Nisa Suresi’nin 1-55.Ayet Tefsiri Bir.
Fizilal’il Kur’an
Seyyid Kutub
1- Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin eşini de kendi özünden yarattı, sonra bu çiftten çok sayıda erkek ve kadın meydana getirerek yeryüzüne yaydı. Karşılıklı dileklerinizi adına bağladığınız Allah’tan ve akrabalık bağlarını çiğnemekten sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir.
Hitap “insanlar”adır… Top yekün, kendilerini yaratan Rabblerine bağlamak için bu .sıfatlarıyla hitap edilmektedir. “Tek bir kişiden” yaratmıştır… “O tek kişinin eşini de kendi özünden yarattı, sonra bu çiftten çok sayıda erkek ve kadın meydana getirerek yeryüzüne yaydı.”
Bu basit fıtri gerçekler son derece büyük, derin ve ağır gerçeklerdir. Şayet “insanlar” kulaklarını ve kalplerini bu gerçeklere açacak olurlarsa bu, hayatlarında büyük değişikliklerin meydana gelmesi ve cahiliyeden -ya da değişik cahiliyelerden- imana, doğruluk ve hidayet yoluna “insanlar”a, “nefse” Rabbi ve yaratıcısına ve yaratılışa layık uygarlığa dönmeleri için yeterlidir.
Kuşkusuz bu gerçekler, kalp ve göz için değişik düşünceler hususunda geniş bir imkan bahşetmektedir.
1- Öncelikle “insanlar”a çıktıkları kaynağı hatırlatmakta ve onları şu yeryüzünde var eden yaratıcılarına bağlamaktadır. Bu, insanların unuttuğu, böylece herşeyi unuttukları, bundan sonra da hiçbir işte istikamet bulamadıkları bir gerçektir.
“İnsanlar, daha önce bulunmadıkları bu dünyaya sonradan gelmişlerdir. Peki onları kim getirmiştir? Çünkü buraya kendi istekleriyle gelmemişlerdir. Buraya gelmeden önce iradeleri olmayan yokluktan ibarettirler. Bu yüzden, gelmeyi ya da gelmemeyi belirleyecek bir iradeye sahip değillerdi. O halde kendi iradeleri dışında onları buraya getiren bir başka irade söz konusudur. Kendi istekleri dışında onları yaratmayı kararlaştıran bir başka irade vardır. Yollarını çizen, hayat çizgilerini seçen istekleri dışında bir başka irade söz konusudur. Onlar istemeden varlıklarını ve varlık özelliklerini bahşeden, onlara birtakım yetenekler ve kabiliyetler veren ve kendi iradeleri olmaksızın ancak kendilerine, dilediğini yapabilen iradeyi bahşeden irade tarafından bilmedikleri bir yerden geldikleri bu evrenle birlikte hareket etme gücünü veren bir başka irade vardır.
Şayet insanlar, habersiz oldukları bu açık gerçeği hatırlayacak olurlarsa en kestirme yoldan doğruluğa döneceklerdir.
Kendilerini bu dünyaya getiren, hayat yollarını çizen ve onlara evrenle birlikte hareket etme gücünü veren irade, tek başına her şeylerine sahip, her şeylerini bilen ve işlerini en güzel bir şekilde planlayan iradedir. Bu irade, onların hayat kaynaklarını belirlemek, düzenlerini ve kanunlarını koymak, değerlerini ve ölçülerini yerleştirmek yetkisine tek başına sahiptir. Bu işlerden birinde ihtilafa düştüklerinde sadece O’na, O’nun hayat metoduna, değer ve ölçülerine, böylece alemlerin Rabbi olan Allah’ın istediği biricik metoda baş vurmalıdırlar.
2- Nitekim bu gerçekler tüm beşeriyetin bir tek iradeden doğduğunu, akrabalık noktasında birleştiklerini, biricik hidayette buluştuklarını bir tek asıldan fışkırdıklarını ve bir soya dayandıklarını ilham ettirmektedir.
“Karşılıklı dileklerinizi adına bağladığınız Allah’tan ve akrabalık bağlarını çiğnemekten sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir.”
Şayet insanlar bu gerçeği hatırlayacak olurlarsa hayatlarında sonradan meydana gelen, böylece bir tek “nefsin” çocuklarını bölen, bir olan akrabalık bağını parçalayan temelsiz farklar duygularında basitleşecektir.
Çünkü bütün bunlar temelsiz ayrılıklar, akrabalık sevgisine ve gözetim hakkına, nefsin bağına ve sevgi hakkına, ilahlık bağına ve takva bağına baskın çıkmamalıdır.
Bu gerçeğin yerleşmesi, insanlığın başına bir sürü belalar açan ve renk ve ırk ayırımı yapan, varlığını bu ayrılıklara dayandıran, soy ve kavim bağlılığını hatırlayıp birtek insanlık ve biricik ilahlığa bağlılığı unutan modern cahiliyede de aynı belaları tattıran ırkçı çekişmelerin yok olması için yeterlidir.
Ayrıca bu gerçeğin yerleşmesi, Hint putperestliğinde yaygın olan sınıfsal kulluğun ve komünist ülkelerde uğrunda oluk oluk kan akıtılan sınıfsal mücadelenin hayattan uzaklaşması için bir güvencedir. Modern cahiliye, herkesin bir tek nefisten doğduğunu vë herkesin başvuracağı bir rububiyetin varlığını unutarak birtek sınıfın egemenliğini sağlamak için bunu dinsel felsefesinin temeli ve diğer tüm sınıfları ezmek için hareket noktası yapmaktadır.
3- Bir diğer gerçek de, bu tek nefisten “eşinin yaratılmış” olduğuna ilişkin işarettir. İnsanlık bunu kavrayacak olursa bu, içinde yüzdükleri acı hatıraları önlemesi için kefildir. İnsanlık kadın hakkında birtakım iğrenç düşüncelere sahip bulunmaktadır. Onu pislik ve necasetin kaynağı, kötülük ve belaların temeli olarak görmektedirler. Oysa fıtrat ve tabiat bakımından ilk nefistendir kadın. Yüce Allah onu ilk nefse eş olması, böylece onlardan birçok erkek ve kadın türetmek için yaratmıştır. Asıl ve fıtrat bakımından kadın, erkek arasında hiçbir fark yoktur. Fark, yetenek ve görevlerde söz konusudur.
Kuşkusuz insanlık uzun süre bu çölde bocalayıp durmuştur. Bir zaman temelsiz ve boş düşüncelerin etkisiyle kadın, tüm insanlık özelliklerinden ve haklarından yoksun bırakılmıştı. İnsanlık, iğrenç hatasını düzeltmeye çalışınca da bir başka tarafını baskı altına almış oldu. Kadının dizginini serbest bıraktı. İnsan için yaratılmış bir insan, bir nefis için yaratılmış bir başka nefis, bütünün tamamlayıcı yarısı olduğunu, erkek ve kadın birbirinin dengi iki birey olmadıkları, aksine birbirlerini tamamlayan eşler olduklarını unuttu.
İşte sağlam Rabbani metod bu uzak sapıklıktan sonra insanlığı bu basit gerçekle yüzyüze getirmektedir.
4- Aynı zamanda ayet-i kerime insan hayatının temelinin aile olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah bu tohumun yeryüzünde birtek aile ile başlamasını dilemiştir. Bu yüzden ilk başta birtek nefis yaratmıştır, ondan da eşini… Böylece aile iki eşten meydana gelmiş oldu. “Sonra bu çiftten çok sayıda erkek ve kadın meydana getirdi.”
Yüce Allah dileseydi, yaratılışın başlangıcında birçok erkek ve kadın yaratır, eşleştirirdi. Böylece daha yolun başındayken değişik ailelerden meydana gelirlerdi. İşin başında aralarında bir akrabalık ve onları biricik yaratıcının iradesinin ürünü kaynağa bağlayan ilk bağdan yoksun olurlardı. Ancak yüce Allah, bildiği bir işten, kasdettiği bir hikmetten dolayı aralarındaki bağların kat kat olmasını dilemiştir. Öncelikle ilahlık bağından başlamıştır -ki bu temel ve ilk bağdır ardından akrabalık bağını eklemiştir. Böylece ilk aileyi, bir nefisten meydana gelen, aynı özellik ve fıtrata sahip bir erkek ve bir kadından meydana getirmiştir. Bu ilk aileden de birçok erkek ve kadın türemiştir. Bu insanların tümü öncelikle ilahlık bağında birleşmektedirler. Sonra insan topluluğunun dayandığı aile bağında birleşmektedirler.
İslâm düzeninde ailenin bu denli gözetilmesi, iskeletinin korunması, yapısının sağlamlaştırılması ve bu binayı zayıflatacak etkenlerden uzak tutulması bu yüzdendir. Bu zararlı etkenlerin başında fıtrattan uzaklaşma, erkek ve kadının yeteneklerinden ve yeteneklerin birbirleriyle oluşturdukları uyumdan ve bunların erkek ve kadından oluşan aileyi tamamlayacak unsurlar olduğundan habersiz olmaktır.
Bu surede ve bunun dışındaki diğer surelerde İslâm düzeninin aileye verdiği önemin belirtilerini görmek mümkündür. Çünkü kadın bu tür despotça uygulama ve her çeşidiyle cahiliye toplumlarındaki gibi alçak bir bakışla karşılaştığı sürece ailenin sağlam bir yapısının bulunması imkansızdır. Bu yüzden İslâm bu despotça uygulamayı defedip bu alçak bakışı ortadan kaldırmaya büyük önem vermektedir.
5- Son olarak, asırlar boyu içinde iki kişinin birbirine tam anlamıyla benzemediği ve her nesilden gelen fertlerin sayısını kimsenin bilmediği şu geniş alanda (yeryüzünde) -bir nefisten ve birtek aileden türedikten sonra- tüm fertlerin özelliklerinin ve yeteneklerinin farklılığına… Şekillerde, yüzlerde ve karakterlerdeki ayrılığına… Tabiatlarda, mizaçlarda, ahlâk ve duygulardaki başkalığa… Yeteneklerde, ilgilerde ve görevlerdeki farklılığa… Evet, bu birliktelikten fışkıran başkalığa bir kere bakmak, bir ilim ve hikmetle idare eden eşsiz bir yaratıcı gücün varlığını kavramayı sağlayacaktır. Bundan sonra kalp ve göz canlı, olağanüstü müzede dolaşacak, bitmek nedir bilmeyen, sürekli yenilenen, Allah’tan başka kimsenin güç yetiremediği, hiç kimsenin Allah’tan başkasına dayandırmaya cüret edemediği örnekler topluluğunu sèyre dalacaklardır. Sadece dilemesinde herhangi bir sınırlama söz konusu olmayan ve dilediğini yapan irade, birtek asıldan bu sonsuz farklılığı meydana getirebilir.
“İnsan” hakkında bu şekilde düşünmek kalbe, iman ve takva azığından sonra yakınlık ve yararlanma azığını da bahşeden bir güvencedir. Kuşkusuz bu, kazanç üstüne kazançtır. Yükselmeden sonra yükselmedir.
Bunca anlama işaret eden açılış ayetinin sonunda “insanlar”, bazısının bazısına sorduğu Allah’tan ve topluca birleştikleri akrabalıktan sakınmaya yöneltilmektedirler.
“Karşılıklı dileklerinizi adına bağladığınız Allah’tan ve akrabalık bağlarını çiğnemekten sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir.”
