6. CÜZ
Bu cüz iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm dördüncü cüzün sonlarında başlayan beşinci cüzün tümünü kapsayan son kısmı da, şu cüzde yer alan Nisa sûresini bütünlemektedir. İkinci bölüm ise -kalan cüzün önemli bir kısmını oluşturmaktadır- Maide sûresinin başlangıcıdır.
Burada birinci bölüm hakkında sözü kısa tutacağız. Amacımız Maide sûresinin “kişiliğini” ve konularını bu kitapta uyguladığımız yöntem uyarınca bir bütün olarak sunmaktadır, Allah’ın yardımı ile…
Nisa sûresinin geri kalan kısmı da dördüncü cüzde yer alan girişinde açıkladığımız sûrenin genel metodu doğrultusunda devam etmektedir. Ancak çok özel bir şekilde de olsa burada sûrenin sunuş metoduna değinmemiz yerinde olacaktır.
Kuşkusuz bu sûre, İslâm’ın, daha yükseğe, erişilmez zirveye çıkarmak için cahiliye bataklığından çekip çıkardığı insanların oluşturduğu müslüman toplumun vicdanında, İslâm düşüncesinin tutarlı yapısını kurmaktadır. Aynı şekilde bu vicdanlarda çöreklenen cahiliye kalıntılarını gidermektedir. Yada daha önce dediğimiz gibi cahiliyenin izlerini silip yerine İslâm’ın belirtilerini yerleştirmektedir.
Sonra bu sûre, -yeni düşüncenin ışığında- müslüman ümmetin vicdanını, ahlâki yapısını ve toplumsal geleneklerini; yeni baştan düzenlemek, gerek ahlâk, gerekse gelenek bakımından cahiliye kalıntılarından kurtarmaktadır. Düşünce ve inanç noktasında cahiliye tortularını giderdiği gibi, sağlam yapılı ilahi sistem uyarınca toplumsal hayatını ve ailesel ilişkilerini de düzenlemektedir.
Sûre, -bunların yanında- bozuk inançları ve bu inançları benimseyen müşrikleri, yahudi ve hıristiyanlardan oluşan Ehl-i Kitab’ı karşılamaktadır. Bu inançları düzeltme yönüne gitmekte ve bu inançların bozulmasına neden olan sapıklıkları giderip, doğrusunu yerleştirmektedir.
Ardından sûre, müslüman toplumla birlikte genelde Ehl-i Kitab, özelde yahudilere karşı, şiddetli bir savaşa tutuşmaktadır. Çünkü Rasulullah (salât ve selâm üzerine olsun)’ın Medine’ye varmasından beri, bu yeni çağrıya karşı çıkan onlardır. Yahudiler, bu yeni çağrının, Medine’deki varlıklarına ve seçkin konumlarına, Allah’a yakınlık bakımından öncelikli olma iddialarına ve kendilerini Allah’ın seçkin halkı olarak kabul etmelerine karşı bir tehlike oluşturduğunu anladıkları andan itibaren karşı koymuşlardı. Her türlü silaha başvurarak, yeni çağrıya karşı başlattıkları savaşın nedeni budur. Bu arada sûre, onların gerçek özelliklerini, başvurdukları yöntemleri ve kendi peygamberleriyle geçirdikleri tarihi gözler önüne sermektedir. Temsilcisi kim olursa olsun, kendilerinden olan bir peygamber, bir komutan bir uyarıcı dahi olsa, hak çağrısı karşısındaki tutumlarını ortaya çıkarmaktadır.
Ayrıca sûre -bütün bunlardan sonra- müslüman ümmete omuzlarına yüklenen sorumluluğun büyüklüğünü, kendisine takdir edilen rolün önemini açıklamaktadır. Bu arada, hazırlanmalarının, arındırılmalarının, vicdanlarında ve hayatlarında cahiliye kalıntılarının giderilmesinin hikmetini, bu işin gerektirdiği uyanıklık ve güç hazırlama zorunluluğunun nedenini ve bu önemli rolün istediği yükümlülükleri yerine getirmesinin kaçınılmazlığının sebebini açıklamaktadır. Ruh aleminde, realite dünyasında verilen cihad ve katlanılan ağır fedakarlıklar bu yükümlülükler karşısında yer almaktadır.
Tüm bölümleriyle sûre bu doğrultuda devam ediyor. Sûrenin bu cüzde yer alan kısmı da aynı yöntemin bir parçası olarak yoluna devam etmektedir.
Bu cüz, vicdan ve toplum temizliğinin bir yönüyle başlamaktadır. Müslüman toplum atmosferinde, güven duygusunu yaygınlaştırmakta, haksızlığa misillemede bulunurken adaletli olmayı, affetmeye ve hoşgörülü davranmaya teşvik etmenin yanında, toplum içinde dedikodu çıkarmayı da önlemektedir. Bu arada zulme uğramış birinin misillemede bulunmasının dışında, yüce Allah’ın kötülüğün yaygınlaşmasından hoşnut olmadığını açıklamakla birlikte, yüce Allah’ın kötülüğü affetmeyi sevdiğini de açıklamaktadır. Çünkü O, bağışlayıcıdır, herşeye gücü yetendir.
Sonra İslâm düşüncesinin mahiyeti açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre, Allah’ın dini tektir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm peygamberler de bu tek dinin taşıyıcıları ve sürekli bir kafile konumundadırlar. Peygamberler arasına bir ayırım koymanın, getirdiklerine farklı gözle bakmanın açık küfür olduğunu açıklamaktadır cüz. Bu açıklama, kendi peygamberleri dışında ırkçılık ve kindarlık nedeniyle peygamberliği inkar eden -Ehl-i Kitap’tan- yahudilerin eleştirildiği bir sırada yapılmaktadır.
Bu noktada; yahudilerin kendi peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları olan Musa (a.s)’ya verdikleri eziyetleri ortaya çıkaran bir gezinti başlıyor. Bu sayede kötü hareketleri, en büyük peygamberleri Musa (a.s) da dahil olmak üzere hakka ve hak davetçilerine karşı tutumları, ortaya çıkmaktadır. Hz. İsa (a.s)’ya ve annesine karşı tutumları -Allah’ın yasakladığı ve sevmediği dedikoduları çıkarmaları- da gözler önüne serilmektedir. Bu arada peygamberimize İslam’a ve görünüm olarak hakkın son davetine karşı takındıkları tavır da gün yüzüne çıkmaktadır. Yahudilerin Mesih (a.s)’e attıkları iftiralar ve O’nu öldürmekle övünmeleri münasebetiyle, Kur’an-ı Kerim, bu iddianın mahiyetini bildirmektedir. Haksızlık yapmaları, insanları Allah’ın yolundan alıkoymaları, kendilerine yasaklandığı halde faiz almaları ve insanların mallarını gayr-i meşru yollarla yemeleri nedeniyle yüce Allah’ın yahudileri nasıl cezalandırdığını, dünyada kendilerine daha önce helal kılınan bazı şeylerin haram kılındığını ve ahirette kendilerine bekleyen acıklı azabı hatırlatmaktadır. Bu arada ilimde derinleşenler ve hakkı öğrendikten sonra iman edip hakka uyanlar bu hükmün dışında tutulmaktadır.
Kur’an-ı Kerim, yahudilerin Hz. Peygamberin peygamberliğini inkar etmelerine cevap verirken, bunun son derece tabii ve alışılmış bir şey olduğunu hayret edilecek, garipsenecek ya da inkar etmeyi gerektirecek birşey olmadığını bildirmektedir. Çünkü Hz. Peygamberimiz Nuh (a.s)’dan sonra İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları İsa, Eyyüb, Yunus, Harun, Süleyman ve Davud (selâm üzerlerine olsun) gibi yahudilerin kimini kabul ettikleri kimini de taassub ve kinlerinden dolayı kabul etmedikleri peygamberlerden buyana, yüce Allah’ın insanlara elçi gönderme kanunu uyarınca gelmişti Resulullah. Yüce Allah’ın kullarına müjdeleyici ve korkutucu peygamberler göndermesi de son derece doğaldır.
“Peygamberlerden sonra insanların ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri olmaması için.” (Nisa Suresi, 165) Bu doğallığın ötesinde zorunlu bir iştir de.
