24 Eylül 2014

PATASANA BÖLÜM 6 AHMET ÜMİT (Hititlerde ; yazıcı,yazan,yazman anlamına gelen kelime.)


PATASANA BÖLÜM 6
 AHMET ÜMİT 
 (Hititlerde ; yazıcı,yazan,yazman anlamına gelen kelime.)
  • başyazmanı Ararasm karısıydı. Bunları söylerken gözyaşlarımı hep tuttum; çünkü ben, artık büyükKral Pisirisin danışmanı ve yazmanıydım. Bu onurlu unvana layık olmak için sakin ve güçlüolmalıydım.308yirmi birinci bölümYüzbasınm yüzünde sakin bir ifade vardı ama sesi, sanki anlattıklarını dün yaşamış gibi gergindi."Güneydoğuda görevimin ikinci yılını tamamlarke doğruluğundan emin olduğum tek şey vardı:teröristlerle başa çıkmak için, onlar gibi olmam gerektiği. Yani düzenli ordu içinde yaşayarak,saldırı olduğunda yanıt vererek ya da ihbar olduğunda baskın yaparak değil. Tıpkı onlar gibihareket halinde bir savaşçı grubu oluşturup dağlarda yaşayarak. Bana bunu öğreten de Seyithanolmuştu. Onun başarısının altındaki sır, bir terörist gibi dağlarda, zor koşullarda yaşamayı,savaşmayı öğrenmesinde gizliydi. Şunu da itiraf etmeliyim ki bunu yalnızca başarı için değil ahlakinedenlerle de istiyordum. Birkaç kez şehit erlerin cenazesine katılmıştım. Cenazede şehit erlerinyakınları, çocuklarının öne sürüldüğü, komutanlara bir şey olmadığı türünden serzenişlerdebulundular. Tümüyle gerçekten uzak olmayan bu yakınmalar beni etkiledi. Bana silahlı kuvvetlerinen üst subayından en alttaki erine kadar bir bütün olduğu, komutanının da, erinin de aynı özveriyigöstermesi, hatta komutanların daha özverili olması gerektiği öğretilmişti. Eğer bu gerçekleşmezseMustafa Kemalin kurduğu ordu yozlaşırdı. Ben görev süremin her anında buna inandım, bunuuyguladım. Bunu askerlik309onurumun en önemli ilkesi saydım..."Duraksadı. Esranın inanmamasından korkar gibi gözlerinin içine bakarak ekledi."Belki bu uğurda ailemi, akıl sağlımı yitirdim ama kendime saygımı korudum..."Yine sustu. Sanki zorla soluk alıyormuş gibi derinden bir iç geçirdi."Neyse, konuyu dağıtmayayım. Her ne kadar başlarda anlaşamasak da Seyithan benim öğretmenimolmuştu. Askeri lisede, Harp okulunda, akademide, tatbikatlarda edinemeyeceğim bilgileri o Kürtdelikanlısı öğretmişti bana. Askerlerimi, kendimi korumak ve düşmanı yenmek için onunyöntemini kullanmalıydım. Bir farkla, o yalnız başınaydı, ben ekibimle savaşmayı öğrenmeliydim.Bu düşüncemi, daha sonra bir çatışmada yaşamını yitirecek olan rahmetli Rıdvan Albaya açtım.Önerimi kabul etti. Yıllardır süren savaş, komuta kademesini esnekleştirmiş, tıpkı teröristler gibihareketli birimler kurulmasının doğru bir karar olduğunu göstermişti.Rıdvan Albaydan ayrılır ayrılmaz da takımımda kimler yer alabilir diye düşünmeye başladım. Enönemlisi psikolojik birlikti, bu yüzden cesaretli, uyanık, savaşmaya yetenekli olduğu kadar benimleuyum içinde çalışabilecek kişilerden kurmalıydım takımı. Kısa sürede hazırlamıştım listemi;komutam altındaki en iyi askerlerden yirmi kişilik bir ekip oluşturmuştum. Ekibimde yer alacakinsanlarla önce teker teker görüştüm. Koşulları anlattım. Ekibe katılmanın gönüllü olduğunu,istemeyenin karargâhta kalabileceğini söyledim. İki kişi katılmak istemedi. Kararlarını saygıylakarşıladım. On sekiz kişilik ekibimi bir araya getirerek ilk toplantıyı yaptım. Kısa bir eğitiminardından Cudi Dağının yolunu tuttuk.İlk günler biraz zor gelse de giderek yeni yaşam koşullarına alışmaya başladık. Bir hafta sonra onkişilik bir terörist grubunu tespit ettik. Onlar bizi görmüyorlardı, bizse310yuvalandığımız kayaların ardından onların en küçük hareketlerini bile rahatça izleyebiliyorduk. Buüstünlük duygusunun nasıl keyifli bir şey olduğunu anlatamam. Çünkü genellikle tersi olurdu.Onlar gizlenerek bizi izlerler, kendileri için en uygun anda da basarlardı kurşunu. Biz de yüzümüzütoprağa gömer, kaçacak delik arar, o şaşkınlıkla ne yapacağımızı bilemediğimizden düşmana hedefolurduk. Ama artık rolleri değiştirmiştik. Üstelik termal kameralarımız ve gece dürbünlerimizle,onları karanlıkta da izleme olanağına sahiptik. Kaçamayacakları açık bir araziye çıktıklarında,teslim ol çağrısı yaptık. Hiç duraksamadan, ateşle karşılık verdiler. Çatışma alanı silahlarımızın
  • kontrolünde olduğu için altısını ölü, dördünü yaralı olarak ele geçirdik. Bizden yalnızca bir kişiomzundan yaralandı. Bu bizim ilk büyük başarımızdı.Teröristlerin çoğu çatışmalarda pişmiştir, uçan sineği vuracak kadar keskin nişancıdır, bir keçi gibidayanaklı ve peygamber askeri kadar inançlıdır. Haber karargâhta büyük sevinç yarattı. O yıllardaörgüt henüz dağlarda ye-nilmemişti, aramızda bir denge durumu söz konusuydu. Dağ bir onlarıneline geçiyordu bir bizim. O koşullarda en küçük başarı bile büyük önem taşıyordu. Karargâhaindiğimizde Rıdvan Albay bir kahraman gibi karşıladı beni. Böylece ekibimin hakkındakiönyargılardan kurtulmuş, daha rahat hareket edebilme fırsatı yakalamış oldum. Geçen aylarhaklılığımı defalarca kanıtladı. Sayısız kere çatışmaya girdik, bunların çoğunda teröristlerden ölüaldık. İlk altı ayın sonunda askerlerimden yaralananlar olsa da yalnızca bir şehit vermiştik, o damayına basarak ölmüştü. Teröristler bir zamanlar egemenlikleri altında tuttukları Cudide artıkrahatça dolaşamıyorlardı. Çok daha dikkatli olmaları gerektiğini öğrenmişlerdi. Bu süre boyuncateröristlere ağır darbeler indirmemize karşın bölgede sıkça eylemlere girişen adını bir masalkahramanı olan Demirci Kawadan alan grubu bir türlü ele geçiremiyorduk.311Onlar hakkında birkaç kez ihbar almamıza, bir kez de pusu kurmamıza karşın son andaçemberimize girmeyerek, kaçıp kurtulmuşlardı. Kurduğumuz pusuyu nasıl sezdiklerinianlayamıyorduk. Bir gün telsizim cızırdamaya başladı, karargâhla temas kurduğumuz frekanstı.Alışkanlıkla mandalı açtım, karşımda hiç tanımadığım bir ses vardı..Merhaba Yüzbaşı, dedi pürüzsüz bir istanbul Türkçe -siyle. Ben Cemşid, Demirci Kawa grubununkomutanıyım.Ne yalan söyleyeyim, şaşırıp kalmıştım. Kendimi çabuk toparladım.Merhaba Cemşid, dedim. Ne o, teslim olmaya mı karar verdin?Kendinden emin can sıkıcı bir sesle güldü.Hayır, sana hoş geldin, demek için aradım. Malum bu dağlar bizim dağlarımız.Bu dağlar vatanın parçası. Sen de kendini bu vatanın çocuğu sayıyorsan teslim olmalısın, dedim.Teslim olmayacağımı biliyorsun. Bu dağlara gelince onlar sizin değil bizim vatanımızın parçası.Ve sana bir sır vereyim mi, yabancılara da pek iyi davranmazlar. O yüzden dolaşırken temkinli ol.Niyeti belli olmuştu.Ben de sana aynı şeyi söyleyecektim, dedim alaycı bir tavırla. Bu dağlar, Suriyeden, Iraktanbeslenenlere hoşgörü göstermezler. Bence asıl sen temkinli ol.Hiç kızmadı.Sen bilirsin, dedi sakin bir tonda, ben seni uyarmış olayım da.Bir dakika, dedim telsizi kapatacağını düşünerek^ Türkçen çok düzgün, sen Kürt değilsin.Kürdüm ama Kürtçe bilmem, dedi, T.C. tarafından asimile edilmişim. Tıpkı senin gibi.Beni bir kez daha şaşırtmayı başarmıştı.Saçmalama, diye söylendim, ben Kürt asıllı değilim.312Baban Van doğumlu değil mi Eşref Yüzbaşı? dedi. Sen de benim gibi assimile edilmiş birKurtsun.Babam Van doğumlu ama biz Kürt değiliz. Dedem subaydı, bir ara görevini Vanda yaptığı içinbabam orada doğdu. Yanlış bilgiler alıyorsun, diyerek çevirdim telsizin mandalını. Ama içime birkurt düşmüştü. Adıma, babamın doğum yerine kadar biliyordu. Bu kadar bilgiyi nasıl elde etmişolabilirdi? Önce kendi takımımdan kuşkulandım ama onların babamın doğum yerini bilmesiolanaksızdı. Karargâhta adamları olmalıydı. Ya da ben boş bulunup bir yerlerde konuşmuştum.Artık çok daha dikkatli olmamız gerektiğini biliyordum. Bundan sonra kuracağımız pusulan,hareket hattımızı karargâha bildirmemeye karar verdim. Bu olasılığa çok inanmasam da kendi takı-mımdakilere karşı da kuşkuyla yaklaşmalı, uyurken bile gözlerimi tümüyle kapatmamalıydım.Açıklığa kavuşturmam gereken bir başka noktaysa Cemşidin gerçek kimliğiydi. Son derece düzgünTürkçe konuşan bu ukala herifin kim olduğunu öğrenmeliydim.
  • Karargâha iner inmez istihbarat subaylarından arkadaşım Cevata gittim. Cemşidi anlattım. Onutanıyordu. Örgütün itirafçıları hakkında ayrıntılı bilgiler vermişlerdi. Asıl adı Mehmet Serikan.Dedesi 1925 yılının şubat-nisan aylarında gerçekleşen ayaklanmanın önderi Şeyh Saidinkomutanlarından biriymiş. Ayaklanma bastırılınca Şeyh Saidle birlikte idam edilmiş. Ailesi deKonyaya sürgüne gönderilmiş. Mehmet Konyada dünyaya gelmiş. İlk ve orta öğrenimini oradatamamlamış. Son derece başarılı bir öğrenciymiş. Liseyi okul birincisi olarak bitirmiş. BoğaziçiÜniversitesi Psikoloji bölümüne girmiş ama üçüncü sınıfta okulu bırakıp dağlara çıkmış. Zeki,cesur ve davaya inançla bağlı biriymiş.Yeniden Cudiye döndüğümüzde telsiz frekanslarını yakalayıp Cemşidle iletişim kurdum. Sesimiduyunca,Ooo Yüzbaşı Eşref, dedi aynı ukala, aynı alaycı tavırla.313Bravo Mehmet, dedim, beni tanıdın.Kısa bir sessizlik oldu.Anladığım kadarıyla sen de beni tanımışsın, dedi bozuntuya vermeden.Buna tanışma denmez. Yüz yüze görüşmek için sabırsızlanıyorum.Eski alaycı tavrına bürünmüştü.Merak etme Yüzbaşı, o da olacak. Ama umarım karşılaştığımızda üzülmezsin.O gün geldiğinde göreceğiz, dedim.Böyle defalarca telsizle konuştuğumuz oldu ama bir türlü karşılaşamadık. Birkaç kez daha pusukurdum ona ama beklediğim yere gelmedi. Sanki kilometrelerce öteden pusunun kokusunu alıyor,hileyi seziyordu. Dört ay kadar böyle sürdü bu. Dört ay sonra nisan ayının son haftası karargâhainmiştik. Mayıs başına kadar karargâhta kaldıktan sonra yeniden Cudi Dağının yolunu tuttuk.Dağın eteklerinde bir korucu köyü var. İkmalimizi de o köyden yapıyoruz. Ön dişleri tümüyle altınkaplama, hoş sohbet, dört karısı olan Hamit adında bir ağası vardı köyün. Ne zaman köye uğrasakçifter çifter koyun keserdi. Karargâhta herkesle arası iyidir ama bizim takımı bir başka sever.Hepimizle dosttur. Hatta beni bir torununun kirvesi bile yapmıştı. Hamit Ağa tespihlere meraklıdır.Ne zaman bizim takımdan birisi izne gidecek olsa, dönerken bana tespih getirin, diye tutturur.Reşit Çavuş Erzurumlu, izne gittiğinde Oltu taşından güzel bir tespih getirdi ona. Koca ağa, çocukgibi sevindi. Reşiti yere göğe sığ-dıramadı.Neyse karargâhtan çıktıktan sonra köye uğrayıp, Hamit Ağanm bir gün konuğu olduk.Ertesi gece yola koyulduk. Geceleri insanın yüzünde parlayan kısımları, yani alınlarımızı, elmacıkkemiklerimizi, çenelerimizin ucunu siyah boyayla kapladık. Kayalıklarla dolu bir yamaçtansessizce tırmanıyoruz. Benim314aklım Cemşidte; ne yapar ederim de şu adamı kıstırırım, diye düşünüyorum. Ilık bir bahar gecesi,dolunay gökyüzünde gümüşten bir çiçek gibi açmış. Dağdan hoş kokularla yüklü bir yel esiyor.Dolunayın aydınlığında birer metre mesafeyle temkinli bir biçimde yürüyoruz. En önde BüyükadalıYorgo ile İzmitli Oruç yürüyor, onlara aramızdaki mesafe yirmi metre kadar var.Yorgo adından da anlaşılacağı gibi bir Rum genci. Acemi birliğinde öteki askerler onu Rum diyeküçümse-mişler bu da Yorgoyu kamçılamış, çatışmalarda en ön saflarda yer almaya, kendinigöstermeye başlamış. Bu, benim de dikkatimi çekmişti. Hiç duraksamadan almıştım onu takıma.Yorgo çok güzel gitar çalıyor ama daha önemlisi inanılmaz bir kulak var çocukta. Doğadaki pekçok sesi ayırt edebiliyor. İzmitli Oruç da uyanık bir asker. O yüzden geceleri hep onlar önde.Geceyarısına doğru Boynuz Geçidine yaklaştık. Sağdaki küçük tepeyi aşınca geçit çıkacaktıkarşımıza. Ama tepeye yüz metre kala birinin yaklaştığını fark ettim. Gelen Oruçtu.Yorgo bir terslik olduğunu söylüyor komutanım, diye fısıldadı yanıma gelince. Takımıdurdurdum. Askerlerim sessizce kayaların arkasına sindiler. Ben de usulca Yor-goya yaklaştım.Kendini bir kayanın arkasına atmış, Boynuz Geçidi dediğimiz kayalığa bakıyor."Ne var Yorgo?" diye fısıldadım.
