22 Temmuz 2014

NİSA SURESİ...BEŞ



NİSA SURESİ...BEŞ

HAKİMİYET ALLAH’INDIR
Evlilik hayatının düzenlenmesine özgü bu hükümler, hayatın tümünü düzenleyen ilahî hayat sisteminin bir parçasını oluşturur. Bu ilahî sistem, bütünüyle evrene egemen yasanın bir uzantısıdır. Yüce Allah’ın tüm evren için seçtiği bu yasa, Allah’ın evreni yarattığı fıtrata ve bu evrende yaşayan insanın yaradılışına uygun düşmektedir. Bu kapsamlı ve büyük sistemin derinliklerindeki gerçek bu olduğundan, sûrenin akışı içinde aile hayatının düzenlenmesine özgü hükümlerden sonra onları, tüm evrene egemen yasaya, evren üzerindeki Allah’ın otoritesine ve O’nun evren üzerindeki hakimiyetine, yüce Allah’ın bütün kitaplarında insanların tümüne yaptığı tavsiyenin tekliğine, dünya ve ahiret sevabına bağlayan bir açıklama yer almaktadır. Kuşkusuz bunlar, bütünüyle ilahî hayat sisteminin dayandığı hak, adalet ve takva temelleridir.
131- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah’a aittir. Size ve sizden önce kendilerine kitap verilmişlere Allah’tan korkmayı emrettik. Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey Allah’ındır. Onun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır.
132- Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah’a aittir. Allah vekil olarak yeterlidir.
133- Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını getirir. Hiç şüphesiz Allah’ın gücü bunu yapmaya yeter.
134- Kim dünyada mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin de mükafatı Allah’ın katındadır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi işiten ve görendir.
Kur’an-ı Kerim’de hükümler, emir ve nehiyler bildirilirken, ardından “göklerde ve yerde bulunanların Allah’a ait” olduğu yada “göklerin ve yerin mülkiyetinin Allah’ın” olduğu gerçeğinin bildirildiği çokça görülmektedir. Gerçekte her ikisi de diğerini zorunlu kılmaktadır. Çünkü bir şeye sahip olan mülkünde otorite sahibidir de. Bu mülkün kapsamındakiler için kanunlar koyan otorite sahibi de sadece O’dur. Bunlar da birbirlerini zorunlu kılan iki gerçektir.
Ayrıca burada, yüce Allah’ın, kendilerine kitap indirilen herkese yönelik tavsiyesinin takva olduğu da ortaya çıkmaktadır. Bu da, göklerin ve yerin mülkünün kime ait olduğu ve mülkünde tavsiye etme yetkisinin kimde olduğu belirlendikten sonra yer almaktadır.
“Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah’a aittir. Size ve sizden önceki kendilerine kitap verilmişlere Allah’tan korkmayı emrettik.”
Kendisinden sakınılan, azabından korkulan gerçek otorite sahibi olan merciidir. Allah korkusu, kalplerin ıslahı ve bütün yönleriyle O’nun hayat sistemini uygulamaya özen göstermenin güvencesidir.
Bu arada Allah’ın mülkünde, önemsenmeyecek bir grubu oluşturan kafirlere, yüce Allah’ın onları ortadan kaldırıp yerlerine başkalarını getirmesinin son derece kolay olduğu bildirilmektedir.
“Eğer kafir olursanız, biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan her şey Allah’ındır. Onun hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve övgüye layıktır.”
“Gerek göklerde gerekse yeryüzünde ne varsa hepsi Allah’a aittir. Allah vekil olarak yeterlidir.”
“Ey insanlar, eğer O dilerse sizi ortadan kaldırır da yerinize başkalarını getirir. Hiç şüphesiz Allah’ın gücü bunu yapmaya yeterlidir.”
Yüce Allah, kullarına takvayı tavsiye ediyorsa, bu dinlemeyip kafir olmaları durumunda; Ona zarar verecekleri, Onu zahmete sokacakları anlamına gelmez. Çünkü onların kafir olmaları Onun mülkünden bir şey eksiltmez.
“… Biliniz ki, göklerde ve yeryüzünde bulunan herşey Allah’ındır.”
Yüce Allah, onları ortadan kaldırıp yerlerine diğer bir İnsan topluluğunu getirebilir kuşkusuz. Yoksa sadece onların çıkarı ve durumlarının ıslahı için takvayı emretmektedir.
İslâm’ın, Allah katında insana verdiği değer, yeryüzünde ve evrende bulunanlardan üstün tutması oranında, kafir olduğu, azgınlaştığı, büyüklendiği ve haksız yere ilalılığın özelliklerini iddia ettiği zaman da tehdit etmesi, İslâm düşüncesinin, işin gerçeğinin ve pratik durumun öngördüğü dengenin gereğidir.
Bu değerlendirme, sadece dünyayı isteyen gönüllere yönelik yüce Allah’ın lütfunun geniş olduğuna ilişkin bir direktifle son bulmaktadır. Kuşkusuz dünya ve ahiret mükafatı onun katındandır. İdeallerini dünyayla sınırlı tutanlar, onun ötesini bakışlarıyla kavrayabilirler, böylece dünya ve ahiret mükafatın ı elde edebilirler.
“Kim dünya mükafatını elde etmek isterse bilsin ki, dünyanın da ahiretin de mükafatı Allah’ın katındadır.”
İnsanın, dünya ve ahireti birlikte düşünebildiği, dünya ve ahiret sevabının beraberce elde edebildiği ve bunu İslâm’ın eksiksiz, realist ve idealist hayat sistemi garantilediği halde, dünya mükafatıyla yetinmesi, ilgisini dünyayla sınırlı tutması ve insan gibi yaşaması; ayakları yerde, ruhu da gökte uçuşan şu yeryüzüne egemen yasalara uygun hareket edebilen, aynı zamanda yüceler alemindekilerle birlikte yaşayabilen bir varlık olması mümkünken, hayvanlar, sürüngenler ve böcekler gibi yaşaması ahmaklıktır, basitliktir.
Son olarak bu çeşitli değerlendirmeler İslâm şeriatında yer alan ayrıntılı hükümlerle evrensel hayat sistemi arasındaki sağlam bağa işaret ettiği gibi, İslâm’ın aile konusunda gösterdiği titizliğe de işaret etmektedir. Öyle ki bu sorunu, şu büyük sorunlara bağlayacak kadar önemsemiştir. Ardından da bütün dinlerde yer alan takva tavsiyesinin yer alması da bu yüzdendir. Yoksa yüce Allah, insanları ortadan kaldırıp yerine tavsiyesine uyan ve şeriatını uygulayan başkalarını getirebilir. Bu, son derece önemli bir değerlendirmedir ve aile sorununun yüce Allah’ın katında ve onun hayat sisteminde de önemli olduğunu vurgulamaktadır.
Gelecek ders, hakkında yüce Allah’ın “Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” (Al-i İmran. 110) buyurduğu bir ümmet ortaya çıkarmak için ilahî gözetimin altındaki metodla, eğitim zincirinin bir halkasını oluşturmaktadır. Bu halka; değişmez olduğu kadar, adımları sürekli olan, insan ruhunu yüce yaratıcısının verdiği ilaçla tedavi etmek için hedefleri belirlenmiş olan ilahî sistemin bir halkasıdır. Kuşkusuz yüce Allah, insan ruhunun girintilerinden ve çıkıntılarından haberdardır. Onun özelliklerini ve hakikatlerini görür. Zorunluluk ve isteklerini güç ve kuvvetini bilir.
Bu halka, her nesilden tüm insanları -konumlarına göre- cahiliye bataklığından çıkarmak, en üst zirveye çıkma çabalarında daha yukarıya yükseltmek için konulmuş ilahî sistemin kurallarını ve değişmez prensiplerini belirlediği gibi, bu Kur’an’la muhatap olmuş ilk müslüman kitlenin durumunu da gözler önüne getirmektedir. Bu kitlenin tablosunu oluşturan çizgilerden -olduğu gibi onların insan oluşları, insanlıklarında mevcut güç ve zaaf noktaları, cahiliye kalıntıları ve fıtrî belirtileri ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu sistemin, müslüman kitleyi tedavi etme, güçlendirme ve temsil ettiği hak üzere sağlamlaştırma yöntemi ile hak uğruna sarf ettikleri çaba ve fedakarlıklar da belirlenmektedir.
Ders, insanlar arasında o olağanüstü şekilde adaleti ayakta tutmaları hususundaki görevlerinin yükümlülüklerini yerine getirmeleri için müslüman kitleye yönelik bir çağrıyla başlamaktadır. Kuşkusuz bu adaleti ancak bu kitle ayakta tutabilir. Kitle, bu işlevini yerine getirirken doğrudan, yüce Allah’la ilişki içindedir. Bunun dışında her türlü yakınlık duygusu, arzu ve çıkardan uzaktır. Toplum, millet yada devlet çıkarı dedikleri şey de bunun içindedir kuşkusuz. Kitle bu adaleti gerçekleştirirken Allah korkusu ve hoşnutluğu dışındaki tüm değer yargılarından soyutlanmıştır. Bu adaletin bir örneğini, daha önce sözünü ettiğimiz yahudi olayında yüce Allah’ın pratik olarak Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) ve müslüman kitleye öğrettiğini görmüştük.