Ancak yahudilerin inkarı karşısında, yüce Allah’ın ve meleklerin şahitliği yer almaktadır ayet-i kerimede. Allah’ın şahitliği yeterlidir kuşkusuz. Bunun yanında kafir olanlar ve Allah’ın yolundan insanları alıkoyanlar; kafir ve zalimler, tehdit edilmektedirler. Yüce Allah’ın onları bağışlamayacağı, içinde sürekli kalacakları cehennemin yolundan başka bir yola hidayet etmeyeceği bildirilmektedir. Bunun ardından tüm insanlara yönelik bir çağrı yer almaktadır. Onlara bu peygamberin hak üzere Rableri tarafından gönderildiği bildirilmektedir. Ayrıca bu peygambere inanmaları istenmektedir, aksi takdirde göklerde ve yerde bulunan herşeyin Allah’a ait olduğu gerçeği ilan edilmektedir. Kuşkusuz insanlar bu peygamberliğin doğruluğunu gözleriyle gördüler ve bu çağrıyla da muhatap oldular. O halde, göklerin ve yerin sahibinin çağrısı karşısında takındıkları tavrın sonucuna da katlanacaklardır.
Böylece Ehl-i Kitab’tan yahudilerle yapılan gezinti de sona ermiş oluyor. Bu sayede özellikleri, başvurdukları yöntemleri, eskiden beri alışkanlık haline getirdikleri kötülükleri ortaya çıkarılmış oluyor. Bu şekilde hile ve tuzakları etkisiz hale getirilmiş ve Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)’in peygamberliği hakkında gerçek söz söylenmiş oluyor. Bu konuda yüce Allah’ın şahitliği insanlara bir delil olarak sunuluyor. Bunun yanında peygamberlerin ve hak davetçilerin büyük sorumlulukları da bildirilmektedir. Bir taraftan insanlar için kanıt oluşturmak, öte taraftan tüm insanların sorumluluğunun peygamberlerin ve müminlerin boynunda olması, bu sorumluluk içinde yer almaktadır. Bunun nedeni, insanları Allah’ın azabından kurtarmak ya da cezayı hakk edenin, bir delilden sonra hakketmesini sağlamaktır. Kuşkusuz bu son derece önemli ve ağır bir sorumluluktur.
Yahudilerle yapılan bu gezinti sona erdikten, yüce Allah, Meryem oğlu İsa (selâm üzerine olsun) ve annesi hakkında çıkardıkları söylentileri yalanladıktan sonra, İsa (selâm üzerine olsun)’ya uyan hıristiyanlarla yapılan ikinci bir gezinti başlamaktadır. Bununla, Allah’ın kulu ve peygamberi olan Mesih’e ilişkin aşırılıklarını düzeltmek, onları bu aşırılıklardan el çektirmek ve bu konuda gerçeği yerleştirmek amaçlanmaktadır. Kuşkusuz Mesih (a.s) Allah’ın kuludur ve ona kul olmaktan da kaçınmaz. Melekler de öyle. Böylece Ruhul Kudüs’e ilişkin iddiaları düzeltilmiş, teslis inancı ve yüce Allah’ın baba olduğu savı reddedilmiş oluyor.
Bu düzeltme işlemi esnasında, dosdoğru İslam düşüncesi de yerleştirilmiş oluyor. Böylece sorun tamamıyle ilahlık ve kulluk çerçevesinde ele alınıyor. Yüce Allah’ın, ilahlığı, O’ndan başka herkesin ve herşeyin kulluğu… Kuşkusuz bu İslâm inancın büyük bir kuralı, açık bir özelliği ve temel bir ilkesidir.
Bunun için müminlere yönelik müjdeleme yer alırken, Allah’a kul olmaktan kaçınan kafirlere yönelik de bir korkutma yer almaktadır. Yahudilerle birlikte çıkılan birinci gezintinin sonunda olduğu gibi burada da Rabbleri tarafından bir kanıt, apaçık bir nur geldiğine, bundan sonra karşı çıkanların ileri sürebilecekleri bir bahanenin, kuşku ve mazeretin olmadığına ilişkin, tüm insanlara yönelik bir duyuru yer almaktadır.
Sure (Kalale: Babası ve çocuğu olmayan ölü) konusunda, mirasın geri kalan hükümlerini içeren bir ayetle son bulmaktadır. Kalale’nin bazı durumları daha önce sûrede açıklanmıştı. Bu ayet Kalaleye ilişkin hükümlerin geri kalan kısmını oluşturmaktadır. Bununla İslâm, müslüman toplumu -sûrenin başlarında dediğimiz gibi- kendine özgü belirgin özellikleri ve bağımsız bir düzeni olan bir ümmete dönüştürmüştür. Böylece beşer hayatında, insanlık aleminde üstlendiği önemli rolü yerine getirmiş oluyor. İnsanlığa öncülük, önderlik ve yol göstericilik yapmak…
Sûrenin bütününde ve ondan bir parça olan şu kısımdan, toplumsal ve ekonomik düzenleme ile ahlâkı güzelleştirme, inanç ve düşünceyi düzeltme, müslüman cemaate pusu kuran düşmanlarla savaşa tutuşmak, bu toplumun yerine getirmek zorunda olduğu sorumluluk ve rolün önemini vurgulamak bir arada yürütebileceği anlaşılmaktadır. Bir de -bu davanın kitabı ve bu ümmetin anayasası olan- Kur’an’ın, bütün bunları son derece kapsamlı, eksiksiz, dengeli ve özenli bir şekilde yerine getirdiği anlaşılmaktadır. Kur’an’ın uyguladığı bu yöntem, yeni baştan sorumluluğunu ve rolünü yüklenmesi için bu ümmeti, yeniden inşa etmek, yaşatmak ve diriltmek isteyen herkesin, davet metodunu ve hareket metodunu, Kur’an’dan almasını zorunlu kılmaktadır. Kur’an, ilk defa olduğu gibi şimdi de rolünü yerine getirmeye hazırdır. O, her zaman aşamasında, insan ruhuna yönelik Allah’ın kitabıdır. Onu en iyi anlayan, onunla kafirlere, münafıklara, sapık Ehl-i Kitab’a karşı cihad eden ve insanlık tarihinde onunla eşine rastlanılmayan bir ümmet meydana getiren zatın dediği gibi, tekrarlamakla olağan üstünlükleri tükenmez, yıpranmaz, Kur’an’ın.
Bu Kur’an, yeni bir ümmet meydana getiriyordu. İslâm, içinde, yüzdükleri cahiliye bataklığından çekip çıkardığı müslüman toplumlardan, bir ümmet oluşturuyordu. Böylece elinden tutup daha yükseğe, erişilmez, zirveye çıkarmayı, -oluşumunu tamamladıktan sonra- insanlığın önderliğini teslim etmeyi ve bu önderlikle birlikte üstlendiği önemli rolü açıklamayı amaçlıyordu.
Bu inşa sürecinin başka etkenlerinin arasında, toplum vicdanlarının arındırılması, içinde yaşanılan toplumsal atmosferin temizlenmesi ve ahlâksal, ruhsal düzeyin olgunlaşacak bir noktaya çıkarılması yer almaktadır.
Bu toplum, bu düzeye ulaştığı zaman, itikadî düşüncesinin üstünlüğü oranında, yeryüzünün diğer sakinlerine karşı, bireysel ve toplumsal ahlak bakımından da üstünlük sağlamıştır. O zaman yüce Allah, yapabildikleri kadar yeryüzünde onlarla dilediğini yapmıştır. Onları, dininin ve hayat metodunun koruyucuları, sapık insanlığı aydınlığa ve hidayete götüren önderler; insanlığın önderleri ve doğru yolu bulması için güvenilir kişiler kılmıştır.
Bu toplum, bu özellikleriyle sivrildiği sürece, bütün yeryüzüne üstünlük sağlamıştır. Artık bunun insanlığa önderlik yapması son derece tabii, fıtrî ve düzgün temellerine dayanan bir işti. Bu seçkin konumu nedeniyle de bilim, uygarlık, ekonomi ve siyaset alanında da üstünlük sağlamıştır. Bu son üstünlüğü de inanç ve ahlâksal düzey noktasındaki üstünlüğünün ürünüdür. Yüce Allah’ın fert ve toplumlara ilişkin değişmez yasası işte budur.
Fert ve toplumun, arındırılmasının bir yönü, şu iki ayette söz konusu edilmektedir.
148- Allah zulme uğrayanların dışında hiç kimsenin açıkça kötü söz söylemesini sevmez. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir.
149- Bir iyiliği açığa vursanız da gizli tutsanız da veya bir kötülüğü bağışlasanız da biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir.
Toplum oldukça duyarlı olur ve bu yüzden bu duyarlığına uygun toplumsal davranış kurallarına ihtiyaç duyar. Kimi sözler vardır ki, söyleyen ötesini hiç hesaplamaz. Çoğu söylentiler de onu çıkaran sadece bir insanı kastetmiştir. Ancak bu toplumun kişiliği, ahlâkı, gelenek ve atmosferi üzerinde öldürücü etkiler bırakır. Artık olay hedeflenen bireyi aşmış toplumun alanına girmiştir.
