EBEDİ YAR KAİNATIN MAYASI SEVGİDİR
Sevgi insanoğlunda öyle güçlü bir duygudur ki, Orta Anadolu'dan bir halk âşığına şunları söyletir:
"Mezarımı yol üstüne kazsınlar,
Yâr geçerken belki bana can gelir."
Peki bir insanın sevgisini kendisi gibi âciz, artılarıyla birlikte eksileri de olan bir insana bu derece hasretmesi doğru mudur? İçimizdeki sonsuza müteveccih hissiyat, fânî olanda aradığını bulabilir mi?
İstatistikler, "Mezarımı yol üstüne kazsınlar." diyecek kadar coşkun bir sevgiyle yuva kuran insanlardan pek çoğunun evinde az denemeyecek sıklıkta kavgalar yaşandığını, flört usulü evliliklerde boşanma nispetlerinin bir hayli yüksek olduğunu söylüyor. Elbette sevgi hayatı kuşatmalı, eşler ve aile fertleri arasında sevgi olmalı, seçtiğimiz işimize karşı sevgimiz olmalı, sevgi hayatı, canlı cansız bütün varlığı kuşatmalı. Sevginin olmadığı iş de aş da tatsız tuzsuz olur.
"Sevginin varlığın sebebi olduğu" şeklindeki düşünce, Gazali'den (ks) Bediüzzaman'a (ks) İslâm büyüklerince kabul edilir. Bu, tasavvuf ehli başta olmak üzere, İslâm ulemasının çoğunluğunun ortak görüşüdür. Bediüzzaman: "Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır." sözleriyle kâinatın yokluktan varlığa çıkışını muhabbete bağladığı gibi, hâl-i hazır varlığını ve işleyişini de muhabbetle izah eder. Bu konuda Prof. Dr. İbrahim Canan Bey'in 'Bediüzzaman'da Muhabbet' adlı çalışması oldukça ufuk açıcıdır.
Sadece Allah ile yarattıkları arasındaki değil, O'nun bir lütfu olarak, insan ile diğer canlılar arasındaki irtibatlar da muhabbet esaslıdır. Bu, varlık âleminde, atomun çekirdek ve elektronlarından, seyyare ve galaksilere kadar cazibe, çekim, meyil, ilgi ve yakınlık duyma şeklinde tecelli eder. Meselâ, hidrojenle oksijenin, suya dönüşmek üzere birleşmelerinde rol oynayan çekim gücüne, mecâzen aşk-ı kimyevî denir. Bediüzzaman'a göre, aşk ehli olan Allah dostları Vedûd isminin tecellilerine mazhardır. Bu ismin penceresinden bakılırsa, kâinatın mayasının, varlıkların hareketinin ve aralarındaki münasebetin, çekilme, çekme ve çekim oluşturma kanunlarından kaynaklandığı, bunların da sevgiden geldiği görülür. İlâhî sevginin tecellisinden ve o muhabbetten herkes istidadına göre mest olur.
Peki, sadece sevgiyle yola çıkan, mânevî dinamiklerle yeterince donanmamış insan aradığı huzur ülkesine ulaşabilir mi? "İman, insanı insan eder, hattâ sultan eder." diyen Bediüzzaman, imanla beslenmeyen muhabbetin ve diğer lâtifelerimizin kendi başlarına bir hayat kılavuzu olamayacağına dikkat çeker. Bâki Olan'a (celle celâlühü) ulaşılmadan, O'nu tanımadan hakiki saadetin elde edilemeyeceğini ise, şu sözlerle ifade eder: "O'nu (celle celâlühü) tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. O'nu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır." Evet, Rabb'ine tam yönelemeyen insan meşakkatli hayat yolunun menzillerinde yorulacak, geçidi zorlu, suyu derin mesafelerinde bunalımlar yaşayacaktır. Bu sıkıntılar, ancak insanın nefsini ve Rabb'ini tanıdığı nispette azalacaktır. İnsanın kendisini doğru bir kılavuzla tanıması onun ruh haritasındaki her şeklin yerine oturması demektir. Felsefenin bakışıyla insan bir meçhul olsa da, bu, inanan insan için çok farklıdır.
Kur'ân, insanı abd (kul) olarak vasıflandırır. İnsan; eşya ve hâdiselerin tazyikâtından kurtulduğunda Allah'a gerçek mânâda kul olur. Böyle bir kulluğa erme ve sevgi dâhil bütün istidatların ruh haritasında yerini bulması elbette ki, terbiyeyle mümkündür. İnsan, küçük yaştan itibaren ancak irfan hedefli bir terbiyeyle sevgiyi sindirir.
Günümüzde psikiyatrik problemlerin bu derece artması, insanların her tür imkâna rağmen stres yüklü bir hayattan kurtulamamaları ve psikiyatriyle ilgili birimlerin hızla çoğalması ne anlatmaktadır? Bu problemlerin, Yaratıcı'nın insana bahşettiği sevginin doğru yön ve yerini bulamamasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Zîrâ, imanla beslenmeyen sevgi, zamanla insanı yanlış düşüncelere yöneltebiliyor. Çünkü Allah'a, Âhiret'e, ebedî hayata inanmadan sevmek ve bunu sürdürmek mümkün değildir. Kâinat'a ve varlıklara O'nun hesabına bakmak ve mahlûkatı O'ndan ötürü sevmek insanı ayakta tutar ve hayata bağlar. Sonunun yokluğa çıktığına inanılan bir hayatta, sevme ve sevilme insana azaptan başka ne verebilir?! Allah yoksa, Âhiret yoksa, insan için ne var?!.. Bu imansız düşünce ve sevgi hayata hangi rengi katabilir, insana hangi şevki verebilir?!
Diğer yandan, sevgisi imanıyla olgunlaşmış 'Makber' şairi Abdülhâk Hâmid, eşinin vefatı sebebiyle yazdığı uzun şiirinin sonlarında şu mısralarla huzur bulur:
"Andıkça seni büyür hayalîm;
Bir fecr-i azîm olur leyâlim.
Nâmın ne kadar enîs-i candır?
Feryadım ile sana revândır.
Allah derim, gelir mecalim;
Allah derim, biter zevalim.
Tahriki ile uçar bu savtın,
Gamdan ne kadar kırılsa bâlim."
Evet, hayatın mânâsı Allah'a imanla keşfediliyor. Sevgi hakiki değerini imanın nuruyla kazanıyor. Bu yüzden öbür dünyaya uzanıyor, yokluğa ve eleme dönüşmüyor. Sevgi, Sevgiyi Veren'e yönlendirildiğinde; "Her şey fânî, Allah Ebedî Yâr" hakikati hissediliyor.