  • "Orada bir hareket var komutanım," dedi gözlerini geçitten almadan. "Sesler duydum.""Nasıl sesler?" dedim ben de kulak kesilerek."Fısıltı gibi, kumaşın kayaya sürtünmesi gibi.""Emin misin?" diye sordum."Önce emin olamadım," dedi sonra başıyla on metre ilerideki küt kayayı göstererek ekledi."Sürünerek kayaya kadar gittim. Aynı sesleri yine duydum. Eminim, orada birileri var."315Boynuz Geçidi pusu kurmak için ideal yerlerden biriydi. Tepeleri tutun mu, geçide giren sağçıkamazdı. Üstelik dolunayın olduğu bu gecede hedefler gün ışığındaki gibi net görülürdü. Amageçitle aramızda en az kırk metre vardı. O kadar mesafeden sesi nasıl duymuştu. Geçide baktım,ayışığında parıldayan hareketsiz kayalardan başka bir şey göremedim.Termalle bakalım, dedim. Termal beden ısısını saptayıp, canlıları gösterebiliyor. Baktık, gerçektende hareketvar.Belki de yabani hayvandır.Ben fısıltı duydum komutanım, diye ısrar etti.Riske girmenin anlamı yoktu.Peki diyelim ki orada teröristler var, seni görmüş olabilirler mi? diye sordum.Sanmıyorum, dedi, çok dikkatli davrandım.Yorgoyla kayaların arasından süzülerek geriye döndük. Durumdan işkillenen Reşit Çavuş dayanımıza gelmişti. Kuşkularımızı öğrenince,Bazukayla yoklayalım, durumu anlarız, dedi.Ben aynı düşüncede değildim. Eğer bize pusu kurul-duysa bu büyük olasılıkla Cemşidin işiydi.Karargâhtan ayrıldığımız haberini almış, hevesle bizim yolumuzu bekliyordu. Daha sarp bir yamaçolan sol yana kayarak, on beş on altı saat tırmandıktan sonra Boynuz Geçidine hakim olan ağaçlıklıtepeye ulaşarak onlara kötü bir sürpriz hazırlayabilirdik. Böylece bizim için hazırladıkları tuzağaonları düşürebilirdik. Tabii bu arada Cemşidin sıkılıp gitme ihtimali de vardı ama onun gibi kararlıbir savaşçının sabırsızlanacağını sanmıyordum. Ayrıca bunu göze almaya değerdi.«¦Ya yanılıyorsak? dedi Reşit Çavuş.Kaygısında haklıydı, her birimizin sırtında en az yirmi beşer kiloluk yük vardı, bazukalar da cabası.Yanılıyorsak, biraz yorulmuş oluruz, dedim gülümseyerek. Kaç gündür karargâhta hamladıkzaten.316O zaman karargâha haber verelim.İşte bunu yapamazdım. Ama karargâhta muhbir olduğunu söyleyerek onların moralini debozamazdım.Emin olduktan sonra haber veririz, dedim. Milletin bizim takımla alay etmesini istemem.Takım lafı geçince akan sular dururdu. Aramızdan kimse takıma laf getirmeyi istemezdi. Böylecegeri çekilerek dik yamaçtan zorlu tırmanışımıza başladık. Bir süre sonra iki bazukayla bu işiyapmayacağımız ortaya çıktı. Daha elli metre tırmanmıştık ki bazukaları taşıyan askerler kan teriçinde kaldılar. Bazukaları çalılıkların arasına saklayarak tırmanmayı sürdürdük. Artık G3lerle,Gllere güvenmekten başka çaremiz yoktu. Birer saat arayla dinlenme molaları veriyordum, başkatürlü yola devam etmek imkânsızdı. Buna karşın güneş doğarken bütün takatimiz tükenmişti.Gecenin serinliğinden sonra gündüz güneşin altında tırmanmak çok daha zordu. Ama Cemşidiyakalama, Demirci Kawa grubunu dağıtma düşüncesi sıcağı da yorgunluğu da unutturuyordu bana.Ancak hava kararırken, irili ufaklı kayalarla kaplı tepeye ulaşabildik. Adamlarım bitkin düşmüştü.Kayaların arasında yığılıp kaldılar. Benim merakım, yorgunluğumdan daha baskın çıktı. Soluğumututarak tepenin ucuna geldim. Boynuz Geçidi on metre kadar aşağımdaydı. Ama ortalıkta kimsegörünmüyordu. Tam yanıldığımızı düşünüyordum ki, kayaların arasından yansıyan bir parıltı
  • gördüm. Dikkatle bakınca bunun bir kalaşnikov namlusu olduğunu anladım. Aşağıdaki kovuklardasaklanıyor olmalılardı. Denetim uçuşu yapan helikopterlere yakalanmamak için gün ışığındaortalıkta dolaşmıyorlar, gece karanlığını bekliyorlardı. Sessizce geri döndüm. İşaretlerle,teröristlerin aşağıda olduğunu, karanlığı beklememiz gerektiğini söyledim. Askerlerimin yorgunyüzleri canlandı. Sessizce toparlanmaya başladık. Aşağıda kaç kişi olduğunu bilmiyorduk. AmaDemirci Kawa grubunun takriben317yirmi beşle, kırk kişi arasında bir sayıdan oluştuğunu duymuştuk. Bizim sayımız on yediydi. İlkatışta on yedisini vurmayı amaçlıyorduk. İkinci atışlarımızda yarı yarıya fire verse bile hiçbeklemedikleri anda bizimle karşılaşmanın verdiği şaşkınlıktan yararlanarak, onları tümüyle imhaetmeyi umuyordum. Gergin bir bekleyişle iki saatin sonunda, ortalık önce külrengine, ardındanalacakaranlığa bürününce tepenin ucuna geldik. Dağın öteki yamacında kalan dolunay henüz biziaydınlatmıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bu işimize de yarıyor, düşmana karşı bize görmeüstünlüğü sağlıyordu. Gece dürbünlerimizi takarak aşağıya baktık, gördüğümüz manzara hepimiziheyecanlandıracak kadar etkiliydi. Bizi öldürmek isteyen avcılarımız ki -sayabildiğimiz kadarıylayirmi dört kişiydiler-Boynuz Geçidine mevzilenmiş, sabırla alttaki yolu gözlü-yorlardı.Adamlarıma hedeflerini seçmelerini, aynı kişiye ateş etmemelerini söyleyerek, benim işaretimibeklemelerini söyledim. Amacım Cemşidi tespit etmek ilk atışta onu yaralayıp kaçmasınıönlemekti. Ama kendi aralarında fazlaca konuşmayan aşağıdaki grubun içinde bunu yapmamoldukça zordu. Geçidin en ucunda ayakta dikilen biri vardı. Birkaç kişi gidip ona bir şeylersordular, sonra yerlerine döndüler. Cemşid olmasını umarak tüfeğimi diz kapağına doğrulttum.Adamlarım da hedeflerini saptamışlardı ve ilk atışın çok önemli olduğunu hepsi de iyi biliyordu.Son bir kez bakıştıktan sonra benim işaretimle birlikte büyük bir cayırtı koptu. Aşağıdakilerinkıvranarak yere düştüklerini görüyordum. Ben de Cemşid sandığım kişiyi vurmuştum, silahımıbaşka birine doğrulturken, beklemediğim bir şey oldu, yanımdaki Kemahlı Hüseyin, vurularak yereyıkıldı. Başımı kaldırınca yandaki tepeden bir tüfeğin üzerimize kurşun yağdırdığını gördüm.Demek önlem olarak yukarı birini göndermişlerdi.Dikkat yandaki tepede,diye bağırarak, kendimi yere attım. Ama erlerin olayı fark etmesi birazzaman aldı.318Vurulan bir kişinin daha sesini duydum. Bizim silahlar susunca, tepedeki de ateşi kesti. Önceanlayamadım ama sonra adamın bizi göremediğini silahımızdan çıkan sese ateş ettiğini fark ettim.Gece dürbünümle tepeyi taramaya başladım. Bu arada aşağıda acı dolu çığlıklar yükseliyordu.Silahlarımız susunca geçittekilerden biri tepedeki-ne Kürtçe seslendi. Sanırım kaç kişi olduğumuzufilan soruyordu. Bunun üzerine bize ateş açan kişi yerinde kıpırdayarak, bana sol omzunu gösterdi.Nişan alarak, şimdi bizi görmeye çalışacak, diye geçirdim içimden. Yanılmamıştım, temkinli birtavırla yüzünün yarısını çıkardı, ama zavallım bir şey göremiyor olacak ki biraz daha uzandı,hedefteydi, tetiğe bastım. Adamın düştüğünü gördüm. Artık yaralılarımızla ilgilenebilirdik. İlkmüdahaleyi yapan Reşit Çavuş, Sinoplu Abdülkadirle, Kemahlı Hüseyinin yaralandığını,Kemahlının durumunun ağır olduğunu söyledi. Karargâhtan yardım istemelerini emrettim.Kemahlının dayanmasını dileyerek, gece dürbününü gözüme yerleştirdim. Aşağıya baktığımda onbeş kişinin vurulmuş olduğunu gördüm. Ama ötekiler kayıptı.Reşit Çavuş karargâhtan gelecek kuvvetleri, hiç değilse Korucubaşı Hamitin adamlarınıbeklemekten yanaydı, bense yakaladığım bu fırsatı kaçırmak istemiyordum. Demirci Kawagrubunun artık yeniden toparlanmasına izin veremezdim. Üstelik Cemşidi vurduğumu sanıyordum.Parçalanmış bir diz kapağıyla fazla uzağa gidemezdi. Reşit Çavuşun komutasında iki kişiyiyaralılarla ilgilenmesi için bırakarak, adamlarımla önümüzdeki kayalıklı yamaçtan sessizce BoynuzGeçidine süzüldük. Bizim en büyük avantajımız gece dürbünlerimizdi ama biraz fazla gözünüzdetuttunuz mu, farklı şeyler görüyordunuz. Yani uzun süre onlardan yararlanamıyorduk. İki taraf için
  • de karanlıkta yapılması gereken tek şey, sessiz, uyanık, tetikte olmaktı. Bu yüzden yağmursularının yumuşattığı toprağın üzerinde arsızca büyüyen çalıların yüzümüzü, avuçlarımızı319hoyratça çizmesine aldırmadan, acımızı içimize atarak dikkatlice iniyorduk. İnince ölülerin yanınahiç yaklaşmadık, rüzgârın, yağmurun aşındırmasıyla parçalanarak alttaki yola inen doğal birmerdivene dönüşmüş yekpare kayaya yöneldik. O kadar ağır ilerliyorduk ki birkaç metrelikmesafeyi on dakikada geçebilmiştik. Birden aşağıdan sesler geldi, biri acıyla küfretti. Yorgonunsesin geldiği yöne ateş ettiğini gördüm. Acı bir haykırış yükseldi, aynı anda üzerimize kurşunyağmaya başladı. Herkes kendini yere attı. Birkaç dakika süren ateş sonunda kesildi. Şükür, bizdenkimse vurulmamıştı. Geçide en yakın iki askere işaretlerle az önce ateş açılan yöne el bombalarıatmalarını söyledim. Emrimin yerine getirildiğini ardı ardına patlayan bombaların kulakları sağıreden gürültüsünden anladım. Patlamadan sonra ateş açacaklarını düşünüyordum, ses çıkmadı. Birnumara mı çeviriyorlardı, yoksa kaçıyorlar mıydı? Biraz bekledikten sonra bombaları atan askerlereateş açmalarını bildirdim. Onlar ateş açarken Yorgo ve Oruçla kayaların arasından iri üç kertenkelegibi süzülerek ilerledik. Askerler şarjörlerindeki kurşun tükenene kadar ateşi sürdürdüler. Sonrayine sessizlik. Bu defa üçümüz ateşe başladık. Bunu fırsat bilen adamlarım hızla yanımızayaklaştılar. Ateşi kestiğimizde yine sessizlik kapladı her yanı.Kaçmışlar galiba komutanım, dedi Yorgo. Acele etmeyelim, dedim. Sabırsız davranıp, aptalca birpusuya düşmek istemiyordum. Yarım saat kadar orada öylece kaldık. Çalılarda gezinen rüzgârıniniltisinden başka ses duyulmuyordu. Bu arada sanki olanları merak eden dolunay da aceleyleçıkıvermişti dağın tepesinden, şimdi ortalık gümüşten bir aydınlığa bürünmüştü. Artık dakâ dikkatliolmalıydık. Adamlarıma kayaların arasından süzülerek ilerleme emri verdim. Az sonra yolugörebiliyorduk. Etraf bomboştu. Birden kayalıkların arasında bir ayak gördüm. İşaretle takımıdurdurdum. Ayak kıpırdamıyordu. Keskin nişancılarımızdan Oflu Osmana ayağı320göstererek bir el ateş etmesini söyledim. Osman adamı tabanından vurdu, ayak zıplayıp düştü, okadar. Ayağın sahibi hiçbir tepki göstermedi. Bu, az önce Yorgonun ateş ettiği kişi olmalıydı,demek ki ölmüştü. Temkinliliği elden bırakmadan yaklaştık. Adam bir kayaya sırtını vermişti,gözleri sabitlenmiş, öylece oturuyordu. Gözlerim diz kapağına kaydı, sağlamdı. Hayır, bu benimvurduğum adam değildi. Demek ki onu da yanlarına alıp kaçmışlardı, bu iyiye işaretti. Çünkü pekhızlı hareket edemezlerdi. Ölüye hiç dokunmadık, altında bubi tuzağı olabilirdi. Birer metre araylaüç kişiyi aşağı yola indirdim. Biz de onların korumasını üstlenmiştik ama tehlikeli bir durum yoktu.Sonra bütün takım aşağıya indik. Yine de tedbiri elden bırakmıyorduk. Geçidin sağ ve solyanlarındaki kayalara yapışarak yerdeki ayak izlerine baktık. Ayak izlerinden bir şey anlamakzordu ama ayışığında koyu birer çamur gibi duran kan lekeleri çok şey anlatıyordu. Bu kan izleridiz kapağından vurduğum adama aitti. Kan izleri aşağıya, yani köyden çıktıktan sonra izlediğimizyöne gidiyordu. Yanlarında yaralı bir adamla çok uzağa gidemeyecekleri açıktı. Elimizi çabuktutarsak onları yakalayabilirdik. Ama bu aydınlıkta pusuya düşme ihtimalimiz de yüksekti. Çokdikkatli olmalıydık, bu da hızımızın kesilmesi demekti. Allahtan hiç değilse yerdeki kan izleri,yeryüzünün en şaşmaz pusulası gibi bize yol göstermeyi sürdürüyordu. Ama bir saat kadarilerledikten sonra birden kan izleri kayboldu. Sağa sola baktık, kaya diplerini, kovukları, ağaçaltlarını, çalılıkları araştırdık, ne kan izi var, ne de yaralı. Adam öldü de gömdüler desek, bu kadarkısa sürede bunu yapamazlar, hem yapsalar bile bir tümsek, kazılmış toprak olması gerekir.Sinirlerim bozulmaya başlamıştı. Askerlerime yayılıp her tarafı aramalarını söyledim. Ben de enson kan izini gördüğümüz yerden küçük daireler çizerek etrafı araştırıyordum. Araştırmamızsürerken aşağıdan sesler duyduk, hemen mevzilendik. Az sonra karanlığın içinden Hamit Ağa ileadamları çıkıverdi.321Bizi görünce sevindiler, şehit, yaralı var mı, diye ilgilendiler. Ben de onlara kimseyle karşılaşıpkarşılaşmadıklarını sordum.
