İBRAHİM KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ MÜHEYYEMİYYE
İbrahim aleyhisselam’ın “Halil” olarak adlandırılması, zat-ı Halil’in, Zat-ı İlahiye’nin
vasıflandığı Sıfatların tümüne birden bürünmesi [duhul] ve onlara nüfuz etmesinden
dolayıdır. Şair şöyle der: “Ruhum, bedenimin uzuvlarına nasıl nüfuz etmişse, Sen de
aynı şekilde uzuvlarımın bütününe nüfuz ettin; Halil’in Halil olması işte böylece
oldu.” Bu tıpkı rengin, renge boyanana nüfuz etmesi gibidir: araz, cevherin
bulunduğu mahaldedir, ona ulanmıştır ama bununla birlikte, arazın (yani, rengin) bu
nüfuz edişi cevherin (yani, renge boyanan şeyin) yer tutmaklığı gibi değildir. Veya
İbrahim’e “Halil” adının verilmesi Hakk’ın onun suretinin varlığına nüfuz etmiş
olmasından [tahallül] dolayıdır. Her iki yaklaşım da geçerlidir — çünkü her
hükmün, kendi sınırlarını aşmayan kendine özgü bir yerindeliği vardır.
Görmez misin ki, Hak, sonradan olma [hâdis] şeylerin sıfatlarıyla ve hatta kusurlu ve
yerilesi sıfatlarla zahir olduğunu Kendinden haber vermiştir. Ve görmez misin ki,
yaratılmış olan (İnsan-ı Kâmil) başından sonuna dek Hakk’ın sıfatlarıyla zahir
olmuştur. Ve nasıl ki, Hakk’ın bütün sıfatları yaratılmış olanın (yani, İnsan-ı
Kâmil’in) sıfatlarıysa, sonradan olmaklık sıfatları da Hakk’ın sıfatlarından başka bir
şey değildir. “Hamd Allah’a mahsustur” [Fatiha Suresi, 1/1] sözü, her övenin
[hamid] yüceltmesinin ve her övülenin [mahmud] yüceltilmesinin sonuçta Allah’a
dönmesi anlamına gelir. Ve, her şey O’na döner. İmdi, bu geri dönüş hükmü yerilesi
ve övülesi şeyleri içine alır — ve varlıkta övülesi veya yerilesi olandan başkası
yoktur.
Bil ki, herhangi bir şey ancak bir başkasına yüklenmiş olduğunda ona nüfuz edebilir.
Nüfuz eden –yani etkin olan– nüfuz edilenle örtülmüştür. Hal böyle olunca, edilgin
olmaklığıyla nüfuz edilen zahir ve etkin olmaklığıyla nüfuz eden de batındır. Ve
batın olan eyleyici, zahir olan için gıdadır; tıpkı, bir yün parçasının, kendisine nüfuz
eden suyla şişmesi ve genişlemesinde olduğu gibi.
Eğer, Hak Zahir ve mahluk O’nda batın ise, mahluk Hakk’ın bütün İsimleri’ni,
O’nun işitmesini, görmesini, O’nun bütün nisbetlerini ve O’nun ilmini yüklenmiştir.
Ama eğer mahluk zahir ve Hak onda Batın ise, o halde Hak –kudsî hadiste
belirtildiği gibi– mahlukun işitmesindedir, onun görmesinde, elinde, ayağında ve
onun bütün yetilerindedir.
Eğer Zat-ı ilahiye bu nisbetlerden arınık olsaydı, bir ilah olmazdı ve bu nisbetler
bizim aynlarımızla sonradan ortaya çıktılar, öyle ki ilah kılmaklığımızla, O’nu ilah
kılan bizleriz. Bundandır ki, bizler bilinmedikçe ilah da bilinmez. Resulallah (sav),
“Nefsini bilen, Rabbini bilir” demiştir ve o yaratılış içerisinde hiç kuşkusuz Allah’ı en
iyi bilen kimsedir. Ebu Hamid gibi bazı alimler, Allah’ın, aleme bakılmaksızın
bilinebileceğini söylemişlerdir — ama bu doğru değildir. Evet, Zat’ın kadîm ve ezelî
olduğu (aleme bakılmaksızın) bilinebilir, ama ilah-kılan [me’luh] bilinmeyince, Zat’ın
ilah olduğu bilinemez; o halde, ilah-kılan, ilahın delilidir.