Adıyla sözleştiğiniz, anlaştığınız, kiminiz kiminizden O’nun adıyla bağlılık istediğiniz, kiminiz kiminize O’nun adına and içtiğiniz Allah’tan korkun. Aranızdaki ilgilerden, bağlardan ve muameleden korkun.
“Allah’tan sakınmak” Kur’an-ı Kerim’de sık sık tekrarlanmasından dolayı anlaşılır ve bilinen bir şeydir. Fakat “akrabalık bağını çiğnemeden sakınmak” enterasan bir deyimdir. Gölgeleri nefiste birtakım duygular meydana getirmektedir. Ancak, insan bu gölgelerin yaydığını bulamıyor sonra. Akrabadan sakının (korkun). Bağlarını algılayabilmeniz için ince duygulara sahip olun. Akrabalık hakkını algılayın. Haksızlık ve zulümden sakının. Onu hırpalayıp ezmekten uzak durun… Onu incitmekten, yaralamaktan ve ona kızmaktan korkun. Bu husustaki algılayışınızı, ona yönelik vakarınızı, yumuşaklılık ve gölgesine olan arzunuzu inceltin. Sonra bu çeşitli duyguları uyandıran ayet-i kerime Allah’ın gözetimini hatırlatmakla sona eriyor.
“Karşılıklı dileklerinizi adına bağladığınız Allah’tan ve akrabalık bağlarını çiğnemekten sakınınız. Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir.”
Ne korkunç bir gözetim… Gözetici bizzat Allah’tır. Ve O, yarattığını bilen yaratıcıdır. O alimdir, haberdardır. Ne davranışların görüntüsünde ne de kalplerin derinliklerinde hiçbir şey O’na saklı kalamaz.
Bu güçlü ve etkin açılıştan, bu basit ve fıtri gerçeklerden ve bu büyük ve esas temelden aile ve toplum içindeki dayanışmadan, içindeki zayıfların haklarının gözetilmesinden, kadın haklarının ve şerefinin korunmasından, genelde tüm toplum mallarının muhafazasından ve mirasın varisler arasında fertler için adaleti toplum için de iyiliği gözeten düzene dağıtılmasından meydana gelen toplumsal hayatın düzeni oluşturuluyor.
Daha başlarken, yetimlerin varisi durumundan olanlara buluğ çağına erdiklerinde yetimlere mallarını tam ve eksiksiz vermelerini emretmektedir. Ayrıca mallarını ellerinden almak için daha korumaları altında bulunan henüz buluğa ermemiş kızları nikahlamamalarını emretmektedir. Malları kendilerine teslim edildiğinde zarar vereceklerinden korkulan akli dengeleri bozuk olanlara gelince bunlara malları verilmez. Çünkü gerçekte toplumun malıdır. Bunda toplumun ayakta kalması ve yararı söz konusudur. Bu yüzden ifsat edecek birine teslim doğru değildir. Bu arada genel anlamda kadınlarla ilişkilerinde adalet ve iyiliği göz önünde bulundurmaları emredilmektedir.
2- Yetimlere mallarını veriniz, temiz malı murdarı ile değiştirmeyiniz, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz, çünkü bu büyük bir vebaldir.
3- Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızları ile evlendiğiniz takdirde onların haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da eliniz altındaki cariye ile yetininiz Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket budur.
4- Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar mehirlerinin bir bölümünü gönüllü olarak size bağışlarlar ise bunu afiyetle yiyiniz.
5- Allah’ın, sizi başına diktiği malları aptalların (aklî dengesi yerinde olmayanların) ellerine vermeyiniz. Fakat onları bu mallardan besleyiniz, giydiriniz ve kendilerine güzel söz söyleyiniz.
6- Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyiniz. Eğer olgunlaştıklarını görürseniz hemen mallarını kendilerine teslim ediniz. Yetimler büyüyecek endişesi ile bu malları savurganca yemeyiniz. Zengin veliler bu mallara hiç el sürmesin. Fakir veliler ise bu malların geleneklere uygun düşecek kadarını yesin. Yetimlere mallarını teslim ederken yanınızda şahit bulundurunuz. Gerçi hesap sorma merci olarak Allah yeterlidir.
Dediğimiz gibi bu ısrarlı tavsiyeler, genelde tüm zayıfların özelde yetim ve kadınlarının haklarının yok edilmesine ilişkin Arap cahiliyesindeki bir olguya işaret etmektedir. Bu kalıntılar Kur’an’ın eritip yok etmesinden önce aslı da cahiliyeden kopup gelen müslüman cemaatle de varlıklarını sürdürmüşlerdi. Bu konuda Kur’an müslüman kitleye yepyeni bir düşünce, duygu, gelenek ve bakış açısı kazandırmaktadır.
YETİMLERİN MALLARI
“Yetimlere mallarını veriniz. Temiz malı murdarı ile değiştirmeyiniz. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz. Çünkü bu büyük bir vebaldir”
Yetimlerin eliniz altındaki mallarını verin. İyisinin yerine kötüsünü vermeye kalkışmayın. Verimli arazilerinin yerine çorak arazinizi vermeniz gibi… Ya da koyunlarını hisselerini paralarını -çünkü paranın da değerlisi ve değersizi vardır ya da iyisi ve kötüsü bulunan herhangi bir mal gibi… Aynı şekilde tamamını veya bir kısmını malınıza katmakla mallarını yemeyin. Kuşkusuz bunların tümü büyük günahtır. İşte Allah sizi bu büyük günahtan sakındırmaktadır.
Demek ki bunların tümü, ilk defa bu ayete muhatap olan toplumda meydana gelmiştir. Hitap şekli, bunun, aralarında bu işi yapanlara yönelik olduğunu göstermektedir. Bu, cahiliyeden kalma bir izdir. Her cahiliye toplumunda benzerine rastlamak mümkündür. Benzerlerini modern cahiliyede gerek şehirde gerekse köylerde görmemiz mümkündür. Bunca yasal tedbire ve mümeyyiz olmayanların mallarını gözetmek için oluşturulmuş bunca devlet kuruluşuna rağmen yetimlerin malları birçok vasi tarafından çeşitli yollarla ve türlü hilelerle yenmektedir. Bu konuda kanunların yatırımların, göstermelik gözetimlerin yararı olmaz. Kesinlikle, birtek şeyin yararı olabilir, o da takvadır. Vicdanlar üzerindeki içsel gözetimin güvencesi odur. Bundan sonra yasaların bir değeri ve etkisi olabilir ancak. Bu ayetin nüzulünden sonra yetimlerin kendi malını mallarından ayırmaları ve yemeklerini yemeklerinden ayırmaları hususunda sakınmaları bildirildiğinde, sakınma ve büyük günahın meydana geleceğini duydukları takvanın da o denli titizlik gösteren vasilerde olduğu gibi… Çünkü onları sakındıran yüce Allah’tı ve şöyle buyuruyordu:
“Çünkü bu büyük vebaldir.”
Yasama ve düzenlemelerin uygulanması için vicdanda takvadan bir gözetim bulunmadığı sürece kanun ve düzenlemeler yararlı olamaz. Sırları bilen, vicdanları gözeten bir yönden kaynaklanmadıkça (bu kanun ve düzenler karşısında) takva duygusu harekete geçmez. Ancak bu durumda -kanuna saygısızlık yapmamaya özen gösteren- fert Allah’a ihanet ettiğini, O’nun emrine isyan ettiğini, iradesine karşı geldiğini ve yüce Allah’ın bu niyetini ve davranışı bildiğini algılar. İşte bu durumda ayakları titrer, eklemleri gevşer ve takva duygusu harekete geçer.
Kullarını en iyi yüce Allah bilir. Fıtratlarını en iyi O tanır. Onları yaratan olduğuna göre ruhsal ve sinirsel yapılarından da en iyi O haberdardır. Bu yüzden yüce Allah, kalplerde ölçüsü, etkisi, korku ve saygınlığın bulunabilmesi için kulların uyacağı şeriatın kendi şeriatı, kanunun kendi kanunu, düzenin kendi düzeni ve metodun kendi metodu olmasını dilemiştir. Çünkü o, kalplerin korktuğu, titrediği ve gizli sırlara ve kalplerin vakıf olduğunu bildiği bu merciye dayanmadığı sürece hiçbir kanuna itaat edilmeyeceğini bilir. Ayrıca baskı ve sindirmenin kalplerden habersiz yüzeysel gözetimlerin etkisi sonucu kulların koyduğu kanunlara uysalar da kontrolün gaflet anında veya fırsatını buldukça bundan kurtulmanın yollarını aramaktadırlar. Nitekim sürekli bir kahır, öfke ve bu baskıyı bertaraf etme hazırlığı içinde olurlar.
“Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızlar ile evlendiğiniz takdirde onların haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onların arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da elinizin altındaki cariye ile yetininiz. Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket budur.”
Urve b. Zübeyr (Allah O’ndan razı olsun) Hz. Aişe’den “yetim kızlar hususunda adaleti gözetemeyeceğinizden korkarsanız”.. ayetini sordum bana şöyle cevap verdi der: “Ey bacımın oğlu, bu yetim kız velisinin himayesinde bulunur. Velisi malını kendi malına katar, bu arada malı ve güzelliği hoşuna gider. Mehrinde adaleti gözetmeksizin onunla evlenmek ister. Ona başkasının vereceği kadar bir şey verir. Bu yüzden adaletli davranmadıkları ve adet olan mehirlerinin en üstününü vermedikleri sürece onları nikahlamaktan alıkonuldular. Onlardan başka kadınları nikahlamaları emredildi. Urve diyor ki, Aişe şöyle dedi: Bazı insanlar bu ayet geldikten sonra Resulullah’tan (salât ve selâm üzerine olsun) fetva istediler. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: `Onlar senden kadınlara ilişkin fetva istiyorlar. De ki; onlar hakkındaki fetvayı Allah veriyor. Kendilerine farz kılınmış şeyi vermediğiniz ve onlarla evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlar hakkında kitapta size okunanı…” (Nisa suresi; 127) Hz. Aişe (Allah O’ndan razı olsun) diyor ki, “Nikahlamayı arzuladığınız…” sözünden, birinizin malı ve güzelliği az olan yanındaki yetim kızdan yüz çevirmesi kastedilmektedir.
Bu yüzden malları ve güzellikleri az olduğu zaman yüz çevirmemeleri için adaletle davranmadıkları sürece mallarını ve güzelliklerini arzulayanlar onlar nikahlamaktan alıkonuldular.” (Buhari rivayet etmiştir.)
Hz. Aişe’nin hadisi, cahiliye toplumunda yaygın olan sonra da Kur’an, gelip bu yüce direktifler ve “yetimler konusunda adaleti gözetemiyeceğinizden korkarsanız..” diyerek işi vicdanlara dayandırmak suretiyle yasaklayıp yok edene kadar müslüman kitle içinde de varlığını sürdüren düşünce ve geleneklerin bir yönünü tasvir etmektedir. Bu, himayesindeki yetim konusunda adaleti gözetmeyecek vekilinin titiz davranması, Allah’tan sakınıp korkması sonucudur. Ayetin hükmü geneldir. Adaletin gözetileceği yerleri sınırlandırmıyor. Bu durumlarda istenen, tüm şekilleri ve anlamlarıyla adalettir. Mehirle ilgili olması ya da diğer bir değere ilişkin olması önemli değildir. Birinin yetim kızı, kalbinde bir sevgi bulunmadan ve onunla beraberliği arzulamadan sırf malına duyduğu ilgiden dolayı nikahlaması veya evlenmeyi istemediği halde utancından ya da velisinin isteğine karşı geldiğinde malının zayi olacağından korktuğundan dolayı bu isteksizliğini söyleyemeyen kızın isteğini göz önünde bulundurmadan orada hayatın birlikte sürmesine imkan vermeyecek kadar yaş farkı olduğu halde nikahlamak gibi adaletin gerçekleşmesinden endişe duyulan daha nice durumlar…
İşte Kur’an, vicdanı bir bekçi, takvayı da bir gözetleyici konumuna getirmektedir. Geçen ayette, bütün bu direktifleri gerektirecek yüce Allah’ın şu sözü yer almıştı: “Hiç kuşkusuz Allah sizi sürekli gözetmektedir.”
