03 Temmuz 2014

NUH KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ SUBBUHİYYE





NUH KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ SUBBUHİYYE

Bil ki, hiç kuşkusuz, hakikat ehline göre, Cenab-ı İlâhi’nin tenzihi, sınırlama ve kayıtlamanın ta kendisidir. İmdi, tenzih eden kimse ya cahildir, ya da gereken edebden yoksundur. Ama, böylesi cahil ve gereken edebden yoksun kişiler, tenzihi mutlaklaştırıp bu şekilde konuşurlarken şeriatlar çerçevesinde tenzih edip, tenzihte kalan, ve tenzihten başka (bir şekilde) görmeyen iman sahibi (de) gerçekte – bilincinde olmaksızın– edebe aykırı davranır ve Hakk’ı ve Resulleri yalanlar. Yaklaşımında isabetli olduğunu sanır, halbuki uzağa düşmüştür ve bu kimse, bir kısmına iman edip bir kısmını inkar eden gibidir. Gerçekte, ilahi şeriatların dilleri Hak’tan söylediklerinde, insanların geneli için kavramların ilk anlaşılan anlamı üzere söylediler; özelde ise bu aynı sözler –hangi dilde söylenmiş olursa olsunlar– o sözden çıkarılabilecek farklı anlamlar içerirler. Hak, yaratılmış olan her şeyde zuhur etmekte olduğundan, bütün kavramlarda zahir olan O’dur. Her anlaşılandan batın olan da O’dur — ve ancak, “Alem Hakk’ın sureti ve huviyeti, ve O’nun Zahir İsmidir” diyen kimsenin anlayışından batın değildir. Gerçekte Hak, mana yönünden, zahir olan şeyin ruhu olmasıyla batındır. Hakk’ın, alemin suretlerinden zahir olan şeye nisbeti, yönetici ruhun surete nisbeti gibidir. İmdi, insanın tanımında [had] –tanımı yapılan bütün diğer şeyler gibi– onun hem zahiri hem de batını gözönüne alınır. Hakk’a gelince, O (bütün suretlerin zahiri ve batını olduğundan) bütün bu tanımlar ile tanımlıdır. Ne var ki, alemin suretleri (sonsuz sayıda olduklarından) zaptedilemedikleri gibi, kapsanamazlar da — ve alemdeki herbir suretin tanımı, ancak bu suretlerden ortaya çıkan kadarınca bilinebilir. İşte bunun içindir ki, Hakk’ın tanımı bilinmiyor olarak kalır. Hakk’ın tanımı, ancak bütün suretlerin tanımının bilinmesiyle bilinebileceğinden ve bunun olması da olanaksız olduğundan, Hakk’ın tanımlanması olmayacak bir şeydir. Ve Hakk’ı tenzih etmeksizin teşbih eden kimse de hiç kuşkusuz Hakk’ı kayıtlayıp sınırladı ve O’nu bilmedi. Ve Hakk’ı bilmekliğinde tenzih ve teşbihi cem eden ve Hakk’ı bu iki vasıfla (yani, “zahir” ve “batın” ile) vasıflandıran kimse –nasıl ki kendi nefsini ayrıntılanmışlık [tafsil] yoluyla değil, ayrıntılanmamışlık [icmal] yoluyla biliyorsa– Hakk’ı da ayrıntılanmışlık yoluyla değil, ayrıntılanmamışlık yoluyla bilir. Çünkü alemdeki suretlerin kapsanamamasından dolayı, Hakk’ı bu iki vasıfla (yani, zahir ve batın vasıflarıyla) ayrıntılanmışlık [tafsil] yoluyla vasıflandırmak olanaksızdır. Ve bunun içindir ki, Nebi (sav) Hakk’ın bilinmesini nefsin bilinmesine bağlayarak, “Nefsini bilen, hiç kuşkusuz Rabbini bildi” buyurdu. Ve Hak Teala da şöyle buyurdu: “Yakında, O’nun Hak olduğu onlara apaçık olana kadar, ayetlerimizi ufuklarda..” –ve ufuklar senin dışında olanlardır– “..ve nefslerinde..” –ve bu da senin kendindir– “..onlara gösteririz” [Fussılet Suresi, 41/53]. Bu, senin Hakk’ın sureti olman ve O’nun senin ruhun olması