Her ne şekilde olursa olsun dille kötü söz söylemek, vicdanda sakınma ve Allah korkusu yoksa, dile kolay gelir. Bu kötülüğün yaygınlık kazanması, toplum vicdanında derin etkiler bırakır. Bu toplumda çoğu zaman karşılıklı güven yok olur. İnsanlar gittikçe kötülüğün her tarafı kapladığını düşünürler. İçlerinde kötülük işleme isteği bulunmasına rağmen, bunu yapmaktan çekinen çoğu kimsenin, kötülüğün toplumun alışkanlığı haline geldiğini ve yaygınlaştığını görmesi onu işlemesine neden olur. Artık böyle bir durumda çekinmelerine ve saklamalarına gerek yoktur. İlk defa onları yapmıyorlar ki! Çoğu zaman kötülükten tiksinti duymanın nedeni kötülükle, fazlaca içiçe yaşamaktır. Çünkü insan, ilk karşılaştığında kötülükten şiddetli bir şekilde iğrenir. Ancak yapılması ya da söylenmesi sıklaştıkça iğrenmenin ve tiksinmenin oranı düşer. Giderek kötülüğü işitmek -hatta görmek bile- basit gelir kalplere. Artık kötülüğü değiştirmek için harekete geçmez olurlar.
Bütün bunlar, -kötülükten uzak oldukları halde- kötülükle itham edilen ve haklarında dedikodu çıkarılan insanlara yapılan haksızlığın yanında olmaktadır. Ancak kötülük yaygınlık kazandığı zaman, kötülüğü açıklamak kolay ve alışılmış bir şey olduğu zaman, iyilerin de kötüler gibi haklarında dedikodu çıkarılır. İftira ve ithamdan çekinmeksizin, kötülüğe karışır iyiler de. Dilleri kötü söz söylemekten alıkoyan ve çoğu kimsenin kötülük yapmasına engel olan kişisel ve toplumsal utanma duygusu kaybolup gider.
Kötülüğü açığa vurmak -sövmek ve iftira etmek şeklinde- kişisel ithamlarla başlar. Toplumsal çözülme ve ahlâkî bozulma ile sonuçlanır. Fert olsun toplum olsun insanların birbirlerini değerlendirme ölçekleri sapıtır. Artık insanların birbirlerine olan güvenleri sarsılır. İthamlar öylesine yaygınlaşır ki, diller çekilmeksizin geveleyip dururlar bu söylentileri.
Bütün bunlardan dolayı yüce Allah, müslüman kitlenin içinde dedikodunun yaygınlaşmasını hoş karşılamamıştır. Sadece zulme uğrayan birinin kendini savunmak için, zalime karşı söyleyebileceği kötü sözle sınırlandırmıştır; kötülüğü açıklama hakkını. Tabii ki bu hak, uğranılan zulmün sınırları içinde olacaktır:
“Allah zulme uğrayanlar dışında hiç kimsenin açıkça kötü söz söylemesini sevmez.”
Böyle bir durumda -hukuk terminolojisinde sövme ve iftira kapsamına girmekle beraber- kötülükle vasfetme, zulümden intikam almak, düşmanı savmak, bizzat kişinin uğradığı kötülüğe karşılık vermek içindir. Ayrıca toplumun mazluma yardım etmesini, zalimi zulmetmekten alıkoymasını sağlamak içindir. Böyle olunca zalim yaptığının sonucundan çekinir, bir daha yapma konusunda tereddüt geçirir. O zaman da kötülüğü açıklayacak kaynak sınırlıdır. Zulme uğrayan kişi sebebi de sınırlandırmıştır. O da mazlumun nitelendirdiği belli bir zulümdür. Kendisinden zulüm kaynaklanan kişiye karşı bizzat söylenebilir. O zaman bu açıklama sonucu gerçekleşen iyilik, kötülüğü karşılamış olur. Sırf teşhir etmek değil de adalet ve hakkaniyetin gerçekleşmesi hedeflenmiş olur böyle bir durumda.
Kuşkusuz İslâm -zulmetmedikleri sürece- insanların namına ve şanına saygı gösterir. Ancak zulmettikleri zaman bu saygıyı hakketmezler. Ancak o zaman zulme uğrayana, zulmedenin kötülüğünü açıklama izni verir. Dillerin kötü söz söylemesine ilişkin yasağın tek istisnası budur.
Böylece İslâm’ın, zulme imkan tanımayan adaleti koruması için ferd ya da toplumun utanma duygusunun yırtılmasına izin vermeyen ahlakî koruması birbirine uygun düşmektedir.
Bu açıklamanın ardında Kur’an’ın akışında şu değerlendirme yer almaktadır:
“Hiç kuşkusuz Allah her şeyi işiten ve görendir.”
Amaç, bu işi başlangıçta Allah’ın sevgi ve hoşnutsuzluğuna bağladıktan sonra, sonuçta da Allah’a bağlamaktır. Allah hiç kimsenin açıkça kötü söz söylemesini sevmez. Maksad; insan kalbinin, niyet ve sebeplerin, söz ve ithamların değerlendirilmesinin, söylenen her şeyi işiten ve bunların ötesinde göğüslerin gizlediklerini bilen yüce Allah’a ait olduğunu bilmesidir.
Kur’an’ın akışı, kötülüğü açıklamayı yasaklamakla pasif bir pozisyonda durmuyor aksine, genel ve aktif bir iyiliğe yöneltiyor insanı. Kötülüğü affetmeye sevk ediyor kişiyi. İnsanı tutup hesaba çekebildiği halde, insanları bağışlayan yüce Allah’ın bu sıfatını öne çıkarmasının amacı, ellerinden geldiği ve ‘ yapabildikleri kadariyle müminlerin Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmalarını sağlamaktır:
“Bir iyiliği açığa vursanız da gizli tutsanız da veya bir kötülüğü bağışlasanız da biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir.”
Böylece ilahî eğitim sistemi, mümin bireyi ve müslüman toplumu bir üst dereceye daha yükseltmektedir. İlk derecede, yüce Allah’ın kötülüğün, açıklanmasından hoşnut olmadığından söz etmektedir. Bu arada zulme uğrayan ; birinin intikam almak ya da adaletin gerçekleşmesini istemesi durumunda, zulme uğradığı konuda ve uğradığı oranda, zulmedenin kötülüğünü açıklamasına için verilmektedir. İkinci derecede ise, hepsini birlikte iyilik yapmaya yöneltmektedir. Zulme uğrayan kişiyi de -zulmü açığa vurmak şeklinde intikam alması mümkünken- affetmeye ve vazgeçmeye yöneltmektedir. Ancak gücü yettiği zaman, yoksa gücü dahilinde olmayan şeyi affetmek söz konusu değildir. Kişiyi intikam almaktan vazgeçirip, hoş görecek bir düzeye yükseltmektedir bu. Kuşkusuz bu, çok daha yüce ve üstün bir düzeydir.
Bu durumda, iyilik açıklandığı zaman, müslüman toplum içinde yaygınlık kazanır. Gizli tutulduğu zaman ise, ruh terbiyesindeki rolünü gerçekleştirir. -Çünkü, iyiliğin gizlisi de açığı da güzeldir- Böyle bir durumda bağışlamak duygusu, insanlar arasında yaygınlaşır. Artık kötülüğü açığa vurmaya imkan kalmaz. Ancak bu bağışlama olgusu insanın elinde olmalıdır. Kişinin hoş görüsünden kaynaklanmalıdır, acizliğin verdiği zilletten değil. Aynı zamanda, gücü yettiği halde bağışlayanın amacı, yüce Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmaya yönelik olmalıdır.
“Biliniz ki, Allah bağışlayıcıdır ve gücü her şeye yetendir.”
YAHUDİLER
Bundan sonra ayetlerin akışı genel olarak Ehl-i Kitap’la yeni bir gezintiye başlıyor. Sonra bir turda yahudilere geçiyor, diğer turda da hristiyanlarla yol alıyor. Yahudiler -yalan ve iftira ederek- Meryem ve İsa hakkında kötü sözler sarf ediyorlardı. Bu dedikodulara gezinti esnasında değinilmektedir. Böylece bu gezinti ile sûrenin akışında geçen iki ayetin içerdiği bu açıklama, birbirine bağlanmaktadır. Gezinti tümüyle başlangıçta Kur’an’ın, Medine’de müslüman kitlenin düşmanlarına karşı giriştiği çarpışmanın bir yönünü oluşturmaktadır. Bu çarpışmanın diğer yönleri bu surede, Bakara suresinde ve Al-i İmran suresinde ele alınmıştı. Şimdi Kur’an’ın akışında yer aldığı gibi sunmaya başlayalım:
150-151- Allah’ı ve peygamberlerini inkar edenler, Allah ile peygamberleri arasında ayırım yaparak; `Buna inanır, fakat şuna inanmayız’ diyenler böylece, iman ile küfür arası bir yol tutturmak isteyenler var ya, onlar gerçek anlamı ile kafirdirler. Biz kafirler için onur kırıcı bir azap hazırladık.