BİRDEN ÇÖK KADINLA EVLİLİK
Veliler himayelerindeki yetim kızlar konusunda adaleti gözetmede kendilerine güvenemiyorlarsa başka kadınlar vardır. Kulun bundan şüphe edip kaçınması için geniş imkanlar vardır.
“Eğer gözetiminiz altındaki yetim kızlarla evlendiğiniz takdirde onların haklarını gerektiği gibi gözetemeyeceğinizden korkarsanız size nikahı düşen kadınlardan ikisi, üçü ya da dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek tadınla evleniniz, ya da eliniz altındaki cariye ile yetininiz. Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket budur.”
Bu, adaleti gözetmeme endişesinden dolayı sakıncalı ve böyle bir durumda bir taneyle ya da elleri altındaki cariyelerle yetinmeyi tavsiye etmekle beraber birden fazla kadınla evlenmeye izindir.
Bu iznin hikmetini ve yararını açıklamak yararlı olacaktır. Bir zamanlar insanlar bu konuda kendilerini yaratan Rabblerine karşı bilgiçlik taslıyorlardı. İnsan hayatı fıtratı ve çıkarı konusunda yüce yaratıcılarından daha isabetli bir buluşa sahip olduklarını iddia ediyorlardı. Bu ve diğer konularda heva, şehvet, bilgisizlik ve körlüğe dayanarak konuşuyorlardı. Sanki kendilerinin algılayıp güç yetirdikleri günümüz koşul ve zorunluluklarını, insanlar için bu kanunları koyduğu gün yüce Allah hesaba katmamış ve takdir buyurmamış gibi…
Bu, küstahça ve edepsizce, kafirce ve sapıkça bir iddia olduğu kadar cahilce ve körce bir iddiadır da. Buna rağmen söylenip duruyorlar.
Küfür ve sapıklıklarında küstahlaşıp utanmaz hale gelen cahil ve körlerin bundan vazgeçtiğini göremezsin. Bu dine karşı komplolar hazırlamaya önem veren odaklar tarafından kiralanan bu kişiler kendilerinden emir alarak, korkmadan fırsatını buldukça Allah’ın dinine karşı küstahlık yapmakta, Allah’a ve O’nun büyüklüğüne karşı gelmekte ve O’nun sistemine utanmazca saldırmaktadırlar.
Bu sorunun -İslâm’ın belirttiği birden fazla kadınla evlenme sorununun- kolaylık, açıklık ve kesinlikle ele alınması ve çevresindeki pratik ve gerçek koşulların bilinmesi gerekir.
Buhari -kendi isnadiyle- şöyle rivayet ediyor: Gıylan b. Selem es-Sekafi müslüman olduğu zaman on tane kanısı vardı. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ona “İçlerinden dört tanesini seç” dedi.
Ebu Davut -kendi isnadiyle- Umeyri el-Esedi’nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Müslüman olduğumda sekiz tane karım vardı. Bunu Peygamber’e söyleyince “İçlerinden dört tanesini seç” dedi.
Şafii Müsnedinde şöyle diyor: Ebu Ziyad’ı dinleyen biri şöyle dediğini haber verdi: Bana Abdulmecid, İbn-i Sehl b. Abdurrahman’dan o da Avf b. Haris’ten o da Nevfel b. Muaviye ed-Deylemi’nin şöyle dediğini haber verdi: “Müslüman olurken beş tane karım vardı. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) “İstediğin dört tanesini seç diğerini bırak” dedi.
O halde İslam bir adamın -hiçbir sınırlama ve kayda uymadan- on tane, daha çok ya da az kadınla evlenebildiği bir dönemde gelmiş ve erkeklere şunu bildirmiştir: Müslümanın aşmaması gereken bir sınır vardır o da “dörttür”.. Bir kayıt vardır o da adaleti gözetme imkanıdır. Aksi takdirde bir taneyle veya eliniz altındaki cariyelerle yetineceksiniz.
İslâm büsbütün serbest bırakmak için gelmemiştir. Daha çok sınırlandırmak için gelmiştir. İşi erkeğin hevasına bırakmamıştır. Birden fazla kadınla evlenmeye bir sınırlandırma getirmiştir. Yoksa verilen izni kaldırırdı.
O halde İslâm neden bu izni vermiştir?
Çünkü İslâm düzeni insan içindir. Realist ve pratik bir düzendir. İnsan fıtratı ve yapısıyla uyum içindedir. İnsanın gerçeklerine ve zorunluluklarına uygundur. Farklı bölge ve zamanlarda ve farklı durumlarda değişen hayat koşullarıyla da uyuşmaktadır.
İslâm, gerçekçi ve pratik bir düzendir. İnsanı, daha yüksek bir düzeye ve üstünlüğün doruklarına yükseltmek için onu içinde bulunduğu durumdan, işgal ettiği konumdan ele almaktadır. Fıtratını inkâr etmeden, bozmadan… Olguyu değiştirmeden, ihmal etmeden… Yönlendirirken baskı ve haksızlığa yeltenmeden.
İslâm, boş bir bilgiçliğe, cıvık bir ukalâlığa, saçma bir idealizme ve insan fıtratı, onun pratiği ve hayat şartlarıyla çarpışıp sonradan toz duman eden düşsel güvencelere dayanan düzen değildir.
O, insan ahlâkını ve toplumun temizliğini gözeten bir düzendir. Bu yüzden, insanın pratiği ile çarpışan zaruretlerin tokmağı altında ahlâkın bozulmasına ve toplumun kirlenmesine neden olabilecek maddi bir olgunun oluşmasına müsamaha göstermez. Daha çok fert ve toplumu, az bir çaba sarf ederek ahlâkın korunmasına ve toplumun temizliğine yardımcı bir ortam oluşturmaya yöneltmektedir.
İslâm düzeninin bu temel özelliklerinin anlamını bu şekilde kavrayıp birden fazla kadınla evlenme sorununa baktığımızda neler görürüz acaba? Öncelikle.. -gerek tarihte gerekse çağımızda- birçok topluma baktığımızda evlenme çağına gelmiş kadınların sayısının evlenme çağına gelmiş erkeklerin sayısından fazla olduklarını bir olgu olarak görmemiz mümkündür. Ancak aradaki boşluk oranının tarihsel olarak hiçbir toplumda dörtte bir oranını aştığı görülmemiştir. Hep bu sınırlar içinde kalmıştır.
O halde değişik uluslarda sürekli tekrarlanan bu olguyu nasıl tedavi edeceğiz? Çünkü bu olguyu görmezlikten gelmenin hiçbir yararı yoktur.
Omuz silkerek mi tedavi edeceğiz? Yoksa şartların ve tesadüflerin gelişine göre kendi kendine tedavi olmasını mı bekleyeceğiz?
Omuz silkmekle sorun çözümlenmez. Toplumun bu olguyu rast gele tedavi etmesi de hoş karşılanmaz. Kendine ve insan türüne saygısı bulunan hiçbir ciddi insan bunu kabul edemez. O halde bir düzen gereklidir. Bir uygulama kaçınılmazdır.
Bu durumda kendimizi üç ihtimalin karşısında buluyoruz:
1- Evlenme çağına gelmiş her erkek evlenme çağına gelmiş bir kadınla evlenecek geri kalan bir veya daha fazla -aradaki farkın derecesine göre- kadın evlenmeden kalacaktır. Hayatını -veya hayatlarını- erkek nedir bilmeden geçireceklerdir.
2- Evlenme çağına gelmiş her erkek sadece evlenme çağına gelmiş bir kadınla temiz ve yasal bir evlilik yapacak sonra da toplumda eşi bulunmayan kadınlardan bir veya daha fazla dost veya metres edinecektir. Bunlar da erkeği haram ve karanlık bir ortamda dost veya metres olarak tanıyacaklardır.
3- Evlenme çağına gelmiş erkekler -tümü ya da bazısı- birden fazla kadınla evlenecektir. Diğer kadın da erkeği aydınlık bir ortamda onurlu bir eş bilecektir, haram ve karanlık bir ortamda dost veya metres değil.
Hayatı boyunca erkek nedir bilmeyen kadının durumu göz önünde bulundurulduğunda, birinci ihtimalin fıtrat ve insan gücünün dışında olduğu anlaşılır. İş ve kazanç bakımından kadının erkekten bağımsızlığını savunan palavracıların çığırtkanlığı bu gerçeği değiştiremez. Çünkü sorun, insan fıtratından habersiz yüzeysel görüşle, palavracı ve ukalâ kişilerin sandığından daha derindir. Bin tane iş, bin tane kazanç, kadını tabii hayata olan fıtri ihtiyacından müstağni kılamaz. Bu, ister bedenin veya içgüdünün istekleri olsun, hayat arkadaşı ve eşle yakınlık gibi ruhun ve aklın istekleri olsun durum değişmez. Erkek çalışır, kazanır, ancak bu ona yetmez. Bir iş edinmeye çalışır. Bu noktada kadın da erkek gibidir. Çünkü ikisi de bir nefisten meydana gelmişlerdir.
İkinci ihtimal, İslâm’ın tertemiz çizgisine, iffetli İslâm toplumunun temeline ve kadının insanlık şerefine zıt bir durumdur. Toplumda fuhşun yaygınlaşmasına aldırış etmeyenler, Allah’a karşı bilgiçlik taslayan ve O’nun şeriatına karşı büyüklenenlerdir. Çünkü onlar, kendilerini bu büyüklenmeden vazgeçirecek kimseyi bulamadıkları gibi üstelik bu dine komplo düzenleyenlerin teşvik ve takdirini buluyorlar yanlarında.
Üçüncü ihtimal İslâm’ın seçtiği ihtimaldir. Bunu, omuz silkmenin ve palavra iddiaların yarar sağlayamadığı bir olguyu karşılamak için şartlı bir durum olarak seçmiştir İslâm, insanı -fıtratı ve hayat şartlarıyla birlikte- ele alırken karşılaştığı pratik bir olgudan dolayı bunu seçiyor. Bunu seçerken de, ahlâkın güzelliğini ve toplumun temizliğini göz önünde bulundurarak kolaylık, yumuşaklık ve pratiklikle insanı düşkünlükten tutup yücelere, üstünlüğün zirvesine çıkaracak metodu takip ediyor.
İkinci olarak, eski-yeni, dün, bugün, yarın ve kıyamete kadarki insan topluluklarına baktığımızda, insan hayatında görmezlikten gelinmesi mümkün olmayan bir olgu göreceğiz.