dolayısıyla böyledir. İmdi sen, O’nun için cismani bir suret gibisin; ve O, senin için cesedinin suretini yöneten ruh gibidir. Ve tanım, senin hem zahirini hem de batınını kapsar. Çünkü geri kalan suret, kendisini yöneten ruh kendisinden ayrıldığında, insan olarak baki kalmaz; fakat bu suret hakkında, “o, insan suretine benzer bir surettir” denilir. Dolayısıyla bu suret ile, ağaçtan ve taştan yontulmuş olan insan sureti arasında fark yoktur; ve bu surete “insan” ismi genellemesi hakikat ile değil, mecaz iledir. Ve Hakk’ın (batın olmaklığıyla) alemin suretinden zevali asla mümkün değildir. Böyle olunca, Hak için uluhiyet tanımlaması –diri olduğundaki insanın tanımı gibi– hakikat iledir, mecaz ile değil. Ve insanın suretinin zahiri, kendisini yöneten ruhuna ve nefsine, kendi diliyle nasıl senâsını dile getirirse; aynı şekilde Allahu Teala da alemin suretini Hakk’ı hamdetmekle tesbih edici kıldı. Ne var ki biz, alemdeki suretleri kuşatamadığımızdan, onların tesbihini idrak edemeyiz. Böyle olunca, alemin suretlerinin hepsi Hakk’ın dilleri olup, Hakk’ın hamdını dile getirirler. Ve işte bunun içindir ki, “Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” [Fatiha Suresi, 1/1] dediler. Ki bu, hamdın sonuçları O’na döner, demektir. Dolayısıyla, senâ eden ve senâ edilen ancak O’dur. Yalnızca tenzih edecek olursan, kayıtlayıcı olursun; Yalnızca teşbih edecek olursan, sınırlayıcı olursun. Hem tenzih hem de teşbih edecek olursan, Dosdoğru yolda olursun ve bilgide imam ve seyyid olursun. İmdi iki varlıktan sözeden, ortak kılıcı oldu Ve (çokluğun ötesinde) tek olandan sözeden, bir’leyici oldu. Eğer ikileyici isen, teşbihten sakın! Ve eğer bir’leyici isen, tenzihten sakın! İmdi, sen O değilsin ve sen O’sun; Ve sen O’nu şeylerin ayn’ında Kayıtlanmamış ve kayıtlanmış olarak görürsün. Allahu Teala, “O’nun benzeri hiç bir şey yoktur” [Şura Suresi, 42/11] diyerek tenzih etti; “O, Semi ve Basir’dir” [Şura Suresi, 42/11] diyerek teşbih etti. Ve Allahu Teala, “O’nun benzeri gibi bir şey yoktur” diyerek teşbih ederek iki’ledi [tesniye]; “O, Semi ve Basir’dir” diyerek tenzih etti ve tek kıldı [ifrad]. Eğer Nuh, kavmi için (bu) iki daveti birleştirseydi, elbette kavmi kendisine icabet ederdi. Böyle olunca, onları apaçık olarak davet etti ve sonra gizleyerek [israren] davet etti. Sonra onlara, “Rabbinize tövbe edin ki, muhakkak O bağışlayıcıdır” [Nuh Suresi, 71/10] dedi. Ve Nuh, “Ya Rabb, ben kavmimi gece-gündüz davet ettim, bu davetim onları kaçırmaktan başka bir işe yaramadı” [Nuh Suresi, 71/6] dedi. Nuh, kavmi hakkında; kendi davetine uymalarının neyi gerektirdiğini bildiklerinden, yaptığı daveti duymazlıktan geldiklerini söyledi. Böyle olunca Allah’ı bilenler, Nuh’un kendi kavmini yergi diliyle övmekle neye işaret ettiğini bildiler; ve Nuh’ta Furkan olduğu için, onun davetine uymadıklarını da bildiler. Çünkü emr (yani, varlığın kendisi) Kur’an’dır, Furkan değil. Ve Kur’an’da bulunan kimse, Kur’an içinde olduğundandır ki Furkan’a yönelmez; çünkü Kur’an, Furkan’ı içerir. Bundandır ki, Kur’an ancak Muhammed’e (sav) ve ümmetlerin en hayırlısı olan onun ümmetine özgü