06 Eylül 2014

HZ. ADEM (A.S.) HAYATI BİRİNCİ BÖLÜM




HZ. ADEM (A.S.) HAYATI   BİRİNCİ BÖLÜM
 PEYGAMBERLİK VE  PEYGAMBELER.. 1 HZ. ADEM (A.S.)
A. Peygamberlerin Görevleri   Peygamberlerin görevi, tek cümle ile, insanları Allah'ın yo­luna çağırmak suretiyle, onları küfrün karanlığından kurtarıp İslâm'ın aydınlığına çıkarmaktır. Onların bu görevini, yürüttük­leri faaliyetin alanları bakımından altı madde hâlinde ele almak mümkündür: [1]   1. İnsanları Sâdece Allah'a Kulluğa Çağırmak   Peygamberlerin temel görevi, insanları sâdece Allah'a kul­luğa çağırmak ve onları kendiliklerinden uydurdukları sahte ilâhlara tapmaktan uzaklaştırmaktır. Toplumları, her türlü sa­pıklıklardan, ahlâksızlık ve kokuşmuşluklardan temizlemektir. Peygamberlerin bu vazifesi, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklanmış­tır: "Ey Muhammedi Biz, senden önce hiç bir peygamber gön­dermedik ki, ona, 'Ben'den başka hiç bir ilâh yoktur, o halde sâ­dece bana ibâdet edin!' diye uahyetmiş olmayalım."[2] "Şüphesiz ki, her ümmete, 'yalnız Allah'a kulluk edin, her azdıncıdan kaçının,' diyen bir peygamber gönderdik.[3] Bu konuyu, az sonra peygamberlerin davetinin özellikleri başlığı altında biraz daha geniş bir çerçevede ele alacağız. [4]   2. Allah'ın Emirlerini İnsanlara Tebliğ Etmek   Allah'ın insanlara büyük bir ihsanı olan peygamberler, in­sanların hidâyet ve kurtuluş rehberleridirler. Onlar, Allah'ın e-mirlerini insanlara tebliğ etmişler, bu sayede ümmetlerini, put­perestlik ve her çeşit şirkin pençesinden kurtararak hidâyete ulaştırmışlardır: "O peygamberler, Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ ederler; sâdece Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter. [5] "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Allah'ın elçiliği görevini yerine getirmemiş olur­sun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz ki Allah, kâfirler top­luluğunu hidâyete erdirmez.[6]    3. İnsanları Karanlıktan Aydınlığa Çıkarmak   Peygamberlerin tamamı, insanları Allah'ın gönderdiği ortak adı İslâm olan Sırât-ı Müstakîm'e çağırmışlar, kendilerine ina­nanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmışlardır. Bu gerçek, bâzı âyetlerde şöyle ifade edilmiştir: "Peygamberleri, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yap­tık. Onlara hayırlı işler yapmayı, namazı dosdoğru kılmayı ve ze­kât vermeyi vahyettik. Onlar ancak Biz'e ibâdet eden kimseler-di.[7] "Şüphesiz Musa'yı mucizelerimizle gönderdik. Ona şöyle dedik: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar; onlara Allah'ın (geçmiş kavimlerin başlarına gelen) hâdiseli günlerini hatırlat. Şüphesiz ki, bunda her sabredip şükreden için nice ibretler var­dır.[8] "Ey Muhammedi Biz, seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı ola­rak gönderdik. Ve izniyle, Allah'a dâvetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik. "[9] İnananların dostu Allah, inkâr edenlerin dostları ise şeytan ve yandaşlarıdır. Yüce Allah, bu dostlarını elçileri olan peygam­berleri vasıtasıyla karanlıktan aydınlığa çağırmıştır: "Allah, inanç sahiplerinin dostudur, onlan koyu karanlıklar­dan aydınlığa çıkarır. Hakikati inkâr eden kâfirlerin dostları ise onları aydınlıktan çıkarıp zifiri karanlığa iten şeytânı güçlerdir, içinde yaşayıp kalmak üzere ateşe mahkum olanlar, işte bunlar­dır.[10]         4.  İnsanlara Örnek Olmak   Bütün insanlar tarafından örnek alınması gereken Pey­gamberler, iman edenler için uyulması mecburî olan en güzel örneklerdir. Kurtuluşa ermek, onları örnek alıp, onlar gibi inan­maya ve onlar gibi yaşamaya bağlıdır. Yüce Allah insanlara, her hususta peygamberlere uymayı emretmiştir. Çünkü onlar, inanç ve yaşayış bakımından, en mükemmel insanlardır. Allah, bütün insanlar için hidâyet rehberi olarak seçtiği peygamberleri her türlü çirkinliklerden korumuştur: "Andolsun, Allah'ın Rasülü'nde, sizin için, Allah'ı ve âhireti arzulayan ve Allah'ı çok anan kimseler için, uyulacak en güzel bir örnek vardır. [11] "İşte bu peygamberler, Allah'ın hidâyete erdirdiği kimseler­dir. Sen de, onların doğru yoluna tâbi ol."[12]      5. İnsanlar Arasında Adaleti Tesis Etmek   Zulüm ve haksızlıkların yayılması, insanlığın felâketine yol açan bir durumdur. Yeryüzünde zulüm,, genellikle toplumdaki hâkim sınıfın bozulmasıyla yaygınlaşmış, adaletin bütünüyle ortadan kalkması ve zulmün şiddetlenmesi ise toplumların so­nunu getirmiştir. İnsanlık tarihi, bu yüzden uğranılan ilâhî ce­zaya pek çok kere şahit olmuştur. Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Ke-rim'inde, bu tehlikeye şöyle işaret etmektedir: "Bir toplumu helak etmeyi istediğimiz zaman, o toplumun lüks ve refaha gömülmüş seçkinlerine son uyarılarımızı yaparız ve eğer onlar buna rağmen günahkârca yaşamaya devam eder­lerse, azap hükmü artık o toplum için kaçınılmaz olur ve biz de onu darmadağın ederiz. Nuh'tan bu yana, biz, böyle nice toplum­ları yok ettik! Çünkü kullarının günahlarını bütünüyle görüp ha­berdar olmakta rabbin gibisi yoktur."[13] Toplumların felâketini beraberinde getiren zulüm ve hak­sızlıkların giderilmesi, toplumda adaletin sağlanması ve bu sa­yede fakir ve zayıfların haklarının korunmasıyla mümkün olur. Azgın günahkarların ve zâlim idarecilerin vereceği zararlar, an­cak âdil bir idarenin kurulmasıyla giderilebilir. Gerçekten âdil bir idare ise sâdece peygamberler ve onları örnek alan mü'min yöneticiler tarafından kurulabilir. Çünkü gerçek sosyal adalet, ancak Allah'ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği kurallarla tesis edilebilir. Kur'ân-ı Kerim, bu gerçeği şöyle açıklar: "Şüphesiz her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberle­ri onlara geldiğinde aralarında mutlaka adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez. "[14] "Doğrusu, daha önce de peygamberlerimizi, bu hakikatin bütün delilleri ile gönderdik. Ve, onlar vasıtasıyla kitabı indirdik ve böylece doğru ile eğriyi tartabilmeniz için size bir terazi verdik ki, insanlar adaletle davranabilsinler. "[15] Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi, peygamberlerin en Önemli görevlerinden biri, ırk, mevki ve asalet durumlarına bakılmaksı­zın insanları eşit kabul eden ve onlara eşit davranan âdil bir idarenin kurulmasıdır. Yüce Allah, sâlih kulların iktidara gelme­si durumunda tesis edecekleri bu düzen hakkında şöyle buyur­muştur: "(O yardıma lâyık olanlar ki), onları yeryüzünde iktidara ge-tirsek dahi, namazlarım dosdoğru kılmaya devam ederler, arın­mak için verilmesi gereken zekâtlarını verirler, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Ama yine de işlerin sonucu Allah'a kalmıştir.»[16] Peygamberler ve onları örnek alan idareciler, toplumda a-dâletin tesisi için çalışmışlardır. Kişisel ve sosyal hayatı, kendilerini ve yakınlarını kayıran veya durumlarına göre insanları sınıf­lara ayıran kanunlarla değil, insanlar arasında adaleti emreden Allah'ın gönderdiği kaide ve kurallarla düzenlemişlerdir. Sonun­da Allah'ın dinini hakim kılarak adaleti sağlamışlar, yeryüzünde huzur ve mutluluğu temin eden âdil ve faziletli bir düzen kurup zulüm ve kötülükleri ortadan kaldırmışlardır. Bu mutlu sonuca ulaşmalarında, Allah'ın yardımı onlarla birlikte olmuştur. Bu ilâhî yardım, Allah'ın dinine sahip çıkanlar için Kıyamete kadar devam edecektir. Kur'ân-ı Kerim, bu hakikati şöyle dile getirir: "Allah, içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere, kendile­rinden önceki sâlih kimseleri iş başına getirip egemen kıldığı gibi, onlan da mutlaka yeryüzünde hâkim kılacağına ve kendileri için seçip razı olduğu dinlerini kuvvetle kökleştireceğine ve çektikleri korkularından sonra onları mutlaka güvenli bir duruma kavuştu­racağına kesin bir vaadde bulunmuştur. Çünkü onlar, yalnız bana ibadet ederler ve hiç bir şeyi bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra, kim inkâr ederse, işte onlar/âşıkların tâ kendileridir. "[17] "Gerçek şu ki, hakikati inkâr edenler her zaman şöyle der­ler: 'Eğer atalarımızdan bu yönde bir gelenek devralmış olsaydık, kesinlikle Allah'ın hâlis kullan olurduk!' Ama, ilâhî kitap gelince de onu inkâr ettiler; ancak onlar yakında reddettikleri şeyin ne olduğunu bileceklerdir. Şüphesiz ki, bizim, peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza çok önceden verilmiş bir sözümüz var­dır: Kendilerine mutlaka yardım edilecektir ve sonunda galip gele­cek olan mutlaka bizim ordumuz olacaktır.[18] "Ey iman edenler! Eğer siz, Allah'ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar."[19] Allah'ın yardımına hak kazanan böyle bir toplumda her yetkili, âdil davranmak, Allah'ın hakkını bütün hakların önüne alarak yakınlarının aleyhine de olsa doğruyu söylemek duru­mundadır: "Ey iman edenler! Şahsınızın, ana-babanızın ve akrabaları­nızın aleyhine de olsa, Allah rızası için doğru şahitlik yaparak adalet üzere olun. O kişi zengin de olsa, fakir de olsa, Allah'ın hakkı onların her birinin hakkının önüne geçer. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki, adaletten uzaklaşmayası-nız. Çünkü, eğer hakikati çarpıtırsanız, bilin ki, Allah, bütün yap­tıklarınızdan haberdardır.