Verimlilik çağının erkeklerde yetmiş yaşına veya daha yukarı yaşlara kadar sürdüğü halde bu çağın kadınlarda elli yaşın dolaylarında olduğunu görürüz. Burada erkeğin hayatında kadın tarafından karşılık görmediği ortalama olarak yirmi senelik bir verimlilik çağı vardır. Şüphesiz iki türün farklılığı birleşmesinin hedeflerinden ve de verimlilik ve nesille hayatın devam etmesi ve çoğalıp yayılmakla yeryüzünün imarıdır. O halde hayatı erkekteki artık verimlilikten yararlanmaktan engellememiz genel fıtrat kanununa uymayacaktır. Ancak bu fıtri olguya uygun olanı -tüm toplumlar, çağlar ve durumları kapsayacak- bir şekilde -bu iznin- kanunlaşmasıdır. Ancak bireysel zorlamaya başvurmadan, bu fıtri olguya cevap verecek genel bir imkan hazırlamak suretiyle gerektiğinde yararlanması için hayata müsamaha göstermekle olmalıdır. İşte bu, fıtratın pratiği ile ilahi sürekli gözetlenen kanun koyma hikmetine uygun düşmektedir. Beşeri kanunların sayısı fazla değildir. Çünkü insanların gözlemi sınırlıdır, herşeye dikkat edemez, uzak-yakın tüm koşulları kavrayamaz. Olaya her açıdan bakamaz, her ihtimali göz önünde bulunduramaz.
Açıkladığımız gerçeklerle ilişkili olarak, erkeğin fıtri görevini yerine getirmeyi istemesine rağmen -yaşlılık veya hastalıktan dolayı- kadının isteksizliği, buna rağmen her ikisinin de evliliği sürdürmeyi istemeleri ve ayrılıktan dolayı nefret etmeleri zaman zaman gördüğümüz pratik durumlardır. Peki bu gibi durumları nasıl karşılayacağız?
Omuz silkerek, eşlerden her birini kafalarını duvarlara vurmaya terk etmekle mi karşılayacağız? Yoksa boş bir palavracılık ve bilgiçlik insan hayatının ciddiyetine ve sorunlarıyla uyuşmamaktadır.
Bu durumda -yine- kendimizi üç ihtimalin önünde buluruz:
1- Kanun ve otorite gücüyle erkeği, fıtri isteklerini yerine getirmesine engel olacağız. Ona “ayıp be adam, bu yaptığın sana yakışmaz. Yanındaki kadının hak ve şerefiyle de uyuşmaz” diyeceğiz.
2- Bu adamı dilediği kadını dost ve metres edinmesi için serbest bırakacağız. 3- Durumun gereği olarak bu adamın birden fazla kadınla evlenmesine izin vereceğiz ve birinci eşini de boşamasına engel olacağız.
Birinci ihtimal fıtrata aykırıdır ve beşer gücünün üstündedir. Bir erkeğin sinirsel ve ruhsal olarak dayanma gücüne zıttır. Şayet onu kanun ve otorite gücüyle engelleyecek olursak bunun doğuracağı en yakın sonuç, kendisine bunca sıkıntıyı ve Cehennem gibi bir hayatı yükleyen evlilikten nefret etmesidir. İşte evi huzur yeri, eşi de arkadaş ve örtü kabul eden İslâm bundan hoşlanmaz.
İkinci ihtimal İslâm’ın ahlâk prensiplerine aykırıdır. Ayrıca insan hayatının ilerlemesi, yükselmesi, arınması, böylece yüce Allah’ın hayvandan üstün kıldığı insana yakışır bir hayat olması için İslâm’ın uyguladığı metoda da uymamaktadır.
Fıtratın gerçek zaruretlerine ve İslâm’ın ahlâk sistemine cevap veren birinci eşi evlilik olayı gözeterek koruyan, karı-koca arkadaşlıklarını ve hatıralarını sürdürme isteklerini gerçekleştiren ve insanın kolay, rahat ve pratik olarak daha fazla yol almasını kolaylaştıran sadece üçüncü ihtimaldir.
Böyle bir durum, erkeğin fıtri olarak neslin devamını istemesine rağmen kadının kısır olmasıyla da meydana gelebilir. Bu durumda erkeğin önünde bir üçüncüsü bulunmayan iki yol vardır:
1- İnsanın neslin devamına olan fıtri arzusuna cevap vermek için başka bir kadınla evlenmek amacıyla eşini boşayacaktır.
2- Birinci eşiyle olan beraberliğini sürdürmekle beraber başka biriyle evlenecektir.
Bazı bilgiç erkek ve kadınlar birinci yolun tercih edilmesini savunabilirler. Ancak en az yüzde doksan dokuz kadın erkeğe bu yolu gösterenleri lanetleyecektir. Bu hiçbir karşılık göstermeksizin yuvalarını dağıtmaktır çünkü. Kısır olduğu halde evlenme anında kısırlığını açıklayan çok az kadın bulunur. Çoğu kere kısır kadın, diğer kadının kocasından doğurduğu küçük çocuklarda bir cinsiyet, bir huzur bulur. Çünkü kendi çocukları olmadığına üzülse de bu çocuklar evi hareket ve neşeyle doldururlar.
Gerçek hayatı pratik koşullarıyla birlikte düşündüğümüzde durum böyledir. Burada palavraya kulak verilmez, gevezeliğe de cevap verilmez. Ciddi konularda kâmilliğin ve sululuğun yeri yoktur.
Aşağıdaki ayette olduğu gibi sınırlandırma getiren bu izinde yüksek hikmetler bulduk:
“Size nikahı düşen kadınlardan ikisi, üçü, dördü ile evlenebilirsiniz. Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz…”
İzin, fıtri bir gerçeğe, hayati bir olguya cevap vermekte ve toplumu -fıtri zaruretlerin ve değişik olguların baskısı altında- dağılmaktan, çözülmekten ve bunalımdan korumaktadır.
Sınırlandırma da evlilik hayatını aşırılıktan ve kaçınılmaz bir zaruret ve tam bir ihtiyat olmaksızın sırf küçük düşürmek amacına yönelik saldırılardan kadının şerefini korumaktadır. Nitekim sonucu acı zaruretleri barındıran adaleti de içermektedir.
İslâm’ın ruhunu ve direktiflerini kavrayan biri birden fazla kadınla evliliğin teşvik edildiğini, fıtri ya da toplumsal bir zorunluluk olmaksızın serbest bırakıldığını, hayvani zevkten başka bir nedenin olmadığını ve bunun erkeğin, ikide bir dost değiştirmesi gibi eş değiştirmesinden başka birşey olmadığını söyleyemez. Bu bir zorunluluğu karşılayan bir zorunluluktur. Bir sorunun çözümüdür. Hayatın tüm olgularını karşılayan İslâm düzeninde bir sınırlandırma getirilmeksizin hevaya bırakılmış değildir.
Herhangi bir ulus bu izni amacından saptırırsa… Erkekler bu izinden yola çıkarak evlilik hayatını hayvansal zevklerini tatmin ettikleri bir ortama dönüştürürse… Ve bu kuşkulu haliyle “haram” oluşturursa… İşte bu, İslâm’ın öngördüğü birşey değildir. Bunlar da İslâm’ı temsil edemezler. Bunlar İslâm’dan uzaklaştıkları için bu aşağılık duruma düşmüşlerdir. Çünkü onlar İslâm’ın temiz ve şerefli ruhunu kavramamışlardır. Nedeni de İslâm’ın hükmetmediği İslâm şeriatının egemen olmadığı ve İslâm ve şeriatına boyun eğen insanları İslâm’ın direktifleri, kanunları ve gelenekleriyle idare eden müslüman bir otoritenin idare etmediği bir toplumda yaşamalarıdır.
İslâm’a karşı olan, onun şeriat ve kanunundan uzaklaşan toplum bu aşırılığın birinci sorumlusudur. Bu bozuk ve bu aşağılık haliyle “harem” hayatının oluşmasına birinci derecede sorumlu bu toplumdur. Evlilik hayatının hayvansal zevklerin tatmin edildiği bir ortama dönüşmesinin sorumlusu odur. Bu durumu düzeltmek isteyen, insanları İslâm’a, onun şeriatına ve hayat metoduna döndürmelidir. Ancak bu şekilde onları temiz, arınmış doğru ve dengeli bir hayata döndürebilir, çünkü. Bu durumu düzeltmek isteyen insanları İslâm’a çağırmalıdır, ancak sadece bu kısmına değil, hayat metodunun tümüne çağırmalıdır.
Çünkü İslâm düzeni bir bütündür. Tam ve kapsamlı bir şekilde uygulanmadığı sürece işlevini yerine getiremez.
Yerine getirilmesi istenen adalet, davranışlarda, nafakada geçinme ve cinsel ilişkidedir. Kalplerin arzularında ve ruhsal duygularda hiçbir insandan adil olması beklenemez. Çünkü bu insanın iradesi dışındaki bir olaydır. Yüce Allah’ın bu suredeki diğer bir ayette sözünü ettiği adalet budur:
“Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer barışır, Allah’tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.” (Nisa suresi; 129)
Bazı insanların birden fazla kadınla evliliğin haramlığına delil göstermeye çalıştıkları, bu ayettir. Oysa iş böyle değildir. Allah’ın şeriatı sağdan verip soldan alır gibi, bir ayette emrettiğini diğer ayette yasaklayacak kadar komik değildir. Birinci ayette istenen ve gerçekleşmesinden korkulduğunda birden fazla kadınla evliliğin olmamasını gerektiren adalet davranış nafaka, beraberlik cinsel ilişki ve diğer görünür durumlarda gözetilmesi gereken adalettir. Beşeriyetin tanıdığı en üstün insan olan Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) yaptığı gibi hiçbir eşi bu durumların hiç birinde yoksun bırakmamak veya öncelik tanımamak… Bu arada çevresinde bulunanlar ve eşlerinden Resulullah’ın Aişe’yi sevdiğini ona özel kalbî bir ilgi gösterdiğini ve bu sevgiyi diğerleriyle paylaşmadığını bilmeyen yoktu. Çünkü kalpler sahiplerinin egemenliğinde değildir. Onlar Rahman’ın parmaklarından iki parmağının arasındadırlar ve onları dilediği tarafa çevirir. Dinini ve kalbini bilen Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle diyordu: “Allah’ım, bu benim kontrolümde olan kısımdır. Senin kontrolünde olup benim gücümün yetmediği bir konuda beni kırma.” (Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
Bu noktaya geçmeden önce yine tekrarlıyoruz. Birden fazla kadınla evliliği İslâm ortaya çıkarmamış, ona sınırlama getirmiştir.
Bu noktaya geçmeden önce yine tekrarlıyoruz. Birden fazla kadınla evliliği emretmemiş, sadece izin vermiş ve çeşitli bağlarla bağlı kılmıştır. İnsan hayatının gerçeklerini ve insan fıtratının zaruretlerini karşılamak için bu izni vermiştir. Şimdiye kadar algılayabildiğimiz bu gerçekleri ve zaruretleri anlatmıştık. Ancak, bunların ötesinde başka nesillerde başka zorunluluklar da olacaktır kuşkusuz.
Rabbani metodun öngördüğü her hüküm ve direktifin arkasındaki hikmet ve iyiliğin insanlar tarafından tarihin herhangi bir döneminde tam anlamıyle algılanmaması gibi… İnsanlar, sınırlı idrakleri aracılığıyla kısa tarihlerinin herhangi bir döneminde algılasalar da algılamasalar da hikmet ve iyilik her ilahi hükmün arkasında birer zorunluluk ve birer olgu olarak varolmuşlardır.
Ardından, adaletin gerçekleşmesinden korkulduğu zaman ayet-i kerimenin öngördüğü ikinci uygulamaya geçiyoruz:
“…Ama eğer onlar arasında adil davranamayacağınızdan korkarsanız tek kadınla evleniniz, ya da elinizin altındaki cariye ile yetininiz.”