kılındı. Ve Muhammed (sav), “O’nun benzeri yoktur” diyerek, tenzih ve teşbihi tek bir şeyde cem etti. İmdi, eğer Nuh, kavmine böylesi bir ayet getirseydi, ona uyarlardı. Çünkü tek ayette, hatta belki ayetin yarısında teşbih ve tenzih etti. Nuh aleyhisselam ise, gayb olan akılları ve ruhaniyetleri dolayısıyla kavmini geceleyin (batın’a) davet etti; ve aynı şekilde, zahir olan suretleri ve bedenleri dolayısıyla onları gündüzün (zahir’e) davet etti — ve davette, “O’nun benzeri yoktur” gibi cem etmedi. Böyle olunca, onların batınları bu Furkan’dan nefret etti ve onların kaçıp uzaklaşmalarını artırdı. Sonra Nuh (Hakk’a hitaben) kavmini, Hakk’ın Kendini onlara açımlamaklığına [keşf] değil, Hakk’ın onları Kendisiyle örtmekliğine [gafr ve setr] davet etmiş olduğunu kendinden bildirdi. Ve onlar, Nuh’tan bunu anladılar. Bunun için, parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve elbiselerine büründüler — bütün bunlar, davet olundukları örtmenin [setr] suretidir. İmdi, onlar Nuh’un davetine söz ile değil, fiil ile uydular. Halbuki, “O’nun benzeri yoktur” ayet-i kerimesinde benzerin hem kesinlenmesi [isbat], hem de değillenmesi [nefy] vardır. Ve işte bunun için (yani, fark ve cemi, tenzih ve teşbihi birleyici olduğundan) Resulallah Efendimiz (sav) kendisine bütün kelimelerin verildiğini bildirdi. İmdi, Muhammed (sav) kavmini geceleyin ve gündüzün davet etmedi. Belki onları gündüzde geceye ve gecede gündüze davet etti. İmdi Nuh, (istiğfar ile maksud olan) hikmetinde kavmine şöyle dedi: (eğer siz, aklî tenzihin gereği üzere bana uyarsanız) “Hak Teala, üzerinize gökten yağmur gönderir..” –ve (bu yağmurlar) manalara ilişkin aklî marifet ve varsayımsal kurgulamadır [nazar-ı itibarî]– “..ve size mallar ile..” –yani sizi O’na meylettiren şey ile– “..yardım eder” [Nuh Suresi, 71/12]. İmdi, sizi Kendisine meylettirdiği zaman, O’nda suretinizi görürsünüz. Böyle olunca, içinizden, hiç kuşkusuz O’nu gördüğünü tahayyül eden kimse, arif değildir, olmamıştır; ve sizden hiç kuşkusuz nefsini gördüğünü bilen kimse ariftir. İşte bunun için, insanlar “Allah’ı bilenler” ve “Allah’ı bilmeyenler” olarak iki kısma ayrıldı. Ve “çocuğu” [Nuh Suresi, 71/21], (Allah’ı bilmeyenlerin) düşünsel kurgulamasının vardığı sonuçtur; ve iş, (ilahi) ilmin müşahedesine dayandığı için, düşünsel kurgulamanın sonuçlarından uzaktır, “olsa olsa ziyandır” [Nuh Suresi, 71/21]. İmdi, “onların ticaretleri kazanç getirmedi ve onlar doğru yola dönmediler” [Bakara Suresi, 2/16]. İmdi, kendi mülkleri (yani, kendi düşünsel kurgulamaları sonucunda elde ettikleri ilimleri) olduğunu tahayyül ettikleri herşeyi yitirdiler. Ve Hak Teala (mülke ilişkin olarak) Muhammedî olanlara, “Allah’ın sizi üzerine halife kıldığı şeylerden sarfedin” [Hadîd Suresi, 57/7] dedi. Ve Nuh’a ve Nuh ümmetinden olanlara, “Benden başka vekil tutmayın” [İsra Suresi, 17/2] dedi. Dolayısıyla, Nuh ümmetinden olanlar için mülke sahip olmaklığı ve Allah’ın bu mülke vekil olmaklığını kesinledi. Muhammedîler ise, mülk üzerinde halife kılınmışlardır, dolayısıyla Allah hem mülkün sahibi hem de onların vekilidir ve onlar mülke ancak halife olmaklıkları