[20]     6. İnsanları Ahirete İmana Çağırmak   Peygamberler, vahiy yoluyla aldıkları gaybî bilgiler saye­sinde ölüm sonrası hayatı anlatarak, insanları, geçici dünya ha­yatına aldanmaktan kurtulup akıl yoluyla bilinmesi mümkün olmayan bu asıl hayata hazırlık yapmaya çağırmışlardır: "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden, size âyetlerimi okuyan ve sizi bu hesap gününüze kavuşacağınız hususunda uyaran . peygamberler gelmedi mi? Onlar, kendi aleyhimize şahidiz, derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendi nefisleri aleyhine kâfir olduk­larına dâir şahitlik ettiler. Bu böyledir. Çünkü rabbin, bir ülkeyi, halkı habersiz iken haksız yere helak edici değildir."[21] Peygamberler, Ahiret yurdunu anlatarak, insanların gayre­tini, fânî dünyadan asıl ve sonsuz hayata çevirmeye çalışmışlar­dır: "Bu dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değil­dir. Şüphesiz asıl hayat, Ahiret yurdundadır. Keşke bilselerdi!'[22] "Bilin ki, dünya hayatı sâdece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme vesilesi, mal ve evlatların çoğalmasından ibarettir. Bu bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitki, çiftçilerin hoşu­na gider, sonra o bitki kurumaya yüz tutar, bir de bakarsın ki, sapsarı kesilmiş, daha sonra da çer çöp haline gelir. Ahirette ise ya şiddetli bir azap yahut Allah'ın bağışlaması ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.[23]       B. Peygamberlik Görevi İlahî Bir Mevhîbedir   Peygamberlik görevi, ilâhî bir lütuf ve rabbani bir mevhîbe-dir. Allah Teâlâ, bu makamı, kullarından dilediğine bahsetmiştir. Hiç bir kul, kendi çalışmasıyla peygamberlik makamına ulaşa­maz. Ne kadar çok ibâdet ve tâatta bulunursa bulunsun netice değişmez. Bu makam, verasetle veya güç ve kuvvetle de elde edi­lemez. Çünkü bu görev, Allah'ın bir lütfudur. Yüce Allah, kulla­rının içinden en faziletlilerini peygamber olarak seçmiştir. Bu gerçek bâzı âyetlerde şöyle ifâde edilmektedir: "İşte bu peygamberlik, Allah'ın fazlı ve inayetidir. Onu dile­diğine verir, Allah, büyük lütuf sahibidir.[24] "Allah meleklerden de elçiler seçer insanlardan da. Şüphe­siz Allah işitendir, görendir."[25] "Doğrusu onlar, bizim katımızda seçkin iyi kimselerdendir­ler."[26] Dünya nimetlerini kullarına taksim eden Cenab-ı Hak, mal ve makamlardan çok daha yüce olan nübüvvet makamını da istediğine vermiştir. "Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin ben­zeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız dediler. Allah, pey­gamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere yap­makta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından hem bir horluk hem de çetin bir azap isabet edecektir.[27]   C. Peygamberler Melek Değil İnsandır   Her hususta insanlara rehber ve örnek olan peygamberler, insanlar arasından seçilmişlerdir. Bütün peygamberler bizim gibi birer insandır Topraktan yaratılan ilk insan olan Hz. Âdem ve babasız dünyaya getirilen Hz. İsa istisnâsıyla, hepsi de bir ana ve bir babadan doğmuşlardır. Onlar da yerler İçerler, uyur­lar uyanırlar, evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar. Çalışıp çabalar­lar, diğer insanlar gibi çeşitli sıkıntı ve hastalıklarla karşılaşırlar. Peygamber olmaları, bu hususlarda onlara insan üstü özellikler kazandırmaz; veya onları ilâhlık ya da yarı ilâhlik mertebesine çıkarmaz. Peygamberlerden yeterince istifade edebilmek için, onlarla hem cins olmak ve her şeyde onlarla beraber olabilmek gerekir. Eğer, müşriklerin istediği gibi, insanlar arasında görev yapan peygamberler melekler arasından seçilmiş -olsaydı, insanların melek peygamberlerle birlikte olmaları ve davranışlarında onları örnek almaları asla mümkün olmazdı. O takdirde insanlar, "Al­lah'ın bize gönderdiği elçiler, tâbi olmamızı istediği peygamberler bizim cinsimizden değiller. Tabiatlarımız farklı, onlar yaratılış itibariyle bizlerden üstün. Amel bakımından da öyle olmaları normaldir. Onlar temiz ve itaatkârdırlar, dâima duâ ve ibâdet halindedirler, biz asla onlar gibi yapamayız." derlerdi. Bu sözle­rinde de haklı olurlardı; çünkü Cenab-ı Hak, meleklerin sürekli ibâdetle meşgul olduklarını şöyle açıklamıştır: "Çünkü göklerde ve yerde var olan her şey O'nundur, O'nun yanında yer alan melekler, O'na kulluk etmekte asla ne kibre ka­pılırlar ne de usanç duyarlar. Onlar, gece-gündüz bıkmadan yo­rulmadan Allah'ı teşbih ederler, hiç ara vermezler.[28] Melekler, yemezler içmezler, şehvetleri ve kötülüklere me­yilleri yoktur. Bu bakımdan insanların davranışlarında melekle­re uyması mümkün değildir. Diğer taraftan peygamberler melek olsaydı, aslî suretleriyle geldikleri takdirde insanlar onların heybetinden korkardı. Nitekim, sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), bir gün Hıra mağarasından döndüğü sırada, yeri-göğü kaplamış bir vaziyette karşısına çıkan vahiy meleği Cebrail'i aslî suretiyle gö­rünce ürpermiş, peygamber olmasına rağmen büyük bir heyeca­na kapılmıştı. Melekler insan suretinde geldikleri takdirde ise, insanlar, bu defa onlardan şüphe duyarlar, onlara inanmaktan. kaçınırlardı. Bu gerçeklere rağmen küfür ehli, her defasında, insan ol­dukları bahanesiyle kendilerine gönderilen peygamberlere karşı çıkmış, bir insanın hiç bir zaman peygamber olamayacağını id­dia etmiştir. Bu yüzden, ne zaman bir peygamber gönderilmişse, onun da kendileri gibi etten ve kemikten ibaret bir insan oldu­ğunu, yiyip içtiğini, çoluk çocuk sahibi olduğunu ileri sürerek ona inanmaktan kaçınmışlar ve ona düşman kesilmişlerdir. Pey­gamberlerin melek olması gerektiğini veya insanlardan olacaksa meydana gelecek hadiseleri önceden bilen ve istediğini yapabilen insan üstü güçle donatılmış biri olmasının şart olduğunu iddia etmişlerdir. Onların bu yanlış düşüncesi, bâzı âyetlerde şöyle ifade edilmektedir: "Mekke müşrikleri şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor! Kendisine bir melek indirilip de, onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! Yahut kendisine gökten bir ha­zine indirilse veya bir bahçesi olsa da oradan yese ya![29] Hüd'un (a.s.) kavmi de şöyle karşı çıkmıştı: "Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdi­ğimiz o inkâr eden ve Ahiret hayatına kavuşmayı yalanlayan eş­raf takımı dedi ki: Bu da sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz, mutlaka ziya­na uğrayanlardansınız demektir.[30] Peygamberlerin melek olması veya insan üstü güçlerle do­natılması gerektiğini iddia eden müşriklere karşı Cenâb-ı Hakk'in cevabı ise şöyle olmuştur: "Ona, bir melek indirilseydi ya dediler. Eğer bir melek in­dirmiş olsaydık, iş bitirilmiş olurdu. Artık onlara hiç mühlet veril­mezdi. Eğer peygamberi melek yapsaydık, onu, yine insan suretinde kılardık. Onlan yine düştükleri şüpheye düşürürdük. [31] Âyet-i kerimede belirtildiği gibi, peygamber melek olsaydı, dini insanlara anlatabilmesi ve onlarla birlikte oturabilmesi için insan suretinde gelirdi. Zira, her cins, hemcinsine ülfet eder ve onunla birlikte bulunmaktan sıkılmaz. Diğer varlıklardan ise kaçar. Bu bakımdan, insanlara önderlik yapacak peygamberle­rin yine onlardan biri olması gerekirdi. Çünkü peygamberlerin görevi, sâdece Allah'ın mesajını, kullara ulaştırmaktan ibaret değildir. Ümmetlerini kendilerine gönderilen kurallara göre ıslah etmek, toplumda Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamak da onların aslî vazifesidir. Her peygamber, bu kuralların nasıl tatbik edildiğini bizzat kendisi göstermiştir. Ümmetlerinin her türlü sorularını dikkate alarak, dinin doğru öğrenilmesini sağlayacak açıklamaları yapmıştır. Allah'ın mesajına karşı çıkan müşriklerle mücâdele etmiş, onların her türlü kötülüklerine karşı direnmiş ve zorlu bir vazife icra etmiştir. Halbuki bir melek, bunları yapamazdı. Onun işi, sâdece mesajı ulaştırmaktan ibaret kalırdı. İnsanlar arasında, onlar gibi yaşayıp, insanların hayatını ıslah etmek bir meleğin vazifesi olamazdı. Meleğin, peygamberliği; an­cak hemcinsleri melekler için olabilirdi. Nitekim Allah Teâlâ, yer­yüzünde melekler yaşasaydı, peygamberlerin de onlardan seçile­ceğini beyan etmiştir: "İnsanlara hidâyet geldiği zaman, onların iman etmelerine engel olan sebep, sâdece, 'Allah bir insanı mı peygamber gönder­di?' demeleridir. Ey Peygamberi De ki: Yeryüzünde huzur içinde dolaşan melekler olsaydı, elbette biz, onlara peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik.[32] İnsanlardan bir kısmı da, peygamberlerinin ölümünden sonra peygamberlik inançlarını tahrif ederek, onların insan ola­mayacağını iddia etmişlerdir. Yaptıkları önemli işlere bakarak peygamberlerinin normal insan olamayacağından hareketle, on­lara ulühiyet isnâd etmişler; hatta bâzıları, yahûdîler ve Hıristi-yanlarda olduğu gibi, peygamberlerinin Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürmek suretiyle şirke düşmüşlerdir. Yüce Allah, bu iki top­lumun sâdece peygamberlerini değil, onlarla birlikte din adamla­rını da ilâh edinerek düştükleri büyük hatâyı şöyle açıklamakta­dır: "Yahûdîler, 'Özeyir Allah'ın oğludur' dediler. Hıristiyanlar da, İsa Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu, onların, ağızlarında geveledikleri sözlerdir. Onlar, bu sözlerini kendilerinden önceki kâfirlerin sözlerine benzetirler. Allah, bunları kahretsin. Nasıl da uyduruyorlar? Onlar, hahamlarım, papazlarını ve Meryem oğlu İsa Mesih'i, Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a ibâdet etmekle emrolun-muşlardı. