. Müslümanlar arasında meşhur olan mânâ ve inanç da budur. Çünkü burada zahire aykırı denecek bir tevil yok demektir. Bizce bu tefsir ve inancın özeti şu demek olur: Allah'dan bir kelime olan ve Rûhu'l-Kudüs ile te'yid edilmiş bulunan Mesih İsa'nın ruhu henüz kabzedilmemiştir. Ruhunun eceli gelmemiştir. Kelime daha Allah'a dönmemiştir. Onun daha dünyada göreceği işler vardır. Bu, bir ruhun bâki (ebedî) olmasıdır. Fakat hıristiyanların dediği gibi, uhrevî (ahirete ait), ebedî bir ruhun bâki olması da değildir, berzaha ait bir bekadır. Onun kıyametten önce eceli gelecek, vefat edecek, Azrail tarafından öldürülecektir. Ahirette de ölümden sonra bir ba's (yeniden dirilme), bir ahiret hayatı olacaktır. İsa'nın ruhu alınmamış olunca, İsa'nın Allah'a yükselişi, yerden kalkması yönündendir. Ortadan kalkan, Allah'a yükselip dönen odur. Bundan dolayı İsa'nın haberlerde gelen semaya yükselmesiyle, Kur'ân'da varid olan Allah'a yükselmesi durumunu birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü sema, ilâhî isimlerden değildir. Hıristiyanlar, semaya Allah, Allah'a sema diyorlarsa da İslâm'da caiz değildir. O halde "seni kendime yükselteceğim" ifadesinin "seni semaya yükselteceğim" diye te'vil olunmaması gerekir. Zira İsa'nın Allah'a yükseltilen cismi, semaya yükseltilen de henüz öldürülmemiş olan ruhudur diyebiliriz. Ve bu sema, dünya seması olan maddî sema değil, ruhanî dördüncü semadır ki, Mi'rac gecesinde Resulullah (s.a.v.) İsa'yı orada, Harun'u beşinci, Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci semada görmüştü. Şu halde İsa'nın, semaya yükselmesi ve kıyametten önce semadan inmesi ve dönüşünü anlatan haberler ve hadisleri, Allah'a yükseltilen İsa'nın cismine sarfetmemelidir. İsa'nın ruhu, böyle bir geçici bakâ ile bakî olduğu gibi, diğer peygamberler de böyledir. Kabirlerindeki peygamberler diridirler. Nitekim fıkıh kitaplarında açıklanmıştır. Her peygamberin ruhanî eceli, ümmetinin ecelidir. Ruhanî ecelleri tamam olmuş nice peygamberler vardır ki, Kur'ân'da anılmamışlardır. Yukarda geçen ıstıfa (seçme) âyeti gereğince "Birbirinin zürriyeti olarak" (Âl-i İmrân, 3/34) seçim silsilesinde dahil olan büyük peygamberlerin derece derece ruhanî semada bekaları devam etmektedir ki, bunlar da Âl-i İbrahimdir. Âl-i İmrân da bundandır. İsa'nın cesedi Allah'a yükseltilmiş, fakat İsa'nın ruhu da kabzedilmemiş (alınmamış), yani ümmetinin eceli gelmemiş, İsrailoğullarının su-i kastı ve hilesiyle Hıristiyanlık yok olmamış, o hile içinde yaşamış ve Musa'nın ruhunun beraberinde yaşamıştır. Bunun için o yok oldu sanılan, İsa'nın bir avuç tabileri, İsa pek az bir zaman içerisinde bu ruhtan faydalanarak yahudilerin üstünde bir hayata erişmiş ve nihâyet Muhammed aleyhisselamın gönderilmesiyle hepsi Muhammed'e ait ruhun emrine geçmiştir. Bundan sonra İsa da, bütün peygamberlerle beraber, Hz. Muhammed'in emrindedir. Bir gün gelecek Muhammed ümmetinin daraldığı bir devirde Allah'ın bir garib kelimesi olan İsa'nın ruhu ortaya çıkacak, Muhammed'e ait ruhun emrinde hizmet edecek, fakat kıyametten önce vefat edecektir. İşte bu halin, yalnız İsa'ya özellikle açıklanması, İsa'nın hüviyetinin mücerred (soyut) bir garib kelime olması, yani ölüleri diriltme gibi en çok inkâr edilen bir harika olaya nail olmasından dolayıdır. Bu mazhariyet (şeref) peygamberlerin hepsinde ve hele Muhammedî hakikatte de mevcut ise de, o aynı zamanda marufdur, bilinen bir hakikattir. Tamam hakikate uygun olarak harika ile sünneti toplamıştır. İsa, Âdem gibi, tekamülün başlangıcı olan bir şâz (kural dışı); Muhammed (s.a.v.) tekamülün gayesi olan bir hakikattir. Bunun için Muhammed'e ait ruh, Allah'ın izniyle, ölüleri diriltme mucizesinde İsa'nın ruhunu kullanır. Ölüleri diriltmek İsa'da mücerred (soyut) bir mucize, Muhammed'de bir kanundur. Muhammed'e ait ruhun seçiminde, İsa'nın ruhunun da bir ıttıradı (birbirini takip etmesi) vardır. Her harika, ilk nail oluşa nisbet olunur. Muhammed'e ait olan harika, onunla beraber olan diğer peygamberlerden gelen harika silsilelerine eklenen olgun özelliktedir. "Allah onlardan bir kısmının derecelerini yükseltmiştir." (Bakara, 2/253).
2- Ey İsa, seni eceline tam bir şekilde yetireceğim, sana katili musallat etmiyeceğim, kendi kendine öldüreceğim ve kendime yükselteceğim.
3- Seni Azrail aracılığıyle öldüreceğim ve şahsını yerden alıp kendime yükselteceğim.
4- Seni uyutacağım, kendime yükselteceğim.
Bu ikisi Hasen'den ve dördüncüsü Rebi'den rivâyet edilmiştir.
5- Seni, tam bir şekilde, olduğun gibi, ruh ve bedeninle alacağım, kendime yükselteceğim.
6- Bazı âlimler de tamamen zahiri üzere bırakarak, "Seni vefat ettireceğim, ruhunu alacağım." mânâsını vermişler ve "Cenab-ı Allah İsa'yı semaya yükseltinceye kadar üç saat" ve bir rivayette "yedi saat vefat ettirdi." diye rivâyet etmişlerdir. Fakat bu rivayet zayıf görülmektedir. Doğru rivayet, yükseltilmeden önce ve yükseltilme esnasında ruhunun alınmamış olmasıdır. Buna da en uygun olan birinci görüştür. Bu rivayetten nihâyet şunu anlayabiliriz ki, o esnada birkaç saat kadar Hıristiyanlığın tamamen sönmüş olduğu fikri hüküm sürmüştür. Ve bu yükseltme ile o küfreden, kâfirlerden seni temizleyeceğim, artık onlarla ilgin kalmayacak. Onlar sana bulaşamayacaklar. Ve sana ciddi olarak uyanları yahut ciddi veya surî (görünüşte), gerçek veya iddia olarak nasıl rastlarsa dinine uyanları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. İsa'nın dinine uyan topluluk, yahudilere üstün gelecek ve kıyamete kadar kılıç veya delil bakımından onların üstünde olacaktır.