  • Valla kimseyi görmemişiz, dedi Hamit Ağa boynunu bükerek. O zaman hâlâ burada biryerlerdeydiler. Korucuları da aramaya kattık. Bir saat sonra da karargâhtakiler yetişti.Yaralılarımızı Reşit Çavuşla takımdan bir adamı daha yanlarına katarak hastaneye yolladım. Bizaramayı sürdürdük. Gün doğdu, öğle oldu, ikindi oldu yüze yakın insan dağı taşı karış karış aradıkama ne bir ize, ne bir işarete rastlayamadık. Sanki yer yarıldı da Demirci Kawa çetesi içine girdi.Gece çökerken telsizim cızırdamaya başladı. Açtım, Rıdvan Albay.Artık aramayı bırakın Eşref, diyor. Belli ki adamlar kaçmış. Bırakın kaçsınlar zatert on altı ölüalmışsınız. Bundan sonra bellerini zor doğrulturlar.Söyledikleri doğru ama sen bir de bana sor. Cemşid denen herifi tam yakalayacakken avucumdankaçırmışım.Komutanım, dedim adeta yalvaran bir sesle, sizden rica ediyorum. Bana bir gün izin verin. Onlarıyakalayacağım. Burada bir yerdeler hissediyorum.Üzgünüm Eşref, dedi. Taş mevkindeki karakola baskın ihbarı aldık. Asker ve korucuları çekmekzorundayım.Onları alın, benim adamlarım takip için yeter. Ama dün geceden beri uyumadık. Biz uyurken nöbettutacak dört er bırakırsanız...Ancak acemilerden bırabiliriz ama seni uyarıyorum hiç çatışmaya girmediler, izli mermiyi görüncegökte yıldız kaydı sanıyorlar.Altı üstü bir nöbet, dedim. Bize dinlenecek;» fırsatı versinler yeter.Albay ikna oldu. Askerlerle, korucular çekildiler. Ayrılmadan önce Hamit yanıma geldi.Dikkat edesin, dedi elini omzuma koyarak, namerdin kurşununa yenik düşmeyesin.322Merak etme. Onu bu defa yakalayacağım.On iki adamım ve dört acemi erle birlikte teröristlerin bize pusu kurduğu Boynuz Geçidineçekildik. Yorgunluktan, uykusuzluktan gözlerimiz kapanıyor. Acemi erleri karşıma alıp, teker tekeruyardım.Biz geçidin üstünde uyuyacağız. İkiniz aşağıda duracaksınız, biriniz solda biriniz sağda, ikinizseyukarıda merdiven görevi gören kayanın başında. İyice kayanın gölgesine sinin. Bir sesduyduğunuzda gece dürbünlerinizi ta-, kıp, ne olduğuna bakın. Kuşkulanırsanız, basın kurşunu. Bizhemen yardımınıza yetişiriz.Başüstüne komutanım, diye hevesle bağırdı acemiler.Bu kadar yüksek sesle de bağırmayın, dedim. Artık konuşmak yok.Ben ve on iki adamım dün gece teröristleri avladığımız kayalıkta, kuytu birer köşe bularakkıvrıldık. O kadar bitkiniz ki uzanır uzanmaz dalmışız.Birinin dürtüklemesiyle uyandım. Gözlerimi açtım, karşımda ince uzun biri duruyor. Nöbetçilerdenbiri sandım.Vakit geldi mi? diye gözlerimi oğuşturdum.Sonunda vakit geldi, dedi tanıdık, alaycı bir ses. "Nihayet karşılaştık Yüzbaşı.Onun Cemşid olduğunu kavramam için birkaç saniye yetti. Demek ki vurduğum kişi o değildi!Panik içinde çevreme baktım. Yedi kişi, ellerindeki tüfekleri üzerimize doğrultmuş, keyifli keyiflidikiliyorlardı başucumuzda. Yanıma bıraktığım tüfeğime uzandım. Yerinde yoktu. Elimi belimeattım, tabancamı da almışlardı. Tekmelerle vurarak askerlerimi teker teker uyandırıyorlardı.Uyanan çocuklar az önce benim kapıldığım şaşkınlığı yaşayarak, iri iri açılmış gözlerle etrafabakınıp neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.Nöbetçiler? diye söylendim.Onlara dağda walkman dinlenemeyeceğini öğretme-mişsiniz, dedi Cemşid başını sallayarak.Müzik dinleme merakları çok pahalıya mal oldu.323Alçak herif onları öldürdün mü? diye tısladım.
  • Evet, dedi, tıpkı dün gece senin on altı yoldaşımı öldürdüğün gibi. Ama geçelim bunları. Savaştaölümlerin doğal sayıldığını bilecek kadar çok çatışmaya katıldın sen. Merak ettiğim senin şu andaneler hissettiğin.İlk o zaman korkmam gerektiğini düşündüm. Ama tuhaftır korkmuyordum. Cemşidle aramızda birtür rekabet, bir tür yarış başlamıştı. Savaş, kendi cesaretimizi, yeteneğimizi, uyanıklığımızı,zekâmızı gösterdiğimiz kişisel bir mücadeleye dönüşmüştü. Ve tam rakibimi yendim dediğim andao beni alt etmişti. Bıçak gibi yüreğimi parçalayan, bana ölümü unutturacak kadar güçlü olan duygubuydu.Merak ediyorsan söyleyeyim, dedim gözlerinin içine bakarak. Seni gebertemediğim için kendikendimi yiyo-rum.Yaklaştı, vuracağını düşünerek, kendimi hazırladım ama yapmadı. Gelip karşıma çömeldi.Neden beni bu kadar çok yakalamak istiyorsun? diye sordu. O anda elindeki tespihi fark ettim.Sanki sen beni yakalamak istemiyor muydun? dedim, bakışlarım elindeki tespihe kenetlenmişti.Ama Cem-şidin gölgesinde kaldığı için tam olarak göremiyordum.Gülmeye başladı, sonra teşbih tuttuğu elini çenesine götürdü. İşte o zaman elindekinin bizim ReşitÇavuşun, Hamit Ağaya Erzurumden getirdiği teşbih olduğunu gördüm. Bu benim için tam biryıkımdı. Hamitin yanımdan ayrılırken söylediklerini anımsayarak acı acı gülümsedim.Haklısın Yüzbaşı, dedi gülümsememi konuştuğumuz konuyla ilgili sanmıştı. Ben de seni elegeçirmek için yanıp tutuşuyordum. Galiba bu bir tür varoluş, bir tür kendini kanıtlama meselesi.Tıpkı küçükken oynadığımız bu kale benim oyunu gibi. İlginç bir oyundur. İnşaatlara gelen kumtepelerinin üzerine çıkılır. Bu kale benim, diye bağrılır. Öteki çocuklar kumun üzerindekini aşağıitip,324kendileri tepeye çıkarlar. En güçlü olan tepede kalır ve yendiği arkadaşı gibi bağırır: Bu kalebenim. Biz de Bu dağ benim oyunu oynuyoruz. Ama daha kanlısı, dahaacımasızı...Ben oyun oynamıyorum, diye karşı çıktım, senin gibi eli kanlı devlet düşmanlarına engel olmayaçalışıyo-rum.Yapma Yüzbaşı, dedi. Canı sıkılmış gibiydi. Senin gibi ilginç bir adam böyle beylik laflarlakonuşmamalı.Beni ilginç bulması tuhafıma gitmişti. Bana saygı duyduğunu ilk o zaman anladım. Daha tuhafıiçten içe ben de ona saygı duyduğumu hissettim. Ama belli etmemeye çalıştım.Bunlar beylik laflar değil, dedim inançlı bir ses tonuyla, bunlar, uğruna ölümü göze alacağımdeğerler.Öyle olsun, dedi. Biraz daha yaklaşmıştı. Yine de sana inanmıyorum. Neyse... Batıl inançların varmıdır Yüzbaşı?Yoktur, dedim.Benim var, dedi. Mesela takımın seninle birlikte on üç kişi. Ama hepinizi öldürürsem, biliyorumki iflah olmam. Çünkü on üç uğursuzdur. O sayıdan kaçmak gerekir.Onun batıl inançları olmadığını adım gibi biliyordum. Merakla lafı nereye getireceğini bekledim."Bu durumda on iki kişi öldürmem gerek.O konuşurken gözlerim esir düşmüş askerlerime kaydı. Çoğu metin görünüyordu, yalnızca Oruçuntitrediğini fark ettim. Ona yardım etmek, cesaretlendirmek isterdim ama elimden bir şeygelmiyordu.Ama benim bir takıntım daha var, diye sürdürdü sözlerini Cemşid. Ben karıştırmayı sevmem.Mesela yemekten sonra meyve yerken yalnızca kayısı yerim, ya da erik, ya da karpuz. Aslabirbirine karıştırmam.Bu anlamsız sözler canımı sıkmaya başlamıştı. Biraz da adamlarıma cesaret vermek amacıyla,
  • 325Ne saçmalıyorsun? diye çıkıştım.Şunu demek istiyorum, seni öldürmeyi çok isterdim. Ama burada erler ve komutanları olarak dasen varsın. Yani hem erleri, hem de komutanlarını öldürerek karışıklık yaratamaml Ya seniöldüreceğim ya da erleri.O zaman beni öldür, diye atıldım, cesaretime kendim de şaşarak.Hayranlıkla süzdü beni.Cesaretini takdir ediyorum. Ama sen yalnızca bir kişisin. Onlarsa deneyimli on iki asker.Adamlarımın kıpırdandığını hissettim. Bu sohbetin giderek bir işkenceye dönüştüğünü ilk o zamanfark ettim. Cemşid hepimizi öldürecekti, bu kesindi ama tetiğe basmadan önce tadını çıkarmakistiyordu. Buna fırsat vermemeliydim. Aniden Cemşidin üzerine atladım. Hızla çekildi. Yüzükoyunyere yıkıldım, aynı anda kafamda ağır bir darbe hissettim.Uyandığımda başım çatlayacak gibi ağrıyor, kulaklarımda sinekler vızıldıyordu. Başımı kaldırmayaçalıştım, bir sıvı yüzümü yattığım kayaya yapıştırmış gibiydi. Az sonra bunun başımdan akan kanolduğunu anlayacaktım. Usulca doğruldum, bir sinek bulutu havalandı üzerimden. Güneştekanatları pul pul yanan iri sinekler, havalanıp birkaç metre öteme kondular. O yöne bakıncaaskerlerimi gördüm. Dün gece on beş teröristi vurduğumuz yerde şimdi kanlar içinde onlaryatıyorlardı. Belki yaşayan vardır, diye son bir umutla yanlarına koştum. Hepsini tek tek yokladım.Hayır, ölmüşlerdi. On ikisini de vurmuşlardı. Yorgo, Oruç, Osman, Nasır, İhsan, Ayhan, Mustafa,Naz-mi, Selim, Erkan, Atilla, Murteza... Elleri arkadan bağlanmış, enselerine birer kurşunsıkılmıştı. Öfkeyle kayaları yumruklamaya başladım ama az sonra bitkin düştüm. Öfkemi yatıştırıp,doğruldum. Telsizi aradım yoktu. Silahlarımızla birlikte alıp götürmüşlerdi. Ama mataralarımızdasu vardı. Suyla yüzümü, basımdaki yarayı yıkadım.326Kayalara tutunarak yola indim. Halsizdim, kan kaybetmiştim ama içimdeki öfke ayakta kalmamısağlıyordu. Ama beş yüz metre kadar gittikten sonra gözlerim karardı, yere yığıldım.Uyandığımda Hamit Ağanın konuklarını ağırladığı odadaydım. Odada benden başka iki kişi dahavardı. Seslerini duyuyordum. Gözlerimi açınca Rıdvan Albayla Hamiti yer döşeğinde yan yanaotururken gördüm. Ağzımda kurumuş kan tadı vardı. Kayalıkta kendime geldiğim andan beri butadı duyuyordum, baygınken bile terk etmemişti beni.Nihayet, aydın kurban, dedi Hamit altın dişlerini ortaya çıkaran yılışık bir gülümsemeyle. Altındişlerindeki parlaklık, güneşte şavkıyan namluyu çağrıştırdı, uğulda-yan zihnimde. Ve Hamitinbakışlarımla karşılaşmamaya çalışan kaypak gözlerine bakınca her şeyi anımsadım.Yüzü kederle incelmiş olan Rıdvan AlbayınGeçmiş olsun Eşref, dediğini duydum. Biraz kırgındı.Yanıt vermek yerine doğruldum, ellerime yaslanarak yataktan çıktım.Kalkman doğru olmaz, diyordu Albay.Dinlenmen lazım kurban, diyordu Hamit. Sesleri askerlerimin ölülerine konup kalkan sineklerinkeskin vızıltıları gibi yankılanıyordu kulaklarımda. Onlar konuştukça uğultular artıyor, ağzımdakikan tadı dayanılmaz bir hal alıyordu.Albaya yaklaştım. Elimi uzattım, tokalaşmak istediğimi sanarak o da uzattı. Ani bir hareketleuzanıp belinden tabancasını aldım. Emniyetini açıp, şarjöre mermiyi sürmem, bütün kurşunlarıHamitin kafasına boşaltmam birkaç saniye sürmüştü. Ayağa fırlayan Albay şaşkınlık için-de,Ne yaptın Eşref! diye korkuyla bağırmaya başladı. Çıldırdığımı, onu da öldüreceğimidüşünüyordu. Ama ben silahı ters çevirip Albaya uzattım.327O askerlerimin katiliydi, dedim. Hamit Ağa içimizdeki haindi. Evlerini arattırın, diz kapağındanvurulmuş bir terörist bulacaksınız. O size her şeyi anlatır.Albayın şaşkınlıktan ve dehşetten çarpılmış yüzüne bakarken yeniden bayılmışım.