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir.[33]         D. Peygamberlik Görevi Sadece Erkeklere Verilmiştir   Peygamberlik, büyük mücâdele ve üstün sabır isteyen bir görevdir. Bütün peygamberler, büyük zorluklarla yüz yüze gel­mişler, bu önemli görevlerini yürütürken her türlü sıkıntıya mâ­ruz kalmışlardır. Bu yüzdendir ki, Allah Teâlâ, kadın tabiatının kaldıramayacağı ağırlıkta bir yük olan peygamberlik görevini yalnızca erkeklere vermiştir. Bu hususta şöyle buyurmaktadır:[34] "Biz, senden önce de, kendilerine vahiy indirdiğimiz erkek­lerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyor­sanız bilenlerden sorunuz.[35] "Ey Muhammedi Biz. Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber ola­rak göndermedik.[36]      E. Peygamberlik Maddî Güç Ve Varlıkla Alâkalı Değildir   İnkarcılar, peygamberlerin melek olması gerektiği iddiasıy­la kalmamışlar, bu itirazlarının bir çare olmadığını gördükten sonra, bu defa, kendilerine gönderilen peygamberlerin sıradan insanlar olduğunu bahane göstererek, ancak güçlü ve zengin şahısların peygamber olabileceğini ileri sürmüşlerdir. İnkârlarını devam ettirebilmek için bu bahaneye sarılmışlardır. Nitekim ön­celeri bir insanın peygamber olmasına akıl erdiremeyen Mekke müşrikleri, daha sonra da şayet bir insan peygamber olacaksa, o insanın zengin ve güçlü biri olması gerektiğini iddia ederek Hz. Peygamber'in risâletini inkâra devam etmişlerdi. Onlar toplu­mun zenginlerinden olmayan bir şahısa peygamberlik verilmesi­ni bir türlü anlayamıyor ve bunu kabullenmek istemiyorlardı. Onlara göre peygamberlik bir insana verilecekse, hem zengin hem de şehrin liderlerinden olan bir şahsa verilmeliydi. Hatta onlar, bu makam için Mekke zenginlerinden Velid b. Muğire ile Tâif zenginlerinden Mesud b. Amr es-Sakafî'yi düşünüyorlar ve peygamberliğin Abdullah oğlu Muhammed'e değil bu iki şahıstan birine indirilmesi gerektiğini söylüyorlardı.[37] Cenab-ı Hak, onla­rın bu yanlış düşüncesine işaret ederek, rahmetini insanlar ara­sında kendisinin paylaştırdığını ve dilediği insanları peygamber seçtiğini açıklamıştır: "Ve dediler ki: Bu Kur'ân iki şehirden bir büyük adama indirilseydi ya? Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Bir­birlerine iş gördürmeleri için, kimini ötekine derecelerle üstün kıl­dık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayır-lıdır.[38]     Firavun ve adamlarının Musa ve Harun'a (a.s.) tepkisi de şöyle olmuştu: "Sonra Musa ve kardeşi Harun'u, Firavun ve ileri gelen a-damlarına âyetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik. Onlar ise, büyüklük tasladılar ve böbürlenen bir topluluk oldular. 'Şu iki a-damın kavmi bize kölelik ederken, şimdi biz kalkıp, bizim gibi iki insana mı inanacağız.' dediler. Onlan yalanladılar ve helak edi­lenlerden oldular.[39]   F. Peygamberler Gaybı Bilemezler   Gaybı bilmek ve bildirmek sâdece Allah'a mahsustur.[40] An­cak Yüce Allah, peygamberlerine gaybe dâir bâzı konular hak­kında sınırlı bilgiler vermiştir. Peygamberlerin gayb alemiyle ilgili olarak insanlara ulaştırdıkları haberler, kendilerine verilen bu sınırlı bilgilerden ibarettir. "Gaybı O (Allah) bilir, gaybı kimseye göstermez. Ancak pey­gamber olarak seçtiği kimse, bu hükmün dışındadır. Çünkü Allah, seçtiği peygamberin önüne ve ardına gözetleyid koyar.[41] Bir askerî sefer esnasında Rasülullah(s.a.v.)'ın devesi kay­bolmuştu. Bunun üzerine bir münafık, "Muhammed, peygamber olduğunu iddia ediyor; size gökten haberler veriyor; ama kendi devesinin nerede olduğunu bilmiyor." dedi. Durum kendisine bildirilince, Sevgili Peygamberimiz, kendisinin doğrudan gaybı bilmesinin mümkün olmadığım ve ancak Allah'ın haber verme­siyle bu hususta bazı şeyleri öğrendiğini şöyle açıkladı: "Andolsun ki ben, (gayb ile ilgili olarak) Allah'ın bana bildirdiğinden başkasını bilemem.[42]     G. Her Millete Peygamber Gönderilmiştir   Allah Teâlâ, insanları hidâyete ulaştırmak için, çok sayıda peygamber göndermiştir. Doğru yoldan sapanları tekrar tekrar hak yola çağırmak ve onları peygambersiz bırakmamak suretiyle, onların Kıyamette küfürlerini savunmak için gösterebilecekleri mazeretleri bütünüyle ortadan kaldırmıştır. Kur'ân-i Kerim, bu hususu şöyle açıklamaktadır: "İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uya­rıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmaz­lığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık­tan dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, izn-i üâhisiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçekler hakkında iman edenlere doğru olanı gösterdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir.[43] Bu âyetin ikinci kısmından anlaşıldığı gibi insanlar, pey­gamberlerin vefatından bir süre sonra, Allah tarafından onlara gönderilmiş olan ilâhî bilgileri tahrif ederek dinlerini bozdular. Hak yoldan sapan bu insanlar, yeryüzünde bozgunculuğa başla­dılar. Cenab-ı Hak ise, bu durumlarda onlara yeni peygamberler gönderdi ve böylece insanların âhirette kendilerine peygamber gönderilmediği bahanesine sığınmalarını geçersiz hâle getirdi: "(Yerine göre) müjdeleyici ve sakındıncı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah, izzet ve hikmet sahibidir.[44] "Eğer onlar, işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman, 'Rabbimizl Bize peygamber gönderseydin de, biz de senin âyetlerine uyup, müzminlerden olsaydık ya!' di­yecek olmasalardı, peygamber göndermezdik. [45] Yaratılıştan günümüze kadar, hiçbir toplumun peygamber­siz bırakılmadığı, Kur'ân-ı Kerim'de birkaç defa vurgulanmıştır: "Ey kitab ehli! 'Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi.' demeyesi-niz diye, peygamberlerin arasının kesildiği bir devirde size gerçek­leri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size müjdeci ve uyarıcı geldi, Allah her şeye kadirdir.[46] "Şüphesiz ki, her ümmete, 'yalnız Allah'a ibadet edin, her azdıncıdan kaçının,' diyen bir peygamber gönderdik. İçlerinden bir kısmını Allah doğru yola sevk etti. Diğer bir kısmı ise sapıklığı hak etti. Ey insanlar! Yeryüzünde dolaşın, peygamberlerini yalan­layan toplumların sonunun ne olduğuna bir bakın.[47] "Biz,   bir peygamber göndermedikçe,   kimseye azap  etmeyiz.[48] "Şüphesiz her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberle­ri onlara geldiğinde aralarında mutlaka adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez.[49] "Şüphesiz ki biz, senden Önce nice peygamberleri kendi ka­vimlerine göndermişizdir."[50] "Sen ancak bir uyarıcısın. Her ümmetin bir hidâyet rehberi, yol göstereni vardır."[51] "Sen sâdece bir uyarıcısın. Biz seni hakikat ehli bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik; çünkü hiçbir toplum yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelmiş olmasın.[52] "Biz, her peygamberi, kendisine gönderileni onlara açıkla­ması için kavminin diliyle gönderdik.[53] Peygamberlik zinciri, peygamberlerin sonuncusu/hâte-mü'n-nebiyyîn olup[54] âlemlere rahmet olarak gönderilen,[55] Hz. Muhammed (s.a.v.) ile tamamlanmıştır. O, son peygamber olarak bütün insanlığa gönderilmiştir. Allah Teâlâ, ona hitaben şöyle buyurmuştur: "Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı ola­rak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler."[56] "Ey Muhammed, de ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize gök­lerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim.[57] Rasülullah da (s.a.v.), peygamberlerin sonuncusu olduğu­nu açıklarken şöyle demiştir: "Benimle, benden önce gönderilen peygamberlerin durumu, tıpkı bina yapan bir adamın durumu gibidir. Şöyle ki, bu adam, bir bina yaptı, güzel yaptı, onu süsleyip tamamladı. Yalnız köşele­rinden birinde bir kerpiçlik yer eksik kaldı. İnsanlar binanın çev­resini dolaşmaya başladılar. Binayı çok beğendiler ama 'keşke şu kerpiç de yerinde olsaydı!' dediler. İşte (yerine konmamış) o kerpiç benim. Ben, peygamberlerin sonuncusuyum.[58] Rasülullah (s.a.v.), yine bütün insanlığın peygamberi ola­rak gönderildiğini açıklamış ve bu vazifesini yerine getirmek için gerekli tedbirleri almış; zamanın hükümdarlarına yazdığı mek­tuplarla, onları ve halklarını İslam'a davet etmiştir. Nitekim o, bu hükümdarlara gönderdiği elçilere şöyle demişti: "Ben bütün insanlığa rahmet olarak gönderildim. Benim me­sajlarımı o hükümdarlara ulaştırınız." İran kisrasına yazdığı mektubun bir bölümünde şöyle di­yordu: "Şüphesiz ben, Allah'ın tüm insanlığa gönderdiği peygambe­riyim. Bütün insanları uyanp, inanmayan kâfirlerin Allah'ın kor­kunç azabına uğrayacaklarını bildirmek için gönderildim." "Bütün insanlığın peygamberi olarak gönderildim, peygam­berlik müessesesi benimle mühürlenmiştir."[59] Allah Teala, bütün insanlığın peygamberi olan Rasülullah'i gönderdikten sonra, kurtuluşu ona ümmet olmaya bağlamıştır. Onunla birlikte, önceki dinlerin tamamını geçersiz kılmış; bun­dan itibaren insanlardan sâdece ona gönderdiği İslam Dini'ni kabul edeceğini bildirmiştir. Bu konudaki iki âyetin tercümeleri şöyledir: "Kim İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu din onun için kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.[60] "Allah katında yegâne makbul din İslam'dır."