bakımından sahiptirler. Böylelikle –Tirmizi’nin dediği gibi– Hak, Mülkün Meliki’dir. (Ve, Nuh’un davetine karşı,) “büyük hileyle aldattılar” [Nuh Suresi, 71/22]. Çünkü Allah’a davet, davet edilene hiledir. Çünkü O, (davet olunanın) bir öncesinde yok değildir ki, (davet olunan,) bir sonraya davet edilsin. “Allah’a davet ediyorum!” [Yusuf Suresi, 12/108] — işte bu, hilenin ta kendisidir. Ama Nebi (sav) bunun “basiret üzerine” [Yusuf Suresi, 12/108] bir davet olduğunu söyleyerek bütün her şeyin (yani, davet eden kişinin gözünde; davet eden, davet edilen, kendisine davet olunan ve kendisinden davet edilenin tek olup, bütün bunların) Allah’a mahsus olduğunu tenbih etti (böylelikle, Muhammedî davet Furkan’a/fark’a değil, Kur’an’a/cem’e olduğundan dolayı bir hile değildir). Böyle olunca, Nuh onları hileyle davet ettiği gibi, onlar da (bu davete) hileyle uydular. Ve Muhammedî olan geldiğinde, bildi ki hiç kuşkusuz Allah’a davet, O’nun Huviyeti dolayısıyla değil, ancak İsimleri dolayısıyladır (yani, davet Celal İsminden Cemal İsmine doğrudur). Bundandır ki Hak Teala, “Biz o gün itaat edenleri güruhlar halinde Rahman’a doğru bir araya toplarız” [Meryem Suresi, 19/85] buyurarak, (ayetin Arapça yazılışındaki) bir şeye doğru olmaklık anlamına gelen “ila” ön-ekini, İsim’e (yani, Rahman İsmine) bitiştirdi. Öyleyse, biz bildik ki, alem (rububiyet yönünden) itaat edenlerin itaatkar olmalarını gerektiren bir İlahi İsmin (yani, “Cebbar” İsminin) kuşatması altındadır. İmdi, hilelerinde, “İlahlarınızı terk etmeyin; ve Vedd’i ve Süva’yı ve Yeğus’u ve Yauk’u ve Nesr’i de terk etmeyin” [Nuh Suresi, 71/23] dediler. Eğer ilahlarını terketmiş olsalardı, ilahlarını terk ettikleri ölçüde Hak’tan cahil olurlardı — çünkü Hakk’ın herbir ibadet olunanda bir vechi vardır. Bunun böyle olduğunu, bilen bilir ve bilmeyen bilmez. Ve Hak Teala Muhammedî olanlara şöyle buyurdu: “Senin Rabb’in ancak O’na ibadet etmenize hükmetti” [İsra Suresi, 17/23]. İmdi, ilim sahibi olan, ibadet olunanın kim olduğunu ve hangi surette zahir olduğu için kendisine ibadet olunduğunu bilir. Ve, hiç kuşkusuz ayrımlama [tefrik] ve çokluk [kesret] beşerin duyumsanabilir suretindeki uzuvların ve ruhani suretindeki manevi yetilerin çokluğu gibidir. Böyle olunca, herbir ibadet olunanda Allah’tan başkasına ibadet olunmadı. Dolayısıyla kulun aşağı düzeyde olanı, onda uluhiyet tahayyül eden kimsedir. Eğer bu tahayyül olmasaydı, taşa ve ondan başkasına ibadet olunmazdı. Ve işte bunun için Hak Teala şöyle buyurdu: “De ki: tapındıklarınızı isimlendirin” [Ra’d Suresi, 13/33]. Bunu yapacak olsalardı, ibadet ettikleri şeyleri “taş,” “ağaç” ve “yıldız” olarak isimlendirirlerdi. Ve eğer onlara, “Kime ibadet ettiniz?” denilse, “bir ilaha” derlerdi — “Allah’a” ve “İlah’a” demezlerdi. Ve kulun yücesi, onda uluhiyet tahayyül etmeyip, buna (diğer her şey gibi) bir ilahi tecelli mahalli olmaklığıyla hürmet edilmesi gerektiğini söyleyerek, uluhiyeti ona özgü kılmaz. Tahayyül sahibi olan aşağı düzeydeki kul ise, “Biz bunlara Allah’a yakınlığımızı artırsınlar diye taparız” [Zümer Suresi, 39/3] der. Ve yüce olan kul şöyle der: “Sizin