Buradaki maksat, Hz. İsa'ya küfürlerini hissettirip hile eden ve onların yolunda giden yahudilerdir. Fakat yahudi olmak sıfatıyla değil, küfür sıfatıyladır. den maksat, havariler ve onlar gibi müslüman ve müvahhid olarak, ciddi olarak İsa'nın dinine tabi olanlar mıdır? Yoksa böyle olmasa bile şahsına sevgi ve onun adına hareket ile velevki görünüşte olsun ona uyanlar da dahil midir? Yani mutlak ittiba (uyma), kemaline mi sarfedilmiştir? Yoksa ıtlakı üzere mi cereyan etmektedir? Birinci takdirde bu vaad, bütün hıristiyanlara değil, ciddi olarak tevhid ehli ve İslâm olan ve bütün peygamberleri tasdik eden, İslâm ve tevhidde havariler ile birlik ve uyuşmuş olanlara mahsustur ve bu üstünlük hakiki ve geneldir. İkinci takdirde ise, bunlarla beraber bütün hıristiyanlara da şamildir ve üstünlük izafî (relâtif) ve nisbîdir. Bu konuda iki rivayet varsa da sonrasındaki ihtilaf ve hüküm fıkrası, genel olan ikinci mânâya ve izafî üstünlüğe işaret etmektedir. Gerçekten o zamandan beri ya delil veya hükümetçe veya her ikisiyle gerçek üstünlük, gerçek ittiba erbabına mahsus olmakla beraber, genel şekliyle müslüman veya müslüman olmayan hıristiyan toplumları da yahudilerin üstünde ve onlara hakim ve galip olagelmişlerdir. Fakat bu yükselme ve bu vaadin mânâsı, ne İsa'nın uluhiyete ortaklığı ve ne İsa'nın tabilerinin ilâhî hakimiyyetten çıkması, ne de bundan sonraki âlemin içinde hıristiyanlara üstün hiçbir ümmet gelmeyecek ve İsa'nın tabileri hiçbir zaman mahkum ve sorumlu olmayacak demek olmayıp, ancak İsa'ya hile ve küfreden yahudilerin bu küfürde devam ettikleri müddetçe hiçbir zaman İsa'nın tabilerinin üstüne çıkamayacaklarını, bu da İsa'nın kendisinden değil, bir peygamber olan İsa'ya küfür, Allah'a küfür olmasından doğmuş olduğunu ve bundan dolayı İsa'ya iman edeceğiz diye Allah'a küfredenler, yahudilere mahkum olmamakla beraber, dünya ve ahirette küfür cezasından kurtulamayacaklarını ve yoksa gerek İsa ve gerek tabileri her zaman ilâhî hakimiyet altında bulunduğunu, özetle o hileye karşı İsa'ya ve İsa'nın tâbilerine iltifat eden bu vaadler imanın küfre; tevhidin şirk ve ihtilafa; doğruluğun hileye; adaletin zulme; Allah'ın mâsivallah (Allah'dan başkasın)a hakimiyyet ve üstün gelmesi demek olduğunu anlatmak üzere buyuruluyor ki: Ey İsa, bu vaadlerden ve o kâfirlere tabilerine bu üstünlüğü verdikten sonra üzerinizde ilâhî hüküm ve hakimiyyet kesilmiyecek, nihayet dönüş yeriniz ben olacağım hakkında tabilerinle ihtilaf ettiğiniz hususlarda aranızda yine hükmedeceğim.
56-57-Bu hüküm üzerine: "İnkar edenlere gelince, onlara dünyada da ahirette de şiddetli bir azab edeceğim. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır. İman edip iyi işler yapanlara gelince, Allah onların mükâfatlarını tam olarak verecektir. Allah zalimleri sevmez." Hayru'l-mâkirîn (hileleri boşa çıkaranların en hayırlısı) olan Allah, zalimleri sevmediği içindir ki, küfürleriyle zulmeden o kâfirlerin hilelerine karşı onlara bu hileyi, sana da bu diriltmeyi takdir etti. Onlar da İbrahim'in nesline mensup oldukları halde, "Zalimlere ahdim ermez." (Bakara, 2/124) istisnasıyla ilâhî ahidden mahrum olarak bu mahkumiyete dûçâr oldular. Senin tabilerin de onlara karşı dünyadaki bu üstünlüğü kötü kullanıp zulmederlerse, aynı sonuca mahkum olurlar. İşte İsa'nın tabilerine kıyamete kadar -izafî de olsa bir üstünlük vaad edilmiş olması "kelimetün minallah" (Allah'tan bir kelime) olan İsa'nın ruhu, o hile ve yükseltilme zamanında alınmamış olduğuna ve şu halde hükmü, vuku bulmada sonra olduğu halde; İsa'yı en çok sevindirecek olan hakimiyet ve ilâhî vahdaniyyetin, her şeyden önce ilanı nüktesiyle takdim edilmiş olduğunu gösterdiğinden, İslâm inancında İsa vefat etmemiştir ve fakat kıyametten önce vefat edecektir. Demek ki, İsa'nın son hali de budur. Şimdi:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
58- İşte bu sana okuduğumuz, âyetlerden ve hikmetli Kur'ân'dandır.
58- İşte ey Muhammed, İsa ile tabileri ve yakınları arasındaki ihtilaf üzerine vereceğimi vaad ettiğim o hüküm yok mu, onu biz sana okuyoruz: Öyle ki, Tevrat ve İncil'i tasdik edici olarak indirilen ve senin peygamberliğine delil ve bürhan olan, müteşabih ve muhkem âyetleri içeren, muhkemleri "ümmü'l-Kitab" (Kitabın esasları) olan Kur'ân'ın âyetlerinden ve hak ile batılın ayrılmasında hikmetli bir şekilde hakim olan furkan-ı muhkem (sağlam furkan = Kurân) ve zikr-i hakîm (hikmetli zikir = Kur'ân) cümlesinden olmak üzere tilavet ediyoruz. Birdenbire değil, derece derece serdediyor ve zikrediyoruz. Demek ki o hüküm İslâm hükümleridir. İşte o âyetlerden, o hikmetli ve muhkem zikirden birisi:
Meâl-i Şerifi
59- Doğrusu Allah katında İsa'nın (yaratılışındaki) durumu, Âdem'in durumu gibidir; onu topraktan yarattı, sonra ona "ol!" dedi, o da oluverdi.