[61]    H. Nebî - Rasül Farkı, Peygamberlerin Sayısı Ve Dereceleri   Rasül kelimesi, Arapçada "gönderilen kimse" manasına ge­lir, elçi ve temsilci demektir. Kur'ân-ı Kerim'de bu kelime Allah'ın elçisi mânâsına, özel bir görev ile gönderilen melekler ve Allah'ın mesajını insanlara tebliğ eden peygamberler için kullanılmıştır. Nebî kelimesinin lügat mânâsı ise, "haber getiren, yol gösteren kimse" dir. Bu kelime de peygamber karşılığı olarak kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de, Allah'ın elçileri olan peygamberler için bu iki isim de kullanılmış ve aralarında kesin bir ayırım gözetil-memiştir. Bir peygamber hakkında bir yerde "rasül" başka bir yerde "nebî" denilmiş, bâzı yerlerde ise, anlam farkı söz konusu olmaksızın, iki kelime birlikte kullanılmıştır. Ancak bu iki keli­menin birlikte geçtiği, "Biz, senden Önce hiç bir rasül ve hiç bir nebi göndermedik ki...[62] diye başlayan âyette, iki tâbir arasında bir anlam farkı olduğunu gösteren bir üslup söz konusudur.[63] Bu farka önem veren âlimlere göre rasül, Allah tarafından ken­disine kitap ve yeni bir din gönderilen ve bunu insanlara tebliğ eden peygamberdir. Nebî ise, müstakil şeriatı olmayıp kendisin­den önce gönderilmiş bir rasülün dinine tâbi olan ve bunu in­sanlara anlatan peygamberdir.[64] Buna göre rasüllük, nebilik mertebesinden üstündür. Her rasül aynı zamanda bir nebî olduğu halde, her nebî bir rasül değildir. Peygamberlerin içindeki rasüllerin görevleri daha önem­lidir; ancak sayıları nebilere göre çok azdır. Rasülullah (s.a.v.)' den nakledilen bir rivayete göre, peygamberlerin toplam sayısı 124 bin olup, bunların sâdece 315'i rasüldür.[65] Türkçemizde elçi mânâsına gelen peygamber kelimesi, bu iki kelimeyi de karşı­lamaktadır. Farsça kökenli olan bu kelime "elçi, haber getiren" mânâsına gelir. Her biri fazilet timsali, ışık kaynağı, medeniyet mimarı ve insanlar için en güzel örnek olan peygamberler arasında Allah'ın elçileri olmak bakımından hiçbir fark yoktur. Onların tamamının Allah'ın elçileri olduklarına inanmak imanın altı şartından biri­dir. Bakara suresinin 285. âyetinde şöyle buyurulmaktadır: "Peygamber ve mü'minler, rabbi tarafından peygambere in­dirilene iman ettiler. Hepsi de, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah'ın peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz dediler, işittik ve itaat ettik, Rabbimiz, affını dileriz, dönüş sanadır, diyerek yalvardılar." Nisa suresinin 150-152. âyetlerinde de şöyle buyurulmuş- tur: "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ve peygam­berleri arasında aynm yaparak, 'onların bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz' diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyen­ler, işte onlar, gerçekten kâfir olanlardır. Biz, kâfirler için alçaltım bir azap hazırlamışızdır. Allah'a ve peygamberlerine iman edip onlar arasında hiç bir aynm yapmayanlara gelince; zamanı geldi­ğinde Allah onlara mükâfatlarım verecektir. Ve Allah, çok bağışla-- yıcı, rahmet kaynağıdır." Diğer taraftan, her biri seçilmiş üstün bir şahsiyet olmak ve peygamberlik bakımından aralarında bir fark bulunmamakla birlikte, peygamberler arasında fazilet açısından derece farkı vardır. Bu husus, doğrudan Allah Teâlâ tarafından bildirilmiştir. Yüce Allah, peygamberlerin bâzılarını diğerlerinden üstün kıldı­ğını şöyle açıklamaktadır: "Şüphesiz ki biz, peygamberlerin bir kısmını, diğerlerinden üstün kıldık.[66] "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah, onların bazılarıyla konuştu, bâzılarının da derecele­rini yükseltti.[67] Peygamberlerden beşi "ülü'l-azm" diye isimlendirilmiştir. Onlar, peygamberlerin en faziletlileridir. Her birine yeni bir din gönderilmiş olan bu beş peygamber, risâlet görevini yerine geti­rirken büyük sıkıntılarla karşılaşmış ve bu uğurda üstün bir mücadele sergilemiştir. Onlardan Nuh (a.s.) tebliğ görevini bin yıla yakın sürdürdüğü halde, kendisine çok az kimse iman et­miş, o buna rağmen davetini büyük bir sabırla devam ettirmişti. İbrahim (a.s.), bu mücâdele uğrunda ateşe atılmayı göze almıştı; ancak Cenab-ı Hak onu kurtardı. Diğer üçü, Musa (a.s.), İsa (a.s.) ve Muhammed (a.s.) da büyük sıkıntılarla karşılaştılar. Bu­na rağmen görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Bu beş pey­gamberin isimleri Ahzâb suresinin 7. âyetinde birlikte geçmekte­dir: "Hani bir zaman biz, peygamberlerden söz almıştık. Senden, Nuh'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da sağ­lam bir söz almıştık." Allah Teâlâ, ülül-azm peygamberlerin, karşılaştıkları zor­luklara aldırmayıp, tebliğ görevlerini büyük bir sabırla yerine getirdiklerine işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Nice peygamberler vardır ki, rablerine ihlâsla kulluk eden bir çok kimse onlarla birlikte savaşmışür. Allah yolunda kendile­rine isabet eden zorluklara aldırmamışlar, zayıflık göstermemişler ve boyun eğmemişlerdir. Allah sabredenleri sever.[68] Cenab-ı Hak,, Sevgili Peygamberimiz'e, tebliğ görevini yeri­ne getirirken, büyük sabır ve sebat sahibi bu peygamberleri ör­nek almasını emretmiştir: "Ey Muhammed! Sen de, azim ve sebat sahibi (ülü'l-azm) peygamberlerin sabrettiği gibi sabret. Kâfirler için acele azap is­teme. Onlar, kendilerine va'dolunan günün dehşetini gördükleri zaman, dünyada sâdece gündüzün bir anı kadar kaldıklarını sa­nacaklardır. Bu apaçık bir tebliğdir. Dinden ayrılan bir topluluk­tan başka kim helak edilir?'[69] Bir başka âyette ise, bu beş peygamberden söz edilmekte ve yine Peygamberimiz'e hitaben şöyle denilmektedir: "Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye Nuh'a emrettiğini, sana vahiyle bildirdiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya emrettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat onlan kendisine çağırdığın bu din, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, diledi­ğini kendisine çeker ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir."[70] Sâvi, bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir: "Bu âyette zikredilen peygamberler, peygamberlerin büyük­leri (ülü'l-azm.) ve büyük şeriatleri olan peygamberler oldukları için, Yüce Allah, bunları özellikle zikretmiştir. Bu peygamberlerden her birinin yeni bir şeriatı vardır. Bunların dışındakiler ise, kendi­lerinden önceki şeriatı tebliğ ile görevli olarak gönderilirlerdi. Bu iş, devamlı olarak, bir peygamberin peşinden diğeri, bir şeriatın arkasından bir diğer şeriat gönderilmek üzere rasüllerle pekişti­rilmiş ve nebilerle desteklenmiştir. Nihayet Yüce Allah, dinlerin en hayırlısı, peygamberlerin en üstünü bizim Peygamberimiz (s.a.v.)' in dini ile bu işi sona erdirmiştir. Buradan anlaşılmıştır ki, bizim, yani Muhammed ümmetinin şeriatı, temel itikadlar ve hükümler konusunda, geçmiş bütün şeriatları içine almıştır.)[71] Peygamberlerin sonuncusu/ hâtemü'n-nebiyyîn olup[72] âlemlere rahmet olarak gönderilen,[73] Hz. Muhammed (s.a.v.), menzile ve mertebe bakımından rasüllerin en faziletlisidir. Pey­gamberler içinde, bütün insanlığa gönderilen tek peygamber odur. Diğer peygamberler ise, belirli ümmetlere veya belirli muhitlere   gönderilmişlerdir.   Peygamberimiz  Hz.   Muhammed'e hitlere gönderilmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (s.a.v.) indirilmiş olan yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerim de, semavî kitapların sonuncusu ve en üstünüdür. Kadı Iyaz'ın naklettiğine göre bâzı müfessirler, Cenab-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de diğer peygamberlere, "Ya Âdem, Ya Nuh, Ya Musa, Ya İsa" gibi isimle­riyle hitap ederken, sâdece peygamberimize açık ismiyle değil de, "Ey Nebi, Ey Rasül" diyerek nübüvvet ve risâlet sıfatıyla hitap etmesini, onun diğerlerinden üstünlüğünün bir delili olarak ka­bul etmişlerdir.[74] Rasülullah'ın (s.a.v) şanını yüceltmek maksa­dına bağlanan bu âyetlerden onüçünde "Yâ eyyuhe'n-nebiy" iki­sinde ise "Yâ eyyuhe'r-rasül"diye hitap edilmiştir. Böyle olmakla birlikte Sevgili Peygamberimiz, peygamberler arasında fark gözetilmesinden ve kendisinin diğerlerinden üstün gösterilmesinden hoşlanmamış; bütün peygamberlere karşı saygı ve hürmet gösterilmesini istemiş ve buna büyük önem vermiştir. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, sahabilerden biri, bir yahüdî ile tartışmıştı. Tartışma sırasında, sahâbî "Muhammed (s.a.v.)'i âlemlere üstün kılana andolsun!" diye yemin ederken, yahûdî "Musa'yı âlemlere üstün kılana andolsun!" demişti. Onun bu sözüne kızan müslüman ona bir tokat indirmişti. Yahüdî, derhal Rasülullah'a giderek, kendisini döven müslümanı şikâyet etti ve tartışmalarını ona anlattı. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Beni Musa'ya tercih etmeyiniz!"[75] Aynı konuyla ilgili olarak şöyle dediği de nakledilmiştir: "Peygamberler arasında fazilet ayırımı yapmayınız... Ben, hiç bir kimsenin Yunus b. Metta'dan daha efdal olduğunu söyteyemem.[76] Başka bir defa Rasülullah'a insanların en keremlisinin kim olduğu sorulmuştu. "Allah'tan en çok korkanlar?' cevabını verin­ce, soruyu soranlar, "Bizim sormak istediğimiz bu değil dediler." Bunun üzerine,  "İnsanların en keremlisi, İbrahim Halilullah oğlu nebî oğlu nebi oğlu Allah'ın nebisi Yusuf tur." dedi.