  • Bu defa gözümü hastanede açtım. Aradan iki gün geçmiş, iki gece boyunca, Hamit askerlerimiöldürecek, Cemşidi kaçırmayın, diye sayıklamışım. O öğleden sonra Rıdvan Albay beni görmeyegeldi. Yaralı teröristi Hamit Ağanm karılarının yattığı odada yakalamışlar. Biraz hırpalayıncaHamitin örgüt yanlısı olduğunu itiraf etmiş. Yine de onu sorgusuz sualsiz vurduğum için hakkımdasoruşturma başlatılacağını söyledi Albayım üzülerek. Umurumda bile değildi. Aklım Cemşiddeydi.Görevden alın-sam bile onu bulup, askerlerimin intikamını alacaktım. O yaşadığı sürece benimhuzur duymam imkânsızdı... Ama olmadı ben hastaneden çıkmadan önce, Cemşid Cudi Dağındaaltı adamıyla birlikte Kobra helikopterlerinin ateşi sonucu ölü ele geçirilmişti. Onun ölümünüöğrendiğimde içimde bir boşluk hissettim. Sanki amacımı, yaşama isteğimi kaybetmiştim.Kulaklarımda sesi yankılandı:Biz de, bu dağ benim oyunu oynuyoruz. Ama daha kanlısı, daha acımasızı...O zaman içimde neden bir boşluk hissettiğimi anladım, çünkü oyun arkadaşımı kaybetmiştim. O dabeni, oyun arkadaşını kaybetmemek için öldürmemişti. Hastaneden çıkıncaya kadar onudüşündüm...Mahkeme beni suçsuz buldu. Ama davranışlarım tu-haflaşmıştı. Uyuyamıyordum. Günlerce gözüaçık dolaştıktan sonra bitkin düşüp dalınca, Boynuz Geçidinde olanları yeniden yaşamayabaşlıyordum. Beni yeniden hastaneye ama bu defa psikiyatri bölümüne sevk ettiler. Uyuyabilmemiçin haplar filan verdiler. Ve sık sık konuşturmaya başladılar. Konuşmak iyi geliyordu. Hastanedebir ay kadar kaldım. Doktorlar normale döndüğümü328söylüyorlardı. Ama komutanlarım artık ön saflarda yararlı olmayacağıma inanmışlardı. Tayinimiİstanbula çıkarmayı önerdiler. Kabul etmedim. Böylece biraz cephe gerisi de olsa buraya geldim.""Peki, karın o ne yaptı?" diye konuşmanın başından beri ilk kez sordu Esra.Uzanıp bir sigara aldı Eşref. Dudaklarına yerleştirdiği sigarayı yaktı. İçine çektiği dumanı üflerken,"Benim evliliğim de seninki gibi büyük bir talihsizlikti," dedi. "Gülinin doğmasıysa daha büyük birtalihsizlik... Şırnaka tayinim çıktığında karım yıkılmıştı. Benimle gelmesini söyledim. Kendimi veçocuğumu tehlikeyle atamam, dedi. Ona hak vermiştim. Ben yalnız başıma geldim Şırnaka. Fırsatbuldukça onları görmeye gidiyordum. Ama çatışmalar hızlanınca, gitmeye fırsat bulamadım. Karımtelefonda ağlıyor, araya torpil koyup İstanbula tayinimin yapılmasını istiyordu. Ama ben üstlerimeçıkıp bunu söyleyemezdim. Dedem şerefli bir askerdi, ben onu örnek alarak silahlı kuvvetlerekatılmıştım. Binlerce vatan evladı şehit olurken bencilce davranamazdım. İstesem bile bunuyapamazdım. Ama karım anlamadı. Yaralandığımda Şırnaka, hastaneye geldi. Gelir gelmez de,Ben sana söylemiştim, bak ölüp gidecektin, hastaneden çıkar çıkmaz İstanbula tayinini aldır,diyerek başımın etini yemeye başladı. O böyle söyleyince şehit olan erlerimin takımı kurduğumuzsırada şafak defterlerini yırtmalarını anımsadım. Şafak, askerlerde terhis günüdür. Her askerin birşafak defteri vardır, geçen her gün için bir işaret koyarlar. Herkes kendi şafak gününü çok iyi bilir.Takımı kurduğumuz günlerde askerlerim,Biz şafak defterlerimizi yırtma kararı aldık komutanım, demişlerdi.Neden? diye sormuştum.Aklımızı karıştırıyor komutanım, demişlerdi.Askerlerimin şafak defterlerini yırtmalarını anımsayınca, karımın söyledikleri iyice canımısıkmaya başladı.329Doktorumdan rica ederek, benimle görüşmemesini sağladım. Yani kibarca onu hastanedenkovdurdum. O da anladı tabii; o gün bugündür aramız bozuk. Her ay para yolluyorum, İstanbula dakızımı görmek için gidiyorum yalnızca. Bizimki fiilen bitmiş bir evlilik. Bazen ona hak vermiyorda değilim. Kadıncağızın bütün derdi; dizinin dibinde bir koca, mutlu bir yaşam. Ama ne yapayım,koşullar benim öyle bir adam olmamı engelledi..."Sustu Eşref. Sigarasından ardı ardına derin nefesler çekerek karanlığa bakmaya başladı. Esra uzanıpelini tuttu.
  • "Korkunç şeyler yaşamışsın... Gene iyi dayanmışsın, başka biri olsa çıldırırdı."Eşref bakışlarını karanlıkta pek de iyi göremediği Esranın gözlerine dikti."Neler yaşadığımı bilmen için anlatmadım bu olayları. Örgütün ne kadar kurnaz, ne kadar tehlikeliolduğunu anlaman için anlattım. Onların halk arasında hiç de küçümsenmeyecek bağlantıları var.Amaçlarına ulaşmak için her türlü kurnazlığı yapabilecek, ölmeyi, öldürmeyi göze almış, yeteneklikadroları var. Eğer eski Ermeni köylerinde güçlü destek bulabileceklerine inanırlarsa yetmiş sekizyıl önceki cinayetlerin intikamını almaktan bile çekinmezler."Esra ne diyeceğini bilemiyordu. Duydukları çarpıcıydı ama kafasındaki kuşkuları gidermemişti.İşin kötüsü o acı olayları yaşayan Eşrefe bu anlattıkların hiçbir şey kanıtlamıyor da diyemezdi.Onun acısını içinde hissederek, ruhu yaralanmış bu askerin güçlü elini şefkatle okşayıp duruyordu.330yirmi birinci tabletKentteki herkes acımı paylaşıyordu. Babamın ölümü beni saray yazmanı yapmakla kalmamış,soylular ve halk arasında hak etmediğim bir ün de bağışlamıştı. Sokakta karşılaştığım insanlar beni,canıyla kenti koruyan Ara-rasın oğlu olarak tanıyorlar, her gördükleri yerde yanıma geliyor,babama övgü dolu sözler sunuyor, benim de babam gibi cesur ve bilge bir kişi olmamıöğütlüyorlardı. Yazmanlık görevime babamdan miras kalan bu onur ve coşkuyla başladım.Göreve başladığım ilk gün Kral Pişiriş beni yanma çağırdı. Kraliçe de huzurdayken şunları söyledi:"Seni saraya yazman olarak atamamızın nedeni, yalnızca babana olan saygımız değildir.Soyunuzun, atalarının kaç kuşaktır yazmanlık görevinde bulunması da değildir. Seni her zamansarayımızda, yanımızda görmek istememizin nedeni, şu anda bu ülkenin en iyi yetişmişgençlerinden birisi olmandır. Gençleri övmek onları şımartır, yoldan çıkartır. Ama biz senibiliyoruz, tanıyoruz. Sen bilgi sahibi olduğun kadar, ahlak sahibisin de. Seni büyütenler iyi eğitmiş,doğru yetiştirmiş. Bilgi kadar bunları nasıl kullanacağını da öğretmiş. Seni yanımızda görmek bizimutlu edecektir."Bu konuşmadan sonra, çocukluğumdan beri önce büyükbabam Mitannuwanin sonra babamArarasın verdiği eğitimle hazırlandığım yazmanlık görevine başlamış oldum. Babam, yazmanlıközveri ister, derdi. Görevin için sana ayakbağı olan her şeyden, herkesten kurtulmalısın.Yazmanlığa başlarken içimde iki büyük korku vardı: İlki babamın yardımcısı Laimasınkıskançlığa kapılıp,331ayağımı kaydırmaya çalışması, İkincisiyse Aşmunikalla olan ilişkimiz.İlk kaygım kendiliğinden çözüldü. Laimas hiç büyüklük taslamadan, alınganlık göstermeden geriçekilerek, benim bilgimi, görgümü, yeteneklerimi göstermeme izin verdi. Bana destek oldu. Hattagerektiğinden fazla kibar ve saygılı davrandı. Kuşkusuz bu davranışının sağlam bir nedeni vardıama ben toy Patasana bunu Laimasın babama duyduğu sevgiye yordum.İkinci korkuma, vazgeçemediğim tutkum, ilk aşkım, ilk kadınım, ilk göz ağrım Aşmunikalagelince... Saraya geldiğim Aşmunikalın kulağına ulaşmakta gecikmemişti. Bir sabah kütüphanedeonu tahta sıralardan birine oturmuş Tanrı Telipinu Efsanesini okurken buldum. İnsanın içineişleyen o koyu renk gözleriyle baktı bana. Kınayan bir bakış değildi bu, evet kınama da vardı amadaha çok özlem vardı, şefkat varidi. Onun bakışları bir an bana kim olduğumu, görevimi, neredebulunduğumu unutturdu. Hemen yanma oturdum. Sabahtı, kütüphanede kimse yoktu. Elleriylesaçlarıma dokundu, sanki bir daha göre-meyecekmişcesine, sanki yüzümdeki her bir çizgiyi, herkıvrımı, her rengi aklına yazmak istercesine ilgiyle, sevgiyle, dikkatle bana baktı. Sonra birdenuzaklaşarak, korku yüklü bir sesle şöyle dedi:"Değişmişsin."Aşmunikal niyetimi anlamıştı, ona artık bu ilişkiyi bitirmeliyiz, ben kralıma ihanet edemem,babamın bana bahşettiği onuru bir paçavra gibi yerlerde süründüremem diyeceğimi anlamıştı. Amaben, onu anlamazlıktan geldim. *""Çok şey oldu," dedim.