152- Buna karşılık Allah’a ve peygamberlerine inananlara ve peygamberler arasında ayırım yapmayanlara gelince, Allah onların mükafatını ilerde verecektir. Hiç kuşkusuz Allah affedicidir, merhametlidir.
Yahudiler kendi peygamberlerine inandıklarını iddia ediyorlardı. Ancak, İsa ve Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliklerini inkar ediyorlardı. Hıristiyanlar, Hz. İsa’yı ilahlaştırmalarına ek olarak; Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliğini de inkar ediyorlardı.
İşte Kur’an hem onları hem de bunları reddediyor. Allah ve peygamberlerinin, ayrıca bütün peygamberlerin arasını ayırmaksızın iman etmeye ilişkin kapsamlı ve eksiksiz İslam düşüncesini yerleştiriyor. İşte bu kapsayıcılığıyla “din”, İslâm’dır. Allah, bunun dışında insanlardan başkasını kabul etmeyecektir. Çünkü yüce Allah’ın birliğine ve bu birliğin gereklerine uygun tek din budur.
Kuşkusuz yüce Allah’ın mutlak birliği, onunla peygamberlerin insanlara gönderildiği “dinin” tekliğini gerektirmektedir. Aynı şekilde bu emaneti insanlığa taşıyan peygamberlerin birliğini zorunlu kılmaktadır. Peygamberlerin ya da peygamberliğin birliğini inkar edenler, gerçekte Allah’ın birliğini inkar etmektedirler. Ayrıca bu durum onların, yüce Allah’ın birliğinin gerekleri hakkındaki yanlış düşüncelerini göstermektedir. Yüce Allah’ın ïnsanlığa gönderdiği dininin ve onlar için seçtiği hayat’ sisteminin kaynağı değişmediği gibi esasları da değişmez.
Bu nedenle, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler, ayetin akışında; “Allah’a inanan fakat peygamberleri inkar edenler” olarak, ifade edilmektedir. Peygamberlerin arasını ayırmak isteyenler de; “bazısına inanan ancak bazısına inanmayan” olarak tabir edilmektedirler. Her iki grup da, “Allah’ı peygamberlerini inkar edenler” olarak; nitelendirilmektedirler. Böylece, Allah ve peygamberlerini ayırmak ve peygamberlerinin bazısını bazısından ayırmak; Allah ve peygamberlerini inkar etmek olarak değerlendirilmiştir.
Kuşkusuz iman bölünmez bir bütündür. Allah’a iman etmek O’nun birliğine inanmaktır. Yüce Allah’ın birliği de, insanların hayatlarını (bir birlik gibi) esaslarına göre düzenlemelerini istediği dinin, birliğini gerektirmektedir. Aynı zamanda bu dini, kendi yanlarında yada onun irade ve vahyinin dışında bir kaynaktan getirmeyip, O’nun katından getiren peygamberlerin ve onlara karşı takınılacak tavrın birliğini gerektirmektedir. Mutlak küfür olmadan, bu birliği parçalamak imkansızdır. Taraftarları kimine inandıklarını kimini de inkar ettiklerini zannetseler de Allah katında cezaları, hepsine birlikte hazırlanan onur kırıcı azaptır.
“Onlar gerçek anlamı ile kafirdirler. Biz kafirler için onur kırıcı bir aza hazırladık.”
Müslümanlara gelince, onların itikadî düşünceleri, Allah’a ve peygamberlerine aralarını ayırmaksızın topluca iman etmeyi kapsamaktadır. Her peygamber onların yanında inanılması ve saygı gösterilmesi gereken kişidir. Semavi tüm dinler haktır, bozulmaları söz konusu olmadığı sürece. Çünkü bozulmamış tarafları kalmış olsa bile artık, Allah’ın dini olmaktan çıkmıştır. Yoksa Allah’ın dini tektir -Onlar, konuyu gerçekte olduğu gibi- şöyle düşünüyorlar: Bir tek ilah vardır ve bu ilah, insanlar için hoşlandığı tek bir din göndermiştir. Hayatları için bir tek sistem koymuştur. Peygamberleri bu din ve bu sistemle göndermiştir insanlara. Müminlerin düşüncesine göre iman kervanı, birbirine bağlı bir kervandır. Öncülüğünü Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve bütün bunların kardeşleri olan diğer peygamberler (Allah’ın salât ve selâmı hepsinin üzerine olsun) yapmaktadır. Onlar kendilerini bu köklü kervana dayandırırlar. Onlar da bu büyük emanetin taşıyıcılarıdır. Şu kutlu yol boyunca uzanan iyiliğin varisleridir onlar. Ne bir ayrılık, ne bir farklılık ne de kopukluk… Bu gerçek dinin mirası sadece onlara aittir. Onların yanında bulunanların dışında kalanların tümü batıl ve sapıklıktan başka bir şey değildir.
İşte, yüce Allah’ın ondan başkasını kabul etmediği “İslâm” budur. Yaptıklarına karşılık Allah katında mükafat ve yaptıkları kusurlardan dolayı bağışlanma ve merhamet hakkeden “müslümanlar” bunlardır:
“Allah onların mükafatını ilerde verecektir. Hiç şüphesiz Allah affedicidir, merhametlidir.”
İslâm, Allah ve peygamberlerine ilişkin birlik inancını son derece sıkı tutar. Çünkü bu birlik, müminin ilah anlayışına ilişkin düşüncesine yakışır bir temeldir. Ayrıca ayrılığa, kargaşaya terk edilmemiş bir düzenin varlığına da yaraşır bir temeldir. Çünkü bu nereye bakılırsa bakılsın, varlık alemine egemen yasanın birliğini gören insana layık bir inançtır. Bu düşünce, müminleri küfür saflarına karşı duracak tek bir kafilede toplamayı, şeytanın hizbine karşı duracak bir hizipte bir araya getirmeyi garantileyen bir düşüncedir. Ancak bu tek saf, -semavi bir temele dayansa bile- sapık inançların taraftarlarının oluşturduğu saf değildir. Bu saf, dosdoğru imanın ve sapıklık bulaşmamış inancın taraftarlarının oluşturduğu saftır.
Bunun için “din” “İslâm”dır ve müslümanlar da “insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmettir.” Doğru akideyi benimseyen ve bu akideyi uygulayan müslümanlar kastedilmektedir. Yoksa bir müslüman aileden doğan yada İslâm kelimesini geveleyip duranlar değil elbette.
Bu açıklamanın ışığında, Allah’ın ve peygamberlerinin arasını ayıranlar, peygamberlerden bazısını bazısından ayıranlar, iman kervanından ayrılmış, Allah’ın topladığı birlikten ayrılmış ve Allah’a iman etmenin dayandığı birliği inkar etmiş oldukları ortaya çıkmış oluyor.
Peygamberler ve peygamberliğe ilişkin iman ve küfür gerçeği hakkında İslâm düşüncesinde yer alan bu başlıca kural yerleştirildikten sonra, yahudilerin, bu alanda takındıkları kimi tavırlarını ve dersin başlangıcında yer alan kötülüğü açıklama hususunda sergiledikleri hareketlerini sunmaya başlıyor. Yahudilerin, peygamber (salât ve selâm üzerine olsun)’e ve O’nun peygamberliğine karşı takındıkları tavır -mucize ve işaretler istemek suretiyle incitmeleri- kınanmaktadır. Böylece bu tutumları ile kendi peygamberleri Musa’ya (a.s.) ve ondan sonra Allah’ın peygamberi İsa (a.s)’a karşı takındıkları tavır arasındaki benzerliğe işaret edilmiş oluyor. Bu, onların ardarda gelen tüm nesillerinden belirginleşen karakterleridir. Ayetlerin akışı, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)’ı karşılayan nesil ile, Hz. İsa (a.s)’ı karşılayan nesli ve daha önce Hz. Musa (a.s)’yı karşılayan nesli bu noktada birleştirmektedir.
Böylece bu anlam pekiştirilmiş ve bu karakterleri ortaya çıkmış oluyor. Yahudiler Arap yarımadasında İslâm ve İslâm peygamberine karşı düşmanca; katı ve inatçı bir tutum içinde bulunuyorlardı. Ona karşı Kur’an’ın ayrıntılarıyla açıkladığı; bizim de birkaç örneğini Bakara sûresinde, Al-i İmran sûresinde ve bu sûrede -beşinci cüzde- sunduğumuz gibi, inatçı ve sürekli tuzaklar kuruyorlardı. Ayetlerin burada ele aldığı da bu tuzaklardan bir başkasıdır.
153- Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni isterler. Onlar vaktiyle Musa’dan bundan daha büyüğünü isteyerek, `Bize Allah’ı açıkça göster’ demişlerdi. Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım çarpmıştı. Arkasından kendilerine açık belgeler geldikten sonra buzağıya taptılar. Bunu da bağışladık ve Musa’ya açık bir mesaj verdik.
154- Kesin söz vermeleri üzerine, başları üzerinde asılı duran kayayı yukarı çektik. Kendilerine, o kasabanın kapısından secde ederek içeri giriniz ve `Cumartesi yasağını çiğnemeyiniz’ dedik, bu konularda onlardan sağlam bir söz aldık.
155- Yahudiler verdikleri sözlerinden caydılar. Allah’ın ayetlerini inkar ettiler, Peygamberlerini, sebepsiz yere öldürdüler ve `Bizim kalplerimiz kılıçta kaplıdır’ dediler. Oysa Allah kafirlikleri sebebiyle kalplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, pek azı dışında iman etmezler.
156- Kafirliklerinden dolayı ve Meryem’e büyük iftira atmalarından dolayı.
157- Ve `Biz Allah’ın resulü Meryemoğlu İsa-Mesihi öldürdük’ demelerinden ötürü. Oysa O’nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir. Yoksa onu kesinlikle öldürmediler.
158- Tersine Allah, O’nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
159- Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölümünün eşiğinde İsa’ya iman etmemiş olsun. Fakat kıyamet günü İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir.
160-161- İşte yaptıkları bunca zulümlerden, bir çok kimsenin Allah yoluna girmesini engellemelerinden, men edilmiş olan faizi almalarından ve insanların mallarını haksız yollara başvurarak yemelerinden dolayı, daha önce helal olan bazı temiz maddeler Yahudilere haram kılındı. Ayrıca onların arasındaki kafirlere acı bir azap hazırladık.
Onlar Resulullah’ı (salât ve selâm üzerine olsun) sıkıştırıp kendilerine, gökten bir kitap indirmesini istiyorlardı. Yazılmış, somut, elleriyle dokunabilecekleri yazılı bir kitap indirmesini istiyorlardı.
“Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni isterler.”
Yüce Allah, peygamberinin yerine cevap vermeyi üzerine alıyor. Yahudilere karşı, O’na ve müslüman topluma, onların tarihinden; peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s)’ı ve kıssalarını anlatıyor. Yahudiler Musa’ya iman ettiklerini iddia ediyorlardı. İsa’nın ve Peygamberimizin peygamberliğini doğrulamıyorlardı.
Bu karakterleri yeni ortaya çıkmamıştır. Sadece onların bu nesline de özgü değildir. Tersine bu, onların eskiden beri var olan karakterleridir.
Onlar peygamberleri, önderleri ve uyarıcıları Musa (a.s) döneminde ne idilerse şimdi de öyledirler. Duyguları son derece kabadır. Somut şeylerden başkasını algılayamazlar. Onlar, hep sıkıntı verirler, baskı ve güçten başkasına teshiri olmayacak kadar bozulmuşlar. Onlar, küfür ve ihanette son derece ileri gitmişlerdir. Verdikleri sözden çok çabuk dönerler ve yine aksini yaparlar. -Sadece insanlara karşı değil, Rabblerine karşı da öyledirler- Onlar oldukça kaba ve iftiracıdırlar. Verdikleri sözden dönmek pek de zor değildir onlar için. Çirkin şeyleri açıkça söylemekten de utanmazlar. Dünya nimetlerine de çok düşkündürler. Haksız yollarla insanların mallarını yemek isterler. Bu arada Allah’ın emrinden ve O’nun katında bulunan sevaptan da yüz çevirirler.
Ayet-i Kerime’nin bu girişimi, onların iç yüzlerini ortaya çıkarıp rezil etmektedir. İfadenin güçlülüğü ve çok yönlülüğü o zamanlar yahudilerin, İslâm ve İslâm peygamberine karşı kurdukları iğrenç tuzaklar karşısında takınılması gereken tavrı göstermektedir. Onlar, bu iğrenç tuzaklarını bu gün bile bu din ve bu dine inananlara karşı kurmaktan geri kalmıyorlar.
“Ehl-i Kitap senden kendilerine gökten kitap indirmeni istiyorlar.”
Bu istekleri seni sıkmasın. Bunda şaşılacak bir şey yok. Garip bir şey söz konusu değildir.
“Onlar vaktiyle Musa’dan daha büyüğünü isteyerek “Bize Allah’ı açıkça göster” demişlerdi.”
Yüce Allah’ın, peygamberi Musa’nın eliyle gösterdiği apaçık mucizeler; yahudilerin duygularını harekete geçirmeye, vicdanlarını uyandırmaya ve gönüllerini güven ve teslimiyete yöneltmeye yetmemiştir. Üstelik yüce Allah’ı açıkça görmeyi istemişlerdir. Bu istek, imanın sevecenliğinden nasibini almış yada inanma yeteneğini kaybetmemiş bir karakterden çok, kendini beğenmiş bir karakterden gelebilir.
“Bu zalimce tutumları yüzünden kendilerini yıldırım çarpmıştı.”
Buna rağmen yüce Allah onları bağışladı. İçlerinden Musa’nın duasını, bir başka sûrede yer aldığı gibi de kabul etti:
“Onlar bir titreme tutunca: `Rabbim, dileseydin daha önce onları da beni de yok ederdin. Bizden beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi yok eder misin? Bu ancak senin bir denemendir. Bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin. Bizim dostumuz sensin. O halde bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bu dünyada ve ahirette bize iyilik ver. Biz sana yöneldik…’ dedi.” (A’raf Suresi, 155-156)
“Arkasından kendilerine açık belgeler geldikten sonra buzağıya taptılar.”
Samiri’nin, Mısır’dan çıkarken Mısır’lı kadınları aldatarak topladığı süs eşyasından yaptığı altın buzağının, etrafında toplanıp, Musa’nın Rabbine dua etmek üzere ve içinde nur ve hidayet bulunan levhaları indirmek için kendisine kararlaştırdığı sürede yokluğundan yararlanarak onu tanrı edinmişlerdi.
“Bunu da bağışladık.”
Ancak yahudi yahudidir. Zor ve korku olmazsa iflah olmaz.
“Musa’ya açık bir mesaj verdik.”
“Kesin söz vermeleri üzerine başları üzerinde asılı duran kayayı yukarı çektik. Kendilerine o kasabanın kapısından secde ederek içeri giriniz ve “Cumartesi yasağını çiğnemeyiniz” dedik, bu konularda onlardan sağlam bir söz aldık.”
Yüce Allah’ın Musa’ya (a.s) verdiği yetkin mesaj, genel kanıya göre, levhaların içerdiği şeriattır. Çünkü Allah’ın şeriatı O’nun yetkisine sahiptir. Allah’ın şeriatından başka yüce Allah hiçbir şeriata, bu yetkiyi vermemiştir. Bu nedenle, insanların kendileri için koydukları şeriat ve kanunların kalpler üzerinde hiçbir ağırlığı olmaz. Bir gözetleyici yada cellatın kılıcı olmaksızın bu kanunları uygulamak mümkün değildir. Allah’ın şeriatına gelince; kalpler ona boyun eğer ve itaat eder. Gönüllerde bir heybeti ve ürpertisi vardır.
Ancak kalpleri imanı algılamayan yahudiler, levhalarda belirtilen teslimiyetten yüz çeviriyorlar. O zaman da kaba haraketlerine uygun düşen maddi bir yaptırım geliyor. Birden bire tepeleri üzerinde asılı duran bir kaya görüyorlar. Teslim olmadıkları, Allah’ın kendilerinden aldığı söze bağlı kalmadıkları ve levhalarda yapmalarını istediği sorumlulukları yerine getirmedikleri takdirde bu kaya, tepelerine düşecek gibi duruyor. Şimdi teslim oluyorlar. Sözleşmeye yanaşıp söz veriyorlar. Hem de sağlam bir söz. Destekli ve kesin bir söz. Ayet-i Kerime, verilen sözü, tepelerinde asılı duran kayanın ve göğüslerindeki kalbin katılığına uygun düşsün diye bu şekilde nitelendiriyor. Öte yandan Kur’an’ın, olayları tasvir eden, hissettiren, somutlaştırarak düşündüren yöntemi uyarınca; bu anlam uygunluğunun yanında ifadede bir irilik, bir dayanıklılık, bir sağlamlık yer almaktadır.