[77] Peygamberimiz'in (s.a.v) bu hassasiyeti sayesindedir ki, müslümanlar arasında rasül ve nebilerin tamamına karşı, bü­yük bir hürmet ve edeb hissi gelişmiş, onların arasında ayırım yapmak hoş karşılanmamıştır. Peygamberlerin tamamı, Yahûdî ve Hıristiyanların kendilerine atmış olduğu tüm töhmet ve iftira­lardan uzak tutulmuştur. Onların pak ve nezih oldukları husu­sunda hiç bir şüpheye yer yoktur. Dolayısıyla, İslâm'ın peygam­berler hakkındaki bu doğru ve kesin bilgileriyle nübüvvetin ger­çek mâhiyeti belirlenmiş, Ehl-i Kitab'ın bu hassas konudaki tah­rifatına da son verilmiştir. [78]   I. Peygamberlere Gönderilen Kitaplar Ve Sahifeler   Allah Teâlâ, peygamberlerden dördüne birer kitap gönder­miştir. Musa'ya (a.s.) Tevrat'ı, Davud'a (a.s.) Zebur'u, İsa'ya (a.s.) İncil'i ve son peygamber olan Hz. Muhammed'e (s.a.v.) Kur'ân-ı Kerim'i indirmiştir. Bu büyük kitapların yanında, dört peygam­bere de, hacim olarak daha küçük kitaplar demek olan suhuf/sahifeler verilmiştir. Kendilerine suhuf gönderilen pey­gamberler ve sahifelerinin hacimleri ise şöyledir: Hz.Âdem'e 10 sahife; Hz. Şît'e 50 sahife; Hz. İdris'e 30 sahife; Hz. İbrahim'e 10 sahife. Bunlar, toplam olarak 100 sahife tutmaktadır. [79]   İ. Kur'ân-I Kerim Peygamberlerden Bâzıları Hakkııjda Bilgi Vermiştir   Kur'ân-ı Kerim'de, peygamberlerden bâzılarının tanıtıldığı, diğerleri hakkında ise bilgi verilmediği açıklanmaktadır: "(Ey Muhammedi) Şüphesiz ki biz, senden önce birçok pey­gamber gönderdik. Onlardan bir kısmını sana anlattık, bir kısmını da anlatmadık..."[80] Bâzı rivayetlerde, az önce geçtiği gibi, peygamberlerin top­lam sayısının 124 bin olduğu ifâde edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim,, onlardan sadece 25'i hakkında bilgi vermiştir. Buna göre, Kur'ân'da isimleri geçmeyen peygamberlere icmali/toplu iman, isimleri geçenlerin[81] peygamberliğine ise tafsîlî iman gerekir. Kur'ân'da isimleri geçen peygamberler şunlardır: Âdem, îdris, Nuh? Salih, Hûd, Şuayb, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Musa, Harun, Dâvud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Eyyûb, Zülkifl, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa, Muhammed (a.s.). Bu peygamberlerden onsekizinin ismi, En'am suresinin 84-86.âyetlerinde toplu olarak geçmektedir: "Biz, İbrahim'e, İshak'ı ve Ya'kub'u bahşettik. Ve hepsim doğru yola sevk ettik. Daha önce Nuh'u ve soyundan olan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyûb'u, Yusufu, Musa'yı ve Harun'u da doğru yola sevk etmiştik. İşte biz, iyilikte bulunanları böyle mükâ­fatlandırırız. Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas'ı da hidâyete erdirdik. Hepsi de sâlih kullanmızdandı. İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut'u da hidâyete erdirdik. Hepsini de âlemlere üstün kıldık." Bu âyetlerde isimleri sayılanların ve diğer yedi peygambe­rin isimleri, çeşitli âyetlerde müteaddit defalar zikredilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de isimleri geçen Üzeyir[82] Lokman[83], ve Zülkarneyn[84] ile Hz. Musa'nın birlikte yolculuk yaptığı ve kendisinden önemli şeyler öğrendiği sâlih kulun[85]-ki, hadislerde bu şahsın Hızır (a.s.) olduğu bildirilmiştir- peygamber olup-olmadık-ları hususunda ise ihtilaf vardır. Müfessir ve tarihçiler arasında Hz. Üzeyir'in peygamber olduğu görüşü oldukça yay­gındır. Buna dayanarak eserimizde onu da tanıttık. [86]   K. Peygamberlerin Müşterek Dini İslamdır   Bütün peygamberlerin müşterek dini olan İslâm, Allah'ın birliği ve peygamberliğin umumîliği temelleri üzerine oturmuş­tur. Bu din, Hz. Âdem, Hz. Musa, Hz. İsa ve gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin ümmetlerine getirmiş oldukları dindir. Kur'ân-ı Kerim, bu gerçeği şöyle dile getirmektedir: "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa, hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur. Ve yine O'na döneceklerdir. Ey Muhammedi De ki: Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Rableri tara­fından Musa'ya, isa'ya ve bütün peygamberlere verilenlere iman ettik. Onlar arasında bir ayırım yapmayız. Biz, Allah'a teslim olan müslümanlanz,[87] Bütün peygamberler, kavimlerine kendilerinin Allah'a tes­lim olan müslümanlar olduklarını açıklamışlardır. Nuh (a.s.), bu hususta şöyle demiştir: "Eğer davetimden yüz çevirirseniz, zâten ben sizden bunun karşılığında bir ücret istemedim. Benim mükâfatım ancak Allah katındandır. Ben (sâdece O'nun emirlerine itaat eden) Müslüman­lardan olmakla emrolundum.[88] Bu bayrağı taşıyanlardan Hz.İbrahim ve torunu Hz. Yakub nakkmda da şöyle denilmektedir: "Kendini bilmezlerden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? And olsun ki, dünyada onu önder seçtik, şüphesiz O, ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona, 'Müslüman oV buyurduğunda, 'Alemlerin rabbine teslim oldum.' demişti, ibrahim, bunu oğullarına vasiyet etti. Yakub da, , 'Evlâtlarım! Bakın Allah, size en saf ve temiz inana bahşetti; Öyleyse siz de ancak O'na teslim olmuş müslümanlar olarak can verin!' dedi. Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O zaman oğullarına, 'Benden sonra neye tapacaksınız?' diye sormuştu; Onlar da, 'Senin rabbine ve atala­rın İbrahim, ismail, İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz, bizler O'na teslim olmuş müslümürilanz.' demişlerdi.[89] Bu hakikat, Hz. Yusuf tarafından da şöyle ifade edilmiştir: "Ey Rabbim! Sen bana bir parça mülk verdin ve bana düşle­rin yorumunu Öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da, âhirette de benim yârim sensin! Beni Müslüman olarak öldür ve beni iyilere kat!"[90] Hz. İsa ve havarileri de aynı şeyi söylemişlerdi: "İsa insanların inkârlarını hissedince, 'Allah uğrunda yar­dımcılarım kimlerdir?' dedi. Havariler, 'Biz Allah'ın dininin yar­dımcılarıyız. Allah'a inandık, müslüman olduğumuza şahid ol. Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık, Peygambere uyduk; bizi şa­hit olanlarla beraber yaz.' diye cevap verdiler.[91] Bu kervanın son temsilcisi Sevgili Peygamberimiz, Hz. Â-dem'den kendisine kadar, bütün peygamberlerin aynı din üzere olduklarını şöyle ifade etmiştir: "Dünya ve âhirette îsa b. Meryem'e en yakın olan benim, Zî-ra bütün peygamberler birbirlerinin kardeşi gibidirler. Sanki bir babadan ve ayn ayn annelerden doğmuşlardır. Onların dinlen de birdir ve aynıdır.[92] Cenab-i Hak, önceki peygamberlerden, sonra gelecek pey­gamberlere ve yine özellikle son peygamber olan Hz. Muham-med'e (s.a.v.) iman ve yardım hususunda kesin bir söz alıyordu. Buna göre peygamberler, kendilerinden sonra gelecek peygam­berleri kavimlerine müjdelerler ve o peygamberlerin zamanına yetişecek olanlara onlara iman etmelerini emrederlerdi. Nitekim, Rasülullah (s.a.v) zamanında yaşayan Yahûdî ve Hıristiyanlarla ilgili olarak şöyle buyurulmuştur: "Bir zaman Allah, peygamberlerden, 'Ben size Kitap ve hik­met verdikten sonra nezdinizdeküeri tasdik eden bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz.' diye ke­sin söz almış, 'İkrar edip buna dair ahdimi üzerinize aldınız mı?' dediğimde, onlar 'İkrar ettik.' demişlerdi. Allah da: 'Şahit olun, ben de sizlerle birlikte şahitlerdenim.' demişti.[93] Görüldüğü gibi, Peygamberimiz hakkında, önceki peygam­berlere verilen kitaplarda da bigi bulunuyordu. Bütün peygam­berler, zamanına ulaştıkları takdirde, ona iman ve yardım sözü vermişlerdi. Bu sorumluluk onların ümmetlerini de bağlıyordu. Âyette geçen "size bir peygamber geldiğinde" ifadesinin doğrudan muhatabı ise, Hz. Peygamber'in muasırı olan yahüdîler ve hıristiyanlardı.[94] Dolayısıyla Rasülullah'm {s.a.v.) hem ismi hem de sıfatlan, Tevrat ve İncil'de mevcuttu. Ne var ki, Yahüdî ve Hıristiyan din adamları, Peygamberimiz hakkındaki bilgileri, üzerlerinde iste­dikleri şekilde kalem oynattıkları bu kitaplardan çıkarmaya ça­lıştılar. Ancak onların bu ihanetlerine rağmen yine de eldeki Tev­rat ve İncil nüshalarında, Hz. Peygamber'i rahat bir şekilde ta­nımaya yetecek ölçüde bilgi kalmış bulunmaktadır. Bu kitaplar üzerinde yapılan araştırmalar, Peygamberimiz'e dair isim ve sı­fatları ve onunla ilgili bilgileri açık bir şekilde ortaya çıkarmış­tır.[95] Ehl-i Kitab din adamlan, bu bilgileri sayesindedir ki, bir âyette haber verildiği gibi, Peygamberimizi Yüce Allah'ın ifadesiyle öz oğullarını tanıdıkları kadar kesin bir şekilde tanıyorlardı. Ancak buna rağmen, kıskançlık başta olmak üzere çeşitli sebep­ler yüzünden, onlardan çok azı ona İman etti: "Kendilerine kitap verdiğimiz (Yahudi ve Hıristiyanlar), pey­gamberi, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlar, nefislerini hüs­rana uğratanlardır; onlar iman etmezler.[96] Peygamberlerin tebliğ ettiği inanç esasları arasında hiç bir fark yoktur. Hz. Âdem ile son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)' in getirdiği İman esasları aynıdır. Bu esaslar, diğer bir ifâdeyle îmanın şartları, bilindiği gibi, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhirete ve kadere inanmaktır. Peygamberlere gönderilen dinlerde bu iman esasları aynı kalırken, diğer dînî hükümler ve hukuka bağlı konularda ise kemâle doğru giden değişiklikler olmuştur. Önceki dinler, insanlar tarafından tahrif edilmiş, gerek i-man esasları gerekse dînî hükümler ve hukuk kuralları büyük ölçüde değiştirilmiştir. Yüce Allah, gönderdiği dinlerin tahrif e-dilmesinden sonra yeni peygamberler göndererek mesajını yeni­den insanlığa ulaştırmıştır. Bu durum son peygambere kadar böyle devam etmiştir. Onların sonuncuları olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gönderilen son din İslâm ise, eski din mensuplarının yapmış oldukları her türlü tahrifatı, ilâve ettikleri uydurma hüküm ve hurafeleri bertaraf etmiş, tevhid akidesini sapık fikirlerden temizlemiş ve aslî haline getirmiştir. Tek hak din olan Yüce İslâm dinini en mütekâmil haliyle ve cihanşümul bir şekilde ortaya koymuştur. Dolayısıyla, bundan sonra İslâm'a girmek bütün insanlık için bir mecburiyet olmuştur. Yüce Allah katında yegâne geçerli din, tek kurtuluş yolu budur: "Kim, îslâm'dan başka bir din ararsa, onun dini asla kabul edilmeyecektir. O kimse, âhirette de hüsrana uğrayanlardan ola­caktır.