Bu adaleti, bu şekilde gerçekleştirmeleri için iman edenlere yönelik bir çağrıyla başlıyor ders. Bu Kur’an’ı indiren merci, kuşkusuz adaleti bu şekilde gerçekleştirmek için zorunlu kıldığı zorlu mücadelenin içyüzünü de, bilir. İnsan ruhunun, birtakım bilinen zaafları olduğunu, kendi şahsına, akrabalarına, mahkemeleşen taraflardan zayıf veya güçlü olanlara, anne-babaya ve yakınlara, zengin ve fakire, sevgi ve kızgınlığa karşı duygularının gerçek mahiyetini bilir. Bütün bunlardan soyutlanmanın zorlu bir cihadı gerektirdiğini bilir. Bu aşağılık bataklıktan kurtulup bu zirveye ulaşmak için cihadın gerekliliğini bilir. Artık o zirvede Allah’ın ipinden başka hiçbir şeye bağlanmaz insan.
Ardından, kapsamlı imanın unsurlarına, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanmaları için ikinci bir çağrı yapılmaktadır. Bu unsurlardan her birinin imanî akidenin ve islâmî düşüncenin oluşumunda büyük değeri vardır. Şüphesiz İslâm düşüncesi, insanlığın -İslâm’dan önce ve sonra- tanıdığı tüm diğer düşüncelerden üstündür. İlk müslüman kitlenin hayatında görülen ahlâksal, toplumsal ve sosyal düzen noktasındaki diğer üstünlükler, bu üstünlükten kaynaklanmıştır. Bu üstünlük, kendisine gerçek anlamda inanan ve içindekilerle birlikte yeryüzüne Allah adına egemen olana kadar gereklerini eksiksiz yerine getiren toplumlara takva duygusunu bahşetmiştir. Öyle ki, yüce Allah’ın bizzat bu derste müminlere verdiği söz gerçekleşmiştir:
“Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.”
Bu iki çağrının ardından ayetlerin akışı, çeşitli yöntemlere başvurarak münafıklara, -onlardan münafıklık durumunu sürdürenlere ve müslüman olduğunu açıkladıktan sonra tekrar kafir olanlara- saldırıya geçiyor. Bu saldırıda, münafıkların tabiatları tasvir edilmekte, müslüman safta meydana getirdikleri olaylardan ve şartlara göre değişen konumlarından hareketle aşağılayıcı tabloları sergilenmektedir. Müslümanlar zafer elde ettiklerinde onlara yaltaklanıp, yanaşıyorlardı. Kafirler galip geldiğinde, galibiyete kendilerinin neden olduğunu ileri sürüyorlardı. İki taraf arasında bocalayıp duruyorlardı, ne bunlardan ne de onlardan oluyorlardı.
Bu saldırı esnasında müminlere yönelik bazı direktif ve sakındırmalar da söz konusu edilmektedir. Bunlar -o zaman için- münafıkların müslüman saftaki marifetlerini gösterdiği gibi, münafıklar cephesinin ne denli güçlü olduğunu ve müslüman toplumun hayatında ne denli yer ettiklerini de göstermektedir. Öyle ki onların durumları, böyle bir saldığı gerekli kılmıştır. Çünkü ortam gözetilerek müslümanlar adım adım münafıklardan uzaklaştırılmış, onlardan sakınmaları emredilmiştir. Bunlar arasında, Allah’ın ayetlerini inkar ettikleri ve alaya aldıkları toplantılarına katılmama emri de yer almaktadır. Ancak o gün için bütünüyle münafıklarla ilişkilerin kesilmesi emredilmemişti. Bu da gösteriyor ki, münafıklık cephesi son derece güçlü idi ve müslümanların içinde yer etmişti. Bu yüzden tümüyle ilişkileri koparmak müslümanlara zor gelmişti.
Bu arada, münafıklığın içine düşmemeleri için, münafıklığın özellik ve belirtilerinden uzak durmaları konusunda müslümanlara yönelik sakındırmalar da yer almaktadır. Bu özelliklerin en belirginleri; kafirleri dost edinmek, onların katında şeref ve güç aramaktır. Ancak yüce Allah, bütünüyle şerefin kendisine ait olduğunu belirtiyor ve müminler karşısında kafirlere fırsat vermeyeceğini garantiliyor. Bunun yanında münafıkların dünya ve ahiretteki durumlarını tasvir eden çirkin bir tablo da gözler önüne serilmektedir. Ahirette cehennemin en aşağı tabakasında yer alacakları bildirilmektedir.
Böyle bir üslupla yöneltilen direktif ve sakındırmalar, ilahî hayat sisteminin, ruhları ve hayat tarzlarını tedavi etme yöntemini göstermektedir. Aynı şekilde, güçleri ve koşulları çerçevesinde yaşanan olguyu değiştirip son şeklini verene kadar, yeni bir olguyu yerleştirme yöntemini de göstermektedir. O zamanki müslüman kitlenin durumunu ve bu kitlenin, yeni din ve müslüman topluma karşı savaşta yardımlaşan küfür ve münafıklık cepheleri karşısındaki konumuna da işaret etmektedir.
Bu arada bu direktif ve sakındırmalardan, Kur’an’ın müslüman toplum ile birlikte giriştiği çarpışmanın, savaşa ve ruhlara öncülük ederken baş vurduğu sistematik yöntemlerin mahiyetlerini de belirtmektedir.
Kuşkusuz bu, her zaman ve mekanda İslâm ile cahiliye arasında kesintisiz süren bir çarpışmadır. Bu çarpışma, müslüman toplum ile, şahıslar ve yöntemleri değişen ancak özellikleri ve ilkeleri değişmeyen düşmanları arasında her zaman varolmuştur.
Bütün bunlardan da şu kitabın, Kur’an-ı Kerim’in hakikatı ve müslüman toplumu yönlendirmede üstlendiği rolün mahiyeti belirginleşmektedir. Sadece dün için geçerli değildi bu. Kur’an yalnızca bir nesle öncülük etmek için gelmemiştir. Bu ümmete öncülük etmek için gelmiştir. Her nesil ve zamanda ona yol göstermek, kılavuz olmak için gelmiştir.
Dersin sonunda yüce Allah’ın kullarına azap etmeye ihtiyacı olmadığına ilişkin olağanüstü bir ifade gelmektedir. Yüce Allah, sadece onlardan iman etmelerini ve şükretmelerini istemektedir. Kuşkusuz yüce Allah, onların imanına ve şükrüne ihtiyaç duymaz. Bu, sadece durumlarının düzelmesi, hayat düzeylerinin yükselmesi içindir. Böylece ahiret hayatına lâyık olurlar ve cennet nimetlerinin düzeyine çıkarlar. Ancak onlar, yüz çevirip eski hallerini sürdürürlerse cehennem azabına lâyık olurlar. Nitekim münafıklar katmanların en aşağısına; ateş tabakasının en altına kendilerini mahkum ederler.
135- Ey -müminler, kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır. O halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız. Eğer kaypaklık eder, ya da şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Bu iman edenlere yönelik yeni sıfatlarıyla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz bu, onların eşsiz sıfatıdır. Bu sıfatla değişik bir oluşum yaşadılar. Bununla yeniden ve değişik bir şekilde doğdular. Ruhları, düşünceleri, ilke ve hedefleri yeni baştan doğdu. Onlarla birlikte, bağlandıkları yepyeni bir görev, yüklendikleri ulu bir emanet de doğdu. İnsanlığı yönetme ve insanlar arasında adaletle hükmetme emaneti. Bunun için, bu sıfatla yapılan çağrının bambaşka bir değeri ve özel bir anlamı vardır. “Ey müminler…” Bu sıfatla vasıflanmaları nedeniyle bu büyük emaneti yüklenmişler, bu büyük emaneti yerine getirmeleri için hazırlanıp eğitilmelerinin nedeni de bu sıfatla vasıflanmalarıdır kuşkusuz.
Zor ve ağır sorumluluklar yüklemeden önce, hikmetli ilahî eğitim metodunun başvurduğu okşayıcı yöntemlerden birisidir bu:
“… Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa, adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır.”
Bu, “adaleti yerine getirme emaneti”dir. Her türlü durum ve koşulda, mutlak anlamda adaleti ayakta tutma emanetidir yüklenen. Yeryüzünde azgınlık ve zulmü engelleyen bu adalettir. İnsanlar arasında adil olmayı garantileyen, müslüman-müslüman olmayan her hak sahibine hakkını veren budur. Bu hak konusunda -yahudinin hikayesinde gördüğümüz gibi- Allah yanında müminle mümin olmayan eşittir. Akraba olsun, uzak olsun, herkes birdir. Arkadaş, düşman fark etmez. Zengin, fakir aynıdır.
“… Adalete sıkı sıkıya bağlı kalınız ve Allah için şahitlik ediniz.”