Beyt’ul Mukaddes’e secde ederek girmeleri, kendileri için bayram olmasını istedikleri Cumartesi gününe saygı göstermeleri, verdikleri sözler arasındaydı. Ama sonra ne oldu? Sadece korku ortadan kalkınca, baskı kaybolunca kesin sözden yan çizip aksine davranmaya başladılar. Allah’ın ayetlerini inkâr ettiler. Haksız yere peygamberlerini öldürdüler. Ardından övünerek: “Kalplerimiz öğüt dinlemez. Çünkü her söze karşı kılıfla kaplıdır kalplerimiz” dediler. Sonra, yüce Allah’ın ayetlerin akışı içinde yahudilere karşı peygamberine ve’ müslümanlara anlattığı tüm marifetleri de sergilediler.
“Yahudiler verdikleri sözden caydılar. Allah’ın ayetlerini inkâr ettiler, peygamberlerini sebepsiz yere öldürdüler ve “Bizim kalplerimiz kılıfla kaplıdır” dediler.”
“Bizim kalplerimiz kılıfla kaplıdır” sözlerinin yanında, inanmamaları ve karşılık vermemeleriyle gerek O’nu üzmek, gerekse O’nu, kendilerini davet etmesinden dolayı alaya almak; yalanlayıp, sözlerine kulak vermemekle, övünmek amacıyla sarf ettikleri bu sözün yanında, ayetin akışı, onlara cevap vermek için kesiliyor:
“Oysa Allah, kafirlikleri sebebi ile kalplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar pek azı dışında iman etmezler.”
Kalpleri tabii olarak kılıflı değildir elbette. Tersine kendi kafirlikleridir ki yüce Allah’ın kalplerini mühürlemesine neden olan. Böylece kalpleri donuk, perdeli bir kayaya dönüşmüştür. Ne imanın güzelliğini algılayabilirler ne de tadına varabilirler. Bu yüzden pek azı dışında hiçbiri iman etmemiştir. Onlar da kendi davranışları sonucu, yüce Allah’ın kalplerini mühürlemesini hakketmeyen kimselerdi. Yada kalplerini, hakkı algılayacak şekilde açan ve onunla onurlanan ve yüce Allah’ın hidayete erdirip, imanı nasip ettiği kimselerdi bunlar. Yahudilerin içinde küçük bir azınlığı oluşturur bunlar da. Abdullah b. Selam, Sa’lebe b. Sa’ye, Esed b. Sa’ye ve Esed b. Ubeydullah gibi.
Bu düzeltme ve değerlendirmeden sonra, ayetlerin akışı; dünyada bazı güzel şeylerin kendilerine haram edilmesini, ahirette onları beklemesi için cehennemin kendilerine hazırlanmasını hakketmelerine neden olan davranışlarını saymaya devam ediyor:
“Kafirliklerinden dolayı ve Meryem’e büyük iftira atmalarından dolayı…”
“Ve `Biz Allah’ın Rasulü Meryem oğlu İsa-Mesihi öldürdük’ demelerinden ötürü…”
Bir kötülükleri zikredildiğinde yanında küfür sıfatı da zikredilmektedir. Peygamberleri haksız yere öldürmeleri hatırlatılırken bu sıfat da zikredilmişti. -Peygamberlerin haklı olarak öldürülmeleri aslında hiçbir zaman mümkün değil- Bu şekilde ifade edilmesi ise olayı belirlemek amacına yöneliktir. Burada, Meryem’e büyük bir iftira atmaları münasebetiyle de, tekrarlanmıştır bu sıfat. Tertemiz Meryem hakkında, yahudilerin başkasının söyleyemeyeceği bir dedikodu çıkarmışlardı. -Allah hepsine lanet etsin- Sonra Mesih’i öldürmek ve çarmıha germekle övünüyorlardı. Hz. İsa’nın peygamberliğini alaya alarak, `Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa-Mesih’i öldürdük’ diyorlardı.
HRİSTİYANLAR
Ayetlerin akışı bu iddialarını aktarırken, onlara cevap vermek ve doğrusunu bildirmek için tekrar kesiliyor:
“Oysa onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece bir sanıya uymaktan ibarettir. Yoksa onu kesinlikle öldürmediler.”
“Tersine Allah O’nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah, üstün iradeli ve hikmet sahibidir.”
İsa (a.s)’nın öldürülmesi ve çarmıha gerilmesi sorunu, yahudilerin ve hıristiyanların zanna dayanarak dillerine doladıkları bir sorundur. Yahudiler; O’nu öldürdüklerini söylüyorlardı. Allah’ın peygamberi olduğuna dair sözünü alaya alıyorlar ve bu sıfatı, dalga geçmek için kullanıyorlardı. Hıristiyanlar ise; onun çarmıha gerildiğini, ardından defnedildiğini, ancak üç gün sonra mezarından doğrulduğunu söylüyorlardı. Tarih ise; bu konu kendisini ilgilendirmiyormuş gibi, Hz. Mesih’in ne doğumundan ne de akıbetinden söz etmektedir.
Ne bunlardan ne de onlardan hiç biri kesin bir bilgiye dayanarak konuşmuyordu. Olaylar çelişkili gelişiyordu. Söylentiler birbirine karışmış, öyle bir döneme gelinmişti ki; doğruyu bulmak son derece zor olmuştu, yüce Allah’ın anlattıklarının dışında..
İsa (a.s)’ın yakalanmasını, çarmıha gerilmesini, defnedilmesini ardından mezarından doğrulmasını rivayet eden İncillerin dördü de İsa (a.s)’dan çok sonra yazılmıştır. O dönemde İsa (a.s)nın dinine ve talebelerine büyük işkenceler yapılıyordu. Olaylar büyük bir gizlilik ve perişanlık atmosferi içinde araştırılabiliyordu. Bunların yanında birçok İncil daha yazılmıştır. Ancak miladi ikinci yüzyılda bu dördü seçilmiş, resmen kabul edilmiş ve her zaman kuşku götüren nedenlerden dolayı tanınmıştır.
O dönem yazılmış bir çok İncil arasında, öldürme ve çarmıha germe olayında itibar edilen dört İncille çelişen bir İncil daha yer almaktadır; Barnabas İncili. Barnabas bu konuda şöyle der:
“Yahuda ile birlikte askerler İsa’nın bulunduğu yere yaklaşınca, İsa büyük bir kalabalığın yaklaştığını duydu. Bu yüzden korkarak eve çekildi. o arada onbir havarisi de evde uyuyordu. Allah kulunun başındaki tehlikeyi görünce, Cibril, Mihail, Refail ve Evril adlı elçilerine İsa’yı dünyadan almalarını emretti. Bu temiz Melekler gelerek, İsa’yı güney tarafta açık pencereden çıkarıp üçüncü göğe taşıdılar. Sürekli Allah’ı tesbih eden Meleklerin arasına bıraktılar. Yahuda öfkeyle İsa’nın göğe çıkarıldığı odaya girdi. Talebelerinin tümü uyuyordu. O esnada yüce Allah, harikulâde bir olay meydana getirdi. Yahuda’nın, konuşmasını ve yüzünü değiştirerek tamamen İsa’ya benzetti. Öyle ki bizler bile O’nun İsa olduğuna inanmaya başladık. Ancak O bizi uyandırdıktan sonra, Hocanın (İsa) nerede olduğunu araştırmaya başladı. Bunun üzerine şaşırdık ve `Hocamız sensin ey efendimiz, şimdi bizi unuttun mu?’ diye cevap verdik.”
Böylece hiçbir araştırıcı, şafak öncesi gecenin zifiri karanlığında meydana gelmiş bu olaya ilişkin kesin bir belgeyi bulacak durumda değildiler. Bu konuda ihtilafa düşenler de bir rivayeti diğerine tercih ettirecek bir dayanağa sahip değildirler:
“Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir.”
Ancak Kur’an net gerçeği bildiriyor:
“O’nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü.”
“… Yoksa O’nu kesinlikle öldürmediler..”
“Tersine Allah O’nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah, üstün iradeli°ve hikmet sahibidir.”
Kur’an-ı Kerim, bu göğe çıkarılma olayına, ayrıntılarıyla dalınıyor. Daha hayattayken ruh ve cesetle birlikte mi göğe çıkarıldı yoksa öldükten sonra sadece ruh olarak mı? Ve bu ölüm ne zaman ve nerede meydana geldi? Bunlara değinmiyor. Buna göre onlar O’nu öldürmediler, çarmıha germediler, sadece O’na benzettikleri birini öldürüp çarmıha gerdiler.