Yani birden fazla kadınla evlenildiğinde adaletin gözetilmeyeceğinden korkulursa bir taneyle yetinilmelidir. Bu sınırı aşmak doğru değildir. Ya da “sahip olduğunuz” kadın esirlerden evlenmek ya da cariye edinmek suretiyle seçebilirsiniz.
Burada ayet herhangi bir sınırlama getirmiyor. Fi Zılâl’in ikinci cüzünde kölelik sorunu üzerinde özetleyerek kısaca durmuştuk. Burada da özel olarak cariyeden yararlanma sorununu iyice açıklamakta yarar vardır.
Cariye ile evlilik, onun insanlık itibar ve şerefinin iadesidir. Bu, kendisinin ve soyunun efendisinden özgürlüğünü kazandığı meziyetlerden biridir. Efendisi evlenme anında azat etmese bile, doğum yaptığında “çocuk anası” olarak adlandırılır ve efendisinin onu satması yasaklanır. Efendisinin ölümünden sonra da özgür olur. Çocuk ise doğduğu günden itibaren özgürdür.
Evlenmeksizin cariyeyle birlikte olma halinde de durum böyledir. Doğurduğu zaman “çocuk anası” sıfatını kazanır ve satılması yasaklanır. Efendisinin ölümünden sonra da özgür olur. Efendisinden doğurduğu çocuk efendisi tarafından nesebi olarak kabul edilirse o da özgür olur. Bu da geleneklerin ortaya çıkardığı bir şeydir.
Evlilik ve birlikte olma, İslâm’ın öngördüğü birçok özgürlük yollarından iki tanesidir. Bununla beraber evlenmeksizin cariyelerle birlikte olma olayı ile ilgili olarak nefiste bir kuşku söz konusu olabilir. Bu yüzden -orada da açıkladığımız gibi- kölelik sorununun bütünüyle zorunlulukların ortaya çıkardığı bir sorun olduğunu hatırlamamız yerinde olacaktır. Allah’ın şeriatını uygulayan müslümanların önderinin ilan ettiği savaşta köle edinmeyi doğuran zorunluluk cariyelerle birlikte olmayı da doğurmuştur. Çünkü öte tarafta hür ve iffetli müslüman kadınların esir düşmeleri bundan çok daha kötü bir durumdur.
Esir düşmüş bu cariyelerin hayatlarında göz önünde bulundurulması gereken birtakım fıtri isteklerinin olduğunu da unutmamamız gerekmektedir. Gerçek anlamda insan fıtratını gözeten pratik bir düzende bu durumun ihmal edilmesi düşünülemez. Kölelik düzeni sürdükçe bu istekler ya evlilik yoluyla çözümlenecek ya da efendisinin evlenmeksizin birlikte olmasıyla çözümlenecektir. Bu da cahiliyede olduğu gibi fıtri ihtiyaçlarını fuhuş veya metres hayatıyla karşılamak suretiyle toplumda ahlâki çöküntünün ve önü alınmaz cinsel taşkınlığın yayılmasını önlemek amacına yöneliktir.
Ancak bazı asırlarda cariyelerin, satın alma, kaçırma ve köle ticareti yoluyla çoğaltılıp saraylarda toplatılmaları, hayvansal cinsi arzuların tatmini için bir araç edinilmeleri, içki, dans ve müzik eşliğinde cariyeler arasında eğlence gecelerinin düzenlenmesi…
Ve bize aktarılan doğru haberlerde veya abartmalarda aktarılan daha nicesi… Bunlara gelince, bunların tümü de İslâmî değildir. Bunlar İslâm’ın işi değildir. İslâm’ın işaretiyle de olmuş değildir. İslâm düzenine mal edilmesi ve onun tarihsel olgusuna eklenmesi doğru değildir.
İslâm’ın tarihsel olgusu, onun temelleri, düşüncesi, şeriat ve ölçüleri uyarınca oluşanıdır. İslâm’ın tarihsel olgusu yalnızca budur. Kendilerini İslâm’a dayandıran toplumların hayatlarında meydana gelen İslâm’ın temellerine ve ölçülerine aykırı uygulamalara gelince onları İslâm’dan saymak yanlıştır. Çünkü bu İslâm’dan sapmadır.
İslâm herhangi bir müslüman ulusun pratiği dışında bağımsız bir yapıya sahiptir. İslâm’ı müslümanlar meydana getirmiş değildir. Fakat müslümanların varlığı İslâm sayesindedir. İslâm köktür, müslümanlarsa dal konumundadırlar, onun ürünü durumundadırlar. Bu yüzden insanların yaptığı ya da anladığı şeyler İslâm düzeninin temelini veya İslâm kavramının esasını sınırlandıramaz. Ancak insanların pratiğinden ve anlayışından bağımsız İslâm’ın değişmez temeline uygun olması müstesna. İslâm’ın değişmez temel kuralları, uygun olanı veya olmayanı bilmeleri için her nesilden insanların pratik yaşayışlarını ve anlayışlarını ölçtükleri ölçüt konumundadırlar.
İnsan öncelikle İslâm düşüncesinden ve kendileri için düzenledikleri görüşlerden kaynaklanan yeryüzü düzenlerinde durum böyle değildir. Böyle bir durum, mümin olduklarını iddia etseler de Allah’ı inkar edip cahiliyeye döndüklerinde söz konusudur. Çünkü Allah’a imanın başta gelen belirtisi, hayat düzenini O’nun metodundan ve şeriatından almaktır. Bu büyük temel olmaksızın imandan söz edilemez. Böyle bir durumda insanların kendileri için koştukları sonra da kendi kendilerine uyguladıkları prensiplerin anlamını sınırlandıran onların değişken anlayış ve hayat düzenlerindeki gelişen durumlardır.
İnsanların kendi kendilerine meydana getirmedikleri ancak, insanların Rabbi, onların yaratıcısı; razıkı ve sahibi olan Allah’ın insanlar için meydana getirdiği İslâm düzenine gelince… Evet, insanlar bu düzende ya ona tabi olacaklar ve durumlarını ona uyduracaklar bu durumda da pratikleri İslâm’ın tarihsel pratiği olacak ya da ondan sapacak veya büsbütün ayrılacaklar bu da İslâm’ın tarihsel pratiği sayılmayacaktır. Çünkü bu durum İslâmdan sapmadır.
İslâm tarihine bakarken bu değerlendirmeyi göz önünde bulundurmak zorunludur. Çünkü İslâm’ın tarih tezi bu değerlendirmeye dayanmaktadır. Bu da toplumun fiili duygusunu kuram ya da pratik yorumu olarak kabul eden, görüş ve ekollerin gelişmesini toplumun bu görüşe ilişkin değişken anlayışlarında araştıran diğer tarih tezlerinden ayrılmaktadır. Bu görüşü İslâm’a uygulamak onun kendine özgü tabiatına ters düştüğü gibi gerçek İslâm anlayışının kavranmasında da büyük tehlikelere neden olur.
Son olarak ayet-i kerime bu uygulamaların tümünün hikmetini açıklamakta ve bunun zulümden kaçınma ve adaleti gerçekleştirme olduğunu bildirmektedir.
“Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket budur.”
İşte bu… -Haklarında adaleti yerine getirmeyeceğinden korktuğunuzda- yetim kızlarla evlenmekten uzak durmanız. Onların dışındaki kadınlardan -ikişer, üçer, dörder evlenmeniz adaleti yerine getiremeyeceğinizden korktuğunuzda- bir tanesiyle evlenmeniz veya sahip olduğunuz cariyelerle yetinmeniz.. “Haksızlığa düşmemeniz için en uygun hareket budur.”
Yani bu durum haksızlık ve zulüm yapmamamıza daha elverişlidir.
Böylece, adalet ve eşitliği araştırmanın bu metodun öngördüğü bir durum olup her parçasının hedefinin de bu olduğu ortaya çıkmış oluyor. Aile yuvasında adaleti gözetmekse en uygun olanıdır. Çünkü aile tüm toplumsal yapının ilk tuğlası ve genel toplumsal hayata atılmanın ilk noktasıdır. Nesiller burada olgunlaşır. Burası şekillenmeye müsait işlenebilir yumuşak bir ortamdır çünkü. Şayet bir toplum adalet, sevgi ve barışa dayanmazsa o toplumun tümünde adalet, sevgi ve barışın yer etmesi mümkün değildir.
KADIN HAKLARI
Daha sonra ayet-i kerimenin akışı yetimlerin gözetilmesine ilişkin sözünü tamamlamadan önce -kendi isimlerini alan bu surenin ilk bölümü kendilerine ayrılan- kadın haklarını belirtmeye geçerek şöyle buyuruyor:
“Kadınların mehirlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz. Fakat eğer onlar mehirlerinin bir bölümünü gönüllü olarak size bağışlar ise bunu afiyetle yiyiniz.”
Bu ayet mehir konusunda kadına açık ve kişisel bir hak kazandırıyor. Bu hakkın cahiliye toplumunda çeşitli şekillerde yenilmesini haber veriyor. Bunlardan bir tanesi, sanki kadın alışveriş metaıdır. O da sahibiymiş gibi velinin mehri kendine almasıdır. Bir tanesi de evlilikte “değiş tokuştu”, velisinin himayesindeki kadını almak isteyen kişinin himayesindeki kadını karşılığında almak suretiyle evlendirmesiydi. Birine karşılık diğeri. İki veli arasında yapılan bir alışverişti bu, kadınların hiçbir payı söz konusu değildi. İki hayvan değiştirilir gibi… İslâm bu tür evliliklerin tümünü yasakladı. Evliliği iki kişinin isteyerek ve seçerek birleşmesine dönüştürdü. Mehri de kadının kendisi için aldığı bir hak şekline soktu velisi için değildi. Kadının buna almayı bir farz ve karşı gelinmez bir görev olarak algılaması için mehrin adlandırılmasını ve belirlenmesini de zorunlu kılmıştır. Erkeğin bunu karşılıksız olarak vermesini şart koşmuştur. Yani temiz bir bağlı olarak gönül hoşluğuyla bağış ve hibe verir gibi yerine getirmelidirler. Ancak bundan sonra kadın kocasına mehrinin bir kısmını ya da tümünü gönül hoşluğuyla birşey verirse bu onun bileceği bir iştir. Gönül hoşluğuyla ve içten gelerek bunu yapabilir. Erkek de karısının gönül hoşluğuyla verdiğini alabilir. Helal ve temiz olarak afiyetle ve kolaylıkla yiyebilir. Çünkü iki eşin arasındaki ilişkiler, tam bir hoşnutluğa, mutlak bir seçime, kalpten gelen bir hoşgörüye ve şuradan buradan toz bulaşmayan sevgiye dayanmalıdır.
İşte bu uygulamayla İslâm, kadının kendisi, mehri, hakkı, canı, malı, şeref ve konumuna ilişkin cahiliye tortularını hayattan uzaklaştırmak istemiştir. Bu arada erkekle kadın arasındaki bağları da kurutmamıştır. Konuyu sadece kanunun kesinliğine dayandırmamıştır. Karşılıklı hoşgörü, hoşnutluk ve sevginin de bu ortak hayatta yer almalarını ve bu hayatın atmosferin yumuşaklıklarıyla nemlendirmelerini sağlamıştır.