Sırf Allah için. Doğrudan doğruya onunla birlikte hareket ederek. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen biri için değil. Bir kişinin, toplumun ya da milletin çıkarı için değil. Sorunu ilgilendiren herhangi bir unsuru saran koşullara göre hareket etmeksizin, yalnızca Allah için ve onunla birlikte hareket ederek şahitlik. Her türlü eğilimden, arzudan, çıkar ve değerlerden soyutlanarak.
“… Kendinizin, ana-babanızın ve akrabalarınızın aleyhinde bile olsa..”
Burada ilahî sistem kişiyi kendisine ve duygularına karşı harekete geçir meye, önce kendi şahsına, sonra da anne-baba ve akrabalara karşı durmasını sağlamaya çabalamaktadır. Bu oldukça zor bir çabadır. Zorluğu, dille söylenenden, akılla kavranan anlam ve işaretlerinden çok daha fazladır. Şüphesiz bunu pratik olarak yaşamak, akılla kavramaktan çok farklı bir şeydir. Bu deneyimi pratik olarak yaşamaya çabalayandan başkası dediklerimizi anlayamaz.
Ancak yine de ilahî sistem, mümin kişiyi bu zorlu deneyimi yaşamaya yöneltmektedir. Çünkü bunun bulunması zorunludur. Bu kuralın yeryüzünde yaşaması kaçınılmazdır. İnsanlardan bir topluluğun bunu ayakta tutması şarttır.
Sonra o, kişiyi fıtrî ve toplumsal duygularına karşı çıkmaya yöneltmektedir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilen fakir biriyse, kişi onun aleyhinde doğru şahitlik yapmaktan kaçınabilir, zayıflığına yardım olsun diye şahitliği lehinde yapabilir. Yahut kişinin fakir oluşu, cahiliye toplumlarının genel karakterleri üzere, toplumsal baskıların etkisiyle aleyhinde şahitlik edilmesine neden olabilir. Lehinde ya da aleyhinde şahitlik edilenin zengin biri olması durumunda, toplumsal sistem onu hoşnut edecek bir karar verebilir. Ya da zenginliği ve şımarıklığı kişiyi aleyhine çevirebilir, böylece de aleyhine şahitlik etmek söz konusu olabilir. Bunlar fıtrî duygular ve toplumsal zorunluluklardır. Pratik hayatta insanlar bunlarla karşılaştıkları zaman bunların etkileri son derece ağır olur. İşte ilahî sistem kişiyi bunlara karşı harekete geçirdiği gibi kişilik sevgisine, anne-baba ve akraba sevgisine karşı da harekete geçirmektedir.
“Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler ister zengin, ister fakir olsunlar, Allah kendilerine herkesten daha yakındır.”
Bu oldukça zor bir çabadır. Son derece zorlu bir çaba olduğunu hep tekrarlıyoruz. İşte İslâm, mümin nefisleri -realite dünyasında- pratik deneyimlerin tanık olduğu ve tarihin kaydettiği böyle bir zirveye yöneltirken, insanlık aleminde gerçek bir mucize meydana getiriyordu. Bu mucize ancak, ulu ve sağlam ilahi hayat sisteminin gölgesinde gerçekleşebilir.
“o halde nefsinizin arzusuna uyarak doğruluktan sapmayınız.”
Arzular çeşit çeşittir. Bazısı zikredildi de. Bencillik nefsin bir arzusudur. Aile ve akraba sevgisi arzusudur. Şahitlik ve hüküm noktasında fakire acımak bir arzudur. Zengine toleranslı davranmak nefsin arzusudur. Ona zarar vermek de şahitlik ve hüküm konusunda aşiret, kabile, ümmet, devlet ve vatan tarafını tutmak da keyfï bir arzudur. Aynı şekilde -şahitlik ve hüküm noktasında- din düşmanı da olsalar düşmanlara antipatik davranmak nefsin keyfî bir arzusudur. Kuşkusuz arzular ve hevesler sınıf sınıf, çeşit çeşittir. Tümü de yüce Allah’ın müminleri etkilemekten ve etkilerinde kalarak haktan ve doğruluktan sapmaktan yasakladığı şeylerdir.
Son olarak şahitliği saptırmak ve bu konuda uyulması gereken prensipten yüz çevirmek hususunda bir tehdit, bir uyarı, bir korkutma yer almaktadır.
“… Eğer kaypaklık eder, yada şahitlik yapmaktan kaçınırsanız, kuşku yok ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
Bir mümine, yüce Allah’ın yaptıklarından haberdar olduğunun hatırlatılması, bunun arkasındaki korkunç tehdidi anlayıp titremesi için yeterlidir. Kuşkusuz bu Kur’an ile, müminlere hitab eden yüce Allah’tı.
Rivayet edilir ki; Abdullah b. vaha, (r.a) Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) tarafından, hayberlilerin meyve ve ekinlerden elde ettikleri ürünleri ölçüp yarısını, hayberin fethinden sonra Resulullah (salât ve selâm üzerine osun)’a verdikleri söz uyarınca almak üzere gönderildiğinde, yahudiler, kendilerine yumuşak davranması için rüşvet teklif ettiler. Bunun üzerine; “Allah’a andolsun ki ben yaratılmışlar için en çok sevdiğim kişi tarafından size gönderilmişim. Sizden ise vallahi de sayınızca maymun ve domuzdan daha çok nefret ederim. Ancak ona karşı olan sevgimle, size duyduğum kin sizin hakkınızda adaletten sapmama neden olamaz” dedi. Onlar da “göklerle yer bu sayede ayaktadır” dediler.
Abdullah b. Revaha (r.a), eşsiz ilahî sistemin üzerine kurulu Hz. Peygamberin okulunda, eğitim görmüştü. O da bir insandı, böylesine zor bir deneyimden geçmiş başarıya ulaşmıştı. Kendisinden başka daha birçoklarının bu sistemin gölgesinde gerçekleştirdiği gibi o da, bu ilahî hayat sisteminin gölgesinden başka hiçbir yerde gerçekleşmesi mümkün olmayan adaleti gerçekleştirmiştir.
Bu olağanüstü dönemin ardından çağlar birbirini kovaladı. Kütüphaneler fıkıh ve kanun kitaplarıyla doldu. Hayat, yargı, kurum ve kuruluşlarıyla dolup taştı. Düzenlemeye ilişkin uygulama ve formaliteler kaydedilir oldu. Kafalar adalete ilişkin sözlerle, ağızlar ise uzun uygulamalarına ilişkin nutuklarla doldu taştı. Bütün bunları korumak için çeşitli kurum ve kuruluşlar vücuda getirildi. Ancak, adaletin gerçek tadına varmak, insanların vicdanlarında ve hayatlarında bu anlamın pratik olarak gerçekleşmesi, bu ulu ve bu erişilmez zirveye ulaşmış olağanüstü dönemin dışında hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bir de, tarih boyunca İslâm’ın egemen olduğu topraklarda, bu inancın onardığı gönüllerde ve bu essiz ilahi sistemin yetiştirdiği fert ve toplumlarda gerçekleşmiştir
Yeni yargı kurumlarını, çağdaş yargı uygulamalarını, gelişen ve iyice kurumlaşan yargısal düzenleme ve sistemleri almak isteyenlerin bu gerçeği iyice düşünmeleri gerekir. Bu adamlar, yukarıda sayılan şeylerin, adaletin gerçekleşmesi için daha pratik olduklarını ve eski çağların olağanüstü dönemdeki sade uygulamalardan daha garantili olduklarını, bu günkü yapılanların o dönemdeki sade şeklinden çok daha sağlam ve kalıcı olduklarını sanıyorlar.
Bu, işlerin formalite ve kabarıklığının, eşya ve olayların hakikatını kavrayamayanların düşüncelerinde meydana getirdiği, bir vehimdir. Şekil ve durumların sadeliğine rağmen insanları bu düzeye ulaştıran sadece bu ilahî hayat sistemidir. Şekil ve kurumların değişip yenilenmesine rağmen insanları tekrar bu düzeye ulaştıracak da yine bu ilahî hayat sistemidir.
Bunun anlamı, yeni yargı kurumlarını geçersiz kılmak değildir. Sadece kurumların hiçbir değerinin olmadığını, önemli olanın bunun ötesindeki ruh olduğunu bilmemiz yeterlidir. Bundan sonra şekli ve hacmi ne olursa olsun, hangi zaman ve mekanda söz konusu oluyorsa olsun durum değişmeyecektir. En üstün olanın üstünlüğü,zaman ve mekana bağımlı değildir kuşkusuz.
136- Ey müminler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirmiş olduğu kitaba ve daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkär ederse koyu bir sapıklığa düşmüş olur.
Bu, müminlere yönelik, onları çevrelerindeki cahiliyeden ayıran sıfatlarıyla yapılan, ikinci bir çağrıdır. Bu çağrıda, görev ve sorumlulukları belirlenmekte ve onları bu sorumluluklar karşısında güç ve yardım bekledikleri kaynağa bağlamaktadır.
“Ey müminler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirilmiş kitaba ve daha önce indirilmiş kitaba inanmaya devam edin.”