59- "Onu topraktan yarattı", topraktan hayata doğru başlayan ıstıfa (seçme)ya, "sonra ona 'ol!' dedi" , bir müddet sonra insana mahsus ruh üflenmesiyle insan olarak seçmeye, "hemen olur" da silsilenin devam etmesine delalet etmektedir ki, "oldu ve olur" demektir. Âdem'in topraktan yaratılması, Âdem'in oğullarının babalarının sulbündeki yaratılışlarının gidişatına denktir, denebilir. Bugün bazı Zooloji bilginleri (hayvanat bilimi âlimleri)nin tercihlerine göre nutfe (döl suyu, sperma)deki yani menî tohumlarındaki hayat, bitki hayatıdır. "Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi." (Nuh, 71/17) âyetinin mânâsına göre de Âdem'in (hayata), yeryüzünden bir bitki gibi başlamış olması anlaşılabiliyor. Bundan sonra bunun hayvanî hayat ve insanî hayat bir adım(lık bir zaman)da mı, yoksa birçok zamanlarda mı geçtiğini ilmî denecek bir şekilde tayin edemeyiz, bunlar şüphedir. Bunda kuvvetli olan nokta, Adem'in her halde, ilk hılkati ne olursa olsun, onun o yaratılışta insan ve âdem değilken, ilk olarak bir insan, bir beşer olması ve ondan önce bitki ve hayvan varsa da, insan bulunmaması ve insanın bir "kün" (ol) emri ile olmasıdır. Şu halde burada, hem insan, hem hayvan, hem bitki açısından her birinin ilk tohumlarının kendi cinslerinden olmadığını, onların her birinin de bir ilâhî yaratma ile olduğunu ve bunların kadîm ve ezelî olmadıklarını açıklama vardır. Şu halde insan bir hayvan tohumundan olmuştur veya bir bitki tohumundan olmuştur diye şüphe etmek de meseleyi değiştirmez. İlk insan yine bizzat yaratılmıştır. Farzedelim ki Âdem bir hayvandan doğmuş olsun, bir hayvan veya bir bitki insan oluversin. Bu da bir "kün" (ol!) emrinden başka bir şey midir? Faraza bir insan nesnastan doğmuş demek, "ilk insan, insan tohumuna muhtaç olmamıştır, insan için insan tohumu zorunlu değildir" demek değil midir? O halde bunlar da yaratma kanunu ve "kün" (ol!) emrinden başka, ilmî ve kesin bir kanunî başlangıç yokken şüphelere koşup da kuvvetliyi bırakmanın mânâsı nedir? Daha sonra, Âdem'in bir değil, birçok farzedilmesi de meseleyi değiştirmez. Tersine misalleri çoğaltır. Fakat akıl açısından bir Âdem'den fazlası da zorunlu ve kuvvetli değildir. Bununla beraber ne gariptir ki, "babasız bir insan olmaz" davasında bulunanlar, başlangıçta bir değil, birçok babasız insanlar bulunduğuna hükmetmek istiyorlar. Bunlar ise, ilimde ve imanda kuvvetliyi bırakıp, şüpheye koşmaktır. Bakınız veciz nazmındaki mânâların içeriği ve hilkat (yaratılış) tertibi ve ilmin ihkâm (sağlamlaştırmas)ı ne kadar hayrete şayandır? İnsanlığın yaratılışı iki neş'et (meydana geliş) üzerine tertip olunmuş ve "kün" (ol!) emri ikincide verilmiştir.
İşte Allah'ın müteşabih bir kelimesi olan İsa'yı, böyle muhkem bir asla döndürmek suretiyle açıklama, ilmî bir imana bağlayan bu muhkem âyetin nüzul sebebi, Necran'dan gelen hıristiyan murahhas heyeti (delegeleri)nin Peygamber'in huzurundaki karşılıklı konuşmaları olduğunda tefsir bilginleri ittifak etmişlerdir. Buna göre bu âyet, önce nass olarak ve ibaresiyle hıristiyanlara; ikinci olarak ve işaretiyle yahudi ve diğerlerine cevaptır. Necran temsilcileri demişlerdi ki: "Madem İsa'nın beşerden bir babası olmadığı açıktır, o halde Allah olması gerekir." Şimdi bunlara karşı buyuruluyor ki, İsa'nın ve tasdik ettiği bütün peygamberlerin getirdikleri ilâhî kitaplar ve bu cümleden olarak Tevrat ve İncil gereğince Hz. Âdem'in de beşerden bir babası olmadığı belli ve açıktır. Halbuki bütün bunların şehadetiyle Âdem ne Allah'tır ne de Allah'ın oğludur. İşte İsa da, tıpkı onun gibi, ne Allah, ne de Allah'ın oğludur. Allah İsa'nın babası değil, yaratıcısı ve rabbidir; İsa ancak Meryem'in oğludur. Hak din budur. Bunun zıddı, Tevrat ve İncil'i ve İsa'yı da yalanlamaktır. Burada yalanlanması gereken noktalardan birisi, bu çözümün, hıristiyanlara karşı mücerred (soyut) bir ilzam (susmaya mecbur etme) ifade eden bir tartışmadan ibaret olmayıp, kesin susturmayı ifade etmekle beraber, hiçbir hata ihtimali olmayan delile ait muhkem bir hakkı, bir ezelî hakikati tesbit etmiş olmasıdır. Yoksa aslı bozulmuş İnciller'de İsa'ya "İbnü Yusuf" (Yusuf'un oğlu) adının verilmesini caiz gören hıristiyanlara karşı diğer ilzam (susturma)lar da yapılabilirdi. Fakat bu, bir hak olmaz, İsa'ya, Meryem'e ve Yusuf'a bir iftira, bu da "bana hiçbir beşer dokunmadı" vicdanında Meryem'i tasdik eden Allah Teâlâ'ya bir küfür olurdu. Bunun içindir ki, Allah, İsa'ya ancak "İbnü Meryem" (Meryem'in oğlu) demiştir. Ve bununla "Allah'ın oğlu" ünvanını reddettiği gibi, "Yusuf'un oğlu" ünvanını da reddetmiştir. Buna göre bu çözüm, yalnızca susturmaya mahsus bir çözüm değil, delil ile ilgili bir çözüm olduğundan, yalnız hıristiyanlara cevap olmakla kalmayıp, işaretle yahudilere ve başka inkârcılara da cevaptır. Yahudilere cevap olmasının açıklaması da şudur:
Tevrat gereğince Âdem, anasız babasız topraktan yaratılmış, babası yok bir peygamberdir. Ve babası olmamakta İsa da bir Âdem gibidir. Şu halde babası olmadığından dolayı İsa'yı ve peygamberliğini inkâr etmek Âdem'i ve Tevrat'ı, Allah'ın kudretini inkâr etmektir. Şu halde siz, yalnız İncil'i ve İsa'yı değil, Tevrat ve Musa'yı da yalanlıyorsunuz. Sonra bunda akıl bakımından bütün akıl sahiplerini şöyle bir aydınlatma vardır: Beşere özgü dokunma olmaksızın Meryem'den İsa'nın doğuşu normal deneylere, tecrübelere uymuyor diye, Meryem'i ve İsa'yı ve bu konudaki gözlemleri, şehadetleri yalanlamaya ve bozmaya kalkışmak doğru değildir. Doğru ilme, akıl ve hikmete aykırıdır. Zira böyle bir inkâr insanın kendini ve insanlığın aslını ve toprak aslî maddesinden yaratma ve seçme kanununu inkârdır ki, bunları inkâr edenler kendilerini ve gerçek ilmi reddetmiş olurlar. Çünkü akıl ve ilimde en kesin kanun, yaratma kanunudur. İlimde deneye uygun olana inanılır. Fakat deneye uymayan