[97] İnsanlığa gönderilen son ilâhî din olarak İslâmiyet, her türlü tahrifattan ve noksanlıklardan korunmuştur. Hem de Kı­yamete kadar sürecek bu koruma, doğrudan onu gönderen Allah Teâlâ tarafından garanti edilmiştir: "Kur'ân'ı biz indirdik, şüphesiz ki, onun koruyucusu da biziz.[98] "Şüphesiz ki, Kur'ân kendilerine gelince onu inkâr edenler mutlaka cezalandırılacaktır. Şüphesiz o Kur'ân, aziz bir kitaptır. Ona ne önünden, ne de arkasından bâtıl söz sokulabilir. O, hik­met sahibi ve ham.de lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.[99]   L. Peygamberlerin Davetinin Özellikleri   1. Davetleri Rabbânî Bir Davettir   Rabbani davetten maksat, davetin Allah Teâlâ tarafından gönderilen bir vahye dayanmış olmasıdır. Peygamberlerin daveti, gördükleri zulüm ve haksızlıkları kaldırmak için, üstün akıl ve zekâlarının veya engin tecrübelerinin neticesi olarak kendilikle­rinden başlattıkları bir hareket değildir. Peygamberlerin getirdiği her şeyin kaynağı vahiydir. Onların görevi, Allah Teâlâ'nm emir­lerini insanlara ulaştırmaktan ibarettir. Bu bakımdan onlar, diğer liderlerden, ıslahatçılardan, düşünür ve filozoflardan çok farklıdırlar. Onların davetinin kaynağıyla ilgili bu gerçeği dile getiren âyetlerden bâzılarının anlamı şöyledir: "Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (Öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler, 'Ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir!' dediler. Ey Muhammed! Onlara şöyle de: 'Onu kendiliğimden değiştirme yetkisine sahip değilim. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Eğer rabbime karşı gelirsem, elbette büyük günün azabından korkarım.' (Ey Muhammed) de ki: Eğer Allah dileseydi, Kur'ân'ı size okumazdım. Allah da, onu size bildirmezdi. Nitekim, daha önce yıllarca aranızda yaşadığım halde böyle bir şey yapmamıştım. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?"[100] "İşte böylece sana da emrimizle Kur'ân'ı vahyettik. Sen da­ha önce, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz, onu bir nur kıldık ki, kullarımızdan dilediğimizi onunla hidâyete eriştiririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolu göstermektesin.[101] "Allah, kendi emriyle melekleri, kullarından dilediği kimseye vahiy ile gönderir: Benden başka ilah olmadığını insanlara bildi­rin ve bu hususta onları uyann ve ancak benden korkun, der."[102] Bu âyetlerden de anlaşıldığı gibi, peygamberler, kendi duy­gularına veya hâriçten gelen bir takım baskılara boyun eğmezler. Kendilerine gönderilen emirlerde asla bir değişiklik yapmazlar. Nitekim, Cenab-ı Hak, Rasülullah (s.a.v) hakkında şöyle buyur­muştur: "O, kendi arzu ve hevâsından konuşmaz, onun her konuş­tuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey de­ğildir."[103] Allah'ın emirlerini tebliğ etmek görevini yürüten peygam­berler, karşılaştıkları sıkıntılara sonuna kadar katlanırlar. Ken­dilerine teklif edilen hiç bir dünyalık karşılığında mücâdelelerin­den vazgeçmeyi kabul etmezler. Bunun en kuvvetli delilleri, Sev­gili Peygamberimiz'in hayatının her safhasında mevcuttur. Nite­kim, açık davetin başlamasından sonra, kendisine gelen müşrik liderler, davasından vazgeçmesi için, para, kadın ve başkanlık gibi, dünyalık olarak ne isterse vereceklerini söylemişlerdi. An­cak O, "Bu işten vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı sol elime koysanız dahi, Allah bu işi güçlendirene veya bu uğurda ölene kadar bundan vazgeçmem." buyurdu."[104]     2. Görevleri Karşılığında Dünyalık Beklemezler   Peygamberler, görevlerinden vazgeçmeleri şartıyla yapılan dünyalık tekliflerini kabul etmedikleri gibi, yaptıkları görev kar­şılığında hiçbir insandan bir ücret veya menfaat da ummazlar. Onlar, karşılığı ancak Allah'tan beklerler ve faaliyetlerini O'nun rızası ve âhiret sevabı için yaptıklarını açıklarlar. Bu hakikati dile getiren âyetlerden bâzıları şunlardır: Hûd (a.s.), kavmine hitap ederken şöyle demiştir: "Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeme karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah ta­rafından verilecektir."[105] Rasülullah'a da (s.a.v.) şöyle emredilmiştir: "İşte o peygamberler, Allah'ın kendilerini hidâyete ulaştırdı­ğı kimselerdir. Sen de onların yoluna uy. De ki: Ben, peygamberlik görevime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Bu Kur'ân, âlemler için ancak bir öğüttür.[106] "(Ey Rasülüm) de ki: Bu görevime karşılık, ben sizden bir ücret istemiyorum. "[107] Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi, peygamberler, maddî bir ka­zanç veya dünyevî bir menfaat için çalışmazlar. Onlar, bu yüce görevlerinin karşılığını sâdece Cenab-ı Hak'tan beklerler, O'nun rızasını ve ahiret sevabını gözetirler. Kureyş müşrikleri ile Rasül-i Ekrem (a.s.) arasında geçen bir konuşma, bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koymaktadır: Kureyş müşrikleri, Hz. Peygamber (s.a.v)'e şöyle dediler: "Ey Muhammedi Seninle konuşmak için sana haber yolla­dık. Allah'a andolsun ki biz, Araplar arasında, senin kavminin başına getirdiğin hâdisenin benzerini kavminin başına getiren bir başka adam bilmiyoruz. Sen babalarımıza ve dedelerimize sövüp saydm, dinimizi kötüledin, ilâhlarımıza dil uzattın. Bizi aklı ermezler olarak niteledin ve birliğimizi dağıttın. Sonra ara­mızda yapmadığın kötü iş kalmadı. Eğer, ortaya attığın bu söz­lerle dünyalık ele geçirmek istiyorsan mallarımızdan sana bir şeyler toplayalım da hepimizin en zengini ol. Yok sen bu hareke­tinle şeref peşinde isen, seni kendimize başkan yapalım. Eğer bir saltanat istiyorsan, seni başımıza hükümdar dikelim. Yok şu sana gelen cin içini kapladıysa, ki bu bazan olabilir, seni tedavi ettirmek için mallarımızı harcayalım ve şifa bulmanı sağlayalım veya ödevimizi yapmış olup sorumluluktan kurtulalım." Bu sözleri dinleyen Rasülullah, onlara şöyle cevap verdi: "Dediğiniz dünyalıklarla hiçbir alâkam yoktur; beni cin de kaplamış değildir. Sonra sizin için ortaya attığım mesele ile, ne mallarınızı almayı ne aranızda şeref sahibi olmayı ve ne de başı­nıza hükümdar olmayı istiyorum. Ancak Allah beni size bir elçi olarak yolladı ve bana bir kitap indirdi; sizin için müjdeleyid ve korkutucu olmamı emretti. Ben de Allah'ın bana yüklediği pey­gamberlik mesajını size bildirdim. Size öğüt verdim. Şimdi siz, size bildirdiklerimi benimserseniz, dünyada ve âhirette mutluluğa u-laşmış olursunuz. Benimsemezseniz, Allah'ın emrini yerine getir­mek uğrunda her şeye katlanacağım. Allah, benimle sizin aranız­da hükmünü verene kadar, davetimi devam ettireceğim..[108]       3. İnsanları Sâdece Allah'a Kulluğa Çağırırlar   Peygamberlerin davetinin en önemli özelliği, yeryüzünde sâdece Allah'a ibâdet edilmesi ve dinin ona tahsis edilmesi için çalışmaktır. Gönderilmiş olan bütün peygamberler, insanları kullara kul olmaktan kurtulup sâdece kendilerini yaratan Ce-nab-i Hakk'a kulluğa çağırmışlardır. Allah Teâlâ, elçilerini, bu görevi yerine getirmeleri ve insanları tevhid inancına çağırmaları için göndermiştir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Oysa onlar, dini sâdece Allah'a tahsis ederek, hakka eği­lip, sâdece Allah'a ibâdet etmekle, namazı kılmak ve zekatı ver­mekle emrolunmuşlardır. İşte sağlam din de budur."[109] "Ey Muhammedi Biz, senden önce hiç bir peygamber gön­dermedik ki, ona, 'Benden başka ilâh yoktur. O halde sâdece bana ibâdet edin.' diye vahyetmemiş olalım."[110] Dolayısıyla, her dönemde ve her çevrede görev yapmış olan peygamberlerin ilk ve en büyük vazifesi, tevhid akidesini düzel­terek insanların  Cenab-ı Hakk'a, doğru bir şekilde inanmalarını ve sâdece ona kulluk etmelerini sağlamak, kul ile Rabbi arasın­daki ilişkileri düzeltmek ve dinin sâdece Allah'a tahsis edilmesini sağlamak olmuştur. Bu görevlerini yerine getirirken Onlar, kendi zamanlarında hâkim olan, ya insanlar tarafından yontulmuş putlara, veya uydurulmuş çeşitli tanrılara ya da ilâhlaştırılmış sâlihlere ve din adamlarına tapmak gibi çeşitli suretlerde teza­hür eden bâtıl inançlara karşı mücadele etmişlerdir.[111] Peygamberler, insanları Allah'ın emirlerine teslim olmaya, O'na itaata ve sâdece O'na kulluk etmeye çağırırken düşünce ve hedeflerini üç temele dayandırmışlardır: a. İnsanların itaat etmesi gereken tek otorite Allah Teâlâ' dır. Tüm sosyal, hukukî ve ahlâkî sistemler, Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda kurulmalı; hayat ve uygarlık bu temel ü-zerine oturtulmalıdır. b.  Allah'ın temsilcileri olarak görev yapan peygamberlere mutlak itaat gerekir. c. Eşyayı, temiz-pis, güzel-çirkin, helâl-haram diye vasıf­landırma hakkı sâdece Allah'a ve O'nun elçileri olmaları bakı­mından peygamberlerine aittir.