Kur’an-ı Kerim bu gerçeğin ötesinde başka bir ayrıntıya girmiyor. Sadece başka bir sûrede şöyle demektedir: “Ey İsa ben senin canını alacak ve katıma yükselteceğim.” (Al-i İmran Suresi, 55) Bu da diğer ayet gibi İsa’nın ölümüne ilişkin ayrıntı vermiyor. Bu ölümün mahiyetini ve vaktini de açıklamıyor. Biz de bu tefsirde, uyduğumuz yöntem uyarınca, Kur’an’ın gölgesinden ayrılmak istemiyoruz. Elimizde bir kanıt olmadığı gibi, böyle bir kanıtı elde etmek imkanına da sahip olmadığımız halde, çeşitli söylentilerin ve efsanelerin arasına dalmamıza gerek yoktur.
Kur’an’ın akışıyla birlikte konunun geri kalan kısmına dönüyoruz: “Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölümünün eşiğinde İsa’ya iman etmemiş olsun. Fakat kıyamet günü İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir.
İlk kuşak tefsirleri, “ölümünün…” kelimesindeki zamirin kime dönük olacağı konusunda farklı görüşlerden hareketle, ayetin anlamı bakımından farklı sonuçlara varmışlardır. Bir grup, “kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce (yani İsa’nın) İsa’ya iman etmemiş olsun” anlamını çıkarmışlardır. Bu da kıyamet öncesi dünyaya inişine ilişkin görüşe uygun düşmektedir. Başka grub tefsir bilgini de ayetten şu anlamı çıkarmıştır: “Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölmeden önce (yani Kitap Ehli’nden olan kişi) İsa’ya iman etmemiş olsun.” Bu da -ölümün eşiğinde olan kişiye, gerçeğin tüm çıplaklığıyla göründüğüne ancak, bu bilmenin yarar sağlayamadığına ilişkin görüşe kanıt teşkil etmektedir.
Biz bu ikinci görüşe eğilimliyiz. Ubeyy okuyuş tarzında; ayetin, “illa leyu’minenne bihi kable mevtihıin” şeklinde okunması da, bu görüşü desteklemektedir. Bu okuyuş tarzında, fiildeki zamirin kime dönük olduğu açıkça görülmektedir. Bu durumda anlam şöyle olur! İsa (a.s)’ı inkar eden yahudiler, bu inkarlarını sürdürdükleri, onu öldürdüklerini ve çarmıha gerdiklerini söyledikleri halde, bunlardan birinin ölümü yaklaştığında can boğaza dayandığı anda, kendisine gerçek görünmekte, İsa’nın doğru söylediğini, peygamberliğinin hak olduğunu görmekte ve O’na iman etmektedir. Ancak böylesi bir imanın hiçbir yarar sağlayamadığı bir sırada… Kıyamet günü de İsa, bunların aleyhine şahitlik yapacaktır.
Böylece Kur’an-ı Kerim, çarmıha gerilme (Haç) hikayesinin asılsız olduğunu kestirip atmaktadır. Ardından yahudilerin kötülüklerini ve gerek dünyada gerekse ahirette bunlara karşılık hakkettikleri dehşetli cezalarını sıralamaya devam etmektedir.
“İşte yaptıkları bunca zulümlerden, birçok kimsenin Allah yoluna girmesini engellemelerinden, men edilmiş faizi almalarından ve insanların mallarını haksız yollara başvurarak yemelerinden dolayı, daha önce helâl olan bazı temiz maddeler yahudilere haram kılındı. Ayrıca onların arasındaki kâfirlere acı bir azap hazırladık.”
Burada daha önce anlatılan kötülüklerine yenileri eklenmektedir; zulüm, birçoklarını Allah yolundan alıkoymak ve bu davranışlarını ısrarla sürdürmek. Faiz almaları, bilgisizlik yada az uyarılmalarından dolayı değil elbette, yasak edildiği halde sürdürmeleri. İnsanların mallarını, faiz ve diğer gayri meşru yollarla yemeleri…
Bu ve daha önce ayetlerin akışında anlatılan kötülükleri nedeniyle, daha önce helal olan bazı temiz maddeler onlara haram kılındı. Ayrıca yüce Allah, onlardan kâfir olanlar için acı bir azap hazırlamıştır.
Böylece bu saldırıyla, yahudilerin karakterleri ve tarihleri gözler önüne serilmektedir. Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) karşı büyüklenmeleri O’na olumlu karşılık vermemeleri ve O’nu sıkmaları kınanmaktadır. Peygamberleri, önderleri ve uyarıcılarını da sıkıntıya sokmakla itham edilmektedirler. Kendi işledikleri kötülükleri gizlerken, peygamberler ve salih kimseler hakkında kötü söylentiler çıkarmaları, hatta bunları öldürmeleri ve bununla da övünmeleri, ayıplayıcı bir uslupla gözler önüne serilmektedir. Böylece yahudilerin, müslüman safta meydana getirdikleri desiseleri, kurdukları tuzakları, hile ve komploları etkisiz hale gelmekte, boşa çıkmaktadır. Bu sayede müslüman kitle, yahudilerin özelliklerine, karakterlerine araç ve yöntemlerine gerek kendilerinden olmayan birinin gerekse, kendilerinden birinin temsil ettiği hakka karşı takındıkları tutuma ilişkin -müslüman ümmetin her zaman bilmek zorunda olduğu- şeyler öğrenmektedir. Onlar hakka ve taraftarlarına düşmandırlar.
Dost, düşman kim olursa olsun, tüm hak temsilcilerine ve her zaman hidayet taşıyıcılarına düşman olmuşlardır. Çünkü fıtratları bizzat hakka düşmandır. Kalpleri katılaşmıştır. Gönülleri taş kesilmiştir. Tepelerine balyoz inmedikçe boyun eğmezler. Boyunlarının üzerinde kuvvetin kılıcı asılı durmadıkça hakka teslim olmazlar.
İnsanlardan bir gruba ilişkin bu tanımı, Medine’deki ilk müslüman kitlenin hayatına özgü kılmak doğru değildir. Çünkü Kur’an yaşadığı sürece, bu ümmetin kitabıdır. Düşmanlarına ilişkin bir şey öğrenmek istediğinde bu ümmeti aydınlatır Kur’an. Bir konuda öğüt almak isterse öğüt verir. Yolunu aydınlatmasını isterse, yolunu gösterir kendisine. Nitekim yahudiler konusunda bu ümmeti aydınlatmış, öğüt vermiş ve yol göstermişti. Onlar da bu ümmetin egemenliğini kabul ettiler. Sonra ne zaman ki Kur’an’dan uzaklaştılar, bu sefer kendileri yahudilere boyun eğmek zorunda kaldılar. Nitekim görüyoruz, küçük bir yahudi çetesi onları yeniyor. Onlar da halâ kitaplarından; Kur’an’dan habersiz, onun yol göstericiliğinden uzakta yaşamaktadırlar. Kur’an’ı arkalarına atmış, falanın filanın sözüne uyuyorlar. Kuşkusuz Kur’an’a dönmedikleri sürece, yahudilerin tuzağında ve baskısı altında boğulmaya mahkum olacaklardır.
Ayetlerin akışı, mümin bir azınlığı onlardan ayırmadan konuyu bitirmiyor. Onların güzel bir mükafat alacaklarını bildirerek, onları soylu iman kervanına katmaktadır. Ayrıca bilgi ve iman sahibi olduklarına şahitlik etmektedir. Aynı zamanda dinin tümünü, yani hem Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) indirilen hem de ondan önce indirilenleri doğrulamalarını sağlayanın bilgide derinleşmek ve iman olduğunu bildirmektedir.
162- Fakat onlardan bilim alanında derinleşenlere, hem sana ve hem de senden öncekilere indirilen kitaba inanan müminlere, namaz kılanlara, zekat verenlere, Allah’a ve ahiret gününe inananlara büyük bir mükafat vereceğiz.
Derinleşmiş bilgi ve aydınlatıcı iman.. Bu ikisi kişiyi dinin tümüne inanmaya yöneltir. Bir olan Allah’ın katından gelen dinin tek olduğu sonucuna götürür.
Derinleşmiş bilginin, iman gibi, kalbi nura açan dosdoğru tanımaya bir yol olarak tavsif edilmesi, o günkü pratik durumu tasvir ettiği kadar, insan ruhunun her zamanki olgusunu da tasvir eden Kur’an’ın ifade tarzının bir özelliğidir. Buna göre yüzeysel bilgi inatçı küfür gibidir. Bu ikisi, kalp ile sağlam bilgi arasına girip engel oluşturur. Bunu her zaman görmemiz mümkündür.