olaylar da inkâr edilmez, tesbit olunur. Diğer bilgilere başlangıç yapılır. Deneyin ötesi bulunduğu da tecrübe edilmiştir. Şu halde İsa'yı inkâr, ilmî ve fennî değildir. İsa'nın yaratılışı ilim bakımından tasavvur olunamaz bir çelişki değildir. Tersine insana mahsus deneylerin başlangıcı olan ilmî bir olayın, Âdem olayının, ilk yaratma olayının bir tekrarıdır. Gerçekten İsa müteşabih bir hak kelimedir. Yani yaratılışta bir nadir olaydır. Fakat her yönden tek, ıttırad (aynı üslubta gitme) kanunundan bütün bütün dışarda, misalsiz, akıl ile açıklanması ve yorumu mümkün olmayan bir kelime, bir olay da değildir. Allah katında bunun gerçek bir yorumu ve açıklaması vardır. İlk beşerin yaratılması, ıstıfa kanunu, İsa olayına şahit olamayanlar, şahitlerden bu kelimeyi işittikleri zaman ifrat ve tefrit ile, sapma ve doğrudan ayrılma ile, inkâr veya kötü yoruma sapmamalıdır. Halk (yaratma) ve ıstıfa (seçme) kanunu her zaman, herkes için olayların görülmesiyle bilinir. Akıl ve ilim sahiplerinin şunu bilmesi gerekir ki, âdet dışı olaylar vardır, bu da bir kanundur, hem de tecrübe ve araştırmaya ait bir kanundur. Bu da yaratmanın iradeyle ilgili olduğuna delildir. Sûrenin başında akıl sahiplerine ve büyük âlimlere anlatıldığı üzere hak olaylar, aynı şekilde onu ifade eden hak âyetler, muhkem ve müteşabihlere ayrılmıştır. Muhkemler, hem görerek, hem düşünerek şüphe etmeksizin alınır. Onlar kendi kendilerini açıklarlar. Müteşabihler ise ancak şüphesiz olarak alınırlar, onun dışında kendi kendilerini açıklayamazlar? Ancak kendilerine uygun bir misale veya bir kanuna irca ile açıklanır ve yorumlanırlar. Gerçek misali bulunamadıkça, yapılan yorumlar hata olur; yalan olur, aldanmak, aldatmak ve doğruyu bozmak olur. Buna göre kuvvetli ilim, tek ve istisna olayları inkâr etmez. Onu, önce olduğu gibi alıp ve tasdik ederek, görerek kaydeder ve kelime ile haber verir. İkinci olarak muhkem ve gerçek bir örneğini araştırarak izah ve yorumuna ve aynı üslub bir bütüne döndürmeye çalışır. Ona akılda ve dış alemde bir örnek bulabilirse, "bu da böyledir" der. Araştırmasından sonra bulamazsa olayları yalnız görmekle yetinir; yorumunu bekler ve Allah'a havale eder, fakat inkâr etmez, kötü yorumdan kaçınır. Mesela altını, altın olarak alır, inkâr etmez, özelliğini zabteder. Bunu başka madenlere bir yönden benzetir, diğer yönden benzetemez, bakır veya gümüştür diyemez, "onlar gibi değildir" de diyemez. Netice olarak bunu maden kelimesiyle ve hepsinin başlangıcı olan bir mutlak misalle toprak aslî maddesine döndürme ve onu o topraktan seçme ve terbiye ile altın yapan yaratıcı kudrete teslim eder. İşte akıl sahiplerinin, kamil aklın, kuvvetli ilmin yapacağı budur. Bundan başkası ne ilim, ne akıldır; nefis düşkünlüğüdür. Şimdi bu ilmî esaslar bilindikten sonra görünmüş olan İsa kelimesine gelelim: Bu kelime, Mesih Meryem'in oğlu İsa'dır ki, güzel ve yüksek vasıfları içeren bir tevhid delilidir. Beşer tarihinde bu isim ile -Allah'ın izniyle önemli olaylara başlangıç olmuş, mübarek, kişisel ve bir tek olay olarak görünmüş, sonra göğe yükseltilmiş ve yalnız kelimesine şehadet kalmıştır. Bu olay başlıca birkaç yönden müşahede edilir: Birincisi olayın kendisidir ki, İsa'nın zatıdır. Bunu geçmişte beşikteki çocukluğundan yetişkinliğine kadar birçok insanlar, bu cümleden olarak İsrailoğulları toplumu görmüş, konuşmuş, kimi sevmiş, kimi sevmemiş, seven sevmeyen hepsi yalanlanması mümkün olmayan bir ittifak ile bu insanî şahıs vardır diye şahitlik etmiştir. Bu yönden İsa'nın şahsı, hem görünmüş olmak, hem de şahitlik etmek bakımından muhkem bir olaydır. Bir insandır. İkincisi, İsa'nın şahsı Meryem'den doğmuştur ki, bu da kesindir. Gerçi bu görme, diğer müşahedenin aynı değildir. Fakat bilinen ve muhkem âdet dairesinde bilinen herhangi bir şahsın varlığı gibi görülmüştür ki, esası Meryem'in kendisinin ve beraberindekilerin müşahede ve şahitliklerine dayanmaktadır. Gebeliğin geçmesinden istidlalin eklenmesiyle de İsa'nın şahsını görenlerin hepsi bunu itiraf etmiştir. Herhangi bir şahsın anasından doğduğunu itiraf etmesi de başka türlü bir görmeye dayanmaz. Şu halde İsa'nın, Meryem'in oğlu olması durumu da bu şekilde görme ve sonuç çıkarmaya dayanan inkâr edilemez muhkem bir olaydır. İsa anasından doğmuş bir çocuk, bir insandır. Üçüncüsü, Meryem'e, beşerle ilgili bir temasın vaki olmaması ve İsa'nın Meryem'in rahminde bir baba aracılığı olmaksızın yaratılması durumudur ki, bu da aslında imkansız olmayan ve fakat örnekleri görülmüş olmadığından dolayı şâz (kural dışı), garib ve tek olan karmaşık bir olaydır. Doğumda olduğu gibi, bu da Meryem'in vicdanı ve Meryem'in geçmiş ve özel durumlarını tecrübeyle bilenlerin şahitlikleriyle tesbit edilmiştir ki, bir nefy-i mahsura (sınırlı bir nefye, yani bu tür hamileliğin yalnız Meryem'e mahsus olduğuna) şahitliktir. Pastör deneyindeki ilmî şahitliğin içeriği de böyle bir nefy-i mahsurdan ibarettir. "Yirmi dokuz sene gibi belli bir zaman sürecinde kapalı şişeler içerisindeki dezenfekte edilmiş sular içinde bir mikrop oluşmamış olduğuna Pastör adındaki doktor objektif bir şekilde şahitlik etmiş, bundan da tohumsuz meydana gelmenin bir tabiat olmadığı sonucuna varmıştır. Buna karşılık da Hz. Meryem korunmuş ve masum olduğunu Pastör'ün şişelerini bilmesinden daha kuvvetli bir şekilde bildiği kendi nefsinde, kendi kalp ve vicdanı ile beraberinde onu devamlı bakış ve tecrübeleri altında saklı bulunduran zatlar da tecrübe ve bilgileriyle insan teması olmaksızın bir gebeliğin, bir ceninin oluşmasına hem enfüsî (subjektif) ve hem âfâkî (objektif) bir şekilde şahitlik etmişlerdir. Bu sırada bundan önce Zekeriyya'nın karısının ihtiyarlamış iken Yahya'ya gebe kalması olayı da tecrübe ve âdet dışı olma bakımından Meryem'in gebeliğinin doğruluğunu gösteren geçmiş bir teyid edici olmuştur.