ilahınız ancak tek ilahtır..” –dolayısıyla, nerede zahir olursa– “..O’na boyun eğin. O alçakgönüllü kimselere..” –yani, tabiat ateşi sönmüş olanlara– “..müjdele!” [Hac Suresi, 22/34]. İmdi onlar (yani, tabiat ateşi sönmüş olanlar), “ilah” dediler ve “tabiat” demediler. Nuh kavminden olanlar ise “birçoğunu dalalete düşürdüler” [Nuh Suresi, 71/25], yani, onları, Bir [vahid] olanın vecihleri ve nisbetlerinin çokluğu yoluyla hayrete düşürdüler. Ve Kitab’a vâris kılınıp seçilmişlerden olan, nefslerine “zulmedenler” çoğaltmadılar. Ve böylesi bir kimse, üçün ilkidir — ve Hak onu, “orta yolu tutan” ve “öne geçen”den önce andı [Fâtır Suresi, 35/32]. Ancak şaşırmış olarak [dalalen] yani hayret içerisinde çoğalttılar. Nitekim Muhammedî olan, “Sana olan hayretimi artır!” dedi. Her ne vakit onlara aydınlık olsa (yani, Hak ahadiyet nuru ile tecelli edip aydınlatsa), onun içinde yürürler; ve üzerlerine karanlık basınca (yani, çokluksal taayyünat perdelerinin karanlığı çöktüğünde, hayret içerisinde) dururlar [Bakara Suresi, 2/20]. İmdi, hayret ehli için devr vardır ve devrî hareket daire merkezinin çevresinde olup, ondan ayrılmaz. Ve uzayıp giden yolda olanlar, amacın dışına yönelirler. Böylesi bir kimse, hayal ettiği şeye taliptir ve amacı da o hayaldir — dolayısıyla onun için bir yerden doğru olmaklık ve bir yere doğru olmaklık ve o ikisinin arasındaki şey vardır. Ve devrî hareket sahibi için başlangıç yoktur ki, ona, bir yerden doğru olmaklık gereksin. Ve onun için amaç yoktur ki, ona, bir yere doğru olmaklık hükmetsin. Böyle olunca onun varlığı en eksiksiz ve en kâmil olandır. Ve ona kelimelerin ve hikmetlerin toplamı verildi. Günahları (yani, kendilerini Hak’tan ayrı varlıklar olarak görme günahları) dolayısıyladır ki, bu günahlarından geçerek Allah’ın ilim deryalarına garkoldular — ve bu da hayret denilen şeydir. İmdi onlar suyun kendisinde (yani, ilm-i billah’ta) ateşin içine (yani, vahdete) daldırıldılar (ve zatî tecelli, çokluksal taayyünatı yaktı). Ve “denizler tutuştuğu zaman” [Tekvir Suresi, 81/6] ayeti, Muhammedî olanlar için gelmiştir — ve (“denizlerin tutuşması”), fırını yaktığın zaman, “fırın tutuştu” dendiğindekiyle aynı anlamdadır. Böyle olunca onlar, (zatî tecelli, zuhur mahallerinin izafi varlıklarını yaktığı ve varlığı olmayan şeyden yardım sözkonusu olmadığı için) kendilerine Allah’tan başka yardımcı bulamadılar. Dolayısıyla, Allah onlar için yardımcının ta kendisi oldu. Onlar, sonsuza dek O’nda helak oldular. Eğer Allahu Teala onları sahile, tabiat sahiline çıkarsaydı, onları bu yüksek dereceden indirirdi — her ne kadar bütün her şey Allah için ve Allah ile ve gerçekte Allah ise de, bu böyledir. Cenab-ı Nuh, “Rabbî..” dedi, “İlahî..” demedi. Çünkü “Rab” için (haceti kaza hususunda) değişmezlik [sübut] olduğu halde, “İlah” İsimler ile çeşitlenir ve O her an bir şendedir. İmdi, Nuh “Rab” (ismi) ile, çeşitlenmekliğin sabit kılınmasını [sübutu telvin] (yani, hacetine uygun düşen suret ne ise, Hakk’ın o sıfat ile zuhurunu) diledi; çünkü (rububiyet mertebesinde) bundan başkası sözkonusu değildir. Ve Nuh, (“Rabbî” seslenişinden sonra) “..Yeryüzünde