ÖZEL MÜLKİYET
Ayetlerin akışı -yetim kızlarla ve diğer kadınlarla evliliği teşvik eden- kısmı sona erince yetimlerin malına dönmekte ve surenin ikinci ayetinde yetimlerin mallarının verileceği ilk merci özet bir şekilde ifade edildikten sonra burada da mallarının geri verilmesine ilişkin hükümleri ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır.
Bu mal yetimlerin malı da olsa -bundan önce- toplumun malıdır. Yüce Allah, bunu toplumun ayakta kalması için bahşetmiştir. Ve toplum bu maldan en güzel bir şekilde yararlanmak durumundadır. Çünkü öncelikle tüm malların sahibi toplumdur. Yetimler veya varisleri -toplumun izniyle- bu malı arttırmak için ellerinde bulundururlar. Malı çoğaltıp arttırabildikleri, tasarruf ve idaresinde yetkinlik gösterdikleri sürece hem kendilerini hem de toplumu bu maldan yararlandırırlar. -Bütün hak vakayıtlarıyla özel mülkiyeti bu çerçeveye oturtmak lazımdır.- Malın idaresini ve arttırmasını beceremeyen mal sahibi sefih (zayıf akıllı) yetimlere gelince, özel mülkiyet hakları sürse ve bu hak ellerinden alınmasa bile bu mal kendilerine teslim edilmez ve onlara mal üzerinde tasarruf ve yönetme yetkisi verilmez. Büyük insanlık ailesinin genel dayanışma temeli olan ailesel dayanışmayı gerçekleştirmek için yetime yakınlık derecesi göz önünde bulundurularak, toplum içinde toplumun bu malını en iyi idare edecek birine verilir tasarruf yetkisi. Bununla Beraber, sefihin (zayıf akıllı) malındaki geçinme, giyinme ve güzel muamele hakkı her zaman mevcuttur:
`Allah’ın sizi başına diktiği malları aptalların (akli dengesi yerinde olmayanların) ellerine vermeyiniz. Fakat onları bu mallardan besleyiniz, giydiriniz ve kendilerine güzel söz söyleyiniz.”
Akılsızlık ve olgunluk -büluğ çağından sonra- anlaşılır. Bu olay hükümlerle anlamının açıklanmasını gerektirmeyecek şekilde geleneksel olarak bilinmektedir zaten.
Çevre, olgun kişiyi sefih (zayıf akıllı) ten ayırd edebilmektedir. Şunun olgun şunun da sefih olduğunu görmektedir. Çünkü buluğa ermedikçe bu görev yerine getirilemez. “Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyiniz. Eğer olgunlaştıklarını görürseniz hemen mallarını kendilerine teslim ediniz. Yetimler büyüyecek endişesiyle bu malları savurganca yemeyiniz. Zengin veliler bu mallara hiç el sürmesinler. Fakir veliler ise bu malların geleneklere uygun düşecek kadarım yesin. Yetimlerin mallarını teslim ederken yanınızda şahit bulundurunuz. Gerçi hesap sorma merci olarak Allah yeter.”
Nassın genel havasında rüşt çağına geldiğinde yetime malının teslim edilişi uygulamasındaki dikkat sezilmektedir. Ayrıca, yalnızca -büluğdan sonra- olgunlaşması anında mallarını tam ve eksiksiz olarak çabucak verilmesinin zorunluluğu da gözlenmektedir. Bu arada malı elinde bulunduranın koruması, sahip çıkması, büyüyüp teslim etmeden önce çabucak yiyip israf etmemesi de telkin edilmektedir. Ancak -velinin zengin olması durumunda- idare etmesi karşılığında az birşeyi alması muhtaç olması durumunda ise en sınırlı biçimde ondan birşeyler yemesi hoş karşılanmaktadır. Malın tesliminde şahitlerin bulunması da belirtilmektedir.
Ayetin sonunu da Allah’ın herşeyi gördüğü ve hesaba çekeceğinin hatırlatılması oluşturmaktadır.
“Gerçi hesap sorma merci olarak Allah yeter.”
Bütün bu tekitler, ayrıntılı açıklamalar, bunca hatırlatma ve sakındırmalar, toplumdaki zayıfları oluşturan yetimlerin malları üzerindeki çevrenin yaygın geleneğin değişmesinin, herhangi bir yolla oynanmasına imkan bırakmayacak şekilde bunca sıkı tutmaya, bunca tekide ve ayrıntılı açıklamaya muhtaç olduğunu göstermektedir.
Rabbani metod ruhlarda ve toplumlarda yereden, cahiliye alametlerini kaldırıyor, toplumun çehresindeki cahili çizgiyi silip yerine İslâm’ın güzelliğini yerleştiriyordu. Böylece Allah korkusu ve O’nun gözetiminin gölgesinde, duygulan, gelenekleri, hüküm ve kanunlarıyla yepyeni bir toplum meydana getiriyordu. Bunları da hükümlerinin uygulanması için son güvence olarak belirliyordu. Zaten, herhangi bir hüküm için yeryüzünde bu takvadan ve bu gözetimden başka güvence söz konusu değildir.
“Hesap sorma merci olarak Allah yeter.”
Cahiliye döneminde Araplar, -çoğunlukla- genç kızları ve kız çocuklarını basit bir miktarın dışında mirastan yoksun bırakırlardı. Çünkü ne bunlar ne de onlar ata binip düşmanı karşılayamazlardı. Oysa İslâm -temelde mirası derecelerine ve sonradan belirlenecek paylarına göre- tüm akrabalar için bir hak kılmıştır. Bu durum, bir ailedeki fertler arasında ve genel anlamda tüm insanlar arasında dayanışma hususundaki İslâm’ın görüşüne uygundur. “Ganimet elde eden zorluklarına katlanmalıdır” kuralı uyarınca akrabalar, muhtaç olması durumunda akrabanın nafakasından sorumlu oldukları gibi öldürme durumunda diyet vermekte ve yaralamada karşılığını vermekte güvence konumundadırlar. O halde -mal bıraktığında- akrabalık derecesi ve sorumluluğu oranında ona varis olmaları adaletin gereğidir. İslâm tam ve uyumlu bir düzendir. Mükemmellik ve uyumluluğu, hak ve görevleri dağıtımında açıkça görülür.
Genel anlamda mirasın temeli budur. Kimi zaman miras ilkesi etrafında orada burada koparılan yaygaraları duymuyor değiliz. Ancak bu, insan tabiatından ve hayatının pratik şartlarından habersiz ve Allah’a karşı büyüklük taslamaktan başka birşey değildir.
Kuşkusuz İslâm’ın toplumsal düzeninin dayandığı esasların kavranması bu şamatalara kesin bir sınır koyar.
Bu düzenin temeli dayanışmadır. Bu dayanışmanın İslâm’ın öngördüğü temellere oturması için de insan ruhundaki değişmez fıtri eğilimlere dayanması gerekir. Çünkü bu eğilimleri yüce Allah boşuna yaratmamış aksine insan hayatında temel bir rol oynamaları için yaratmıştır.
Uzak-yakın aile bağları gerçek fıtri bağlar olduklarından herhangi bir nesil tarafından seçilemedikleri gibi tüm nesiller tarafından da seçilemez tabiatiyle. Bu yüzden bu bağların ciddiyeti, derinliği ve hayatın yükselmesi, korunması ve ilerlemesine olan etkisini tartışmak laf kalabalığından öteye geçmez. Bu nedenle saygıyı hak etmez. Bu yüzden İslâm, aile içindeki dayanışmayı genel toplumsal dayanışma yapısının temel taşı kılmıştır. Mirası da aile içindeki bu dayanışmanın belirtisi kılmıştır. Buna ilaveten genel toplumsal ve ekonomik düzen içindeki başka görevleri de vardır.
Şayet bu adım yetersiz kalır ve dayanışmaya ihtiyaç gösteren tüm durumları kapsamına alamazsa bu durumda önceki adımı tamamlamak ve güçlendirmek için bilinen yerel toplum içinde ikinci adım atılır. Bu da yetersiz kalırsa, ailenin ve sınırlı yerel toplumun çabalarına rağmen eksik kalmış yardımlaşma ve dayanışmayı tamamlamak için müslüman devletin rolü devreye girer. Böylece bütün ağırlık devletin genel organlarının omuzuna yüklenmemiş olur. Öncelikle.. Aile ya da küçük bir topluluk içindeki dayanışma latif ve şefkatli duyguların oluşmasını sağladığı için. Bu duyguların etrafında yardımlaşma ve karşılıklı vermenin meziyetleri yapmacık olmayan tabii bir gelişme sağlar. -Üstelik bu duygular, alçak, uğursuz ve kötü kimselerden başkasının ortadan kaldıramayacağı duygulardır: Özel şekliyle aile içindeki dayanışmaya gelince bu, fıtrata uygun tabii etkiler meydana getirir. Ferdin kişisel çabasının etkilerinin akrabalarına -özellikle zürriyetine- döneceğini bilmesi onu, çabasının arttırmaya sevk eder. Bu durumda, dolayısıyle toplum kazançlı çıkar. Çünkü İslâm fertle toplum arasına mesafeler koymaz. Ferdin sahip olduğu herşey, ihtiyaç duyulduğunda sonuçta toplumun malıdır.
Bu son kural -dendiği gibi- yorulmayan ve çaba sarf etmeyen kimselerin varis olmasına ilişkin yüzeysel itirazları ortadan kaldırmaktadır. Çünkü şu varis bir yönden miras bırakanın devamıdır. Sonra kendisi mal sahibi olduğunda miras bırakanın muhtaç olması halinde ona bakmakla yükümlüdür. Ayrıca, genel dayanışma kuralı uyarınca kendisi ve sahip bulunduğu şeyler sonuçta ihtiyaç duyduğunda toplum içindirler.
Nitekim varis ile miras bırakan -özellikle zürriyet- arasındaki ilişki mal ile sınırlı değildir. Mal üzerindeki veraseti ortadan kaldırsak bile, aralarındaki diğer bağları ve başka alanlardaki veraseti kesemeyiz.
Anne, baba, dedeler ve tüm akrabalar, çocuklarına, torunlarına ve akrabalarına sadece mal bırakmazlar, iyilik ve kötülük yeteneklerini, hastalık ve sağlık konusunda kalıtımsal özellikler, sapıklık, doğruluk, güzellik, çirkinlik, zeka ve aptallık gibi şeyler de bırakırlar. Bu özellikler varislere de geçer, hayatlarını etkiler ve ebediyyen onları terk etmezler. Onlar kendilerini hastalık sapıklık ve aptallıktan kurtaramadıkları gibi -tüm araçlarıyla- devlet de onları bu kalıtımlardan kurtaramaz.
İşte insan hayatındaki pratik fıtri oluşlar ve bunların dışında daha birçok toplumsal yararlar için, yüce Allah miras hükmünü koymuştur.
7- Ana-babanın ve yakın akrabaların bıraktıkları mirasta erkeklerin payı olduğu gibi kadınların da payı vardır. Bu miras ister az, ister çok olsun, onda erkeğin ve kadının belirlenmiş payları vardır.
İşte bu, -prensip olarak- kadınlara da erkekler gibi miras hakkını veren İslâm’ın ondört asır önce yerleştirdiği bir ilkedir. Bununla cahiliyenin haksızlık ettiği ve haklarını yediği küçüklerin haklarını da korumuştur. Çünkü cahiliye, savaş ve üretimdeki pratik değerlerine göre bakıyordu fertlere. İslâm ise insana “insanlık” değerine göre bakan Rabbani bir sistem getirmiştir. Kuşkusuz bu değer, hiçbir durumda insandan ayrılmayan temel bir değerdir. Ayrıca -bundan sonra aile ve toplum içindeki pratik yükümlülüklerine göre bakar.