  • İri kahverengi gözleri, durgun sular gibi dalgınlaştı."Babanın ölümüne çok üzüldüm," dedi."Tanrılar öyle istedi, elden ne gelir ki," dedim.Sanki şimdiden söyleyeceklerimi kabullenmiş, yazgısına332boyun eğmiş gibiydi. Yine de özlem, sevgi dolu gözlerini yüzümden alamıyordu. Usta bir avcınınokuyla vurulan bir ceylan ölmeden önce son bir gayretle doğrulmak ister ya, işte tıpkı onun gibibirden başını usulca sallayarak, iç çeker gibi derinden söylendi:"Çok değişmişsin Patasana. Yüzündeki masumiyet kaybolmuş, gözlerindeki parıltılar gitmiş, ölübir koyun gibi bakıyorsun yüzüme. İçindeki ateş söndü mü, yoksa beceriksiz bir yontucununelinden çıkmışa benzeyen bu bembeyaz yüz onları gizliyor mu?Yaşlanmışsın Patasana. Yüzündeki çizgiler derinleşmeye başlamış, her an gülümsemeye hazırdudakların, sevinç duymaktan utanır olmuş, üzerine bir ağırlık çökmüş. Tatlı ürkekliğin, vakitsizbir uyuşukluğa dönüşmüş. Yağız bir tay gibi yerinde duramayan bedenin, yaşlı bir kaplumbağa gibiyavaşlamış.Sen, beni unutmuşsun Patasana, varlığım artık seni heyecanlandırmıyor. Bana bir tablete bakar gibibakıyorsun. Sesim, bu saraydaki herhangi bir kadınınkinden farksız senin için. Bir köylü nasılistemediği bir fidanı kö-küyle birlikte söküp atarsa sen de öylece koparmışsın beni yüreğinden."Hayır, demek istedim karşımda ağlayan Aşmunikala. Seni hâlâ çılgınlar gibi, deliler gibi,umutsuzca, kederler içinde kıvranarak seviyorum, demek istedim. Ona babamın şu sözleriyleseslenmek istedim: Ama Fırat topraklara nasıl bereket akıtır, başaklar nasıl buğday verir, kayısıağacında nasıl kayısı yetişir, koyunlar nasıl et, süt sağlar, kral bu ülkeyi nasıl yönetir, askerler nasılsavaşırsa benim de yapmam gereken kutsal bir görevim var. Ben Mi-tannuwanin torunu, benArarasın oğlu, ben tanrıların kutsal kalemi Patasana, aşkım için bu görevi bırakamam. Ama senihiç iyileşmeyecek bir yara gibi, seni bir türlü evine ulaşamayan bir yolcunun giderek acı verenhasreti gibi, seni özgürlük düşü kuran bir idam mahkûmunun333kararmayan umudu gibi hep yüreğimde taşıyacağım, demek istedim, diyemedim. Aşmunikalınüzüntüsünden daha derin bir acının yüreğimi parçalamasına razı olarak, sessizce onu dinlemekleyetindim.Elimi uzatsam yakalayabileceğim, o eşi benzeri olmayan, tanrılara özgü mutluluğu, soyumunyıllardır sürdürdüğü bu meslek adına, Kral Pisirisin onurunu koruma adına, ülkem ve tanrılar adınareddettim. Kendime ihanet ettim. Gençliğimin bir daha ele geçmeyecek körpe anılarına ihanetettim. Yapılmayacak olanı yaptım, kapatılmayacak olanı kapattım, bahçeme hoş kokular taşıyanrüzgârı karanlık bir odaya hapsettim. O harika sevinci çıkardım yüreğimden, boş kalmış bir kadehgibi ıssız bıraktım bedenimi. İhanetimi biliyordum bu yüzden Aşmunikalın üzgün gözlerinebakarken titrek dudaklarımdan iki sözcük dökülebildi yalnızca."Beni bağışla." Söyleyebildiğim bu iki sözcükten ibaretti. "Beni bağışla."Aşmunikal tek bir söz bile söylemedi. Beni çaresizliğimle, beni kutsal görevimle, beniciddiyetimle, beni kendi kendime ettiğim ihanetle başbaşa bırakıp sessizce ayrıldı yanımdan. İki yılsonra, kütüphanedeki bu küçük odada ben ayaklarına kapanıp yalvarıncaya kadar da bir dahayoluma çıkmadı.334yirmi ikinci bölüm™Kütüphanedeki küçük odada toplanmışlardı. Eliyle toprağın içinde dağılmaya yüz tutmuş taşparçalarına sevgiyle dokundu Bernd. "Hiç kuşku yok ki," dedi, "bunlar odadaki gizli bölmeyisaklayan duvarın parçaları."Kazı planında beş metreye beş metre ayırdıkları plan karelerinden D5te, yani Patasananm tabletleriyazdığı küçük odanın sağ köşesinde iki duvarın varlığını tespit etmişlerdi.
  • "Patasananm tabletlerini orada sakladığını mı söylemek istiyorsun?" dedi Murat alnındaki terisilerken.Genç öğrenciyi Timothy yanıtladı."Kesinlikle öyle. İlk tabletlerde Patasananm çok korktuğunu görüyoruz. Yazdıkları o gününkoşullarında oldukça tehlikeli bilgiler içeriyor. Patasana tabletlerin bulunmasından korkarak, bugizli bölmeyi yaptırmış olmalı... Bu gizli bölme neden tabletleri toplu olarak bulduğumuzu daaçıklıyor.""Ve neden tabletlerin bozulmamış olduğunu da," diye ekledi Esra. "Patasananm gizli bölmesisadece insanlardan değil, yangından, depremden de korumuş onları."Başında şapkası, elinde gözlüğü üç erkeğin yanında yere çömelmiş, ince duvarlardan arta kalanlarabakıyordu. Dün gece geç vakitte dönmüştü. Halaf dışında herkes335uyumuştu okulda. Aslında buna memnun olmuş, kinayeli bakışlarla karşılaşmaktan, meraklısorulara yalan yanlış yanıtlar yetiştirme zorunluluğundan kurtulmuştu. Yetmiş sekiz yıl önceişlenen cinayetler hakkında bilgisi var mı, yok mu çok merak etmesine karşın, o kadar bitkindi kiHalaf a soramamıştı bile. Dün gece hastanede doğru dürüst uyuyamamıştı, üstüne sevişmeninyorgunluğu da eklenince yatağa girer girmez, gözleri kapanıvermişti. Her zaman, herkesten önceuyanan Esra, bu sabah zorla uyanmış, canı yataktan çıkmak istememişti. Ama kapısı ardı ardınaçalındıktan, Halaf in gür sesi "Kahvaltı hazır Esra Hanım," diye iki kez tekrarladıktan sonrakalkması gerektiğini anlamış, sürünerek de olsa çıkmayı başarmıştı yataktan. Yüzünü yıkayıp,kendine çekidüzen verdikten sonra bile henüz tümüyle ayılamamış olarak gittiği kahvaltı masasındabütün ekibin kendisini beklediğini görünce, utanmayla, özlem arası tuhaf bir duygu kaplamıştıyüreğini. Aralarındaki bütün o anlamsız tartışmalara, küçük çekişmelere karşın günlerdir birlikteyaşadığı bu insanlara karşı içinde bir tür bağlılık oluştuğunu fark etmişti.Masaya oturunca önce çatışmayı sormuşlardı Esraya. Yüzbaşı neler söylemişti, hepsi çok merakediyordu. Kısaca anlatmıştı olanları. Tuhaftır kimse yorumda bulunmamış, yalnızca Teoman isyanedercesine söylenmişti."Umarım Yüzbaşı haklı çıkar. Her gün her gün cinayet, yeter artık."Bernd, Elifi sorunca konu değişmişti. Hastanede olanları da anlatmıştı Esra. Kemalle son olarakdün gece telefonla konuşmuştu. Elif daha iyiymiş. David bu sabak hastaneden çıkabileceğinisöylemiş. Elif hakkında konuşurken gözleri Timothyye kaymıştı, Amerikalı ilgilenmiyor gibiydi.Bunu rol gereği mi yapıyordu, yoksa ekip içinde bir tatsızlığa yol açmamak için artık Elife yakınolmamaya mı karar vermişti, belli olmuyordu. İkincisi olmasını336dileyerek dün kazıda neler olduğunu sormuştu Esra. Timothy verimsiz bir gün geçirdiklerinisöylemişti. Yalnızca bir tablet çıkarmışlardı ama bu ötekilerden farklıydı. Tabletin arkasındakikolophonda Patasananın yazdıklarının özeti verilerek, bunun sonuncu olduğu belirtiliyordu. Şu anakadar buldukları tablet sayısı yirmiye ulaşmıştı. Demek ki bulmaları gereken sekiz tablet kalmıştı.Kendini tutamayan Bernd de lafa karışmıştı. Sonuncuyu bulmuş olmaları çok önemliydi, aradasekiz tablet eksik olmasına karşın Patasananın yazdıklarının tümünü bulma olasılıkları çokfazlaydı. Alman meslektaşını ilk kez bu kadar tutkulu görmüştü Esra. Dinlerken onun hakkındayanıldığını bile düşünmeye başlamıştı. Mesleğine böylesine bağlı bir insan cinayet işleyebilirmiydi? Ama dün Nicho-lastan öğrendikleri... Aslında öğrendikleri Berndin suçlu olduğunugöstermezdi. Ermeni kırımı konusunda hassas diye onu katil saymak ne kadar doğru olurdu?Aklından bunlar geçerken Bernd iyi haberleri vermeyi sürdürmüştü. Profesör Krencker dün birkaçkez aramış, aralarında CNN, BBC, Reuter gibi önemli basın kurumlarının temsilcilerinin de yeraldığı otuz kişilik bir gazeteci grubunun basın toplantısına katılmasının kesinleştiğini söylemişti.Toplantının ön hazırlıkları için Krenckerin yardımcısı Joachim başkanlığında üç kişilik bir ekipbugün akşam uçağıyla Antepe gelecekti. Aslında bu üç kişilik ekibin içinde Esranın hocası,Profesör Behice Hanımın da yer alması gerekiyordu ancak yaşlı kadın bir mide kanaması geçirerek
  • hastaneye kaldırılmıştı. Üniversiteyi tek başına Esra temsil edecekti. Behice Hanım için üzülmüştüEsra ama işlerin hızlandığına da seviniyordu. Fazla zamanlan kalmamıştı. Ellerini çabuk tutmalarıgerekiyordu. İlk fırsatta Bernd ve Timothyle oturup basın toplantısı için görev bölümüyapmalıydılar. Sonra Belediye Başkanı Edip Beyle konuşmalı, antik kenti gezmeye gelengazetecilerin en iyi şekilde ağırlanmasını sağlamalıydı. Yine de dün337Hacı Settarın cenazesinde neler olduğunu sormadan edememişti. Teomanla Murat katılmışlardıcenazeye. Oldukça kalabalık bir tören olmuştu, kaymakamdan, belediye başkanına, aşiretreislerinden köy muhtarlarına kadar bu yörede ne kadar seveni varsa, hepsi gelmişti Hacı Set-tarıson yolculuğuna uğurlamaya. Hatta kendi cenazeleri olmasına karşın Türkoğlu Aşiretiyle,Genceliler de katılmışlardı. Tören boyunca birbirinden uzak durmaya çalışsalar da mezarlığa kadareşlik etmişlerdi tabuta. Esranın asıl merak ettiği konu cenazeye gelenlerin Teomanla, Murata nasıldavrandığıydı. Ama korkacak bir şey olmamıştı. Başta kaymakam olmak üzere herkes onlara ilgigöstermiş, Hacı Settarın iki oğlu ellerini sıkarak, törene katıldıkları için onlara teşekkür etmişlerdi.Yalnızca Abid Hoca ile onun kuyruğundan ayrılmayan Fayat uzaktan kötü kötü bakmışlardı, amane sözle, ne de davranışla bir sataşmada bulunmamışlardı.Bu iyi haberler, cinayetlerin kafasında oluşturduğu kuşkuyu geri plana itmişti. İşler düzeliyordu.Belki de olaylar başından beri sandığı kadar kötü değildi ama o kafasını takmıştı bir kere. Belki debaşından beri Eşref haklıydı, belki de cinayeti işleyenler öldürülen Mahmut ile arkadaşıydı. Belkide... Kazıya giderken böyle düşünerek rahatlamaya çalışıyordu.Kütüphanede yapılan birkaç saatlik çalışma, küçük odanın sağ köşesinde bir değil, iki ince duvarınvarlığını ortaya çıkarmış, gizli bir bölmenin bulunduğunu kanıtlamıştı. Patasananın Tabletleriçöken kütüphanenin yıkıntıları altında kalan bu gizli bölümden çıkıyordu. Ancak ekip, inceduvarlar ortaya çıkıncaya kadar anlayama- . mıştı bunu. Gizli bölümün ortaya çıkmasıyla, günlerdirkafalarını kurcalayan sorulardan biri yanıtlanmış oluyordu. Antik kentin M.Ö. 719 yılında tümüyleAsurluların eline geçtiği sanılıyordu. Yeni hükümranlar, yüzlerce yıldır orada yaşayan Hitit halkınısürgüne göndererek kenti338Asurlaştırmışlardı. Demek ki tabletlerin yazılmasından bugüne en azından iki bin yedi yüz yılgeçmişti. Ekipteki-lerin yanıtını bulamadıkları soru, Patasana Tabletlerinin bu süre boyunca nedenortaya çıkmadığıydı? Bu kent Hi-titlerden sonra Asurlulardan Romalılara kadar çeşitli uygarlıklaramekân olmuştu. Onlar neden Patasananın yazdıklarını bulamamışlardı? İki duvarın gizlediğibölme, işte bu sorunun yanıtını veriyordu. Heyecanla söylendi Murat:"Vay be! Patasanadan sonra ilk biz dokunuyoruz desene bu tabletlere.""Bu doğru," dedi Esra. Yüzüne övünç dolu bir gülümseme yayılmıştı. "Ama Patasana yazdıklarınınokurla bu kadar geç buluşacağını bilseydi tabletleri yazar mıydı, bilmem."Kara gözleri dalgın dalgın kıpırdanan Timothy,"Yazardı," dedi, "adam büyük bir trajedi yaşamış. İçindeki şair yaşadıklarını öteki insanlarlapaylaşmaya zorlamış onu. Böylece bir anlamda yaşadıklarını aşmış, çektiklerine yabancılaşmışoluyordu. Buna bir tür yüzleşme de diyebiliriz. Kendisiyle, yani korkaklığıyla, alçaklığıyla,yanlışlarıyla yüzleşme. Ama aynı zamanda bir tür hesaplaşma; kendisinden çok daha güçlü olanzalim krallar ve acımasız tanrılarla hesaplaşma. Onu ancak böylesi çıplak bir yüzleşme, böylesicesur bir hesaplaşma rahatlatabilirdi... Bence, kimsenin okumayacağını bilse de Patasana butabletleri yazardı. Yaşam ona başka seçenek bırakmamıştı."Murat sanki acayip bir şey görmüş gibi gözlerini Ti-mothye dikmişti."Onu ne kadar iyi anlıyorsun?" diye hayretle mırıldandı.Amerikalı arkeolog dayanamayıp sordu:"Ne oldu Murat, niye öyle şeytan görmüş gibi bakıyorsun?"339Uykudan uyanıyormuş gibi irkildi delikanlı.