Bu, müminlerin inanmak zorunda oldukları, imanın unsurlarının açıklanmasıdır. İslâm’ın inanç düşüncesinin açıklanmasıdır.
Bu unsurlardan biri, Allah ve Resulüne iman etmektir. Bu inanç, mümin gönülleri; kendilerini yaratan ve kendilerine doğru yolu gösteren, peygamberi gönderen Rablerine bağlamaktadır. Bu, peygambere, peygamberin getirdiği mesaja inanmak ve O’nu gönderen Rabbinden getirdiği her şeyi doğrulamaktır.
Bu unsurlardan biri de; Allah’ın Resulüne indirilen kitaba inanmaktır. Bu inanç onları, yüce Allah’ın hayatları için seçtiği ve o kitapta açıkladığı sisteme bağlar. Kitapta bulunan herşeyi kabullenmektir bu. Kaynağı birdir bu kitabın, yöntemi de. Bu kitabın bir kısmı, alıp kabullenmek, uymak ve uygulamak bakımından diğer kısmına göre öncelikli değildir.
Bu unsurlardan bir diğeri; daha önce indirilmiş kitaba inanmaktır. Çünkü tüm kitapların kaynağı birdir, o yüce Allah’tır. Temelleri aynıdır. Tamamen Allah’a teslim olmak, bütün özellikleriyle; ilahlıkta yüce Allah’ı birlemek, hayatta uyulup uygulanması gerekenin sadece, yüce Allah’ın belirlediği sistemin olduğunu kabul etmektir bu temel. Bu birlik, -bozulmadan önce- tüm kitapların yüce Allah’tan geldiğinin doğal ve kesin gereğidir. Çünkü yüce Allah’ın hayat için belirlediği sistem birdir. İnsanlara yönelik iradesi ve yolu birdir. Çevresindeki yollar ayrılsa da o dosdoğrudur ve hedefine varır.
Bütün kitaplara inanmak -bütün kitapların aslında tek bir kitap olduğu gerçeğinden hareketle- müslüman ümmetin ayırıcı bir özelliğidir. Çünkü bu ümmetin, bir olan yüce Rabbi, onun biricik sistem ve yolu hakkındaki düşüncesi, uluhiyet gerçeği ve insanlığın birliği ile uyuşmaktadır. Birkaç çeşidi olmayan ve ötesinde sapıklıktan başka birşey bulunmayan hakla aynı doğrultudadır:
“Hak’tan sonra sapıklıktan başka ne var ki?” (Yunus Suresi, 32)
İman etmeye ilişkin emrin yanında, imanın unsurlarını inkar konusunda; bir de tehdit yer almaktadır. Bunun yanında sonuçta verilecek ceza açıklanırken bu unsurlar ayrıntılarıyla zikredilmektedir.
“Kim Allah’ı meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse koyu bir sapıklığa düşmüş olur.”
Birinci emirde Allah’a, kitaplarına ve peygamberlerine iman zikredilmiş ancak, meleklerden söz edilmemişti. Ancak Allah’ın kitapları, meleklere ve ahit gününe iman konusunu da içermektedirler. Meleklere ve ahiret gününe inanmak Allah’ın kitaplarına inanmanın doğal sonucudur. Fakat burada ön plana çıkarıyor. Çünkü burada korkutma ve tehdit söz konusu edilmektedir ve her unsur iyice belirginleşmelidir.
“Koyu sapıklık” deyimi, genellikle sapıklıkta ileri gitmek anlamını taşımaktadır. Artık hidayet ümidi bulunmayan bir noktadadır böyle birisi. Bundan sonra dönmesi beklenemez.
Fıtratın, derinliklerinde zorunlu bir hareket, doğal bir yöneliş sonucu inandığı yüce Allah’ın inkar eden ve bu inkarın sonucu olarak; Allah’ın meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar eden, evet bu küfrü işleyenin fıtratı, kokuşmuşluk, başıboşluk ve bozulmuşluk bakımından öyle bir noktaya varmıştır ki, doğru yolu bulma ümidi kalmamıştır. Bundan sonra dönmesi beklenemez.
İman edenlere yönelik bu iki çağrıdan sonra ayetlerin akışı, nifak ve münafıklara saldırıya geçmektedir. O günkü pratik durumlardan birinin tasviri ile işe başlamaktadır ayet-i kerime. Bir kısmının konumunu somutlaştırmaktadır bu tasvir. Küfür ve kafirlerin söz konusu edildiği konumlara en yakın bir konumdur bu:
137- Allah, önce iman edip arkasından küfredenleri, sonra yine iman edip arkasından küfredenleri, sonra da kafirliklerini koyulaştıranları asla affetmeyecek, kendilerini doğru yola iletmeyecektir.
Kuşkusuz iman etmezden önceki küfür, iman tarafından silinir günahı bağışlanır. Çünkü kişi şayet koyu bir karanlıkta yaşıyorsa aydınlığı tanımamakta mazurdur. Ancak iman ettikten sonra küfre dönmek, hem de tekrar tekrar… İşte bu, bağışlanması, mazur görülmesi mümkün olmayan bir suçtur. Çünkü küfür bir perdedir, indiği zaman fıtrat yaratıcısına bağlanmış, oraya buraya dağılmadan kafileye katılmış, bitki kaynağa ulaşmış ve ruh o unutulmaz tatlılığın, imanın tatlılığının tadına varmış demektir. İman ettikten sonra, tekrar tekrar küfre dönenler bilerek fıtrata iftira ediyorlar. İsteyerek sapıklığa dalıyorlar, ıssız çöllere, koyu sapıklığa dalmayı kendileri istiyorlar demektir.
O halde yüce Allah’ın onları bağışlamaması, doğru yola iletmemesi adaletin ta kendisidir. Çünkü yolu tanıdıktan ve takip ettikten sonra kaybeden kendileridir. Sığınağı ve aydınlığı bulduktan sonra kötülüğü ve körlüğü seçen onlardır.
Kişi Allah için her şeyden soyutlanmadıkça, değer ve alışkanlıkların zorunluluk ve çıkarların, ihtiras ve cimriliğin baskısından kurtulamayacaktır. Hiçbir zaman çıkar ve servetin üstüne çıkamayacaktır. Değer ve alışkanlıkların, kişi ve olayların, yeryüzü güçlerinin, iktidar ve otorite sahiplerinin karşısında; Allah ile dolan gönüllerin hissettiği; serbestlik, onurluluk ve üstünlük duygusuna kesinlikle sahip olamayacaktır.
İşte münafıklık tohumu burada gelişmeye başlıyor. Gerçekte nifak; batılla karşı karşıya gelinirken, hakta diretmekte zaaf göstermekten başka birşey değildir. Bu zaaf da, korku ve arzunun, bunları Allah’tan başkasına bağlamanın meyvesidir. Allah’ın hayat için koyduğu sistemden ayrılıp, coğrafï koşullara ve insanların geleneklerine bağlanıp kalmanın doğal sonucudur.
AZABLA MÜJDELENENLER
Burada, Allah’a iman ve onun için herşeyden soyutlanarak şahitlik etme ile münafıklıktan söz edilmesi arasında bir münasebet vardır. Bu münasebet sûrenin ana konusunu oluşturan genel münasebetin yanında yer almaktadır. Sî:renin ana konusunu; müslüman kitleyi İslâm sistemiyle eğitmek, cahiliyeden arta kalan tortuları gidermek ve ruhları insanların fıtrî zaaflarına karşı hazırlamak sonra da, bu kitle ile birlikte çevrelerindeki müşriklerle içlerindeki münafıklara karşı savaşa tutuşmak oluşturmaktadır. Ayetlerin akışı, sûrenin başlangıcından sonuna kadar bu genel hedefe yöneliktir.
Bu dersin geri kalan kısmı nifak ve münafıklık konusuna değinmektedir. Bu, aynı zamanda cüzün sonunu da oluştùrmaktadır. Daha önce de geçen ayetin gözler önüne serdiği; önce iman edip, sonra inkar eden, tekrar inanıp, yine inkar eden, en sonunda küfürlerini koyulaştıran münafıklara ilişkin bir tablo yer almıştı.
Şimdi de daha önce işaret edildiği gibi, nifak ve münafıklara yönelik bir saldırı başlamaktadır. Hayatın ve gönüllerin realitesi içinde tabiata uygun hareket eden ilahî hayat sisteminin mahiyetini anlamak için, .çeşitli yöntemler kullanılarak başlatılan bu saldırıyı incelemek, iyice düşünmek gerekir.
138- Münafıklara acı bir azabın kendilerini beklediğini müjdele. ”
139- Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost ediniyorlar. Acaba onların yanında şeref mi arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah’ındır.
140- Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar edildiğini ya da alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınız! bildirdi. Hiç kuşkusuz Allah münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.
141- Onların Gözleri hep sizin üzerinizdedir. Eğer Allah size zafer nasip ederse, “Biz sizinle beraber değil miydik?derler. Ama eğer kafirler üstünlük sağlarsa, (bu kez de onlara) “Sizin tarafınızı tutmadık mı, müminlere karşı size destek vermedik mi?” derler. Allah kıyamet günü arınızdaki hükmünü verecektir. Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.