İşte incelemeye göre İsa anasından doğmuş, anasının maddesinden yaratılmış bir insanî şahıs olma bakımından muhkem; anasından beşer dokunmaksızın oluşumu bakımından da müteşabih olan hak bir kelimedir. Bu kelime böyle kural dışı bir olay olmak üzere tesbit edilmiş ve bunu görmemiş olan akıl sahiplerinin akıl ve imanına teklif olunmuş ve bu olay birtakım olaya ve nice sözlere sebep olmuştur ki, bütün bu sözlerin içinde en doğrusu onun söylediği "Şüphesiz Allah,benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet ediniz." ifadesi, tevhid emridir. Herhangi bir kimse kendinde böyle bir olay görmüş olsa, onu Allah'a karşı kendi vicdanında "haktır" diye tasdik etmekte hiç de tereddüt etmez. Bir insanın bunu şahsında görmesi için de Meryem gibi bir bikr-i betûl (kendini Allah'a adayan bekâr kadın) olması gerekir. Şimdi Meryem gibi bir bâkire olmayanlar ve onun gibilerini görmeyenlerin, bunu tesbit eden şehadetleri yalanlayarak veya bozarak İsa olayını inkâr veya kötü yorum yapmaya ilmen ve aklen hakları olabilir mi? Sonra, bu olayın bir gerçek yorumu, bir açıklaması var mıdır, yok mudur? Mesele budur. Yukardan beri akıl sahiplerine bütün bu açıklamayı yapan ve seçme kanununu da anlatıp kelimeyi böyle inceleyen Kur'ân ta sûrenin başında "İlimde derinleşmiş olanlar: 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır. Ama ancak temiz akıl sahipleri öğüt alır.' derler." (Âl-i İmrân, 3/7) muhkem âyetiyle, müteşabihi inkâra veya kötü yoruma sağlam ilim ve kâmil akıl açısından hiçbir zaman hak ve selahiyet bulunmadığını anlatmış olduğu gibi, burada da onu akıllar nazarında çaresiz olarak sabit ve sağlam bir örneğe, bir aslî maddeye, ezel ve ebede doğru, bir muhkem kanuna irca edip gerçek yorumunu göstermiştir ki, o örnek Âdem ve o madde toprak ve o kanun yaratma ve seçme kanunudur. Buna göre ilmî açıdan bunu inkâr etmek doğru değildir ve şöyle izah etmek gerekir. İsa kelimesi, bir insan tasavvurunu, bir insan kelimesini içerir. İnsan tasavvuru ve insan kelimesi de pratik ve realitede, her şeyden önce Âdem anlayışını, Âdem olayını ifade eder. Çünkü realitede insan tarifinin ilk örneği Âdem'dir. Âdem kelimesinin kesin akıl anlayışında en sağlam şekilde delalet ettiği olay da şudur: Başlangıçta topraktan yaratılmış ve var olmuş itaatkâr bir memurdur ki, asıl insan demek bu demektir. Şu halde İsa kelimesi, insanın aslı demek olan Âdem kelimesine, diğer Âdemoğullarından daha çok bir benzeyişle benzeyip dururken, "böyle insan olmaz ve olamaz" diye inkâr etmek veya geçmiş ve gelecekte dengi bulunmak ihtimali olmayan yaratıcı ve emredici Allah Teâlâ'ya benzetmeye kalkışıp çelişkiye düşmek veya düşük örneklere dönüştererek iftira ve bühtan yollarına sapmak için hiçbir ilmî ve fennî zorunluluk yoktur. Toprak ve ruh, yaratma ve seçme, bir yaratıcıya mahkum olmak, her insandan en küllî (tümel), en umumî (genel), en sağlam esas bu iken, bunu bırakıp da İsa'yı bunun dışında veya tesiriyle düşünmeye veya ilim bakımından hiç izahı mümkün değil zannetmek büyük bir bilgisizliktir, insanlıktan düşmektir. Kör bir tabiat, seçimsiz bir yaratma, temelsiz bir kanun, illet (sebep)siz bir malul (illetli), iradesiz bir sebep değişimi fikirleri üzerinde yürüyen ve başlangıç tasavvurunu Hak'dan almayıp kendi gördüğünden alan ve insanlığı ruhî gelişmesinden çok cisim ve madde ile ilgili gelişmesiyle ölçen kimselerin aşırılık ve ihmalkârlıktan kurtulmayan tasavvurlarına ve adi iddialarına ilim denmez. Âdem kıssası, İsa kıssasının hem haber, hem istikrâ (tüme varım) ve hem istintac (sonuç çıkarma) bakımından bir örnek ve izahıdır. Sözün kısası, insanlığın yaratılışı hakkında başlıca iki kanun vardır: Birisi, hiçbir istisnası olmayan daha genel ve külli (tümel) ve bundan dolayı istidlal (delil ile sonuca varmak) ve sonuç çıkarma yönüyle mantık bakımından kesin ve kuşkusuz bir sonuç veren şu kanundur: "Her insan Allah'ın mahlukudur." İkincisi de şu kanundur: "İnsan, bir baba insan ile bir ana insanın birleşmesiyle doğmuş çocuğudur". Bu kanun, genel değil, çoğunluğa aitdir. Çünkü zorunlu müstesnası vardır. Çünkü ilk insanı veya ilk insanları kapsamamaktadır. Buna göre İsa bir insandır ve çoğunlukla insan, bir baba insan ile bir ana insanın birleşmeleriyle doğmuş çocuklarıdır. O halde İsa da büyük ihtimal ile böyle bir çocuktur. "Acaba onun babası kimdir?" diye düşünmek kuvvetli, ilmî bir düşünce değildir. Bir iman temin etmez, ilmî bir inkâra da hak vermez. Fakat "İsa bir insandır ve her insan ise Allah'ın yaratığıdır. O halde İsa da Allah'ın yaratığıdır." diye tasavvur edildiği zaman hiç yanlış olma ihtimali yoktur. Buna iman eden hiçbir zaman aldanmaz ve hiç yalan söylemiş olmaz. İşte hak din olan İslâm dininde, iman ve iman prensiplerinin, böyle her şüpheden uzak ve her töhmetten salim, gayet sağlam ve son derece nezih ve ahlâkî olması gerekir. İnsan, ya doğru söylemeli veya susmalıdır. Yalancılıkla Allah'a küfür ve isyan etmemelidir.