[112]      4. Davetleri Sâdedir-Maksat ve Hedef Açıktır   Peygamberlerin daveti, sâde ve anlaşılır olup, tekellüften uzaktır. Onlar, fıtrata uygun olan hikmet yolunu takip ederek insanlara anlayabilecekleri tarz ve ölçüde hitab ederler. Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Ey peygamber! İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğüt­le davet et. Onlarla en uygun şekilde en inandırıcı yöntemlerle tanış. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları da, doğru yolda yürüyenleri de çok iyi bilir."[113] Bu âyetten peygamberi davetin, âlim ve câhil herkesin an­layabileceği sadelikte olması gerektiği anlaşılmaktadır. Bu davet, anlaşılması zor bir davet olmayacaktır. Bu hususta en başarılı metod, sanatsal tartışma ve kelâmı münakaşalardan uzak kala­rak, anlaşılması kolay ve fıtrata uygun bir şekilde yürütülmesi­dir. Nitekim Hz. Aişe (r.a.), Rasül-i Ekrem (a.s.)'m, sözlerini kendisini işiten herkesin anlayabileceği seviyede açık ve net ola­rak söylediğini, belirtmiştir.[114] Bu özellikleriyledir ki, Kur'ân-ı Kerina'in delilleri, her insa­nın faydalandığı gıdalara, kelâmcılarm delilleri ise insanların ancak az bir kısmının faydalanıp çoğunun zarar gördüğü ilaçla­ra benzetilmiştir. Kur'ân delilleri, hem güçlü adamların hem de küçük çocukların yararına olan suya; diğer deliller ise güçlü kimselerin bazen yararına bazen de hastalığına sebep olan ve çocukların ise asla yararlanamadığı gıdalara teşbih edilmiştir.[115] Râzî de şöyle demiştir: "Kelâmı isbat yollarım ve felsefi metodlan düşündüm, onları hastalara şifa verir, susayanı kandırır bulmadım. İkna yollarının en uygunu olarak, Kur'ân yolunu buldum. Her kim benim gibi bu­nu tecrübe edecek olursa, benim ulaştığım neticeye vanr,"[116] Peygamberler, insanları açık bir hedefe ve açık bir inanca çağırmışlardır. "Ey Muhammedi De ki: İşte benim yolum budur. Ben ve ba­na uyanlar, aydınlık bir yol üzerindeyiz, insanları Allah'ın yoluna bilgiyle davet ederiz. Allah'ı her türlü noksanlıklardan tenzih ede­rim. Ben müşriklerden değilim."[117]       5. Dünya-Ahiret Dengesi Kurulur   Peygamberlerin maksadı, dünyanın güzelliklerine ve haya­tın zevklerine dalmak değil; bunlardan ihtiyacı giderecek bir öl­çüde yararlanmaktır. Onlar, dünyada bolluk ve lüks içinde ya­şayabilecek maddî varlığa sahip oldukları halde, darlık ve sıkmtılarla dolu bir hayat yaşamışlardır. Dünyada zâhidâne bir hayat sürmüşler, asıl hazırlıklarını âhiret için yaparak bakî olanı fânî olana tercih etmişlerdir: "İyiler için Allah katında olan şeyler daha hayırlıdır. "[118] "Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Allah'tan korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Aklınızı kul­lanmaz mısınız?"[119] "Ey Muhammedi Bir kısım kâfirlere, kendilerini imtihan et­mek için verdiğimiz dünya hayatının süsünde sakın gözün kal­masın. Rabbinin nzkı hem daha hayırlı hem daha süreklidir. "[120] Peygamberlerin dünyada nasıl bir hayat yaşadıklarının en canlı örneği şüphesiz Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in sâde haya­tıdır. Bilindiği gibi, onun hanımları, kendisinden bâzı zînet eşya­ları ve daha bol bir geçim istemişlerdi. Onların lüks bir hayat istemeleri üzerine inen vahiy, kendilerine ağır bir ders oldu. Çünkü Cenab-i Hak, Hz. Peygamber'e, sadelikten ayrılmamasını, hanımlarını ise bu sâde hayat tarzı ile kendisinden boşanmak hususunda muhayyer bırakmasını emrediyordu: "Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, Peygamberi'ni ve âhiret yurdunu istiyorsanız, biliniz ki, Allah, içinizden güzel dav­rananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır. "[121] Bilindiği gibi, bu durum karşısında onların tamamı, dünya zevklerini değil, Efendimizle birlikte kalmayı ve sâde hayatı ter­cih ettiler. Bir daha da benzeri bir talepte bulunmadılar. [122]         6. Peygamberler Allah'ın Yardımıyla Başarıya Ulaşırlar   Bütün peygamberler, kavimlerini şirkten kurtarıp, gönülle­re tevhid akidesini yerleştirmeye çalışmışlardır. Aynı şekilde in­sanları gaybe imana çağırmışlardır. Onlarla şirki terk etmeyen kavimler arasındaki mücâdelenin ağırlık noktasını tevhid akidesi teşkil etmiştir. Bu mücâdele, Cenab-i Hakk'm yardımı sayesinde peygamberlerin zaferiyle bitmiştir. Mealini verdiğimiz şu âyetler, bu ebedî gerçeği açıkça ortaya koymaktadır: "Kâfirler peygamberlerine dediler ki: Elbette sizi ya yurdu­muzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz! Rab-leri de peygamberlere şöyle vahyetti: Zalimleri mutlaka helak ede­ceğiz! Ve ey inananları Onlardan sonra sizi mutlaka o yerde yer­leştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakı­nan kimselere mahsustur. Peygamberler, fetih istediler, Allah da verdi Her inatçı zorba da hüsrana uğradı. "[123] "Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bizim ordumuz, şüphesiz üstün gelecektir.[124] "Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz."[125]        M. Peygamberlerin Sıfatları   Allah Tealâ, peygamberlerini, kendisiyle kullan arasında elçilik yapmaları için seçmiş, beşer içinden sâdece onları vahiy emânetini taşımak ve vahyi insanlara ulaştırmakla görevlendir-mistir. Cenab-ı Hakk'm kendilerine yüklediği bu önemli görev, peygamberlerin, ahlâk bakımından en mükemmel, ilim bakımın­dan en ileri, emânet bakımından en ehil, soy bakımından en asil insan olmalarını gerekli kılmıştır. Peygamberler, pek çok âyette en üstün sıfatlarla tavsif edilmişlerdir. Onlar, bir beşer olarak, yerler, içerler, sağlıklı veya hasta olurlar, kadınlarla evlenirler. Onlar da diğer insanların başına gelen çeşitli sıkıntılarla karşı­laşmışlardır. Ancak onlar, kendilerinde mutlaka bulunması gereken bâzı üstün sıfatlarla donatılmışlardır. Onlara mahsus bu müşterek sıfatlar şunlardır: [126]   1. Sıdk/Doğruluk   İnsanların tamamında bulunması gereken bu özellik, pey­gamberler için ise mutlak şarttır. Doğruluk ve dürüstlük, pey­gamberlere yaratılışlarından itibaren verilmiş bir sıfattır. Onlar asla yalan söylemezler. Kur'ân-ı Kerim'de, onların doğru sözlü oldukları sık sık tekrarlanmıştır: "Bu kitapta bir de ibrahim'i an. Gerçek şu ki, o özü sözü doğru bir peygamberdi."[127] "Ve bu kitapta İsmail'i de an. Doğrusu, O da her zaman sö­zünde duran, doğru sözlü bir elçi, bir peygamber idi Ve halkına namazı ve zekâtı emrederdi ve O da Rabbinin katında hoşnutluk kazanmıştı. Ve bu kitapta İdris'i de an. O da özü sözü doğru bir nebî idi"[128] Peygamberlerin yalan söyleyebileceğini kabul etmek, dinin temelini sarsmak demek olur. Çünkü bu takdirde, Cenab-ı Hak'tan aldıkları vahye güven mümkün olmaz ve peygamberlerin kendi U3'durdukları sözleri Allah'a nispet etmeleri ihtimali ortaya çıkardı. Halbuki bu asla mümkün değildir. Allah Teâlâ, bunun imkânsızlığı hakkında şöyle buyurmuştur: "Eğer Muhammed, bize karşı, ona kendi sözlerinden bâzı sözler katmış ve onları bize isnad etmiş olsaydı, biz kendisini kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarım koparırdık. Hiç biriniz de onu koruyamazdınız.[129] Peygamberimiz (s.a.v.), küçüklüğünden itibaren doğru söz­lülüğü ve eminliği ile meşhur olmuş; kavmi tarafından "es-sâdiku'1-emîn" diye isimlendirilmişti. En azılı düşmanları dahi, onun çocukluğundan itibaren asla yalan söylemediğini kabul ederlerdi. Ona iman etmedikleri halde, Ebu Cehil ve müslüman olmadan önce Ebu Süfyan'm yaptığı gibi, pekçok müşrik onun doğru sözlülüğünden şüphe etmediklerini itiraf etmişlerdi. Nite­kim İslâmiyet'in baş düşmanı Ebu Cehil, onu doğru ve emin bir kişi olarak biliyor; şahsına değil ancak getirdiği dine karşı çıkı­yordu. Bu gerçeği doğrudan Yüce Allah açıklamış ve onun bu tutumu hakkında şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammedi. Onların söylediklerinin seni üzeceğini el­bette biliyoruz. Gerçekte onlar, seni yalanlamıyorlar; fakat o zâ­limler, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar."[130] Yalancılık gibi, hainlik, insanların mallarını haksız yere almak vb. kötü huylar da, peygamberlerde asla bulunmaz. [131]   2. Emânet/ Güvenilirlik   Peygamberlerin emin olmaları, Allah'ın emir ve yasaklarını kullarına ulaştırmak görevini eksiksiz yerine getirmeleri demek­tir. Bütün peygamberler her bakımdan güvenilir kimselerdir; Allah'ın emir ve yasaklarını, üzerinde en ufak bir değişiklik yap­madan, indiği şekilde insanlara tebliğ etmişlerdir. Allah'tan baş­ka hiçbir kimseden korkmayan peygamberler, bu konuda başla­rına gelebilecek hiç bir şeyden çekinmemişlerdir: "O peygamberler, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Al­lah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter. "[132] Sevgili Peygamberimiz, emânetin önemini vurgularken, e-minliğin imanın ayrılmaz vasfı olduğunu belirterek şöyle buyur­muştur: "Emânet ehli olmayanın imanı da yoktur; ahdine bağlı ol­mayanın dini de yoktur.[133] "Gerçek mü'min o kimsedir ki, insanlar canlan ve mallan hususunda, ondan emin olurlar. "[134] "Emânet zayi olunca Kıyameti bekle."