142- Münafıklar, Allah’ı aldatmaya yeltenirler, ama asıl Allah onları aldatır. Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları insanlara gösteriş yapmaktır, Allah’ın adını pek az anarlar.
143- İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ve ne de o tarafa yar olurlar. Allah’ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın.
Saldırı “korkut” kelimesinin yerine “müjdele” kelimesini kullanmak ve münafıkları bekleyen acıklı azabı “müjde” şeklinde ifade etmek suretiyle, açıkça alay ederek başlıyor. Sonra da bu acıklı azabın nedenini açıklıyor. Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmeleri, Allah katındaki kötü zanları, şeref ve gücün kaynağına ilişkin hatalı düşüncelerinin buna neden olduğu belirtiliyor.
“Münafıklara acı bir azabın kendilerini beklediğini müjdele.”
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Acaba onların yanında şeref mi arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah’ındır.”
Burada söz konusu edilen kafirler, tercilı edilen görüşe göre yahudilerdir. Münafıklar onlara sığınırlardı. Onların yanında gizlice buluşurlardı. Birlikte müslüman kitlenin aleyhinde çeşitli komplolar hazırlarlardı.
Yüce Allah kınayıcı bir üslupla soruyor: İman ettiklerini iddia etmelerine rağmen niçin kafirleri dost ediniyorlar? Kendilerini niye böyle bir duruma sokuyorlar? Niçin böyle bir konumda bulunmayı tercih ediyorlar`? Yoksa kafirlerin yanında şeref ve güç mü arıyorlar?
Fakat yüce Allah tüm şerefi tekeline almıştır. Onu dost edinen, katından isteyen ve himayesine sığınandan başkası elde edemez bu şerefi.
Böylece bu ilk vurguyla münafıkların tabiatı ve başta gelen sıfatları ortaya çıkmış oluyor: Müminleri bırakıp kafirleri dost edinmek… Aynı zamanda gücün hakikatına ilişkin hatalı düşüncelerini ve münafıkların şeref ve güç beklentisi içinde bulundukları kafirlerin şeref ve güçten yoksun oldukları gerçeği de aydınlığa kavuşmuş oluyor. Bu arada, şerefin yalnızca yüce Allah’ın icadında olduğu ve sadece O’ndan isteneceği yoksa hiç kimsede ne şeref ne de güç bulunmayacağı gerçeği de yerleştirilmektedir.
Dikkat edin, insan ruhunun katında şeref bulduğu tek dayanak budur. Buna dayandığı sürece herkese üstünlük sağlayacaktır. Dikkat edin, insan ruhunu yücelten, onu özgür kılan tek kulluk şekli budur. Bir olan Allah’a kulluk… Şayet kişi bu kullukla tatmin olmazsa bitmez tükenmez değerlerin, çeşitli şahısların yığınlarca geleneğin ve sonsuz korkuların kulu olacaktır. Herkese, her şeye ve her değere kulluk yapmaktan kimse koruyamaz onu artık.
Ya bütünüyle üstünlük, şeref ve özgürlük olan yüce Allah’a kulluk… Ya da tamamıyle alçaklık ve mahkumiyet olan Allah’ın kullarına kulluk.. Dileyen dilediğini seçsin.
İman ettiği halde, Allah’tan başkasından şeref beklentisi içinde olması düşünülemez müminin. Allah’a inandığı halde Allah’ın düşmanlarından şeref, yardım ve güç isteyemez. Yeryüzünde Allah’ın en büyük düşmanlarından yardım istedikleri halde, müslümanlık iddiasında bulunan ve müslüman ismini alanlar bu Kur’an’ı anlamaya ne kadar muhtaçtırlar! Şayet henüz müslüman olmayı istiyorlarsa.. Yoksa yüce Allah’ın alemlere ihtiyacı yoktur.
Küfür üzere ölmüş soy-sopla iftihar duymak, onlarla müslüman nesil arasında soy birliği ve yakınlık olduğuna değer vermek, kafirlerin yanında şeref aramaktır; müminleri bırakıp onları dost edinmektir. Nitekim bazı insanlar Firavunlar, Asurlular, Babilliler ve cahiliye Araplarıyla iftihar duyuyorlar, cahili bir tavırla onlardan onurlanıp büyükleniyorlar.
İmam Ahmed rivayet ediyor: Bize Hüseyin b. Muhammed, bize Ebu Bekir b. Abbas, Hamid el-Kindi’den, O da Ubade b. Nesi’den, O da Ebu Reyhane’den, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurduğunu anlattı: “Kim şeref ve iftihar duyarak kendini kafir olan dokuz göbek atasına dayandırırsa, o da cehennemde onların onuncusudur.”
Bu da gösteriyor ki, İslâm’da, etrafında birleşilecek bağ, inanç bağıdır. İslâm’da millet, tarihin başlangıcından beri yeryüzünün her tarafında ve her nesilden müminlerden oluşmaktadır. Eskiden başlayarak nesillerin birleşmesinden, ya da yeryüzünün herhangi bir bölgesinde, herhangi bir nesilde bir araya gelmesinden oluşmamaktadır millet.
Münafıklığın birinci derecesi; bir müminin, Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini, alaya alındığını işittiği halde bir mecliste oturması, bunlar karşısında susması ve umursamamasıdır. Buna hoşgörü diyorlar, ya da ileri görüşlülük diyorlar. İnsanın göğsünün ve ufkunun genişliğine yoruyorlar. Kişinin fikir özgürlüğüne saygılı oluşu kabul ediyorlar.
İliklerine kadar işlemiş iç bozgundur bu. Bir kere o, daha baştan kendisine güvenini yitirmiştir. Zayıflık ve korkaklıkla adlandırılmaktan çekinmektedir.
Kuşkusuz hamiyet (taraf tutmak) Allah içindir. Onun dini ve ayetleri uğrunadır. İşte imanın belirtisi budur. Bu duygu zayıfladı mı, bundan sonra tüm setler yıkılır, her engel ortadan kalkar. Zayıf kırıntılar ufak bir dalgaya kapılıp giderler.
Hamiyet (taraf tutmak) duygusu, öncelikle bilerek bastırılır, gittikçe söner, etkisi azalır, en sonunda da ölür.
Kim bir toplantıda diniyle alay edildiğini duyarsa, ya dinini savunmalı ya , da toplantıyı ve orada bulunanları terk etmelidir. Görmezlikten gelmek ve susmak ise, ruhî bozgunun ilk aşamasıdır. Böyle birisi iman ve küfür arasındaki nifak köprüsüne adımını atmış demektir. Medine’de bazı müslümanlar, toplum içinde etkin kimi münafıkların toplantılarına katılıyorlardı. Bunun da üzerlerinde etkisi büyüktü. Ancak Kur’an’ın eğitim metodu, bu işin gerçeğine dikkat çekiyordu. Böyle toplantılara katılmanın, orada olup bitenlere karşı susmanın iç bozgunun ilk aşaması olduğu gerçeğine parmak basıyordu. Onların bundan sakınmalarını istiyordu. Ancak o zamanki koşullar, onların toplantılara bütünüyle katılmamayı emretmeye müsait değildi. Bu yüzden, Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve alaya alındığını duyduklarında, bu toplantıları terk etmeleri emredilmişti öncelikle. Aksi bir davranışın münafıklık olacağı bildirilmişti. Münafıkların ve kafirlerin sonu ise, son derece korkunç bir sonuçtur.
“Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar edildiğini ya da alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınızı bildirdi. Hiç kuşkusuz .Allah münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.”
Ayet-i kerimede, kitapta daha önce indirilmiş diye işaret edilen, Mekke’de indirilmiş En’am suresindeki şu ayet-i kerimedir: “Ayetlerimizi dillerine dolayanları gördüğünde başka bir konuya dalana kadar onlardan yüz çevir.” (En’am Suresi, 68)
İşte mümini iliklerine kadar titreten tehdit! “… Siz de onlar gibi olursunuz.”
Ardından hiçbir tereddüte yer bırakmayan uyarı da şudur:
“Hiç kuşkusuz Allah, münafıklar ile kafirleri cehennemde bir araya getirecektir.”
Ancak yasaklamayı, Allah’ın ayetlerinin inkar edildiği, alaya alındığı toplantılarla sınırlı tutup, müslümanlarla bu münafıkların arasındaki her türlü ilişkilerini kapsayacak şekilde geniş tutmamak -daha önce değindiğimiz gibi müslüman kitlenin o gün için aşmak zorunda olduğu aşamanın özelliğini göstermektedir. Daha sonraki nesillerin de başka ortamlarda, böyle bir aşamadan geçmeleri her zaman mümkündür. Aynı şekilde ilahî hayat sisteminin özelliğini; işleri yavaş yavaş ele alışını, realite dünyasındaki pratik izlerini, duygu ve koşulları gözetişini, bu arada realiteyi değiştirmek için sürekli ve kalıcı adımlar atmayı da ihmal etmeyişini göstermektedir.