Bu açıklamalara eklenecek bir şey yoktur. Fakat zamanımızda hayat bilgisi, tabiat bilgisi ve rüşeym (embriyon) ilmi adına söz söyleyenler çok olduğundan, bunları kavrayamayacak olanların uzaklaşmalarını ortadan kaldırmak için şunları da hatırlatalım: Önce, hayvanlarla ilgili doğumlarda kanûn-i veraset (soya çekim)e ait olmak üzere "atavizm" (ceddâniyet) yani ta yukarlardaki ataya ve dedeye çekmek denilen bir olay vardır ki, İsa olayı da bu türdendir. İkinci olarak, tasvirle ilgili olan hayat bilgisinde canlı olanlar "monomer" yahut "diyamer" yani "analı" veya "analı babalı" olmak üzere iki kısma ayrılır. Demek olur ki, Hz. İsa'da insanlar arasında bir analı bir hayat olayı olmuştur. Üçüncüsü, insanlarda erkek dişi bulunduğu gibi, iki cinsli olarak hünsâ-yı müşkil (erkeklik ve kadınlık yönünden eşit olan hünsa) de bulunabilir. Ve zaman zaman bunun bir yönü (yani erkeklik veya kadınlık uzvu) galip gelebiliyor. Biz bundan Hz. Meryem'e hünsâ demek istemiyoruz. Çünkü Kur'ân metni ile o kadındır, fakat bundan hakkıyla şu hükmü çıkarabiliriz ki, bir bedenin iki çeşit tohumun meydana gelmesinde esas olması pekâlâ düşünülebilir. Şu halde kadınlar âlemi arasında Meryem'in seçilmesini bu şekilde düşünmemize engel nedir? Dördüncü olarak, bugün biliyoruz ki, insan tohumu olan nutfe (döl suyu, sperma) tamamen meni demek değildir. "Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil miydi?" (Kıyame, 75/37) âyeti gereğince meniden bir parça olan ve bir meni içinde birçok miktar bulunabilen ve bezr-i manevî (meni tohumu) denilen bir hücreciktir. Ve bunun yirmi dokuz sene önce zannedildiği gibi hayvanlara özgü bir hayat ile yaşayan bir "huveyn" (gözle görülemeyecek kadar küçük hayvancık) değil, bitkisel hayatta bir "büzeyr" (tohum taneciği) olduğu kabul ediliyor. Şimdi tabiat bilgisi adına güneşten koptuğu ve bir zamanlar güneş gibi ateş sıvısı halinde bulunduğu nazariye (teori)ye uygun gibi görünen yeryüzünün o ateşleri içinde böyle bir tohum tanesinin bulunamayacağı ve buna göre bunun sonradan yaratıldığı ve oluşturulduğu fen ilimleri bakımından bilinip ve kabul edilirken ve sonra böyle bir tohum tanesinin oluşum imkanına, kuru topraktan çok daha gelişmiş bir rahimin daha müsait ve çok elverişli olmasının tabii görünmesi gerekirken, Meryem'in rahiminde bir yumurtacığı bulmak için böyle bir tohum tanesinin muhakkak dışardaki bir erkek tarafından aşılanması nasıl olur da bir mutlak zaruret (zorunluluk) gibi düşünülür? Ve nasıl olur da öyle bir tohum tanesinin şekil ve ulaşma yolunu ilim ve beşer fenni kapsar ve tayin eder diye iddia olunabilir? Ve sonra tek başına böyle haddini bil-meyen tabiat ilimleri davalarına, haddini bildirmek için yaratılmış ve gönderilmiş olan Hz. İsa'ya ve meleklerin canciğer arkadaşı olan seçkin anasına (Meryem'e) ilim adına nasıl saldırılabilir? Beşinci olarak, insan, madde ile değil, ruh ile insandır. Ve burada psikoloji açısından da bir düşünce vardır. Her an kendimize dikkat edersek görürüz ki, zihnimizdeki bir kelimenin veya bir mücerred mânânın, maneviyattan maddiyata, ruhaniyetten cismaniyete bir sebep olması vardır. Kendimizdeki bir şuurun bir hayale, bir hayalin bir harekete geçebildiğini görüyoruz. Böyle olmasaydı kolumuzu oynatamazdık ve hiç kuşku yok ki bu toplu ve mekanik (şuursuz, kendi kendine olan) hareket, içimizdeki molekül ve hücre hareketiyle ilgilidir. Demek ki bir soyut idrak (anlayış), hem mekanik harekete, hem zerresel ve kimyasal harekete dönüşebiliyor da, bu şekilde kulaktan veya kalpten gelen bir "arş = marş!" kelimesi orduları yürütüyor. Manevi olayların, böyle maddî olaylara devamlı olarak dönüşmesi görüldükten sonra, bunun diğer örneklerini de az çok farklı bir biçimde düşünebiliriz. Bir lafızla veya nefisle veya vücudla ilgili kelime, vicdanî bir izlenim uyandırır ve bu vicdanî izlenim, şiddetine göre, bütün ruhu kapsayan sağlam bir inanç olur ve bu inanç bedende etkisini göstermeye, beden de onunla uygun olan yeni bir hayata başlar. Ve bu hâl gelişebilirse uzva ait görevlerde yeni bir şekil vücud bulabilir ki, filozoflar bu şartlar altında uzuvla ilgili değişikliklerin örneklerini bile tesbit etmişlerdir. Şu halde Hz. Meryem'in bu hâli yaşadığını düşünmek ve kabul etmek de mümkündür. Ve belki bu şekilde Meryem'in kalbindeki bir kelime, Meryem'in rahminde bir tohum ile bir yumurtanın beraberce oluşmasına -Allah'ın izniyle sebep olmuş ve İsa bundan doğmuştur. Bu da şehvetle ilgili bir mânâ ile değil, bilhassa rahmânî bir mânâ ile tasavvur edilmek gerekir. İşte bazı tefsir bilginleri, Meryem'in seçimi, meleklerin müjdesi, kelimenin oluşumu âyetlerinin psikoloji ilmi açısından böyle bir düşünce ilham ettiğini de göstermişlerdir. Bununla beraber bunlar tevil ve tefsir değil, inkâr ve uzak görme iddialarını bozacak mümkün olabilen düşünceleri göstermektedir. Gerçekte te'vil dur. Bunda o kadar açık mânâlar vardır ki, dikkat edip anlamalıdır. Topraktan yaratma, sonra "kün" (ol!), hemen peşinde "feyekün" (hemen oluverdi). Ancak şu noktayı unutmamalıdır ki, bu zikr-i hakim (hikmetli hatırlatma), bütün muhataplardan önce hıristiyanlara karşı bir hâkimin hükmüdür. Allah'ı ve insanı tanımak, yaratıcı ile yaratılanı, amir ile memur, hâkim ile mahkumu farkettirip itaate davet etmektir. Kelime, İsa'da var da, Âdem'de yok değildir. İsa'ya her ne yönden bakılırsa bakılsın ortağı, dengi, örnekleri vardır. Fakat Allah'ın hiçbir dengi yoktur. İsa ve Âdem, ikisi de topraktan yaratılmış, ikisi de emriyle memurdur. Âdem kelimesi, Allah'ın aynı veya oğlu olmak mümkün olmadığı gibi, İsa kelimesi de öyledir. Kelimeler çok, Allah ise birdir. Allah, kelimelerde fani (yok olucu) değil, diri ve her şeyi koruyandır. Fakat kelimeler Allah da fani (yok olucu)dir. Kelimelerle Allah çoğaltılmamalı, Allah ile kelimeler birleştirilmelidir. Kelimeler birer yol gösterici, birer alâmet, birer âyettirler. Bütün bunların tek medlûl (mânâ)leri Allah'dır. İsa da, Âdem gibi, Allah'dan gelmiş, Allah'a yükseltilmiştir. İsa'nın ruhu, vefat etmediyse, edecektir, bakî (ebedî olarak kalıcı) ancak Allah'dır.
Şimdi Necran delegeleri ve onların benzerleri bu hakkı kabul etmeyip de, "Allah'dan garip bir kelime" dedin ya, işte bu bize yeterlidir, kelime Allah'ın cüz'ü (bir kısmı)dür, kelime Allah'ın aynıdır, kelime Allah'dır, diye inat edip kibirlenerek boş laf üretiyorlarsa, Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
60- Bu hak (gerçek) senin rabbindendir, o halde şüphecilerden olma.
61- Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim".
60-61-Bu âyete, mubâhele (lanetleşme) âyeti denir ki, "Hangi taraf yalancı ise ona Allah lanet etsin." diye karşılıklı olarak lanetleşmek demektir. Yukarda açıklandığı üzere Necran delegeleri müzakere esnasında reylerinin sahibi olan reisleri Âkıb Abdu'l-Mesih'in reyi ile bu lanetleşme teklifini kabul edemediler. Onlar üzerinde en kuvvetli hüküm bu oldu, bir anlaşma ile İslâm devletinin uyruğuna girmeyi kabul edip gittiler. "Haklarımıza sahiptirler, müslümanların yükümlülükleriyle de sorumludurlar."
İşte Âl-i İmran (İmran ailesi) kıssasının gerçek aslı:
Meâl-i Şerifi
62- İşte (İsa hakkında söylenen) gerçek kıssa budur. Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Muhakkak ki Allah çok güçlüdür ve hikmet sahibidir.
63- Eğer (haktan) yüz çevirirlerse, şüphesiz ki Allah bozguncuları çok iyi bilendir.