  • "Hiiç," dedi masum bir gülümseme takınarak, "bir an Patasana geldi gözlerimin önüne."Timothynin yüzüne muzip bir ifade yayılmıştı."Hadi hadi, itiraf et. Ruhumun Patasana tarafından ele geçirildiğini düşündün.""Nereden çıkarıyorsun bunları Allah aşkına Tim?" dedi Murat. Gözucuyla Esraya bakıyor, kazıbaşkanının kızmasından korkuyordu. "Öyle bir şey düşünmüyorum."Esra gülümsemekle yetindi. Bundan cesaret alan delikanlı şansını denemek istedi."Yaa, aslına bakarsanız Patasananın ruhunun senin bedenini ele geçirmesi değil de reankarnasyondiye bir şey...""Bu çocuk adam olmayacak," dedi Esra. "Çekinmese Time Patasana diyecek."Tim yapmacık bir ağırbaşlılığa bürünmüştü."Onur duyarım," dedi "Baksana adamın tabletleri iki bin yedi yüz yıl sonra bile ilgi çekiyor. Bizseöldüğümüzde unutulacağız."Dördü de kahkahalarla gülmeye başladılar."Bu kadar aylaklık yeter," diyen Esra dostça Muratın omzuna vurdu. Başıyla, ilerideki yaşlı incirağacının gölgesinde sigara tüttüren işçileri göstererek ekledi. "Hadi onlara işbaşı vaktinin geldiğinisöyle."Murat incir ağacına yollanırken,"Bazen çekilmez oluyor," diye dert yandı Esra.Timothy sevecen gözlerle bakıyordu Muratın ardından."Daha çok genç, bir gün dünyayı daha iyi anlayacak.""Ben pek sanmıyorum," dedi Bernd. Başından beri konuşmaları sessizce izlemişti. "Murat sonunakadar böyle gideceğe benziyor. Ama sadece Murat değil, Almanyada da ruhlara, dördüncü boyutadını verdikleri bilinmeze ilgi duyan çok genç var.""Pek de haksız sayılmazlar,"diye söylendi Timothy.340"Dünyanın bugünkü gerçekliği heyecan vermiyorsa kabahat onların mı?""Kimin kabahatli olduğu umurumda bile değil," dedi Esra. "Ama kazımda biri ruhlar, hayaletler,mezarların laneti gibi abuk sabuk laflarla kafaları karıştırmaya kalkarsa, kendini kapının önündebulur."Timothy gülmeye başladı."İşte bu kadar," dedi Bernde dönerek. "Yeryüzünde hiçbir şey kazıdan daha önemli değildir."Amerikalının yüzünde öyle tatlı bir ifade vardı ki Esra da gülümsedi."Nasıl isterseniz yorumlayın beyler, ama basın toplantısına iki gün var ve bizim ruhlar dünyasıylakaybedecek bir dakikamız bile yok."Esranın konuşmasına gülüp geçseler de herkes işine dört elle sarılmıştı. Paydos zamanı geldiğindeüçü çeşitli yerlerinden kırık da olsa beş tablet daha çıkararak Hititli Başyazmanın gizeminiçözmeye epeyce yaklaşmışlardı. Üç tablet daha bulununca metin tamamlanacaktı.Okula yorgun ama neşe içinde döndüler. Ortalıkta öğle yemeğinin hazırlıklarını yapan Halaf tanbaşka kimse yoktu. Kemal ile Elif henüz gelmemişlerdi. Yemekle ilgili sözlü raporunu vermeküzere her günkü gibi kendisini bekleyen aşçıya yöneldi Esra."Merhaba Halaf. Nasıl gidiyor?"Yine güleçliği üstündeydi Baraklının."İyidir. Bakla tavası yaptım size, sarımsaklı yoğurtla enfes olur. Yanında da bulgur pilavı ve çobansalatası. Üstüne bal kavunu.""Güzel," dedi karnında açlığın boşluğunu hisseden Esra, "ne zaman hazır olur?""Bir saate kalmaz kurarım masayı."Vakit olmasına sevindi Esra. Belediye Başkanını arayabilirdi. Duşa girmeden önce çevirdibelediyenin telefonunu. Ne kadar kibar konuşmaya çalışsa da bir türlü341
  • beceremeyen ürkek sesli bir kız, başkanın dışarıda olduğunu, öğleden sonra geleceğini söyledi.Esra havlusunu alıp çıkmak üzereydi ki telefonu çaldı. Eşrefin sesini duyunca yine bir tuhaf oldu.âşık olmayalım herife, diye geçirdi içinden. İyi misin, diye soruyordu. Sabah işine engel olmamakiçin aramamış. Kendisi iyiymiş. Şu anda An-tepteymiş. İki gün önceki olayla ilgili raporunuveriyormuş. Ne zaman görüşebilirlermiş. Esra da çok istiyordu ama şu sıra çok yoğundu amaakşam yemeğine okula gelebilirdi. Hemen kabul etti Yüzbaşı. Basın toplantısını anlattı Esra. Buarada belediye başkanını aradığını da söyledi. Eşrefin başkanla arası çok iyiymiş. İsterse onu araya-bilirmiş. Bu habere çok sevindi Esra.Öğlen yemeği kısa sürdü. Halafa çayları bilgisayar odasına getirmesini söyleyerek, toplantıyageçtiler. İlk gündem Esra, Timothy ve Berndin basın toplantısında yapacakları konuşmaydı. Antikkentin tarihi hakkında bilgiler içeren ama özellikle de Patasananın yaşadığı dönemi ayrıntılı anlataniki sayfalık bir metin yazmayı kararlaştırdılar. Metni Esra kaleme alacak, Timothy İngilizceyeçevirecekti. Belediyenin fotokopi makinasında çoğaltılacak metin, gazetecilere dağıtılacaktı. Bernd,M.Ö. 700 yıllarında bölgedeki Geç Hitit, Urartu, Frigya ve Asur ilişkilerini genel hatlarıylaanlatacaktı. Timothy ise tabletleri çeviren kişi olarak Patasananın yazdığı metinlerin arkeolojik vetarihi önemi üzerinde duracaktı. Gazetecilere antik kentin gezdirilmesi sırasında ekiptekilerin tümügörevli olacak, konuklara bilgi verecek aynı zamanda plan karelerin bozulmamasına, kazılacakbirimlerin çiğnenmemesine dikkat edecekti. •¦Murat kazı yerinde çekilen fotoğrafların büyütülerek toplantının yapılacağı salona asılmasınıönerdi. Bernd, Alman Arkeoloji Enstitüsünün fotoğrafları büyüttürdüğünü, Joachimbaşkanlığındaki ekibin yanında getireceğini söyledi. Toplantı saat on bir de yapılacaktı. Gazeteciler342İstanbuldan 7:15te kalkan uçakla geleceklerdi. Toplantının yapılacağı sabah, tıpkı kazıya gidilirgibi erkenden kalkılacak, hazırlıklar tamamlanacak, kontroller yapılacak sonra Antepin yolututulacaktı. Belki de bir iki kişi akşamdan gitmeliydi. Bunu Joachimle konuştuktan sonrakesinleştirebilirlerdi.Toplantı sürerken kapı vuruldu. Bakışlar merakla kapıya çevrildi. Kapıda Kemalin nemrut suratıgöründü. Hemen arkasından Elif geliyordu. Onun da yüzü gülmüyordu, gözleri kızarmış gibiydi.Ağlamış, diye düşündü Esra. Kemal herkesi başıyla soğukça selamladıktan sonra, toplantınınyapıldığı sıralara değil de kendi yatağına yöneldi. Arkadaşlarını görür görmez keyfi yerine gelenElif ise herkesle sarılıp kucaklaşmaya başlamıştı bile. Yanına yaklaşan Amerikalıyı fark ettiğindeyeşil gözleri mutlulukla ışıldadı. Ama Timothy bir şeylerlerin ters gittiğini sezinlemişti. Elifesarılmak yerine elini sıkmakla yetindi. Bu soğuk davranışa bozulmuştu Elif, belli etmemeye çalıştı.Kemal yatağının köşesine oturmuş, buz gibi bakışlarla onları süzüyordu. Esra sanki olanlarınfarkında değilmiş gibi yaklaştı yanına."Hoş geldin, ne var ne yok?""Bombok," dedi Kemal."Ne oldu ki?""Daha ne olsun," dedi, "baksana şuna, herifi görünce aklı başından gidiyor.""Biraz abartmıyor musun?""Hiç abartmıyorum. Hastanede konuştuk. O kart zamparadan hoşlandığını itiraf etti bana."Kısa bir suskunluktan sonra,"Boş ver, canını sıkmaya değmez," dedi Esra.Kemal sıkıntıyla iç geçirdi."Olmuyor, boş veremiyorum. Belki buradan gitsem...""Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum," dedi Esra. "Sorun senin kafanın içinde. Gittiğin heryere taşırsın.343Burada kalarak üstesinden gelmelisin."
  • "Dayanamıyorum," dedi Kemal. Sesi o kadar yüksek çıkmıştı ki Elifin çevresini sarmış olanarkadaşları dönüp şaşkınlıkla baktılar. Sesini kısarak yineledi. "Elifin o adamın etrafında pervaneolmasına dayanamıyorum."Arkadaşının gözlerindeki öfke kıvılcımları Esrayı korkuttu."Kalk biraz yürüyelim," dedi. Buradan uzaklaşırsa sakinleşir diye düşünüyordu."Hayır, ben böyle iyiyim," dedi Kemal."E:mın mısın: ."Eminim. Onların beni zavallı biri olarak görmelerini istemiyorum.""O zaman toparla kendini," dedi, uyaran bir sesle. "Böyle tek başına oturacağına arkadaşlarınınarasına ka-nş.""Tamam tamam, sen merak etme."Teomanla Murat yanlarına yaklaşmışlardı."Ne bağırıyorsun lan?" diye takıldı Teoman. "Hastanede yedin doktorlardan fırçayı. Acısını bizdençıkarıyorsun değil mi?"Kemal zoraki gülümsedi."Sen beni bırak da kendine bak oğlum," dedi. Bunları söylerken eliyle Teomanın iri göbeğineusulca vurdu. "Yakında fıçıya döneceksin."Pişkin pişkin sırıttı Teoman."Arkeologun göbeklisi makbuldür oğlum. Enerjiyi depolayacaksın ki zorda kaldığındakullanabilesin.""Sen de ne kullanırsın ya enerjiyi? Eminim tapınağın sütunlarından en koyu gölgelisinin altınayatarak bütün gün kestirmişsindir kazıda..."Esra rahatladı; Kemal normale dönüyordu."Biz de basın toplantısında neler yapacağımız üzerine konuşuyorduk," diyerek herkesi yenidensıralara oturmaya çağırdı. Kemal herkesten özellikle de Amerikalı ile344Eliften uzak bir köşeye yerleşti. Elif ise ona nispet edercesine Timin karşısına geçip oturmuştu.Timothy pek rahat değildi ama çaresiz oturduğu yerde kaldı. Yeni bir gerilime fırsat vermemek içinhemen konuştuklarının kısa bir özetini yaptı Esra. Ardından gündeme devam edildi. Elinde çaytepsisiyle Halaf içeri girdiğinde toplantı sona ermek üzereydi. Dumanı tüten çayları deneyimli birkahveci çırağı gibi hızla dağıtmaya başladı.Halaf in önüne koyduğu bardağı fark etmemişti bile Elif. Bakışları Timothynin üzerindeydi."Sağ olsun David, bize çok yardımcı oldu. Seni de çok seviyor.""İyi adamdır," dedi Timothy. "Bana da çok yardımı dokunmuştu."Onlar konuşurken Kemal ters ters bakmaya başlamıştı."Eyvah," diye düşündü Esra, "şimdi tartışma çıkacak."Ama Elif çıkacak fırtınadan habersizdi ya da bunu umursamıyordu."Yakında bizi ziyaret edeceğini söyledi," dedi. "Onu Esra davet etmiş."Oturduğu sırada sıkıntıyla kıpırdanan Timothy,"Çok iyi olur," dedi, "onu ne zamandır görmedim.""Artık dörtlü olarak gezersiniz," diye mırıldandı Kemal oturduğu köşeden. Sesi kin doluydu. Başınısallayarak kendi kendine söylendi "Bu herifler de bizim kızlara taktılar."Buz gibi bir hava esti masada. Ne Timothy ne de Esra bir şey söylemedi ama Elif sanki eski erkekarkadaşını duymamış gibi inadına sürdürdü konuşmayı:"Çoktan beri mi tanıyorsun Davidi?"Durumundan hoşnut olmayan Timothy,"Epeyce oldu," dedi."Onu çok etkilemişsin. Öve öve bitiremiyor seni.""Timothyden kim etkilenmiyor ki?" diyerek yeniden lafa karıştı Kemal. "Hepimiz ona hayranız."