MİRAS
8- Eğer miras bölüşümü sırasında pay sahibi olmayan uzak akrabalar, yetimler ve yoksullar hazır bulunursa onlara da bir şeyler veriniz ve kendilerine gönül alıcı sözler söyleyiniz.
Miras düzeninde -değinileceği gibi- bazı akrabalar mirastan alıkonulurlar. Akrabalıkları var, ancak, varis olamıyorlar. Çünkü onlardan daha yakın akrabalar önlerine geçip mirastan yoksun bırakır onları. Ayetin akışı, mirastan alıkonulan bu kişilere gönüllerini hoş tutmak için -paylaşmada hazır bulunurlarsa sınırlandırmadan bir hak tanımaktadır. Bu şekilde malin paylaşıldığını gördükleri halde bundan yoksun bırakılmalarından dolayı üzülmesinler. Bir de ailesel bağların ve kalbi sevginin korunması amacına yöneliktir bu hak. Ayrıca, genel dayanışma kuralı uyarınca bunun gibi yetim ve fakirler için de bir hak ayrılmaktadır.
“Eğer miras bölüşümü sırasında pay sahibi olmayan uzak akrabalar, yetimler ve yoksullar hazır bulunursa onlara da birşeyler veriniz ve kendilerine gönül alıcı sözler söyleyiniz.”
Bu ayet hakkında seleften farklı rivayetler gelmiştir. Kimine göre bu ayet, miras payını sınırlandıran ayetlerce neshedilmiştir. Bazısı muhkem olduğunu söylemiştir. Kimisi ayetin anlamının farz olduğunu söylemiştir. Kimisi de varislerin hoşuna gittiği sürece müstehap olduğunu düşünmüştür. Biz burada nesh olayına ilişkin bir kanıt göremiyoruz. Bize göre ayet muhkemdir. Bir taraftan hükmün kesinliğine öte taraftan da hükmetmenin farz olduğu görüşündeyiz. Burada denilen husus, her halukârda aşağıdaki ayetlerde sınırlandırılan miras paylarından farklı bir şeydir.
9- Arkalarında güçsüz çocuklar bırakıp ölecek olsalar çocuklarının hali nice olur diye kaygı duyanlar yetimlere haksızlık etmekten korksunlar, Allah’tan sakınsınlar ve doğru konuşsunlar.
10- Yetimlerin mallarını haksız biçimde yiyenler, midelerini ateşle doldurmaktan başka birşey yapmıyorlar. Zaten kudurmuş alevlerin içine atılacaklardır.
11- Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder. Eğer ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte ikisi onlarındır, eğer bir kızı varsa mirasın yarısını alır.
Eğer ölenin çocuğu varsa vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra artakalacak malının altıda birerlik bölümü anasına ve babasına düşer. Eğer çocuğu olmaz da ana-babasını mirasçı olarak bırakarak ölürse anası mirasının üçte birini alır. Eğer ölenin kardeşleri varsa mirasının altıda biri annesine verilir. Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha hayırlı olacaklarını bilemezsiniz.
Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.
Ayetlerin akışı, varislerin paylarını belirlemeye geçmeden önce yetimlerin malını yemekten sakındırmaya dönüyor. Bu sefer kalpleri iki güçlü dokunuşla uyarmak için dönüyor bu konuya. İlki, babalık merhametinin, zayıf zürriyete karşı duyulan fıtri şefkatin ve hesaba çeken ve gözeten yüce Allah’ın korkusunun kaynağına dokunuştur. İkincisi de, korkunç bir somut sahnede ateşten duyulan korkunun, alevden yayılan ürpertinin yerine dokunuştur.
“Arkalarında güçsüz çocuklar bırakıp ölecek olsalar çocuklarının hali nice olur diye kaygı duyanlar yetimlere haksızlık etmekten korksunlar. Allah’tan sakınsınlar ve doğru konuşsunlar.”
“Yetimlerin mallarını haksız biçimde yiyenler, midelerini ateşle doldurmaktan başka birşey yapmıyorlar. Zaten kudurmuş alevlerin içine atılacaklardır.”
İşte böyle ayet-i kerime ilk dokunuşu kalplerin içine küçük zürriyetlerine karşı ince duygulara sahip babaların kalplerine yapıyor. Bunu da zürriyetlerini, kanadı kırık, ne acıyanı ne de koruyanı bulunmayan bir durumda tasvir ederek gerçekleştirmektedir. Böylece babalarını yitirdikten sonra kendilerine teslim edilen yetimlere karşı şefkat duygularının harekete geçirilmesi amaçlanmaktadır. Çünkü onlar, kendilerinden sonra zürriyetlerinin, kendilerine emanet edilen şu yetimler gibi sağ kalanlardan kime teslim edileceğini bilemezler. Bu arada yüce Allah’tan korkmaları tavsiye edilmektedir. Belki yüce Allah onların küçüklerine de takva sahibi, titiz ve şefkatli birini veli kılar. Ayrıca mallarını ve eşyalarını gözettikleri gibi onları terbiye edip gözetirken yetimlere doğru söz söylemeleri de tavsiye edilmektedir.
İkinci dokunuşa gelince… Bu, korkunç bir tablodur. Karınlardaki ateş tablosu… Ve en sonunda varılacak yerdeki korkunç alev tablosu. Çünkü bu mal ateştir. Ve onlar da bu ateşi yiyorlar. Kuşkusuz onlar sonuçta ateşe varacaklardır. Bu, karınları ve derileri kavuran bir ateştir. İçi de dışı da ateştir bunun. Bu ateş somuttur. Nerdeyse karınlar ve deriler hissedecek. Öyle ki karınları ve derileri yakışını gözler görür gibi oluyor.
Kuşkusuz Kur’an’ın bu hükümleri, kat’i ve köklü işaretleriyle müslüman ruhlarda yapacağını yapmıştır. Onları cahiliye tortularından kurtarmıştır. Onları kuvvetle sarsmış, üzerlerinden bu tortuları gidermiştir. Kalplerine korku, titizlik, takva ve yetimlerin malına dokunmaktan -evet dokunmak- sakınma duygularını yerleştirmiştir. Yetimlerin mallarında, yüce Allah’ın şu güçlü ve derin işaretleri bulunan ayetlerde sözünü ettiği ateşi görüyorlardı. Bu yüzden yetimlerin mallarına dokunmaktan çok korkuyorlardı. Bu korkularında da oldukça mübalağalı davranıyorlardı.
Ata b. Said yoluyla, Said b. Cübeyr’den o da İbn- Abbas’tan (Allah O’ndan razı olsun) şöyle rivayet edilir: “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler…” ayeti indiğinde yanında yetim bulunan kimseler hemen yemeğini yetimin yemeğinden, içeceğini içeceğinden ayırdılar. Yetim için birşey hazırlayıp bekletirlerdi. O da yerdi ya da bozulurdu. Bu onların zoruna gitti. Bunu gidip Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) anlattılar. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
“Sana yetimler hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların durumlarını düzeltmek hayırlı bir iştir. Eğer kendileriyle bir adada yaşıyorsanız, onlar artık kardeşlerinizdir. Allah kimin işleri bozucu ve kimin düzeltici olduğunu iyi bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zora koşardı…” (Bakara suresi; 220)
Bunun üzerine yemeklerini yemeklerine, içeceklerini içeceklerine kattılar.”
Kur’an’ın metodu bu vicdanları şu aydın ufuklara böyle yükseltiyordu. Onları böylesine olağanüstü bir şekilde cahiliye karanlığından arındırıyordu.
MİRAS NİZAMI
Şimdi miras düzenine gelmiş bulunuyoruz. Bu da yüce Allah’ın anne-babaya yönelik çocuklarına ilişkin bir tavsiye ile başlıyor. Bu tavsiye de gösteriyor ki, yüce Allah, çocuklar konusunda anne-babadan daha merhametli, daha iyiliksever ve daha adildir. Ayrıca bu düzenin tümden Allah tarafından olduğunu da göstermektedir. Çünkü anne-baba ve çocukların, akraba ve yakınlarının arasında hükmeden odur. Ona başvurmaktan, tavsiye ve hükmünü uygulamaktan başka seçenekleri yoktur onların. Daha önce değindiğimiz gibi bütün surenin açıklama ve kapsamıyla uğraştığı “din”in anlamı budur. Böylece miras konusunda genel bir ilkenin belirlenmesine başlamaktadır ayet. “Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder.”
Sonra bu büyük gerçeğin ve genel ilkenin gölgesinde ayrıntılara ve payların dağıtılmasına geçmektedir. Bu ayrıntılar iki ayeti kapsamaktadır. Birincisi varislerin usul (babadan yukarısı) ve furu (çocuktan aşağısı) olmalarına ilişkindir. İkincisi de evlilik ve (ölenin usul ve furunun bulunmaması durumu) durumlarına özgüdür. Sonra surenin son ayetinde Kelâle (yeri gelince değineceğiz)’nin bazı durumlarını tamamlamak için mirasa ilişkin geri kalan hükümler gelmektedir.
Surenin sonunda yer alan aşağıdaki ayetlerde bu iki ayete bağlıdır.
“Senden fetva isterler. Onlara de ki; Geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölen kimsenin mirasının nasıl bölüşüleceği hakkında Allah size şu hükmü öneriyor: Eğer geride çocuk bırakmaksızın ölen erkeğin kız kardeşi varsa mirasının yarısı kız kardeşine düşer Fakat kendisi, çocuk bırakmaksızın ölen kız kardeşinin mirasının tamamını alır. Eğer adamın iki kız kardeşi varsa bunlara mirasın üçte ikisi verilir. Eğer hem erkek hem de kız kardeşleri varsa erkeğin payı, kızın payının iki katı olur. Allah şaşırmayasınız diye, size hükmünü böyle açıklıyor. Allah herşeyi bilir.” (AI-i İmran suresi; 176)
Şu üç ayet feraiz ilminin -yani miras ilminin- temel esaslarını içermektedir. Ayrıntılara gelince bazısını Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) uygulaması belirlemiştir. Geri kalanını da fakihler, temel esaslar uyarınca içtihat yoluyla belirlemişlerdir. Burada konunun ayrıntı ve uygulamasına girme imkanı olmadığından ve esasında yeri de fıkıh kitapları olduğundan -Fi Zılâl-il Kur’an’da bu hükümlerin yorumu ve kapsadığı İslâm metodunun temellerinin değerlendirilmesiyle yetiniyoruz.
“Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size, erkeklere, kızlarınınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder.”
Bu başlangıç -daha önce de anlattığımız gibi- bu feraizin döndüğü temeli ve kaynaklandığı merciyi göstermektedir. Yüce Allah’ın çocuklar konusunda anne babadan daha merhametli olduğunu gösterdiği gibi. Çünkü o bir şeyi farz kılıyorsa bu, anne-babanın onlar için istediğinden daha iyidir.
Her iki anlam da birbirine bağlıdır ve birbirini tamamlamaktadır.