Ardından, ikinci halde (yani, cem makamında) gelen keşf, gerçekte Hakk’ın
Kendisi’ne ve Uluhiyeti’ne ilişkin delilin, yine Kendisi olduğunu ve gerçekte alemin,
(bu alem içerisinde yer alan) bireylerin değişmez aynları [ayan-ı sabite] suretlerinde
(diğer deyişle, aynların aynasında) Hakk’ın tecellisinden başka bir şey olmadığını ve
öte yandan da Hakk’ın tecellisi olmaksızın bu değişmez aynların var olmasının
mümkün olmadığını açığa vurur. Bu keşf aynı zamanda, O’nun Kendisini, bu
aynların hakikatlerine ve hallerine göre çeşitlendirdiğini ve birbirinden farklı
suretlerde zahir kıldığını ve dolayısıyla farklı suretlerde tasavvur olunduğunu da
açığa vurur. Ve bu (haldeki) keşf, Hakk’ın bizim ilahımız olduğuna ilişkin ilmin
oluşmasından sonradır.
Bundan sonra (cem’den-sonra-fark makamında) son bir keşf daha gelir ki,
suretlerimizi (yani, değişmez aynlarımızın suretlerini) sana Hak’ta (Hakk’ın
aynasında) zahir kılar, ve Hak’ta (ayna mesabesinde olan Hakk’ın varlığında)
bazımız (yani, bazı aynlar) diğer bazılarına zahir olur, bazımız diğer bazılarını bilir
ve bazımız diğer bazılarından (ilim sahibi olma yönünden) ayrışırlar. Bizden bazımız
bu marifetin bize (aynlarımızın Hakk’a verdiğince) Hak’ta bizden geldiğini bilir, ve
bazımız da bu marifetin bize bizden geldiği İlahi İlim Hazreti konusunda cahildirler.
Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım!
Bu iki keşf ile birlikte, O, bizim üzerimize ancak bizimle hükmeder; belki de daha
doğrusu biz kendi üzerimize hükmederiz — ama O’nda. İşte bu nedenledir ki,
Allahu Teala, perdelenmiş olanlar neden başlarına kendi arzularına aykırı şeyler
geldiğini sorduklarında, buna karşılık olarak, “Apaçık delil Allah’ındır” [En’am
Suresi, 6/149] buyurdu. Ve Hak onlar için “sak”ı (yani, kendi hakikatleri olan
değişmez aynlarını) gösterir ve bu, aramızdan arif olanların keşfetmiş olduğu şeydir.
Ve bu arifler, perdeli olanların Hakk’ın yaptığını iddia ettikleri şeyi Hakk’ın
yapmadığını, ama bunun kendilerinden olduğunu görürler. Ve gerçekte Hak onları,
İlim Hazreti’ndeki değişmezlikleri üzre bilir. Böylelikle perdelenmiş olanların delili
geçersiz kılınır ve geriye Allah’ın apaçık delili kalır.
Eğer, “Dileseydi, hepinizi hidayete erdirirdi” [En’am Suresi, 6/149] sözü ne anlama
gelir diye soracak olursan, deriz ki: “..seydi” takısı varsa, bu sakınma içindir ve
Hakk’ın meşiyyeti, şey ne üzre ise onu dilemektir. Ama aklî delil, mümkün bir şeyin
ayn’ının bir şeyi ya da o şeyin karşıtını kabul edebilir olduğuna hükmeder. Bu iki
akılla-kavranabilir olan hükümden biri vaki olduğunda, bu vaki olan hüküm, bu
mümkün şeyin kendi değişmezliği [sübut] halinde kendisi üzre bulunduğu şeydir.
“Hidayet ederdi” sözü, “apaçık gösterirdi” anlamına gelir. Hak, şeyin, kendisinde ne
üzre değişmez olduğunu anlaması yönünde bütün mümkün şeylerin basiret gözünü
açmış değildir. Sonuçta bazısı ilim sahibi, bazısı ise cahildir. Ve Allah dilemedi, ve
herkese hidayet etmedi ve dileyecek de, hidayet edecek de değildir. Ve “dilerse”
sözü için de aynı durum geçerlidir. Allah, olmayacak şeyi hiç diler mi?
Böylece, Hakk’ın meşiyyeti tek bir şeye bağlıdır, yani meşiyyet ilme tâbi bir nisbettir
ve malum olan, sen ve senin hallerindir. Ve ilmin malum üzerinde hiçbir etkisi
yoktur, tersine malum’un alim üzerinde bir etkisi vardır — ayn’ında her ne üzre ise,
kendinden onu verir.
İlahi hitap, ancak muhatapların üzerinde anlaştıkları şey üzre ve aklî kurgulamanın
verdiği şey üzre geldi. Ve bu ilahi hitap, keşfin verdiği şey üzre gelmedi. Bundandır
ki, mü’minler çok sayıda oldukları halde, keşf ehli arifler az sayıdadır.