  • 345Timothy, adı verilerek yapılan bu sataşmayı duymazlıktan gelemezdi."Teşekkür ederim Kemal, ama biraz abartıyorsun.""Hiç de abartmıyorum," dedi. Elindeki çay bardağını sıranın üzerine koyarak, bütün bedeniyleAmerikalıya doğru dönmüştü. "Kısa sürede hepimizi etkiledin, aramızdan bazıları sana âşık bileoldular.""Saçmalama," diye bağırdı Elif."Niye, öyle söylemedin mi? Timden hoşlanıyorum de-medin mi?"İçinden Kemale lanetler okuyan Esra,"Çocuklar lütfen," diye araya girecek oldu.Öfkeyle solumaya başlayan Kemal,"Esra sen karışma lütfen," dedi. "Bu ikisi gözümün içine baka baka beni aldattılar..."Timothynin yüzü bir an için çarpıldı ama kendini çabuk toparladı."Yanlış düşünüyorsun," dedi. "Benim Elifle ilişkim yok. Onun benden hoşlandığını da şimdiduydum." Elife dönerek, mahcup bir tavırla sürdürdü sözlerini. "Eğer bu gerçekse onur duyarımama ben bu tür bir ilişki düşünmüyorum."Genç kızın yüzü kıpkırmızı olmuş, dudakları titremeye başlamıştı."Bu... bu uyduruyor..." diye kekeledi. Arkasını getiremedi, gözyaşları ardı ardına dökülürken, eliyleyüzünü kapatarak, kaçarcasına sınıftan uzaklaştı."Bütün bunlar çok anlamsız," dedi Timothy, "neden birbirinizi kırıyorsunuz ki?""Bir de konuşuyorsun," dedi Kemal, "bütün bunlar» sen neden oldun. "Timothy soğukkanlılığını inatla koruyordu."Yanılıyorsun, herkese nasıl davrandıysam Elife de öyle davrandım.""Hayır, onu etkileyip kendine âşık ettin."346Timothy yanlış anlaşılmış bir insanın burukluğuyla başını salladı."Beni hiç tanımıyorsun. Pek matah bir herif sayılmam ama birine âşık olsam bunu inkâr edecekkadar da adi biri değilim." Duraksadı. "Ama kimseye âşık değilim. İyi ki de değilim, çünkü aşk pisbir iştir. Senin gibi nazik birini bile kabalaştıracak kadar kötü bir duygudur. Az önce de söylediğimgibi artık gönül işleri pek ilgilendirmiyor beni."Kemalin gözlerinde sinsi bir ışık yanıp söndü."Tavladığın genç kızlar bıkkınlık verdiği için mi?"Acı acı gülümsedi Timothy."Hayır," dedi. Sesi ironi yüklüydü. "Karım, Belçikalı genç bir arkeologla kaçtığı için..."Esranın yüreği hızla çarpmaya başlamıştı. İş buraya vardıktan sonra Timin öfkesini kontroledemeyeceğini bir yerde patlayacağını düşünüyordu. Ama Amerikalı, bir dostuyla dertleşiyormuşgibi içten bir ses tonuyla sürdürdü sözlerini."Bu yüzden seni çok iyi anlıyorum. Ben de çok acı çektim, kolay değil sevdiğiniz, inandığınız kişi,başka birisi için sizi bırakıp gidiyor. Ama sonra alışıyor insan. Bolca gözyaşı döktükten, bolcasarhoş olduktan, bolca kendine acıdıktan sonra sakinleşip konu üzerine akıl yürütmeyekoyuluyorsun."Birden gülmeye başladı."Ve ulaştığım sonuç; aşk konusunda bu toprakların suçlu olduğuydu."Aldırmaz görünen Kemal dışında herkes bu sözler üzerine daha dikkatli dinlemeye başlamıştı onu."İnanın uydurmuyorum. Her şey bundan dokuz bin yıl önce bu topraklarda başlamıştı... Anatanrıçayı bilirsiniz. İki yanında birer pars, bacaklarının arasında bir çocuk olan şişman ilk kadıntanrı. İnsanlığın ilk tanrısı. Anadolunun eski insanlarının onu neden tanrı olarak seçtiklerini biliyormusunuz? Çünkü erkekler kendi dölleyici347
  • rollerinin farkında değillerdi. Kadınları dölleyen şeyin rüzgâr, yağmur, ırmak yani doğa olduğunusanıyorlardı. Bu düşünce o zamanlar için hiç de yadırgatıcı değil, insanlar kendilerini doğanın birparçası olarak görüyorlardı. Doğumu bir büyü, bir mucize sanıyorlardı. Kuşkusuz bunda o dönemanaerkil sistemin yaşanıyor olmasının da payı vardı. Ama asıl etkili olan konu üremeninbilinmeme-siydi. îşte bu bilinmezlik, insanlığın ilk tanrılarından birini Ana Tanrıçayı yarattı. Budüşünce öylesine etkiliydi ki ataerkil düzene geçildikten sonra da Anadoluda tanrıça kültü sürdü.Örneğin bizim ataerkil Hititler, Fırtına Tanrısı Teşup gibi erkek bir tanrıya sahip olsalar bile, GüneşTanrıçası Hepattan ve Tanrıça Kupabadan asla vazgeçmediler.Aşk da tıpkı tanrıça gibidir; yani muhteşem bir yanılsamadır. Öncelikle erkeklerin icadıdır. Erkeğinaçmazı da budur işte. Bir yandan kadın kendine ait olsun diye aileyi kurar, öte yandan gözükomşunun karısında kalır. İlya-dadaki Parisin Heleni kaçırmasını anımsayın, Ortaçağdaki şövalyeaşklarını anımsayın. Ama kadınlar için durum daha vahimdir. Çünkü anaerkil dönemde pek çoksevgilisi olan kadın, ataerkil dönemde bir erkeğin malı olarak evine hapsedilmiştir. Onun gözününde komşunun kocasında, oğlunda kalmasından daha doğal ne olabilir? Ama bu istek yasaktır,günahtır, ayıptır. İşte aşk bu ulaşılmazlıktan doğar. Aşk ulaşamayacağın birini abartarak, onunkafandaki ideal kişi olduğunu sanarak, tutkuyla bağlanmaktır. Aradaki engeller ne kadar artarsa buyanılsama o kadar tutkulu olacaktır. Nasıl tarih öncesi atalarımız doğum olayını çözemediği içinkadınlardan tanrı yaratmışsa, biz de yolumuzun kesiştiği birini yaşamımızın vazgeçilmez kişisisanarak, neredeyse ona tapınmaya kadar varan bir bağlılık yaratmışız. Kanımca aşk, o ilkel abartmaduygusunun günümüze kadar gelmiş halidir."Esra konuşmanın başında Timothynin ne yapmaya348çalıştığını anlamamıştı. Ama masadakilerin onu ilgiyle dinlediğini görünce, usta arkeologun kırıcıtartışmayı böylece tatlıya bağlamaya çalıştığını fark etti. İçinden onu takdir ederken,"Ama bu söylediklerin olayı erkek açısından açıklıyor," dedi. Niyeti Timothyye sataşmaktan çokkonuyu başka bir noktaya çekmekti. "Yani kadın hiç âşık olmaz mı?""Kuşkusuz olur. Zaten Ana Tanrıça kültünü yalnızca erkekler değil, bütün insanların imgelemiyaratmıştır. Sonuçta kadın, erkek ya da eşcinsel aşkı hiç fark etmez bence hepsi aynı ilkelyanılsamanın devamıdır."Aşktan söz edilmeye başlandığından beri kulaklarını dört açan Bemd daha fazla dayanamayarak,"Haklı olabilirsin ama," dedi, "binlerce yıllık ilkel bir düşünüş biçiminin yarattığı bir alışkanlık olsada, saçma sapan bir yanılsama sayılsa da, insana mutluluktan çok acı verse de aşksız geçmiş birömür bence fakir bir yaşamdır.""Doğru," dedi Timothy. "Aşkı tatmadan ölen bir insan bence de eksik bir yaşam sürmüştür ama bubenim için geçerli değil. Hani sizin o ünlü atasözünüz gibi, ne Şamın şekeri, ne Arabm yüzü,diyorum artık ben."Tam öfkeler yatıştı, tartışma olumlandı derken,"Sana inanmıyorum," diye atıldı Kemal yeniden, "bütün bunları kendini kurtarmak içinsöylüyorsun. Ama yalanını ortaya çıkaracağım."Sözünü bitirdikten sonra kimsenin bir şey söylemesine fırsat vermeden kalktı. Kapıyı çarparakderslikten çıktı. Timothy çaresiz gözlerle bakakalmıştı arkasından.349yirmi ikinci tabletSonunda başarmıştım, saray yazmanı olmuştum ama Aşmunikalın çaresizlik içinde bakan gözleriniunutamı-yordum. Biraz da bu yüzden, Aşmunikalın yokluğunu daha az hissetmek, daha da çokmesleğimde ne kadar iyi olduğumu göstermek için hırsla sarıldım yazmanlığa.O günlerde Asur belasından henüz kurtulmamıştık. Asur ordusu dev bir yangın gibi bütün bölgeyiyakıp kavuruyordu. Samaldan sonra Gurgum ve Kaşka Krallıklarını da yendi. Onlarla işi bitincemuhafız birlikleri, dört kişilik savaş arabaları, süvari ve piyadeleriyle yine kapımıza dayandı.
  • Vergi yükümüzü iyice artırmışlardı. Karşı çıkmadan kabul ettik ama Tiglatpileser bununlayetinmedi. Artık ordularını alıp kendi ülkesine dönmekten vazgeçmişti. Krallığımızı, Dış BölgelerYönetimi adı altında bir komutaya bağladı. Savaş zamanında isterlerse bu komutanlığa asker devermek zorundaydık.Onursuz bir anlaşmayla barışı yeniden sağlamıştık. Onursuz diyorum ama anlaşmadan utançduyanlar yalnızca soylulardı. Halk ve kölelerse barışı üç gün üç gece süren şenliklerle kutladı.Çünkü savaşta ölenler, evleri ya-kılanlar, aç kalanlar, sürülenler onlardı. Fırat kıyısındaki tarlalardaçalışmak, taş yontarak binalar kurmak, ev işle-rine bakmak ne kadar zor olursa olsun yine desavaştan iyiydi. Bu yüzden halk ve köleler Pisirise "Merhametli Kral" unvanını taktılar.Topladığımız ürünün önemli bir bölümü, sığırlarımı zın, domuzlarımızın, koyunlarımızın en besiliolanları, şaraplarımızın, biralarımızın en iyileri Asura akmaktaydı350ama olsun artık barış vardı. Halk mutluydu, köleler mutluydu, kadınlar mutluydu. Ya ben, sarayyazmanı Patasa-na, ya ben mutlu muydum?Aylarca bu soruyu kendime sormaktan kaçındım. Aşmunikalın yokluğuna alışamasam da görevimien iyi biçimde yerine getirmeye çalıştım. Çabalarım boşa da gitmiyordu; Soylular Meclisinin engenç ama sözü en çok dinlenilen üyesi olmuştum. Kral Pişiriş, tıpkı babam gibi beni başdanışmanıyapmıştı. Bana önem verdiği, bana güvendiği her tavrından belli oluyordu. Ben de ona güveniyor,ona inanıyor, ona hayranlık duyuyor, bize böyle akıllı, böyle cesur, böyle bir kral verdikleri içintanrılara dua ediyordum. Ta ki babamın ve benim yardımcım Laimas ölüm döşeğine düşünceyekadar.Laimas günlerdir saraya gelemiyordu. Kendini iyi his-setmiyormuş, biraz dinlenmek istiyordu.Ama dinlenmek Laiması iyileştirmedi, durumu giderek kötüleşti. Ölmeden önceki gün beni evineçağırdı. Hemen kabul ettim davetini. Küçük bahçesinden geçerek içeri girdim. Kapıda benikarşılayan oğlu şöyle dedi:"Babam seni bekliyordu. Seni görmeden, seninle konuşmadan ölmekten korkuyordu."Şaşırmıştım, Laimasın benimle konuşacak bu kadar önemli ne meselesi olabilirdi ki? Merakla içerigirdim. Yaşlı Laimasın iri bedeni küçülmüş, geniş yatakta kaybolmuş gibiydi. Benzi sapsarıydı.Oğlu yanında diz çöküp kulağına eğilerek, benim geldiğimi söyledi. Laimas kısık gözlerini banaçevirdi, sonra bütün gücünü toplayarak eliyle beni yanına çağırdı. Ben de yanına diz çöktüm. Yineeliyle işaret ederek, akrabalarının odayı boşaltmasını söyledi. Odada baş başa kalmıştık. Nefesinitoplayıp, yavaş yavaş konuşmaya başladı."Ben günahkârım Patasana."Sesini güçlükle duyuyordum. Kulağımı, dudaklarına yaklaştırdım.351KÜTÜPHANE»!;"Ben, baban Ararasa büyük kötülük ettim. Her zaman bana yardım eden, uzun ömrümdeki en iyidostuma, senin babana ihanet ettim. Sana, ailene büyük kötülük ettim."Ona karşı çıkmak istedim."Sözümü kesme, fazla zamanım yok," diyerek beni susturdu. "Baban Ararasm Tiglatpileseregötürdüğü anlaşmayı hatırlıyor musun? Onu ben yazmıştım. Neden ben yazmıştım, biliyor musun?Çünkü o tablette, Pişiriş, Asur Kralına. bağlılığını dile getiriyor, bunun kanıtı olarak da Frigya veUrartulara casusluk yaptığını öğrendiği başyazmanının kellesini yolladığını söylüyordu. BabanıTiglat-pileser öldürmedi, onu yolda Pisirisin muhafızları öldürdü. Babanın kesik başı, Pisirisikurtarmak için Asur Kralına diyet olarak ödendi."Duyduklarım beni çılgına çevirmişti. Laimasın ölmekte olmasına aldırmadan"Yalan söylüyorsun," diye bağırarak, onu sarsmaya başladım. Laimas üzüntüyle başını salladı."Keşke yalan olsaydı. Kaç zamandır bu vicdan azabıy-la yaşıyorum. Pişiriş, olanları anlatırsamdilimi kesmekle tehdit etti. Korktum, bugüne kadar, gerçeği herkesten gizledim. Ama artıkölüyorum. Tanrıların huzuruna bu günahla çıkamam."
  • Babamın bize veda ederken söylediği sözleri anımsadım, böylece Laimasın doğruyu söylediğinianladım. Babamın ölüm haberini aldığımda sakladığım gözyaşlarını acıyla, aldatılmışlığın verdiğiöfkeyle yanaklarımdan süzülmeye başladı. Ben ağlarken yaşlı Laimas son sözlerini söyledi."Sakın bunu bildiğini Pisirise belli etme. Seni o and,a öldürtür. Bir kralı düşman seçmek senin gibiakıllı bir adamın yapacağı iş değil. Yaşamını eskisi gibi Pisirisle uyum içinde sürdürmelisin."Laimasın evinden ayrılınca, alışkanlıkla ahıra yönelen koyunlar gibi ayaklarım kendiliğinden benisaraya352yönlendirdi. Sarayın önüne gelince, başımı kaldırıp baktım. Ben, büyükbabamın sürülmesine,sevdiğim kadından ayrı düşmeme, babamın ölümüne neden olan bu saraya, bu sarayın sahiplerinemi aittim? Aldığım eğitim, öğrendiklerim bu soruya, "evet," diyordu. "Sen tanrılara ve onlarınyeryüzündeki temsilcisi olan Kral Pisirise aitsin." Ama yüreğimdeki acı, bedenimi geren öfke,gözlerimi yakan ateş "hayır," diyordu. "Sen büyükbaban Mitannu-waya, baban Ararasa ve sevgilinAşmunikala aitsin."Ben Patasana, ben sarayın kusursuz başyazmanı, bir kez daha aklımla yüreğimin arasında sıkışıpkalmıştım.353yirmi üçüncü bölümKusursuz bir metin yazmak istiyordu Esra, ama nasıl başlayacağını bilemiyordu. Derslikte ondanbaşka kimse kalmamıştı. Bernd ile Timothy kendi odalarında çalışmayı seçmişler, Elif kimseylekonuşmak istemeyerek, tek başına dolaşmaya çıkmış, Teoman, Kemal ve Murat ise Fenerbahçe ileReal Madrid dostluk maçını izlemek için kasabadaki televizyonlu kahvehaneye gitmişlerdi. Futbolmaçlarından hiç hoşlanmazdı Esra ama Kemalin sakinleşmesini sağlar diye bu defa gitmeleriniyürekten desteklemişti.Bilgisayarın karşısına oturmuş, kullanacağı sözcükleri bulmaya çalışıyordu. Her yıl düzenlenenKültür Bakanlığı Kazı Araştırma Arkeometre Sonuçlan Toplantılarının ikisinde metinlerhazırlamıştı ama bunun hepsinden farklı, hepsinden çarpıcı, hepsinden daha kapsamlı olmasınıistiyordu. Bu yüzden titizleniyor, düşüncelerini yansıtacağı sözcükleri kılı kırk yararcasına seçmeyeçalışıyordu. Böyle olunca da yazıya bir türlü başlayamıyordu. Kolejde okurken de kompozisyonyazmak sorun olurdu. Babası, metnin içeriğini kapsayacak bir cümle bulmasını önerirdi. O cümleyibulduktan sonra yazı akıp giderdi. Önce inanmamıştı bu yönteme ama bir kez denemiş ve işeyaradığını görünce fikrini değiştirmişti. Ama mesele o giriş355cümlesini bulmaktaydı. Aklına Timothynin tablet çevirileri geldi, hepsi bilgisayarda kayıtlıydı.Çevirilerin bulunduğu dosyayı açtı, bir süre metinleri okuduktan sonra aradığını buldu. Yazısınaİkinci Tabletin sonundaki paragrafla başlayacaktı. Şöyle diyordu Patasana, "Büyükbabam Fıratabaktığında, suların ışıltısında, içimizdeki sevincin sırrını görürdü, babamsa Fıratta bizidüşmanlarımızdan daha üstün kılan gücü görürdü; zeytini, nohutu, buğdayı, kayısı ve üzümügörürdü. Büyükbabama Fırat nedir, diye sorduğunuzda, Gündüzleri sevgilinin gözlerine yansıyanışıktır, derdi, geceleriyse sevgilinin çözülmüş siyah saçları. Babama sorsanız alacağınız yanıtbelliydi: Düşmana kaptırılmaması gereken bereketli bir sudur Fırat. "Evet, bu paragrafla başlamalıydı, bu topraklarda yaşamış gelmiş geçmiş bütün uygarlıklarınkaynağı, binlerce yıldır sessizce Basra Körfezine akan, akarken de insanlara bolluk bereket taşıyan,Hititlerin Mala dedikleri bu görkemli nehirdi. Yazacağı metin de bu nehrin çevresindebüyümeliydi.Hevesle klavyenin tuşlarına dokundu. Babası yine haklı çıkmıştı, ilk paragraftan sonrasıkendiliğinden gelmeye başladı. Yazdıklarını yüksek sesle okuyarak, kimi paragrafları beğenmeyipyenileyerek, uygun sözcüğü bulmak için düşünerek geçen birkaç saatin ardından metintamamlanmıştı. Son düzeltmeleri yapıp yazıcıdan çıkışı alırken kapı açıldı, içeri odanın gerçeksahipleri Teoman, Murat ve Kemal girdiler. Onları neşeyle karşıladı Esra.