Sonra ayetlerin akışı münafıkların özelliklerini açıklamaya başlıyor. Ayıplayıcı ve nefret uyandırıcı bir tablolarını çiziyor. Müslümanları başka bir yüz, kafirleri başka bir yüzle karşılıyorlar. Değneği ortasından tutuyorlar. Yılan gibi, sürüngen gibi davranıyorlar:
“Onların gözleri hep sizin üzerinizdedir. Eğer Allah size zafer nasip ederse, `”Biz sizinle beraber değilmiydik?”, derler. Ama eğer kafirler üstünlük sağlarsa (bu kez onlara), “Sizin tarafınızı tutmadık mı, müminlere karşı size destek vermedik mi?” derler. Allah kıyamet günü, aranızdaki hükmünü verecektir. Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.”
Bu son derece antipatik bir tablodur. Önce münafıkların gizliden müslümanların aleyhinde kötülükler tasarladıklarını ve başlarına belalar açmaya çalıştıklarını göstermektedir. Buna rağmen onlar, şayet Allah müslümanlara zafer ve nimet nasip ederse onlara sevgi gösterisinde bulunuyorlar ve o zaman şöyle diyorlar:
“Biz sizinle beraber değil miydik?”
Bazan çıkıp safları yardımsız bırakıyorlarsa, birtakım karışıklıklar çıkarıyorlarsa bile, savaş alanına beraberce çıkmış olmalarını kastediyorlar. Ya da kalplerinin onlarla birlikte olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Arkadan yardımcı olduklarını, kendilerini koruduklarını kastediyorlar.
“Ama eğer kafirler üstünlük sağlarsa (bu kez onlara), “Sizin tarafınızı tutmadık mı, müminlere karşı size destek vermedik mi?” derler.”
Kendilerine sığındıklarını, yardımcı olduklarını, geriden destek olduklarını, müminleri yardımsız bırakıp safları karıştırdıklarını kastediyorlar.
İşte böyle, bukalemun gibi, yılan gibi renkten renge giriyorlar. İçlerinde zehir, dillerindeyse yağ. Ancak onlar buna rağmen oldukça zayıftırlar. Bu aşağılık, bu iğrenç görünümleri, mümin gönüllerin iğrenmesine neden oluyor. Kuşkusuz bu da ilahi sistemin mümin gönüllere özgü kazandırdığı bir özelliktir.
Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) münafıklar konusunda Rabbinin direktifiyle başvurduğu taktik; görmezlikten gelerek yüz çevirerek, müminleri sakındırarak, onlara karşı uyanık olmalarını sağlayarak bu aşağılık kampı etkisiz hale getirmekti. Bununla beraber burada, onları, yüce Allah’ın ahiretteki hükmüne havale etmektedir. Böylece üzerlerindeki perde kalkıp, müslümanlara kurdukları tuzakların cezasını çekeceklerdir.
“Allah kıyamet günü aranızdaki hükmünü verecektir.”
O zaman hile yapmanın, gizli buluşmaların, komplolar kurmanın imkanı yoktur. Göğüslerde gizli duyguları saklamak, mümkün değildir.
Müminler, artık Allah’ın kesin vaadi ile mutmain oluyorlar. Gizlice kurulan hile ve tuzakların, kafirlerle sergilenen bu dayanışmanın, kuvvet dengesini bozmayacağına inanıyorlar. Allah, müminlere karşı, kafirlere zafer ve üstünlük imkanı tanımayacaktır:
“Hiç kuşkusuz Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.”
Bu ayetin tefsirine ilişkin bir rivayete göre, söz konusu olan kıyamet günüdür bu ayette. O zaman yüce Allah, müminlerle münafıklar hakkında hükmünü verecek ve kafirlere, müminler karşısında bir üstünlük vermeyecektir.
Bir diğer rivayette ise; söz konusu olanın dünyadaki durum olduğu anlatılmaktadır. Buna göre kimi zaman çarpışmalarda yenilmiş olsalar da müminler üzerinde kafirlerin, sürekli bir egemenlik kurmalarına fırsat vermeyecektir.
Ayetin hem dünyadaki hem de ahiretteki duruma göre genelleştirmesi daha doğrudur. Çünkü herhangi bir sınırlandırma yoktur ayette.
Ancak ahiretteki durum, açıklama ve vurguyu gerektirmeyecek kadar kesindir. Dünyadaki duruma gelince; kimi zaman baş gösteren olaylar bunun tersini gösteriyor. Fakat bunlar aldatıcı görünümlerdir, .iyice araştırıp incelemek gerekir bunları.
Allah’ın verdiği söz kesindir. Onun hükmü geneldir. Buna göre; ne zaman iman gerçeği mümin gönüllerde iyice yer etmişse ve bu iman hayatlarında bir sistem ve bir sosyal düzen olarak somutlaşmışsa, her türlü düşünce ve davranıştan Allah için tamamen soyutlanmışlarsa ve büyük, küçük, ibadeti tamamen Allah’a özgü kılmışlarsa; o zaman yüce Allah, müminlere karşı kafirlere bir fırsat vermeyecektir.
Bu, İslâm tarihinin, aksine gerçekleşmiş en ufak bir olayı bile kaydetmediği bir gerçektir.
Ben, şüpheye yer bulunmayan Allah’ın vaadine güvenerek şunu kesinlikle söyleyebilirim: Müminler hiçbir zaman yenilgi yüzü görmeyeceklerdir. Düşünce ya da davranış alanında inançlarında bir gedik söz konusu olmadığı sürece, tarihlerinde de böyle bir yenilgiye rastlanmamıştır. Her türlü eklemeden ve şaibeden uzak yalnızca Allah yolunda, sadece bu sancak altında cihad etmek amacıyla hazırlık yapmak ve güç bulundurmak imanın gereğidir. Bundan sonra, açılan bu gedik oranınca, geçici bir yenilgi almalarına rağmen zafer tekrar müminlerin olacaktır; şayet henüz varlıklarını sürdürüyorlarsa.
“Uhut”da örneğin, gedik, Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) itaat etmeyi bırakıp, ganimet arzusuna kapılmak noktasında açılmıştı. “Huneyn”de ise, sayı çokluğuyla övünmek, gurura kapılıp asıl dayanağı unutmak şeklinde açılmışdı gedik. Şayet tarihleri boyunca, müslümanların aleyhinde meydana gelen her olayı inceleyecek olursak, buna benzer birşey görmemiz her zaman mümkündür. İster olayı bilelim ister bilmeyelim durum değişmeyecektir. Allah’ın vaadi ise, her zaman doğrudur.
Evet, imtihan için bazı sıkıntılar çekilir. Ancak bunun da bir hikmeti vardır. O da iman gerçeğinin ve pratik gerçeklerinin iyice oturmasıdır. “Uhut” savaşında olduğu gibi. Nitekim yüce Allah müslümanlara anlatmıştı bunu. Ne zaman bu gerçek imtihanlar sonucu olgunlaşıp başarıya ulaşmışsa, zafer gelmiş ve Allah’ın vaadi kesinlikle gerçekleşmiştir.
Bununla beraber ben yenilgiden, herhangi bir çarpışmanın sonunda elde edilen bozgundan daha kapsamlı bir anlam kastediyorum. Kasteddiğim, ruhsal bozgundur, azmin kırılmasıdır. Çünkü ruhlarda bir gevşekliğe, bir bezginliğe ve ümitsizliğe neden olmadığı sürece savaş alanında alınan yenilgi, bozgun sayılmaz. Bir coşku uyandığında, bir kıvılcım tutuştuğunda, hatalar fark edildiğinde, inancın, savaşın ve uygulanacak yöntemin mahiyeti açıklığa kavuşunca.. Kuşkusuz bu, kesin bir zaferin kesin başlangıcıdır. Yol uzun sürse de.
Aynı şekilde Kur’an ayeti, “… Allah kafirlere, müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermeyecektir.” derken, mümin ruhun muzaffer olduğuna ve iman düşüncesinin üstünlüğüne dikkat çekmektedir. Ayrıca müslüman kitleyi, iman gerçeğini, kalplerinde düşünce ve bilinç, hayatlarında da realite ve uygulama olarak tamamlamaya çağırmaktadır. Yoksa, sırf isimlerine güvenmemelerini bildirmektedir. Çünkü zafer, isimle değil, onun ötesindeki gerçekle elde edilir.
Bizimle zafer arasında, her zaman ve her yerde iman gerçeğini olgunlaştırmak ve bu gerçeğin gereklerini hayatımızda ve realitemizde uygulamaktan başka bir şey olmamıştır. Hazırlık yapmak, güç bulundurmak imanın gereklerindendir. Aynı şekilde düşmanlara dayanmamak, Allah’tan başkasından şeref beklememek de iman gerçeğinin gereklerindendir.
Yüce Allah’ın bu kesin vaadi, evrendeki iman ve küfür gerçeğine tamamen uygun düşmektedir.
Kuşkusuz iman, zayıflaması, yok olması söz konusu olmayan en büyük güce bağlanmaktadır. Küfür ise, bu güçten kopmak ondan ayrılmaktır. Bu nedenle sınırlı, kopuk, parçalanmış ve yok olmaya mahkum bir gücün tüm evrendeki güçlerin kaynağına bağlı bir güce galip gelmesi mümkün değildir.