Bizim aramızdan (ilahi ilim’de) bilinen bir makamı [makam-ı malum] olmayan ve bu
makamda bulunmayan yoktur. Ve bilinen makam, değişmezliği içerisinde kendisiyle
olduğun ve varlığında kendisiyle zahir bulunduğun şeydir — ve bu, senin için varlık
sözkonusu olduğunda böyledir. Eğer (birinci keşfin verdiği marifetle) varlığın sana
değil de Hakk’a ait olduğu kesinlenirse, hüküm Hakk’ın varlığında hiç kuşkusuz
senin hükmündür. Ve eğer (ikinci keşfin verdiği marifetle) senin varolmaklığın
kesinlenecek olursa, o zaman hüküm hiç kuşkusuz (senin Hakk’a vermiş olduğun
hüküm doğrultusunda) senin üzerinedir. Ve hüküm verici olan Hak olsa bile,
Hakk’ın hüküm vermekliği, senin üzerine varlık saçmaktan [feyz] ibarettir ve kendin
üzerine hükmeden ancak kendinsindir. O halde, ancak kendi nefsini öv ve kendi
nefsini yer.
Artık geriye varlık saçtığı için Hakk’a hamd etmekten başka bir şey kalmaz — çünkü
bu (yani, varlık saçıcı olmaklık) gerçekte O’ndandır, senden değil… Ve sen
hükümlerle O’nun gıdasısın ve O, varlıkla senin gıdandır. İmdi, sende kendini
gösteren (hüküm vermeklik), Hak’ta kendini gösterdi. Hüküm vermeklik, O’ndan
sana ve senden O’nadır. Aradaki fark şudur ki, sen “yükümlü” olarak adlandırılırsın
— ve Hak seni ancak kendi haline ve istidadına göre, “beni yükümlü kıl” dediğin
şeyle yükümlü kıldı. Ama Hak, “yükümlü” olarak adlandırılmaz.
O (bütün İsimlerine mazhar oluşumdan dolayı) beni över, ben de O’nu,
O (taleplerime icabet etmekle) bana kulluktadır, ben de O’na.
Belli bir halde (cem makamında) O’nu isbat eder,
Ve (kesretteki) aynlarda O’nu nefy ederim.
O beni bilir, ben (suretlerde zahir olmaklığında) O’nu inkar ederim,
O’nu (ceman ve tafsilen) bilir ve O’nu müşahede ederim.
O bizden nasıl gani olabilir ki,
Ben O’na (zuhura gelişinde) yardım eder ve O’na varoluş veririm.
İşte bundandır ki O’nu bileyim diye beni varetti
Ve O’nu (kendi ilmimde) varettim.
Ve (“Bilinmek istedim…” şeklindeki) hadis bize bu mana ile geldi
Ve O’nun amacı bende gerçekleşti.
Ve İbrahim aleyhisselam (Hak Teala’nın zahir olduğu bütün ilahi makamlara zuhur
mahalli olma mertebesinde, bu makamlara nüfuz ederek Hakk’ın gıdası olmasıyla ve
Hak da, İbrahim’in bütün hakikatlerine ve yetilerine nüfuz ederek Varlığı ile
İbrahim’in gıdası olmasıyla), kendisine “Halil” denildiği bu mertebeye eriştiğinden,
konuklarını doyurmak kendisi için bir adet haline geldi. İbn Meserre, onun Mikail ile
birlikte, bir rızk kaynağı olduğunu söyledi. Ki rızıklar rızıklandırılanların gıdasıdır.
Gıda, her parçaya nüfuz ederek, beslenen kişinin zatına nüfuz eder. Ne var ki burada
(yani, ilahi cem’iyette) parçalar yoktur — İbrahim aleyhisselam “İlahi İsimler”
denilen bütün ilahi makamlara nüfuz etmiş ve Hak celle ve ala’nın Zatı da onda
zahir olmuştur.
Kanıtlandığı üzre bizler O’nunuz
Tıpkı aynı zamanda kendimize ait olduğumuz gibi.
Ve O bana ancak varlık verir
Ve (O bizimle zahir olduğundan) biz O’nun içiniz
Ve (kendi aynlarımızla zahir olduğumuzdan) kendimiz içiniz.
Benim için iki vecih vardır: “O” ve “ben”
Ve O’nun Ben-liğinin zuhurunda “Ben” yoktur.
Ama ben O’nun zuhur mahalliyim
Ve bizler onun için bir kap gibiyiz.
Ve Allahu Teala hak olanı söyler ve doğru yola iletir.