[135]   3. Tebliğ   Tebliğ, peygamberlerin temel görevlerinden biridir. Mânâsı, peygamberlerin, kendilerine inen vahyi, hiç bir değişiklik yap­madan ve ondan hiç bir şeyi gizlemeden, olduğu şekilde insanla­ra ulaştırmalarıdır, Bu görevlerini yerine getirirken en küçük bir kusurları dahi düşünülemez. Onlar, tebliğde hiç bir eksiltme veya artırma yapamazlar. Böyle bir şeyin düşünülemeyeceği, şu âyetten açıkça anlaşılmaktadır: "Eğer Muhammed bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, biz kendisini kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarını koparırdık. Hiç biriniz de onu koruyamazdınız."[136] Getirdikleri haberler, insanlar tarafından hoş karşüanmasa da durum değişmez. Her durumda Allah'ın emirlerini bütünüyle İnsanlara aktarırlar. Nitekim Nuh (a.s.), kavmine şöyle demiştir: "Dedi ki: Ey kavmim, bende bir sapıklık yok, ben âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size, rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum. Size öğüt veriyorum ve Allah tarafın­dan sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum."[137] Bütün peygamberler, tebliğ vazifesini hakkıyla yerine ge­tirmişler, aldıkları ilâhi emirleri harfiyyen insanlara ulaştırmış­lardır. Bu konuda Peygamberimiz'e hitaben şöyle buyurulmuş-ur: "Ey Peygamber! Rabbi'nden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Al­lah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu, doğru yola iletmez. "[138] Tebliğden ikinci bir maksat, peygamberlere inanmayan in­sanların, Kıyamet gününde küfürlerine mazeret bulmalarını or­tadan kaldırmaktır. Çünkü Allah, tebliğ ulaşmayan insanlara azap etmekten yücedir: "Biz, peygamber göndermedikçe, hiç bir kavme azap edecek değiliz,"[139] "Rabbin, şehirlerin anası olan Mekke'de onlara âyetlerimizi okuyacak bir elçi göndermedikçe, ülkeleri helak edici değildir. Ve Biz, halkı zâlim olmadan ülkeleri helak edici değiliz."[140] "Ey Kitap ehli, elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk mey­dana geldiği sırada size Peygamberimiz geldi. Gerçekleri açıklıyor ki, yann kıyamette, bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, deme-yesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah her şeye kadir­dir."[141]        4. Fetânet/Zeki ve Üstün Akıllı Olmak   Peygamberler, salim akıl, üstün zekâ ve keskin anlayış sa­hibi kimselerdir. Bunun zıddı olan ahmaklık ve aklî dengesizlik, peygamberler hakkında asla düşünülemez. Bu takdirde, hitap ettikleri kişileri ikna edemezler ve görevlerinde başarı sağlaya­mazlardı. Allah Teâlâ, İbrahim (a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki biz, İbrahim'e önceden, doğru yolu bulma kabi­liyetini vermiştik. Zâten biz onun peygamberliği yüklenebilecek olgun bir insan olduğunu biliyorduk."[142] İbrahim'in (a.s.) Nemrut ve kavmiyle mücâdelesi, onun üs­tün bir akıl sahibi olduğunu açıkça göstermektedir. Diğer pey­gamberlerin tamamı da böyledir. Allah onlara ileri seviyede bir akıl ve doğruyu bulma kabiliyeti vermiş, onları harikulade bir zekâ ve ileri görüşlülükle teçhiz etmiştir. Kavimlerini iknada ba­şarılı olabilmeleri için, onları, insanların en akıllıları, en zekileri ve en keskin anlayışlıları kılmıştır. Onların bu seçkinliği, pey­gamber olarak seçilmelerinin hikmetini teşkil eder. Peygamberle­rin akıl, zekâ ve uyanıklık bakımından bu üstünlükleri, ömürleri ne kadar uzun olursa olsun, vefatlarına kadar devam eder. Bu, Allah'ın onlara, görevleri dolayısıyla özel bir lütfudur. Peygamberler, kendilerini halkın gözünde küçük düşüre­cek, halkı kendilerinden nefrete sevk edecek her türlü bedenî ve ahlâkî ayıp ve kusurlardan da uzaktırlar. Bu tür kusurlardan arınmış olarak yaratılmışlardır. Diğer insanların maruz kaldığı hastalıklara yakalansalar veya onların başına gelen çeşitli sıkın­tılara maruz kalsalar da, peygamberlerin insanları kendilerinden soğutup tiksindirecek bedeni rahatsızlıkları ve ayıpları yoktur. Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında nakledilen bu neviden haberler, ye­rinde ele alınacağı gibi İsrâiliyyattan ibarettir; dolayısıyla kabul edilmesi mümkün değildir. Kur'ân-ı Kerim'de onun hastalığın­dan bahsedilen âyette bu türden teferruat bulunmamaktadır: "Eyyüb'u da hatırla. O, bir zaman Rabbi'ne 'Doğrusu ben, bir derde yakalandım, sen merhametlilerin en merhametlisisin!' diye duâ etmişti. Biz de duasını kabul edip yakalandığı derdi gi­dermiştik."[143]   5. İsmet/Günahlardan Korunmuştuk   İsmet sıfatı, Allah Teâlâ'nm, peygamberlerini her türlü gü­nah ve kötülük işlemekten, haram ve münkerât irtikap etmekten korumuş olmasıdır. Bunun hikmeti, peygamberleri, insanlar için örnek kılmasıdır. Onlar, her türlü davranışlarıyla, en güzel ör­neklerdir. Eğer onlar günahlardan korunmamış olsalardı, kendi yaptıkları hatalardan diğer insanları sakındırmaları mümkün olmazdı. Peygamberlerin tamamı, başta şirk olmak üzere, hırsızlık, yalan­cılık, dolandırıcılık ve her türlü ahlâk dışı davranışlardan uzak olarak yaşamışlardır. Allah Teâlâ, bu kutsal görev için seçtiği elçilerini, her türlü günah ve çirkinliklerden korumuştur. Pey­gamberlerin bu kötülüklerden korunması, çocukluklarından itibaren başlar. Peygamberlik görevine getirilmelerinden önce mevcut olan günahlardan uzak kalma, kötülükler ve çirkinlikle­re asla yaklaşmama ve her türlü kötülükleri terk özelliği, peygamberlikleri döneminde daha kuvvetli bir şekilde devam eder. İman ve ibadetle olgunlaşan bu sıfatlar, en üstün ahlâk noktasına ulaşmıştır. Mevdûdî, onların masumiyetinin hikmetini na ulaşmıştır. Mevdûdî, onların masumiyetinin hikmetini izah eder-ken şöyle demiştir: "Peygamberlerin masum olmalarının anlamı şudur; Kendi­leri insanlığın bütün zaaf ve kuvvetlerini taşımalarına, her türlü insanî duygu, arzu, istek ve düşünceye sahip olmalarına rağ­men, kasten hiç bir günah işlemeye yeltenmeyecek kadar nefis­lerine hakim olup, Allah'tan son derece korkarlar. Vicdanları öylesine sağlam ve temizdir ki, nefislerinin kendilerini günaha itecek tüm isteklerine anında karşı koyabilirler. Nefislerini her zaman kontrol edecek güçtedirler. Şayet istemeden veya farkında olmadan ufak bir yanlışlık yapacak olurlarsa, Allah tarafından derhal ikaz edilir ve hataları anında düzeltilir. Çünkü bir pey­gamberin en ufak hatası, ümmetine pahalıya mal olur. Peygam­ber doğru yoldan zerre kadar sapmış olursa, peşinden koşan kitleler tamamen yollarını sapıtırlar."[144] Peygamberlere mahsus ismet sıfatının tüm işaretlerini, Rasül-i Ekrem'in (s.a.v.) hayatında canlı bir şekilde görmekteyiz. Cenab-ı Hak, onu yüceltmek ve peygamberlikle görevlendirmek istediği için, çocukluğundan itibaren Cahiliye'nin bütün çirkin­liklerinden muhafaza etmiştir. O, olgunluk çağına ulaştığında, kavminin en soylusu, en faziletlisi, insanlara karşı en iyi davra­nanı, en güzel ahlaklısı, en doğru sözlüsü, en güveniliri ve in­sanları kirletecek çirkinliklerden en uzak olanı olarak biliniyor­du. Hatta kavmi, Cenab-ı Hak tarafından onda toplanmış bu güzel hasletleri dolayısıyla, onu gençlik yıllarından itibaren "el-emîn" diye isimlendirmişti. Sakin ve üstün bir tabiata sahip olup, fesatçılık ve bozgunculuk nedir bilmezdi. Kimseyle kavga etmez, hiç kimseye incitici söz söylemezdi.[145] Müslümanların peygamberler hakkındaki inançları bu şe­kildedir. Buna karşılık, Ehl-i Kitap adıyla bilinen yahûdîler ve hıristiyanlar, peygamberleri diğer insanlardan ayırmamışlar ve onların da her türlü günah ve çirkin hareketleri işlediklerini ka­bul etmişlerdir. Yahudilerin elinde tahrif edilmiş halde bulunan kutsal kitaplarında, bâzı peygamberlere nispet edilen öyle çirkin günah ve davranışlar vardır ki, müşlümanlar bunları okumak­tan dahi hicap duyarlar. Bu tür rivayetler, yahûdîlerin peygamberler hakkında uy­durmuş oldukları iftiralardan ibarettir. Hıristiyanlara gelince, Hz. İsa (a.s.)'m ulûhİyetine dair inançlarına binâen, tek raa'sura olarak Hz. İsa (a.s.)'ı kabul ederler, öbür peygamberlerin ise, hem cinsleri olan diğer insanlar gibi hatalar yapıp, günah işle­diklerine inanırlar. Onlara göre, Hz. İsa (a.s.)'dan başka kurtarıcı ve şefaatçi yoktur.[146]   N. Mucizeler   Mucize, insanlar arasında sâdece peygamberlerin elinde meydana gelen olağanüstü işlerdir ve ancak Allah'ın yardımı ile gerçekleşir. Allah lûtfetmedikçe, peygamberler kendi başlarına mucize gösteremezler.[147] Allah Teâlâ, peygamberlerine, kâfirleri ikna etmeleri amacıyla, peygamberliklerini ispat için çeşitli mu­cizeler vermiştir. Bu mucizeler, onları gösterenlerin peygamber oluşunun en mühim delilleridir. Mucizeler metafizik hadiseler olduğu için akılla kavranıl­ması ve her yönüyle anlaşılması mümkün değildir. Her peygam­berin muhtelif mucizeleri vardır, Kur'ân-ı Kerim, bu mucizeler­den geniş olarak bahsetmiştir. Nuh Tûfan'ı, Hz. Salih (a.s.)'m devesi, Hz. İbrahim (a.s.)'ın ateşe atıldığı halde yanmaması, Hz. Musa (a.s.)'m asası ve yed-i beyzâ'sı/beyaz eli, Hz. İsa (a.s.)'ın hastaları iyileştirmesi ve ölüleri diriltmesi, Rasülullah (s.a.v.)'İn Mirâc'ı bunların en meşhurlarıdır. Gösterildiği anda orada bulu-nanlarca görülmüş ve hislerle müşahede edilmiş olan mucizelere "hissî mucizeler", duyu organlarıyla müşahede edilemeyip sâ­dece akılla bilinenlere ise "aklî mucizeler" denmiştir. Peygam­ber Efendimizin en büyük mucizesi, ikinci türden "aklî bir muci­ze" olup, Kıyamete kadar devam edecek olan Kur'ân-ı Kerim'dir. Kur'ân üzerindeki yeni araştırmalar, her defasında, bu mucizeligin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuş ve daha sonra da ola­caktır. [148] 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...