Bununla beraber, imanın gerçeği ile görüntüsünü birbirinden ayırd etmemiz gerekir. Kuşkusuz iman gerçeği, evrensel yasaların değişmezliği gibi değişmez ve gerçek bir güçtür. Hem kişi hem de kişiden kaynaklanan fiil ve davranışlar üzerinde etkilidir. Bu, kopuk, kesik ve sınırlı küfür gerçeğiyle karşılaşınca, onu bertaraf etmeyi garantileyen, büyük ve heybetli bir gerçektir. Ancak iman, bir görüntüye dönüşünce, küfür gerçeği ona üstünlük sağlar. Çünkü o esnada kendi tabiatına uygun ve imkanları dahilinde hareket eden küfür gerçeğidir. Kuşkusuz herhangi bir şeyin gerçeği, herhangi bir şeyin görüntüsünden her zaman güçlüdür. Bu “gerçek” küfür, “görüntü”de iman olsa yine durum değişmeyecektir.
Batılı bertaraf etmek için savaşmanın kuralı hakkı oluşturmaktır. Ne zaman ki, hak, tüm gerçeği ve tüm gücüyle varolmuş o zaman hak ile batıl arasındaki savaşın gidişi belirlenmiş demektir. Bu batıl, aldatıcı ve kabarık bir görünüme sahip olabilir.
Aksine biz hakkı, batılın üzerine atarız da onu darmadağın eder. Bir de bakarsınız batıl yok oluvermiş. (En’am Suresi, 18)
“… Allah kafirlere; müminler karşısında üstün gelme fırsatı vermez.”
Müminleri güvene sevk eden, yanlarında şeref buluruz düşüncesiyle kafirleri dost edinen münafıkları yapayalnız, ümitsiz bırakan bu kesin vaadden sonra, sûrenin akışı münafıkların aşağılayıcı bir portrelerini daha çizerek devam ediyor. Bunun yanında durumlarının ne kadar iğrenç olduğu ve yüce Allah’ın onlara yönelik tehdidi de ifade edilmektedir:
“Münafıklar Allah’ı aldatmaya yelteniyorlar, ama asıl Allah onları aldatır. Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları insanlara gösteriş yapmaktır. Allah’ın adını pek az anarlar.”
“İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne de o tarafa yar olurlar. Allah’ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın.”
Bu da ilahî hayat sisteminin mümin gönülleri okşayıcı bir diğer atağıdır. Çünkü bu gönüllerin Allah’ı aldatmaya kalkışan bir toplumdan nefret etmesi kaçınılmazdır. Sonra bu gönüller, gizli, kapalı her şeyi bilen yüce Allah’ın aldatamayacağını çok iyi bilirler. Allah’ı aldatmaya kalkışan birinin kötülük, bilgisizlik ve büyük bir gaflet içinde olmasının zorunlu olduğunu çok iyi kavrarlar. Bu yüzden Allah’ı aldatmaya yeltenen bu adamlardan nefret ederler. onları hor görürler, küçümserler.
Bu ataktan sonra, onların yüce Allah’ı aldatmaya kalkıştıkları anlatılmaktadır. Oysa “Asıl Allah onları aldatır.” Yani onlara süre tanır, sapıklıklarıyla baş başa bırakır. Kendilerine gelmelerini sağlayacak bir musibetle onları uyarmaz. Gözlerini açacak bir felaketle onları uyandırmaz. Uçurumdan aşağı düşene kadar kendi hallerinde bırakır. İşte yüce Allah’ın onları aldatması budur. Çoğu zaman felakettir ve sıkıntılar yüce Allah’tan birer rahmettir; kulların başına gelince çabucak hatadan dönmelerini sağlayan veya daha önce bilmediklerini öğreten… Aynı şekilde sapık günahkarların sağlıklı bir şekilde bolluk içinde hayat sürdürmeleri, yüce Allah’ın onlara süre tanıması anlamındadır çoğu zaman. Çünkü onlar, günah ve sapıklıkta öyle bir noktaya gelmişler ki, bir musibet, bir uyarı almaksızın en kötü sonuca ulaşıncaya kadar öylece bırakılmayı hakketmişlerdir.
Ardından ayetlerin akışı, mümin gönüllerde, nefret ve horlamadan başka hiçbir etki bırakmayan ayıplayıcı ve aşağılık bir portrelerini çizmektedir.
“Namaz kılarken isteksiz ve ciddiyetsiz biçimde ayakta dikilirler. Amaçları insanlara gösteriş yapmaktır. Allah’ın adını pek az anarlar.”
Onlar Allah ile buluşmanın onun huzurunda durmanın, ona bağlanmanın, ondan yardım istemenin arzu ve hararetiyle namaza durmuyorlar. İnsanlara gösteriş yapmak için namaz kılıyorlar. Bu yüzden, ağır bir işi yapan ya da sıkıntılı bir işe koşturulan biri gibi ciddiyetsiz ve isteksiz ayakta dikilirler. Aynı şekilde Allah’ı da pek az anarlar. Onlar bir şey yaparken Allah’a yönelmezler, amaçları insanlara gösteriş yapmaktır.
Bu, hiç kuşkusuz müminin zihninde nefret uyandıran bir tablodur. Gönüllerinde küçümseme ve tiksinti duygularını harekete geçirir. Bu bilincin bir gereği olarak, münafıklara mesafeli davranmalıdırlar. Kişisel ve çıkara dayalı ilişkilere önem vermemelidirler. Müminlerle münafıkların ilişkilerini kesmede, hikmetli eğitim metodunun bir aşamasıdır bu.
Ayetin akışı, ayıplayıcı ve nefret uyandırıcı tabloyu çizmeye devam ediyor:
“İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ne de o tarafa yar olurlar. Allah’ın şaşırttığı kimseye sen yol bulamazsın.”
Yalpalayıp duran, kararsız, sallantılı, istikrarsız ve dayanaksız bir konum. İki saftan birine; mümin ya da kafir saffa yar olmama… Böyle bir konum mümin gönüllerde, aynı şekilde küçümseme ve tiksintiden başka bir etki bırakmaz. Aynı zamanda münafıkların kişilik bakımından da zayıf olduklarını göstermektedir. Bu tarafta ya da o tarafta, kesin bir konum edinememelerine neden olan, bu kişilik zayıflığıdır. Gerek bu tarafta gerek o tarafta yer alıp, açıkça bir görüş, bir inanç ya da konum belirlemelerine engel teşkil etmektedir bu zayıflık.
Bu aşağılayıcı portrelerin ve bu kararsız konumların ardından, yüce Allah’ın azabını hakketmelerine, hidayete ermeleri için yardım edilmeye layık olmadıklarına, bu yüzden kimsenin onları doğru yola iletemeyeceğini ve esasında doğru bir yolda bulunmalarının mümkün olmayacağına ilişkin bir ifade yer almaktadır:
“Allah’ın şaşırttığı kimseye sen çıkış yolu bulamazsın.”
Buraya kadar ayetlerin akışı, münafıklardan tiksinmeleri, onları küçümsemeleri ve onları kişilik bakımından oldukça zayıf görmeleri konusunda mümin gönüllerde, büyük bir etki bırakmaktadır. Şimdi de münafıkların yoluna uymamaları konusunda uyarmak için, hitap müminlere yönelmektedir.
Münafıkların yolu ise -daha önce söylendiği gibi- müminleri bırakıp kafirleri dost edinmektir. Ayet-i kerime, onları Allah’ın yakalayıp intikam almasından sakındırıyor. Bu arada ahirette münafıkların varacağı yer de tasvir etmektedir. Bu, dehşet verici, korkunç bir yerdir. Küçültücü olduğu kadar aşağılık bir yerdir de.
144- Ey müminler, sakın müminleri bırakıp kafirleri dost edinmeyiniz. Yoksa Allah’a, aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?
145- Hiç şüphesiz münafıkların yeri cehennemin en alt katıdır. Onlara yardım edecek hiç birini bulamazsınız.
146- Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’ın ipine sarılanlar, sırf Allah’a bağlananlar bir dindarlığı benimseyenler işte bunlar, müminlerle beraberdirler. Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir.
Burada, müminleri, çevrelerinde bulunan insanlardan ayıran, onları farklı kılan sıfatlarıyla yapılan çağrı tekrarlanmaktadır. Bununla hayat sistemleri, davranış biçimleri ve realiteleri iyice belirginleşmektedir. Bu sıfatla çağrıya karşılık vermektedirler, direktiflere bununla uymaktadırlar.
Münafıkların yoluna uymaktan, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmekten sakındırılmaları konusunda, bu sıfatla yapılan bir çağrıdır. Kuşkusuz o günkü müslüman toplum da böyle bir çağrıya ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü müslüman toplum içinde yer alan kimi müslümanlarla; Medine’deki yahudiler, duygusal yönden de olsa kimisiyle de; Kureyşliler arasındaki bağlar henüz devam ediyordu. Kimi müslümanlar diyoruz, çünkü cahiliye toplumuyla -babaları, oğulları dahi olsa- tüm bağlarını koparan başka müslümanlar da vardı. Etrafında birleştirecek tek bağ, korunacak tek ilgi, yüce Allah’ın öğrettiği gibi sadece inançtı onların yanında.