bırakma!” [Nuh Suresi, 71/26] diyerek, kavmi için, arzın içinde olmaları yönünde dua etti (ki bu, kendilerini Zahir İsminin örtüsünde bırakan varlıksal taayyünlerinden kurtulup batn-ı ahadi ve cem’iye dahil olmaları için, beddua şeklinde hayır duası idi). Ve Muhammedî olan, “Eğer ipi sarkıtacak olursanız, Allah’ın üzerine düşerdi” dedi — ve, göklerde ve yerde olanlar O’nundur. İmdi sen, yerin içine gömüldüğün zaman, onun içindesin ve o senin örtündür; ve “Sizi onun içinden..” –vecihlerin benzeşmezliğinden (yani, İlahi Hazret’in, farklı İsimlerin vecihleriyle zuhuru gerektirmesinden) dolayı– “..tekrar ortaya çıkaracağız” [Taha Suresi, 20/55]. (Bu durumda Nuh, şöyle dua etmiş olur:) Örtünme [setr] talebiyle giysilerine bürünen ve parmaklarıyla kulaklarını tıkayan kafirlerden kimseyi bırakma ki, davet genel olduğu gibi, fayda da genel olsun. “Eğer Sen onları bırakırsan..” –yani Sen onları terkedersen– “..kullarını şaşırtırlar..” [Nuh Suresi, 71/27] yani onları hayrete düşürürler; ve onları kulluktan, kendilerinde rububiyet sırlarından bulunan şeye geçirirler. Böyle olunca onlar nefsleri indinde kul olduktan sonra, nefslerini rabblar olarak görürler; ve onlar hem kul hem de rabblardır. Ve onlar “..ancak faciri..” –yani kendilerindeki örtülmesi zorunlu olan rububiyeti– “..doğururlar” [Nuh Suresi, 71/27] ve açığa çıkarırlar; ve facir olanlar, sımsıkı örtücüdürler [keffar], yani zahir olan şeyi (yani, kendi suretlerinde zahir olan ilahi hakikatı), zahir olduktan sonra (enaniyetleri ve izafi varlıklarıyla) örterler. İmdi, örtülmüş olan şeyi (yani, rububiyet sırrını) açığa çıkarırlar. Onun açığa çıkışından sonra da (zahirî enaniyetleriyle) örterler. Böyle olunca gören kişi (onun hangi haline uyacağını bilemediğinden) hayrete düşer. Ve ortaya çıkarıcının [facir] ortaya çıkarışındaki ve örtücünün [kafir] örtüşündeki maksadını bilmez — halbuki, her ikisini yapan da (rububiyeti sözle açığa çıkaran ve fiilen örten) aynı kişidir. “Ya Rabb, beni bağışla [gafr]!..” –Yani, beni ört; ve benden dolayı ört! Ve senin, “Allah’ın kadrini hakkıyla bilmediler” [En’am Suresi, 6/91] sözünde kadrin bilinmediği gibi, benim de makamım ve kadrim bilinmesin!– “..Ve ana-babamı da ört..” –ki ben onların sonucuyum; ve onlar ‘akıl’ ve ‘tabiat’tır– “..Ve benim evime..” – yani kalbime– “..giren kimseyi de mümin olarak ört..” –yani nefslerin içeriden söyledikleri olan kalbime gelen ilahi haberleri tasdik edici olarak gireni ört. Ve akıllar olan “..mümin erkekleri..” ve nefsler olan “..mümin kadınları..” da ört. Ve karanlık örtülerin arkasında gizlenen ve gayb ehli olan “..zalimlerin ancak helakını artır” [Nuh Suresi, 71/28]. İmdi onlar (yani, nefslerine zalim olan Muhammediler), nefsleri olmaksızın Hakk’ın vechini müşahede ettikleri için, nefslerini bilmezler. Muhammedî olanlar için, “O’nun vechi dışında herşey helak olucudur” [Kasas Suresi, 28/88]. Ve bir kimse Nuh aleyhisselam’ın sırlarına vakıf olmak isterse, güneş feleğine yükselmesi gerekir. Ve güneş feleğine yükselme konusundan Tenezzülat-ı Mevsiliyye adlı kitabımızda sözettik.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...