63- Gelelim Âl-i İbrahime (İbrahim ailesine) ve Muhammed aleyhisselâm ile ilgili seçime:"Allah'tan başka tanrı yok. O, güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah katında din, ancak İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/18-19) olduğu akılla ve nakille, ilimle ve hikmetle kuvvetli bir şekilde sabit olduktan sonra, şimdi bozguncuların itirazına bakmayarak, kelimeleri dağıtmayıp toplamalı; dağınık, farklı kelimeleri, çeşitli ihtilafları bırakmak ve en sağlam olan ittifak şeklini almak suretiyle İsa kelimesinin, Âdem kelimesine döndürülmesi ve her ikisinin ortaksız yaratıcı ve emredici bir Allah'a teslim olma ölçüsünde tevhidi gibi hakkıyla tevhid etmeli ve buna göre Âdem'in en güzide sülalesi olan İbrahim soyunda bilhassa Âl-i İbrahim (İbrahim ailesi) denilen şûbe ile Âl-i İmran (İmran ailesi) denilen ve ihtilafa düşmüş bulunan şûbeler arasındaki eşit ve üzerinde ittifak edilen bir hak kelimesine davet etmelidir.
Bunun için ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
64- De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun biz müslümanlarız".
64-Burada çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların, temelli bir vicdanda, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri, İslâm'ın insanlık âleminde ne kadar geniş, ne kadar açık, ne kadar doğru bir hidayet yolu, bir hürriyet kanunu öğretmiş olduğu ve artık bunun Arap ve Arap olmayana ait olmadığı tam olarak gösterilmiştir. cümlesinde toplanan vicdanî birlikten daha geniş, daha hakim hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün. Dinî gelişmeler, vicdanların ayrılık ifade eden özelliklerinde değil, bütünlüğünde ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik davasının esası bu bir kelimede, bir vicdanda toplanır: İşte özgürlük ve eşitlik davasının bütün çözüm anahtarı buradadır. Birbirimizi rab, mevla, mutlak hükmedici tanımıyalım; bütün hareketlerimizi bir Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim. Allah'ı bırakıp da onun gerisinde ve hakkın dışında bir bağımlılık anlaşmamız olmasın; hepimiz Allah'a kul olalım ve kendimizi ancak O'na boyun eğmiş bilelim; birbirimize de ancak bu açıdan uyalım ve bağlanalım; hiç birimizin hakkına tecavüz etmeyelim; Allah'ın onu görevlendirdiği vazifeye de Allah için itaat edelim. Asıl anlaşma ve asıl vicdan, bir Allah'ın emrine uyma olunca, her anlaşmazlık, hak düşüncesi ve hak kanunu ile çözümlenir. Ve hiçbir kimsenin şahsî isteği hakim olmaz. Buna göre İsa'yı da rab tanımıyalım. Onu da Allah'ın bir kulu ve bir elçisi tanıyalım. Aynı şekilde papalar, krallar, başkanlar hep böyle, birbirine Allah'a itaatları ve hakkı araştırmaları açısından bakalım.
Ortaya atılan bir soruya karşı Resulllah (s.a.v.) kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar)dan iman edenlere: "Siz hani papaların ve diğerlerinin sözlerine, yalnızca onların sözleri olduğu için itaat etmez miydiniz? İşte o, onları rab edinmektir." buyurmuştur. Burada sözün gelişi en çok Hz. İsa'ya "rab" diyen hıristiyanlara yöneliktir. Bugün bazı İncil tercemelerinde bunun muallim (öğretmen) demek olduğu gösterilmişse de akide-i teslis (üçleme inancı) varken bu yorum yeterli olamaz. Hatta, "Ona kitabı ve hikmeti öğretir." (Âl-i İmrân, 3/48) âyetinin delaletine göre gerçek öğretici yine Allah'tır.
Fakat kitap ehli, Hakk'ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar, İmran ailesi ile İbrahim ailesi arasında bir birlik yönü olan İbrahim'i bile, her biri kendilerine bağlayarak "yahudi idi" veya "hıristiyan idi" dediler. Bunlara karşı cevap olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
65- Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz?
66- İşte siz böylesiniz. Haydi biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67- İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyandı; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi.
68- Doğrusu onların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah da müminlerin dostudur.
65-66- Yani Tevrat ve İncil'den, bir dereceye kadar, bilginiz bulunan Musa ve İsa, hakkında hiç malumatınız bulunmayan Hz. İbrahim.
67- "Fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi." Şu halde ne yahudilerin, ne hıristiyanların, ne de müşriklerin İbrahim'i, ne ırk bakımından, ne de din bakımından kendilerine bağlamaya, kollarından saymaya hakları olmadığı gibi, bunlardan ırk yönünden mensub olanların da kendilerini temiz bir müslüman-muvahhid olan İbrahim'in aile ve tabilerinden saymaya hakları yoktur ve mücadeleleri bilgisizcedir. Onlar "Zalimlere ahdim ermez." (Bakara, 2/124) âyetinin hükmüne dahildir.
68- "Doğrusu onların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu peygamber ve iman edenlerdir." Seçime giren İbrahim ailesi işte bunlardır: İbrahim'in dinine uyanlar, şu şanı ulu peygamber Muhammed Mustafa ve buna iman edenlerdir. İlahî ahde ve imamete (önderliğe) nail olacak olanlar, her halde, bunlardır. Çünkü "Allah, müminlerin dostudur."
Kitap ehlinin bir kısmı müvahhid (Allah'ı birleyen) ve müslüman olmak şöyle dursun müminleri sapıtmaya çalışıyorlar. Nitekim yahudiler, Huzeyfe, Ammar, Muaz gibi büyük sahabileri yahudiliğe davet etmeye cesaret ettiler de şu âyet indi:
Ey müminler!
Meâl-i Şerifi
69- Kitap ehlinden bir grup sizi saptırmak istediler, halbuki sırf kendilerini saptırıyorlar da farkına varmıyorlar.
69-Bunların, haberleri olmadan kendilerini nasıl saptırdıkları da şu hitap ile anlatılıyor:
Meâl-i Şerifi
70- Ey kitap ehli! (gerçeği) gördüğünüz halde, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
71- Ey kitap ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?
70-Bakınız bunların bir kısmının karıştırmalarına ki, Hayber veya Ureyne yahudileri hahamlarından on iki kişi anlaşmışlar, birbirlerine: "Haydi bir gün sabahleyin laftan ve yalnız dil ile Muhammed'in dinine giriniz, akşam üzeri de; kitaplarımıza baktık ve bilginlerimize de danıştık, şimdi Muhammed'in (Tevrat'ta anlatılan) o peygamber olmadığını anladık, bu yalan ve dini de batılmış, deyiniz ve inkâr edip çıkınız. Böyle yaparsanız Ashabı da şek ve şüpheye düşerler." demişlerdi. Aynı şekilde Kıblenin değişmesi meselesinde Ka'b b. Eşref isimli yahudi hahamı da kendine uyanlara, kıbleye karşı günün başlangıcında namaz kılmayı ve sonunda caymayı telkin etmişti ki, şu âyet bunları haber veriyor:
Meâl-i Şerifi
72- Kitap ehlinden bir grup: "Müminlere indirilene günün başlangıcında inanın, sonunda da inkâr edin, belki onlar da dönerler." dedi.
73- "Ve kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın" (dediler). De ki: "Şüphesiz doğru yol, Allah'ın yoludur". (Onlar kendi aralarında): "Size verilenin benzerinin hiçbir kimseye verilmiş olduğuna, yahut Rabbinizin huzurunda sizin aleyhinize deliller getireceklerine" (de inanmayın dediler). De ki: "Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah, rahmeti bol olan, her şeyi hakkıyla bilendir".
74- Rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve kerem sahibidir.