İşte nifak ve münafıkların o aşağılayıcı, nefret uyandırıcı ve iğrendirici tabloları çizildikten ve Allah’ın gazabından, yakalayıp intikam almasından sakındırıldıktan sonra, nifak ve münafıkların yolu budur, uyarısına sürekli ihtiyaç duyan bu kimi müslümanlardı:
“Yoksa Allah’a aleyhinize işleyecek açık bir delil mi vermek istiyorsunuz?”
Allah’ın yakalayıp intikam almasıyla karşılaşmaktan korktuğu ve titrediği kadar hiçbir şey, mümin bir kalbi korkutup titretemez. İfadenin soru şeklinde sunulması bu yüzdendir. Mümin gönüllere ulaşmak için, soru şeklindeki bir iman yeterlidir çünkü.
Mümin gönüllere doğru uzanan bir yola daha başvuruluyor. Ancak doğrudan onlara yönelmiyor, sadece ima ederek yöneliyor. Münafıkları bekleyen korkunç, dehşet verici ve aşağılayıcı sonucu açıklamaktan ibarettir bu yol:
” . Hiç şüphesiz münafıkların yeri cehennemin en alt katıdır. onlara yardım edecek hiç birini bulamazsın.”
En alt kat… Kendilerini kurtaramadıkları, üzerine çıkamadıkları, toprağın üzerlerine yapıştırdığı, yeryüzü ağırlığına uygun bir dönüş yeridir bu. Arzu ve isteklerin, ihtiras ve korkunun, zaaf ve aşağılığın ağırlığıdır. Bu ağırlık onları, müminleri oyalayıp kafirleri dost edinme çukuruna yuvarlatmıştır. Böylece hayatta bu aşağılık konumu benimsemişlerdir. “İki taraf arasında yalpalarlar. Ne bu tarafa ve ne de o tarafa yar olurlar.”
Onlar daha dünya hayatındayken kendilerini bu aşağılık yere hazırlayıp alıştırıyorlardı: “Cehennemin en alt katı…” Burada ne bir yardımcıları ne de bir kurtarıcıları söz konusudur. Onlar dünyadayken kafirleri dost edinmişlerdi. Şimdi kafirler onlara yardım etseler ya?
Bu korkunç sahneden sonra kurtuluş kapısı açılıyor onlar için. Kurtulmak isteyenlere tevbe kapısı açık tutuluyor:
“Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’ın ipine sarılanlar, sırf Allah’a bağlanan bir dindarlığı benimseyenler, işte bunlar, müminler ile beraberdirler. Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir.”
Başka yerlerde “Tevbe edenler, durumlarını düzeltenler bu hükmün dışındadırlar.’ denmektedir. Çünkü tevbe ve durumu düzeltmek; Allah’a bağlanmak ve dini bütünüyle Allah’a özgü kılmak da belirtilmektedir. Çünkü bu ayet, yalpalayıp duran, münafıklık yapan ve Allah’tan başkasını dost edinen ruhlarla karşılaşıyordu. Bu yüzden, tevbe ve durumu düzeltmenin yanında, Allah için her şeyden soyutlanmanın, sadece ona bağlanmanın ve bu ruhların şu kararsız duygulardan, kaypak huylardan kurtulmalarının da belirtilmesi son derece uygun düşmektedir. Böylece sadece Allah’ı bağlamakla, güç ve birlik sağlayabilirler. Allah için her şeyden kurtulmakla, samimi ve arınmış olabilirler.
Bununla, münafıkları dünya hayatında yere yapıştıran, ahiret hayatında da cehennemin en alt tabakasına yuvarlatan ağırlık hafiflemiş oluyor.
Bununla, tevbe eden münafıklar, sadece Allah’ın ,şerefi ile şereflenen, imanla yücelen, iman gücüyle yeryüzü ağırlığından kurtulan müminlerin saffına yükselirler. Müminlerin -ve onlarla birlikte olanların- mükafatı ise bellidir.
“Allah ilerde müminlere büyük bir mükafat verecektir.”
Bu çeşitli mesajlarla; müslüman toplumda yer alan münafıkların gerçek durumları ortaya çıkarılmış, etkileri azaltılmış, müminler, nifak dönemeçlerine sapmaktan uyarılmış ve onları bekleyen sonuçtan sakındırılmış oluyor. Bu arada, içinde iyilik bulunanların kendini kurtarmaya, sadakatle, isteklice ve içtenlikle müslüman saffa katılmaya çalışması için, münafıklara da tevbe kapısı açık tutuluyor.
Son olarak şu olağanüstü, duygulandırıcı ve derin etkili ifade yer almaktadır. O, korkunç cezayı ve büyük mükafatı bildirdikten sonra. Bununla, yüce Allah’ın, kullarına azap etmeye ihtiyaç duymadığını, insanlara kavratma amacı güdülmektedir. Yüce Allah’ın onlara şahsi bir kinimi var ki, bunun için üzerlerine azap yağdırsın? Yüce Allah’ın, gücünü ve otoritesini bu yolla göstermeye ihtiyacı yoktur. Aynı şekilde, insanları cezalandırmak için de bir arzusu söz konusu değildir. Nitekim putperest efsaneleri, bu tür düşüncelerle doludur. Aksine, Allah’a iman edip, O’na şükretmek insanların çıkarınadır. İman ve Allah’a şükür atmosferinde birbirlerini sevmeleridir istenen. Kuşkusuz yüce Allah, salih amel işleyenlere karşılığını verir ve O ruhların gizliliklerini çok iyi bilir:
147- Eğer Allah’a şükreder, inanırsanız, O sizi niye azaba çarptırsın ki? Hiç şüphesiz Allah, şükre karşılık verir ve her şeyi bilir.
Evet, şayet şükreder ve inanırsanız, Allah sizi niye cezalandırsın? O, inkar ve nankörlüğün karşılığı olarak azap verir. Belki şükretmeye ve inanmaya yöneltir diye, bir tehdit olarak kullanır azabını. Azap etmek istediği, işkenceye arzusu, acı çektirmekten zevk almak, güç ve otorite gösterisinde bulunmak, söz konusu değildir. Yüce Allah, bütün bunlardan yücedir, uludur. Ne zaman şükür ve iman ile korunursanız, Allah’ın bağışlaması ve hoşnutluğu ile karşılaşacaksınız. Allah’ın, kuluna karşılık verişini ve kullarından haberdar oluşunu göreceksiniz.
Yüce Allah’ın, kuluna teşekkürle karşılık vermesi, göçüle derin şefkat duygularını akıtmaktadır. Yüce Allah’ın teşekkür etmesinin hoşnutluk anlamında olduğu bilinmektedir. Hoşnutluğun gerektirdiği sebep anlamı da vardır. Ancak yüce Allah’ın teşekkür etmesi, ifade olarak derin etkileri söz konusudur.
Yoktan var eden, lütfedip nimetler veren, alemlere ihtiyacı bulunmayan yüce yaratıcı… İyi davranışları, imanları ve iyilikleri karşısında kullara teşekkür ediyorsa… Onlara, imanlarına, şükür ve iyiliklerine ihtiyacı olmadığı halde yoktan var eden, lütfedip nimetler veren ve alemlere ihtiyacı bulunmayan yüce yaratıcı teşekkür ediyorsa… Rızıkları veren, lütfedip nimet bahşeden, yaratıcı karşısında, yaratılmış, sonradan var edilmiş ve Allah’ın nimetleri içinde yüzen kulların ne yapması gerekir?
Dikkat edin, bu kalpleri harekete geçiren, utandıran ve karşılık vermesini sağlayan, derin olduğu kadar şefkatli bir ifadedir.
Dikkat edin bu, yolun belirtilerine yönelik aydınlatıcı bir işarettir. Bahşeden, nimetler veren, kullarına teşekkür eden ve herşeyi bilen yüce Allah’a giden yolun..

Kur’an’ın otuz cüzünden biri olan bu cüz, müslüman toplum hayatında girişilen uygulama, inşa, onarım, arındırma ve sağlamlaştırma faaliyetlerinin şu olağanüstü kısmını içermektedir. Böylece ruhsal alanda, toplum pratiğinde ve sosyal düzende şu muazzam, uyumlu ve geniş yapıyı meydana getirmektedir. Yeni bir insanın doğuşunu ilan etmektedir. İdealistlik ve realistlik her alanda beşeri enerjisini sarf etmesine yardımcı olmakla beraber arınmışlık ve temizlik bakımından, bundan önce ve sonra, insanlık bu doğuşun bir benzerini görmemiştir. İlahî hayat sisteminin cahiliye bataklığından çıkardığı; yavaş, yavaş daha yükseğe, erişilmez zirveye kolaylık, şefkat ve yumuşaklıkla çıkarttığı insanın…

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...