Kuşkusuz tavsiye eden, farz kılan ve mirası insanlar arasında bölüştüren yüce Allah’tır. Nitekim herşeyi tavsiye edip farz kılan ve bütün rızıkları insanlar arasında bölüştüren de O’dur. Düzen, şeriat ve kanunlar Allah’tan alınır. İnsanlar hayatlarının belli başlı konularında -mallarının, geride bıraktıklarının, zürriyetleri, çocukları arasında bölüştürülmesi gibi- Allah’a başvurmalıdırlar. İşte din budur. O halde hayatlarıyla ilgili tüm konularda sadece Allah’a başvurmadıkları sürece insanların dini yoktur. Bu işlerden herhangi biri için -büyük veya küçük diğer bir kaynağa başvurdukları sürece orada İslâm’dan söz edilemez. Orada şirk var, küfür var ve İslâm’ın köklerini insanların hayatından söküp atmak için geldiği cahiliye var.
Yüce Allah’ın tavsiye ettiği, farz kıldığı ve insanların hayatında hükmettiği herşey -bunlar arasında, mallarının ve geride bıraktıkları şeylerin zürriyetlerinin ve çocuklarının arasında bölüştürülmesi gibi en özel işlerine ilişkin hükümler de olmak üzere- kendi kendilerine paylaştıklarından ve zürriyetleri için seçtiklerinden daha iyi ve daha yararlıdır. İnsanların, “Biz kendimiz seçeriz ve bizim yararımıza olanı en iyi biz biliriz” demeye hakları yoktur. Çünkü bu -batıldan da öte- küstahlıktır, büyüklenmedir, Allah’a karşı bilgiçlik taslamadır. Küstah cahillerden başkasının yeltenemeyeceği boş bir iddiadır.
Avfi İbn-i Abbas’tan (Allah O’ndan razı olsun) rivayet ediyor: “Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder.”
İçinde yüce Allah’ın erkek ve kız çocuğu ve anne-babanın miras bölüşmesindeki paylarını belirleyen hükümleri inince insanların -veya bazısının- hoşuna gitmedi. “Kadına dörtte bir veya sekizde bir veriliyor, kız çocuğa yarısı veriliyor ve küçük çocuklara da veriliyor. Oysa bunlardan hiçbiri düşmanla savaşamaz ve ganimet toplayamaz” demeye başladılar. Ardından “Bu konuyu hiç konuşmayın belki Resulullah unutur ya da biz söyleriz de değiştirir” dediler. Sonra da gidip “Ya Resulullah kız çocuğuna babasının mirasının yarısı veriliyor, oysa ne ata binebilir ne de düşmanla savaşabilir. Çocuğa da miras veriliyor. Oysa hiçbir işe yaramıyor” dediler. Cahiliyede böyle yapıyorlardı. Düşmanla savaşamayanlara mirastan hiçbir pay vermezlerdi. Savaşana da bol bol verirlerdi ” ( İbn-i Ebu Hatem ve İbn-i Cerir rivayet etmiştir.)
Bu Allah’ın farz ettiği ve adaletle ve hikmetle paylaştırdığının karşısında bazı göğüslerde depreşen Arap cahiliyesinin mantığıdır. Allah’ın farzı ve paylaşması karşısında bugün bazı gönüllerde depreşen çağdaş cahiliyenin mantığı Arap cahiliyesinin mantığından az çok farklı olabilir. Çağdaş mantık şöyle diyor: Çocuklarımız arasında emek sarf etmeyen ve yorulmayanlara nasıl mal veririz? Bu mantık da böyle…Her ikisi de hikmeti kavrayamıyor, edepli davranamıyor. Bu yüzden ikisi de cehalet ve edepsizlikte birleşiyor.
“Erkeğe dişinin iki payı..”
Ölünün erkek ve kız çocuklarından başka varisleri yoksa bunlar, “kıza bir pay erkeğe de kızın iki payı verilir.” Esasına göre tüm terekeyi alırlar.
Bu işte bir cinsin diğer cinse göre kayırılması gibi bir durum söz konusu değildir. Konu tamamen aile yapısında ve İslâm’ın toplumsal düzeninde erkek ve kadının yüklerinin arasında denge ve adaleti gözetmek amacına yöneliktir.
Çünkü erkek kadınla evlenirken onun ve ondan olan çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamayı da üstlenmektedir. Kadın ister onunla beraber olsun ister boşanmış olsun fark etmez. Kadına gelince ya kendi başına kalacaktır, ya da evlenmeden veya önce kendisine bakan bir erkek olacaktır. Hiçbir zaman ne kocasının ne de çocuklarının nafakasından sorumlu değildir. Erkek ise -en azından aile yapısında ve İslâm’ın toplumsal düzeninde kadının yükünü hafifletmekle yükümlüdür. Bu yüzden şu hikmet bölüşümde külfet ve nimet arasında bir uygunluk olduğu gibi adalet de görülmektedir. Bunun dışında bu paylaşımla ilgili söylenen sözler bir açıdan da Allah’a karşı edepsizliktir. Ayrıca toplumsal ve ailevi düzen içinde beraberinde hayatın dengede kalamayacağı bir sarsıntıdır.
Paylaşma, temelden furuu sayılanların varis olduklarının belirlenmesiyle başlıyor.
“Eğer ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte ikisi onlarındır.”
Ölenin erkek çocuğu yoksa ve iki veya daha fazla kız çocuğu varsa mirasın üçte ikisi onlarındır. Bir kız çocuğu varsa o zaman da yarısı onundur. Sonra terekenin geri kalan kısmı yakın akrabalarına verilir. Baba, veya dede yahut öz kardeş veya babanın kardeşi, ya da amca veya usulun çocukları gibi.
Nass şöyle diyor: “Eğer ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte ikisi onlarındır.” Bu da -ikiden fazla olmaları durumunda- kızlara üçte iki pay verileceğini gösteriyor. Sadece iki kızın mirastan alacakları üçte ikilik payın belirlenmesine gelince bu konuda Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) sünneti ve surenin sonundaki ayette zikredilen iki kız kardeşin durumuna yapılan kıyasla çözümlenmiştir.
Resulullah’ın sünnetine gelince Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace Abdullah b. Ukeyl kanalı ile Cabir’den şöyle rivayet etmişlerdir: “Ya Resulullah şu ikisi Sa’d b. Rebi’nin kızlarıdır. Babaları Uhud günü seninle beraber iken şehid düştü. Amcaları onlara hiç şey bırakmadan tüm mallarını aldı. Malları olmadan da kimse onları nikahlamıyor” dedi. Cabir diyor ki: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) buyurdu: “Yüce Allah bu konudaki hükmünü bildirecektir.” dedi. Bunun üzerine miras ayeti nazil oldu. Resulullah amcalarına “Sa’dın kızlarına malın üçte ikisini, annelerine sekizde birini, vermesini gerisini de kendisine ayırmasını” haber verdi.
Bu Resulullah’ın iki kızın üçte ikilik paylarım vermesidir. Bu da gösteriyor ki, iki veya daha fazla kızların bu durumda paylarına üçte ikisi düşmektedir.
Bu paylaşmanın başka bir esası da vardır. Bu da iki kız kardeşten söz eden diğer ayette geçmektedir. “Eğer kız kardeş iki ise oğlan kardeşin bıraktığının üçte ikisini alırlar”. Birinci kısımda iki kız çocuğuna üçte ikilik payın verilmesi iki kız kardeşe kıyasla yapılmıştır. Bu durumda bir kız çocuğu bir kız kardeşle eşit olduğu da ortaya çıkmış oluyor.
Çocukların paylarının belirlenmesinden sonra -şayet sağ iseler- anne-babanın değişik durumlardaki paylarının belirlenmesi geliyor. Çocukların varlığı veya yokluğu gibi.
“Eğer ölenin çocuğu varsa vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra…”
Anne-babanın mirasta değişik durumları vardır:
Birinci durum: Çocuklarla birleşmeleri ve her birine altıda bir payın verilmesi. Geriye kalanın erkek çocuğuna veya bir ya da daha fazla kız kardeşle birlikte erkek kardeşe verilmesi. Tabii ki erkeğe iki dişinin payı verilir. Ölünün bir kızdan başka çocuğu yoksa kız çocuğuna mirasın yarısı verilir. Anne-babanın her birine de altıda bir pay verilir. Baba bunu dışında (asabiyet) yakınlık itibarıyla altıda birlik bir pay daha alır. Bu şekilde farz ve (asabiyet) yakınlık birleştirilmiş olur. Ancak ölünün iki veya daha fazla kızı bulunursa bunlar mirasın üçte ikisini alırlar. Anne-babanın herbiri de altıda bir pay alır.
İkinci durum: Ölünün ne çocuğu, ne kardeşi, ne kocası ya da karısı bulunmazsa anne-baba tek başlarına mirası alırlar. Anneye üçte bir verilir. Baba ise (asabiyet) yakınlık hasebiyle geri kalanını alır. Bu şekilde annenin payına düşenin iki katını almış olur. Şayet anne-babayla beraber ölünün kocası veya karısı da bulunursa, koca mirasın yarısını alır, karısı ise dörtte birini alır. Anne de üçte birlik payını alır. (Bütün mirasın üçte birini mi yoksa koca veya karısının payını almasından sonraki kısmın üçte birini mi alır? Bu konuda fakihlerin görüşleri farklıdır? Geri kalan kısmının da payı anneninkinden az olmaması için asabiyet nedeniyle baba alır.
Üçüncü durum: Anne-babanın kardeşlerle beraber olmasıdır. Anne-babadan olmaları ya da bir babadan veya bir anneden olmaları fark etmez- Ancak bu kardeşler baba ile beraber bir şeye varis olamazlar. Çünkü baba onlardan önce gelir ve asabiyet bakımından erkek çocuktan sonra o gelir. Bununla beraber kardeşler, annenin üçte birlik payına engel olup bunu altıda bire çıkarırlar. Kardeşlerle beraber anneye sadece altıda bir pay verilir. Ölünün kocası ya da karısı yoksa geri kalan terekeyi baba alır. Ancak bir tek kardeş annenin üçte birlik pay almasına engel olmaz. Aynı şekilde ölünün çocuğu veya kardeşi yoksa birlikte üçte bir pay alırlar.
Ancak bütün bu paylaşmalar, ölünün vasiyeti yerine getirilip borcu ödendikten sonra söz konusu olabilir.
“Ana-babanız mı,yoksa evlatlarınız mı size daha yararlı olacaklarını bilemezsiniz..”
İbn-i Kesir tefsirinde “Selef ve Halef uleması borcun vasiyetten önce geldiğinde birleşmişlerdir” der. Borcun öncelikli olması anlaşılır bir meseledir. Çünkü bu,başkalarının hakkıyla ilgilidir. Bu yüzden borç verenin hakkını ödemek ve borçlunun zimmetini kaldırmak için mal bırakmışsa borçlunun malından borcunu ödemek zorundadır. İslâm, hayatı vicdan titizliği, uygulamalarda güvenirlilik ve toplumun atmosferinde huzur gibi temellere dayanması için borç zimmetinin kaldırılmasına büyük özen gösterir. Bu yüzden borcu borçlunun ölümünden sonra bile zimmetinden kurtulamadığı bir hak olarak boynunda bırakıyor.
Ebu Katade (Allah O’ndan razı olsun) şöyle dedi; Adamın biri “Ya Resulullah, şayet Allah yolunda öldürülürsem hatalarım affolunur mu?” dedi. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) “Evet, şayet sen sabreder, sevabı Allah’tan bekler, ilerler ve kaçmayıp öldürülürsen affolunursun” buyurdu. Sonra adam “Nasıl dedin?” dedi. Resulullah da tekrar edip şöyle dedi “Evet ama borç hariç. Çünkü Cebrail bunu bana haber verdi ” (Müslim, Malik, Tirmizi, Nesai)