Çünkü ilimde derinleşenler ve ondan gerçek bir pay alanlar, kendilerini imanın evrensel kanıtlarının önünde bulurlar. Yada en azından bu evrenin, bir tek ilahının olduğuna, bu ilahın her şeye egemen olduğuna, dilediği gibi evirip-çevirip tasarrufta bulunduğuna, biricik irade sahibi olduğuna ve bu evrensel tek yasağı koyduğuna inanmaktan başka cevabı bulunmayan, birçok evrensel soruların belirtilerin karşısında bulacaklardır kendilerini. Böylece, hidayet arzusu gönüllerine dolan bu müminlerin, kalplerini yüce Allah açar ve ruhlarını hidayete bağlar. Ancak sırf bu bilgi peşinde koşup kendini bilgin zannedenler, kabukta kalınış bilgiyi, kalpleri ile iman kanıtlarını kavrama arasına engel yaparlar. Yada eksik ve yüzeysel bilgileri nedeniyle, kafalarında soru uyandıracak işaretleri göremezler. Bunlar, kalpleri doğru yolu bulmak için çarpmayan ve böyle bir arzu duymayan kimseler gibidirler. Her iki durumda da kalp, iman noktasında tatmin olmak için araştırma ihtiyacı duymaz. Yada bir dine bağlı bulunmayı bilgisizlik saplantısı kabul ederler. Yahut da herşeye tek başına hakim yüce Allah’ın katından birbirine bağlı Resuller (Allah’ın selâmı üzerlerine olsun) kervanının eliyle gelen gerçek dinleri birbirinden ayırırlar.
Yaygın rivayete göre, Kur’an’ın bu işaretinden en başta, Resulullah’ın (sâlat ve selâm üzerine olsun) çağrısına uyan yahudi grubu kastedilmektedir. Bunların da isimlerini daha önce belirtmiştik. Ancak ayet geneldir. Her zaman onlardan, derin bilginin yada gerçeği gören inancın yol göstericiliğinde, bu dini kabul edenleri kapsamaktadır.
Kur’an’ın akışı hem bunları hem de onları, sıfatlarını belirlediği müminler kervanına katıyor:
“Namaz kılanlar, zekat verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar.”
Bunlar, müslümanların ayırıcı sıfatlarıdır; namaz kılmak, zekat vermek Allah’a ve ahiret gününe inanmak. Bunların mükafatı da yüce Allah’ı belirlediğidir:
`… Büyük bir mükafat vereceğiz.”
Ayette geçen `Mukiymines-salah (Namaz kılanlar)’ deyimi, alışık olmadığımız bir kalıpta yer almaktadır. Bunun nedeni, bir yoruma göre namaz kılmanın önemini iyice vurgulamalıdır. Özel bir münasebetle akış içinde özel bir anlamı belirginleştirmek için, bu tur ifade tarzına Arap üslubunda ve Kur’an`da rastlamak mümkündür. Her ne kadar İbn-i Mes’ud (r.a) mushafında, “Mukiymunes-salah” şeklinde merfu olarak yer almışsa da diğer tüm mushaflarda bu şekildedir.
Ayetlerin akışı Ehl-i Kitap’la -burada özellikle yahudilerle- yeniden karşılaşmaya başlıyor. Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliğine karşı tutumlarına ve yüce Allah’ın kendisini peygamber olarak göndermediğini iddia etmelerine karşılık vermektedir. Peygamberleri birbirinden ayırmaya kalkışmalarını ve peygamberliğine delil olarak üzerlerine gökten bir kitap indïrmesini istemek suretiyle O’nu sıkmalarını dile getirmektedir. Böylece peygambere valıyin gelmesinin, şimdiye kadar görülmemiş ve garip bir şey olmadığını belirtmektedir. Bu, Nuh (a.s)’dan Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun)’a kadar tüm peygamberlerin gönderilişinde uygulanan bir kuraldır. Bu peygamberlerin tümü de müjdelemek ve korkutmak için gönderilmişlerdir. Allah’ın kullarına karşı rahmeti böyle gerektirmiştir. Böylece onlara karşı bir delil ve hesap gününden önce bir uyarı kılmıştır bunu. Tüm peygamberler bir tek hedefi gerçekleştirmek için, bir tek vahiyle gelmişlerdir. Onların arasını ayırmak, hiçbir kanıta dayanmayan sırf inatçılıktan kaynaklanan bir davranıştır. Ancak onlar inat ediyorlarsa, Allah şahittir. -Zaten O şahit olarak yeterlidir- Melekler de şahittir.
163- Nuh’a ve ondan önce gelen peygamberlere indirdiğimiz gibi sana da vahiy indirdik. Nitekim İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Yakub’un torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Harun’a, Süleyman’a vahiy indirmiş, Davud’a da Zebur’u vermiştik.
164- Daha önce bazılarını sana anlattığımız, bazılarını da anlatmadığımız peygamberler gönderdik. Allah, Musa ile de bizzat konuştu.
165- Bu peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ki, bu peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri .sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın. Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir.
O halde bu, insanlık tarihi boyunca yol alan, birbirine bağlı tek bir kervandır. Uyarı ve müjdelemek için, bir tek hidayetle gelmiş bir mesajdır bu. Kervanda insanlığın şu üstün ve seçkin kişileri yer almaktadır:
Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları, İsa, Eyyüb, Yunus, Harun, Süleyman, Davud, Musa… Bunların dışında yüce Allah’ın Kur’an’da peygamberine anlattığı ve anlatmadığı daha nice peygamber. Bu, çeşitli kavim ve ırktan, değişik bölge ve kıtadan farklı zamanlarda ortaya çıkan kafiledir. Ne soy, ne ırk, ne toprak, ne vatan, ne zaman ne de ortam bunları birbirinden ayıramaz. Hepsi de o yüce kaynaktan gelmişlerdir. Tümü de o yol gösterici nurun taşıyıcılarıdır. Uyarı ve müjdeleme ödevini yerine getiriyorlar. Tümü de insanlığı bu nura sürüklemeye çabalıyorlar. Bir aşirete, bir kavme, bir şehire, bir bölgeye yada peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (salât ve selâm üzerine olsun) gibi tüm insanlığa gönderilmiş olmaları, bu durumu değiştirmez.
Hepsi de vahyi Allah’tan almışlardır. Kendilerinden hiçbir şey katmış değillerdir. Şayet yüce Allah Musa (a.s) ile doğrudan konuşmuşsa bu da nasıl gerçekleştiğini kimsenin bilmediği bir vahiy çeşididir. Doğruluğundan şüphe edilmeyen tek doğru kaynak olan Kur’an, bu konuda herhangi bir ayrıntıya girmiyor. Çünkü bunun bir konuşma olduğundan öte bir şey bilmiyoruz. Bu konuşmanın mahiyeti nedir? Nasıl meydana gelmiştir? Musa bunu hangi duyu ve güçle karşılamıştır, bilmiyoruz. Bütün bunlar Kur’an’ın bize sözünü etmediği bir gaybdır. Kur’an’ın dışında -bu konuda- hiçbir kanıta dayanmayan efsanelerden başka bir şey söz konusu değildir.
Yüce Allah’ın, peygamberine anlattığı ve anlatmadığı şu peygamberlerin gönderilmesini O’nun adaleti ve merhameti gerektirmiştir. Bunları, itaat eden müminler için hazırlanan nimet ve hoşnutlukları müjdelemek ve isyancı kafirler için hazırlanan cehennem ve gazaptan korkutmak için göndermiştir. Bütün bunların nedeni de…
“Peygambèrlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri hiçbir bahaneleri kalmasın” diyedir.
İnsanların iç ve dış dünyasında, yüce Allah’ın, doğru yola iletici kanıtları vardır. Aynı zamanda yüce Allah, insanların iç ve dış dünyasındaki bu kanıtları düşünecek aklı da insanlara vermiştir. Ancak yüce Allah’ın kullarına yönelik merhameti ve onlara bahşettiği yeteneğe bu akıl yeteneğine arzuların galip geleceğini takdir etmesi nedeniyle O’nun rahmeti ve hikmeti, “müjdeci ve uyarıcı” peygamberlerin gönderilmesini gerektirmiştir. Bu peygamberler insanlara hatırlatmış, gerçeği onlara göstermiştir. Fıtratlarını uyandırmaya ve akıllarını şehvetlerin ağırlığından kurtarmaya çalışmışlardır. Nitekim bu şehvetler, ya insanların akıllarına perde olmuşlar ya da iç ve dış dünyada yer alan hidayet kanıtlarına ve iman belirtilerine örtü olmuşlardır:
Hiç kuşkusuz Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir.”
Güçlüdür; yaptıklarına karşılık kullarını hesaba çekecek güçtedir. Hikmet sahibidir; her işi hikmetle planlar ve her şeyi yerli yerine koyar. Hiç kuşkusuz yüce Allah’ın takdir edip hoşnut olduğu bu işte, O’nun, gücünün ve hikmetinin etkisi vardır.