  • "Ooo futbol canavarları, demek döndünüz." wt*Ama arkadaşlarında neşenin kırıntısı bile yoktu."Döndük," dedi Teoman. Adımlarını sürükleyerek yatağına yönelmişti. Muratın da yüzündendüşen bin parçaydı."Ne bu haliniz böyle?" diye sordu Esra.356"Kansızlar," dedi Murat. Sesi inler gibi çıkmıştı. "Takımı yatırdılar"Esra gülmeye başladı."Hay allah maçı kaybettiniz ha.""Gülme be Esra," dedi Teoman."Ne olacak canım altı üstü bir dostluk maçı.""Orası öyle de insana en çok eski oyuncumuzun attığı gol koyuyor," dedi Murat. Acı çeker gibikasılmıştı yüzü. "O atmamış olsaydı, iki iki berabere bitecekti maç.""Aşağılık herif," diye tısladı Teoman. "Beni hasta etti""Sakın ha, basın toplantısı bitene kadar hasta olmak yok."Teoman aldırmadı, kendini yatağa bıraktı. Murat da onu izledi."İyi be," diye mızırdadı Esra, "yazdıklarımın tashihini kim yapacak?""Ben yaparım," dedi Kemal. Öfkesi geçmiş gibiydi, arkadaşları gibi üzgün de görünmüyordu.Yazıcıdan çıkmakta olan kâğıtlara yöneldi. "Basın toplantısında yapacağın konuşma mı?""Evet," dedi Esra. Arkadaşının yazdıklarıyla ilgilenmesine sevinmişti. "İçeriği hakkında daeleştirilerini bekliyorum."Kemal kâğıtları alıp sıralardan birine çöktü. Okumaya başlamadan önce,"Olanlar için özür dilerim," dedi mahcup bir tavırla. "Senin kazında bunları yapmak istemezdim.Umarım beni affedersin.""Ben seni düşünüyorum," dedi Esra. "Kendini yıpratıyorsun... Buna değer mi?""Bu konuyu tartışmak istemiyorum," dedi gerginleşen Kemal. "Biz işimize bakalım."İşlerin yoluna girdiğini gören Esra üstelemedi."Tamam. Sen onları okurken ben de çıkıp biraz hava alayım. Bütün öğleden sonrayı bu odadageçirdim."%357Arka bahçede güneş batmak üzereydi. Çardağın altındaki masada, kuşbaşı doğranmış etler,dilimlenmiş domatesler ve yeşil biberler tencerelerin içinde yan yana sıralanıyordu. Horasandangöçen Türkmen aşiretlerinin acıklı türkülerinden birini tutturan Halaf, kendini kaptırmış, beceriyleince uzun şişlere iri etleri geçirip duruyordu. İşini öyle büyük bir keyifle yapıyordu ki Esradakikalarca onu izlemekten kendini alamadı. Üzerinde bir bakışın ağırlığını hisseden Halaf, başınıkaldırıp onu görme-se daha sürdürecekti bu izleme işini."Aşk olsun Esra Hanım," diye söylendi Halaf, "insan geldiğini haber vermez mi?""Bozmaya kıyamadım," dedi Esra. Başıyla masanın üzerindekileri işaret ederek sordu. "Akşamyemeğimizli?"mı:Alınmadığını gösteren kalender bir gülümseme belirdi aşçının kalın dudaklarında."Evet. Madem ki bu akşam Yüzbaşı geliyor, ona altı domates ezmeli kuşbaşı yapalım, dedim."Esra şaşırmış gibiydi."Öyle mi?" dedi. "Yüzbaşıdan hoşlanmadığını sanıyordum. Adı deliye çıkmış filan diyordun...""Deli adam dediysek, kötü adam demedik. Asıl akıllıdan korkmak lazım. Deli dedikleri kişi,hırsızların, uğursuzların kuşatmasında bunalmış kişidir. Zavallının aklını kaçırmaktan başka çaresikalmamıştır. Onun öfkesi adama zarar vermez. Verse verse kendine verir... Mesela Kemal Bey öyledeğil. O herkese zarar verebilir."
  • "Sevdalanmış," dedi Esra masaya otururken. Arkadaşını mazur göstermek istiyordu. "Sevda da birtür deliliktir.""Onunki delilik değil, densizlik. Adam osuruğuna çifte atıyor."Esra benzetmeye gülerken aşçı anlatmaya devam etti."Deli olsaydı, yarasını kapatır kimseye göstermezdi. Hem kendini, hem kızcağızı hem de ötekiadamı rezil358etmezdi. Ben şahsen Timi çok takdir ettim. Gâvur mavur ama helal olsun, yiğit adammış. Ocüsseyle Kemale bi tane çaksa yarısı boşa giderdi. Ama adam gün görmüş, alttan aldı, işi tatlıyabağladı..."Yeterince et sapladığı şişi, domateslerin durduğu küçük tencerenin kenarına dayadı. Yeni bir şişalıp devam etti."Kemali boş ver Esra Hanım. Zaten pek tutmazdım, iyice gözümden düştü. Kız istemem, diyor.Var mı bunun ötesi? Ne kadar gücüne giderse gitsin, ne kadar ağır olursa olsun, eyvallahdiyeceksin. Delikanlılık, yiğitlik bunu gerektirir. Bizim burada bile artık kızı istediğineveriyorlar..."Lafın uzamasından korkan Esra, şişlere uzandı."Ben de yardım edeyim.""Elinizi yaralamayın.""O kadar da değil," dedi Esra. Bakışlarında manidar bir ifade belirmişti. "Az buçuk biz de anlarızbu işten."Çocukça bir gülümseme süsledi Halaf in dudaklarını."Tamam o zaman. Şu domatesleri şişlere geçirin."Esra kırk yıllık kebabçıymış gibi aldı eline şişi, domatesleri peş peşe geçirmeye başladı. Halaf in içirahatlamıştı, Yeniden Kemale dönmesinden çekinen Esra konuyu değiştirmek için,"Bu yörede Ermeni köyleri varmış öyle mi?" diye sordu.Halaf in bitişik kaşlarının altındaki gözleri kuşkuyla kıpırdandı. Esrayı yanıtlamak yerine,"Mahmutla arkadaşı masum çıktı değil mi?"dedi. Sonra olumlu yanıt alacağından eminmiş gibisöylendi. "Ben size demiştim..."Onun bilmiş tavrı Esrayı sinirlendirdi."Mahmutla arkadaşının masum olduğunu nereden çıkarıyorsun? Sana yalnızca bir soru sordum."Halaf anlamak istercesine baktı, Esranın kızgınlığı bile kuşkularını giderememişti.359"Doğru söyleyin Esra Hanım," dedi. "Hacı Settarla Reşat Ağayı gerçekten onlar mı öldürmüş?""Yüzbaşı öyle olduğunu düşünüyor. Neyse, sen tahminde bulunmayı bırak da benim soruma yanıtver."İçi rahatlamamıştı Halaf in ama sonunda soruyu yanıtladı."İki Ermeni köyü var. Abid Hocanm köyü Göven de onlardan biri.""Dur... dur bir dakika," dedi Esra. Yanlış mı duydum diye dikkat kesilmişti. "Abid Hoca da Ermenikökenlimii?""Tabii canım. O köydeki herkes gibi o da eski Erme-nı.Esranın kafası iyice karışmıştı."Peki adam nasıl hoca olmuş?""Niye olmasın," dedi Halaf. "adamların hepsi şimdi Müslüman. Kimse ben Ermeniyim,Hıristiyanım demiyor ki. Biraz da çekiniyorlar. Abid Hocanm babası, oğlunu bu sebebten İmamHatip Lisesine yollamış."Esranın yüzünde anlamını bulamamış bir ifade geziniyordu.
  • "Çok ilginç!," diye sönendi. "Peki Ermeni köylerinin öteki köylerle araları nasıldır?""Gayet iyidir. Hiçbir mesele yoktur. Haklarında iyi konuşmayanlar da vardır, ama ben birkötülüklerini görmedim. Ne diyeyim, alacaklarında vereceklerinde çok sağlamlar."Esranın aklı Abid Hocaya takılmıştı. Demek adam Ermeni kökenliydi. İlk cinayet onun görevyaptığı camide işlenmişti, ikincisiyse onun köyünde... Yoksa katil o muydu? Kendisini inanmış birMüslüman gibi göstererek atalarının intikamını mı almaya mı çalışıyordu. Konuyu deşmeyebaşladı."Yetmiş sekiz yıl önce tıpkı Hacı Settar ile Reşat Tür-koğlunun öldürülmesine benzer cinayetlerişlenmiş burada."360Halaf in gözleri parıldadı. Şiş saplamayı bırakıp, merakla baktı Esraya."Hiç duymadım," dedi. "Ama öğrenebilirim. Kimmiş bu adamlar?""Papaz Kirkor, şimdi cami olan kilisenin çan kulesinden aşağıya atılmış, Ohannes Ağa GövenKöyü yolunda kafası kesilerek kucağına oturtulmuş, bakırcı ustası Garo ise dükkânının içindekikirişe asılmış.""Allah Allah," dedi ürkmüş bir sesle. "Hakikaten iki cinayet birbirine çok benziyor.""Öldürülen kişilerin adını duydun mu?""Papaz Kirkoru siz de tanıyorsunuz," dedi Halaf."Tanıyor muyum?""Hatırlasanıza şu Gâvur Nadide geldiğinde.""Gâvur Nadidenin bu konuya ilgisi ne?""İlgisi ne olur mu? Nadide yani namı diğer Nadya, Papaz Kirkorun kızı.""Haklısın," dedi Esra, "şimdi hatırladım. Peki Ohan-nesle, Garo?""Ohannes Ağayı duymuştum. Reşat Ağanın dedesi Kürt İsfendiyar o zamanlar eşkiyaymış.Fransızların An-tepten çekileceği belli olunca, sıkı bir Kuvayı Milliyeci olup Ermenilere solukaldırmamaya başlamış. Ohannes Ağayı da öldürüp topraklarına el koymuş. Ama Garoyuduymadım.""Merak ettiğim başka bir şey daha var. Abid Hocayla Papaz Kirkor arasında bir akrabalık var mı ?""Onu bilmiyorum ama Abid Hocanın soyunun Ohannes Ağaya kadar gittiğini duydum."Esranın gözleri ışıldamaya başlamıştı."Yani Abid Hocanın Reşata düşman olması için iki esaslı nedeni var," dedi. Halaf a bakarakkonuşuyordu ama aslında kendini ikna etmeye çalışıyordu. "Adam hem atasının mallarına elkoymuş, hem de kız kardeşini metres tutmuş."361Halaf haklı çıkmış olmanın verdiği gururla gülümsedi."Sonunda dediğime geldiniz. Başka türlü olmaz zaten. Yüzbaşı yanılıyor. Mahmut filan öldüremezReşat Ağayı. Bu işi Abidden başkası yapmış olamaz."Ama Esranın içi rahat değildi."Peki Abid Hocanın Hacı Settarı öldürmesi için bir neden var mı?"Halaf m da kaşları çatıldı."Yok," dedi, "o işi Abid yapmış olamaz. Hacının katili Şehmuzdur..."Birden sustu. Timothy ile Berndin yaklaştığını görmüştü. İki yabancı arkeolog, Asurluların devamıolan topluluklardan Süryaniler ile eski geleneklere bağlı kalan Haranlılar arasındaki farklarıkonuşuyorlardı. Yemek hazırlığını görünce tarihi bir yana bırakıp bugüne döndüler."Ooo, şiş kebap," dedi Timothy, ağzını iştahla şapırdatarak. Öğlenki tartışmanın etkilerindenkurtulmuş gibiydi. "Yaşa Halaf, sonunda istediğim yemeği yaptın.""Bu kadar sevdiğini bilseydim daha önce yapardım."Etlerin şişe geçirilişini ilgiyle izleyen Bernd,"Çok acı yapmazsın değil mi?" diye atıldı. "Bir kez Adanada yemiştik, yandım kavruldum."

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...