72-73-74-Fakat kitap ehlinin hepsini böyle ahlâksız sanmamalıdır. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
75- Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, "Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan bize vebal yoktur." demelerinden dolayıdır. Ve onlar, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.
76- Hayır, kim sözünü yerine getirir ve kötülüklerden korunursa, şüphesiz Allah da korunanları sever.
77- Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azab vardır.
75 -76-77- "(Kitap ehlinden) öyle kimseler vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu sana geri verir." Yahudi bilginlerinden olup Peygamber'e iman eden Abdullah b. Selam Kureyş'ten birinin emanet bıraktığı bin ikiyüz okya altını eksiksiz teslim etmiş idi ki, okya kırk dirhem itibar ediliyor. "Yine onlardan öylesi vardır ki, ona bir dinar emanet etsen onu sana geri vermez." Nitekim yine yahudilerden Fenhas b. Âzura diğer bir Kureyş'linin emanet bıraktığı bir dinarı inkâr etmişti. Bir dinar, (aslı dinnar) yirmidört kırat, yani bir miskal itibar edilir. Bu hainliğin sebebi de: "Adam sen de, ümmîlerin, okuyup yazması olmayanların hakkı mı olurmuş? Vesikası, yaptırma gücü bulunmayan ve hele dini ayrı olan kimselerin hakkını yemek helaldir." inancında bulunmaları olduğu gösterilmiştir. Bu âyetin içeriğine işaret ederek Malik b. Dînâr hazretleri demiştir ki: "Dinnar kelimesi, 'din' ile 'nâr' kelimelerinden oluşmuştur. Hakkıyla alınca 'din' olur, haksız alınca da 'nâr' (ateş) olur".
Bir de kitap ehli içinde, kitap adına ağızlarını eğen, bile bile yalan söyleyerek propagandalar yapan ve insanları Hak'tan ayırıp batıla saptırmak, kula kul etmek istiyenler vardır. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
78- Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip bükerler. Halbuki o, kitaptan değildir. "Bu, Allah katındandır." derler; oysa o, Allah katından değildir. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler.
78-Halbuki Allah'ın kitap ve peygamberlik verdiği bütün nebiler ve resuller, bunların isnat ettikleri yalanlardan uzaktırlar. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
79- İnsanlardan hiçbir kimseye, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verdikten sonra, kalkıp insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kul olun." demesi yakışmaz. Fakat onun: "Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Rabb'e halis kullar olun" (demesi uygundur).
80- Ve O size: "Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin." diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size hiç inkârı emreder mi?
81- Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı: "Andolsun ki size kitab ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?" demişti. Onlar: "Kabul ettik" dediler. (Allah da) dedi ki: "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım".
79-80-81-Allah bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştır. Bunlar arasında, önce gelenden sonra gelene, sonra gelenden öncekine böyle karşılıklı ve ilâhî şahitlik altında kabul edilmiş bir tasdik antlaşması vardır. Hepsi, kendilerini tasdik eden Muhammed Resulullah'a iman ve yardım için Hak Teâlâ'ya söz vermişlerdir. İlim ve hak şahitliğin hükmü budur.
Şu halde:
Meâl-i Şerifi
82- Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir.
82-Şimdi peygamberlerin fâsık olmaları, Allah'a itaatten çıkmaları ihtimali var mıdır? Haşa! Öyle ise:
Meâl-i Şerifi
83- Onlar, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ister istemez O'na boyun eğmiştir ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir.
83-Hayır, gerek yükseklerde bulunanların ve gerek aşağıda bulunanların istiyerek ve istemiyerek uyduğunu bilen ve hepsi Allah'a döndürülecek olan peygamberler hiçbir zaman Allah'ın dininden, Allah'a itaatten, Hakk'a teslim olmaktan başka bir istekte, bir davada bulunmazlar. "Allah'ı bırakınız da bize kul olunuz." demezler. Ve fakat: "Allah'ın öğrettiği kitap ve okuduğunuz, okuttuğunuz derslerle 'rabbaniyyûn' Rabb'e halis kullar olunuz." derler ve öyle demişlerdir. "Rabbanî" kelimesi "Rabb" veya "mürebbî" (terbiye edici) mânâsına "Rabbe mensub"dur. (İlerde gelecek olan "Nice peygamberler vardı ki, beraberlerinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar." (Âl-i İmran, 3/146) âyetine bak.)
Bütün bu hak âyetler anlaşıldıktan sonra, ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
84- De ki: "Allah'a, bize indirilen (Kur'ân)e, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O'na teslim olmuşlarız".
85- Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.
86- İnandıktan, Peygamber'in hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, inkâra sapan bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez.
87- İşte onların cezaları, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin laneti onların üzerlerindedir.
88- Onlar bu (lanetin) içinde ebedî kalacaklardır. Kendilerinden ne bu azab hafifletilir, ne de yüzlerine bakılır.
89- Ancak bundan sonra tevbe edip kendini düzeltenler başka. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.
90- Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olanların tevbeleri asla kabul olunmaz. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.
91- Muhakkak ki inkâr edenler ve kâfir oldukları halde de ölenler, yeryüzü dolusu altın fidye verseler bile hiç birisinden asla kabul edilmeyecektir. İşte dayanılmaz azab onlar içindir. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
84-91-İşte ilâhî tevhidin zorunlu bir sonucu olmak üzere bütün peygamberler ve ilâhî kitaplar Allah'a karşı değil, Allah'ın olmaları ve ancak Allah'a kulluk etmeleri yönünden iman edilmedikçe İslâm'ın ve tevhidin mânâsı tahakkuk etmez. Allah'a değil, kendine kul olmaya davet edenler Allah'ın peygamberi olamaz. Elçi ancak kendisini gönderene davet eder. Ve elçiyi inkâr etmek de göndereneni inkâr olur. Hak din olan İslâm'ın esası, bu tevhid imanı ile Allah'a teslim olmaktır. Bundan çıkmak, irtidad (dinden çıkmak), bunun dışındakiler küfürdür. İsterse bir peygamberi olsun diğerlerinden ayırıp inkâr etmek, peygamberliğin esasını inkâr etmektir. Peygamberliğin esasını inkâr etmek, bütün peygamberleriyle beraber Allah Teâlâyı inkâr etmektir. kısmı, a kadar müslüman olduktan sonra dinden çıkarak Medine'den kaçıp Mekke müşriklerine sığınan birkaç kişi hakkında inmiştir. Bunlar hakkında tevbenin kabul edilmemesi bahis konusu olmuştur. En çok tercih edilen mânâ şudur: Çünkü böyleleri ölüm belirtisini görüp hayattan ümidini kesmedikçe tevbe edip imana gelmezler. Halbuki yeis halindeki iman makbul değildir. Bunun izahı, "Yoksa kötülükler yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca: "Ben şimdi tevbe ettim." diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur." (Nisa, 4/18) âyetidir.
Şimdi İslâm'ın amelle ilgili hükümlerine ve tatbikatına gelelim:
Anlaşıldı ki Allah katında makbul olan din İslâm'dan ibarettir. Ve İslâm'dan başka bir din arayanın dini kabul edilmez, sonu ziyan olur. Allah'a ve Allah'dan gelene tam bir iman ve teslimiyet bulunmadıkça ahirette hiçbir amel fayda vermez. Küfürle ölenlerin her biri dünya dolusu altınlar nafaka vermiş olsalar da ahirette kendilerini kurtaramazlar. Fakat buna karşılık ilâhî yardıma ermek ve birr (büyük hayır) ve nimetlere ulaşmak istiyen ey müminler siz de: